10 Eylül 2016 Cumartesi

Bacımın örtüsü batmakta rezilin gözüne acırım tükrüğe billahi tükürsem yüzüne.
Mehmet Akif Ersoy
Güneş yer üstüne düşmekle payimâl olmaz Fuzûlî
PARA İlaçtır ama sağlık alamaz Yiyecekler alır ama iştah alamaz Yataklar alır ama uyku alamaz, Bir ev alır ama bir yuva alamaz .


Dostunu bulmak isteyen Düşman oklarını takip etsin. İmam Şafii Hazretleri


Hak Teala ve Tekaddes Hazretleri buyurur ki:
"Mü 'minler, mü 'minlerin gayrı kafirleri dost ittihaz etmesinler! ve bir kimse mü'min'in gayri kafiri dost ittihaz ederse o kimse Allah'ın dostluğundan bir şey üzre değildir."( Al-i İmran; 28)
Ya'ni Hak Teala'nın velayetinden (dostluğundan) tamamiyle münselihtir. (sıyrılıp çıkmıştır) Çünkü muvalat (dostluk) ile müadat (düşmanlık) bir şeyde cem' olmaz. (Toplanmaz).
Her kim ki Hak Sübhanehü ve Teala Hazretlerinin muhabbeti da'vası üzerindedir. Fakat onun a'dasından teberrî (yüz çevirme) eylememiştir, o kimse da'vasında kazibtir.
"Ey mü'minler!. Eğer babalarınız ve kardeşleriniz küfrü, îman üzerine tercih ve ihtiyar ederlerse, onları dost ittihaz etmeyin. Eğer sizden bir kimse onları dost ittihaz öderse, işte o dost ittihaz eden kimseler zalimlerdir." (Tevbe; 23)
Zira kafirlere mukarenetle nefislerine zulm etmişlerdir. Çünkü yakîn olan kimselere onların küfür ve dalaleti sirayet eder. Ve bilhassa akrabanın akrabaya te'siri daha ziyade olur.
Fahr-i Razı ve Hazinin beyanları vech ile bu Ayet-i celileden maksad, mü'minleri kafirlerden ve münafıklardan hiç bir ferd ile dostluk etmekten nehy'dir. 
Yani, "hiç bir mü"min hiç bir kafiri ciddiyetle dost ittihaz etmesin. Velev ki o kafir mü'minin anası, babası ve biraderleri gibi yakın akrabasından olsa bile demektir.
"Ey mü'minler! Kendi kardeşleriniz olan mü'minlerin dünunda kafirleri dost ittihaz etmeyin! Kafirleri dost ittihaz etmekle Allahu Teala için aleyhinize açık ve zahir beyyine, hüccet kılmak mı murad edersiniz? Ve bu sebeple nefsinizi nar'a müstahak kılmak mı istersiniz?" (Nisa; 144)
"Ey mü'minler! Kendi emsaliniz mü'minlerin gayri kafirleri dost ittihaz etmeyin! Zira kafirler sizden zarar ve fesad verecek şey'i men'etmezler." (Al-i İmran; 118)
"Münafıklar şu kimselerdir ki, onlar kafirleri mü'minlerin dünunda dost ittihaz ederler. Kafirler indinde ululukta izzet ve nusratımı talep ederler? Eğer böyle i'tikad ederlerse i'tikadları fasittir. Zira izzeî-i hakikiyye ve kuvvet-i asliyye ve galebe-i ma'neviyyenin cümlesi Allahü Teala'ya mahsustur." (Nisa; 139)
"Siz zalimlere meyl etmeyin ki, vücudunuza ateş yapışmasın. Halbuki Allah'tan gayri sizin dostunuz yoktur. Binaenaleyh, zalimlere meylettikten sonra hiç kimse tarafından yardım olunmazsınız." (Hüd; 113)
Zulüm, bütün dinlerde haramdır. Zira insanların nazarında, makbul ve alemin intizamına hadim olan adaletin zıddı zulüm olduğu cihetle alemin harabatine; milletlerin inkırazına da zulüm sebep olduğundan zulm etmek şöyle dursun, Cenab-ı Hak azze ve Celle Hazretleri zulm edenlere meyl etmekten dahî nehy buyurmuştur.
"Ey iman edenler' Eğer küfür ve inkar edenlere itaat ederseniz sizi ökçelerinizin üstünde (gerisin geri küfre) çevirirler de (dünyada ve ahirette) büyük zarara uğrayanların haline dönersiniz. Hayır! Sizin Mevlanız, yardımcınız Aliahü Teala'dır. Halbuki Allahü Teala yardım edicilerin hayırlısıdır"(AI-i imran; 149-150)
Binaenaleyh, bütün işlerinizde ve bilhassa muztar olduğunuz zamanlarda Allahü teala'dan yardım talep edin. Zira düşmanların şerrini sizden def edecek O'dur. Ondan gayrı bir mevla yoktur.
İtaat ile murad, onlarla müşaveredir. Vesair hususatta emirlerine itaattir.
Ayetteki hüsran, dünyada;kafirlere itaat ve tezellül ve düşmana arz-ı ihtiyaç etmek gibi şeylerdir. Düşman'a boyun eğmek, enva-ı zilleti cami'dir, Ahirette ise; cehennem'e girmek ve cennetten mahrum olmaktır.
Sure-i Mücadele de şöyle buyurulmuştur:"Ya Ekreme'r-rusül! Sen Cenab-ı Allah'a ve Yevm-i Ahiret'e iman eden mü'minleri Allah'a ve Rasülullah'a muhalefet eden kimselere muhabbet eder bir kavm olarak bulmazsın. Velev ki o muhalefet edenler mü'minlerin babaları veya evlatları ve biraderleri veyahut kavm ü kabileleri olsa da yine muhabbet etmezler. İşte şu Allah'ın düşmanlarına muhabbet etmeyen mü'minlerin kalplerine iman yazıldı. Allahü Teala ehl-i imanı kendi indinden nür'i kalble, nür-i basiretle takviye buyurdu. Allahü teala o mü'minleri, altından nehirler akan Cennetlere İdhal eder. Onlar ebedî Cennette kalıcı oldukları halde onlardan razı ve onlar da Allahü Teala'dan razı olurlar. İşte şu kafirlere muhabbeti terk eden mü'minler Allah'ın sevgili kulları ve cemaatidir. Agah olun ve uyanık bulunun ki ey mü'minler! Allah'ın dostları ve cemaati ancak felah buluculardır ve felah bulmak ancak mü'minlere mahsustur." (Mücadele; 22)




Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor:
Allah bir kuluna hayır murad edince onu dinde fakih kılar. Yani o kuluna dînin hükümlerini öğrenmeye istîdad verir. Ona kuvvetli hafıza, anlayış verir. Onu dünyaya tapmaktan korur. Ayıplarını gözlerinde canlandırır. Yani yaptığı kusurun derhal farkına varıp tevbe eder.” (Beyhakî)
İmam Ahmed bin Hanbel hazretleri der ki:
Zühdün yani, kalbi dünyanın kötü heveslerinden ayırmanın üç derecesi vardır:
1-
Kalbden haram temayülleri söküp atmaktır ki bu, müslümanların avam tabakasının zühdüdür.
2-
Helâlin fazla miktarına temayülü kalbden çıkarmaktır ki, bu havassın zühdüdür.
3-
Kulu Allah’tan alıkoyan her şeyden kalbi temizlemektir ki, bu da âriflerin zühdüdür.
a
Allah bir kuluna hayır dilediği zaman onun zenginliğini kalbinde yaşatır; ona kalb zenginliği verir. Takvâyı yani Allah korkusunu gönlünde yerleştirir. Allah bir kuluna da şer dilediği vakit fakirliğini iki gözünün önüne getirip gösterir.” (Tirmizî)
Kalbi zengin olanlar hayatta dâima müsterih yaşarlar. Kendilerini kötü ihtiraslara kaptırmazlar. Gönlünde Allah korkusu yerleşenlerin kalbi “yakîn” nûrlarıyla dolar. Gaflet ve günahlardan derhal tevbe ederler.
Aç gözlü insanlar malca ne kadar zengin olurlarsa olsunlar kendilerini fakir ve muhtaç sayarlar. Bu hal gözlerinin önünde bir şer, bir belâ olarak dikilip kalır. Bu yüzden onlar dâima ızdırap içinde yaşamağa mahkum olurlar. Kalb zenginliği nasıl büyük bir nîmetse aç gözlülük de öyle kötü ve amansız bir şerdir.
Allâh’ın senin üzerine farz kıldığı şeyleri edâ et ki, insanların en çok ve en iyi ibâdet edenlerinden olasın. Allâh’ın sana haram kıldığı şeylerden uzaklaş ki, insanların en yüksek takvâ sâhiplerinden olasın. Allâh’ın senin için takdir ettiği kısmetine, rızka râzı ve kânî ol ki, insanların en zenginlerinden olasın.” (Beyhakî)
Bu hadîs-i şerîfteki “farz” şârihlere göre bütün sünnet ve müstehaplara da şâmildir. Çünkü farz ıtlak olununca kemâline masruf olur. Onun kemâli ise kuldan istenilen bütün ibâdetlerin en güzel sûrette yerine getirilmesiyle hâsıl olur.
Hadîs-i şerîfte haramdan uzaklaşmak emrediliyor. Demek haramı işlemek şöyle dursun, ona yaklaşmak bile câiz görülmüyor.
a
Helâlinden kazanmak, hayır yollarında sarf etmek sûretiyle takvâya riâyet eden kimsenin zenginliğinde hiç bir beis yoktur. Sıhhatli olmak takvâ sâhipleri için zenginlikten de hayırlıdır. Gönül hoşluğu da nîmet cümlesindendir.” (Ahmed bin Hanbel)
a
Zenginlik yalnız mal, para vesâire çokluğundan ibâret değildir. Ancak asıl zenginlik kalb zenginliğidir. Yani kanaattir.” (Buhârî, Müslim)
Harîs olan adam ne kadar zengin olsa dâima fakirdir.
Tayyibî diyor ki:
Kalb zenginliğinden murad ilim ve amel zenginli­ğidir de denilebilir. Çünkü, rûh ancak bu sûrette hazzını almış olur. Huzur bulur.




