2 Haziran 2016 Perşembe

Semseddin Tebrizi Sems

ŞEMS-İ TEBRÎZÎ


Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Mevlânâ Muhammed bin Ali olup, Tebrîzlidir. “Şemseddîn=dinin güneşi” lakabıyla meşhûrdur. 645 (m. 1247) senesinde Konya’da şehîd edildi.

Şems-i Tebrîzî şöyle anlatır: “Henüz ilk mektepde idim. Daha bülûğ çağına girmemiştim. Peygamber efendimizin sevgisi bende öyle yer etmişti ki, kırk gün geçtiği hâlde, O’nun muhabbetinden aklıma yemek ve içmek gelmezdi. Ba’zan yemeği hatırlattıklarında, onları elimle yahut başımla reddederdim. Göklerde olan melekleri ve yerde gayb âlemini, kabirdekilerin hâllerini müşâhede ederdim. Hocam Ebû Bekr, hâllerimi haber vermekten beni men ederdi.”

Şems-i Tebrîzî, Ebû Bekr-i Kirmânî’den ve Baba Kemâl-i Cündî’den feyz aldı. Onunla beraber, Baba Kemâl’in yanında, Şeyh Fahreddîn-i Irakî de ders almakta idi. Şeyh Fahreddîn, her keşf ve hâlini, şiirler hâlinde Baba Kemâl’e bildirdi. Birgün Baba Kemâl, Şemseddîn’e; “Sana esrârdan ve hakîkatlerden birşey hâsıl olmuyor mu? Neden hiç söylemiyorsun?” dedi. Cevâbında; “Ondan daha çok oluyor. Fakat, ben onun gibi şiir söyliyemiyorum” dedi. Baba Kemâl buyurdu ki: “Allahü teâlâ, sana öyle bir arkadaş ihsân eder ki, o senin adına her ma’rifet ve hakîkatleri söyler” buyurdu. Şems-i Tebrîzî hocasını çok sever, derslerine çok çalışırdı. Bu bağlılık ve çalışmasının sonunda, kısa zamanda zâhirî ve batınî ilimlerde yüksek derecelerin sahibi oldu.

Şems-i Tebrîzî, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) güzel ahlâkını örnek alıp, bütün işlerini, âdetlerini, ahlâkını O’na uydurmaya gayret ederdi. Şayet bir kimseden rahatsız olsa; “Yâ Rabbî! Bu kimsenin malını ve çocuklarını çok eyle” derdi. Çünkü, Peygamber efendimiz de böyle duâ ederdi. Resûlullah efendimizin bedduâ etmek âdetleri değildi.

Şems-i Tebrîzî buyurdu ki: “Eğer bir kimse bana âhıretim ile ilgili bir defa iyilik edip, dünyâ ile ilgili binlerce kötülük etse, ben onun bir defa yaptığı iyiliğe nazar ederim. Çünkü iyi ahlâk bunu icâbettirir.”

Şems-i Tebrîzî hazretleri her nerede bir cenâzeyi görse; “Ah! Bu cenâzenin yerinde ben olsaydım. Onun yerine beni defn etselerdi” derdi. Bunu işitenler, “Niçin böyle söylüyorsun?” dediklerinde, onlara; “Aşık olanlar maşuklarına bir an önce kavuşmak isterler. Maksatlarına en kısa zamanda ulaşmaları makbûl değil midir?” diye cevap verirdi.

Kendisine bir şey ikram etseler veya birşey istediğinde getirseler, onlara mutlâka karşılığında birşey verirdi. Ayrıca bu iyiliği yapanlara teveccüh ve duâ ederdi. Onun duâsına kavuşanların kalb gözleri açılır, keşif sahibi olurlardı.

Şems-i Tebrîzî hazretleri dünyâya hiç kıymet vermez, haram ve şüphelilerden son derece sakınır, mübahların fazlasını dahi terk ederdi. Bir yerde durmaz, talebelerin bulundukları yerlere giderek onları yetiştirirdi. Bu şekilde bıkmadan, yorulmadan pekçok yerlere gitti: Bunun için kendisine “Uçan güneş” de derler idi. Şems-i Tebrîzî, seyahat ettiği yerlerde, uğradığı memleketlerde iyi bir dost bulunması için duâ ederdi. Israrla yaptığı bu duâların neticesi olarak rü’yâsında; “Konya’da bulunan Celâleddîn-i Rûmî’ye gidip onun yetişmesinde yardımcı olması” bildirildi. Şems-i Tebrîzî, Allahü teâlâya şükür ederek; “Böyle dosta canım feda olsun” dedi.

Şems-i Tebrîzî hazretleri Şam’dan Konya’ya gelirken, yol üzerinde bulunan bir hana uğrayarak burada yatmak istedi. Fakat uğradığı bütün hanların dolu olduğunu, hiç kalacak yerlerinin olmadığını öğrenince, câmide sabahlamak istedi. Câmiye gidip yatsı namazını cemâatle kıldı. Cemâat dağıldığında, o hâlâ duâya devam ediyordu. Duâsını bitirdiğinde, câmide kimse kalmamıştı. Cübbesini çıkarıp başının altına koyarak uzandı. Günlerce süren yolculuğun verdiği yorgunlukla hemen kendinden geçti. Bir müddet sonra câminin kapılarını kilitlemek üzere gelen görevli, câmide birinin yattığını görünce, yanına yaklaşarak dedi ki: “Burada yatılmaz kalk!” Şems-i Tebrîzî hazretleri doğrularak dedi ki: “Benim kimseye bir zararım dokunmaz. Garîbim, uzak yoldan geliyorum. Hanlarda da yatacak yer yokmuş, başka kalacak bir yerim de yok. Bırak da burada sabahlıyayım.” Câmiyi kilitlemek için gelen dedi ki: “Beni uğraştırma, sana kalk dışarı çık dedim, yoksa yaka paça seni dışarı atmasını bilirim.”

Şems-i Tebrîzî hazretleri, bu son sözler üzerine bir tuhaf oldu. Hemen ayağa kalktı. Cübbesini toplayarak sessizce kapıdan dışarı çıktı. Câmiden çıkmasını istiyen onun arkasından bakarken, aniden boğuluyormuş gibi oldu. Bunun üzerine; “İmdat boğuluyorum” diye bağırmaya başladı. Bunun sesini işiten İmâm koşarak geldi. Ona; “Ne oldu, niye bağırıyorsun?” diye sordu. Kayyûm durumu anlatınca, hemen câmiden çıkıp koşarak, Şems-i Tebrîzî hazretlerine yetişti. Kendisine dedi ki: “Efendim, o câhildir, bir terbiyesizlik etmiş. Ne olur onu affedin!” Şems-i Tebrîzî hazretleri İmâm efendiye baktı. Üzüntülü bir şekilde buyurdu ki: “Onun işi benden çıktı. Benim yapabileceğim birşey yoktur. Ancak imânla ölmesi için duâ edebilirim.”

Şems-i Tebrîzî, Konya’ya gelip Şekerciler ismindeki hana indi. Günlerini orada geçirirken, birgün kapıda oturmuş Allahü teâlânın mahlûkâtı hakkında tefekkür ediyordu. O sırada Mevlânâ hazretleri talebeleriyle oradan geçerken, kapı önünde tefekkür hâlindeki, kıyâfetinden yabancı olduğu anlaşılan Şems hazretlerine baktı, ona selâm verdi. Ve yoluna devam etti. Kendi kendine de; “Bu, yabancı bir kimseye benziyor. Buralarda böyle birisini hiç görmedim. Ne kadar da nurlu bir yüzü var” diye düşünürken aniden atının yularını bir elin tuttuğunu gördü. Atı durduran Mevlânâ hazretleri, elin sahibinin o yabancı olduğunu görünce; “Buyurunuz! Bir arzunuz mu var?” dedi. O kimse; “İsminizi öğrenmek istiyorum.” deyince, o da; “Mevlânâ Celâleddîn Muhammed” diye cevap verdi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî; “Bir suâlim var. Acaba Muhammed aleyhisselâm mı, yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi büyüktür?” diye sordu. Böyle bir soruyu ilk defa duyan Mevlânâ hazretleri; “Elbette ki Muhammed aleyhisselâm efendimiz büyüktür. Bütün mahlûkât ve Bâyezîd O’nun hürmetine yaratıldı” dedi. Bu cevâbı bekleyen Şems-i Tebrîzî; “Peki, Muhammed aleyhisselâm; “Biz seni lâyıkıyla bilemedik yâ Rabbî!” dediği hâlde, Bâyezîd-i Bistâmî, niçin “Sübhânî, benim şânım ne yücedir” diye söyledi. Bunun hikmetini söyler misiniz?” diyerek tekrar sordu. Mevlânâ hazretleri, buna da şöyle cevap verdi: “Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) mübârek kalbi öyle bir derya idi ki, ona ne kadar ma’rifet, aşk-i ilâhî tecellî etse, ne kadar muhabbet, Allahü teâlânın sevgisi dolsa onu içine alır, onu kuşatırdı. Hattâ daha çoğunu isteyip; “Yâ Rabbî! Verdiğin bu ni’metleri daha da arttır” buyurdu. Fakat, Bâyezîd-i Bistâmî’nin kalbi o kadar geniş olmadığı için, ilâhî feyzlere tahammül edemiyerek ufak bir tecellî ile dolup taşardı. Az bir feyzle taşınca da böyle şeyler söylerdi.” Bu izahata hayran kalan Şems-i Tebrîzî, “Allah” diyerek yere yığıldı. Bayılmıştı. Mevlânâ hazretleri, hemen atından inerek Şems-i Tebrîzî’yi kucakladı, ayağa kaldırdı. Bu nûr yüzlü zâta çok ısınmışta, kalbinde o kadar muhabbet hâsıl olmuştu ki, aydınca büyük bir hürmet ve edeb ile evine götürdü. Bu zâtın, geleceğini ilk hocası Seyyid Burhâneddîn hazretlerinin söylediği Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince; “Ey muhterem efendim! Gerçi evimiz size lâyık değil ise de, zât-ı âlinize sâdık bir köle olmaya çalışacağım. Kölenin nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev sizin, çocuklarım da evlâtlarınızdır” diyerek hizmetine koşmaya başladı. Gece-gündüz hiç yanından ayrılmayıp, onun sohbetlerini büyük bir zevk içinde dinlemeye başladı. Ondan hiç ayrılmıyor, talebelerine ders vermeye, insanlara câmide va’zü nasîhata gitmiyordu. Yanlarına dahi, hizmetlerini görmek üzere büyük oğlu Sultan Veled girebilirdi. Hergün Şems-i Tebrîzî ile sohbet ederler, Allahü teâlânın yarattıkları üzerinde tefekkür ederler, namaz kılarlar, cenâb-ı Hakkı zikrederek muhabbetlerini tazelerlerdi. Birgün Mevlânâ havuz kenarında idi. Yanında kitaplar vardı. Şemseddîn gelip, kitapları sordu ve onları suya attı. Kitapların suya atılması üzerine, Mevlânâ; “Ah! babamın bulunmaz yazıları gitti” diyerek çok üzüldü. Şemseddîn, elini uzatap herbirini aldı. Hiçbiri ıslanmamış görüldü. Mevlânâ, “Bu nasıl işdir?” dedi. “Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın” buyurdu. Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî’nin bu kerâmetini görünce, ona olan bağlılığı daha da artıp; sarsılmaz bir kale gibi oldu. Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled, onların hâllerini şöyle anlatır: “Ansızın Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip babam ile görüştü. Babamın gölgesi, O’nun nûrunda yok oldu. Onlar birbirlerine öyle muhabbet gösterdiler ki, etrâflarında kendilerinden başkasını görmüyorlardı. Şems-i Tebrîzî, babama ma’rifetten, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit ince bilgilerden ve ona muhabbetten bahsediyordu. Babam da bunları büyük bir haz ile dinliyordu. Eskiden herkes babama uyardı, şimdi ise, babam, Şems’e uyar oldu. Şems babamı muhabbete da’vet ettikçe, babam, Allahü teâlânın muhabbetinden yanıp kavrulurdu. Babam artık onsuz yapamıyor, yanından bir ân ayrılmıyordu. Bu şekilde aylarca sohbet ettiler. Böylece babam pek büyük ma’nevî derecelere yükseldi.”

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmi’ye felsefecilerden bir grup geldi. Suâl sormak istediklerini bildirdiler. Mevlânâ bunları Şems-i Tebrîzî’ye havale etti. Bunun üzerine onun yanına gittiler.

Şems-i Tebrîzî mescidde, talebelere bir kerpiçle teyemmüm nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç suâl sormak istediklerini belirttiler, Şems-i Tebrîzî “Sorun” buyurdu. İçlerinden birini reîs seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı. Sormaya başladı: “Allah var dersiniz. Ama görünmez, göster de inanalım.” Şems-i Tebrîzî buyurdu ki:

“Öbür sorunu da sor!” “Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azâb edilecek dersiniz, hiç ateş ateşe azâb eder mi?” Şems-i Tebrîzî: “Peki öbürünü de sor!” “Ahırette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezasını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın!” Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen felsefeci, derhâl zamanın kadısına gidip, Tebrîzî’yi şikâyet etti ve; “Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu” dedi. Şems-i Tebrîzî; “Ben de sâdece cevap verdim” buyurdu. Kâdı bu işin açıklamasını istedi. Şems-i Tebrîzî de şöyle anlattı: “Efendim, bana Allahü teâlâyı göster de inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci, başının ağrısını göstersin de görelim.” O kimse şaşırarak; “Ağrıyor ama gösteremem” dedi: Şems-i Tebrîzî; “İşte Allahü teâlâ da vardır, fakat görünmez. Yine bana, şeytana ateşle nasıl azâb edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Halbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Yine bana; “Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz” dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyâda küçük bir mes’ele için hak aranırsa, o sonsuz olan âhıret hayâtında niçin hak aranmasın?” buyurdu. Felsefeci, bu güzel cevaplar karşısında mahcûb olup, söz söyleyemez hâle düştü.

Şems-i Tebrîzî ile Mevlânâ, mehtaplı bir gecede medresenin damında oturmuş sohbet ediyorlardı. Bir ara Şems, etrâfına bir göz gezdirerek; “Hiçbir pencereden ışık görünmüyor, herkes ölü gibi yatıyor. Keşke uyanık olsalar da, âhıret için birazcık çalışıp, kıyâmet gününde güç durumda kalmasalar. Yoksa bu halleriyle ölüden farkları yok” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ hemen ellerini kaldırıp; “Yâ Rabbî! Şems-i Tebrîzî hazretlerinin hürmetine bu uykuda ölü gibi yatan kullarını uyandır” diye duâ etti. Duânın akabinde, gökyüzünde bir anda bulutlar toplanmaya, şimşekler çakmaya ve gök gürlemeye başladı. Bu şiddetli gürültülerden uyuyan herkes uyandı. Yakın evlerden “Allah! Allah!” sesleri gelmeye başladı. Bir müddet bu sesleri dinlediler ve Şems; “İnsanların, Rabbimizin hıfz-u emânında (korumasında) olabilmeleri için, âlim, kâmil bir rehbere ihtiyâçları vardır. Ancak böyle bir rehbere kavuşanlar, yer ve gök âfetlerinden, maddî ve ma’nevî bütün zararlardan korunabilirler. Görüldü ki, şu insanların uykudan uyanıp “Allah! Allah!” demeleri, gök gürlemesinden dolayıdır. Onun gibi, bu insanların hakikî uykudan uyanmaları, cenâb-ı Hakkın sevdiği bir âlimi veya evliyâsı sebebiyle olmaktadır” buyurdu.

Mevlânâ birgün talebelerine, Şems-i Tebrîzî hazretlerinin üstünlüklerinden, ba’zı kerâmetlerinden ve onun üstün vasıflarından bahsetti. Bunları işiten Sultan Veled anlattı ki; “Babam Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî’yi o kadar çok medhetti ki, hemen Şems’in huzûruna koştum. Geldiğimi görünce; “Ey Behâeddîn! Baban Mevlânâ’nın hakkımda söyledikleri doğrudur. Fakat, Mevlânâ’nın yanında bin tane Şems, onun yanında zerreler gibi kalır. Bunun için onu bırakıp da benim hizmetime gelmek münâsip olmaz” buyurdu.

Şems-i Tebrîzî hazretleri birgün kalb gözüyle gayb âlemini seyrederken, kırkbin talebesi olan evliyânın büyüklerinden birini gördü. Ellerini açmış, büyük bir gönül kırıklığı içerisinde cenâb-ı Hakka; “Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!” diye duâ ediyordu, öyle bir yalvarışı vardı ki, bütün rûhlar, onunla birlik olmuşlar, “Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!” diyorlardı. Şems-i Tebrîzî de o anda cenâb-ı Hakka münâcaat edip, yalvardı. Bu sırada yalvarışlarına cevap olarak; “İste ey Şems! Bütün dileklerin yerine getirilecek” diyen bir ses işitti. Bu cevap üzerine Şems-i Tebrîzî, “Yâ Rabbî! Sana bütün rûhlarla birlikte “Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!” diye yalvaran bu evliyâ kuluna ihsân eyle” dedi. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin bu şefaatiyle, o evliyâ kul, derhal isteğine kavuştu.

Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî hazretlerin zâhirî ve batınî çalışmaları devam ederken, onların bu sohbetlerini hazmedemiyen ve Mevlânâ’nın kendi aralarına katılmamasına üzülen ba’zı kimseler, Şems-i Tebrîzî hakkında uygun olmayan sözler söylemeye başladılar. Bu söylentiler, Mevlânâ’nın kulağına kadar geldi. Diyorlardı ki: “Bu kimse Konya’ya geleli, Mevlânâ bizi terk etti. Gece gündüz hep birbirleriyle sohbet ediyorlar da, bizlere hiç iltifât göstermiyorlar. Yanlarına kimseyi de koymuyorlar. Mevlânâ, Sultân-ül-ulemâ’nın oğlu olsun da, Tebrîz’den gelen, ne olduğu belli olmayan bu kimseye gönül bağlasın. Onun için bize sırt çevirsin. Hiç Horasan toprağı ile (Mevlânâ hazretlerinin memleketi) Tebrîz toprağı bir olur mu? Elbette Horasan toprağı daha kıymetlidir.” Bu söylentilere Mevlânâ; “Hiç toprağa i’tibâr olunur mu? Bir İstanbullu, bir Mekkeliye galip gelirse, Mekkelinin İstanbulluya tâbi olması hiç ayıp sayılır mı?” diyerek cevap verdi. Fakat söylentiler durmadı. Şems-i Tebrîzî hazretleri artık Konya’da kalamıyacağını anladı. O çok kıymetli dostunu, o mübârek ahbabını bırakarak Şam’a gitti.

Şems-i Tebrîzî’nin gitmesi Mevlânâ’yı çok üzdü. Günler geçtikçe ayrılık acısına sabredemiyor, kendisinde tahammül edecek bir hâl bırakmıyordu. Şems’in ayrılık hasreti ve muhabbeti ile yanıyordu. “Şems! Şems!” diyerek ciğeri yakan kasideler söylüyor, göz yaşlarıyla dolu yazdığı mektûpları Şam’a, Şems-i Tebrîzî hazretlerine gönderiyordu. Eğer bir kimse; “Şems’i gördüm” diye yalan söylese, ona müjdelik olarak üzerindeki elbisesini verirdi. Bir defasında birisi; “Şems-i Tebrîzî’yi Şam’da gördüm. Sıhhati yerindeydi” dedi. Mevlânâ, ona elinde bulunan ne varsa hepisini verdi. Orada bulunan diğer bir kimse; “O, Şems-i Tebrîzî’yi görmedi. Yalan söylüyor” deyince, Mevlânâ da; “Ona verdiğim bu elbiseler, sevdiğimin yalan haberinin müjdesidir. Onun hakiki haberini getirene canımı veririm” diye cavap verdi. Böylece aylar geçti. Mevlâna artık dayanamayacağını anlayınca, oğlu Sultan Veled’i Şam’a göndermeye karar verdi. Oğlunu çağırıp; “Sür’atle Şam’a varıp, filanca hana gidersin. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin o handa bir genç ile sohbet ettiğini görürsün. O genci küçümseme sakın. O, Allahü teâlânın sevdiği evliyânın kutuplarından biridir. Selâmımı ve duâ isteğimi kendilerine bildir, İçinde bulunduğum şu vaziyetimi, hasretimi dile getir. Buraya acele teşrîflerini tarafımdan istirhâm et” dedi. Sultan Veled, hemen hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktı. Şam’da, babasının ta’rîf ettiği handa, Şems-i Tebrîzî’yi bir gençle konuşuyor buldu. Durumu dilinin döndüğü kadar anlattı. Konya’da bu hadîseye sebeb olanların tövbe ettiğini ve Mevlânâ’dan çok özürler dilediklerini de sözüne ekledi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, Konya’ya tekrar gitmeye karar verdi. Hemen yola çıktılar. Sultan Veled, Şems hazretlerini ata bindirdi, kendisi de arkasında yaya olarak yürüyordu. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled’in ata binmesi için ne kadar ısrar ettiyse, o; “Sultânın yanında hizmetçinin ata binmesi bizce yakışık almaz.” diyerek ata binmedi Sultan Veled, Konya’ya yaklaştıklarında Mevlânâ’ya haberci gönderip, Konya’ya girmek üzere olduklarını bildirdi. Mevlânâ hazretleri müjdeyi getirene o kadar çok hediye verdi ki o kimse zengin oldu. Konya’da tellâllar bağırtılarak, Şems’in Konya’ya teşrîf etmek üzere olduğu bildirildi. Konya’da başta padişah olmak üzere, ileri gelen vezirler hâkimler, zenginler ve bütün halk yollara döküldü. Büyük bir bayram havası içinde mübârek velî Şemseddîn Tebrîzî hazretlerini karşılamaya çıktılar. Öğleye doğru Şems-i Tebrîzî ile Sultan Veled göründüler. Sultan Veled, atın yularından tutmuş, Şems de atın üzerinde, başı önünde ağır ağır ilerliyorlardı. Bu muhteşem manzarayı seyredenler, büyük bir heyecana kapıldılar. Mevlânâ koşarak ilerledi, atın dizginlerine yapıştı. Göz göze geldiler. Şems’in attan inmesine yardım eden Mevlânâ, üstadının ellerinden sevinç gözyaşları arasında doya doya öptü. Bu arada yanık sesli hâfızler Kur’ân-ı kerîm okumaya başladılar. Herkes büyük bir haz içinde Kur’ân-ı kerîmi dinledikten sonra, sıra ile Şemseddîn-i Tebrîzî hazretlerinin ellerini öptüler. Sonra Mevlânâ’nın medresesine geldiler. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled’in kendisine gösterdiği hürmeti ve yaptığı hizmetleri Mevlânâ’ya anlattı. Bundan çok memnun olduğunu bildirerek; “Benim bir serim (başım), bir de sırrım vardır. Başımı sana feda ettim. Sırrımı da oğlum Sultan Veled’e verdim. Eğer Sultan Veled’in, bin yıl ömrü olsa da hepsini ibâdetle, geçirse, ona verdiğim sırra, ya’nî evliyâlıkta yükselmesine sebeb olduğum derecelere kavuşamaz” dedi.

Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî, eskisi gibi yine bir odaya çekilip sohbete başladılar. Hiç dışarı çıkmadan, yanlarına oğlundan başka kimseyi sokmadan, ma’nevî bir alemde ilerlemeye başladılar. Halk, Şems, gelince Mevlânâ’nın sâkinleşeceğini, aralarına katılıp, kendilerine nasihat edeceğini, sohbetlerinden istifâde edeceklerini ümîd ederlerken, tam tersine, eskisinden daha fazla Şems’e bağlandığını ve muhabbetinin ziyâdeleştiğini gördüler.

Sirâceddîn anlatır: “Kış mevsiminin ortası idi. Bir kimse bahçesine gül dikmişti. Bunu Şems-i Tebrîzî’nin bulunduğu bir mecliste; “Efendim! Ben bu günlerde bahçeye gül ağacı diktim. Acaba tutup gül verir mi? Yoksa emeğim boşa mı gider?” diye sordu. Bu kimsenin tereddütlü hâlini gören Şems-i Tebrîzî; “Cenâb-ı Hak isterse, böyle sebepsiz de yaratır” derken, hırkasının altından bir demet gül çıkardı. Orada bulunan bizler bu kerâmeti görünce, hayretimizden şaşırıp kaldık.”

