2 Haziran 2016 Perşembe

Makalat Semseddin Tebrizi

Kutsi hadiste Allah

şöyle buyuruyor: «Gizli bir
hazine idim, kendimi tanıtmak hoşuma gittiği için yaratıkları yarattım ki, beni bilsinler!»
Hama ile Hana arasında Hasana'ya gittim. Mev-lânâ ile Mecduddin aralarında şöyle konuştular: Biz

uyuştuk. Evet
Şemseddin bizi atlatmaktan hoşlanır, îsrar edersek evet der, ne iyi olur, yine gider. Eğer bizden

ayrılırsa tedbirli davranmamız
gereklidir. Vaz geçerse hiç bir şey olmamış gibi davranırız. O zaman bize meşhur Cuha'nın kolu çolak

olduğu vakit tamburunu
çalarak söylediği şu şarkıyı hatırlamak gerekir,
Şiir:
Ben hep senin köyünde kemik topluyorum ki,
Oraya hiç bir köpek ayak basmasın diye.
Onlar nerededirler? Onlar kimlerdir? Nihayet ben diyorum ki, onlar benimkilerdir. Sonunda anlaşıldı.

Dediniz ki, sen
hep şu mısraları mırıldanırdın: (M. 186)
Şiir:
Ay yükseldi, biz alçaklaştık
Beyit:
sevgilim bundan sonra bizden her ne işitsen,
Artık el açma bize, çünkü biz gittik elden.
Görüyorum ki, göklerden dalga dalga nur yağıyor.. O yavrunun yüzünden, benim yüzümden ve

gözümden fışkıran
nurla tâ ciğerimi görüyorum. Kuran'da, «Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri söylersiniz,»

anlamındaki âyetin yorumu
şudur: Bu âyet bir kere müminler hakkındadır, onları ilgilendirir. Eğer buradaki özellik onun hakkında

ise ne dersin? «Niçin
söylüyorsunuz?» Sözü, kıskançlık kaynağından gelmiş olurdu. Onlar kendi testilerine başkalarının

tortusunu doldurmaya hiç
razı olurlar mı? O halde «Yapmadığınız şeyler,» buyrulmasının yeri olur muydu? Yeter ki bir sebep

olsun. Bunlar bir toplumdur
ki, onlara iki akça verip, kaseyi doldurup götürebilirsin. Bu ne demektir?

Katırın açlıktan kemikleri dışarı fırlamış. Sözünden
başka hali de değişti; hali ile birlikte konuşması da düzgünleşti. Artık bir şey söylemez. Bu azarlama

onlar içindir. Siz niçin
halinize uygun olmayan bu sözleri söylediniz? Derler ki, hayır ben, bu hal ehlinin kulu kölesiyim.

Onların duyduklarını
duyanlardanım. Şu halde iş böyle olunca size mübarek olsun! Bu çok fena bir haldir, kendine oyun

oynuyorsun demektir.
Erkeklik odur ki, düşmanın oyununu görebile-sin.
Söze başladı ve dedi ki: Söyledi ve söylüyoruz. Bunun nihayet senin oyunun olduğunu görüyorsun. O

gece kendisini
çağırmadıklarından dolayı incinmişti. Beni de evde zayıf birisi var diye çağırmışlardır. O kimdir diye

sorarlarsa, buraya
gelmesini istemediğim bir adamdı dersin. Ona bir peri verdim ki, gerçek görüşlü olduğu için gelmedi,

uçtu gitti, beni kurtardı.
Ama nihayet bu kanadı sana ben verdim. Gerekirdi ki, şimdiye kadar yerinde kalmış olsun. Yaklaştı ve

dedi ki: Ben Kerim ile
bir tarafa gitmek istiyorum. Eğer yal-nızsa. Yalnızdır, değildir, kendisi bilir. Ben ona, «Düşmanın

oyununa dikkat et,» diyorum.
«Oyun bundan daha açık olur mu ki, falan evde öleceğim,» dedi. Ona çok inanırdık ve o açık

konuşmuştur, diyordum.
(M. 187) Allah bizim aramızdadır. Bu işareti dinle! Görüyorsun ki, şahitler meclistekiler benden uzakta.

O gece, onun
gönlünde parlayan, nurun etkisiydi. îstedim ki o zaman ona sorayım: Kim ne dedi de ona güldün? Sert

bir bakışla ona baktım.
Ama kendimi tutabildim. Öfkem geçsin diye, çünkü hastaydı. Geçen gün de kendisine gülerek bir göz

attım. Eğer bu doğru bir
bakış olsaydı iş kolaydı. Bununla beraber zordur. Toprak altındaki nazeninlerden birkaç tayfamız var.