İctihâdın mevzû’u, hakkında kat’ì delîl bulunmayan bütün şer’ì hükümlerdir. Müctehid, hakkında kitâb ve sünnette kat’ì delîl bulunmayan bir mes’eleyle karşılaştığında onun hakkında ictihâd eder. Fakat şu ictihâdın yine kitâb ve sünnete dayanması gerekir. Yoksa mücerred kendi aklına göre hüküm veremez. Bu noktadan müctehidin ictihâdı, yine Kur’ân ve hadîse râci’dir. Ya’nî müctehid, mes’eleyi Allah ve Resûlüne, ya’nî Kur’ân ve hadîse arz eder ve ezelî ve ebedî olan Kur’ân-ı Mu’ciz’ul Beyân ve onun tefsîri olan hadîs-i şerîflerin küllî ma’nâ tabakàtından o mes’elenin hükmünü istinbât eder. Binâenaleyh ictihâd her ne kadar müctehide isnâd edilse de hakìkatte Kur’ân ve onun tefsîri olan hadîs-i şerîflerin ma’nâ tabakalarıdır. Fakat ileride îzâh edeceğimiz üzere ictihâdlar izâfî hakìkatler olduğu için müctehidlere izâfe edilerek zikredilir. Yoksa o müctehidin kendi re’yine göre verdiği bir hüküm değildir. Belki Kur’ân ve hadîsin hazînesinden o müctehid eliyle çıkarılmış cevherlerdir. Şu âyet-i kerîme bu ma’nâyı ifâde etmektedir:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَطِيعُواْ اللّهَ وَأَطِيعُواْ الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأَمْرِ مِنكُمْ فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلاً

“Ey mü’minler! Allah’a (ya’nî Kur’ân’a) ve Resûlüne (ya’nî Hadîs’e) ve sizden olan ulu’l-emre (ya’nî bir te’vîle göre müctehid ulemâya) itâat edin. Eğer siz bir şeyin hükmü hakkında nizâ ederseniz, onu Allah’ın kitâbına ve resûlünün sünnetine reddedin. Eğer Allah’a ve yevm-i âhirete îmân ederseniz, Allahu Teâlâ’nın ahkâmına ve resûlünün sünnetine mürâcaat edin. Şu kitâbullaha ve sünnet-i Resûlullaha mürâcaat, sizin için hayırlı ve âkıbet yönünden gàyet güzeldir.”

Bu hakìkate binâen Üstâd Hazretleri de ictihâdı ta’rîf ederken onu Kur’ân’a nisbet ederek ta’rîf etmiş ve şöyle demiştir:

“İctihâdda, ya’nî istinbât-ı ahkâmda, ya’nî Cenâb-ı Hakkın marziyyâtını kelâmından anlamakta, Sahâbelere yetişilmez.”
İşte şu sırra göre ictihâdın mevzû’unu şöyle îzâh etmek mümkündür:
Dîn-i Mübin-i İslâm’ın menbâı olan Kur’ân-ı Azîmuşşân’ın âyetleri iki kısımdır.

Birincisi: Ma’nâsı açık olan ve hiçbir sûrette te’vîli mümkün olmayan âyetlerdir ki bunlara “Muhkemât” denilir. Bunlarda aslâ ictihâd olmaz. Bunları te’vîl etmek, bid’at ve dalâlettir. Bu muhkemât ise; dînin yüzde doksanını teşkîl etmektedir. Bunlar, dînin ana esâsları, esası ve dînin üstünde durduğu ana sütûnlarıdır. Ehl-i sünnet dâiresindeki hiçbir hak müctehid şu muhkemâta ilişmemiş, olduğu gibi kabûl etmişlerdir. Bedîüzzamân Hazretleri bu konuda şöyle buyuruyor:

“Mezâhibin ihtilâfı ise: Sâhib-i şerîatın gösterdiği nazarî düstûrların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir. “Zarûriyyât-ı Dîniyye” denilen ve kàbil-i te’vîl olmayan ve “Muhkemât” denilen düstûrları ise, hiç bir cihette kàbil-i tebdîl değildir ve medâr-ı ictihâd olamaz. Onları tebdîl eden, başını dînden çıkarıyor;

يَمْرُقُونَ مِنَ الدِّينِ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنَ الْقَوْسِ kàidesine dâhil oluyor.”