Sultânın bir oğlu vardı. Çok yiğit ve yakışıklı idi. Fakat birşeyi hemen ezberleyemez çok kısa zamanda da unuturdu. Hocaları, onun unutkanlığından usanmışlardı. Babası birgün Şems-i Tebrîzî’nin huzûruna gelip, oğlunun durumunu anlattı ve himmetini istirhâm edip, Kur’ân-ı kerîm öğretmesini istedi. Şems-i Tebrîzî de kabûl buyurup; “İnşâallah hergün Kur’ân-ı kerîmin bir cüz’ünü (yirmi sahife) ezberler” dedi. Orada olan herkes bu söze şaşırdılar. Ertesi günden i’tibâren, çocuk derse gelmeye başladı ve hergün yirmi sahifeyi ezberledi. Bir ayda Kur’ân-ı kerîmin tamâmını ezberlemiş oldu.

Şems-i Tebrîzî hazretleri, Mevlânâ’yı evliyâlık makamlarının en yüksek derecelerine çıkarmak için elinden gelen bütün tedbirlere başvuruyor, her türlü riyâzet ve mücâhedeyi yaptırıyordu. Günler bu şekilde devam ederken, halk, Mevlânâ’nın hiç görünmemesinden dolayı Şems’e kızmaya başladılar. Birgün bu söylenenleri Şems-i Tebrîzî işitince, Sultan Veled’e dedi ki: “Ey Veled! Hakkımda yine sû-i zan etmeye başladılar. Beni Mevlânâ’dan ayırmak için, söz birliği etmişler. Bu seferki ayrılığımın acısı çok derin olacak!”

645 (m. 1247) senesi Aralık ayının beşine rastlayan Perşembe gecesiydi. Mevlânâ ile Şems hazretleri yine odalarında sohbet ediyorlar, Allahü teâlânın muhabbetinden ve çeşitli evliyâlık makamlarından anlatıyorlardı. Birara kapı çalındı ve Şems hazretlerini dışarı çağırdılar. Şems-i Tebrîzî, Mevlânâ’ya; “Beni katletmek için çağırıyorlar” dedi ve dışarı çıktı. Dışarda bir grup kimse, bir anda üzerine hücum ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin “Allah!” diyen sesi duyuldu. Mevlânâ hemen dışarı çıktı. Fakat hiç kimse yoktu. Yerde kan lekeleri vardı. Derhal oğlu Sultan Veled’i uyandırıp, durumun tetkikini istedi. Yapılan bütün araştırmalarda Şems-i Tebrîzî hazretlerinin mübârek cesedini bulamadılar. Bu cinâyeti işleyenler yedi kişi idi. İçlerinde, Mevlânâ’nın oğlu Alâeddîn de vardı. Yedisi de kısa bir süre sonra çeşitli belâlara yakalanarak öldüler. Bir gece Sultan Veled, rü’yâsında Şems-i Tebrîzî’nin cesedinin bir kuyuya atıldığını gördü. Uyanınca, yanına en yakın dostlarından birkaçını alarak, gördüğü kuyuya gittiler. Cesed hiç bozulmamıştı. Mevlânâ’nın medresesine defn ettiler.

Şems-i Tebrîzî’nin kıymetli sözlerinden ba’zıları:

Şems-i Tebrîzî hazretlerine bir kimse sordu; “Efendim! Ma’rifeti bana anlatır mısınız?” O da; “Bir gönül ki, Allahü teâlânın muhabbetiyle yanıp, onunla hayat buluyorsa, bu ma’rifettir.” Soruyu soran; “Peki ben ne yaparsam bu ma’rifeti elde edebilirim?” diye tekrar sordu. “Bedeni terk ederek. Çünkü Allahü teâlâ ile kul arasındaki perde, kişinin bedenidir. Allahü teâlâya vâsıl olamaya mâni olacak şey dört tanedir: 1. Şehvet, 2. Çok yemek, 3. Mal ve makam, 4. Ucb ve gurûr, İşte bu dört şey, kulun cenâb-ı Hakka ulaşmasına mânidir.”

Bir defasında da şöyle buyurdu: “Velîler, Allahü teâlâyı zikretmekten yorulmazlar ve O’nun muhabbetine doymazlar. Onların yanında dünyânın hiçbir kıymeti yoktur. Onlar, her ân Allahü teâlâyı zikr ederler, şükr ederler, ibâdete devam ederler. Bir kalbden bütün arzu ve istekler çıkarsa, orada Allahü teâlânın sevgisinden başka bir sevgi kalmaz.”

“İlim olmayan bir beden,
suyu olmayan şehre benzer.”

Şems-i Tebrîzî hazretlerine, “İnsanların en üstünü, kıymetlisi kimdir?” diye sordular. Cevâbında; “Şu dört kimsenin kıymeti, Allahü teâlâ katında yüksektir: 1. Şükreden zengin, 2. Kanaatli ve sabreden fakir, 3. İşlediği günahlara pişman olup, Allahü teâlânın azâbından korkan kimse, 4. Takvâ, vera’, zühd sahibi; ya’nî haramlardan sakınıp, şüpheli korkusuyla mübahların çoğunu terkederek dünyâya zerre kadar meyletmiyen âlimdir” buyurdu. “Bu kıymetli insanların içinde en üstün olanı hangisidir?” diye sordular. Buyurdu ki: “İlim ve hilm sahibi âlimlerdir.”

Cömertliği sordular, buyurdu ki: “Dört türlü sehâvet (cömertlik) vardır 1. Mal cömertliği; zâhidlere mahsûstur. Onlar malı verirler, ma’rifeti, Allahü teâlâyı tanımayı alırlar. 2. Beden cömertliği; müctehid olan âlimlere mahsûstur. Onlar da Allahü teâlânın yolunda vücutlarını harcarlar ve hidâyeti alırlar. 3. Can cömertliği; şehidlere mahsûstur. Onlar da canlarını vererek Cenneti alırlar. 4. Kalb cömertliği; âriflere mahsûstur. Onlar da gönül vererek muhabbeti alırlar.”

Birgün dostlarına şöyle nasîhatta bulundu: “Âhıreti terk edip, dünyâya tâlib olup muhabbet edenlere, mal kazanıp zengin olmaktan başka çâre yoktur. Âhırete tâlib olan kimselere de, ölmeden önce ibâdet yaparak, dîn-i İslama hizmet ederek gayretle çalışmaktan başka çâre yoktur. Allahü teâlânın talibi olan kimselere, O’na kavuşmak arzusu içinde olanlara, mihnet, meşakkat, dert ve belâlara katlanmaktan başka çâre yoktur, İlmi taleb edenlere, ya’nî âlim olmak isteyenlere, herkesin gözünde hakîr olmak ve yalnız, kimsesiz, garip kalmaktan başka çâre yoktur. Çünkü, kim ilim öğrenmek arzusunda olursa, onun üzüntüsü çok olur. Onu rencide ederler. Her türlü derde, belâya sabretmesi lâzımdır ki, huzûra kavuşabilsin. Her kim kendini üstün görürse, onun sonu zillete düşmek olur. Hesapsız, sonunu düşünmeden malını sarfedenler, fakir olurlar. Her kim fakirliğe sabreder, kanaatkar olursa, sonunda zenginliğe ulaşır. Her kimsenin, kendisinde bulunan iki şeyin birisini öldürüp, birisini diri tutmaya çalışması lâzımdır. Öldürmesi icâb şey nefsidir. Çünkü nefsi öldürmedikçe, rahata ermek düşünülemez. Diri tutması lâzım gelen şey de, gönüldür. Çünkü gönlü ölü olanların mes’ûd ve bahtiyar olması düşünülemez.”

“Dünyâ, insanı hevâ ve hevesine kaptırır, nefsin arzularına uydurur. Neticede Cehenneme götürür.”

Âhıreti kazanmak için çalışmak lâzımdır ki, bu, insanı Cennete götürüp, Allahü teâlânın cemâlini görmekle şereflenmeye sebeb olur.”
Şems-i Tebrizi Evliyalar
Konya'ya gelen büyük velîlerden. İsmi Muhammed bin Ali'dir. Tebriz'de doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Şems-i Tebrîzî lakabıyla meşhûr oldu. 1247 (H.645) târihinde Konya'da şehîd edildi. Mevlânâ'nın medresesinde defnedildi.

Şemseddîn-i Tebrîzî hazretleri, Tebriz'de ilim öğrendi ve edeb üzere yetişti. Daha küçük yaştayken mânevî hallere, üstün derecelere kavuştu. Kendisi şöyle anlatır:

"Henüz ilk mektepteydim. Daha bülûğ çağına girmemiştim. Peygamber efendimizin sevgisi bende öyle yer etmişti ki, kırk gün geçtiği halde, O'nun muhabbetinden aklıma yemek ve içmek gelmedi. Bâzan yemeği hatırlattıklarında, onları elimle yâhut başımla reddederdim. Göklerdeki melekleri ve yerde gayb âlemini, kabirdekilerin hallerini müşâhede edebilirdim. Hocam Ebû Bekr, hallerimi başkalarına haber vermekten beni men ederdi. Bir gün babam bu hallerimden ürktü ve beni karşısına alıp;

- Yavrucuğum! Ben senin acâyip işlerinden bir şey anlamıyorum. Bunun sonu nereye varacak? Korkarım ki sana bir zarar erişir? dedi.

Ben de ona;

-Babacığım! Bir tavuğun altına konan bir ördek yumurtasından çıkan ördek yavrusunun dereye dalıp yüzdüğü gibi ben de mânevî deryâya dalmış bir haldeyim, diye cevap verdim.

Şems-i Tebrîzî hazretleri, Ebû Bekr-i Kirmânî'den ve Bâbâ Kemâl-i Cündî'den feyz aldı. Onunla berâber, Bâbâ Kemâl'in yanında, Şeyh Fahreddîn-i Irâkî de ders aldı. Şeyh Fahreddîn, her keşf ve hâlini, şiirler hâlinde Bâbâ Kemâl'e arz eder bildirirdi. Birgün Bâbâ Kemâl, Şemseddîn-i Tebrîzî'ye;

-Sana esrârdan ve hakîkatlerden bir şey hâsıl olmuyor mu? Neden hiç söylemiyorsun? dedi.

Cevâbında;

-Ondan daha çok oluyor. Fakat, ben onun gibi şiir söyleyemiyorum, dedi.

Bunun üzerine Bâbâ Kemâl;

-Allahü teâlâ, sana öyle bir arkadaş ihsân eder ki, o senin adına her mârifet ve hakîkatleri söyler, buyurdu.

Şems-i Tebrîzî hocalarını çok sever, derslerine çok çalışırdı. Bu bağlılık ve çalışmalarının sonunda, mânevî ilimlerde yüksek derecelere ulaştı.

Şems-i Tebrîzî hazretleri dünyâya hiç kıymet vermez, haram ve şüphelilerden son derece sakınır, mübâhların fazlasını terk ederdi. Bir yerde durmaz, talebelerin bulundukları yerlere giderek onları yetiştirirdi. Bu şekilde bıkmadan, yorulmadan pekçok yerler dolaştı. Bunun için kendisine "Uçan güneş" dediler. Şems-i Tebrîzî hazretleri seyâhat ettiği yerlerde, uğradığı memleketlerde iyi bir dost bulunması için duâ ederdi.

ARADIĞIN VELİ

Kendisi anlatır:

"Bir zaman Rabbime, beni kendi velîleri arasına koyup onlara arkadaş et diye yalvarırdım. Bunun üzerine bir gece rüyâmda bana;

-Seni bir velîye arkadaş edeceğiz, dediler.

Ben de;

- Peki o velî zât nerede bulunur? dedim.

Bana;

-Aradığın velî Rum diyârındadır, dediler.

Sonra onu bir zaman aradım. Bana rüyâmda;

- Daha bulacağın zaman gelmedi, dediler.

Bir zaman geçtikten sonra bana;

- Ey Şems-i Tebrîzî! Senin en şerefli dostun ve arkadaşın Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleridir, diye ilhâm edildi.

Bundan sonra Rum diyârına gitmek ve o sevgili zât ile görüşmek ve yolunda başımı fedâ etmek üzere yollara düştüm."

Şems-i Tebrîzî hazretleri bu ilhâm üzerine tam bir doğruluk ve büyük bir aşkla Tebriz'den Anadolu'ya hareket etti. ÖnceŞam'a oradan Konya'ya geldiği de rivâyet edilmiştir. Bu yolculuğu esnâsında başından birçok hâdiseler geçti.

Şems-i Tebrîzî hazretleri uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra 1244 senesi Ekim ayında Konya'ya geldi.Büyük kapıdan şehre girerek bir han sordu. Gösterilen Şekerrîzân Hanına yerleşti.

Şemseddîn-i Tebrîzî önceleri çok riyâzet eder, nefsini ıslâh ile uğraşırdı. On veya on beş günde bir kerre iftar ederdi. Gıdâsı yarım bayat çörek parçasıydı. Onu da paça suyuna doğrar, tirid yapardı. Bir gün çorba pişiren onun bu hâlini öğrenip çorbaya biraz fazlaca yağ karıştırmıştı. Şemseddîn hazretleri bunu görünce o dükkan sâhibiyle bir daha alış-veriş yapmadı.

VELİ OLSAM OLMASAM SİZE NE

Şems-i Tebrîzî hazretleri Konya'ya geldiğinde halk onun hakkında;

- Acabâ bu zât Allahü teâlânın bir velîsi midir? dediler ve onun sohbetlerini dinlemeyi arzu ettiler.

Şems-i Tebrîzî hazretleri kimseyle görüşmek istemedi. Konuşmalar çoğalınca, mecbur kalıp;

- Benim bir huyum vardır. Nedir derseniz! Ben bir yahûdî ve hıristiyan gördüğümde onlara Hak teâlânın hak yola kavuşturması için duâ ederim. Bir kimse ki bana sövse, rencide etse ben yine ona duâ edip; "Yâ Rabbî! O kimsenin dilini sövmekten kurtar, iyiye çevirip sövmek yerine tesbihle, tehlille meşgûl olsun demekten başka işim yoktur. Ben velî olsam olmasam size ne?" buyurdu ve bir zaman insanlarla görüşmekten uzak durdu.

HANGİSİ BÜYÜK

Şems-i Tebrîzî hazretleri günlerini orada geçirirken, bir gün kapıda oturmuş Allahü teâlânın mahlûkâtı hakkında tefekkür ediyordu. O sırada Mevlânâ hazretleri talebeleriyle oradan geçerken, kapı önünde tefekkür hâlindeki, Şems hazretlerine baktı, ona selâm verdi. Ve yoluna devâm etti. Kendi kendine de; "Bu, yabancı bir kimseye benziyor. Buralarda böyle birisini hiç görmedim. Ne kadar da nûrlu bir yüzü var." diye düşünürken âniden atının yularını bir elin tuttuğunu gördü. Atı durduran Mevlânâ hazretleri, elin sâhibinin o yabancı olduğunu görünce;

- Buyurunuz! Bir arzunuz mu var? dedi.

O da;

-İsminizi öğrenmek istiyorum, deyince,

Mevlanâ;

- Celâleddîn Muhammed,  diye cevap verdi.

Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî;

- Bir suâlim var. Acabâ Muhammed aleyhisselâm mı, yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi büyüktür? diye sordu.

Böyle bir soruyu ilk defâ duyan Mevlânâ hazretleri;

- Elbette ki Muhammed aleyhisselâm büyüktür. Bütün mahlûkât ve Bâyezîd O'nun hürmetine yaratıldı, dedi.

Bu cevâbı bekleyen Şems-i Tebrîzî;

- Peki, Muhammed aleyhisselâm; "Biz seni lâyıkıyla bilemedik yâ Rabbî!" dediği hâlde, Bâyezîd-i Bistâmî, niçin "Sübhânî, benim şânım ne yücedir" diye söyledi. Bunun hikmetini söyler misiniz?diyerek tekrar sordu.

Mevlânâ hazretleri, buna da şöyle cevap verdi:

- Peygamber efendimizin mübârek kalbi öyle bir deryâ idi ki, ona ne kadar mârifet, aşk-ı ilâhî tecellî etse, ne kadar muhabbet, Allahü teâlânın sevgisi dolsa onu içine alır, kuşatırdı. Hattâ daha çoğunu isteyip;"Yâ Rabbî! Verdiğin bu nîmetleri daha da arttır." buyurdu. Fakat, Bâyezîd-i Bistâmî'nin kalbi o kadar geniş olmadığı için, ilâhî feyzlere tahammül edemeyerek ufak bir tecelli ile dolup taşardı. Az bir feyzle taşınca da böyle şeyler söylerdi.

Bu îzâhata hayran kalan Şems-i Tebrîzî, "Allah" diyerek yere yığıldı. Bayılmıştı.

Mevlânâ hazretleri, hemen atından inerek Şems-i Tebrîzî'yi kucakladı, ayağa kaldırdı. Bu nûr yüzlü zâta çok ısınmıştı, kalbinde o kadar muhabbet hâsıl olmuştu ki, ayılınca büyük bir hürmet ve edeb ile evine götürdü. Bu zâtın, geleceğini ilk hocası Seyyid Burhâneddîn hazretlerinin söylediği Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince;

- Ey muhterem efendim! Gerçi evimiz size lâyık değil ise de, zât-ı âlinize sâdık bir köle olmaya çalışacağım. Kölenin nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev sizin, çocuklarım da evlâtlarınızdır, diyerek hizmetine koşmaya başladı.

Gece-gündüz hiç yanından ayrılmayıp, onun sohbetlerini büyük bir zevk içinde dinlemeye başladı. Ondan hiç ayrılmıyor, talebelerine ders vermeye, insanlara câmide vâz ü nasîhata gitmiyordu. Yanlarına dahî, hizmetlerini görmek üzere büyük oğlu Sultan Veled girebilirdi. Her gün Şems-i Tebrîzî ile sohbet ederler, Allahü teâlânın yarattıkları üzerinde tefekküre dalarlar, namaz kılarlar, Cenâb-ı Hakk'ı zikrederek muhabbetlerini tâzelerlerdi.

SUYA ATILAN KİTAPLAR

Bir gün Mevlânâ havuz kenarındaydı. Yanında kitaplar vardı. Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip, kitapları sordu ve hepsini suya attı. Kitapların suya atılması üzerine, Mevlânâ;

-Âh babamın bulunmaz yazıları gitti, diyerek çok üzüldü.

Şems-i Tebrîzî hazretleri elini uzatıp kitapların her birini aldı. Hiçbiri ıslanmamıştı.

Mevlânâ :

- Bu nasıl işdir? dedi.

- Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın, buyurdu.

Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî'nin bu kerâmetini görünce, ona olan bağlılığı daha da artıp, sarsılmaz bir kale gibi oldu.

Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled, onların hâllerini şöyle anlatır: "Ansızın Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip babam ile görüştü. Babamın gölgesi, onun nûrunda yok oldu. Onlar birbirlerine öyle muhabbet gösterdiler ki, etraflarında kendilerinden başkasını görmüyorlardı. Şems-i Tebrîzî, babama mârifetten, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit ince bilgilerden ve O'na muhabbetten bahsediyordu. Babam da bunları büyük bir haz ile dinliyordu.

Eskiden herkes babama uyardı, şimdi ise, babam, Şems'e uyar oldu. Şems babamı muhabbete dâvet ettikçe, babam, Allahü teâlânın muhabbetinden yanıp kavrulurdu. Babam artık onsuz yapamıyor, yanından bir ân ayrılmıyordu. Bu şekilde aylarca sohbet ettiler. Böylece babam pek büyük mânevî derecelere yükseldi."

Şems-i Tebrîzî, Peygamber efendimizin güzel ahlâkını örnek alıp, bütün işlerini, âdetlerini, ahlâkını O'na uydurmaya gayret ederdi. Şâyet bir kimseden rahatsız olsa;

"Yâ Rabbî! Bu kimsenin malını ve çocuklarını çok eyle" derdi. Çünkü, Peygamber efendimiz de böyle duâ ederdi. Resûlullah efendimizin bedduâ etmek âdetleri değildi.

Şems-i Tebrîzî hazretleri;

"Eğer bir kimse bana âhiretim ile ilgili bir defâ iyilik edip, dünyâ ile ilgili binlerce kötülük etse, ben onun bir defâ yaptığı iyiliğe nazar ederim. Çünkü iyi ahlâk bunu icâbettirir." buyururdu.

AŞIK MAŞUKA KAVUŞMAK İSTER

Şems-i Tebrîzî hazretleri her nerede bir cenâze görse;

- Âh! Bu cenâzenin yerinde ben olsaydım. Onun yerine beni defnetselerdi, derdi.

Bunu işitenler;

- Niçin böyle söylüyorsun? dediklerinde,

Onlara;

- Âşık olanlar mâşuklarına bir an önce kavuşmak isterler. Maksatlarına en kısa zamanda ulaşmaları makbûl değil midir? diye cevap verirdi.

Kendisine bir şey ikrâm etseler veya bir şey istediğinde getirseler, onlara mutlaka karşılığında bir şey verirdi. Ayrıca bu iyiliği yapanlara teveccüh ve duâ ederdi. Onun duâsına kavuşanların kalb gözleri açılır, keşif, kerâmet sâhibi olurlardı.

Şems-i Tebrîzî hazretleri güzel halleri ve kerâmetleri ile meşhûr oldu.

BİR DEMET GÜL

Sirâceddîn anlatır:

Kış mevsiminin ortasıydı. Bir kimse bahçesine gül dikmişti. Bunu Şems-i Tebrîzî'nin bulunduğu bir mecliste;

- Efendim! Ben bu günlerde bahçeye gül ağacı diktim. Acaba tutup gül verir mi? Yoksa emeğim boşa mı gider?diye sordu.

Bu kimsenin tereddütlü hâlini gören Şems-i Tebrîzî;

- Cenâb-ı Hak isterse, böyle sebepsiz de yaratır, derken, hırkasının altından bir demet gül çıkardı.

Orada bulunan bizler bu kerâmeti görünce, hayretimizden şaşırıp kaldık."

HER GÜN BİR CÜZ

Sultânın bir oğlu vardı. Çok yiğit ve yakışıklı idi. Fakat bir şeyi hemen ezberleyemez çok kısa zamanda da unuturdu. Hocaları, onun unutkanlığından usanmışlardı. Babası bir gün Şems-i Tebrîzî'nin huzûruna gelip, oğlunun durumunu anlattı ve himmetini istirhâm edip, Kur'ân-ı kerîm öğretmesini istedi. Şems-i Tebrîzî de kabûl buyurup;

- İnşâallah her gün Kur'ân-ı kerîmin bir cüzünü (yirmi sahife) ezberler." dedi. Orada bulunanlar, bu söze şaşırdılar.

Ertesi günden îtibâren, çocuk derse gelmeye başladı ve her gün yirmi sahife ezberledi. Bir ayda Kur'ân-ı kerîmin tamâmını ezberlemiş oldu.

KEŞKE UYANIK OLSALAR

Şems-i Tebrîzî hazretleri ile Mevlânâ, mehtaplı bir gecede medresenin damında oturmuş sohbet ediyorlardı. Bir ara Şems, etrâfına bir göz gezdirerek;

- Hiçbir pencereden ışık görünmüyor, herkes ölü gibi yatıyor. Keşke uyanık olsalar da, âhiret için birazcık çalışıp, kıyâmet gününde güç durumda kalmasalar. Yoksa bu hâlleriyle ölüden farkları yok, dedi.

Bunun üzerine Mevlânâ hemen ellerini kaldırıp;

- Yâ Rabbî! Şems-i Tebrîzî hazretlerinin hürmetine bu uykuda ölü gibi yatan kullarını uyandır!diye duâ etti.

Duânın akabinde, gökyüzünde bir anda bulutlar toplanmaya, şimşekler çakmaya ve gök gürlemeye başladı. Bu şiddetli gürültülerden uyuyan herkes uyandı. Yakın evlerden "Allah!Allah!" sesleri gelmeye başladı.

Bir müddet bu sesleri dinlediler ve Şems;

- İnsanların, Rabbimizin hıfz-u emânında (korumasında) olabilmeleri için, âlim, kâmil bir rehbere ihtiyaçları vardır. Ancak böyle bir rehbere kavuşanlar, yer ve gök âfetlerinden, maddî ve mânevî bütün zararlardan korunabilirler. Görüldü ki, şu insanların uykudan uyanıp "Allah! Allah!" demeleri, gök gürlemesinden dolayıdır. Onun gibi, bu insanların hakîkî uykudan uyanmaları, Cenâb-ı Hakk'ın sevdiği bir âlimi veya velîsi sebebiyle olmaktadır." buyurdu.

BİN TANE ŞEMS

Mevlânâ bir gün talebelerine, Şems-i Tebrîzî hazretlerinin üstünlüklerinden, bâzı kerâmetlerinden ve onun üstün vasıflarından bahsetti. Bunları işiten Sultan Veled şöyle anlatır;

Babam Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî'yi o kadar çok medhetti ki, hemen Şems'in huzûruna koştum.

