21 Ekim 2014 Salı

TEFSÎR-İ ŞERÎF Takrîr “Din” cezâ (âmilin ameline göre mükâfât ve mücâzât) ma’nâsına masdardır. (يجزى جزى يدين؛، دان (esmâ-yı sübhâniyyeden “Deyyân” mücâzı ile tefsîr olunur. (تدان تدين كما (mesel-i meşhûru bundan me’hûz sınâyi’-i bedî’iyyeden müşâkele üslûbu üzere vâriddir ki: İşlediğin fi’le göre cezâ görürsün demekdir. Din şerî’at ve itâ’at ma’nâsına da gelir. Burada bu ma’nâlara haml edilmek de mümkündür. Fakat hazf-i muzâfa lüzûm görülür. İstifâza “Mâliki yevmi’d-dîn” nazm-ı celîli nefs-i cezâya değil; yevm-i cezâya mâlikiyet-i sübhâniyyeyi müfîd olmasına mebnî cezâ-yı a’mâlin sâir eyyâmdan mümtâz bir yevm-i mahsûsu olduğunu iş’âr etmekdedir ki işte asıl o zaman her âmil ameline mülâkī olacak ve cezâ-yı lâyıkını görecek demek olur. Su’âl: Bakılsa bütün eyyâm-ı dünyâ eyyâm-ı cezâdır. Zîrâ efrâd-ı beşeriyye mesâ’î-i vâkı’alarına göre bu âlemde mücâzât ve mükâfât görüyorlar. Nâsın te’mîn-i selâmetle ihrâz-ı bahtiyârî etmeleri mesâ’î-i haseneleri sâyesinde ve o nisbetde olduğu gibi giriftâr oldukları belâyâ ve mihen de hep edâ-yı vâcibât ve îfâ-yı hukūk bâbındaki tefrît ve taksîrleri netâyic-i tabî’iyyesidir. Cevâb: Evet! Âlem-i dünyâda da amellerimize cezâ terettübü kābil-i inkâr olamazsa da bu terettüb mutarrid değildir. Her âmil bütün a’mâlinin cezâsını burada görmüyor. Belki yalnız bazı eşhâs bazı a’mâlinin cezâsını görmekdedir. Nasıl ki 1 2) وَإِنَّمَا تُوَفَّوْنَ أُجُورَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ) (لِيُذِيقَهُم بَعْضَ الَّذِي عَمِلُوا) gibi nusûs-ı Kur’âniyye de buna dâlldir. 1 Âl-i İmrân, 3/185. Sülehâ-yı ümmet, erbâb-ı istikāmet mükâfât-ı âcileye fi’l-cümle mazhar kılınmakda oldukları gibi şirâr-ı nâs dahi kendilerine bâ’is-i nedâmet vesâirlere medâr-ı ibret olacak mertebe mücâzâta çarpılıyorlar. Sa’âdet-i milliyye ve selâmet-i umûmiyyenin mâ-yetevakkafun aleyhi olan sa’y-i vâcibi ihlâl etmek, ilcâ’ât-ı asr ü zamâna göre davranmayıp atâlet ve sefâhatle ifnâ-yı ömr eylemek en büyük seyyi’âtdan olduğu halde bunun cezâsı dünyâda efrâd-ı ümmetin herbiri hakkında bâdî-i te’essür olacak sûretle zâhir olmayıp belki hey’et-i umûmiyyenin bi’t-tedrîc giriftâr-ı felâket ve perîşânî olması tarzında nümâyân olmakdadır. Filhakīka bütün efrâdı böyle bir gaflet ve tekâsül ile imrâr-ı hayât etmekde, görenek belâsına dûçâr olarak lâkaydâne davranmakda olan milletler, cem’iyetler Cenâb-ı Fâtır’ın vaz’ buyurmuş olduğu kavânîn-i te’ayyüş ve i’tilânın hâricine çıkmış, vâcibü’s-sülûk olan sırât-ı müstakīmden udûl ve inhirâf eylemiş olmaları hasebiyle nizâm-ı âleme ve kānûn-ı adl-i ilâhî’ye tevfîkan fakr u mezellet ve fakd-ı izz ü şevket gibi lâyık oldukları bin türlü belâ ve ukūbete ma’rûz vesâir milletlerin zîr-i tâbi’iyyet ve esâretinde yaşamağa mahkûm olurlar. Ancak bu hâl-i mezellet, bu sıfât-ı makhûriyyet onların herbirine, bi’l-cümle efrâdına şâmil olmayıp içlerinden bir takımları zulm ü i’tisâfa, envâ’-ı irtikâba inhimâkleriyle beraber ferîh fahûr bî-nihâye müştehiyât, bin türlü tecemmülât içinde yaşarlar, müddet-i ömürlerinde hiç bir âfet görmezler, yalnız ahyânen vicdân azâbı hissedebilirler ki bu da pek enderdir. [114] Bu takım süfehâ-yı ümmetin bazılarına bir hayli zamân debdebe ve ihtişâm ve fevka’l-âde âlâyiş ü intizâm üzere ömür sürdükden sonra vehâmet-i encâm baş gösterir, sûrî ve ma’nevî felâket ve ukūbetler yağmağa başlarsa da 2 Rûm, 30/41. 108 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 8 - SAYFA 115 bunların giriftâr oldukları cezâ-yı elîm hey’et-i umûmiyyenin tedennî ve izmihlâlini mûcib olan seyyi’ât ve tecâvüzât-ı vâkı’alarının öşr-i mi’şârı addolunamaz. Kezâlik bir çok eshâb-ı hasenâtın, umûm nâs hakkında adl ü ihsân ile mu’âmeleyi iltizâm eden bir takım erbâb-ı hamiyyetin bütün ömürleri muzâyaka-i şedîde içinde mahvolur, hukūkları izâ’a olunur, lâyık ve müstehak oldukları mükâfâtdan mahrûm bırakılırlar. Yalnız râhat-ı vicdân ve edeb ve irfânlarıyla tena’um ederek mütesellî olabilirler ki bu da bir sevâb-ı rûhânî, bir mükâfât-ı ma’neviyye demekdir. Fakat bu kadarcık mükâfât onların mesâ’î-i memdûhalarına cezâ-yı kâfî olamaz. El-hâsıl dünyâda mücâzât ü mükâfât-ı tâmme icrâ olunmadığı, herkesin ameline muvâfık cezâ ile cezâlanmadığı vâreste-i ıtnâb-ı makāldir. Binâ’en-alâzâlik aklen ve hikmeten âlem-i âharda bir “yevmü’d-dîn”e lüzûm-i kat’î vardır ki onda 1 فَمَن يَعْمَلْ مِثْقَالَ ) kadar ne dâir şerre ve hayır biri her âmilînin ı-efrâd vâsıncaihti-delet’ma yı-fehvâ) ذَرَّةٍ خَيْراً يَرَهُ وَمَن يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرّاً يَرَهُ nâçiz olursa olsun bütün a’mâlinin netâyicini görecek, iyi ve fenâ hiçbir sa’y ü niyet zâyi’ kılınmayacakdır. Nükte-i Kelâmiyye Bu evsâf-ı celîleyi ism-i celâle sıfat kılarak Vâcibü’l-Vücûd hazretlerine isbât etmek zât-ı ulûhiyyetden başka ale’lhakīka hamd ü senâya ehil ve müstahak bulunmadığına delâlet içindir. Zîrâ illete sâlih olan vasfa ta’lîk-i hükm, vasfın hükme illiyetini müş’irdir. Binâ’en-aleyh nazm-ı celîlden istihkāk-ı hamdin illet-i mûcibesi cenâb-ı Bârî-i te’âlânın bi’lcümle kâ’inâtda mûcib ve mürebbîsi ve ni’am ü eltâf-ı zâhire ve bâtınenin mün’im-i hakīkisi ve rûz-ı cezânın, âlem-i âhiretin merci’-i yegânesi olmasından ibâret olduğu müstefâd olur. Bu evsâf-ı celîlenin hiç birinde Mevlâ-yı Müte’âl hazretlerine müşâreket eder bir ferd yokdur ki istikāk-ı hamd ü senâda bir kimsenin iştirâki tasavvur olunabilsin. Belâgat Evsâf-ı erba’anın tertîbinde de münâsebet-i tâmme vardır. Çünki abd-i hâmid îfâ-yı hamd ü senâ makāmında Cenâb-ı Bârî’nin evvelâ rubûbiyet ve hâlikıyetini, sâniyen hâl ve istikbâlce ma’lûm olan mün’imiyeti, sâlisen rûz-ı cezâdaki hâkimiyetini mülâhaza ile bahr-i şuhûda müstağrak olup (إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ) etmedikce alâka ı’-kat mâsivâdan’ cemî nazm-ı celîlinin müfâdı olan hasr-ı ibâdet ve isti’âneye ehil olamaz, âyet-i mezkûreyi hîn-i tilâvetde musallî bu mülâhazada bulunmalıdır ki gafletden âzâde olsun. Tertîb-i mezkûrun erbâb-ı irşâd tarafından vukû’ bulacak tevhîd ve ibâdete da’vet makāmına da münâsebeti âşikârdır. Zîrâ dergâh-ı sübhânîye hasr-ı teveccüh ve ibâdetin bâ’is-i a’zamı hâiz-i ulûhiyyet olmasıdır. Fakat vasf-ı ulûhiyyet kemâ hüve hakkıhî bizlere ma’lûm olamadığı cihetle kâffe-i avâlim hakkında meşhûd olan