İkincisi: Muhkem olmayan kısım ki, bunların ma’nâsı muhkemât gibi açık değildir, te’vîle kàbildir. Onların ma’nâsını anlamak için ilimde rüsûh sâhibi olmak lâzımdır. Şu kısım âyetlerde olan müşkilât –hâşâ– âyetlerin lafzındaki bir kapalılıktan ve beyânın kusûrundan gelen bir müşkilât değil, belki ma’nânın ince ve derin veyâ yüksek ve geniş olmasından kaynaklanmaktadır ki, Kur’ân-ı Mu’ciz’ul Beyân o ma’nâları mümkün olan en kolay ve açık sûrette ifâde etmiştir. Ya’nî bu kısım âyetlerdeki müşkilât muhâtabın kusûrundan ve ilminin eksikliğinden gelmektedir. Onların ma’nâsını anlayabilmek için râsih bir ilme sâhib olmak lâzımdır. İşte ictihâd, şu kısım âyetlerde olmaktadır ki bu da dînin yüzde onunu teşkîl etmektedir. Kur’ân’ın tefsîri olan hadîs-i şerîfler de bu iki kısma ayrılmaktadır.

Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri, bu husûsu şöyle ifâde etmiştir:

“Erkân ve ahkâm-ı zarûriye –ki yüzde doksandır– bizzât Kur’ân’ın ve Kur’ân’ın tefsîri mâhiyetinde olan sünnetin malıdır. İctihâdî olan mesâil-i hilâfiye ise, yüzde on nisbetindedir.”

Bu münâsebetle delâleti vâzıh ve bedîhî olan lafızlarla, delâleti vâzıh ve bedîhî olmayan lafızları zikredeceğiz. Şöyle ki:

“Bir kelime ve bir lafız, delâlet ettiği ma’nâ ve bildirdiği mefhûm i’tibâriyle iki kısma ayrılır.

BİRİNCİ KISIM DELÂLETİ VÂZIH VE BEDÎHÎ OLAN LAFIZLARDIR

Lafzın delâlet ettiği ve bidirdiği ma’nâ vâzıh ve bedîhîdir. O lafzın o ma’nâyı bildirmesi husûsunda dışardan başka bir delîl ve karîneye ihtiyâc yoktur. Ya’nî bizzât o lafız, kendisi o ma’nâyı bildiriyor. Buna vâzihu’d-delâlet denir. Bu da zâhir, nass, müfesser ve muhkem olmak üzere dört kısma ayrılır. Bunlar vuzûh-i delâletin kuvvet ve za’fına göre şöyle sıralanabilir: Vuzûha en az delâlet edeni zâhirdir. Daha sonra nass, ondan sonra müfesser gelir, en kuvvetlisi ise muhkemdir. Şimdi bu dört kısmı birer birer îzâh etmeye çalışacağız:

Birincisi: Zâhirdir ki: lugatta açık ma’nâsına gelmektedir. İstılâhda ise; bir ma’nâya açıkça delâlet eden lafızdır. Ya’nî lafız ve kelime, zâhiren o ma’nâyı bildirir ve bu ma’nâyı bildirmekte dışardan bir emr-i hâricîye ihtiyâc yoktur. Bizâtihî o kelime ve o cümle, o ma’nâyı vâzıhan bildiriyor. Lâkin kelâmın siyâkı o ma’nâ için değildir. Meselâ:

َاَحَلَّ اللهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبوا
“Allah alış verişi helâl kıldı ve fâizi de harâm kıldı.” Bu âyet, açıktan açığa bedâheten alışverişi helâl, fâizi ise harâm kılar. Bu ma’nâ اَحَلَّ ve حَرَّمَ kelimelerinden vâzıhan anlaşılır. Bu ma’nânın anlaşılması için de hâricî bir karîneye ihtiyâc yoktur. Zâten bedîhîdir. Fakat âyet-i kerîmenin sevk ve zikri, bu ma’nâ için değildir. Zîrâ âyetin sevk ve zikrinden asıl maksad, alış veriş ile fâiz arasındaki benzerliği nefyetmektir. Ya’nî “Alış veriş de fâiz gibidir” diyenlerin sözünü reddetmek içindir.

Zâhirin Hükmü:

1) Te’vîle kàbildir. Ya’nî zâhirî ma’nâsı değil, başka bir ma’nâ murâd edilebilir. Meselâ âyetin zâhirî ma’nâsı umûmî iken belli ferdlere tahsîs edilebilir. Mutlak iken belli kayıtlarla takyîd edilebilir. Hakìkì ma’nâsı değil, mecâzî ma’nâsı da kasdedilebilir.