Geldiğimi görünce;

- Ey Behâeddîn! Baban Mevlânâ'nın hakkımda söyledikleri doğrudur. Fakat, Mevlânâ'nın yanında bin tâne Şems, onun yanında zerreler gibi kalır. Bunun için onu bırakıp da benim hizmetime gelmek münâsib olmaz, buyurdu.

ŞEFAAT

Şems-i Tebrîzî hazretleri bir gün kalb gözüyle gayb âlemini seyrederken, kırk bin talebesi olan evliyânın büyüklerinden birini gördü. Ellerini açmış, büyük bir gönül kırıklığı içerisinde Cenâb-ı Hakk'a;

- Yâ Rabbî! Yâ Rabbî! diye duâ ediyordu.

Öyle bir yalvarışı vardı ki, bütün rûhlar, onunla birlik olmuşlar,

- Yâ Rabbî! Yâ Rabbî! diyorlardı.

Şems-i Tebrîzî de o anda Cenâb-ı Hakk'a münâcaat edip, yalvardı. Bu sırada yalvarışlarına cevap olarak;

-İste ey Şems! Bütün dileklerin yerine getirilecek,  diyen bir ses işitti.

Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî; "Yâ Rabbî! Sana bütün rûhlarla birlikte

- Yâ Rabbî! Yâ Rabbî! diye yalvaran bu velî kuluna ihsân eyle,  dedi.

Şems-i Tebrîzî hazretlerinin bu şefâatiyle, o velî, derhal isteğine kavuştu.


Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî hazretlerinin zâhiri ve bâtınî çalışmaları devam ederken, onların bu sohbetlerini hazmedemeyen ve Mevlânâ'nın kendi aralarına katılmamasına üzülen bâzı kimseler, Şems-i Tebrîzî hakkında uygun olmayan sözler söylemeye başladılar. Bu söylentiler, Mevlânâ'nın kulağına kadar geldi. Diyorlardı ki:

- Bu kimse Konya'ya geleli, Mevlânâ bizi terk etti. Gece gündüz hep birbirleriyle sohbet ediyorlar da, bizlere hiç iltifât göstermiyorlar. Yanlarına kimseyi de koymuyorlar. Mevlânâ, Sultân-ül-ulemâ'nın oğlu olsun da, Tebrîz'den gelen ve ne olduğu belli olmayan bu kimseye gönül bağlasın. Onun için bize sırt çevirsin. Hiç Horasan toprağı ile (Mevlânâ hazretlerinin memleketi) Tebrîz toprağı bir olur mu? Elbette Horasan toprağı daha kıymetlidir.

Bu söylentilere Mevlânâ;

- Hiç toprağa îtibâr olunur mu? Bir İstanbullu, bir Mekkeliye gâlip gelirse, Mekkelinin İstanbulluya tâbi olması hiç ayıp sayılır mı? diyerek cevap verdi.

Fakat söylentiler durmadı. Şems-i Tebrîzî hazretleri artık Konya'da kalamıyacağını anladı. O çok kıymetli dostunu, o mübârek ahbâbını bırakarak Şam'a gitti.

SER ve SIR

Şems-i Tebrîzî hazretlerinin gitmesi Mevlânâ'yı çok üzdü. Günler geçtikçe ayrılık acısına sabredemiyor, kendisinde tahammül edecek bir hâl bırakmıyordu. Şems'in ayrılık hasreti ve muhabbeti ile yanıyordu. "Şems! Şems!" diyerek ciğeri yakan kasîdeler söylüyor, göz yaşlarıyla dolu yazdığı mektupları Şam'a, Şems-i Tebrîzî hazretlerine gönderiyordu.

Eğer bir kimse;

-Şems-i Gördüm, diye yalan söylese, ona müjdelik olarak üzerindeki elbisesini verirdi.

Bir defâsında birisi;

-Şems-i Tebrîzî'yi Şam'da gördüm. Sıhhati yerindeydi, dedi.

Mevlânâ, ona elinde bulunan ne varsa hepsini verdi. Orada bulunanlardan biri;

- O, Şems-i Tebrîzî'yi görmedi. Yalan söylüyor, deyince,

Mevlânâ da;

-Ona verdiğim bu elbiseler, sevdiğimin yalan haberinin müjdesidir. Onun hakîkî haberini getirene canımı veririm, diye cevap verdi.

Böylece aylar geçti. Mevlanâ artık dayanamayacağını anlayınca, oğlu Sultan Veled'i Şam'a göndermeye karar verdi. Oğlunu çağırıp;

- Süratle Şam'a varıp, filanca hana gidersin. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin o handa bir genç ile sohbet ettiğini görürsün. O genci küçümseme sakın. O, Allahü teâlânın sevdiği evliyânın kutuplarından biridir. Selâmımı ve duâ isteğimi kendilerine bildir. İçinde bulunduğum şu vaziyetimi, hasretimi dile getir. Buraya acele teşriflerini tarafımdan istirhâm et, dedi.

Sultan Veled, hemen hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktı. Şam'da, babasının târif ettiği handa, Şems-i Tebrîzî'yi bir gençle konuşuyor buldu. Durumu dilinin döndüğü kadar anlattı. Konya'da bu hâdiseye sebeb olanların tövbe ettiğini ve Mevlânâ'dan çok özürler dilediklerini de sözüne ekledi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, Konya'ya tekrar gitmeye karar verdi. Hemen yola çıktılar. Sultan Veled, Şems hazretlerini ata bindirdi, kendisi de arkasında yaya olarak yürüyordu. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in ata binmesi için ne kadar ısrâr ettiyse, o;

- Sultânın yanında hizmetçinin ata binmesi bizce yakışık almaz, diyerek ata binmedi.

Sultan Veled, Konya'ya yaklaştıklarında Mevlânâ'ya haberci gönderip, Konya'ya girmek üzere olduklarını bildirdi. Mevlânâ hazretleri müjdeyi getirene o kadar çok hediye verdi ki, o kimse zengin oldu. Konya'da tellâllar bağırtılarak, Şems'in Konya'yı teşrif etmek üzere olduğu bildirildi. Konya'da başta pâdişâh olmak üzere, ileri gelen vezîrler, hâkimler, zenginler ve bütün halk yollara döküldü. Büyük bir bayram havası içinde Şemseddîn Tebrîzî ile Sultan Veled göründüler. Sultan Veled, atın yularından tutmuş, Şems de atın üzerinde, başı önünde ağır ağır ilerliyorlardı. Bu muhteşem manzarayı seyredenler, büyük bir heyecana kapıldılar. Mevlânâ koşarak ilerledi, atın dizginlerine yapıştı. Göz göze geldiler. Şems'in attan inmesine yardım eden Mevlânâ, üstâdının ellerinden sevinç gözyaşları arasında doya doya öptü. Bu arada yanık sesli hâfızlar Kur'ân-ı kerîm okumaya başladılar. Herkes büyük bir haz içinde Kur'ân-ı kerîmi dinledikten sonra, sıra ile Şems-i Tebrîzî hazretlerinin ellerini öptüler. Sonra Mevlânâ'nın medresesine geldiler. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in kendisine gösterdiği hürmeti ve yaptığı hizmetleriMevlânâ'ya anlattı. Bundan çok memnun olduğunu bildirerek;

- Benim bir serim (başım) bir de sırrım vardır. Başımı sana fedâ ettim. Sırrımı da oğlun Sultan Veled'e verdim. Eğer Sultan Veled'in, bin yıl ömrü olsa da hepsini ibâdetle geçirse, ona verdiğim sırra, yâni evliyâlıkta yükselmesine sebeb olduğum derecelere kavuşamaz, dedi.

Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî, eskisi gibi yine bir odaya çekilip sohbete başladılar. Hiç dışarı çıkmadan, yanlarına oğlundan başka kimseyi sokmadan, mânevî bir âlemde ilerlemeye başladılar. Halk, Şems gelince Mevlânâ'nın sâkinleşeceğini, aralarına katılıp, kendilerine nasîhat edeceğini, sohbetlerinden istifâde edeceklerini ümîd ederlerken, tam tersine, eskisinden daha fazla Şems'e bağlandığını ve muhabbetinin ziyâdeleştiğini gördüler.

MÜBAREK CESET

Şems-i Tebrîzî hazretleri, Mevlânâ'yı velîlik makamlarının en yüksek derecelerine çıkarmak için elinden gelen bütün tedbirlere başvuruyor, her türlü riyâzet ve mücâhedeyi yaptırıyordu. Günler bu şekilde devâm ederken, halk, Mevlânâ'nın hiç görünmemesinden dolayı Şems'e kızmaya başladı. Bir gün bu söylenenleri Şems-i Tebrîzî işitince, Sultan Veled'e;

- Ey Veled! Hakkımda yine sû-i zan etmeye başladılar. Beni Mevlânâ'dan ayırmak için, söz birliği etmişler. Bu seferki ayrılığımın acısı çok derin olacak! dedi.

1247 senesi Aralık ayının beşine rastlayan Perşembe gecesiydi. Mevlâna ile Şems hazretleri yine odalarında sohbet ediyorlar, Allahü teâlânın muhabbetinden ve çeşitli velîlik makamlarından anlatıyorlardı. Bir ara kapı çalındı ve Şems hazretlerini dışarı çağırdılar. Şems-i Tebrîzî, Mevlânâ'ya;

- Beni katletmek için çağırıyorlar." dedi ve dışarı çıktı.

Dışarda bir grup kimse, bir anda üzerine hücûm ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin "Allah!" diyen sesi duyuldu. Mevlânâ hemen dışarı çıktı, fakat hiç kimse yoktu. Yerde kan lekeleri vardı. Derhal oğlu Sultan Veled'i uyandırıp, durumun tetkîkini istedi. Yapılan bütün araştırmalarda Şems-i Tebrîzî hazretlerinin mübârek cesedini bulamadılar. Bu cinâyeti işleyenler yedi kişi idi. İçlerinde, Mevlânâ'nın oğlu Alâeddîn de vardı. Yedisi de kısa bir süre sonra çeşitli belâlara yakalanarak öldüler.

Bir gece Sultan Veled, rüyâsında Şems-i Tebrîzî'nin cesedinin bir kuyuya atıldığını gördü. Şems-i Tebrîzî hazretleri ona;

-Ben falan yerdeki kuyudayım. Beni buradan alıp defneyleyin, buyurdu.

Sultan Veled uyanınca, yanına en yakın dostlarından birkaçını alarak, gördüğü kuyuya gittiler. Cesed hiç bozulmamıştı. Bulunduğu yerden alıp cenâze hizmetlerini gördüler ve Mevlânâ'nın medresesine defnettiler.

Şems-i Tebrîzî'nin kıymetli, hikmetli sözlerinden bâzıları şöyledir:

KIYMETLİ SÖZLERİNDEN

Şems-i Tebrîzî hazretlerine bir kimse;

- Efendim! Mârifeti bana anlatır mısınız?" dedi.

O da;

- Bir gönül ki, Allahü teâlânın muhabbetiyle yanıp, onunla hayat buluyorsa, bu mârifettir, buyurdu.

Soruyu soran;

- Peki ben ne yaparsam bu mârifeti elde edebilirim? diye tekrar sordu.

- Bedeni terk ederek. Çünkü Allahü teâlâ ile kul arasındaki perde, kişinin bedenidir. Allahü teâlâya vâsıl olmasına mâni olacak şey dört tânedir:
1) Şehvet,
2) Çok yemek.
3) Mal ve makam,
4) Ucb ve gurûr. İşte bu dört şey, kulun Cenâb-ı Hakk'a ulaşmasına mânidir." buyurdu.

Bir defâsında da;

"Velîler, Allahü teâlâyı zikretmekten yorulmazlar ve O'nun muhabbetine doymazlar. Onların yanında dünyânın hiçbir kıymeti yoktur. Onlar, her an Allahü teâlâyı zikrederler, şükrederler, ibâdete devam ederler. Bir kalpten bütün arzu ve istekler çıkarsa, orada Allahü teâlânın sevgisinden başka bir sevgi kalmaz." buyurdu.

"İlim üç şeydir: Zikreden dil, şükreden kalp, sabreden beden."

"Perhizi olmayan bir vücûd, meyvesiz bir ağaç; utanması olmayan bir beden, tuzsuz bir aş; gayreti olmayan bir vücûd, sâhipsiz bir köle gibidir." buyurdu.

Şems-i Tebrîzî hazretlerine;

"İnsanların en üstünü, kıymetlisi kimdir?" dediler.

Cevâbında;

"Şu dört kimsenin kıymeti, Allahü teâlâ katında yüksektir:

1) Şükreden zengin,

2) Kanâatlı ve sabreden fakir,

3) İşlediği günâhlara pişmân olup, Allahü teâlânın azâbından korkan kişi,

4) Takvâ, verâ, zühd sâhibi; yâni haramlardan sakınıp, şüpheli korkusuyla mübahların çoğunu terkederek dünyâya zerre kadar meyletmeyen âlimdir." buyurdu. "Bu kıymetli insanların içinde en üstünü hangisidir?" diye sordular.

Buyurdu ki: "İlim ve hilm (yumuşaklık) sâhibi âlimlerdir."

Cömertliği sordular, buyurdu ki:

"Dört türlü sehâvet, cömertlikvardır:

1) Mal cömertliği; zâhidlere, dünyâya kıymet vermeyenlere mahsustur. Onlar malı verirler, mârifeti, Allahü teâlâyı tanımayı alırlar.

2) Beden cömertliği; müctehid olan âlimlere mahsustur. Onlar da Allahü teâlânın yolunda vücutlarını harcarlar ve hidâyeti alırlar.

3) Can cömertliği; şehidlere mahsustur. Onlar da canlarını vererek Cennet'i alırlar.

4) Kalb cömertliği; âriflere mahsustur. Onlar da gönül vererek muhabbeti alırlar."

"Dünyâ, insanı hevâ ve hevesine kaptırır, nefsin arzularına uydurur. Netîcede Cehennem'e götürür."

"İnsanoğlunun edepten nasîbi yoksa, insan değildir. İnsan ile hayvan arasını ayıran edeptir."

"Âhireti kazanmak için çalışmak lâzımdır. Bu, insanı Cennet'e götürüp, Allahü teâlânın cemâlini görmekle şereflenmesine sebeb olur."

Şems-i Tebrîzî hazretlerinin aşkla söylediği beytlerinden bâzıları şöyledir:

1
Bihamdillah direm Allah
Alıp aklımı fikrullah
Dilimde zâtın esmâsı
Bana üns oldu zikrullah
Salâtullah selâmullah
Aleyke yâ Resûlallah 3
Ben ol pervâneyim geldim
Düşüp aşk oduna yandım
Yanuban küllü yandım
Beni yaktı aşkullah
Salâtullah selâmullah
Aleyke yâ Resûlallah 5
Şems-i Tebrîz bunu bilir
Ehad kalmaz fenâ bulur
Bu âlem küllü mahvolur
Hemen bâkî kalır Allah
Salâtullah selâmullah
Aleyke yâ Resûlallah
2
Bu tevhidden murâd ancak
Cemâl-i zâta ermektir
Görünen kendi zâtıdır
Değil sanma ki gayrullah
Salâtullah selâmullah
Aleyke yâ Resûlallah 4
Gönül âyinesin sûfî
Eğer kılar isen sâfî
Açılır sana bir kapı
Ayân olur Cemâlullah
Salâtullah selâmullah
Aleyke yâ Resûlallah

YAPACAĞIM BİR ŞEY YOK

Şems-i Tebrîzî hazretleri Şam'dan Konya'ya gelirken, yol üzerinde bulunan bir hana uğrayarak burada yatmak istedi. Fakat uğradığı bütün hanların dolu olduğunu, hiç kalacak yerlerinin olmadığını öğrenince, câmide sabahlamak istedi. Câmiye gidip yatsı namazını cemâatle kıldı. Cemâat dağıldığında, o hâlâ duâya devâm ediyordu. Duâsını bitirdiğinde, câmide kimse kalmamıştı. Cübbesini çıkarıp başının altına koyarak uzandı. Günlerce süren yolculuğun verdiği yorgunlukla hemen kendinden geçti. Bir müddet sonra câminin kapılarını kilitlemek üzere gelen görevli, camide birinin yattığını görünce, yanına yaklaşarak:

- Burada yatılmaz kalk! dedi.

Şems-i Tebrîzî hazretleri doğrularak:

- Benim kimseye bir zararım dokunmaz. Garibim, uzak yoldan geliyorum. Hanlarda da yatacak yer yokmuş, başka kalacak bir yerim de yok. Bırak da burada sabahlıyayım, dedi.

Câmiyi kilitlemek için gelen kişi;

-Beni uğraştırma, sana kalk dışarı çık dedim, yoksa yaka paça seni dışarı atmasını bilirim,  diye karşılık verdi.

Şems-i Tebrîzî hazretleri, bu son sözler üzerine bir tuhaf oldu. Hemen ayağa kalktı. Cübbesini toplayarak sessizce kapıdan dışarı çıktı. Câmiden çıkmasını isteyen görevli, onun arkasından bakarken, âniden boğuluyormuş gibi oldu. Bunun üzerine;

- İmdât boğuluyorum! diye bağırmaya başladı.

Bu sesi işiten imâm efendi koşarak geldi ve ona;

- Ne oldu, niye bağırıyorsun? diye sordu.

Kayyum durumu anlatınca, imâm efendi hemen câmiden çıkıp koşarak, Şems-i Tebrîzî hazretlerine yetişti.

Kendisine;

- Efendim, o câhildir, bir terbiyesizlik etmiş. Ne olur onu affedin!" dedi.

Şems-i Tebrîzî hazretleri imâm efendiye baktı. Üzüntülü bir şekilde:

- Onun işi benden çıktı. Benim yapabileceğim birşey yoktur. Ancak îmânla ölmesi için duâ edebilirim, buyurdu.

ÜÇ SUÂL VE BİR CEVAP

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye felsefecilerden bir grup geldi. Suâl sormak istediklerini bildirdiler. Mevlânâ hazretleri bunları Şems-i Tebrîzî'ye havâle etti. Bunun üzerine onun yanına gittiler. Şems-i Tebrîzî hazretleri mescidde, talebelere bir kerpiçle teyemmüm nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç suâl sormak istediklerini belirttiler, Şems-i Tebrîzî;

- Sorun! buyurdu.

İçlerinden birini başkan seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı. Sormaya başladı:

- Allah var dersiniz, ama görünmez, göster de inanalım

Şems-i Tebrîzî hazretleri;

-Öbür sorunu da sor! buyurdu.

O;

-Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azâb edilecek dersiniz hiç ateş ateşe azâb eder mi? dedi.

Şems-i Tebrîzî;

-Peki öbürünü de sor! buyurdu.

O;

-Âhirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının cezâsını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın! dedi.

Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen felsefeci, derhâl zamânın kâdısına gidip, dâvâcı oldu. Ve;

- Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu,  dedi.

Şems-i Tebrîzî;

- Ben de sâdece cevap verdim, buyurdu.

Kâdı bu işin açıklamasını istedi. Şems-i Tebrîzî şöyle anlattı:

- Efendim, bana Allahü teâlâyı göster de inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci, başının ağrısını göstersin de görelim.

O kimse şaşırarak;

- Ağrıyor ama gösteremem,  dedi.

Şems-i Tebrîzî;

- İşte Allahü teâlâ da vardır, fakat görünmez. Yine bana, şeytana ateşle nasıl azâb edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Yine bana; "Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz." dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyâda küçük bir mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan âhiret hayâtında niçin hak aranmasın? buyurdu.

Felsefeci, bu güzel cevaplar karşısında mahcûb olup, söz söyleyemez hâle düştü.

BAŞKA ÇÂRE YOK

Şems-i Tebrîzî hazretleri, bir gün dostlarına şöyle nasîhatta bulundu: "Âhireti terk edip, dünyâya tâlib olup muhabbet edenlere, mal kazanıp zengin olmaktan başka çâre yoktur. Âhirete tâlib olan kimselere de, ölmeden önce ibâdet yaparak, dîn-i İslâma hizmet ederek gayretle çalışmaktan başka çâre yoktur. Allahü teâlânın tâlibi olan kimselere, O'na kavuşmak arzusu içinde olanlara, mihnet, meşakkat, dert ve belâlara katlanmaktan başka çâre yoktur. İlmi taleb edenlere, yâni âlim olmak isteyenlere, herkesin gözünde hakîr olmak ve yalnız, kimsesiz, garip kalmaktan başka çâre yoktur. Çünkü, kim ilim öğrenmek arzusunda olursa, onun üzüntüsü çok olur. Onu rencide ederler. Huzura kavuşması için her türlü derde, belâya sabretmesi lâzımdır. Her kim kendini üstün görürse, onun sonu zillete düşmektir. Hesapsız, sonunu düşünmeden malını sarfedenler, fakir olurlar. Her kim fakirliğe sabreder, kanâatkâr olursa, sonunda zenginliğe ulaşır. Her kimsenin, kendisinde bulunan iki şeyin birisini öldürüp, birisini diri tutmaya çalışması lâzımdır. Öldürmesi îcâb eden şey nefsidir. Çünkü nefsi öldürmedikçe, rahata ermek düşünülemez. Diri tutması lâzım gelen şey de, gönüldür. Çünkü gönlü ölü olanların mesûd ve bahtiyâr olması düşünülemez."
ŞEMS-İ TEBRİZİ
[ Kaddesallahu Sırrahulaziz ]