âsâr-ı bî-nihâyesiyle meczûm bulunan “rubûbiyet” sıfat-ı celîlesine nakl-i kelâm 1 Zilzâl, 99/7-8. olunmuş ba’dehu bu mülâhaza ile müte’essir olmayan eşhâsın bâri kendilerine vâsıl ve mev’ûd olan ni’am-ı sübhâniyyeye karşı borçlu oldukları teşekkürâtın îfâsı maksadıyla ibâdât ü tâ’âte ihtimâm etmeleri, ve bu vazîfeden de zühûl edenlerin mücâzât-ı uhreviyyeyi göz önüne alarak, satvet-i kāhire-i sübhâniyyeden korkarak arz-ı inkıyâda mecbûr olmaları lâzım geleceği ihtâr buyurulmuşdur. İşte bu üslûba tevfîkan bu mertebe mûciz bir kelâm ile ifâde-i hakīkat fevkinde bir belâgat tasavvur olunamaz. إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ İşbu sıfât-ı azîme-i ilâhiyye ile teferrüd ve sübhânına binâ’en cemî’ mâsivâdan temeyyüz ve celâl ü azametle tevahhüd eyleyen ma’bûd-i zü’l-celâlimiz! Bizler ancak sana ibâdet ederiz ve kâffe-i umûr ve ahvâlde dergâh-ı sübhânına mürâca’atla senden inâyet bekleriz Nükte-i Beyâniyye Sadr-ı kelâmda mehâmid ve esniye-i âliyyenin kâffesine hakīk ve lâyık olan zât-ı vâcibü’l-vücûd hazretleri zikir ve ba’dehu evsâf-ı kudsiyye-i sübhâniyyesiyle tavsîf edilmiş olması üzerine zât-ı ecell-i ma’bûd hâmid nazarında temeyyüz ve ta’ayyün etmiş ve bu sâyede hâmidin makām-ı kurb ü şuhûda vüsûlü tahakkuk eylemiş olmasına delâlet için burada üslûb-i gaybetden üslûb-ı hitâba tahvîl-i kelâm buyurulmuşdur. Manastırlı İsmâil Hakkı NECÂ’İB-İ KUR’ÂNİYYE SÛRE-İ BAKARA ÂYET: 282 يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا تَدَايَنتُم بِدَيْنٍ إِلَى أَجَلٍ مُّسَمى فَاكْتُبُوهُ ..الآية Sûre-i Bakara’nın şu mevzi’de zikr olunan ahkâm-ı şer’iyyeden biri de âyet-i müdâyenedir. Cenâb-ı Nesak-sâz-ı umûr izz-i şânuhû bu sûrede evvelâ ibâdına fî sebîlillâh infâk ve terk-i riyâ ile emir buyurdukdan sonra “âyet-i müdâyene” ıtlâk olunan bu âyetde onları mâl-ı helâlin hıfzı ve fesâd ü telefden sıyâneti husûsuna da’vet ediyor. Ve çünkü emvâl, sebeb-i mesâlih-i me’âş ü me’âd olup insan onunla infâk fî sebîlillâha ve ribâ vesâire gibi gadab-ı ilâhîye bâ’is ahvâlden i’râza ve takva’llâha mülâzemet ve muvâzabete kudretyâb olacağından ale’l-ekser elfâz-ı Kur’ân’da cârî olan ihtisârın hilâfına olarak bu âyetde mahzâ hıfz-ı emvâlde ihtiyâta teşvîk ve irşâd olmak üzere ekîd emirler ve belîğ ta’lîmât ile, beynlerinde cârî mu’âvezât esnâsında deyni müştemil vukū bulan mu’âmelenin hâlini beyâna şurû’ ederek [115] buyuruyor ki: “Ey îmân edenler; bir deyn ile ecel-i müsemmâya dek tedâyün etdiğiniz vakit, (yani tarafeynden biri bir aynı müddet-i ma’lûme ile öbür tarafa veresiye vererek veyâhûd öbür tarafdan bir aynı müddet-i ma’lûme ile veresiye alarak vâkı’ olan mu’âvezât esnâsında şu sûretle deyni mutazammın bir mu’âmelede bulunduğunuz zaman o CİLD 1 – ADED 8 - SAYFA 116 SIRÂTIMÜSTAKĪM 109 deyni yazın) vakt-i edâsıyla beraber o deyni kayd ü tahrîr edin. Tedâyün ve ta’bîr-i dîger ile müdâyene ber vech-i muharrer deyni mutazammın mu’âmele ma’nâsına olduğundan deynin deyne mukābelesini iktizâ etmez ve binâ’enaleyh tedâyün veyâhûd müdâyene her iki tarafdan deynin husûlü demek olup bu da deyni deyne bey’i ifâde etmekle bi’l-ittifâk bâtıldır diye su’âl vârid olmaz. Beyâ’ât dört vech üzere olur: Biri aynı ayna bey’ ve mübâdele etmekdir ki bu sûret şübhesiz müdâyene değildir. İkincisi deyni deyne bey’ etmekdir bi’l-ittifâk bâtıl olduğundan âyet-i kerîmenin tahtında dâhil değildir. Geriye iki kısım kalır ki birisi aynı deyne bey’ etmek yani malı semen-i mü’eccel mukābilinde satmakdır ve diğeri deyni ayna bey’ etmek yani peşin para ile veresiye mal almakdır ki selemdir. Ekser müfessirînin kavli üzre bu son iki kısmın her ikisi bu âyet-i kerîmenin tahtında dâhildir. Şeyhzâde. İbn-i Abbâs (radiyallahu anhümâ) hazretlerinden: Bu âyet-i kerîmede müdâyene ile selem murâd olduğu ve Cenâb-ı Hak ribâyı harâm kıldıysa selemi mübâh kıldı dediği rivâyet olunmuşdur – Kâdî Beydâvî ve Ebussu’ûd. Tedâyün deyne delâlet eylediği halde deyn lafzının ayrıca zikr olunması üç fâ’ideye mebnîdir: Birisi tedâyün deyni müştemil mu’âmele ma’nâsına geldiği gibi mücâzât ma’nâsına da geldiğinden ma’nâ-yı murâd te’ayyün edip de vehm-i ma’nâ-yı mücâzâta zâhib olmamasıdır. İkincisi deynin hâl ve mü’eccel iki nev’i olup tahrîre deyn-i mü’eccelin bâ’is olduğu anlaşılmasıdır. Üçüncüsü (فاكتبوه (kavl-i kerîmindeki zamîr-i mansûb-i muttasılın merci’i ta’yîn etmesidir – Kâdî ve Şehyzâde. Deynin eceli: İktizâ-yı müddet için ta’yîn olunan vakitdir. Fahreddîn. “Müsemmâ” mu’ayyen demekdir. Şu halde ecel-i müsemmâya kadar demek vakt-i mu’ayyene kadar demekdir. Ve ta’yîn ile murâd gün veya mâh veya sene gibi ilmi ifâde ve cehâleti ref’ eden şeyler ile ta’yîn etmekdir – Fahreddîn ve Kâdî ve Ebussu’ûd. Cenâb-ı Hak müdâyenede iki şey emr ediyor: Birisi tahrîrdir ki bunu (فاكتبوه (kavl-i kerîmi ile emr ediyor. İkincisi işhâddır ki bunu 1 (ْمُكِالَرِّج منِ نْيَيدِهَش واُدِهْشَتْاسَو (kavl-i şerîfi ile emr eyliyor. Deynin tahrîri ile istişhâdın fâ’idesi mâlik-i tarafeynce hıfz u sıyânet edilmesidir. Çünki dâ’in matlûbunun ve vakt-i edâsının kitâbet ve işhâd ile tevsîk olunduğunu bilince hakkından ziyâde istemeyeceği ve deynin va’desi hulûl etmeden mutâlebeye kıyâm edemeyeceği medyûn dahi burasını derpîş-i mütâla’a ederek tamâmen veya kısmen deynini inkâr edememekle beraber vakt-i hulûlünde te’diye-i deyn edebilmek için daha va’de munkazî olmadan mâl kazanmağa teşebbüs ve mübâderet eder. İşte kitâbet ve işhâdda bu fâ’ideler bulunduğundan Cenâb-ı Hak kitâbet ve işhâd ile emretdi – Fahreddîn. Cumhûr-ı fukahâ-i müctehidîn bu makāmda emrin nedbe mahmûl olduğuna zâhib oldular ve biz cemî’ diyâr-ı İslâm’da cumhûr-ı müslimîni tahrîr ve işhâdsız esmân-ı mü’eccele ile mâl satdıklarını görüyoruz, bu hâl tahrîr ve işhâdın vâcib olmadığı üzerine icmâ’dır dediler – Şeyhzâde. Ve (bunu) beyninize adl ile (muttasıf) bir kâtib yazsın. (Deyn senedini, tarafeynden birine meyl etmeyerek ve ziyâ- 1 Bakara, 2/282. de ve noksân olmayarak doğruca ve nizâ’a ve ibtâl-i hakka bâ’is olmayacak vechile yazacağına aranızda emniyet olunur bir kâtib tahrîr etsin.) Bu kavl-i kerîm tahrîr-i sened için şurût-ı tahrîre âşinâ bir fakīh-i mütedeyyini intihâb etmelerini tarafeyne emirdir ve bu da yazılan sened lede’ş-şer’ mu’avvel ve mu’teber bir vesîka olsun hikmetine mebnîdir – Fahreddîn ve Kâdî ve