İCTİHÂDIN CÂİZ OLUP OLMADIĞI KONULAR

“Her hükm-i şer’ì, ictihâda mahal olamaz. Onun için ba’zı usûl-i fıkıh ulemâsı bu husûsta şöyle derler:

“İctihâdın câiz olduğu mes’ele, hakkında kat’ì delîl bulunmayan ahkâm-ı şer’ıyyedir. Hakkında kat’ì delîl bulunan ahkâm-ı şer’ıyyede ise ictihâd ve ihtilâf olamaz. Namaz ve orucun farziyyeti, zinânın harâmiyyeti gibi. Bunlar, hakkında kat’ì nass bulunan ve câhil ve âlim herkesin bildiği şer’ì mes’elelerdir. Hakkında delâleti veyâ sübûtu kat’ì nass bulunmayıp, delâleti veyâ sübûtu zannî olan nasslarda ise ictihâd yapılabilir.”

İCTİHÂDLARDAKİ İHTİLÂFIN HİKMETİ NEDİR?

Müctehidlerin ictihâdlardaki farklılıkları, –hâşâ– Kur’ân ve Hadîs açıkça anlaşılmadığından, müctehidlerin farklı görüşler ileri sürmelerinden değildir. Bilakis bu ihtilâf, Kur’ân’ın yedi vech-i i’câzından biri olan câmiıyyetinden kaynaklanmaktadır. Evet, Kur’ân-ı Mu’cizu’l-Beyân bütün asırlarda, meşreb ve meslekleri muhtelîf olan beşerin bütün tabakàtına hitâb eden ve her husûsta onlara hidâyet ve yol gösteren bir hutbe-i ezeliyye olduğundan, lafzında, ma’nâsında, ilminde, mebhasinde ve üslûbunda hârikulâde bir câmiıyyet göstermiş ve pek çok ayrı ayrı ma’nâları ihtivâ eden vücûh ve ihtimâlleri ihtivâ etmiştir. İşte müctehidlerin ictihâdları, ahkâm âyetlerinin gösterdikleri ayrı ayrı vücûh ve ihtimâllere dayanmaktadır. Âyetlerdeki bütün o ihtimâller, Kur’ân’ın murâdı ve maksûdu olduğundan elbette bütün o ictihâdlar dahi haktır ve doğrudur. Kur’ân’ın şu vech-i i’câzını, ya’nî câmiıyyetini Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri, Yirmi Beşinci Söz’de isbât etmiş ve o eserde şöyle buyurmuştur:

“Eğer desen: ‘Geçmiş misâllerdeki bütün ma’nâları, nasıl bileceğiz ki Kur’ân onları irâde etmiş ve işâret ediyor?

“Elcevâb: Mâdem Kur’ân bir hutbe-i ezeliyyedir. Hem muhtelîf, tabaka tabaka olarak, asırlar üzerinde ve arkasında oturup dizilmiş bütün benî Âdeme hitap ediyor, ders veriyor. Elbette o muhtelîf ifhâma göre müteaddit ma’nâları derc edip irâde edecektir ve irâdesine emâreleri vaz edecektir.

“Evet, İşârâtü’l-İ’câz’da, şuradaki ma’nâlar misillû kelimât-ı Kur’âniyyenin müteaddit ma’nâlarını ilm-i sarf ve nahvin kàideleriyle ve ilm-i beyân ve fen-ni maânînin düstûrlarıyla, fen-ni belâgatin kànûnlarıyla isbât edilmiştir. Bununla berâber, ulûm-u Arabiyyece sahîh ve usûl-i dîniyyece hak olmak şartıyla ve fenn-i maânîce makbûl ve ilm-i beyânca münâsib ve belâgatçe müstahsen olan bütün vücuh ve maânî, ehl-i ictihâd ve ehl-i tefsîr ve ehl-i usûlü’d-dîn ve ehl-i usûlü’l-fıkhın icmâ’ıyla ve ihtilâflarının şehâdetiyle, Kur’ân’ın ma’nâlarındandırlar. O ma’nâlara, derecelerine göre birer emâre vaz etmiştir: ya lâfziyyedir, ya ma’neviyyedir. O ma’neviyye ise, ya siyâk veyâ sibâk-ı kelâmdan veyâ başka âyetten birer emâre, o ma’nâya işâret eder. Bir kısmı yirmi ve otuz ve kırk ve altmış, hattâ seksen cilt olarak muhakkìkler tarafından yazılan yüz binler tefsîrler, Kur’ân’ın câmiıyyet ve hârikiyyet-i lâfziyyesine kat’î bir bûrhân-ı bâhirdir.”