Konya’da, eski adıyla güllük mevkiinde Şems Parkı olarak bilinen alanın içinde eski bir cami ve türbe vardır. Yılın her günü ziyaretçilerle dolup taşan Mevlânâ türbesine yaklaşık on dakikalık mesafedeki bu mekânı  bilen ve ziyaret edenlerin sayısı ise parmakla gösterilecek kadar azdır.
Sözünü ettiğimiz türbe, Mevlânâ’yı hakikâtin sırlarına ulaştıran bir zatın adını taşımaktadır. Tahmin ettiğiniz gibi Şems-i Tebrizi’nin adını....
Büyük bir arif olduğu bilinen Melikdad oğlu Ali adlı bir kişinin oğlu olan Muhammed Şemseddin, 1164 senesinde Tebriz’de dünyaya gelmiştir. Henüz çocukluk ve ilk gençlik yıllarında bile kendi kuşağının çocuklarından bambaşka olduğunu göstermiş, anne babasını,yakınlarını, hocalarını hayrete düşüren davranışlar ortaya koymuştur. Zamanın ölçülerini aşan bu zat, çocukluk dönemine ait bir anıyı şöyle anlatıyor:
“Henüz ergenlik çağına girmemiştim. Aşk deryasına daldım mı otuz kırk gün hiçbir şey yiyemezdim; istekten kesilirdim. Günlerce açlığa susuzluğa katlanırdım. Bir gün babam bana çıkıştı : ’ Oğlum’,  dedi ‘ben senin bu halinden bir şey anlamıyorum. Bunun sonu nereye varacak?‘ ben ona şu cevabı verdim:
‘Baba, seninle benim babalık ve evlatlık ilişkimiz neye benzer bilir misin? Bir tavuğun altına  tavuk yumurtalarıyla bir de kaz yumurtası koymuşlar. Vakti gelip de civcivler çıktığı zaman, bunlar hep birlikte analarının ardına düşerler, bir göl kenarına gelirler. Kaz yumurtasından çıkan civciv hemen kendini suya atar, bunu gören ana tavuk, eyvah yavrum boğulacak der. Çırpınmaya başlar. Halbuki kaz yavrusu, neşe içinde suda yüzmektedir. İşte, seninle benim aramdaki fark da böyledir.”
Muhammed  Şemseddin, bazı görüşlerin ve Mevlana’nın müridi, öğrencisi olduğu yolundaki yaygın inanışın aksine, basit bir batıni dervişi değil, üstün vasıflarla bezenmiş, hatta vasıftan dahi söz edilemeyecek yapıda bir zattır. Mevlana gibi zahir ve batın ilimlerinde yüksek derecelere ermiş, müderrislik, müftülük yapmış seçkin bir insanı aşk ateşiyle pişirip ona mânâ aleminin pencerelerini açan biri hakkında başka nasıl düşünebiliriz ki?
Her sözü, sohbeti ve bakışı ile insanları alt üst eden, dar, sınırlı bir ahlaktan Allah’ın ahlakı anlayışına çeken Şems, kendisi için şunları söylüyor :
“Ben bir tarafta, dünyanın insanla şenelmiş dörtte bir kısmının halkı da bir tarafta olsa,beni sorguya çekse onlara cevap vermekten kaçınmam ve daldan sıçramam. Ne kadar zor şey sorsalar cevap üstüne cevap veririm. Benim bir sözüm, onlardan her birisi için on cevap ve hüccet olur.”
Bir gün Baba Kemal’in, kendisine Şeyh Fahreddin Iraki’ye açılan sırlardan ve hakikâtlerden yana bir keşif gelip gelmediğini, sorması üzerine Tebrizi:
“Ondan daha çok müşahade gelir! Ancak onun bildiği bazı ıstılahlar vardır,onun için gördüğünü en sevimli şekilde sunar. Bana gelince, bende öyle güç yoktur.” diye cevap verir. Baba Kemal de
“Allah ü Teala, sana günlük bir arkadaş versin ki, evvellerin ahirlerin bilgilerini hakikâtlerini senin adına izhar etsin. Hikmet ırmakları onun kalbinden diline aksın, harf ve ses kıyafetine girsin, o kıyafetin rütbesi de senin adına olsun” der.
Makalat adlı eserindeki ifadelerinden onun Tebriz’de Ebubekir adlı Şeyhinden feyz aldığı anlaşılır, ancak yine kendisinin bildirdiğine göre, şeyhi  onda olan bir şeyi görememiş, başka kimsenin de göremediği bu farkı, sadece Hüdavendigârı Mevlana anlayabilmiştir.
Zaten şeyhi onu daha fazla olgunlaştırmanın kendi gücünü aştığını anladığı zaman seyahate çıkmasına izin verir. O da diyar diyar  gezip Sohbetine dayanabilecek bir dost, bir mürşit arar. Fakat aradığını bir türlü bulamaz, hiç kimse onu tatmin edemez. Konuştuğu kişileri imtihan eder,istediği cevabı alamayınca oradan ayrılır. Kendisini olgunlaştıracak bir şeyh aradığını söyler; ama bütün  şeyhleri kendine mürid yapıp arayışına devam eder.
Memleketi olan Tebriz’de kendisine manevi kemalinden dolayı “Kamili Tebrizi”, durmadan gezdiği, yolları tayy ettiği için “Şemseddin-i Perende” (uçan Şemseddin) derler.
Bir gün yolu Bağdat şehrine düşer. Orada meşhur sofilerden Şeyh Evhadüddin Kirmani’yi bulup neyle meşgul olduğunu sorar.
“Ayı leğendeki suda görüyorum” diye cevap verir Kirmani.
Şems Hazretleri bu cevap üzerine:
 “Boynunda çıban yoksa neden başını kaldırıp da onu gökte görmüyorsun? Kendini tedavi ettirmek için bir doktor bulmaya bak. Böylece, neye bakarsan gerçekten bakılmaya değer olanı onda görürsün” der.
Kirmani Hazretleri Şems’in ellerine sarılıp müridi olmak istediğini söyler. Şems’in cevabı kesindir: “Sen benim arkadaşlığıma dayanamazsın!”
Ama, Evhadüddin, ısrarlıdır. Nihayet, Şems, Bağdat pazarının tam ortasında birlikte şarap içmek şartıyla kabul edeceğini söyler. Evhadüddin “bunu yapamam” deyince,
“O zaman benim için şarap bulup getirir misin?” sorusunu yöneltir. Onu da yapamayacağını bildiren Kirmani’ye “ben içerken bana arkadaşlık eder misin? ”diye sorar. “Edemem” yanıtı üzerine artık Şems Hazretleri, “ Erlerin huzurundan ırak ol!”diye bağırır. “Bana arkadaş olamazsın . Bütün müridlerini ve dünyanın bütün namus ve şerefini bir kadeh şaraba satmalısın. Bu aşk meydanı erlerin ve bilenlerin işidir. Ve şunu da iyi bil ki ben mürid değil, şeyh arıyorum.
Hem de rastgele bir şeyh değil, hakikâti arayan olgun bir şeyh!..”
Kirmani, teslimiyet ve kabiliyet imtihanını bu nedenle geçememiş, onun asıl maksadını idrak edememiştir.
Tebrizi, arayışları sırasında bir rüya görür. Rüyasında kendisine bir velinin arkadaş edileceği bildirilir. Üst üste iki gece rüya tekrarlanır ve o velinin Rum ülkesinde olduğu haberi verilir.
Onu aramak için yollara düşmek ister,  fakat daha zamanının gelmediği, “işlerin vakitlerine tabi ve rehinli olduğu bildirilir.”
Şems ilahi tecellilerle mest olduğu, tam mânâsıyla istiğraka daldığı, müşahedenin güzelliğine beşer kuvvetiyle tahammül gösteremediği zamanlarda “gizli velilerinden birini bana göster” diyerek  niyaz eder ve sabırsızlanır. Üzerindeki o yoğun halleri dağıtmak için başka işlerle oyalanmaya çalışır. Para almadan inşaat işlerinde bile çalışır.
Nihayet bir gün;
“Madem ki ısrar ve arzu ediyorsun O halde şükrane olarak ne vereceksin?” diye bir ilham gelir.
O da “başımı!..” cevabını verir.
Bu cevaba karşılık olarak,
Bütün kâinatta Mevlana-yı Rumi Hazretlerinden başka, senin şerefli arkadaşın yoktur.” haberi gelir.
Artık Rum ülkesine gitmek, o sevgili ile görüşmek ve yolunda başını feda etmek üzere yola çıkacaktır.
Uzun bir yolculuğun ardından Şemseddin Muhammed, M. 1244 yılının Ekim ayında Konya’ya gelir. Kaldığı han odasının anahtarını boynuna zamanın tüccarları gibi asıp çarşıda dolaşmaya başlar aşk ve ilmin tüccarı olduğuna işaret ederek...
İkindiye doğru, ana caddede, katıra binmiş, talebeleri etrafında dört dönen bir müderris görünür. Şems aradığı dostun o olduğunu anlar. Önüne geçerek katırın dizginlerini tutar ve keskin bakışlarıyla:
“Sen Belhli Baha Veled’in oğlu Mevlana Celaleddin misin?” diye sorar.
Mevlana “evet” diye cevap verir. Şems:
“Ey müslümanların imamı! Bir müşkülüm var. Hz. Muhammed mi büyük, Bayezid-i Bistami mi?
Sorunun heybetinden kendinden geçen Mevlana, kendini toplayınca;
“Bu nasıl sual böyle? Tabi ki, Allah’ın elçisi Hz. Muhammed bütün yaratıkların en büyüğüdür.”
O zaman Şems:
“O halde neden Peygamber bu kadar büyüklüğü ile Ya Rabbi seni tenzih ederim, biz seni layık olduğun vechile bilemedik” buyururken,
Bayezid, “Ben kendimi tenzih ederim! Benim şanım çok yücedir. Zira cesedimin her zerresinde Allah’tan başka varlık yok!..” demekte?
Mevlana:
“Hz. Muhammed, müthiş bir manevi susuzluk hastalığına tutulmuştu,’biz senin göğsünü açmadık mı?’  şerhiyle kalbi genişledi. Bunun için de susuzluktan dem vurdu. O Her gün sayısız makamlar geçiyor, her makamı geçtikçe evvelki bilgi ve makamına istiğfar ediyor, daha çok yakınlık istiyordu.
Bayezid ise, bir yudum suyla susuzluğu dindi ve suya kandığından dem vurdu. Vardığı ilk makamın sarhoşluğuna kapılarak kendinden geçti ve o makamda kalarak bu sözü söyledi.”
Şemsi Tebrizi, bu cevap karşısında  “Allah”diyerek yere yuvarlanır.
Mevlana, hemen atından inip yanındaki adamların da yardımıyla onu yerden kaldırıp medresesine götürür.
Artık bu medresede iki âşık, hiç dışarı çıkmadan, yanlarına kimsenin girmesine izin verilmeden aylarca sürecek sohbetlere dalacaktır. Mevlana bunca zaman kitapların, sayfaların  arasında aradığı ve  Şeyhi Seyyid Burhaneddin’in yıllarca önceden müjdelediği sevgilisine, gönül dostuna kavuşmuş,o andan itibaren de bütün yaşamı değişmiştir.
Şems, önce onu çok değer verdiği zatların, hatta babasının bile eserlerini okumaktan men eder, değer verdiği bütün kitaplarını birer birer havuza atar. Daha sonra hiç kimseyle konuşmasına izin vermez.
Medresedeki derslerini, vaazlarını terk etmek zorunda kalır.
Şimdi sıra imtihanlardadır...
Bir gün Şems-i Tebrizi, Mevlana’yı denemek maksadıyla güzel bir sevgili ister ondan. O da güzellikte eşi bulunmayan karısını getirir tereddüt etmeden . Şems, “bu benim can kız kardeşimdir. Bu olmaz. Bana hizmet edecek bir erkek çocuğu bul” der.
Mevlana, Oğlu Sultan Veled’i ona kul olsun diye getirir. Şems, “bu kalbimi bağlayan oğlumdur. Şimdi şarap olsaydı, su yerine onu içerdim. Ben onsuz yapamam” deyince, Mevlana hemen gidip  Yahudi mahallesinden bir testi şarap getirir.
Şems, bu teslimiyet ve itaatten hayrete düşüp
“Başlangıcı olmayan başlangıcın ve sonu olmayan sonun hakkı için diyorum ki, dünyanın başından sonuna kadar senin gibi gönül yutan bir Muhammed yürekli bu aleme ne gelmiş ne de gelecektir.” dedi.
Ben Mevlana’nın hilminin derecesini anlamak için bu imtihanları yaptım. Onun iç alemi o kadar geniş ki, rivayet ve hikaye çerçevesine sığmaz.” der.
Kendisine hürmetle, sevgiyle yaklaşan diğer insanlara da çeşitli imtihanlar uygulamış, örneğin kendisinden para isteyince bütün parasını, malını mülkünü ayaklarına seren Hüsameddin Çelebi’ye Velilerin gıpta ettiği bir makamı müjdelemiştir. O servetin içinden de sadece bir dirhem alır. Geri kalanını Hüsameddin’e bağışlar.
Mevlana ve Şemsi Tebrizi’ye gönül verenler bu haldeyken, sohbetlerden ve bu sofradaki zenginlikten mahrum kalanlar Şems’ten kendilerine bir gönül hoşluğu gelmediğini öne sürüp kıskançlık içinde fitne tohumlarını atmaktadırlar. Dedikodularla atılan düşmanlık tohumları iyice olgunlaştığında  Şems, bir gece aniden Konya’yı terk ederek  kayıplara karışır. On altı ay boyunca hiçbir haber alınamaz.
Bu ayrılık süresince Mevlana tekrar eski haline gelmek, halka ve derslerine dönmek şöyle dursun, kimseyle görüşmez konuşmaz, medresesini büsbütün bırakır, keder içinde yalnızlığa çekilir. Hastalanır. Artık neredeyse can verecekken, Şam’dan gelen mektupla canlanır. Şems ikinci kez Konya’ya gelir. Birkaç ay süren sohbetler, görüşmeler neticesinde yine fitneler düşmanlıklar baş gösterir. Bunun üzerine Şems, tekrar kayıplara karışır...
Mevlana için yine ayrılık başlamıştır, coşkun bir aşk ve cezbe halinde aylarca gözyaşı döker gazeller söyler, her gelenden onu sorar, yalan haber getirenlere bile üstünde ne varsa verir, doğru haberi verene canını teslim edeceğini söyleyerek...
Bu arada fesat ve dedikodu çıkaranların çoğu, bu yolla Mevlana’yı kendilerini döndüremeyeceklerini anlar, bazıları da Şems’in kıymetini fark ederek pişmanlık içinde özür dilerler.
Birkaç ay sonra Şems-i Tebrizi’nin Şam’da olduğu haberi gelince Mevlana halini anlatan mektuplar gönderir, yalvarır, dualar eder. Nihayet üçüncü mektuba aylar süren bekleyişten sonra karşılık gelir. Şems de aynı coşkunlukla ona cevap gönderir.
Mektubu alan Mevlana, hemen oğlu Sultan Veledi çağırıp eline dördüncü mektubu vererek şunları söyler:
“Birkaç arkadaşınla Mevlana Şems’i aramaya git. Giderken şu kadar gümüş ve altın parayı da beraberinde götür. Bu paraları Şam’da O Tebriz Sultanının ayakkabısı içine dök ve onun mübarek ayakkabısını Rum tarafına çevir. Benim selamımı ilet ve âşıklara yaraşır secdemi O’na arz et. Şam’a ulaştığın vakit,Cebel-i Salihiye’de meşhur bir han vardır, doğru oraya git. Orada Mevlana Şemseddin’in güzel bir Frenk çocuğuyla satranç oynadığını görürsün. Sonunda oyunu Şems kazanırsa, Frengin malını alır. Frenk çocuğu kazanırsa, Şems’e bir tokat vurur. Sen onun vurduğunu görünce hata edip kızmayasın. Çünkü o çocuk kutuplardandır. Fakat o kendini iyi tanımıyor. Şems’in sohbetinin bereketi ve inayeti ile halinin olgunlaşması lazımdır.”
Sultan Veled, babasının dediklerini aynen yaparak yanındaki adamlarla birlikte yola çıkar. Şam’a varınca hemen hana gider. Şems, Mevlana’nın söylediği gibi bir  frenk çocuğuyla satranç oynamaktadır. Sultan Veled,  babasının mektubunu, armağanlarını Şems’e teslim ettikten sonra, bütün dostların yaptıklarından pişman olduklarını kendisini saygı ve hasretle Konya’da beklediklerini anlatır. Yalvarıp türlü niyaz ve ricalarla onu dönmeye ikna eder. Birlikte yola çıkarlar. Şemsi kendi atına bindiren Sultan Veled, aşk ve neşe içinde  Konya’ya kadar yayan olarak gelir. Şems onun gösterdiği bu saygı ve bağlılıktan çok hoşnut kalır, ona övgü dolu sözler söyler. Uzun bir yolculuktan sonra, Konya’ya yakın Zencirli Hanı’na geldiklerinde babasına müjdelemek için şehre bir derviş gönderir. Mevlana bu müjdeyi duyunca üstünde ne varsa çıkarıp dervişe verir. Konya halkına haber salıp emirlerden, bilginlerden, fakirlerden ve ahilerden onu karşılamak isteyenlerin toplanmasını ister. Kendisi de ata binerek bütün Konya ileri gelenleri ve ahalisiyle birlikte Şems’i şehre getirir.
Bu defa da altı ay boyunca medresedeki bir hücrede baş başa kalırlar. Yanlarına kuyumcu Selahaddin ve Sultan Veled’den başkası girememektedir. Mevlana’nın Şems’e bağlılığı bu son gelişte daha da artmıştır. Öylesine kaynaşmışlardır ki, artık ayrılık mümkün görünmemektedir. Şems, himmet ve teveccühleriyle Mevlana’yı daha da olgunlaştırmış aşk ateşiyle pişirip Hakk’a vuslatı sağlamıştır. Daha önce Şems’e muhalefet edenler de gelip birer birer  özür dilerler.
Onun rahat edebilmesi ve hizmetinin görülmesi için evde evlatlık olarak yetiştirilmiş Kimya adındaki genç ve güzel kız Şems’e nikah edilir.
Ama bu sefer de müritler arasında kıskançlık başgösterir. Mevlana’nın diğer oğlu Alaeddin Çelebi bile edebi aşan birkaç davranışıyla kıskançlığını dile getirir. Bu arada Şems’i sevmeyenler de her fırsatta muhalefete, hakaret, iftira ve düşmanlık  dolu hareketlere yönelirler.
Şems ile Mevlana, sohbet ve irşadın son merhalelerini, en güzel dönemlerini yaşarken onlar da dışarda kaynamaya, taşkınlık etmeye başlarlar. Artık Mevlana, istenen mertebeye gelmiş Şems’in irşad vazifesi tamamlanmış, daha önce kendisine bildirilen hüküm gereğince başını feda etme zamanı gelmiştir.
Hanımı Kimya Hatun da rahatsızlanıp vefat etmiştir. Bu haberin şehre yayılmasından sonra onu ne pahasına olursa olsun uzaklaştırmak ve Mevlana’yı elinden kurtarmak(!) isteyenler bir plan kurup bu iş için yedi kişi seçerler.
1247 yılının  Aralık ayında, aralarında Mevlana’nın oğlu Alaeddin Çelebi’nin de olduğu rivayet edilen  bu yedi kişi medresenin avlusunda pusuya yatar. Bir derviş kapıdan seslenerek Şems Hazretlerini dışarı çağırır. Şems derhal yerinden kalkıp çıkarken Mevlana’ya:
“Görüyormusun beni dönüşü olmayan bir davetle dışarıya çağırıyorlar!” diyerek vedalaşıp çıkar.
Sonra bir “Allah “ feryadı yankılanır gecede...
Kapı açıldığında ise, ortalıkta kimseler yoktur.
Sadece birkaç damla kan lekesi görülür yerde...
Başka da bir iz bulunamaz.
Bu son ayrılıktır. Mevlana yine aylarca süren bekleyişe, diyar diyar gezip aramaya başlar. Ama onu maddeten olmasa da manen kendinde bulduğunu şu dizelerle dile getirir:
“Beden bakımından ondan uzağız amma;
Cansız bedensiz ikimiz de bir nuruz;
İster O’nu gör, ister beni...
Ey arayan kişi! Ben O’yum, O da ben”
Bu zâtın adı Şemseddîn Muhammed olup doğumu 1186’dır. Tebrîzli Melekdâd oğlu Ali’nin oğlu olan Şems, tahsilini bitirdikten sonra, zamanının yegâne şeyhi olarak gördüğü Tebrîzli Şeyh Ebû Bekir Sellebâf (sele sepet örücüsü)’a intisap etti, onun terbiye ve irşâdıyla yetişip olgunlaştı.

Ulaştığı manevî makamlarla yetinmeyen, bir arayış eri olan Şems, kendisini irşada muhtaç görerek, mürşidler bulmak arzusuyla seyahate çıktı. Senelerce, gücü tükenircesine birçok yerler dolaştı; zamanının arifleriyle görüştü. Bu arifler, ma’nâ âlemindeki uçuşundan kinaye olarak Şems’e, Şems-i Perende (Uçan Güneş) adını vermişlerdir.

Şems tâ çocukluğundan îtibâren İlâhî aşka dalarak yaşayan bir şahsiyettir. Şems, Makâlat’ında, çocukluktaki ahvâlini şöyle özetler:

 “Henüz ergenlik çağına girmemiştim. Aşk deryasına daldım mı, hiçbir şey yiyemezdim; istekten kesilirdim, günlerce açlığa susuzluğa katlanırdım. Bir gün babam bana çıkıştı: “Oğlum, ben senin hâlinden bir şey anlamıyorum; bunun sonu nereye varacak? Bu davranışlar seni felâkete götürecek” dedi. Ben ona şu cevabı verdim:

Baba! Seninle benim, babalık ve evlatlık münasebetlerimiz neye benzer bilir misin? Bir tavuğun altına tavuk yumurtalarıyla beraber bir de kaz yumurtası koysalar; vakti gelince civcivler çıkar. Bu civcivler hep birlikte analarının arkasına düşüp giderler. Yolda bir göl kenarına rastladıklarında, kaz yumurtasından çıkan civciv, hemen kendisini suya atar. Bunu gören tavuk, eyvah yavrum boğulacak der ve çırpınmaya başlar. Hâlbuki kaz yavrusu neşe içinde yüzmektedir. İşte seninle benim aramdaki fark da böyledir.”



Şems, kendisini rûhen tatmin edecek seviyede Hak dostu bulamayan ve hep kendi mertebesinde bir sohbet arkadaşı arayan kâmil bir velîdir.

Şems, derin bir vecd içinde, pervâsız yaşayan ve ancak kendi rûh keşfine karşı mesûliyet duyan; harikulâde tesir gücü olan bir şahsiyettir. Aşağıda, Eflâkî’den nakledeceğim menkıbe onun bu şahsiyetini belirler:

Nasreddîn Vezîr’in tekkesinde büyük bir, posta oturma merâsimi vardı ve ulu bir kişiye şeyhlik rutbesi verilecekti. Bütün âlimler, ârifler, filozoflar, emîrler ve ileri gelenler o toplantıda hazırdılar. Herbiri, muhtelif ilim ve fenlerde sözler söylüyorlar ve tatlı sohbetlerde bulunuyorlardı. Şems bir köşede, bir hazîne gibi, murâkabeye (ma’nevî âleme) dalmıştı. Birdenbire kalktı ve onlara:

 “Ne zamana kadar, şundan bundan rivâyet edip övünerek ve atsız eyere binip erlerin meydanına koşacaksınız? İçinizden: “Kalbim bana Rabbimden bu haberi veriyor, diyecek yok mu?  Ve, ne zamana kadar başkalarının asâsıyla ayakta yürüyeceksiniz.” dedi.



Şems’in Muhammed Mustafâ sallallahu aleyhi ve sellem’e, rûhî ve fiilî yakınlık derecesi, kemâlin zirvesindedir. Şems’in Namaz ibâdeti ile ilgili, Eflâkî’den nakledeceğim sohbeti, onun bu vechesinin parlak bir aynasıdır:

Şems; Mevlânâ’nın Selâhaddîn Zerkûbî’nin ve diğer büyüklerin huzûrunda Hazret-i Peygamber’in “Namaz ancak okumakla ve kalb huzûru ile olur” hadîsini rivâyet etti ve buyurdu ki:

“Bâzı insanlar, kalb huzûru bulunca namaz kılmaktan müstağnî olduklarını sanırlar ve maksad hâsıl olduktan sonra ona ulaşmak için vesîle aramak çirkindir, derler. Farz edelim ki; onlar, velâyeti ve gönül huzûrunu tamamıyla elde etmişler. Fakat onların bütün bu olgunluklarına rağmen, zâhirî namazı terk etmeleri, onlar için bir noksanlıktır. Biz böyle bir kimseye:

“Sende hâsıl olan bu olgunluk Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemde de hâsıl oldu mu, olmadı mı?” diye sorarız. Eğer: “Hâsıl olmuştur” derse, bu takdirde biz o kimseye:

“Nûr veren bir kandil ve eşi benzeri olmayan, bir müjdeci olan, Kerîm Allah’ın Kerîm Elçisine niçin uymuyorsunuz?” deriz.



Şems-i Tebrîzî buyurdu ki:

“Allah velîlerinden birinin velâyeti tamam ve diğerinin velâyeti zâhir olmamış olsa ve velâyeti zâhir olan velî, zâhirî namazını terk ve öteki de buna devam etse, ben bu velâyeti zâhir olmayan, fakat namazına devamlı velîye uyarım.”



İşte ma’nevî veçhesi böyle olan Şems-i Tebrîzî yana yakıla, kendisine muhâtap olabilecek, sohbetine dayanabilecek bir dost arıyordu. Bir gece kararı elden gitti, vecd hâlindeydi. Allah’ın tecellîlerine gömülüp mest olduğu bir andaki münâcâtında:

“Ey Allah’ım! Kendi örtülü olan, sevgililerinden birini bana göstermeni istiyorum.” diye yalvardı.



Allah tarafından, istediğinin, Anadolu ülkesinde bulunan, Belhli Sultânü’l-Ulemâ oğlu Muhammed Celâleddîn olduğu ilham edildi.

Bu ilham ile Şems, 29 Kasım 1244 (26 Cemâziye’l-âhir 642) cumartesi sabahı Konya’ya geldi.



Şems ile Mevlânâ’nın Buluşmaları:


Mevlânâ ile Şems, bu iki kabiliyet, bu iki nûr, bu iki rûh, nihâyet buluştular; görüştüler.

Bu iki İlâhî âşık, bir müddet yalnızca bir köşeye çekilerek kendilerini tamamıyla Hak Teâlâ’ya verdiler ve gönüllerine gelen Rahmânî ilhamlarla sohbetlere koyuldular.

Sultân Veled diyor ki:

“Ansızın Şemseddîn gelip ona ulaştı; nûrunun ışığında da gölge yok olup gitti.

Aşk dünyâsının ardından defsiz, sazsız aşk sesi erişti.

Ona mâşûkluk hâllerini anlattı, açıkladı; böylece de sırrı yücelerden de yüceye vardı.

Dedi ki: Sen bâtına rehin olmuşsun, ama şunu bil ki ben bâtının da bâtınıyım.

Ben sırların sırrıyım, nûrların nûruyum; erenler benim sırlarıma erişemez.

Aşk da benim yolumda perdedir; diri olan aşk bile benim önümde ölüdür.

Tamâmen mâşûk olan dostlar, Allah’ın rızâsını kazanmış erlerden de üstündürler, gerçekle bâtılı ayırt edenlerden de.

Onların hâli söze gelmez; söyle bakalım, onların şarabını kim içer?

Ebedîlik saltanatı âşıklarındır, ama mâşûkun saltanatı ondan da yücedir.