Öyle nazeninler ki,
karanlıktadırlar. O başka mesele. Benim sultanlığımda bu türlü şeyler olur. Bu saatte ne var ki,

hatibin kılıcı gibiyim! Ne
keserim ne batarım. «O bilip de sükût ettiğin şeyi bu saatte görürsün,» dedi. Sordum ona: «Neler

söylüyorsun? Benim hatırım
için ona gerekli olan şeyi bir kere söylemez misin?» Evet ben çağırdım, ben söyledim, Alâeddin'e,

Kerim'e söyledim. Benden
çok incindiler. Ondan sordum. Sen bana şöyle diyorsun: Kiminle çağırdın? Nasıl çağırdın? Seni

böylece hoş karşılayınca, ne
yaptım ki, beni takdir ediyorsun? Şimdi gel ki, sana bir öpücük vereyim!
Ahi'ye dememiş miydin ki, Şemseddin sizden bahsediyor. O bizden atılmıştır. O Hâcegî denilen, kılı

kırk yaran, fakr
mertebesinde biricik bilginden bir kaç kat daha iyidir. Ben meclise geldiğim zaman elini ağzına koyar,

«Susun, biz ne
biliyoruz,» der. Şimdi dedim ki: Bizim aramızda bir bilirkişi gerektir ki, bu meseleleri kesip atsın, o ayırt

etsin. Ama o bilirkişi
dışardan olmalı. O, neye karar verirse inayetle baş eğmek, karara saygı göstermek gereklidir. Yoksa

onun azıcık da bir gücü
olamaz. Ama burada karar iş arasında veriliyor, îş arasında el çırpanlara, gemiye atlayanlara, satranç

oynayanlara, hepsine
hüküm veren o bilirkişi olmalı.
Şeyhin biri bir gün eline bir elma almıştı, Zey-neddin Kelusî'den sordu ve dedi ki: «Ben Allahyı gördüm,

ondan bir
elma istedim, bana verdi. Sen Allah' dan ne istersin? Bayezid-i Bistamî, Allah'dan Allah'yı istedi; filan

kişi filanı istedi.»
Zeyneddin de dedi ki: «Ben de Allah'dan Allahyı istiyorum.» «öyleyse, sen Bayezid'in

mertebesindesin,» dedi.
(M. 188) Ben çocuktum, bana sordu; ben de başımla işaret ettim, seni isterim dedim. Başım salladı,

artık hiç bir şey
söyleyemedim. Bir daha ağzım açılmadı. Ama bütün içim sözlerle, deyimlerle, manalarla dopdolu idi.

Öyle acayip bir hale
gelmiştim ki, bu hal çocuk yaşında pek az kimselere nasip olmuştuf. Horasan'dan gelen büyüklerden

biri yönünden üstada bir
gönül açıklığı gelmişti, ona bir şeyler doğuyordu. «Bana gel, benim babam ol!» diyordu, beni buna

zorluyordu. Onun çocukları
için oldum; ne yapayım, onun hastası olmuştu. Bu saatte hastaların başına gidersek orada rahat

vardır. Çünkü ulu Allah
karşına ne çıkarırsa onu kendine tam bir mutluluk sayarsın.
Bizim nazenin kullarımızdan biri, uygunsuz bir toplum içinde tutsak düşmüştür diye beni gönderdiler;

ona bir ziyan
erişirse yazık olur, dediler. Eğer iki dost, birbirinin yanında yahut karşı karşıya oturmuş

konuşuyorlarsa o muhabbetin tadı ile,
onları uzaktan seyretmenin tadı bir olur mu? Ama o uzaklık, eğer sende gönül sefası var da arada

engel olmuyorsa, onun
zevkine göre yakınlık zevki nerede kalır? Bir kimse ki, uzaktan huzurda olursa, yakında nasıl olur?

Falan yere gidelim derler
ona. «Hele bir sor,» der, «Şem-seddin orada mıdır? Eğer yoksa şimdilik işim var...»
Filan kuyumcu dedi ki: «Senin hakkında uygunsuz sözler söylediklerini işittim.» O övmeye başladı,

ben, onu övünce,
«O nasıl olur?» dedi ve ilâve etti: «Sen böyle değildin ancak onun sohbeti bereketi ile böyle oldun. O

seni açtıkça açılıyorsun.»
Parmakla dokundum, böylece eğildi ve dedi ki: «Sen sohbete lâyık bir insansın.» Ben hemen atıldım

ve dedim ki, «Eğer halvet
olur da yalnız ikimiz beraber olursak, bana on pabuç vurur
1 musun? Her açılışta daha parlak bir hale geleyim. Sen büyükler
hakkındaki sözlerinle sohbete en

lâyık bir zatsın.» Ona inanmıştım, işitmiştim ki, büyük bir bilgindir, şöyledir böyledir. Ama
bununla değil. Şimdi iyi sohbete dikkat et. îster ki siz mescitte olasınız; oraya gelsin sizi görsün ve

beni de övsün.
(M. 189) Bana dedi ki: «O, iyi olur ama falan kuyumcu da şeyh olmuştur, ne dersiniz?» Herkes kendi

makamında
büyüktür. Ama onunla ne ilgisi var? Bu hiç kimse hakkında uygunsuz söylemek değildi, bize göre

onun âlemi başkadır. Derviş
ham hayaller peşindedir. Bir yerde ki şeyh bu delikanlıdır, ona olgunlaşması için daha yıllar gerektir.