Üstâd Hazretlerinin burada beyân ettiği gibi şu ayrı ayrı ma’nâların doğru olması için, onların ulûm-i Arabiyyece sahîh ve usûl-i dîniyyece hak olması ve fenn-i maânîce makbûl ve ilm-i beyânca münâsib ve belâgatçe müstahsen olması şarttır. Yoksa kişinin kendi hevâsına ve fikrine göre verdiği ma’nâlar merdûddur ve dalâlettir. Hadîs-i şerîfte “Kim, Kur’ân hakkında kendi re’yiyle konuşursa ateşte oturacağı yeri hazırlasın” buyrulmuştur.

Hem yine Üstâd’ın yukarıda beyân ettiği gibi o ayrı ayrı ihtimâllerin her birine Kur’ân’ın ya lafzen veyâ ma’nen birer emâre ve karîne vaz’etmesi isbât ediyor ki bütün o muhtelîf ma’nâlar Kur’ân’ın murâdıdır. O halde o vücûh ve ihtimâllere istinâd eden bütün ictihâdlar da haktır ki ehl-i ictihâd, ehl-i tefsîr, ehl-i usûlü’d-dîn ve ehl-i usûlü’l-fıkıh bütün bu ma’nâların Kur’ân’ın murâdı olduğunda icmâ’ ve ittifâk etmişler ve bilfiil aralarında vâki’ olan ihtilâfla şu husûstaki ittifâklarını göstermişlerdir.

Hak ictihâdlardaki ihtilâfın sırr-ı hikmeti ve vech-i rahmetini anlamak ve fürûâtta hakkın nasıl taaddüd ettiğini, ya’nî birden fazla hakkın olduğunu fehmetmek için şu esâsa dikkat etmek lâzımdır:

Üstâd Bedîüzzamân’ın pek çok yerde husûsan Yirmi Dokuzuncu Söz’de îzâh ettiği üzere, kâinâtta hakìkatler iki kısımdır. Biri: Hakìkì hakìkatler. Diğeri: Nisbî ve izâfî hakìkatlerdir. Şu kànûn, Fâtır-ı zülcelal’in fıtrî bir kànûnudur. Âlemde hiçbir şey, diğer eşyâdan ayrı ve müstakil değildir. Her şeyin pek çok eşyâ ile bir nev’ì münâsebeti vardır ki şu ayrı ayrı münâsebetlerden nisbî ve i’tibârî hakìkatler tevellüd etmektedir. O halde her bir şeye mahzâ güzel veyâ mahzâ çirkin demek yanlıştır. Çünkü güzellik tenâsübden çıkar. Üstâd’ın Muhâkemât’ta dediği gibi bir zirâ’ kadar bir burun altından olsa, yalnız ona dikkat edilse, güzel gören bulunur! Fakat bir insânın yüzüne takılsa ve yüzüyle münâsebetine bakılsa izâfî olarak çirkin görülecektir.

İşte fıtratın şu kàidesine uygun olarak şerîat-ı İslâmiyye de iki kısım üzerine nâzil olmuştur:

Birisi: Muhkemât-ı şerîattır ki; bunlar hakìkì hakìkatlerdir. Hiçbir zamân ve zemînde değişmezler ve kàbil-i ictihâd değildirler.

Diğeri: Muhkem olmayan nazariyyâttaki ahkâmdır ki; bunlar nisbî ve izâfî hakìkatlerdir. Kişilerin maddî ve ma’nevî durumları, hayât tarzları gibi pek çok şartlarla mukayyed olan i’tibârî hakìkatlerdir. İşte müctehidlerin ayrı ayrı ictihâdları, şu şartlarla mukayyed olan nisbî ve izâfî hakìkatlere bakmaktadır.

Velhâsıl: Muhkemât-ı şerîat mutlak hakìkatlerdir. İctihâdlar ise mukayyed ve meşrût hakìkatlerdir. Ta’bîr-i diğerle muhkemât-ı şerîat küllî kànûn ve kàidelerdir. İctihâdlar ise şu küllî kàidelerin cüz’ì ve müşahhas hadîseler üzerine tatbîkidir ki bu noktadan ictihâdlarda izâfiyyet ve nisbîlik vardır. O halde muhkemât-ı şerîatın dâiresi içinde olmak ve ulûm-i Arabiyyece sahîh ve usûl-i dîniyyece hak olmak ve fenn-i maânîce makbûl ve ilm-i beyânca münâsib ve belâgatçe müstahsen olmak şartıyla bütün o ayrı ayrı ictihâdların hepsi de haktır ve güzeldir. Nefsü’l-emirde birinin diğerine üstünlüğü yoktur. Yalnız o ictihâdın şartları mîzâcına uyan kimse, başkalarını hatâya isnâd etmeden nisbî olarak kendi mezhebini diğerlerinden daha güzel bulabilir ve öyle görmesi de şarttır. Çünkü o ictihâd, o şartlar altında en güzelidir. İşte daha güzel olmak ve daha hak olmak, izâfî ve şartlarla mukayyed bir hakìkat olduğundan burada ihtilâf elbette olacaktır ve hepsi de haktır. İşte Üstâd’ın “Hakta ittifâk, ehakta ihtilâftır” sözünün ma’nâsı budur.