Ebussu’ûd. Ve hiç bir kâtib deyn senedini Allah’ın ona ta’lîm etdiği gibi yazmakdan ibâ etmeyip o sûretle yazsın. Küttâbdan hiçbiri Cenâb-ı Hakk’ın ona teslîm etdiği tahrîr-i vesâ’ik usûlünde deyn senedini yazmakdan imtinâ’ etmesin, kendine taraf-ı ilâhî’den ta’lîm olunduğu vechile tahrîr eylesin. Yâhûd bu kavl-i kerîm 2 olarak mümâsil celîline ı-nazm) وَأَحْسِن كَمَا أَحْسَنَ اللَّهُ إِلَيْكَ) me’âl-i münîfi: Hiçbir kâtib, nasıl ki Cenâb-ı Hak onlara usûl-i tahrîri ve tarîk-i ihyâ-yı hukūku ta’lîm ile kendilerini nef’lendirmiş ise onlar da nâsı tahrîr ve kitâbetleriyle nef’- lendirmekden ibâ etmeyip belki bu ni’mete teşekküren müslim kardeşlerinin hâcetlerini görsünler demekdir. Fahreddîn ve Kâdî ve Ebussu’ûd. Ve üzerinde hak bulunan imlâl etsin. “Men aleyhi’l-hak” deynini, mikdârı ve cinsi ve vasfı ve müddeti vesâir cihetleri ile katibe imlâ ve takrîr etsin. İmlâl ile imlâ’ her ikisi lügat-i fasîhadır ve ikisi de bir ma’nâyadır ki bir kimse söyleyip diğeri yazmakdır. E’imme-i nühâtdan Ferrâ’ şöyle dedi: (الكتاب عليه امللت (denir ki ehl-i Hicâz ile Benî Esed lügatidir, (الكتاب عليه امليت (dahi deniyor ki bu da lügat-i Temîm ve Kays’dır. Kur’ân-ı Kerîm her iki lügat üzere nâzil olmuşdur. Bu kavl-i kerîm evvelki lügat üzere nâzil olduğu gibi 3 ikinci de şerîfi ı-nazm) فَهِيَ تُمْلَى عَلَيْهِ بُكْرَةً وَأَصِيلاً) lügat üzere şeref-nüzûl etmişdir – Fahreddîn. Ve Rabbi olan Allah’dan ittikā etsin ve ondan birşey noksân etmesin. (İmlâ eden medyûn-ı Hazret-i Perverdigâr-ı zü’l-celâlden korksun ve üzerinde olan hakdan birşey noksân etmeyip tamâmıyla söylesin.) Men aleyhi’l-hak eğer sefîh yâhûd za’îf ise yâhûd imlâya muktedir değilse onun velîsi adl ile imlâ etsin. (Üzerinde hak olan kimse mübezzir, nâkısü’l-akl olmak yâhûd sıgar ve atehden nâşi za’îfü’l-akl bulunmak veyâhûd dilsiz olmak veya lisân bilmemek vesâire gibi ahvâl ve avârıza mebnî bizzat imlâya muktedir değilse o kimsenin vasîsi veya vekîli veya mütercimi gibi makāmına kā’im olan veliyy-i emri onun yerine adl ile yani noksân ve ziyâde etmeyerek imlâ ve takrîr etsin – Kâdî ve Ebussu’ûd.) Ve ricâlinizden iki şâhid istişhâd edin. (Beyninizde cereyân eden müdâyeneye dâir şehâdeti tahammül etmeleri için erlerinizden iki şâhid taleb edin. Şerâ’it-i şahâdet kütüb-i fıkhiyede mezkûrdur.) Şâhidler (yani şâhid olacak kimseler iki er bulunmadığından veya başka bir sebebden dolayı) iki er olmazsa o halde [116] hoşnûd ve râzı olduğunuz şuhûddan bir er ile iki hâtûn (işhâd olunsun) ki bu iki hâtundan biri şahâdeti unudursa öbürü onun hatırına getirir. (Bu, bize göre hudûd ve kısâsdan mâ’adâ yerlerde ve İmâm-ı Şâfi’î’ye göre yalnız emvâldedir. Her şâhidin kendinden hoşnûd ve râzı olunan kimselerden olacağı, yani şâhid kim olursa olsun insân an- 2 Kasas, 28/77. 3 Furkân, 25/5. 110 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 8 - SAYFA 117 cak hoşnûd olduğu kimseyi şâhid tutacağı sübhesiz iken bu sıfâtın bir er ile iki hâtûndan ibâret bulunan şuhûda tahsîs buyrulması nisânın bu sıfât ile ittisâfı kalîl olduğu içindir – Ebussu’ûd.) Ve şâhidler (yani şâhid olacak kimseler edâ-i şahâdet veya tahammül-i şahâdet için sâhib-i hak tarafından) çağırıldıkları zaman (icâbetden) imtinâ’ etmesinler. Ve deyni küçük veya büyük olsun vakt-i hulûlüne dek yazmakdan usanmayın. (Deyn az veya çok olsun veyâhûd sened muhtasar veya mufassal olsun her halde onu medyûnun ikrâr eylediği vaktin hulûlüne dek yazmaya kesret-i müdâyenâtınızdan dolayı üşenmeyin.) Bu (yani size emr olunan tahrîr-i deyn husûsu ey mü’minîn) nezd-i ilâhîde (hükmü’llâh’da) pek adâletdir. (Rızâ-yı ilâhîyi tahsîle pek mü’eddâdır, çünkü hakkın cemî’ kuyûd ve tefâsili ile yazılması âkidîni sıdka ziyâdesiyle dâ’î ve deyni bilmemekden ve deynde kizb eylemekden ve bunlara teferru’ eden mefâsidden pek ba’îd olur.) Ve şahâdeti pek mukavvimdir. (Şahâdeti pek sâbit kılar ve ikāme-i şahâdete pek yardımı olur.) Ve iştibâh etmemenize pek karîbdir. (Deynin cinsinde, mikdârında, vakt-i hulûlünde, şuhûdunda, sâir cihâtında şübheniz zâ’il olmağa pek karîbdir.) Meğer ki müdâyeneniz veya ticâretiniz beyninizde deverân etdirir olduğunuz ticâret-i hâzıra olsun, o halde onu yaz[ma]makda sizin üzerinize günâh yokdur. (Bir müddet-i mu’ayyeneye kadar deyni mutazammın bulunan mu’âmelâtınızda ber vech-i meşrû’ sened tahrîr edin, fakat müdâyeneniz veya ticâretiniz bedellerini yed’en be-yed te’âtî etmek sûretiyle aranızda döndürdüğünüz bir ticâret-ı hâzıra olduğu halde onu tahrîr etmemekde sizinçün bir be’is yokdur, çünkü bedelleri hâzır bulunan böyle bir ticâret münâza’a ve nisyândan ba’îddir – Kâdî ve Ebussu’- (تِجَارَةً) kerîminde i-kavl) إِلاَّ أَن تَكُونَ تِجَارَةً حَاضِرَةً) tefsîr Bu.) ûd lâfzının, (َونُكَت‘(nın haberi olmak üzere nasb ile kırâ’etine mebnîdir ve esnâ-yı tefsîrde gösterildiği vechile bu kırâ’ete göre âyet-i kerîme: “Meğer ki müdâyeneniz veya ticâretiniz ticâret-i hâzıra olsun” takdîrindedir. Bu takdîrin şıkk-ı evveline bazıları tarafından: “Müdâyene ticâret-i hâzıra olmaz” diye i’tirâz olunmuşsa da vârid değildir, çünkü müdâyene birkaç sâ’at gibi karîb bir müddete kadar olursa ona ticâret-i hâzıra ıtlâkı sahîh olur. Ticâret, temettu’ etmek maksadıyla mal alıp satmaya denir. Ve tebâyi’ etdiğiniz zamân işhâd edin (ticâret-i hâzıra sûretiyle olan mübâya’anıza da veyâhûd ale’l-ıtlâk mübâya’alarınızda şâhid tutun, zîrâ işhâd edilirse pek hazm ve basîret üzere hareket edilmiş olur. Bu âyet-i kerîmede vârid olan evâmir yukarıda sebk ettiği üzere cumhûra göre nedb ve istihbâb içindir ve murâd tarîk-i ihtiyâta ve sıyânet-i emvâle irşâddır. Bazıları dediler ki evâmir-i mezkûre vücûb içindir. Bu vücûba kā’il olanlar ihtilâf ederek kimisi zikr olunan emirlerin hükmü bâkī olduğuna ve kimisi neshine zâhib oldular – Kâdî ve Ebussu’ûd.) Ne kâtib ve ne şâhid ızrâr etmesin. (Yâhûd ne kâtib ve ne şâhid ızrâr i-kelime Biri: muhtemeldir veche iki kelimesi) يُضَآرَّ) mindekerî i-kavl) وَلاَ يُضَآرَّ كَاتِبٌ وَلاَ شَهِيدٌ) (.demekdir olunmasın mezkûrenin aslı, kable’l-idgâm birinci (راء (harfi meksûr olarak ma’lûm sîgası üzere (يضارر (ve diğer vech dahi râ-i mezkûrenin fethiyle mechûl sîgası üzre (يضارر (olmakdır. Evvelki veche göre âyet-i kerîmede vâki’ (كاتب (ile (شهيد (kelimeleri (َّآرَضُيَ لاَو‘(nun fâili olarak âyetin me’âl-i münîfi: “Kitâbet ve şahâdet husûsunda icâbeti terk etmek ve kitâbet ve şahâdeti tağyîr ve tahrîf eylemek sûretlerinden biriyle ne kâtib ve ne şâhid sâhib-i hakkı veya men aleyhi’l-hakkı ızrâr etsin” demek olur. İkinci veche nazaran zikr olunan iki kelime ( َلاَو َّآرَضُي‘(nin nâ’ib-i fâili olmakla âyetin mü’eddâ-yı şerîfi: “Kâtib ve şâhid-i kitâbet ve şahâdete da’vet olundukları zamân mühim işleri olarak beyân-ı ma’zeret ederlerse, Cenâb-ı Hak da’vete icâbeti size emretti diye ilhâh olunub da işlerinden güçlerinden alıkonulmak veyahud kâtib ve şâhide onlar için mu’ayyen olan haddin hâricine çıkmaları teklîf olunmak veyahud kâtibe hakk-ı ücreti verilmemek gibi bir sûretle mutazarrır ve rencîde edilmesinler” demek olur. (َّآرَضُي (kelimesinin bu iki veche muhtemel bulunduğu kelime-i mezkûreyi Ömerü’l-Fârûk (radiyallâhu anh) hazretlerinin fekk-i idgâm ve evvelki (راء (harfini kesr ile ve İbni Abbâs (radiyallâhu anhümâ) hazretlerinin dahi ızhâr ve feth ile kırâ’et eylemeleri delâlet eder – Fahreddîn ve Kâdî ve Ebussu’ûd. Eğer siz (nehy olunduğunuz ızrârı) işlerseniz bu (fi’il-i menhî) size (mülâbis-i fısk u ma’siyetdir. Size lâhık ve târî olmuş hurûc an tâ’atillâh’dır. Kâdî ve Ebussu’ûd. Allah’dan ittikā edin (Hazret-i Zü’l-celâl’in evâmir ve nevâhîsine muhâlefetden ve bu cümleden olarak nehy eylediği şu ızrârdan havf ve hazer üzere olun – Ebussu’ûd. Allah size ta’lîm ediyor. (Cenâb-ı Zü’l-celâl mesâlih ve menâfi’inizi mutazammın bulunan ahkâmı size öğrediyor – Ebussu’ûd.) Allah her şeyi bilir. (İbâdının cemî’ mesâlihine vâkıfdır, zât-ı aliyyesine hiçbirşey hafî değildir – Hâzin.) Bu üç cümlede lafza-i celâlin tekrâr buyurulması kulûba ilkā-yı mehâbet ile beraber herbirinin alâ haddetin bir ma’nâda istiklâli olduğuna tenbîh içindir, çünkü birinci cümle takvâya tergîb ve ikincisi va’d-i in’âm ve üçüncüsü şân-ı ulûhiyyeti tefhîmdir – Kâdî ve Ebussu’ûd. Bereketzâde İsmâil Hakkı SAFAHÂT-I HAYÂTTAN SELMÂ “Hemşîrezâdemdir. Dört yaşında öldü.” “Bütün gün işte boğuştum, biraz da dinlensem... Yarın da aynı mezâhim içinde uğraşacak [117] Değil miyim? Bana öyleyse, şimdi pek elzem, Velev bir ân için olsun huzûr ü hâb aramak. Hayât, ceng-i maîşet; cihansa ma’rekedir; Zaman zaman bu sükûnlar birer mütârekedir.” Deyip de yaslanıverdim. Fakat bizim bu huzur Beş on dakîka ya etmiş ya etmemişti devam... Bir eski komşu gelip: “Vâliden selâm ediyor, Diyor ki: Hasta ağırlaştı, durmasın, akşam, Hemen bizim eve gelsin” deyince davrandım, O âşiyân-ı gamkîne doğru yollandım. CİLD 1 – ADED 8 - SAYFA 118 SIRÂTIMÜSTAKĪM 111 Sarıldı boynuma annem girince, ben içeri. Diyordu ağlayarak: – Görme, Âkif’im, çocuğu! Senin değil, yedi kat ellerin yanar ciğeri, Ölüm döşekleri üstünde görse yavrucuğu. Şükür, bugün azıcık farklıdır, diyorduk dün... O pembe pembe yanaklar kireç kesildi bugün! Filân hekim, dediler. Geldi, baktı, anlamadı. Hayır, filân daha bir anlayışlıdır, dediler. Meğer yalan yere çıkmış o sersemin de adı! Bırak ki anlasalar var mı çâre hiç? Ne gezer! Hekim ilâçları, oğlum, bütün tesellîdir. İlâç yiyip iyi olmak, o bir tecellîdir. Kesildi kardeşin artık yemekten, içmekten; Lâkırdı dinlemiyor, kendini helâk ediyor. O, hastadan daha şâyân-ı merhamet... Görsen... Dedikçe “Anne, çocuktan ümîdi kes... Gidiyor!” Telâş içinde kalıp büsbütün şaşırmadayım. Eğer yetişmese imdâda yok mu komşu hanım... – Görünmüyor, hani hemşîre nerdedir? Gelsin. Benim sözüm ne kadar olsa başkadır, belki Biraz bulurdu teselli... – Nasıl da söylersin! Lâkırdı kâr edecek kim? Duyar mı hiç beriki? Kolay bir iş mi? Senin anne olduğun var mı? Çocuk o halde iken anne sözden anlar mı? Bu hem kaçıncı felâket? Beşinci! Yâ Rabbi, Tamam beşinci seferdir ki kız ölüm görecek! Bu son ümîdi de şâyed giderse dördü gibi, Zavallı kendini vaktinden evvel öldürecek. Çıkıp da gör hele bir kerre şimdi Selmâ’yı... Ne hâle koydu felek, sevdiğin o sîmâyı! Sabahleyin dili, baktım, biraz ağırlaşıyor... Melil melil bakıyor şimdi bülbül evlâdım! Ne zâlim illet imiş: Bir çocukla uğraşıyor... O olmasaydı da ben keşke hasta olsaydım. Şikâyet olmasın amma tahammülüm bitti... Günâha girmedeyim durmuşum da bak şimdi! * * * Ne manzaraydı ki bir kuş kadar uçan o melek Dururdu bî-hareket, kol kanad kımıldamıyor! Gözünde nûr-i nazar titriyor hemen sönecek... Dudakta nâtıka donmuş; kulak söz anlamıyor! Türâb rengine girmiş cebîn-i sîmîni; Ölüm merâreti duydum öpünce leblerini! Başında annesi –mâtem tecessüm etmiş de Kadın kıyâfeti almış gibi– durur mebhût; Yanında komşu kadınlar hurûşa âmâde, Eğerçi ortada dönmekte bir mehîb sükût. Girince ben odadan hepsi kalktılar ayağa, Kızıyla annesi mıhlıydılar fakat yatağa! Dedim: Nedir bu senin yaptığın, düşünsene bir. Bırak şu hastayı artık biraz da kendisine. Ne çâre, hükm-i kader âkıbet zuhûra gelir, Cenâze şekline girmekte böyle fâide ne? Senin bu yaptığın Allâh’a karşı isyandır; Asıl felâkete sabreyleyenler insandır... Şu yolda başlayan âvâre bir talâkatle, Devâm edip gidecektim bu eski hikmette. Ne oldu, hastaya bir şey mi oldu, anlamadım... O beht içindeki kızdan kemâl-i şiddetle, Şu sayha koptu ki hâlâ sımâh-ı dehşette: – Ne taş yüreklisiniz... Âh gitti evlâdım!.. Mehmed Âkif [118] EL-HAMRÂ’ Ey leyl-i mâtemi bürünen burc-ı pür-ziyâ, Ey hufre-i mezâra dönen şâhik-i safâ, Ey münhedim semâ-yı siyeh, ufk-ı sernigûn, Ey muğterib ziyâ-yı seher, nücûm-i leyl-gûn, Ey hûn-ı can-fezâsı biten kalb-i dem’a-zâr, Ey meyyit-i defîne dönen rûh-i şeb-karâr, Bir kâ’inât isen de yıkılmış cihânların, Bir nev-arûs isen de çıkık üstühânların! Bir kehkeşân isen de fakat işte târumâr, Bir âsumân isen de fakat hâkdân-karâr, Bir rûh-ı bî-beden gibi eylerdin i’tilâ, Bî-rûh bir beden gibisin şimdi dâima. Öldün, evet, fakat acabâ var mı makberin? Bak ey Arab cenâzesi yok nevha-gerlerin! Sensin senin zevâline mâtem tutan vücûd, Sensin senin şu na’şına bir kabr-i bî-hudûd. Sensin senin gurûbuna feryâd eden dehen, Sensin şu hey’etinle sana mağrib-kühen. * * * Ey heykel-i müdebdeb-i zî-rûhu zilletin, Ey seng-i kabri rûh be-leb bir sa’âdetin, Bir milletin hatîb-i mu’allâ beyânısın, Ağyâr elinde kalmış olan yâr-ı cânısın! Yokdur devâsı bende olan derd-i mühlikin, Bin yâre açdı kalbime hûnîn güzelliğin. Ağyâr için midir bu edâ bunca işveler? Artık şu kahbeler gibi süslendiğin yeter. Terk et nikāb-ı zînetini, iğtirârını, Üryân bırak hakīkatini, rûy-i târını. Tecsîm edip cemâlini kanlar cerîhalar, Etsin lisân-ı hâlini teşkîl nevhalar! Değmez bugün bu köhne cemâlin muhabbete, Aç sîne-i serâ’irini çeşm-i ibrete Göster sebû-yı meyleri bezm-i tarabları, Göster nasıl zebûn ediyormuş Arabları Bir âdemin hasâ’is-i cehl ü atâleti Göster nasıl nasıl bütün efrâd-ı milleti Bir ferd mahv ü kahr edebilmekde muktedir Göster meâsiriyle zalâm-ı beşer nedir? 