Zâhir ehli Mansûr’u [i] kınadı; çünkü onlar, onun âleminden uzaktılar.

Hepsi de bilgisizlikle ona düşman oldular; çünkü onun sırrından bir koku bile alamamışlardı.

Mansûr bu çağda olsaydı, onların hâli (Şems ile Mevlânâ’nın hâli) ona da örtülü kalırdı.

O da onlara düşman olur, onlara kast eder, onları cezâlandırmak için dara çekerdi.

Şems, Mevlânâ’yı şaşılacak bir âleme çağırdı; öyle bir âleme ki ne Türk gördü o âlemi, ne Arap.

Üstâd Şeyh, yeni bilgi beller bir hâle geldi; her gün onun huzûrunda ders okumaya başladı.

Sona varmıştı, yeni baştan ders başladı; kendisine uyulurken o, ona uydu.

Bilgide tek olgun erdi, ama onun gösterdiği bilgi, yepyeni bir bilgiydi.

Gerçek âşık pek az bulunur; o, sır gibi insanlardan gizlidir.

Dünyâda, inci gibi pek az bulunur; pek az kişi onun belirtisini görür, ondan haber alır.

Âşıkın hâli böyle olursa ey oğul, cân gözünü aç da iyi bir bak;

Mâşûkun hâli nice olur? O, anlatılmaktan da dışarıdadır, söylenilmekten de.

Ulaşıp buluşanlar bile onu tanıyamazlar; çünkü benzerini duymamışlardır bile.

Çünkü o güzellikten haberleri yoktur da, başka bir yere bakar dururlar.

Tebrîzli Şems, işte o pâdişahlardandı. Hâsılı onu, oraya çağırdı.

O da onun cinsindendi de vardı, ona ulaştı; cân yoluyla cânının cânına kavuştu.”



Mevlânâ’nın Mâşûkluk Mertebesine Erişmesi:


Bu husûsu Sultân Veled şöyle açıklar:

“Âlemdeki erenlerin derecelerinden üstün bir derece vardır ki; o, mâşûkluk durağıdır. Âleme bu mâşûkluk durağına dâir haber gelmemişti. Tebrîzli Şemseddîn zuhûr edip, Mevlânâ Celâleddîn’i âşıklık ve erenlik mertebesinden, bu zamana kadar duyulmamış olan, mâşûkluk mertebesine eriştirmiştir. Esâsen Mevlânâ, ezelde mâşûkluk denizinin incisiydi; her şey döner, aslına varır.”



Hatıra gelebilecek bir soru: Şems mi Mevlânâ’yı aradı; Mevlânâ mı Şems’i? Böyle bir soruya Sultân Veled; Mevlânâ’yı, Mûsâ Aleyhi’s-selâm’a; Şems’i de Hızır Aleyhi’s-selâm’a benzeterek, şu cevâbı verir:

“Mûsâ büyük peygamberlerden olduğu ve Kelîmullah rutbesine sâhip bulunduğu hâlde, Allah dostlarının isteklisi olmuş, Hızır’ı aramıştır. Mevlânâ da, o kadar üstünlüklere, güzel huylara, makamlara, kerâmetlere, nûrlara, sırlara sâhip olduğu ve zamanında, onun makamının eşi benzeri bulunmadığı hâlde, Tebrîzli Şems’i aramıştır.”



Evet, Şems, Mevlânâ’yı aradı; ama Mevlânâ da Şems’i.

Şems, Mevlânâ’ya âşık ve tâliptir; Mevlânâ da Şems’e âşık ve tâliptir. Çünkü âşık, aynı zamanda mâşûk; mâşûk aynı zamanda âşıktır. Mevlânâ der ki:

“Dilberler (gönlü alıp götürenler, ma’nevî güzeller), âşıkları, canla başla ararlar. Bütün mâşûklar, âşıklara avlanmışlardır.

Kimi âşık görürsen bil ki mâşûktur. Çünkü o âşık olmakla berâber mâşûk tarafından sevildiği cihetle mâşûktur da.

Susuzlar, âlemde su ararlar, fakat su da cihanda susuzları arar.”



Mevlânâ’nın Yanması, Şems’in Nûrlu Aynasında Gördüğü, Kendi Güzelliğinin Aşk Âteşiyledir:


Mevlânâ, ma’nevî yolculuğunu, olgunluğa ermesini; mahviyete (yokluğa) ulaşmasını şu sözünde toplamıştır:

“Hamdım, piştim; yandım.”



Mevlânâ’nın pişmesi, babası Sultânü’l-Ulemâ Bahâeddin Veled ile Seyyid Burhâneddîn-i Muhakkık-ı Tirmîzî’nin feyizli nefesleriyle; yanması da Şems’in nûrlu aynasında gördüğü kendi güzelliğinin aşk âteşiyledir.

Mevlânâ, Şems ile Konya’da buluştuğu zaman tamamiyle kemâle ermiş bir şahsiyetti. Şems, Mevlânâ’ya ayna oldu. Mevlânâ, Şems’in aynasında gördüğü kendi güzelliğine âşık oldu. Diğer bir ifâdeyle Mevlânâ, gönlündeki Allah aşkını Şems’de yaşattı.

Mevlânâ’nın, Şems’e karşı olan sevgisi, Allah’a olan aşkının miyârıdır (ölçüsüdür); çünkü Mevlânâ, Şems’te Allah cemâlinin parlak tecellîlerini görüyordu.

Mevlânâ açılmak üzere bir güldü, Şems ona bir nesîm oldu. Mevlânâ bir aşk şarâbı idi, Şems ona bir kadeh oldu. Mevlânâ zâten büyüktü, Şems onda bir gidiş, bir neşve değişikliği yaptı.

Şems ile Mevlânâ üzerine söz tükenmez. Son söz olarak Mevlânâ hayrânı hocam Ali Nihad Tarlan Bey’in şu cümlesini kaydedelim:

Şems, Mevlânâ’yı ateşledi; ama karşısında öyle bir volkan tutuştu ki, alevleri içinde kendi de yandı.

Şems-i Tebrîzî’nin Konya’dan ayrılışı:


Şems ile buluşan Mevlânâ, vaktini Şems’in sohbetine hasretmişti. Artık, Şems’in nûrlarına dalmış, bambaşka bir âleme gitmişti. Şems’in câzibesinde yana yana dönüyor, İlâhî aşkla kendinden geçerek Semâ ediyordu.

Sultân Veled’in ifâdesiyle “Hakk’ın gayreti” ansızın belirdi ve iki İlâhî dostun sohbet ve halvetlerindeki mukaddes sırrı idrâke âciz olanlar arasında, bir dedikodudur başladı. Diyorlardı ki:

“Bu adam (Şems) kim oluyor ki; Şeyhimizi, ırmağın bir saman çöpünü kapıp sürüklediği gibi kaptı da bizden ayırdı.

O ne biçim bir ırmaktı ki; öylesine bir dağı yerinden etti, bir saman çöpü gibi alıp götürdü.

Onu, bütün dünyâ halkından gizledi; hiç kimse yerinin, yurdunun nişânını bile bulamıyor.

Artık onun yüzünü göremiyoruz; önce olduğu gibi yanına varıp oturamıyoruz.

Bu adam büyücü olmalı ki; büyüyle afsunla Şeyhimizi (Mevlânâ’yı) kendisine bağladı.

Ne soyu belli, ne boyu; nereden, nereli olduğunu da bilmiyoruz.

Bütün halk va’zından mahrum kaldı; kutlu tâlihimiz, onun yüzünden uğursuzlaştı.”



Sems-i Tebrîzî’ye haset edenlerin hepsi, onu öldürmek niyetinde idiler. Arada bir, onu gördüler mi kılıç çekiyorlardı, hem de yüzüne karşı. Önünde, ardında ona söyleniyorlardı. Hepsi de, ne vakit şehirden gidecek; ya gider, ya kahırdan yok olur diyordu.

Neticede, Şems onların dedikodularından, davranışlarından incindi ve Mevlânâ’nın yakıcı niyazlarına, âşıkâne istirhamlarına rağmen, Konya’dan 14 Mart 1246 (21 Şevval 643 Perşembe)’da Şam’a gitti.

Şems-i Tebrîzî’nin Konya’ya Dönüşü:


Şems’in ayrılığından derin bir ıstıraba düşen Mevlânâ, manzûm olarak yazdığı güzel bir mektubu, Sultân Veled’in başkanlığındaki kafileyle Şam’a gönderdi.

Mevlânâ, Şems’e gönderdiği manzûm mektupta muhabbet ve hasretini şöyle dile getiriyordu:

“O Ezelî Hayy u Dânâ (ezelden beri diri olan, her şeyi bilen) ve Kâdir u Kayyûm (her şeye gücü yeten, kendisi ile ezelden ebede var olan, dâimâ tedbir ve tasarrufta bulunan) Allah’a yemîn ederim ki;

Onun nûru aşk mumlarını yaktı, uyandırdı da yüz binlerce sır açıldı bilindı.

Onun bir hükmüyle cihan, aşkla, âşıkla, hükmedenle, hükmedilenle dopdolu bir hâle geldi.

Tebrîzli Şems’in tılsımları (olağanüstü kuvvet ve tesiri) içinde onun görülüp duyulmadık şeylerinin hazîneleri gizlendi.

Âh! Siz seyahate çıktığınız andan îtibâren, mumun baldan ayrılması gibi ben de tatlılıktan, lezzetten uzak düştüm.

Bütün gece mum gibi muhabbetinizle yanıyorum. Baldan, tattan mahrum olarak ateşle beraberim.

Sizin cemâlinizin (güzel, nûrânî yüzünüzün) ayrılığından cismimiz harâbeye ve cânımız ise baykuşa döndü.

Artık dizgini bu tarafa çeviriniz. Dirlik filinin hortumunu büyütüp uzatınız.

Âh! Sensiz, senin huzûrun olmadan Semâ helâl değildir. Ayrılık anında çalgı eğlence şeytan gibi taşlanmıştır.

O şeref verici ve anlaşılan mektup gelinceye kadar sensiz bir gazel bile söylenmedi.

Sonra mektubunuzu aldım, neşemden Semâ ettim. Bu sevinçle beş, altı gazel yazdım.

Ey, Şam’ın, Ermen ülkesinin, bütün Anadolu diyarının, kendisiyle övündüğü ulu kişi!

Şam (aynı zamanda akşam), cemâlinizin doğarak parıldamasıyla ve saâdet sabâhının nûru ile aydınlansın.”



Sultân Veled kafilesiyle Şam’a vardı. Şems’i buldu ve babasının dâvet mektubunu, hediyelerle birlikte, samimi bir hürmetle ona arz etti. Şems:

“Muhammedî tavırlı ve ahlâklı Mevlânâ’nın arzusu kâfîdir. Onun sözünden ve işâretinden nasıl çıkılabilir.” diyerek, Mevlânâ’nın dâvetine icâbet etti ve 1247’de Sultân Veled’in kafilesiyle, Konya’ya döndü.

Şems-i Tebrîzî’nin Kayboluşu:


Şems’in Konya’ya geri gelmesine herkes sevindi. Mevlânâ da hasretin sıkıntılarından kurtuldu. Artık Şems’in şerefine ziyâfetler verildi; Semâ meclisleri tertip edildi. Fakat huzurla, muhabbetle, dostluk içinde geçen günler pek çok sürmedi; dedikodular ve can sıkıcı durumlar yeniden başladı.

Şems, o bahtsız dedikoducu topluluğun yine kinle dolduğunu, gönüllerinden sevginin gittiğini, akıllarının nefislerine esir olduğunu anladı ve kendisini ortadan kaldırmaya uğraştıklarını bildi; Sultân Veled’e dedi ki:

“Gördün ya, azgınlıkta yine birleştiler.

Doğru yolu göstermekte, bilginlikte, eşi olmayan Mevlânâ’nın huzûrundan beni ayırmak, uzaklaştırmak, sonra da sevinmek istiyorlar.

Bu sefer öylesine bir yere gideceğim ki, hiç kimse benim nerede olduğumu bilemeyecek.

Aramaktan herkes acze düşecek, kimse benden bir nişan bile bulamıyacak.

Böylece birçok yıllar geçecek de yine kimse izimin tozunu bile göremiyecek.”



Sultân Veled’e böyle yakınan Şems, 1247, 1248 tarihinde, Konya’dan ansızın kayboldu.

Şems-i Tebrîzî’nin kayboluşundan sonra Mevlânâ, herkesten onun haberini soruyordu. Kim onun hakkında, aslı esâsı olmayan bir haber bile verse ve Şems’i falan yerde gördüm dese, bu müjde için sarığını ve hırkasını vererek şükrânelerde bulunuyordu.

Bir gün, bir adam, Şems’i Şam’da gördüm, diye haber verdi. Mevlânâ buna, tarif edilemeyecek şekilde sevindi ve o adama, üstünde nesi varsa bağışladı. Dostlarından birisi, bu adamın verdiği haber yalandır, o Şems’i hiç görmemiştir dediğinde, Mevlânâ şu cevâbı vermiştir:

“Evet, onun verdiği bu yalan haber için üstümde neyim varsa verdim. Eğer, doğru haber verseydi, cânımı verirdim.”



Mevlânâ’nın eserlerinden, Sultân Veled’in İbtidâ-nâmesi’nden ve kırk yıl Mevlânâ’nın hizmetinde bulunan Sipehsâlâr’ın Menâkıb-ı Hudâvendigâr’ından öğrendiğimize göre Şems, Konya’dan ansızın gidip kaybolmuştur.

Eflâkî, Menâkıbü’l-Ârifîn’inde ve Câmî, Nefehâtü’l-Üns’ünde, Şems’in öldürüldüğünü, şehîd edildiğini kaydediyorlar. Sonraki yıllarda Şems’in şehâdetini kabul edenler de, diğer kaynakları tedkik etmeden, Eflâkî ve Câmî’nin rivâyetlerini esas alarak nakletmişlerdir.

Mevlânâ hayranlarından Midhat Bahârî Beytur diyor ki: Bizim yetiştiğimiz ve sohbetlerinden faydalandığımız Mevlevî âriflerinden Bahâriye Mevlevîhânesi şeyhi üstâdım, mürşidim Hüseyin Fahreddîn Dede, Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Celâleddîn Dede, Galata Mevlevîhânesi şeyhi Azmizâde Ahmed Dede, Üsküdar Mevlevîhânesi şeyhi Ahmed Remzi Dede, Mevlânâ’nın eserlerini ve Mevlevî tarihine iyi tedkik edenlerden Veled -İzbudak- Çelebi, Şems’in katline kâil değildir; kaybolduğu kanâatindedir. Bedîüzzaman Furûzânfer de Mevlânâ Celâleddîn adlı kitabında, Şems’in kaybolduğunu söylüyor.

Üzerine doktora çalışması yaptığım Seyyid Yûsuf Nesîb Dede’miz de Şems’in kaybolduğunu söylüyor. Şems’in kayboluşundaki nükteyi şöyle yorumlar:

“Nühüfte olmasınun aslı Şems-i dîn-i velînün

Ki cilvegâh olamaz âlem iki mihr-i münîre”



Konya’da Şems’e atfedilen Türbe, Şems-i Tebrîzî’nin kudsî hâtırasına hürmeten yapılmış bir kadirşinaslık âbidesidir. Bu makamı ziyâret vesilesiyle ziyâretçiler, Şems’i anmış ve mübârek rûhundan feyz almış olurlar. Bundan dolayı bu Türbe, Şems’in şehâdetini söyleyenler için de, kaybolduğunu söyleyenler için de mübârek bir ziyâretgâhtır.

Mevlânâ’nın, Şems’i Aramak İçin, Konya Dışına Çıkışları:


Mevlânâ, Şems’i çok aradı. Onun ayrılığıyla, gönülleri yakan, sızlatan, nice şiirler söyledi. Onu aramak için iki kere Şam’a gitti. Yine Şems’i bulamadı. Bu son iki seyâhatin tarihleri kesin olarak bilinmemekle beraber, büyük bir ihtimalle 1248, 1250 yılları arasında olduğu söylenebilir.

Sultân Veled’in ifadesiyle Mevlânâ, Şam’da sûret bakımından Şems-i Tebrîzî’yi bulamadı ama, ma’nâ yönünden onu, kendisinde buldu. Ay gibi kendi varlığında beliren Şems’i kendinde gördü ve dedi ki:

“Beden bakımından ondan ayrıyım ama, bedensiz ve cânsız ikimiz de bir nûruz.

Ey arayan kişi! İster onu gör, ister beni. Ben oyum, o da ben.”

 “Değil mi ki ben oyum, ne arıyorum? Onun tıpkısıyım, artık kendimden bahsedeyim.

Güzelliğini övdükçe överim; ama o güzellik, o lutuf bendim zâten.

Gerçekten kendimi arıyordum; üzüm şırası gibi küpün içinde kaynayıp coşuyorum.

Şıra bir başkası için coşup köpürmez, kendi güzelliğine uyar, onun için işe girişir.

Kendisinde gizli olan güzelliğin görünmesine gayret eder.”



Sultân Veled’in sözleri ile Eflâkî’den şu rivâyet, Mevlânâ ile Şems münâsebetin özetidir:

Malatyalı Şemseddîn şöyle anlatıyor:

“Bir gün Mevlânâ’nın refâkatinde, zamanın Cüneyd’i ve devrin Ma’rûf’u Çelebî Hüsâmeddîn’in bahçesinde idik. Mevlânâ da ayaklarını ırmağın suyuna sokmuş İlâhî bilgiler saçıyordu. Söz sırasında, Şems-i Tebrîzî’den bahsediyor; ona medhiyeler söylüyordu. Allah dostlarının makbûlü ve arkadaşların ileri gelenlerinden Müderrisoğlu Bedreddîn, Mevlânâ’nın, Şems’e olan medhiyelerini işitince bir âh çekti ve: “Çok yazık, çok yazık!” dedi. Mevlânâ:

Niçin yazık, neye yazık? Neye hayıflanıyorsun? diye sordu. Bedreddîn, utanarak ve tazimle, “Şems-i Tebrîzî’yi idrak edemediğimden ve onun nûrlarla dolu huzûrundan faydalanamadığımdan hayıflanıyorum. Âh u vâhımın sebebi budur.” dedi. Mevlânâ bir an susup hiçbir şey söylemedi, sonra:

 “Eğer Şemseddîn Tebrîzî’ye ulaşamadınsa, babamın mukaddes rûhuna yemîn ederim ki, saçının her telinde yüz bin Şems-i Tebrîzî asılı bulunan ve onun sırrının sırrını idrakte Şems-i Tebrîzî’nin bile şaşakaldığı birine ulaştın.” dedi ve:

“Şâh ve dilber olan Şems-i Tebrîzî, bütün şâhlığı ile bizim cânımızın muhâfızı idi.” Buyurdu. Arkadaşlar Semâ’a başladılar. Mevlânâ da şu mısraları ihtivâ eden gazelini okuyordu:

“Sultân benim, gül bahçesinin cânı benim. Benim gibi bir şâhın huzûrunda bulunduğun hâlde şunu bunu nasıl anıyorsun?”



Makâlât:


Şems’in eseri olan kitap vardır ki; adı Makâlât’tır. Bu Makâlât kitabı, Şems-i Tebrîzî’nin muhtelif toplantılardaki sohbetlerinden; Mevlânâ ile konuşurken aralarında geçen bahislerden; müridler ve inkârcılar tarafından sorulan suallere verdiği cevaplardan derlenmiş bir eserdir. Kitaptaki cümle ve pasajların eksik ve dağınık olması da gösteriyor ki, bu eseri Şems’in kendisi kaleme almamıştır.

Fürûzanfer, bu eserin edebî kıymetini belirtirken:

“İbârelerin inceliği, gönül çekiciliği, sözlerin güzelliği bakımından Makâlât kitabının önemi büyük olup Fars dili ve edebiyatının büyük hazînelerinden birini teşkil eder. Eğer Şems’in sözlerini not edenlerin noksanlarından ötürü, Makâlât’ın bâzı kısımlarının eksikliği, irtibatsızlığı olmasaydı bu eser, sûfiyâne yazılmış nesirlerin en güzellerinden biri sayılırdı.”  der.