Mâdem ictihâdlar, nisbî ve izâfî hakìkatlerdir. O halde ehl-i sünnet dâiresi içinde bir mezheb sâhibi kendi mezhebine “Haktır ve daha güzeldir” diyebilir. Fakat “Hak yalnız benim mesleğimdir ve güzel olan yalnız benim mezhebimdir” diyemez.

Şu anlattığımız hakìkatleri, İmâm-ı Şa’rânî “Mîzân-ul Kübrâ” isimli eserinde, İmâm-ı Gazâlî de “Mustasfâ” isimli eserinde gàyet geniş bir sûrette îzâh ve isbât etmiştir. Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri de Risâle-i Nûr’da muhtelîf yerlerde bu konuyu beyân etmiştir. Ezcümle mevzû’muzu teşkîl eden ve baş tarafta zikrettiğimiz Lemaat’ta şöyle buyurmuştur.

“İslâmiyyet, selm ve müsâlemettir; dâhilde nizâ ve husûmet istemez”




KİMLER İCTİHÂD YAPABİLİR?

Usûl ulemâsı müctehidde şu sıfatların bulunmasını şart koşmuşlardır:

1. Müslüman olması.
2. Sahîhu’l-fehim olması. Ya’nî gàyet doğru ve selâmetli bir anlayış sâhibi olması.
3. Ahkâmın menbâ’ ve masdarları olan Kitâb, Sünnet, İcmâ’ ve Kıyâsı çok iyi bilmesi.
4. Nâsih ve mensûhu iyi bilmesi.
5. Arab lugatını, sarfı, nahvi ve belâgati çok iyi bilmesi.
6. Usûl-i fıkıhda âlim olması.

Burada kitâbı bilmekten murâd, ahkâm âyetlerini bilmektir. Yoksa âyetlerin hıfzı değil, belki kolaylıkla onlara ulaşabilecek bir sûrette o âyetlerin yerlerini ve âyetlerin ma’nâlarını iyi bilmektir.

Sünneti bilmekten murâd, ahkâm husûsunda vârid olan hadîsleri bilmektir. Yoksa murâd, o hadîslerin hıfzı değildir. Ancak, ihtiyâc olduğunda mürâcaat etmesi için ahkâm hadîslerinin her bir bâbın mevkı’ini kolaylıkla bulup çıkarabilecek bir derecede, ahkâm hadîslerinin ekserîsini câmi’ bir esase ve ilme sâhib olması ve bilmesi kâfîdir. Hem o hadîslerin makbûlünü merdûdundan ayırt edip tanıyabilmesi lâzımdır. Ya’nî muhaddislerin kabûl ettikleri hadîslerle, reddettikleri hadîsleri bilip ayırt etmesi lâzımdır. Hem nâsih ve mensûhunu bilmesi de şarttır ki mensûh olan bir hadîsle fetvâ vermesin.

Hem Arab lugatını da çok iyi bilmesi lâzımdır ki Kur’ân’ı ve sünneti doğru bir şekilde anlaması mümkün olsun. Çünkü Kur’ân ve Sünnet, Arab lisanıyla vârid olmuş ve Arabların kelâm üslûbları üzerine cârî olmuşlardır.

Hem müctehidin usûl-i fıkhı da iyi bilmesi lâzımdır ki, ahkâmı istinbât ederken ve delîller teâruz ettiği vakitte, ya’nî delîller birbirine zâhiren ters düştüğü vakitte tercîh yaparken usûl-i fıkhın sahîh kàidelerinden dışarı çıkmasın.

Şu şartlar, bütün fıkhî mes’elelerde ictihâd edebilecek olan bir mutlak müctehidde bulunması gereken şartlardır.

İctihâdın şartlarına hâiz olmayan bir kimse, nazariyyâtta mutlaka ehl-i sünnet içindeki bir mezhebe ittibâ’ etmek ve müctehidleri taklîd etmek mecbûriyyetindedir.

Binâenaleyh ictihâdın şartlarına hâiz olmayan bir kişinin dînî mes’elelerde kendi aklı ve hevâsıyla konuşup “Bu mes’elede ben böyle düşünüyorum.” veyâ “Bence doğru olan budur.” demesi, ya’nî kendi re’yince bir meslek îcâd etmesi câiz değildir. O halde ileride anlatılacağı üzere, şu anda ictihâda ehliyetli kimse bulunmadığından ve ictihâdın yapılmasına mâni’ler bulunduğundan her bir mü’min, meslek ve efkârını, Kur’ân ve hadîsin muhkemâtına ve ehl-i sünnet mezheblerinin hükümlerine uydurmak mecbûriyyetindedir.