112 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 8 - SAYFA 119 Göster serîrler ki siyeh-çehre, pâymâl; Göster kefen-bedûş-i fenâ bir yığın zılâl. Gül-hande şekl isen de fakat âh-ı giryesin, Zulmet gibi fezâda durur, yerde sâyesin! Eyvân-ı ser-bülend-i Arab olmasan gerek.. Binlerce kabr-i zâ’ile bir seng-i müşterek Şekl-i hazîni almadadır kadd ü kāmetin, Makberlerin serâ’iridir mevc-i zulmetin. Mâzî zülâl-perver olan âlem-i şebin, Âtî zalâm-ı şekk ile bir subh-i kâzibin. Dârâtının şererleridir gökde zâhirât Solgun likālarıyla birer levha-i memât. Âmâlinin gurûbunu tasvîr eder türâb, Muzlim ufuklarında uyûn eyler iğtirâb! Kâlîçe-i zemînine şeb eyler intişâr Mağrib derinde, dâr-ı harâbında perdedâr. Artık şu i’tilâ-yı sefîlâneden sıkıl Mâzî-i şân ü şevketine hürmeten yıkıl! Midhat Cemâl
 HÜRRİYET - MÜSÂVÂT Birinci makālemizde beyân etdiğimiz üzere kâ’inâtda hürriyet-i mutlaka olmadığı gibi müsâvât-ı mutlaka da yokdur. Bunlar hep nisbî şeylerdir. Zîrâ müsâvât-ı mutlaka bir şeyin diğer şeye her husûsda yani zâtda, sıfâtda, bütün a’râz ve evsâfda müsâvî olması demekdir. Bu ise iki vechile bâtıldır: Evvelâ: Hilâf-ı vâki’dir. Çünki bütün eşyânın yekdiğerine muhâlif olduğu mertebe-i bedâhetdedir. Ezcümle evvel emirde kâ’inâtta birçok ecnâs-ı muhtelife müsâdif-i nazarımız olmakdadır. Sonra her mâhiyet-i cinsiyyenin bir çok envâ’ı vardır. Halbuki bu envâ’ o mâhiyet-i cinsiyyede müşterek ve müttehid olmakla beraber onların kendi aralarında mübâyenet-i külliyye mevcûddur. Zîrâ her nevi’ kendisini diğer envâ’dan temyîz eden bir veya birkaç fasılları müştemildir. Kezâ bir mâhiyet-i nev’iyyenin lâ-yu’ad ve lâ-yuhsâ efrâdı vardır. Bu efrâd dahi o mâhiyet-i nev’iyyede müttehid ise de yekdiğerine külliyen mübâyindir. Çünkü her ferd diğer efrâdda bulunmayan birçok teşahhusât ve te’ayyünâtı hâizdir. Sâniyen: Bir şeyin diğer şeye her husûsda müsâvâtını kabûl etmek hilâf-ı mefrûzu müstelzimdir. Çünki burada evvelâ iki şey arasında müsâvât-ı mutlaka tasavvur ediyoruz. Halbuki eğer farz etdiğimiz iki şey arasında müsâvât-ı mutlaka bulunur, yani onlar zâtda, sıfâtda ve bütün a’râzda birbirine müsâvî olursa bu vechile müsâvât teaddüde münâfî olacağından iki farz etdiğimiz şeyin birşeyden ibâret olacağını ve şu halde hilâf-ı mefrûz lâzım geleceği şübhesizdir. Demek oluyor ki âlem-i kevnde müsâvât-ı mutlakanın vücûdunu iddi’â etmek âdetâ bir emr-i muhâlin vücûdunu iddi’âdan başka birşey değildir. Hatta son derece basit olduğu farz edilen zerrât arasında bile müsâvât-ı mutlaka yokdur. Çünkü zerrâtın mâhiyet ve tabî’atleri bir olduğu teslîm edilse bile vücûd ve teşehhusları i’tibâriyle yekdiğerine mübâyin oldukları şübheden vârestedir. Zîrâ eğer her zerrenin kendine mahsûs bir teşahhusu, te’ayyünü ve bir vücûd-ı hâssı olmayıp da her zerrenin teşahhus ve te’ayyünü ve vücûdu bir olsaydı zerrâtda te’addüde imkân kalmaz ve binâ’en-aleyh âlemde bir zerreden başka diğer bir zerre daha bulunmaz ve şu halde avâlim de vücûda gelmez idi. İşte görülüyor ki bütün kâ’inât zâtda, yâhûd sıfâtda behemehâl ihtilâf üzerine sâha-ârâ-yı vücûd olmuş ve bu da herşeyin, hatta her zerrenin bile âsâr-ı cemâliyye ve celâliyye-i ilâhiyeye mazhar-ı tecelliyât olmasından ileri gelmişdir. Bütün kâ’inâtın böyle yekdiğerine muhâlif olarak vücûda gelmesi Cenâb-ı Hakk’ın mevcûdiyetine sûret-i kat’iyyede delâlet eden berâhîn cümlesindendir. Zîrâ eğer bu avâlim sun’-i ilâhî olmayıp da muktezâ-yı tabî’at olsaydı.. bir tabî’atın muktezâsı o tabî’atın âsârında seyyân olacağından.. kâ’inâtda a’râz ve evsâf i’tibâriyle tehâlüf, tebâyün şöyle dursun, âlem-i kevnde ecnâs ve envâ’ın vücûduna imkân bulunamaz ve şu halde mevcûdât aynı mâhiyetin efrâdından olarak avâlim şu bedâyi’le aslâ vücûda gelemezdi. İmdi şu mukaddimâtı serd etdikden sonra deriz ki: Kānûn-i Esâsî’mizin i’lânı üzerine nâ’il olduğumuz müsâvâtdan maksad, “hukūkda ve nazar-ı kānûnda müsâvât”dır. Nitekim Kānûn-i Esâsî’nin on yedinci maddesinde müsâvâtdan maksad bu olduğu tasrîh edilmekdedir. Fi’l-vâki’ insânlar bi’l-cümle hukūk ve mu’âmelâtda nazar-ı kānûnda müsâvî olmak lâzımdır. [119] Çünkü eğer öyle olmazsa hukūk-ı beşeriyye pâymâl olur. Akviyâ zu’afânın hukūkuna tecâvüz eder. Terakkī, temeddün kābil olmaz. Halbuki temeddün olmayınca hayât-ı beşeriyyenin devâm ve bekāsına imkân kalmaz. İşte bunun içindir ki hukūk ve mu’âmelâtda beyne’l-beşer müsâvâta ri’âyet erkân-ı İslâmiyye’nin rükn-i a’zamını teşkîl eylemişdir. Bundan bin üç yüz sene evvel Kur’ân’ın nüzûlüyle hükûmet-i İslâmiyye’ye tâbi’ olan bi’l-cümle insanlar, hâmî-i medeniyyet ve insâniyyet olan müsâvât ve adâlete bi-hakkın nâ’il olmuşlardır. Sâhib-i şerî’atimiz sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri bu müsâvâta tamâmıyla ri’âyet etmişler ve ümmetine de kendi zât-ı risâletpenâhîleri gibi ri’âyet etmelerini fermân buyurmuşlar idi. Şerî’atimizin emr etdiği müsâvât o derece âlî idi ki insan bunun derecesini düşündükce hayretde kalıyor. Mazhar-ı vahy-i ilâhî olan bir peygamber kendisine aslâ vücûd vermiyor, her ne yaparsa, her ne emr ederse Allah nâmına yapıyor, Allah nâmına emrediyor. Hasbeten lillâh ümmetin selâmetine çalışıyor. Hizmetine mukābil Beytü’l-mâl’den bir habbe bile kabûl etmiyor. Kendi mesâ’îsi ile olmadığı için o paradan bir hisse almağa vicdân-ı pâki kā’il olmuyor. “Siz çalışın, ben yiyeyim... Bu nasıl olur?” diyor. Bütün ef’âl ve harekât ve mu’âmelâtında kendisini ashâbıyla, etbâ’ıyla müsâvî tutuyor. Hizmetkârlarına, kölelerine yemeğinden yediriyor, giydiğinden giydiriyor. Onlara ef’âl-i şâkkadan hiç birşey teklîf etmiyor. Hattâ abdest alırken onlardan birine abdest suyunu bile dökdürmüyor. Meşhûrdur: On seneden mütecâviz hizmet-i seniyyelerinde bulunan fevka’l-âde bir sadâkat ve ciddiyetiyle bir mevki’-i mümtâz ihrâz eyleyen Enes radiyallahu anh hazretlerine