Şeyh Gâlib Dedemiz’in Dilinden, Şems ü Mevlânâ


“Gürûh-ı evliyânın ekmelidir Şems ü Mevlânâ

Misâl-i mihr ü subh-ı müncelîdir Şems ü Mevlânâ

Şeh-i aşkun iki kudret elidir Şems ü Mevlânâ

Sıfât u zâta burhân-ı celîdür Şems ü Mevlânâ

Hemân ayn-ı Muhammedle Alî’dür Şems ü Mevlânâ



Ruh-ı aşka iki mihrâb-ı ebrûu-yı ibâdetdir

Görünmüş birbirinden rû-be-rû mir’ât-ı hayretdir

Biri nûr-ı hakîkat biri erkân-ı tarîkatdir

Cihân-ı gaybe mihr ü mâh-ı gerdûn-ı celâletdir

Hemân ayn-ı Muhammedle Alî’dür Şems ü Mevlânâ



Dil-i erbâb-ı dilde sırrıdır İslâm ü îmânın

Muhakkak sûret-i ideyndir belki cedîdânın

İki ser-çeşme-i âb-ı hayâtdır dil ü cânun

Me’âl-i matlabidür güft ü gûy-ı Hızr u Mûsâ’nun

Hemân ayn-ı Muhammedle Alî’dür Şems ü Mevlânâ



İki sultân-ı ma’nâ birbiriyle ittifâk etmiş

Dönüp bir Zülfekâre tâkat-ı şemşîri tâk etmiş

Mükerrer çün ezân fermânları şirke yasak etmiş

Biri küfri sürmüş ol biri nefy-i nifâk etmiş

Hemân ayn-ı Muhammedle Alî’dür Şems ü Mevlânâ



Mecaz ammâ ki tahkîka yakîn ta’birdir bu söz

Cemâliyle Celâlin Mushaf-ı tefsirdir bu söz

Bırak isbât ü nefyi vahdet-i takrîrdir bu söz

Gönülden kat‘-ı inkâre dedim şemşîrdir bu söz

Hemân ayn-ı Muhammedle Alî’dür Şems ü Mevlânâ



Revân-ı şâd ola Râmiz Beğin Gâlib bu mısrâdan

Fünûn-terdir hakîkat ehline bin hüsn-i matladan

Olur tevhîd rûşen bu muammâ-yı mülemmâdan

Cudâlık hiç seçilmez ol iki nûr-ı müşa’şadan

Hemân ayn-ı Muhammedle Alî’dür Şems ü Mevlânâ”
Hz Şems ve Mevlâna
 ONK. DR. HALUK NURBAKİ
Hz Mevlâna hayatının ilk döneminde mânâ bilimleri açılmadan evvel ilim, ahlâk, İslâmî ibadetlere saygı zerâfeti bakımından dört dörtlüktü. Maddî hiç bir problemi yoktu. O halinde çok büyük insandı. İbadeti, ahlâkı, ilmi olan insan elbette büyük insandır.
Ama, Allah’ın asıl görmek istediği şey, Hz Mevlâna’nın mânâ sahnesindeki patlamasıdır. Bu mânâ sahnesine adım atabilmesi, velâyetin başlayabilmesi için bir nokta vardı, o noktanın açılması lazımdı. Nedir o nokta?..”Bir insanın maddeden mânâya geçişi nasıl olur?… Hangi hadiselerle olur?… diye soran meraklılara cevap olarak; BUNUN BAŞ FORMÜLÜ NAZAR’DIR. Bir başka velînin Cenab-ı Hakk tarafından tayin edilmiş bir kimseye nazar etmesi, mânâ âlemine geçmesini sağlar…
Hz Şems’in hocası yetiştirdiği her birisi mükemmel mânâ talebesi olan müridlerine “Diyâr-ı Rum’da Celâlettin isminde bir zatın irşad edilmesi murad edildi. “Hanginiz talipsiniz?” dedi… Hz Şems sağ elini kalbinin üzerine koyarak, boynunu sola doğru eğerek sustu, talibim kelimesini bile söylemedi. Hocası, “sen anladın, bu işin sonunda başını vermek var” dedi.
Şems, Hz Mevlâna’nın Şam’da ders verdiğini öğrenerek Şam’a gitti. O sırada da Hz Mevlâna’nın hocası “Senin artık hadis sahasında öğreneceğin hiçbir şey kalmadı” diyordu. Hz Mevlâna atıyla şehrin dışında giderken, başı koyu renk bir örtüyle örtülmüş esmer bir adam Mevlâna’nın önünde durarak, “Sen her şeyi biliyormuşsun, öyle ise benim de kim olduğu bil” dedi ve çekti gitti. Hz Mevlâna dondu kaldı. “Ben, bana öğretilen şeyleri biliyorum, bir insanın kim olduğunu nasıl bilebilirim” diye düşündü.
Hz Şems, ilk mesajını vermişti. “Mânâ âlemine geçersen her şeyi bilirsin” demek istemişti.
İki sene sonra Hz Şems Konya’ya geldi ve artık Hz Mevlâna’yı irşad etmek için fiiliyata başladı. Bu ihda dediğimiz yaratılışın kuvveden fiile çıkma safhasıydI. Hz Şems mükemmel bir mürşiddi, hiç bir hata olmasın istiyordu. Bunu maddî bir ameliyata benzetirsek, nerdeyse iğnenin girdiği yer bile acımasın istiyordu.
Konya’da misafir olduğu handa Hz Mevlâna’yı tanıyanlara, nelerden hoşlanıp hoşlanmadığını sordu. Onlar da “kibar, temiz düzgün giyimli insanlardan hoşlanır” dediler.
Hz Şems en eski elbiselerini giydi, biraz da toza-toprağa bulandı. Ama Hz Şems KONYA’DA MÂNEVÎ BİR HAVA BULAMAMIŞ OLMAKTAN DOLAYI RAHATSIZDI. Konya Selçuklu Devletinin başkenti idi. Hiç kimse ibadetinden sarf-ı nazar değildi, hiç kimse haram işleyemezdi. İslâm disiplini vardı ama ŞEMS’İN ARADIĞI MÂNÂ RAKSI YOKTU.
O sırada dul bir kadın kendisine İNFAK edilen bir ciğeri Şems’in kaldığı hanın yanındaki fırıncıya kızarttırmak istedi. Fırıncı para istedi, kadın ise “param yok, bu ciğer de zaten İNFAK olarak verildi bana, öksüzlerime var onlara götüreceğim” diyerek ciğeri kızartmasını söyledi tekrar.. Fırıncı “ben de odun yakıyorum, para vermeden olmaz” dedi. O zaman Şems hüzünlendi, kadının elinden ciğeri alarak kalbinin üzerine koydu ve cızır cızır dumanları tüttürerek ciğerin iki tarafını da kızarttı. O kızartmadan çıkan bir mânevî rayiha vardı ki KONYA’NIN ATMOSFERİNE MÂNÂ KARIŞMIŞ OLDU. Şems buna çok sevindi.
İşte, mânâ dediğimiz olay, şeriatın aslıdır. KONYA HALKI İBADETİNİ YAPIYOR, NAMAZINI KILIYOR, ZEKATINI VERİYORDU AMA İNFAK YOKTU… ONUN İÇİN O ATMOSFERDE BİR MÂNEVÎ İLKAH YAPILAMIYORDU. MÂNÂNIN ÖZÜNDEKİ HİKMETİN BİRİSİ BUDUR.
Ertesi gün toza toprağa bulanmış kıyafetiyle Hz Mevlâna’nın evine döneceği yola çıktı. Karşılaştıklarında, Hz Mevlâna’nın atının geminden tutarak, Şems bir nazar attı.
Hz Mevlâna o anda bütün dünyasının yeniden yapılandığını hissetti. Şems’in bu bakışı “Ben kimim” dediği zamanki bakışı değildi. Hz Şems’in en büyük hususiyetlerinden birisi nazarının âşikar oluşudur.
Hz Şems, Hz Mevlâna’ya “söyle bakalım Bâyezid Bestâmi mi daha büyük, Peygamber mi büyük?” diye sordu. Böyle bir soruyu sıradan bir adam soramaz, Bâyezid Bestâmi bir İslam Velîsi, Peygamber ile nasıl kıyas edilir? diyerek, Hz Mevlâna derhal attan indi, ve “elbette bu tartışılmaz. Bâyezid “bana daha çok ver ya Rabbi derken Resulullah ise aman ya Rabbi ben seni hakkıyla bilemedim ben seni anlatamam senin tanıdığın gibi sana hamd ediyorum derdi, tabii Bâyezid bir bardak su gördü, Resulullah deryanın içindeydi” dedi. Bu izah Şems’in çok hoşuna gitti. Ama Hz Mevlâna Bâyezid’i Resulullah’in ayakları dibinde secde ederken gördü ve zaman diliminden atlayarak mânâya geçmekle neler olacağının farkına vardı. Hz Şems’e “misafirim olun” diyerek davet etti. Hz Şems “Sen benim kahrımı çekemezsin” diye cevap verdi. “Olsun elimizden geleni yaparız” diyerek, aldı evinin baş köşesine misafir etti.
Bir gün, Hz Şems, Hz Mevlâna’ya “bir testi şarap getir” dedi. Hz Mevlâna “hayhay” diyerek bir Rum meyhanesine gitti. Bir testi şarap istedi. Şarabı aldı cübbesinin kollarının arasına koydu, tam çarşının ortasında testi düştü kırıldı.
O an Hz Mevlâna’nın geçirdiği NEFS FIRTINASINI hesap etmek çok güç… Hadis hocası ve rektör olan bir kişinin şarap testisi taşıması anlaşılamaz… Bütün halk koşup geldiğinde yere dökülen şarap gülsuyuna dönüşmüştü. Bütün çarşı gülsuyu kokuyordu… Hz Mevlâna bir şarap daha almak için şarapçıya gittiğinde şarapçı elini ayağını öperek, kelime-i şahadet getirerek, “Sultanım senden sonra dükkanımdaki bütün şarap küpleri gülsuyu oldu” dedi ve müslüman oldu. Hz Mevlâna büyük bir coşkuyla Hz Şems’in yanına gitti.
Velîler Kur’an emirlerinin önceliklerinde veya sırasında bize yardımcı olurlar mı diye sorarsak; diyelim ki bir insan bir velînin yanına gidip namaza dair bir şey sorar, halbuki Velî biliyordur ki henüz iman-ı kemal etmemiş. “Sen şu namaz işini bir kenara bırak da EVVELA İMANINI TAMAMLA” diyebilir. Bu Kur’an emirlerine tekaddüm değildir. İSLÂMİYETİN ÇEKTİĞİ EZİKLİK İMÂNI BIRAKIP DA İBÂDET KALIBINDA KALMASIDIR. Ne İBADET TERKEDİLEBİLİR, NE İMAN TERKEDİLEBİR. HİÇBİR VELÎ İBADETLERDEN TÂVİZ VEREMEZ. Eski bir şairin güzel bir sözü vardır “Şeriattan kim ki bir taş kaldıra başını oraya koya” der. Sen git üç rekat namaz kıl diyemez. Çünkü Velîlik demek Kur’an’a daha çok âşık olmak demektir.
Zahiri görüntülere verilen önem bakımından mânâ ilimleriyle kelam arasında bir yaklaşım tarzı farklılığı olmaması lazım ama yapanlar var. Bazı kimseler tasavvuf biliyoruz diye kelam ilimlerine soğuk bakmışlardır. Bu tamamen cahilliklerindendir. Kelam ilmi olmadan tasavvuf anlaşılamaz. Bugün kendilerini mürşid sayan bazı kişiler Kur’an’ın mânâsını bilmiyor. Tamamını bilmeyebilir ama bir bütün olarak kavramak şarttır. Yoksa nasıl ders verebilir?
Klâsik tarih bilgimiz içinde, Hz Mevlâna ile Hz Şems’in buluşması çok çeşitli şekilde tanımlanmıştır, ama mânâ ilimleri açısından önemi fevkalâde büyüktür. Çünkü, Hz Şems’in mânâya ait bir ışığı, Hz Mevlâna’nın gönlüne yansıtması alenî olmuş bir olaydır.
Tasavvuf tarihinde pek çok velî birbirlerine bu ışığı yansıtmışlardır. Fakat bunları hangi anda nasıl yaptıklarını, hangi imtihan perdeleri içersinde seyrettirdiklerini bilemeyiz. Halbukü Hz Mevlâna ve Şems olayı’nda alenî, herkesin gözü önünde olmuştur. Mânâ ışığı bir insana nasıl yansıtılır ve onun gönlünün önündeki mânâyı gölgeleyen perde, nasıl kalkar? Bu aleni olmuştur. Onun için fevkalâde önemlidir tasavvuf tarihi bakımından.
Aleniyetin özünde yatan hikmet de, İlâhî sırların herhangi bir çevre putu olmamasıdır. Yani diğer insanlar bunun gibi görürse görür, çünkü bu bir İlâhî emirdir.
Mevlâna hazretleri, Hz Şems’e bir gün;
-Sultanım, pek çok yerlere uğradın, orada irşâd edecek insanlar bulamadın mı ki buraya kadar zahmet ettin? mânâsına gelen bir soru sorar. Hz Şems’in o zaman yaptığı espri çok güzeldir. Bu zarif, hikmetli bir tasavvuf esprisidir ve pek çok hakikatı olan bir espridir. Hz Şems;
- GİTTİĞİM YERLERDE HEP HÂŞÂ ALLAH’LIK DÂVÂSINDA OLANLARA RASTLADIM. HİÇ “KUL” OLANA RASTLAMADIM, İLK DEFA KUL’A RASTLIYORUM, O DA SENSİN, demiş.
Bunun anlamı nedir? Herkes tasavvuf yapıyorum, tarikat yapıyorum, yahut dindarım diye kendisini ilâhlaştırmış. Her şeyi ben biliyorum, ben yapıyorum, ben, ben, ben… Hz Şems; BU BENLER VAR YA, İŞTE GÖNLÜN ÖNÜNDE, PARÇALANMASI LAZIM GELEN PUTLARDIR BUNLAR. BUNLARIN AZ SAYIDA OLMASI, ANCAK BİR KULA NASİPTİR Kİ, “SEN BÖYLE BİR KULDUN, ONUN İÇİN SENİ TERCİH ETTİM” diyor. Yine bu meâlde Hz Şems’in çok güzel bir sözü vardır; “Biz kıyamete kadar Mevlâna’nın yüzde biri kadar kabiliyetli bir kul bulursak mutlaka teşrif eder, kendisini irşad ederiz.” diyor…
Onun için ilk buluşmanın hikmeti, sırrı, İlâhi emânetin, gönül cereyanının aktarılması tasarrufudur. Onun içinde çok kıymetlidir. O ânın yaşanması, o ânın içerisinde bulunanlar ve o ânı tekrar tekrar yaşayan pek çok dervişler vardır.
Hz Şems, Mevlâna’yı GERÇEK KULLUĞA GÖTÜRMEK İSTİYORDU. GERÇEK KULLUK KENDİ İFADELERİNDE DE SÖYLEDİKLERİ GİBİ KENDİ GÖNLÜNDE NEFSİN BÜTÜN SİLÜETLERİNİ KALDIRIP CENÂB-I HAKK’A HÂZIR HÂLE GETİRMEKTİR. Bunu gönlü takîy etme, nakîy etme işi diye kabul ediyoruz. İşte bu eğitimi verdi ve Hz Şems’in Mevlâna ile sohbetlerindeki ilk dönem esas nokta bu eğitimi vermesidir.
Bu eğitimi verirken Hz Mevlâna’nın o gün için dünya tutkusu sayılabilecek olan iki önemli hâdise vardı… Bunları kaldırdı… MEVLEVÎ TARİHİ OKUNURKEN BUNLAR GÖZDEN KAÇIYOR. BUNLARDAN BİR TANESİ; MEVLÂNA’NIN HOCALIĞI İDİ. Yani Üniversitede ders verme, bunu da âlemi İslâm adına yapma göreviydi. Ama bu da nefse ait bir tutkuydu aslında. Nefsin tamamen tezkiye olması lazımdı. Birinci perde de onu kaldırdı. Hz Mevlâna’nın etrafında teşekkül eden dünya sınırlarını bir alev makinasıyla yakıyordu Hz Şems…
İKİNCİ ÖNEMLİ HADİSE DE, Hz Mevlâna’nın evinde çok zarif bir havuz ve havuzun başında bir gül bahçesi vardır. Burada da kütüphanesi vardı. Kütüphanesi yarı döner vaziyetteydi. Akşamları odasına doğru, gündüzleri ise bahçeye doğru dönüyordu. Bu kütüphanede, sekiz yüzsene evveline kadar gelmiş geçmiş İslâm dünyasına ait bütün kıymetli eserler vardı. Hz Mevlâna’nın âlim yanını nazara aldığımız zaman, bunların hepsini okumuştu.
Hz Şems, “Sen bunlarla mı meşguldün” diye sorunca “evet” cevabını aldı. Hz Şems kütüphaneyi bir anda eliyle tuttuğu gibi havuza attı. Bu da Mevlâna’nın bir başka dünya tutkusuydu. Onların bir tanesi bile feda edilebilinecek kitaplardan değildi. Hz Mevlâna’ya hafif bir mahzunluk çökünce “Niye üzüldün?..” dedi. “Sizin emirleriniz benim için üzüntü vesilesi olamaz. Feriddüddin’in bana imzaladığı bir kitap da vardı içlerinde” dedi… (Feridüddin Attar’ın çok önemli meşhur bir eseri Pendnâme) “O imzalı olduğu için bir hâtıra kıymeti taşıyordu” dedi Bunun üzerine de “Peki onu verelim o zaman” dedi ve elini havuza atarak PENDNÂME’Yİ çıkardı verdi…
ONDAN SONRA MEVLÂNA HAYRETLE ARTIK MESAJLARIN SATIRLARDA DEĞİL, SADIRLARDA, GÖNÜLLERDE OLDUĞUNU SEZMEYE BAŞLADI…
Çünkü, Mevlâna daha düşünmeden Şems anlatıyordu. Hz Mevlâna, “Acaba şu konuyu bir sohbet konusu yapsak mı?” diye düşündüğü zaman, Şems anlatıyordu ve anlattığını Hz Mevlâna ezberliyordu. Acayip bir şey!.. Çünkü Şems, gönülden gönüle eğitime başlamıştı. Hz Mevlâna bir beytinde, (Mecalis-i Seb’a yahutta Divan-ı Kebir’de olsa gerek) “Hani diyor,”bir gün âlemleri seyretmek, Cenâb-ı Hakk’ın hikmetlerini öğrenmek için, senden niyazda bulunmuştum da birdenbire timsah oluvermiştik. Timsahın gözlerinden deryaları seyrettirmiştin bana. Ben de hayretler içerisinde kalmıştım. Çünkü timsahın gözünde deryanın bir bardak su kadar küçüldüğünü bilmiyordum” diyor…
Şimdi bu ne demektir biliyor musunuz?.. Cenâb-ı Hakk’a yakınlık için, Cenâb-ı Hakk’ın her yerde hâzır ve nâzır olan kudretini herhangi bir eşyanın bir noktasından seyredebilmektedir. Bunu da Allah’a yaklaştığımız zaman seyretmek, sezmek zorundasınız. Bu büyük mârifeti öğretiyordu Hz Şems.
Nitekim, aynı sistem içerisinde eğitim devam ederken hiç Üniversiteye gidemediği, kitaplarına da uzak kaldığı sırada, bir gün nasıl olduysa misafirleri okula geldi ziyarete. “Ne oluyor acaba?.. Mevlâna niye yok” diye merak etmişlerdi. Misafirlerle birlikte iken bir konu açıldı ve bir hâdis üzerinde tartışmaya başladılar. (Birisi dedi ki, O hadîs şu cümle ile ifade edilmiş, diğeri, şu hadîs kitabında var ama, ben daha çok başka bir hadîs kitabındaki şu cümlesine daha çok inanırım.) Hz Mevlâna’ya, “Üstad sen ne buyurursun?… Sen hadîs’in ustasısın… Mevlâna daraldı, cevap veremeyecek bir pozisyondaydı. Acaba bu cümlelerin hangisi doğru diye düşünürken, gayr-i ihtiyarî yanında oturan Hz Şems’e baktı. Hz Şems diz çökmüş oturuyordu.
- Bana ne bakıyorsun, git kendisine sor” dedi. Bir anda Asr-ı Saadet açıldı ve orada Efendimizi hadîs-i söylerken seyretti. Daha sonra da dedi ki “Doğrusu budur”. İşte Hz Şems, böyle bir dünyanın eğitimini yaptırıyordu.
Hz Şems ile Mevlâna arasındaki dostluğun, aşk kelimesiyle ifade edilen bir sevdanın boyutlarını, bugünkü insanoğlu, bağırsaklarından kurtulamamış, bağırsaklarını kendi boynuna takıp da kendi kendini idam etmiş olan insanoğlu nasıl anlayacak?… Nasıl bir yaşamdır bu?… ALLAH’ı terennüm eden, ALLAH’ı konuşan, ALLAH’ı yaşayan bir birliği yaşıyorlar. Bunun içersinde şu ders de böyle miydi, şöyle miydi, yahutta niye bu kadar samimi ve dayanılmaz arzu vardı diye aptal aptal bakmak mümkün değil!… ALLAH LEZZETİNİ ALMAMIŞ İNSANLAR NE DÜŞÜNÜRSE DÜŞÜNSÜNLER. O İKİSİ ALLAH SOHBETİNİN LEZZETİNİ ALIYORDU. İNSANLARIN NE DÜŞÜNDÜĞÜ ÖNEMLİ DEĞİL Kİ!…
Hz Şems’in Konya’dan ilk ayrılışındaki hikmetine bakarsak; her ikisinin arasındaki sohbetler, kulluktan İlâhî rakslara geçen o akıl almaz titreşimler meydana gelirken, demek ki Hz Şems’in, Mevlâna’ya, kendi plânında bir istirahat vermesi lâzımdı. Yani bu sevdalaşma operasyonuna gönlünün yahut zihninin İLERDEKİ VAZİFELERİ AÇISINDAN dayanmasında bir zorlama olduğunu sezdi. Hiçbir şey yokken: “BİZE YOL GÖRÜNDÜ, MURÂD-I İLÂHÎ BİZİM ŞAM’A GİTMEMİZİ İSTİYOR” dedi… Şam’a gitti. Hz Mevlâna ağladı, yüreğini parçaladı. Artık dünyaya nasıl dönecek, o insanlarla nasıl görüşecek, Cenâb-ı Hakk’ın bütün boyutlarındaki ışığını seyretmiş bir insan, sıkıştığı zaman Resulullah’ın devrine intikâl edebilen zaman ötesi tasarrufa ermiş bir insan, tekrar insanlarla bir araya gelecek de, “Ahmet şöyle dedi, Mehmet böyle dedi diye bunları nasıl konuşacak”. Hz Mevlâna tahammülü imkânsız öyle bir yalnızlığa itildi ki, bir çok kasidelerinde, rubailerinde o devrin yalnızlığını, isyanlarını, acısını dünyaya nasıl dönüş yapacağının zorluğunu anlatır…
Bu sırada içine bir ferahlık geldi, sanki Hz Şems’in ambargosu kalkmış gibiydi. Gönlünde yeniden gelmesine ait bir ümit ışığı belirdi. Oğlu Sultan Veled’e dedi ki, “git Hz Şems’i getir”..
Çok enteresan bir tablo halinde gelişti Hz Şems’i getirme olayı. Şam ile Konya arası gitmek bir buçuk ay sürüyor. Atına atladı ve Şam’a gitti, Hz Şems’i herkese sordu, böyle bir derviş tanıyor musunuz diye araştırdı… Falan yerdeki kahvede satranç oynar, gidip orada bulabilirsin dediler. Hz Şems’in yanına geldiğinde hasırda oturmuş, bir rahle üzerinde satranç oynuyorlardı. Hasırın kenarına gelince ayakkabılar çıkarılır, hasıra öyle oturulurdu.
Sultan Veled şehzade olduğu için, tıpkı babası Hz Mevlâna gibi çok şık kıyafetlerle kahveye gelmişti. O havanın atmosferinde çok yabancı kaldı. Bir şehzade geliyor, ayakta duruyor, babası gibi elini kalbinin üzerine koyup, başını sol omzuna doğru eğiyor Sultan Veled ve niye geldin sözüne bir cevap olsun diye, Hz Şems’in ayakkabılarını alıyor, Konya’ya doğru çeviriyor. Bu o kadar nazik bir hâdisedir ki… Babam bekliyor diyemiyor… Bu nezaket-i Muhammedî’ye ters düşer, çünkü Şems bir gönül sultanıdır, ona bir şey söylemeye lüzum yoktur, anlamıştır konuyu. Ama bir jest yapması lâzım, bunun için ayakkabılarını alıyor, Konya’ya doğru çeviriyor…
Karşısındakini kumar oynayan, onu sıradan bir adam gibi gören Yahudi şoka giriyor. Çünkü Yahudi’nin en büyük tutkusu servet ve gösteriştir. Bir şehzadenin gelip de Hz Şems’e bu şekilde itibar gösterdiğini görünce çok şaşırıyor. O şokun tesiriyle bir nazar ediyor. Yahudi o anda yere düşüyor, elini ayağını öpüyor, Kelime-i Şehadet getiriyor.
Hz Şems: “Eğer Sultan Veled gelmeseydi, senle daha çok satranç oynardık biz” diyor… “Çünkü kalbindeki put’u yıkmakta zorlanıyordum, ama bir şehzade gelip de bana itibar edince, gönlündeki bütün putlar yıkılıverdi bana karşı” diyor… O geliş anı bile bir başka insanın kurtulması için vesile olarak kullanılmış Hz Şems tarafından…
Hz Mevlâna’nın Hz Şems’in gelişiyle o müthiş olayla ilgili o kadar güzel şiirleri var ki, Şems’in gelişi, başlı başına bir edebiyat, edebiyat değil bir duygu: “O geliyor, o geliyor… Gül kokusu geliyor, bahar geliyor” diye öyle müthiş bir şiiri var ki… Bu sevginin müziğidir… Mevlâna’nın müziğe olan ilgisi, rağbetidir.