ŞU ZAMÂNDA İCTİHÂD KAPISI AÇIK MIDIR?

İctihâd kapısı, Allah ve Resûlünün açtığı bir kapı olduğundan hiçbir kimsenin o kapıyı kapamaya hakkı ve kudreti yoktur. İctihâd, şerîat-ı İslâmiyyenin canlı ve hayâttar olmasının ve ebediyyetinin bir gereğidir. Fakat o kapının açık olması, oradan girmenin mümkün olması anlamına gelmez. Çünkü ictihâd yapılabilmesi için, hem ictihâd yapacak kişide, hem de ictihâdın yapılacağı zamân ve zemînde bulunması gereken şartlar vardır. Bu şartlar şu anda mevcûd olmadığından o kapıdan girmeye mâni’ler mevcûttur. Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri bu mevzû’u Yirmi Yedinci Söz’de gàyet güzel bir şekilde îzâh etmiştir. Oraya havâle edip, burada bir hulâsâsını zikrederek deriz ki;

Bu zamânda hiçbir kimsenin bir mevhibe-i İlâhiyye olmazsa ictihâd yapabilecek derecede ilmen ve ma’nen terakkì etmesi mümkün değildir. Çünkü bulunduğumuz asır bir cehâlet asrıdır ve ictihâd derecesinde bir ilme sâhib kişiler bu asırda yoktur. Farazâ öyle bir ilim sâhibi olsa dahi, bid’atların istîlâ edip şeâir-i İslâmiyye’nin kaldırıldığı şu zamânda fikirler Kur’ân’ın rûhundan uzaklaştığı, siyâset ve dünyâ muhabbetiyle zihinler dünyâya müteveccih olduğundan, böyle bir zamânda ictihâd kapısından girilse bu, doğrudan doğruya âhirete bakan ve dünyâyı âhirete bir vesîle yapan ve dünyâya dolayısıyla ve tebeî olarak nazar eden şerîatın ahkâmını bozup, onu dünyâ hayâtının tahsîline bir vâsıta yapmaya ve şerîatın mükellefiyyetlerinden kaçmaya ve ahkâm-ı dîniyyede lâubâliyâne harekâta bir vâsıta olur. Halbuki ictihâd, zühd ve takvâ ile ve Cenâb-ı Hakk’ın bizden istediğinin ve marziyyâtının ne olduğunu anlamak niyyetiyle yapılabilecek bir şeydir. Farz-ı muhâl bu takvâ’da ve ihlâsta olan ve ictihâd derecesinde bir ilme sâhib ve şerîatın rûhuna nüfûz edebilen birisi bulunsa da bid’aların istîlâ ettiği ve zarûriyyât-ı dîniyyenin terk edildiği ve şer’ì devletin olmadığı böyle bir asırda, yeni ictihâdlarla nazariyyât-ı şer’ıyye ile meşgùl olmak, Dîn-i İslâm’ın muhâfazasına değil, tahrîbine bir kapı açmak demektir.

Elhâsıl, Üstâd Bedîüzzamân’ın Yirmi Yedinci Söz’de anlattığı mes’elenin hulâsâsı şudur ki: İctihâd şer’ì bir devlette, şeâir-i İslâmiyyenin ve zarûriyyât-ı dîniyyenin kemâliyle tatbîk edildiği bir zamânda işleyen bir müessesedir. Devlet-i şer’ıyyesi bulunmayan Müslümanların bütün himmetlerini zarûriyyât-ı dîniyyenin ve şeâir-i İslâmiyyenin ikàme ve ihyâsına sarf etmesi, nazariyyâtta ise mevcûd ehl-i sünnet mezheblerinin ictihâdlarına kanâat edip onların muhâfazasına sarf etmesi lâzımdır. İnşâallah ileride şer’ì devlet kurulduğunda ictihâd müessesesi o zamân işletilebilir. Zâten bir devletin tam ma’nâsıyla şer’ì olabilmesi için baştaki halîfenin ve her şehirdeki vâlî, kadı ve müftîlerin müctehid olması lâzımdır.

İşte bu gibi sebeblerden dolayı Üstâd Hazretleri Yirmi Yedinci Söz’de “İctihâd kapısı açıktır. Fakat şu zamânda oraya girmeye altı mâni’ vardır” demiştir. Ba’zı âlimlerin “İctihâd kapısı kapalıdır” demeleri ya o kapıdan girmeye mâni’ler vardır veyâ o kapıdan girebilecek ehliyetli kimseler yoktur ma’nâsındadır.
Özürsüz üç Cumayı kılmayanın kalbi mühürlenir iyilik yapamaz olur.
Hz Muhammed sav
Kim vakti geçinceye kadar bir namazı terkederse Cehennemde 80 sene azap edilecektir. Mektubat-ı Rabbani