bir gün tecdîd-i vudû’ buyuracaklarından bahs ile su ihzâr etmesini fermân buyurdular. Hazret-i Enes derhâl su CİLD 1 – ADED 8 - SAYFA 120 SIRÂTIMÜSTAKĪM 113 ihzâr eyledi. Hazret-i Resûl tecdîd-i vudû’a kıyâm etdi. Enes kemâl-i hâhişle su dökmeye teşebbüs eyledi. Bunun üzerine Hazret-i Resûl zât-ı risâletpenâhîleri bu husûsda mu’âvenete muhtâc olmadıklarını beyân ile onun bu hidmetini kabûl buyurmadılar, “Suyu bırak da çekil!” emrini verdiler. Kezâ: Resûl-i Ekrem hâl-i seferde bulundukları bir günde ashâb-ı kirâma bir koyun zebh etmelerini emir buyurdular. Ashâbdan biri: “Koyunu ben keserim”, diğeri “Ben de yüzerim”, bir başkası dahi “Ben de pişiririm” dedi. Resûl-i Ekrem de: “Öyle ise ben de size odun ve yonga toplarım” buyurdular. Bunun üzerine ashâb-ı kirâm: “Yâ Resûlallâh! Siz istirâhat buyurun. Ne lâzımsa biz yaparız” dedilerse de; Resûl-i Ekrem: “Bilirim, yaparsınız; lâkin ben sizden mümtâz bir halde bulunmayı kabûl etmem. Siz çalışın, ben durayım... Böyle şey olmaz, olamaz. Çünki buna Allah râzı olmaz” buyurdular. Hattâ Hazret-i Resûl müsâvâta ri’âyetde o derece ileri varmışlardı ki ashâbını kendisine kıyâmdan bile men’ buyurmuşlardı. (لاتقوموا (hadîs-i şerîfi erbâbına ma’lûmdur. Hazret-i Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz müsâvâta ri’âyeti yalnız müslümanlara değil, milel-i gayr-i müslimeye de (ماعلينا وعليهم مالنا لهم (hadîs-i şerîfleriyle teşmîl buyurdular. Hazret-i Peygamber hukūk ve mu’âmelâtda kendi zât-ı risâletpenâhîlerini ümmetiyle müsâvî tutmak husûsunda ibtidâdan intihâya kadar ciddiyetini aslâ ihlâl buyurmadılar. Şeref-i nübüvveti ilk ihrâz buyurduğu zamândaki hâli ne ise âhir ömründeki hâli de öyle idi. Sekiz on milyona karîb olan ahâlî-i müslimenin kendisine son derece inkıyâd ve itâ’at ve muhabbet göstermeleri onun evvelki hâlini aslâ değişdirmedi. Bu kadar ahâlînin zât-ı risâletpenâhîlerine inkıyâd ve muhabbetlerinden bi’l-istifâde bu sâyede bir gûnâ menâfi’-i şahsiyye te’mîni ciheti aslâ hâtır ve hayâl-i nübüvvetpenâhîlerinden bile geçmedi. Buna delîl mi istersiniz? İşte irtihâl-i dâr-ı bekâdan sonra bırakdıkları, hem de Beytü’l-mâl’e sadaka olmak üzere bırakdıkları tereke-i nebeviyyeleri: Bir kat elbise, iki kilim, bir çarşaf, birkaç su kabı, kavata, tarak, makas, misvak, bir gümüş mühür, bir serîr, yirmi kadar sağılır deve, yüz koyun, altı yedi kadar keçi... Bu hayvanlardan her gün iki kırba süt gelir ve bu sütler kendi ezvâc-ı mutahharâtına sarf olunuyor, fazlası da ashâb-ı suffeye ihsân buyruluyordu. Bir de Medîne-i Münevvere’de biraz arâzîsi ve Fedek ve Hayber arâzîsinde de bir mikdâr hissesi var idiyse de hâl-i hayâtında bunları vakf etmiş ve mahall-i sarflarını ta’yîn buyurmuşlar idi. O mahall-i sarf da hâricden gelen elçiler ile misâfirler idi. Hazret-i Resûl’den sonra ashâb-ı kirâm da isr-i Resûl’e kudretleri yetdiği kadar tevfîk-i hareket etdiler. Birinci halîfesi Hazret-i Sıddîk ilk hutbesinde: “Ey nâs! Eğer iyilik edersem bana i’âne ediniz, fenâlık işlersem bana doğru yolu gösteriniz. Doğruluk emânet, yalancılık hıyânetdir. Sizin za’îfiniz benim indimde kavîdir; zîrâ onun hakkını alırım. Kavîniz benim nezdimde za’îfdir; çünkü ondan başkasının hakkını alırım.” buyurdu. Hazret-i Sıddîk zâten ticâretle geçindiğinden halîfe ta’yîn olunduğu gün ferdâsı sabahleyin ber mu’tâd omuzuna bez alıp satmak üzere pazara gitdi. Yolda Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ebû Ubeyde’ye rast geldi. Aralarında şu yolda bir muhâvere cereyân etdi: “Ne yapıyorsun müslimînin umûr ve mesâlihi size tefvîz olundu. Siz böyle çarşıda pazarda bez satacak olursanız mesâlih-i ibâdı kim rü’yet edecek?” – Peki, ama ben iyâlimi nasıl infâk edeyim? – Biz sana mâl-ı müslimînden yevmiye nafaka takdîr ederiz. Bu muhâvereden sonra ashâb-ı kirâmın ittifâkıyla hazret-i halîfeye yevmiye yarım koyun ve yazlık, kışlık iki kat elbise, ve senevî iki bin dirhem gümüş tahsîs kılındı. Ondan sonra gelen Hulefâ-yı Râşidîn’e de aynı tahsîsât i’tâ olundu. Hiçbirisine bu tahsîsâtdan fazla birşey verilmedi. Hattâ Hazret-i Fârûk zamânında memâlik-i İslâmiyye bir sür’at-i [120] hâriku’l-âde ile tevessü’ etdiği ve yüz milyona karîb ahâlînin havza-i İslâm’a dâhil olarak Beytü’l-mâl-i Müslimîn’e milyonlarca nukūd vesâire peyderpey geldiği bir zamânda bile Hazret-i Fârûk tahsîsât-ı sâbıkasına bir habbe ilâve etmedi. Bir aralık ashâb-ı kirâm Hazret-i Fârûk’un tahsîsâtını bir mikdâr artırmak istedilerse de kendisi bunu şiddetle red eyledi. Çünki bu husûsda birinci halîfe ile kendisi arasında adem-i musâvât görüyor. Ve hâlbuki bunu şîme-i insâniyyet ve hamiyyetine muvâfık bulmuyor idi. Kezâ ondan sonra Hazret-i Osmân, Hazret-i Ali radiyallâhu anhumâ da aynı tahsîsâtdan fazla birşey kabûl etmediler. İşte Hulefâ-yı Râşidîn böyle cüz’î bir tahsîsât ile kanâ’at ederek vazîfe-i mevdû’alarına kemâl-i ciddiyyetle ve beyne’l-ümmet müsâvât ve adâlete son derece ri’âyetle îfâ-yı vazîfe buyurduklarından dolayı idi ki yirmi otuz sene zarfında şems-i münîr-i İslâmiyyet bütün Cezîretü’l-Arab’ı envâr-ı adâletle tenvîr eyledikden sonra hudûd-ı Çin’den Bahr-i Muhît-i Atlasî’ye kadar olan ma’mûre-i cihânın kâffesini dahi vâyedâr-ı füyûzât eyledi. 1 (فَاعْتَبِرُوا يَا أُولِي الْأَبْصَارِ) AKĪDE-İ EHL-İ SÜNNET’İN MÜCMELEN BEYÂNI Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerine bu sûretle îmân ve muhabbet ve ta’zîm etdiğimiz gibi şeref-i sohbeti ile müşerref ve  i-emr) ليبلغ الشاهد الغائب) nebevîsine imtisâlen dîn-i mübînin karnen ba’de karnin bize kadar vüsûlüne vesâtet eden zevât-ı kirâma da muhabbet ve ta’zîm ederiz. Efdal-i sahâbe ve enbiyâ-yı izâmdan sonra efdal-i beşer Ebûbekir, Ömer, Osman, Ali radiyallâhu te’âlâ anhum hazerâtı olduğuna i’tikād ederiz. Gerek zevât-ı müşârün-ileyhime ve gerek sâir sahâbe-i kirâmın cümlesine hüsn-i zan ederiz. Cenâb-ı Rabbü’l-âlemîn ile Habîb-i Zîşân’ı onlar hakkında nasıl senâlarda bulundularsa biz de bulunuruz. Hiç biri hakkında ta’n etmek gibi bir küfrân-ı ni’- mete tesaddî etmeyiz. Berî oldukları husûsâtı kendilerine isnâd ile vebâle girmeyiz. * * * 1 Haşr, 59/2.  