Hz Şems’in Konya’ya ikinci gelişinden sonra meydana gelen değişimler daha çok Hz Mevlâna’ya gelecekti Mevlâna’yı hazırlamak devri diye kabul edilir. Yani, Hz Şems’in yaptığı birinci operasyondaki hâdise: bizzat Mevlâna’nın gönlünde aşk ateşini alevlendirmek ve bütün dünyadan tecrit etmek, mekânları, zamanları, zaman ötesini tanıtmak devridir.
İkinci kez geldiği zaman hazırladığı operasyon ise; Hz Mevlâna’yı geleceğin Mevlâna’sı olarak yetiştirmek, yani insanların gönlüne mesajlar verebilen bir Mevlâna yetiştirmektir. Bu sebeple ikini gelişinde sohbetleri daha çok Hz Mevlâna’nın Hz Şems’den sonra yazacağı Divan-ı Kebir, Mecâli- Seb’a, Mesnevi gibi eserlerinin temel hikmetlerini ona lütfetmiştir, daha önemlisi bu devre içerisinde Şems Hazretleri Mevlâna’nın gönlünde yanan o aşk ateşinin ışığı altında mânâ ehli olmanın, hakiki, gerçek mü’min olmanın hikmetlerini anlatmıştır.
Hz Şems’in yemesi, içmesi, oturması, kalkması hayret uyandıran birşeydi. Ne zaman yer, ne zaman içer bilinmezdi. Bir bakarsınız az, bir bakarsınız sırf Hz Mevlâna’nın hatırı için yerdi.
Nihayet bir gün, gül bahçesinde sohbet ederlerken, Hz Mevlâna’nın gönlünde Hz Şems’i Konya’ya bağlamak için, burada evlense kalsa gibi bir temayülün uyandığı sırada, Kimyâ Hâtun’a bakarak teşekkür eder, o anda Kimyâ Hâtun bayılır, içeriye götürürler. Hz Şems, Hz Mevlâna’ya “İstediği oldu, kızcağızı zorla bize bağladın” der… Madem ki sen bunu böyle istiyorsun, bizim için bir nazar meselesidir bu.
Nitekim, Kimyâ Hâtunla, Hz Şems evlenirler, Kimyâ Hâtun’un, Hz Şems’in ağırlığını kaldıracak bir yapısı olmamakla beraber, daha evvelden bir saray terbiyesiyle yetişmiş Mevlâna’dan eğitim görmüş bir kimse olarak, bir müddet bu yüke dayanır ama, bir seneyi bulmayan bir zaman içerisinde dünyasını değiştirir Kimyâ Hâtun.
Hz Şems, Kimyâ Hâtun’un dünyasını değişme hâdisesiyle Mevlâna’ya, gösterdi ki, “Bizim bir yere bağlılığımız öyle senin düşündüğün gibi hâdiselerle mümkün değildir” şeklinde bir yorumu, reçeteyi de vermiş oldu aynı zamanda.
Bundan sonraki safhada, geçen günler içerisinde, Hz Şems enteresan bir teşebbüse geçer. Mevlâna’ya, “Ben Sultan Veled’i bir tarîkat kurma konusunda eğiteceğim” der ve (Mevlevîlik Tarîkatı aslında Sultan Veled tarafından kurulmuş, Hz Şems dersleridir) Sultan Veled her yatsı namazından sonra gelip, Hz Şems’in huzuruna diz çöktükten sonra, (Hz Şems tenbih etmiştir: Sakın bir şey sorma gönlüne al ne istiyorsan diye) gönlünde hangi bahsi, hangi bölümü murad etmişse, Hz Şems onu bir saat kadar anlatır, sonra da git, istirahat et, derdi. Sonra Mevlâna Hazretleri gelir, sohbetlerine başlarlar… bir tarz MEVLEVÎLİK dediğimiz tasavvuf edebiyatında, ilimlerinde fevkalâde kıymetli olan bir dökümantasyon çıkar meydana.
Tabii her şeyi anlatmak mümkün değil… Bizim amacımız Hz Mevlâna’yı (bir teşehhüd miktarı derlerdi eskiden) bir görüntü olarak gösterip çekmektir. Çünkü, diğer velîlerimizin de hikmetlerini nakletmek isiyoruz. Bütün teferruatıyla ayrıntılı bilgi vermem çok zor, ancak şunu söyleyeyim ki, bir tarîkatın, bir mânevi yolun temel bir takım “AHLÂK-I MUHAMMEDÎ YOLLARI VARDIR Kİ, BU YOLLAR FEDAKÂRLIK, HOŞGÖRÜ, MERHAMET, SEVGİ, İNFAK GİBİ KAÇINILMAZ, EFENDİMİZ’E (SAV) AİT MEZİYETLERLE DONANMASI GEREKİR.
Hz Şems, Sultan Veled’e verdiği derslerin en önemli ayrıcalığı budur. YALNIZ AHLÂK ÖĞRETMİŞTİR. Şimdi herkes sanır ki, Mevlevîlik tarîki içerisinde bir takım formüller, formalitesi ehemmiyetli sanır. Bunlar o kadar dışta kalmış şeylerdir ki… Hz Şems’in öğrettiği, insan ahlâkıdır Sultan Veled’e… Bu ahlâkın içerisinde merhametin, sabrın, hoşgörünün ve insanlara güzel bakmanın tarzı öğretilmiştir. Tabiî bu öğretim sırasındaki HER DİNLEYEN İÇİN için bir soru vardır. Hz Şems Kur’an’ın yorumunu intikâl ettirirken, sevdiği insanlara bir tarz, vaaz ve hikmetler verirken bunların içersindeki kaynağın özündeki sırları çıkarıp sunması mümkün değildir, bu böyledir diye ifade eder.
Nitekim, Hz Mevlâna’ya bir gün: (Şems’ten bir kaç yıl sonra) “Böyle kendini parçalıyorsun, harap ediyorsun, onun gaybubetiyle ama BİZ SANA BİR SORU SORMAK İSTİYORUZ, MÜSAADE EDERSEN” dediler…
“SEN ŞEMS GELMEDEN EVVEL KİMSENİN ŞÜPHESİ OLMAYACAĞI DÖRT DÖRTLÜK BİR MÜ’MİNDİN, HOCAYDIN, ÖĞRETMENTDİN, MÜDERRİSTİN, -O ZAMANKİ- SELÇUK ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜYDÜN… (NE ÖĞRENDİN O’NDAN ANLAMINA GETİRİYORLAR) SEN HER ŞEYİ BİLİYORDUN, SANA ÜSTELİK ŞAM’DAKİ HOCAN SÖYLEMEDİ Mİ “SENİN BİLEMEYECEĞİN BİRŞEY KALMADI” DİYE…
Hz Mevlâna,”evet doğrusunuz, doğru söylüyorsunuz” diyor…
- PEKİ SENİN İBADETLERİNDE BİR EKSİKLİK VAR MIYDI?… diyorlar. Mevlâna,
- Hayır diye cevap veriyor.
- PEKİ SEN ŞEMS’TEN NE ÖĞRENDİN Kİ BÖYLE PERİŞANSIN, ŞU HALİNE BAK, DEDİLER…
Mevlâna’nın Hz Şems’in son gaybubetinden sonraki tablosu bembeyaz bir çehre idi. Aşıkların rengi sarı olur, renkleri beyaz bir çehre ile, bitmiş tükenmiş manzarasındaydı. İşte onun hikmet-i sebebini sordular,
O ZAMAN HZ MEVLÂNA’NIN MÂNÂ İLİMLERİ VE TASAVVUFUN ÖZÜNE AİT MÜTHİŞ BİR AÇIKLAMASI OLDU.
DEDİ Kİ:
- EVET, DEDİKLERİNİZİN HEPSİ DOĞRU, FAKAT BEN ŞEMS’E RASTLAMADAN ÖNCE ÜŞÜDÜĞÜM ZAMAN ISINIYORDUM AMA ŞEMS’TEN SONRA ARTIK ISINAMIYORUM. ÇÜNKÜ, ŞEMS BANA BİR ŞEY ÖĞRETTİ…
“YERYÜZÜNDE BİR TEK MÜ’MİN ÜŞÜYORSA, ISINMA HAKKINA SAHİP DEĞİLSİN”
BEN DE BİLİYORUM Kİ, YERYÜZÜNDE ÜŞÜYEN MÜ’MİNLER VAR, ARTIK BEN ISINAMIYORUM. ESKİDEN AÇKEN BİR ÇORBA İÇİNCE DOYARDIM. AMA, ŞİMDİ HİÇBİR ŞEY BANA BİR BESİN HAZZI VERMİYOR. ÇÜNKÜ, BİLİYORUM Kİ AÇLAR VAR. İŞTE ŞEMS BANA BUNU ÖĞRETTİ…
BU ÖĞRETTİĞİ ŞEYLERSE, FAHR-İ KÂİNAT EFENDİMİZ’İN AHLÂKININ TÂ KENDİSİDİR…
Efendimiz’in en hikmetli taraflarından bir tanesi, bütün insanların ızdırabını çekmesidir. Her üşüyen insanın, her aç olan insanın, her darda kalmış insanın ızdırabını çekmesidir. Allah, Efendimize hitap ederken diyorki Sûre-i ÎNŞİRAH’TA “HABİBİM NE KADAR YÜK YÜKLENDİN, SENİN OMURGANIN ÇATIRTISINI HİSSEDİYORUM.” Bu maddî çatırtı olduğu anlamında değil, mânevî çatırtısını, yani o kadar yük yüklendin ki sen bütün beşerin yükünü yükleniyorsun. İşte bu Fahr-i Kâinat Efendimiz’in sırrıdır. Şems’in Mevlâna’ya öğrettiği AHLÂK-I MUHAMMEDÎ DE FAHR-İ KÂİNAT EFENDİMİZ’İN SIRRIDIR. BU SIRDAN DOLAYIDIR Kİ, O ÖĞRENDİĞİ ŞEYİ, O YAKALADIĞI, BULDUĞU ŞEYİ BAŞKA ŞEYLERLE KIYAS ETMEMEK LÂZIM…
Aslında, Mevlâna’nın Mesnevî hikâyelerinde anlattığı gibi, yani, (SEN ÖLMEDEN DİRİLİĞİ BULAMAZSIN”. İşte o ölümü sağlamak, canlıyken ölümü sağlamak o beden ve gerçek diriliği bulmak.
O DİRİLİK NEDİR?… AHLÂK-I MUHAMMEDÎ’DİR…
ONUN İÇİN HZ. ŞEMS’İN MEVLÂNA ÜZERİNE ETKİSİNİ SIRADAN, GAZETE OKUR GİBİ, PEHLİVAN TEFRİKASI OKUR GİBİ SEYREDEMEYİZ. ÇOK MÜTHİŞ ŞEYLERDİR BUNLAR…
Nitekim, Hz Şems’le Mevlâna böyle çok derin bir sohbetteyken, ders saati gelen Sultan Veled içeri girdi. (O sırada Konya’da dedikodular yine devam ediyor: “Bu dervişte ne buldu? Geldi bizim elimizden âlimimizi aldı, biz onun sohbetinden yararlanamıyoruz, bu kim oluyormuş Mevlâna’nın yanında?” gibi dedikoduların sürdüğü bir sırada bir an için düşündü ve gönlünden dedi ki “Bugün şunu niyaz edeceğim; sen istersen ey Şems, Konya’daki bütün bu vızırtıları söndürürsün, babam da, sen de, ben de huzur içinde olur bu mânâ sofrasının ziyafetine iştirak ederiz” Hz Şems, peki otur bakalım Veled dedi… 15-20 dakikalık bir ders yaptıktan sonra hızla kalktı ve çıktı gitti…
Sultan Veled’in de Mevlâna’nın da beklentisi, bütün Konya’yı ihya edeceği, gönüllerdeki bu toz toprağı gidereceği idi ama öyle yapmadı. Şems Alâddin tepesine çıktı, orada bir takım kalabalık, bir kimsenin idâmını bekliyorlardı. İmsaktan bir saat önce yapılacak olan idâm törenini bekleyen kalabalık, Hz Şems’i orada görünce bir fis-kos, dedikodu yaydılar. “Hani ya bu derviş Allah adamıydı, o da bizim gibi birisiymiş, gelmiş burada bir insanın nasıl asılacağını seyrediyor, biz haklıymışız, diyorlardı. Hz Sultan Veled’in niyazı yerine büsbütün bir ufûnet fırtınası doğdu. Tam o sırıada cellat geçiyordu. (Cellât eskiden hep çingenelerden olurdu, onun vazifesi olmasına rağmen ve bu işle görevlendirilmiş olmasını halk yadırgardı. Cellâda kimse dokunmazdı, sanki gusül abdesti bozulacak gibi telâkki ederlerdi) Herkes sağa, sola ayrılarak ve değmemek için yol açıyordu. Tam Hz Şems’in önüne gelince, Şems eliyle Cellâtı okşadı “Allah kuvvet versin…” dedi. Bu söz iki dakika sonra bütün Konya’ya yayıldı. Cellât gitti ve idâm gerçekleşti…
Hz Şems eve döndüğü zaman, Hz Mevlâna ve Sultan Veled sabah namazlarını kılmışlar, bir hasırın üzerine oturup neticeyi bekliyorlardı. Hz Şems geldikten sonra bir de baktılar ki arkadan tozu toprağa katmış sekiz onbin kişi geliyor. Belli ki bir isyan var halkta. Aslında Şems’e, o halk çok büyük zulümler yapabilirlerdi ama Mevlâna’nın Selçuk Hükümdarı yanındaki hatırından dolayı Mevlâna’dan korkuyorlardı. Sultan’dan korkuyorlardı cezalanacakları için, yoksa öyle gariban olsa paramparça edeceklerdi, tahammülü yoktu insanoğlunun Hz Şems’e…
Nihayet, göya sultandan korktukları için aralarından yirmi kişilik bir heyeti göndererek “Şems bizim sorularımıza cevap versin” diye gürültülü bir şekilde geldiler. Hz Şems’in rahatsız olduğunu anlayan Hz Mevlâna olaya yavaş yavaş yaklaşmak istedi, FAKAT BU ŞEMS FIRTINASI…
Hz Şems:
- Gelin bakalım manyaklar, ne istiyorsunuz?…dedi. Tabii büyük bir panik oldu onlarda. Hz Şems’in böyle “ne istiyorsunuz siz?” dediğinde, işte siz de geldiniz idâmı seyrettiniz diyecek oldular.
Hz Şems:
- Ben siz değilim? Ben sizin suratınıza tükürebilsem hepiniz MÜ’MİN OLURSUNUZ, EĞER SIRTINIZI OKŞASAM VELÎ OLURDUNUZ, BUNU BİLİYOR MUYDUNUZ?… Haydi defolun! dedi. Halk panik içerisinde, ilerde intikam almak üzere dağıldılar.
Hz Şems döndükten sonra, Sultan Veled’e dedi ki:
- Sana son dersini vereceğim, sen de kulağını aç iyi dinle! (ama müthiş bir celâl vardı Hz Şems’in üzerinde) Oraya gittik, çünkü o idam olacak şahıs bir HAK AŞIĞIYDI, BENİM DE YOLDAŞIMDI… Biz onunla beş sene önce nice dervişlikler yapmıştık. O Hakk’a kavuşmak için dua ederdi ama Hakk müsaade etmezdi. İslâmiyette kendine kıymak olmadığı için, çatır çatır yanar, fakat Hakk’a kavuşamazdı. Bana bir haftadır yalvarıyor. “Ne olur Şems, duâ et de Hakk’a kavuşayım” diye. Ben de Rabb’ıma elimi açıyorum her namazdan sonra, nitekim bir iftiraya kurban gitti, kâtil zanlısı olarak bugün asılacağını anladım. Ben nasıl gidip te şimdi cellada “Allah kuvvet versin” demeyeyim. Bir Velîyi asmak, bir Hak âşığını asmak öyle kolay mı sanıyorsunuz siz, kimse asamaz. Cellada bir mânevi ceryan verdim, gitsin assın, benim sevgili dostum da Rabbına kavuşsun diye…
Tam o sırada toz toprak içerisinde cellat geldi, yerlere kapandı Şems’in önünde, “Aman Sultanım, benim başıma gelen nedir?” dedi…Hz Şems’in Sultan Veled’e dönerek, Celladın Velî olduğunu biliyor musun? dedi… Çünkü benim arkadaşım Hakk’a teslim olurken “Ya Rabbi, ben sana beş seneden beri yalvarıyorum benim emânetimi al diye. Almadın. Şimdi ben de Senden bir ricada bulunuyorum, canımı vermem yoksa, bende dünyalık olarak ne varsa al, beni sana kavuşturmaya vesile olan bu cellâda ver.
Sen de şahitsin ki şu yırtık gömleğimden başka birşey yok. Bende çok kıymetli birşey var. Velîlik… O velîliği al, bu cellada ver ben sana SAF BİR KUL OLARAK GELEYİM.” dedi O Hak âşığı… Cenab-ı Hakk da kabul buyurdu ve onun velîliğini aldı bu cellada verdi.
Hz Şems ile Hz Mevlâna’nın arasındaki mânevî iletişimleri seyretmek yalnız onlara ait tarihsel bir olayı değil, tasavvufa ait de bir çok ipuçlarını meydana çıkaracaktır.
Biz bir hayat öyküsü anlatmıyoruz, yalnızca mânâ yönünü alıyoruz olayın. Vak’a diyebileceğimiz hayata yansımış şeyler, zaten bütün kitaplarda mevcut, bunları isteyen okuyucularımız tetkik edebilirler. Ama mânâ ağırlıklı hâdiseleri (zaten olay mânâ olayıdır) alıp da güncelleştirmek, edebî kalıplara sokmak, bence yanlış olur.
Şimdi, Hz Şems’in o günkü volkanik çıkışından,yıldırımvâri çıkışındam sonra arkada bir başka kader sayfasının açılacağı belliydi. Niçin Şems böyle bir fırtınalı girişimde bulunmuştur? Halbuki bunu herkesin gözünden saklayabilirdi.
Yatsı namazından sonra, beraber otururken, sükûtî sohbet vardı. (Sukûtî sohbet: Gönül dostları bazen bir araya gelirler hiçbirşey konuşmadan, gönüllerinden birbirlerine karşı olan sevgilerini terennüm ederler yahut, gönüllerinden Efendimize ait bir olayı tefekkür ederler, bunlara Sukûtî Sohbet denir) Hz Mevlâna, hz Şems ve Sultan Veled, üçü de böyle bir sukûtî sohbet sırasındayken, bir aralık kapı çalınır oldu, gürültüyle kapı çalınması arasında bir hâdise zuhur etti…
Hz Şems,yerinden hemen fırlayarak:
- Ayrılık zamanı geldi, bize müsaade dedi… Nereye, nasıl, ne oluyor diyecek vakit bırakmadı. Ne Sultan Veled, daha genç olarak kapıya benbakayım, ne oluyor diyecek fırsatı bulabildi, ne Hz Mevlâna aman sultanım nereye gidiyorunuz, bune biçim ayrılık diyecek mecâli bulabildi. Çünkü takdirin düğmesine basılmıştı o anda… Hz Şems kapıya fırladı ve açar açmaz sekiz, on baği (eşkiya kılıklı adam) hançeriyle Hz Şems’e saldırdılar…
Hz Mevlâna ve Sultan Veled yalnız bir “AH” sesi işittiler o kadar. Kapının önüne fırladıkları ve o mecâli kendilerinde buldukları zaman, kaçışan bir takım adamlar gördüler, fakat ŞEMS YOKTU… Kapının önü kan izleriyle doluydu, o kan izlerini takip ettiler, bir yerde bir insanın öldürülmesine yol acacak miktarda kan izi gördüler. Tabiî ilk yorum kapının önünde yaralandı, bir müddet, yürüdü, sonrada bulundukları yerde de bütün kanını akıtmış gibi bir görüntü biçimindeydi.
Nitekim, Hz Şems’in hâdisesi hemen duyulmuş, o zamanın Emniyet Müdürü (Asesbaşı derlerdi) hemen koştu geldi. (Hz Mevlâna yine bunu şiirler halinde terennüm etmiştir.) “Asesbaşı, Şems’i bul bana” dedi Mevlâna, Assesbaşı dedi ki, “Şems burada olmalıdır, çünkü yerdeki kan miktarı bir insanın, bir adım dahi atmasını imkânsız kılacak kadar çok, bütün kanı boşalmıştır”. dedi. Hz Mevlâna; “Nerde peki?” diye sordu. “Bir adım atması dahi imkansızdır” cevabıyla karşılaştı…
Hz Şems ölmüş müdür? Ölmüşse bedeni nerdedir? Ölmemişse bu kan nedir? Bu ikisinin arasında tereddütlü bir geçiş vardır. Allah’ı bulmak açısından ümitsizdir. Çünkü NEFS vardır. Tıpkı kan gibi, o nefs orda bulundukça Allah’ı bulmak imkânsızdır. Ama nasıl ki Şems’in bedeninin yok olması onun ölmediğine bir varsayımsa, İNSANIN DA BÜTÜN NEFSİNE RAĞMEN, ALLAH’I BULAMAMASI DİYE BİR ŞEY YOKTUR.
ÇÜNKÜ, İNSANDA GÖNLÜN BULUNULMASI, GÖNLÜN VARLIĞI, BİR TARZ HZ. ŞEMS’İN KAYBOLMASI GİBİ PERDE ARKASINA GEÇİSİ SİMGELER… Hz Şems de bedenini perde arkasına geçirmiştir. ONUN İÇİN YOKTUR. ACABA TEKRAR GELECEK Mİ SORUSU, HZ MEVLÂNA’YI SON NEFESİNE KADAR ŞEMS GELEBİLİR DİYE BEKLETMİŞTİR…
Bu geliş aslında mânâ perdesinin arkasından bir geliş olabilirdi. Böyle bir geliş oldu mu, olmadı mı, gözlemlerimiz dışında, bunu biz bilemiyoruz. Bilmekte mümkün değildir. Ancak bu Şems’in birinci Şam gezisine benzemiyor. Birinci Şam gezisi, maddesel bir mesafedeki ayrılıktı. Bu ayrılık ise, kesinlikle mânâ âlemine bir intikaldır. Ama, bedeniyle intikal etmiştir Şems…
Burada yine tasavvuf âleminin çok üzerinde durarak, çok enteresan bulduğu husûsiyetleri vardır. Hz Mevlâna üzerine de pek çok şeyler söylenmiştir. Bir de ayrıca kendi eserleri var, herkes yarım yamalak eserlerinden kıyasen anlatabilir. Onun mânâsını anlatmak çok güç. Hz Şems ise büsbütün mânâ ehlidir, O’nu anlatabilmek çok daha güçtür. Hz Şems için derler ki; Dünyaya metelik vermezdi. İşte o Konya’lıların kalabalığına karşı restleri, bütün bunlar Hz Şems’in hususiyetlerindendi, ama dünyaya ait iki şeye çok özen göstermiştir. Bunların bir tanesi; yemezdi içmezdi ama Resulullah Efendimiz (sav) tiridi severdi (Ekmek ve et suyu ile yapılmış bir yemek) diye mutlaka sık sık tirit yerdi, sırf Resulullah Efendimizin sünnetini uygulamak açısından…
“Mânâ ehli, hangi derecelerde, ne olursa olsun ancak Resulullah Efendimizin sünnetlerinden birini taklit ederse makbuldür” Bunu izah ederdi Hz Şems. Yani siz beni nasıl görürseniz görün der bunu önemsemezdi. Çat bakıyorsun orda, burda evrenin en gizli yerlerinden gelip raporlar getiren bir adam ama satranç oynarken bile görüyorsunuz O’nu. Ancak “Resulullah’ın sünnetine uyarak, ayakta durur mânâm” diyor. Bu çok önemli bir şey.
Bir de dünyayı terk ediş şekli ile HZ ALİ Efendimizin sünnetini icra etmiştir. Çünkü Hz Ali’de bedenini kaybetmiştir. Bu yalnız alevilerin kendi öykülerinde değil, tasavvuf âleminde de, Hz Ali’nin şahadetinden sonra kaybolduğuna inanılır. Hz Ali gerçekten bedenini alıp gitmiştir. Mânâ perdesini bedeniyle geçmiştir. Bu Hz Ali Efendimizin sünnetini, Hz Şems uygulamıştır.
Hz Şems, dünyadan iki büyük örnek aldı. Biri Hz Ali sünnetini gidişinde yapması, diğeri de Resulullah gibi “tirit” yiyerek, ancak O’na benzeyerek insanlığın varlığını ayakta tutabileceğini göstermesidir derler…
Hz Şems’in şehâdete giderken “ayrılık geldi” demesi çok mühimdir. Ölüm geldi demiyor, dikkat ederseniz “ayrılık geldi” diyor. Buradaki ince hesap, acaba nasıl bir ayrılıktır, sorusunu getiriyor. Niçin gitti? Şehid olacağını bile bile, niçin böyle bir kadere sıcaklık duydu?… Çünkü, kaderin önüne geçilemez, kaderde olduktan sonra, elbette olacaktır diye düşünebiliriz ama bir sıcaklık meselesidir kadere. Herkes kaderini seçse bile kaçacak yer arar bilfarz, halbuki Şems koşacak yer arıyordu…
Arkadaşının idam hâdisesinde olduğu gibi kadere koşuşta ki sıcaklık var ya…İşte bu sıcaklığı, bu ayrılığı tercih etme olayı acaba nasıl bir hikmet taşıyor diye tasavvufta uzun boylu düşünülmüştür.
Çünkü Hz Şems’in şehâdetinden sonra, Hz Mevlâna’nın hayatının üçüncü perdesi başlamıştır. Ondan evvelki bir devreydi, “HAMLIK DEVRİ” kendi şiirinde hamdım der. İkinci devresinde “PİŞME DEVRİ” Hz Şems’in eğittiği devrede piştim buyuruyor. Üçüncü devresinde de “YANDIM” diyor. Burada Hz Şems’den sonra Mevlâna raksının titreşimi üçüncü devrede başlamıştır. Onun için çok önemli bir olay.
Hz Şems kendi şehâdetini biliyordu, kaderine sıcak yaklaştı diyoruz, peki Hz Mevlâna, şehadeti biliyor muydu, mâni olabilir miydi, ya da niçin olmadı diye sorarsak, Böyle bir ânı bilmiyordu. Günün birinde her an Hz Şems’in avucundan kaçabileceğini, her an bir yansıma üzerine olacağını biliyordu. Çünkü, artık Hz Şems’deki İlâhî ceryanı farketmişti. Çat bu dünyada, çak kapı bir mânâ âleminde, bunları seyrettiği için, Hz Şems’in herhangi bir ân’da gaybubetini düşünebiliyordu ama, o ânı bilmiyordu. Yani şehâdet anını bilmiyordu.