لِيُبْلغِ الشاهِدُ الغائبَ، فإنَّ الشاهِدَ عَسى أن يبَلِّغَ مَن هُو ) :hadîs ı-Tamâm منهُ له عىْأو] (Buhârî, Sahîh, Kitâbü’l-İlm 9] 114 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1- ADED 8 - SAYFA 121 Dünyâda da, ukbâda da medâr-ı necâbet ve selâmetimiz olan i’tikād-ı pâkimiz işte budur. Her türlü zeyg ü dalâletden berî olan bu i’tikād-ı selîmi kabûl etmeyecek fıtrat-ı selîme bulunmayacağı için her nerede olsak sırât-ı müstakīmde bulunmakdan mütevellid bir hiss-i itmi’nân ve mefharetle onu i’lân etmekden çekinmeyiz. Hakīkat dâima hakīkat olup mine’l-ezel ile’l-ebed kabûl-i te’addüd ü tegayyürden, tebdîl-i şekl ü sûret etmekden münezzeh olduğu için Hazret-i Ebü’l-Beşer’den Hazret-i Seyyidü’l-Beşer’e kadar bi’l-cümle enbiyâ ve mürselîn hep bunu ta’lîm ve i’lâma, bunu telkīn ederek irşâd-ı enâma me’mûr olmuşladır. 1 إِنَّ الدِّينَ عِندَ اللّهِ الإِسْلاَمُ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذِينَ أُوْتُوا الْكِتَابَ إِلاَّ مِن بَعْدِ مَا ) ْمُهَنْيَبً ياْغَبُ مْلِعْالُ مُاءهَج (me’âl-i şerîfi: Nezd-i ilâhîde dîn-i makbûl, İslâm’dır. Ehl-i Kitâb’ın kimi mü’min kalıb kimi kâfir olmak gibi ihtilâfları hep tevhîde âgâh edildikden sonradır ki bu ihtilâfları kâfir olanlarının bagy ü tuğyânından neş’et etmişdir. İnâd ve istikbârdan tecerrüd ederek dîde-i irfânını kaplayan gışâve-i cehl ü gabâveti sıyırmaya, gurûrunu ayaklar altına alarak kadîmden beri tutduğu tarîk-i nâ-hemvârın hakīkate karşı bir cinâyet olduğunu kendi kendine i’tirâf etmeye cür’et eden; kuvve-i fikriyye ve cerbeze-i nutkiyyesine iğtirâren tervîc-i ebâtîle heveskâr ve ni’met-i iz’ândan bî-nasîb bir takım cühelâya riyâset arzusu gibi bir hiss-i hasîs-i nefsânîye mağlûb olmayan, hâsılı taharrî-i hakīkatden başka bir şeye nasb-ı nigâh-ı ihtimâm ve i’tibâr etmeyen erbâb-ı ukūl bundan daha doğru, fıtrat-ı pâkîzelerine bundan daha muvâfık bir din ve i’tikādı düşünüp bulamazlar. فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لاَ تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ  وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ Fıtrat-ı insâniyyeye olan bu muvâfakatından değil midir ki bu dîn-i mübînin envâr-ı füyûz ve berekâtı evvelce görülmedik bir sür’at-i hâriku’l-âde ile kalbden kalbe sirâyet ederek pek az bir zaman içinde cihân-ı medeniyyeti istîlâ eyledi. Bathâ-yı Mekke’den tulû’ eden o şemsü’l-hüdâ-yı irfân on sene zarfında Cezîretü’l-Arab’ın yüz senede eski dünya ma’- mûresinin kâffe-i âfâkını tenvîr etdi. Cihânın kısm-ı ma’lûmunda sît-ı İslâm’ı duymadık kavim kalmadı. Sekene-i âlemin kimi zulümât-ı işrâk içinde pûyân, kimi nusûs-ı şerâyi’-i ilâhiyyeyi tahrîf etmek seyyi’esiyle içine düşdükleri girdâbe-i cehâlet içinde hayrân ve sergerdân iken asırlarca süren emeklerle, taharrîlerle keşfine zaferyâb olamadıkları ma’şûka-i akıl ü vicdânlarını birdenbire bulunca, o nûr-ı cevvâl-i hidâyetin nâsiye-i mücâhidîn-i İslâm’da parladığını görünce akın akın dâire-i fevz ü necâbete girdiler. Asırlardan beri samîm-i vicdânlarına basıp mürûr-ı zamân ile gitdikce ağırlaşan bâr-ı hurâfât ve ebâtîlden silkinip öyle bir dâmgâh-ı iğfâle düşmemek üzere kurtuldular. Yalnız bu kadarla da 1 Âl-i İmrân, 3/19.  Yâ Muhammed pâk ve hâlis olduğun halde dîn-i İslâm’a tevcîh-i veche-i i’tinâ ve ikbâl et! O dîn-i fıtrî ki Cenâb-ı Hak halkı o din ile meftûr eylemişdir. Dîn-i ilâhîye tebdîl ve tağyîr târî olmaz. Doğru din budur. Lâkin nâsın ekseri farkında değildir. [Rûm, 30/30] kalmayıp telâmîz-i vicdân ü irfânı oldukları kavm-i Arab’a hayrü’l-halef olarak hakīkati müdâfa’a ve te’yîde, te’âlîm-i İslâmiyye’yi çâr aktâr-ı cihâna neşr ü ta’mîme muvaffak oldular. Bu dînin yalnız Arab dîni değil, bütün âlem-i insâniyyetin dîni olduğunu isbât ve hâdî-i a’zam olan Resûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin kâffe-i ümeme meb’ûs olmalarına sebeb telkīn buyurdukları dînin insan nâmını taşıyan her ferdin hâline çesbân olduğunu meydân-ı alâniyete çıkardılar. ** ( خلف كل من هذالعلم يحمل (عدوله ينفون عنه تحريف الغالين وانتحال المبطلين وتأويل الجاهلين Ahmed Naim [121] FELSEFE-İ HAKKA Asl-ı neşve-i hakīkiyye, sürûr-ı hakīkī şu masnû’ât-ı ilâhîyi tefekkür ve mütâla’a ile mündemic bulunan garâ’ib ve bedâyi’i tedkīk ve müşâhede ile hâsıl olur. O bedâyi’-i acîbe ki görmekde olduğumuz sâir menâzır-ı müdhişe onların yanında pek sönük kalır. Görülmüyor mu ki: bazı ulemâ esrâr-ı tabî’atı teftîşe o kadar dalıyor ki bazen kendinin mühim bir keşfi bu yolda zâyi’ olup gidiyor. Bu vâzıhan delâlet etmez mi ki: Âlemin ehass-ı âmâli, zübde-i makāsıdı bundan başka birşey olmadığından kendini böyle mühlikeye ilkā ediyor. Bazı ulemâ da tertîb eylediği sefîneler ki aktâr-ı mechûleyi keşfe gidiyor. Ve yakînen biliyor ki: Sıhhat ve mizâcı oraların âb u hevâsıyla imtizâc edemez. Fakat esrâr-ı tabî’atden bir keşfe daha muvaffak olarak insanlara, ebnâ-yı nev’ine bir hizmetde bulunmak emel-i mahsûsu o âfâk-ı mechûlenin meşâkk-ı seferiyyesine, mesâ’ib-i muhtemelesine ona hiç ehemmiyet verdirmiyor. Bir tohumun sîne-i arzda perverşiyâb olarak bir zamân sonra zuhûruyla yavaş yavaş neşv ü nemâ bulup dal budak salıvererek bütün yapraklar, çiçekler, yemişlerle donanmış kocaman bir ağaç olması ve bizim onun yemişinden, kokusundan, sâyesinden istifâde etmemiz, hokkabazların bizi eğlendirmek için evzâ’ ve ef’âl ve istiğrâb etdiğimiz desâyis ve hîlelerinden daha ziyâde bâdî-i istiğrâb bir acîbe-i mühimme değil midir? Niçin biz onun, bu müdhiş san’at-ı nefîsenin cereyân-ı vukū’unu öğrenmeye, istiknâh-ı hakīkatine – velev basît bir sûretle olsun– meyl etmiyoruz?.. Kezâlik insanın tenâvül etdiği bir lokmanın bi’l-istihâle vücûdda kan olması, adale olması, tırnak olması, kıl olması.. Ve belki göz olması.. Fikir olması gibi dekā’ik-i kimyeviyyeyi tahsîl etmek, öğrenmek; bir takım hîlebazların sandukçelerde gösterdikleri kuklaları seyretmekden fikr-i insânîye daha mûnis değil midir?.. Kezâlik bir leyl-i sükûnperverde o mâ’î semâ-yı mükevkebe temdîd-i nazar ile mu’allak görünen o nevvâr, cevvâl yıldızları fennî, felsefî bir mütâla’a ile müşâhede ve tedkīk etmek; güzel kameriyelerde bir celse-i bî-sûd ile münâdeme etmekden acaba daha ziyâde kalbi lebrîz-i safâ etmez mi?.. Hayır!.. Hayır!.. İnsanların i’mâl ve sanâyi’i ne kadar ince, ne kadar san’at-perestâne ne kadar mâhirâne olursa ol- ** Bu ilmin hâmili her batındaki udûl olacakdır ki, bu zevât-ı kirâm onu erbâb-ı gulüvvün tahrîfâtından, dinsizlerin intihâlâtından, câhillerin te’vîlâtından masûn kılarlar. [Beyhâkî, 21376] CİLD 1 – ADED 8 - SAYFA 122 SIRÂTIMÜSTAKĪM 115 sun, masnû’ât-ı ilâhiyyeye nisbetle cehlden başka birşey değildir. Niketim ulemâ-i tabî’atin bu husûsdaki sözleri inşâallâh ileride görülecek. İşte bundan sonra inâyet-i rabbâniyye’den istimdâd ile tasaddî eylediğim şeye başlıyorum: 1. Mütâla’a-i Kâ’inât Ulemâ-i tabî’iyyenin netîce-i bahs ü tedkīkleriyle tebeyyün etdi ki Cenâb-ı Hâlık celle celâluhû insanların menâfi’ ve fevâ’idi için halk ve îcâd buyurduğu âlem-i kevn dört kısma münkasemdir: 1- İnsan, 2- Hayvânât, 3- Nebâtât, 4- Cemâdât. Bunun tasnîfinde ehemmi mühimme takdîm ile insanı başlı başına bir kısm-ı mahsûs olarak ayırdılar, çünkü insandaki hayret-fermâ-yı ukūl olan ibdâ’ ve ihtirâ’-ı rabbânî son nokta-i tekemmülde gözüküyor.. Nitekim Cenâb-ı Rabbü’l-Âlemîn te’âlâ şânuhû buyuruyor: * لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي ) (أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ İmdi bedâyi’-i ekvânı mütâla’a gibi bir emr-i azîme başlamak için evvelâ üzerinde yaşadığımız mekân-ı ma’lûmumuzdan, arzımızdan bed’ ederek tertîb-i ânif vechile sevk-i kelâm edeceğim. 1 .(وَاللَّهُ عَلَى مَا نَقُولُ وَكِيلٌ) Cenâb-ı Fâtır-ı mutlak te’âlâ ve tekaddes vaktâ ki insanı halk buyurdu. İnsan kendini yeryüzünde cisminden başka bir şeye mâlik olmayarak yapyalnız buldu. Etrâfına bakındı gördü ki, önünde eflâke ser çekmiş gölgeleri birçok insanları barındırır, büyük büyük ağaçlarla dolu ormanlar... Yeryüzünde bilinmez birşey arıyor gibi her tarafa akıp giden nehirler, ırmaklar... Ucu bucağı bulunmayan göz alabildiğine uzanan geniş geniş sahrâlar, çöller, ovalar... Bulutları yırtacak gibi gözüken yüce, yüce dağlar... Paralayıcı hayvanlar, yırtıcı kuşlar... Her tarafı donduran soğuk... Ortalığı cayır, cayır yakan sıcak... Zavallı insan bu müdhiş avâmil-i tabî’at karşısında bir melce’, bir penâh bulamayınca başladı kuvve-i fikriyyesini i’mâle... Zâten Cenâb-ı Hakîm-i Ezelî celle şânuhû fikr-i insânîyi insanın bütün havâyicini, levâzımını başarmak: Kût-i ma’îşetini, yiyeceğini içeceğini tedârik etmek, yırtıcı hayvanlardan müdâfa’a etmek, soğuğun sertliğinden, sıcağın yakmasından korunmak için halk ve ibdâ’ buyurmuşdur. İşte bu mevhibe-i mahsûsasını isti’mâl ederek ân be-ân terakkī ve tekemmül ile bugünkü bulunduğumuz hâle vâsıl oldu. İnsan daha terakkī edecek... Öyle terakkī ki: Bugün biz ensâl-i âtiyyenin vâsıl olacağı bu terakkīyi, tekemmülü ne düşünebiliriz, ne tasavvur edebiliriz.. Bu esrâr-ı tabî’atın hadd ü pâyânı olmadığını bilenlerce kat’î ve muhakkakdır. Bakın ulemâdan birisi ne diyor: “Bir zaman gelecek ki bu günkü telefon o zamân insanlarının efkârı yanında çocuk oyuncağı gibi kalacak.” Bir diğeri de diyor ki: “Bir zamân gelecek ki o zamânın insanları ile şimdiki insanlar arasındaki fark, şimdi bizim ile ziyofit** beynindeki fark gibi olacak.” İşte bu fark-ı azîm sarîhan delâlet etmez mi ki: Kudret-i ilâhînin büyüklüğüne, uluvv-i kemâl ve sümuvv-ı celâline * Biz insanı hakīkaten en güzel bir sûretde halk etdik. [Tîn, 95/4] 1 Kasas, 28/28. ** Ziyofit, teşekkülâtının gayet basît olmasından nebâtâta müşâbih bir hayvandır. nihâyet yokdur.. Şimdi bu fark ve tebâyün on dokuzuncu asır ulemâsıyla gelecek devir ulemâsı beyninde olursa düşünmeli ki şu zamanda ilm ü fenne lâkayd, âvâre-ser yaşayanlar ile o akvâm-ı müstakbele beyninde husûle gelecek fark nasıl olur?.. Ey ulu Rabbim!. Ben bu farkı takdîrden âcizim.. Nitekim bu kabîl atâlet-perverânın fikirlerini, [122] bedenlerini, mallarını sarf ve ifnâ etdikleri şeylerin sır ve hikmetini de takdîrden âcizim.. Yalnız senin şu kelâm-ı hakkını فَإِنَّهَا لاَ تَعْمَى اْلأَبْصَارُ وَلَكِن تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي )*** :ederim tekrâr (الصُّدُورِ Şu mukaddimeden sonra sadede gelelim: Üzerinde yaşadığımız arz büyük bir dâire, bir küredir ki mesâhası 510 milyon kilometre terbî’ine müsâvîdir. Bunun iki türlü hareketi vardır: Biri kendi mihveri üzerinde olup bu hareketi ile bütün etrâfını, eczâsını mütemâdiyen güneşe ma’rûz kılar, ve bundan gündüz ve gece hâsıl olur. Bu devrini sâniyede üç mil sür’atle hareket ederek 24 sâ’atde icrâ eder. İkincisi: Şemsin etrâfında olan hareketidir ki bundan da senenin muhtelif mevsimleri husûle gelir. Bu fasılların, mevsimlerin hikmeti de meydândadır: Eğer bu mevsimler husûle gelmese insanların, hayvanların medâr-ı hayâtı olan ekser nebâtât neşv ü nemâ bulmaz, arz harâb olurdu. Küre-i arz bu devri takrîben 365 günde itmâm eder. Ve bu devrini itmâm için sâniyede 29 mil sür’atle hareket eder. Arzın bu devrinde milyonlarca seneler geçdiği halde ne nizâm ve tertîbi bozulmuş, ne de bir hükmü, hâdisesi fenâ bulmuşdur. Arzın kısm-ı küllîsi, çoğu toprak değildir. Dortde üçü acı, tuzlu sudur. Bunun acı tuzlu su olmasında büyük bir hikmet vardır: Eğer böyle tuzlu acı bir su olmaya idi, kokar, te’affün eder ve insanları, hayvanları, nebâtâtı zehirleyen, öldüren mikroplarla dünya dolardı.. Biliyoruz ki: Su harâretin her derecesinde buhara inkılâb ile uçar. Denizlerde de bu kā’ide cârîdir: Denizin buharı az, çok bir irtifâ’ ile havaya su’ûd eder, sonra tekâsüf ederek gökyüzünde gördüğümüz bulutlar hâsıl olur. Kış gelince bulutlar tehallül eder, yağmur yağar. Ve bu yağış öyle olduğu gibi dehşetli kitleler sûretiyle inmez. Eğer böyle ine idi, böyle yağmış ola idi yağdığı yerleri hedm ü helâk ederdi. Fakat böyle olmuyor: Rüzgâr onları eliyor, ufaltıyor da yeryüzüne öyle yağıyor.. İşte bu sular hayâtımız için en mühim havâyicden, levâzımdan olan o tatlı nehirleri, o berrak ırmakları vücûda getiriyor. Burada birşey hâtıra gelir: Madem ki yağmurun menşe’i denizdir, deniz suyu bu kadar acı olduğu halde nasıl oluyor da yağmur suyu tatlı oluyor?.. Bunun sebebi: Su buhara inkılâb etdiği vakit kendinde eriyecek, mahv olacak ne kadar maddeler varsa hepsini terk eder de öyle tebahhur eder. Bunu anlamak kolaydır: Meselâ beş gıram kadar tuzu biraz mâ-i mukattar ile eritmeli, bir yere bırakmalı. Birkaç gün sonra bakın: Suyun tebahhur edip uçduğunu ve yerinde beyaz bir râsibin, tortunun kaldığını görürsünüz. Hatta tartsanız evvelce koyduğunuz mikdârın eksilmediği de meydâna çıkar. –mâba’di var– Halil Ni’metullah *** Gözler kör olmaz, yine görür.. Fakat asıl kalb gözleri, basar-ı basîret kör olur da birşey görmez. [Hacc, 22/46]