Hz Şems’in gaybubeti şartmıydı veyahut gaybubet olmasaydı da devam etseydi… Hz Şems’in murâdı şuydu: Hz Şems gönül aynasından bir şeyler seyrettiriyordu Hz Mevlâna’ya. Şems varken, Mevlâna vardı, İlâhî sıcaklık, sevgi ancak Şems’in sayesinde vardı. Şems’in olmayışı, onu buruşturup sanki herşeyden, beşeriyetten bile alıkoyuyordu. Hz Şems ise, meydana gelen bu mânevi eserin kendi kendine, kendindeki aşk-ı bulmasını istiyordu. Yani , ŞEMS KAYBOLMALIYDI Kİ, HZ MEVLÂNA GÖNLÜNDEKİ ALLAH’I BULABİLSİN.
Bu tasavvufun çok önemli rükünlerinden birisidir…
Kendindeki Allah’ın sırrı (Sakın, Allah bir insana geldi, oturuyor gibi, bir saplantılara gitmemek lazım. Gönülde bir Allah makamı vardır insanın, oraya bir İlâhî tecellî olur, ama bir gram olur ama trilyonlarca ton olur, her insanın kendi kâbiliyeti nisbetinde Cenâb-ı Hakk’a karşı olan yakınlığını tesbit eden bir hikmettir ki, bu ancak mânâ eğitiminden sonra, gönüldeki ilâhî tecellî, kapılanmanın açılmasından sonra meydana gelebilen bir hâdisedir. Yani böyle yarım yamalak eğitimlerle, bilgilerle, olacak bir hâdise değildir. Nitekim “MEN AREFE NEFSEHÛ FAKAT AREFE RABBEHÛ” hadis-i şerifinde Fahri Kainat Efendimiz şöyle buyurmuştur: Kim ki nefsine ârif oldu bildi, Allah’ı bilmiş ârif olmuştur” ) meydana geldikten sonra, bunu bulması lâzım Mevlâna’nın. AMA ŞEMS KALIRSA BULAMAZ. KENDİNE DÖNÜP, KENDİ GÖNLÜNDEKİ İLÂHÎ CERYANI BULAMAZ. ONUN İÇİN, HZ ŞEMS’İN MUTLAKA AYRILMASI LÂZIMDI…
Hz Şems,çok zarif bir cümle sarfetmiştir bir başka âlemden. Âlemin bir başka sayfasına çekmek isterim sizi, Hz Mevlâna ile mânâda buluştukları zaman, (hangi anda?.., her ikisi de dünyasını değiştirdikten sonra mı, yoksa Şems gaybubetindeyken mi geldi de konuştumu diye tasavvur edelim) ” BU GÖNÜL SENİ O KADAR SEVİYOR Kİ CELÂLEDDİN, SENİN UĞRUNDA ÖLMEDEN HUZUR BULMADI” Onun için Hz Mevlâna, mânâ âleminden telsizle aldığı bu cümlesinden sonra, Hz Şems’den bahsederken “AŞK ŞEHİDİ” diye bahseder. Yine ilâve ederek “AŞK ŞEHİDİ’NİN KANI TAZEDİR, KURUMAZ VE KOKUSUNU KAYBETMEZ” diyor…
Hz Şems’in gaybubetindeki iki esrarın, bir tanesi, Hz Mevlâna’nın kendi kendini bulma eğitimi, (üçüncü safhası) Mevlâna’nın üçüncü perdesini sağlamak için, kendi kendinde İlâhî sırrı bulmasıdır. İkincisi de Aşk Şehidi dediğimiz hâdiseyi bir anlamda repertuara kazandırmak için kabul etmiştir bu gaybubeti.
- Hz Şems’in gaybubetinden sonraki, o İLK FIRTINALAR Hz Şems’in bedenini aramak, kanının hesabını sormak gibi fırtınalar geçtikten sonra, Hz Mevlâna’da müthiş bir yangın oldu. Bu yangın, her hücresinde seyrettiği, izlediği bir yangındı. Hiçbir şeyi düşünememek, hiç kimseyle konuşamamak gibi dertleşmek şöyle dursun, ifade edememek, bakamamak… Baktığı zaman Şems’le bakmaya alışmış, O’nunla baktığı zaman başka şey görüyor, Şems’siz baktığı zaman herşey bomboş… Bir sahne düşünün, o sahnede insanlar vardı… birden bire ışıklar söndü âdeta kartondan silüetler kaldı…
Evet… Hiçbir şey kalmadı, Mevlâna eridi… gidiyor, herkesin gözünün önünde… Başta Sultan Veled olmak üzere, gerçekten çok seven yakînleri vardı yanında. Bunlar perişan oldular. Gözlerinin önünde mum gibi eriyip sönüyordu. Ayne böyle idi Mevlâna’nın o safhası. Her gün bir adım, her gün bir adım daha eriyordu… Beden bitmek üzere idi. Böyle bir bitkinliğe doğru giden bir çöküş… Rengi bembeyazdı… Öyle sarı filân değil. Yemek yok, içmek yok… Bir an için Sultan Veled Hazretlerinin “Baba sünnete riayet etmeyecek misin?” yani (tirit yemeyecek misin ? anlamındaki ikazından sonra) haftada bir gün tirit yemeğe başladı Mevlâna…
Şimdi buradaki bu iniş, çöküş ve yokluğa doğru gidiş, madde gözüyle görülürse, (Hani mum gibi eridi, bir insan için, bir ağır hasta için kıyas olmaz ama iyi anlaşılması için söylüyorum) nasıl böyle çöker denir ya… Biran için ölümün eşiğine gelecek gibi olur ya… İşte öyle eridi. Peki niye bu kadar eridi?.. Ne oldu?.. BİR SIFIR NOKTASINDAN GEÇMESİ LÂZIM Kİ, GÖNLÜNDEKİ İLÂHÎ AŞKI BULABİLSİN. İŞTE O SIFIR NOKTASINA ÇEKİLİYORDU…
VUSLAT VE FİRKAT EĞİTİMİ
Hz Şems’in sağlığında yaptığı eğitim, vuslat eğitimiydi. (Vuslat eğitiminden kasıt şu: Karşı karşıya geçip her şeyi öğretmek, ceryanını ona aktarıp bilmediklerini göstermek, evreni seyrettirmek, bu bir vustal eğitimidir)
Çok hoş bir şeydi ama, sıfır noktasından geçmesi lâzımdı. Bu sıfır noktasından geçmesi için de bedensel olarak en asgâriye indi. İşte o en asgâri düzeye inipte, neredeyse öldü ölecek, kurudu kuruyacak dedikleri an, çat diye sıfır noktasından geçti ve gönlünde yavaş yavaş İlâhî Aşkı sezmeye başladı. Hikmetlerin en incesidir ki, bu seyrettiği, sezdiği AŞK’TI. Şems’in sedasını duymaya başladı.
İlk, CENAB-I HAKK’IN KENDİSİNE TECELLİSİ, ŞEMS’İN FOTOĞRAFINI GETİREREK TECELLİ ETTİ GÖNLÜNE… Bu O’na yepyeni bir dirilik verdi. Bu dirilikle o zayıf bedeninde, bembeyaz çehresinin arkasından öyle bir dinçliğe kavuştu ki cihan pehlivanı oldu bu sefer. Yani onun bedene yenilmesi, ONUN HÜCRELERE TÂBİ OLMASI TAMAMEN KALKTI ARTIK. TAM MÂNÂSIYLA BİR CİHAN PEHLİVANI OLDU. ÇÜNKÜ, GÖNLÜNE AŞK-I İLÂHÎ BİR İKSİR GİBİ AKMAYA BAŞLAMIŞTIR…
İşte ondan sonra da takdirdeki; “GEL BAKALIM, SEN BU KÖPRÜYÜ GEÇTİN, ŞİMDİ GÖNLÜNDEKİ BU İLÂHÎ AŞK-I İNSANLARA AKTAR BAKALIM” EMRİ ZUHUR ETTİ ve ondan sonra, o zayıflama, o çöküş devrinde oğluyla bile konuşmaktan imtina eden Mevlâna bir anda bütün dünyayla konuşmaya başladı. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın akıttığı aşk ceryanını öyle kendi kendine frenlemek mümkün değildir. İşte o sırada, Hüsamettin Çelebi ve başkaları rastladı. Vaazları oldu, sohbetleri oldu ve hiç kesiksiz dağıtmaya başladı bu sefer İlâhî sırrı. Bu dağıtım sırasında da , (pek çok öyküleri var) Mevlâna, üçüncü sayfa diye tarif ettiğim hayatında insanlara yansıyor. İlâhî Aşk Şems’e, ondan da Mevlâna’ya yansıyor…
HZ ŞEMS’İN MEVLÂNA’YA İKİNCİ EĞİTİMİ “FİRKAT EĞİTİM” DİR.
(Mânâ ilimlerinde buna Fîrkat Eğitimi, YAKAN AYRILIK denir) YAKAN AYRILIK’ta bir eğitimdir. Şems’in gitmesi yakıcı bir ayrılıkla, onu eritip sıfır noktasına getirip, ondan sonra bırakıverir tekrar gönül sath-ı mailine. İnsanları yetiştirme faslına geçti. Hayatının bu safhasında çok ilginç hâdiseler olmuştur. (Fakat bunları biraz evvel söylediğim gibi bizim kastımız Hz Mevlâna biyoğrafisi değil, bunların teferruatını okuyucularım kitaplarından okuyabilirlir) Benim çok hoşuma giden iki önemli öykü var, onları size anlatmak isterim…
Benim çok hoşuma giden iki öyküsünden bir tanesi; Konya’da saray kuyumcusu olan Selâhattin Zerkubî’nin (Zerkubî demek: Kuyumcu, altın alan, işleyen anlamına geliyor) öyküsüdür. Selâhattin Zerkubîn’nin köşe başında bir dükkanı vardı… Mevlâna bir gün 8, 10 talebesiyle o dükkanın önünden geçerken, o sırada da altın çekiçliyordu Selâhattin. Altın çekiçleme; eskiden kuyumculukta böyle silindirler gibi, altın işleyecek fazla mekanizmalar yok, çekiçlerle bir örsün üzerinde ince ince, tık tık tık… vuruşlarla vurularak bilezik haline getirilirdi. Kuyumculuğun ustalığı işte odur. Hassas bir şekilde, belli bir tazyikte vurulacak ki altın dağılmayacaktır. Böyle bir operasyon içerisindeydi Selâhattin Zerkubî. Mevlâna’yı tanırdı ama onun âşıklarından, dervişlerinden değildi, özel bir yakınlığı yoktu.
İşte tam o sırada Mevlâna oradan geçerken… bu tin tin tin… ince ince… o altının kendine has güzelliğinde, tık tık tık… o çekiçin darbelerindeki hassasiyette… ve bu ritimde, bir İlâhî cezbe buldu… Yani bir anda raks meydana geldi… Bu raks hâli dolayısıyla, dönmeye başladı Mevlâna… dükkanın önünde…
Hz Mevlâna’yı Konya’lılar çeşitli kademelerde çok iyi tanıdıkları için herkes toplandı, Hz Mevlâna’yı seyretmeye başladı. O anda da bileziğin kıvamı geldi, bir daha vurulursa ezilir, çekicin bırakılması lâzım… Fakat Selâhattin o raksı bozmak istemedi, vurmaya devam etti… bilezik parçalandı… Yenisini aldı taktı, yenisini aldı taktı, yenisini aldı taktı… üçbuçuk saat semâ etti. Mevlâna Hazretlerinin nihayet ayakları yerden kesildi… Durdu… Selâhattin çekici masasının üzerine bıraktı…
- Ey Konya halkı! Dükkanım helâldir, yağmadır, gelin boşaltın diye haykırdı Selâhattin Zerkubî; halk şaşırdı… Koskoca saray kuyumcusunun dükkânındaki altınlar nasıl yağma edilir. Tekrar: helâldir, benim için zevktir. Allah razı olsun benim malımı yağmalayanlardan… dedi. Sonra da Hz Mevlâna’nın peşine takılıp, bir numaralı talebelerinden birisi oldu.
Buraya kadar coşkulu bir insanın, Hz Mevlâna karşısında erimesini irşad olma olayını seyrediyoruz ama, bunun arkasından bambaşka bir hâdise geldi.
Bir gün Selâhattin’in kızı, “babacığım sana hayırlı bir haberim var, Vezirin oğlu beni istiyor. Biz birbirimize meftunuz… Babasına söylemiş, babası da Selâhattin gibi bir kuyumcunun kızı, ancak bizim (küfüv derler eskiden, denklik) asâletimize yakışır diyerek sevinmiş.
Ama Selâhattin bir an düşündü ki; o eski Selâhattin değil, artık. Şimdiki Selâhattin’de bir şey yok ki… Bozuk para bile kalmamış, bırak altını… O eski denk olma hâli kalmamış. Bir vezirin oğluna verilecek kızın çeyizi, hatırından hayâlinden geçmez bile… Üç arkadaşı yardım edecek olsa, nihayet normal ev eşyasını ancak alabilirlerdi. Böyle bir bunalım içesirisinde kızına hiçbir şey söylemeden, Hz Mevlâna’nın huzuruna gitti, hiçbir şey belli etmeden oturdu.
Hz Mevlâna:
- Selâhattin gönlünde bir yük var, kaldır. Bu yük beni de bunaltıyor… dedi.
- Yok efendim dediyse de Selâhattin Zerkubî,
- Hayır bunalıyorum, lütfen anlat dedi…
Selâhattin de bu emir üzerine aynen anlattı…
Hz Mevlâna sohbetten sonra ayağa kalktı “Rabbim bilir, kendi bilir diye niyaz etti” Yani üstü kapalı olarak sen bizim için bütün altınlarını feda ettin, kızın şimdi mahçup olacak, yahut kızı beş parasız bir kuyumcunun kızı olduğu için vezir oğluna istemeyecek gibi bir tezat doğdu.
O zamana kadar da, şehrin ileri gelenleri, zenginleri, devlet adamları, Mevlâna’ya her ziyaretlerinde veya rastladıklarında saygıyla eğilirlerdi. “Efendim, bir emriniz var mı diye usulen sorarlardı. Mevlâna’da hayır, sağolun. Allah razı olsun der, bir şey istemezdi. Hiç kimseden birşey istemezdi. Ama, Cenâb-ı Hakk’ın tecellisi, o gün Sultan Keykubat yanından geçiyordu. Mevlâna’yı görünce, gayet hürmetkâr ve bir şekilde sultanlığını üzerinden atarak, büyük bir tevâzuyla selâmladı ve biz size hizmet edemiyoruz, dünyaya daldık bizi hoş gör, bir emrin var mı, dedi…
Bunun üzerine Mevlâna Hazretleri “VAR” dedi. “Şu benim adamımdır. Bunun kızını vezirin oğlu istiyormuş, kız babası sen olacaksın dedi…
Sultan,
- Başüstüne efendim dedi ve Selâhattin Zerkubî’nin kızına çeyiz yaptı. Hem öyle bir çeyiz yaptı ki, eğer Selâhattin, Mevlâna’ya gelmeyip, kuyumcu olarak kalsaydı, bunun onda birini bile yapamazdı… Hattâ o düğün için derlerki, develer üzerindeki çeyizler geçemediği için, Konya’da üç, dört sokağın duvarları yıkılmıştır. Tek o saltanat yerine gelsin diye…
İşte gözyaşları içerisinde, Hz Mevlâna, Selâhattin’e dedi ki (Taa o zaman aklına gelmişti, Allah bunu öder diye) Sen altınlarını bizim için dağıttın, Allah ödedi bunu dedi. Bir hususiyet yok bunda, fazla gözünde büyütme dedi…
Bu öyküsü çok hoşuma gider. Çünkü Selâhattin gerçekten de çok ileri derecede bir aşka sahip, gönle sahipti ve Mevlâna’nın dünyasını değiştirdiği güne kadar hizmet etmiş, bir rivayete göre cenazesini kıldırmış, bir rivayete göre de cenazesinin önünde bulunmuş gibi yakînliği olmuştur. Bu çok hoşuma gider, bir de hâlen Konya Meram’da bulunan Tavus Sultan öyküsü çok hoşuma gider…
TAVUS SULTAN Hindistan’da bir şeyhin talebesidir. 25-30 yaşlarında bir hanımefendidir. Şeyhi Mevlâna’yı çok severmiş. Sohbetleri sırasında Mevlâna’nın yazığı şiirleri okurmuş. Mevlâna’nın şiirleri, ticârî kervanlarla üç ayda, beş ayda, altı ayda Hindistan’a ulaşırmış. Selçukluların bir devlet olması ve devletin kendine has bir takım ihtiyaçları bulunması dolayısıyla, Hindistan’la ticârî münasebetleri devamlı surette işlerdi, onun için sık sık Hindistan’a gidilir gelinirdi.
Tavus Sultan, o beyitler Hindistan’a geldikçe, alır, okur, Hz Mevlâna’ya hayranlığı, sevgisi dürüle dürüle yumak haline gelirdi… Son kez bir Rubâisi daha geldi ki; müthiş derecede yakıcı…
Ne duruyorum, ne yürüyorum,
Üzengideki ayak gibi…
Ne susuyorum, ne konuşuyorum,
Kitaptaki yazı gibi…
Ne varım, ne yokum,
Gülsuyundaki koku gibi…
Bu Rubâi gelince, Tâvus Sultan gönlünün coşkusuna, gönlünün tazyikine sahip olamadı. Şeyhi farkına vardı ve:
- Hadi kalk Konya’ya git sen… dedi.
Tâvus Sultan çok zengindi. Konya’ya geldi ve Meram’da bir ev aldı… Bir tanburu vardı. Tâvus Sultan, tanburunu kendi başına çalar dururdu… Mevlâna hazretleri de on günde, bazen yirmi günde bir Meram’a sabah namazına giderdi talebeleriyle. Bir gün yine Sabah namazından dönerken bir tanbur sesi duydu… Şems’den bir selâm erişti… Bu ses, Şems’in selâmı olmadan çıkmaz… Ben buna bakacağım dedi… (Talebelerden bazıları oraya bir hanımefendinin geldiğini biliyorlardı, hiç ağızlarını açmadılar) Hz Mevlâna kapıyı açtı, içeri girdi… Baktı ki tanbur çalan bir hanımefendi. Oradaki sohbetleri ve muhabbetleri üç buçuk gün devam etti.
Bu müddet zarfında talebeleri hiçbir şey söylemeden Efendi Hazretleri tekrar çıkacak diye beklediler. Ama bu bir nev’i Şems gaybubeti gibi bir şey olmuştu. İçerdekinin bir hanımefendi olması nedeniyle yavaş yavaş yine o hain dudaklara bir takım dedikodu silüetleri geldi. Artık Mevlâna Hazretleri böyle dedikodu gibi ilkelin de ilkeli hadiselerden o kadar uzaktı ki, kim ne konuşmuş, kim ne yapmış, üzerinde bile durmuyordu.
Talebeleri, kapı açılıp Hz Mevlâna görününce hepsi saf olmuştu. Mevlâna Hazretleri, talebelerine, sizden ummam da belki ileri geri konuşanlar vardır, açın da bakın Tâvus Sultan’a dedi… Kapıyı açtılar ki, BİR AVUÇ KÜL… Yandı dedi… Bu kadarmış tahammülü… Üç buçuk gün yanma operasyonuydu…
Bu ne anlama geliyor, bunun hikmeti nedir, nasıl oldu diye sorarsanız,
-BU AŞKIN MADDEYE YANSIMASIDIR. YAKMA… MADDEYİ YAKMADIR… Biliyorsunuz, Aslı’da aşk ateşiyle yanarak ölmüştür. Yani aşk ateşi çok şiddetli geldiği zaman resmen yakar, kül eder. Bu samimiyetini gösteriyor. Hiç kimse kendi kendisini, beşeri sevgiler, mecâzi sevgilerle, ben İlâhî aşka kıyasla bu sevgiyi duyuyorum diye, aldatmasın… O NEFSE AİTTİR. ÇÜNKÜ, İLÂHÎ AŞKLA KARŞI KARŞIYA GELEN KİMSENİN HÂDİSESİ MUTLAKA YANGINLA BİTER. İLÂHÎ AŞKA aitse o birliktelik, onun dışı mecâzi aşk dediğimiz beşeri aşka aittir. Ama bir mü’minin, bir mü’mine sevgisi fazla olabilir. Bilhassa karı koca arasında çok sıcak olabilir, bunlar mahzurlu şeyler değildir. Şeriatların emrettiği güzel şeylerdir. ÖYLE KENDİ KENDİLERİNE AŞKLARINI YÜCELTENLER TÂVUS SULTAN’NIN KÜLÜNÜ UNUTMAMALIDIRLAR…
şemseddin tebrizi sözleri
şemseddin tebrizi kimdir
şemsi tebrizi sözleri
şemsi tebrizi 40 kural
şemsi tebrizi ve mevlana
şemsi tebrizi kimya hatun
şems-i tebrîzî
şemsi tebrizi şiirleri
şemsi tebrizi mevlana aşkı
mevlana semsi tebrizi
şemsin mevlanaya sorusu
şems ve mevlana
mevlana ile şems
şems ve mevlana karşılaşması
şems tebrizi ve mevlana sözleri
şemsi tebrizi ve mevlana kitap
Şems-i Tebrizi Türbesi ve Mescidi - 3D Sanal Tur - 3D Mekanlar
www.3dmekanlar.com/.../sems-i-tebrizi-turbesi-ve-me...
Translate this page
Hareketli görüntüye tıklayarak açılan sayfada veya buradan indireceğiniz programla kendinizi Şems-i Tebrizi Türbesi ve Mescidi'nde gibi hissedeceksiniz.
Şems-i Tebrîzî - Vikipedi
https://tr.wikipedia.org/wiki/Şems-i_Tebrîzî
Translate this page
Jump to Şems-i Tebrizî Türbesi - Niğde'deki Kesikbaş Türbesi de Şems'e izafe edilir. Bunlardan ayrı olarak Tebriz şehrinde "Geçil" denilen mezarlıkta, ...
‎Kimliği - ‎Hayatı, şahsiyeti ve görüşleri - ‎Ölümü hakkındaki rivayetler
Şems-i Tebrîzî Camii ve Türbesi: Konya, Türkiye - YouTube
Video for sems i tebrizi turbesi▶ 0:49
https://www.youtube.com/watch?v=Iq_LATjZZpw
Oct 28, 2014 - Uploaded by Tevazu.eu
Şems-i Tebrîzî Camii ve Türbesi: Konya, Türkiye ... Şemsi-i Tebrizi Camii Ve Türbesi - Öz Antalya Tur 29 ...
Şemsi Tebrizi Cami Ve Türbesi Nerede Haritası Şemsitebrizi Mh ...
www.haritamap.com › ... › Karatay › Şemsitebrizi Mh.
Translate this page
Şemsi Tebrizi Cami Ve Türbesi 37.873680 enlem ve 32.497532 boylamda yer almaktadır. Semt/Mahalle olarak Şemsitebrizi Mh. ve Karatay ilçesine bağlıdır.
Şems-i Tebrizi Camii - Konya Büyükşehir Belediyesi
www.konya.bel.tr/sayfadetay.php?sayfaID=210
Translate this page
ŞEMSİ-İ TEBRİZİ CAMİİ VE TÜRBESİ. Şerafettin Camii kuzeyinde eskiden mezarlık olan Şems Parkının içinde yer alır. Bugünkü yapı 1510 yılında ...
Konya Şems-i Tebrizi Camii ve Türbesi - wowTURKEY
wowturkey.com › Ana Sayfa › KONYA
Translate this page
Jan 15, 2007 - 5 posts - ‎4 authors
Şems-i Tebrizi Camii ve Türbesi Eskiden bir mezarlık olan Şems Parkının içinde yer alır. Bugünkü yapı 1510 da Abdürrezzak oğlu Emir Ishak ...
Şems-i Tebrizi Camii ve Türbesi Nerede Nasıl Gidilir, Yol Tarifi Haritası ...
www.e-sehir.com › Türkiye Haritası › Konya
Translate this page
Şu an "Şems-i Tebrizi Camii ve Türbesi Haritası" sayfasındasınız. Şems-i Tebrizi Camii ve Türbesi haritasını farenizin sol tuşuyla tutarak yukarı-aşağı, sağa-sola ...
Konya Mevlana Seyyahati 1. Bölüm: Şems-i Tebrizi Türbesi, Mevlana ...
hakikimuhabbet.blogspot.com/.../konya-mevlana-seyy...
Translate this page
Dec 12, 2011 - Konya Mevlana Seyyahati 1. Bölüm: Şems-i Tebrizi Türbesi, Mevlana Müzesi, Meram Mesireliği, Tavus Baba Türbesi, Ateşbaz Veli Türbesi.
Images for sems i tebrizi turbesiReport images
Image result for sems i tebrizi turbesi
Image result for sems i tebrizi turbesi
Image result for sems i tebrizi turbesi
Image result for sems i tebrizi turbesi
More images for sems i tebrizi turbesi
Şems Kimdir, Mevlana ve Şems, Şems'in Mezarı Nerededir, Şems ...
www.goktepeliler.com/.../sems-kimdir-mevlana-t1419...
Translate this page
Şems-i Tebrizi (شمس تبریزی), Tebriz'de 1185 yılında[kaynak belirtilmeli] dünyaya gelmiştir.Melik Dad oğlu Ali adında bir zatın oğludur ve "Şemseddin" yani ...

1 yorum:

  1. Bu güzel sözler için teşekkür ediyorum. Bunların kaynağını, nereden aldığınızı yazsanız daha iyi olur.

    YanıtlaSil