Nasıl olur da erlere
hizmet eder, gece gündüz yanar yakılır? Tavaya konmuş sığır yağı gibi uzaktan kokusu geçtikten

sonra kıpkırmızı olur? Allah
erlerinin raksı lâtif ve hafiftir. Su üstünde yaprak gibi yürürler. İçerde dağ gibi, yüz bin dağ gibi ağır,

dışarıda saman çöpü
gibidirler. Hak benim elimdedir, ama benimle birlikte değildir. Hutbede okuduğun bütün Allah sıfatları

«O öyle bir görücüdür
ki, hiç bir şey, onun görüşünden gizli değildir.» Evet, bütün bu sıfatlar görüyorum ki benim de

sıfatlarımdır.»
Şiir:
İçi fesat dolu bu köpeklerden size utanç gelmez mi?
Siz, bu yularsız eşeklerden hiç arlanmaz mısınız?
Öbürü dinin süsüdür, ama küfrün de rengi ve kokusu;
Öteki mülkün kıvancı ama ülkenin de yüz karası, utancı...
Şu halde dizgin gerektir ki dikkatle çekesin şimdi başka bir şair de şöyle söyler:
Beyit:
Âlim ile cahil arasındaki ayrıcalık, ancak şu kadardır:
Birinin dizginini çekersin, öteki başıboş ve yularsızdır.
Şimdi nerede o dizgin çekme. Şimdi beni kendi halime bırak! Onu en azından zahir yönünden

yemekten içmekten
yasaklıyorum. Çok düşünüyorum ama gerektir ki, bana hiç ayakbağı olmasın; yemek içmek

düşüncesi, elbise ve çamaşır derdi
bende olmasın. Yani sizin önünüzde olmasın, birlikte olalım. Bir vakit hizmet etsin, îşte bu çirkin bir

şeydir, şüphelidir de. Kul
için bundan daha iyi bir sığınak var mıdır ki, elini Allah erlerinin ellerine uzatsın da kurtuluşa ermesin?
«Dervişin her iki cihanda yüzü karadır,» buyurulmuştur. Eğer doğru söylüyorsan, halkı neye davet

ediyorsun?
Karayüzlülüğe mi? Eğer yalan söylüyorsan senin tokadın hiç bir şey değildir. Başka biri, «Tahammül

et!» der. Söz Allahnın
sözüdür, Allah sevgililerinin sözüdür. Alâeddin'e satranç tahtası alma! Mevlânâ'nın dostu isen bunu

yapma! Çünkü onun
öğrenim çağıdır. Onun vakti dardır. Geceleri uyku uyumuyor. Ancak gecenin üçte ikisini yahut daha

az bir zamanını
uyuyabilmekte. Her gün gerektir ki, bir şey okusun, bir satır bile olsa bu lâzım. (M. 190) Ama işitirse

benden incinir. Bana,
işimi öğretiyor, der. Bu sebepten Hakkı düşman bilirler, işlerine gelmeyen doğru sözü dinlemezler.

Onlara bir kâr kokusu
gider, ürkerler. Bu çok garip şeydir. Bazılarına vakit geçirmek hoş gelir. «Karanlıkta yürüyen yolunu

şaşırır,» demişlerdir.
Bütün vücudu dil kesilmişti. Soruda, cevapta terbiyesizce davranırdı, Hak âleminden hiç haberi

yoktu.
Sizden sonra, ne malını satan satış yapacak, nede mal alan müşteri alacak mal bulacaktır, insan,

semâ vaktinde
başkalarının giyinmediği elbiseleri giyinir. Namazda da başka zaman giyinmediğini giyinir. Su dağıtılan

yerde bana bir, üveyk
sesi ile bunlar ilham olundu. Onunla benim aramda eskiden beri bir1 hekim var ki, o başkalarına söz

verir, sözünden dönerdi.
O, böyle yerde nasıl olur? Peygamberlerin, velilerin aradıkları vecd (ilâhî sarhoşluk) halini onlara

anlatsaydım, mest olurlar,
neşelenirler; Hak onların yüzlerinde, vücutlarında parlar, onlarda açıkça belirirdi.
Şiraz dervişleri biraz insafsızdırlar. Ancak iş iyi gitmedi derler. Vakti gelince gazelden sonra raks

edeceksin diye
kararlaştırıyorsun. Bunda da zorluklar çıkarırlar size. «Ne türlü nefesler vuruyor, baş sallıyorsunuz,»

deyince, söz söylemez,
gazel okumaz. «Bu nasıl raks?» deseniz, «Yandım bu ıstıraba, dayanamadım,» derler. Allah, «Ben seni

bu iş için tutuyorum,»
buyuruyor. Derviş de, «Yârabbî yandım artık, bu kulundan ne istiyorsun?» diyor. Mademki

yanıyor-sun, bu, cevheri kırma
hikâyesini andırır. sevgili âşı-kma sorar, cevheri niçin kırdın? sevgili

cevap verir: «Ben, cevheri benden sorasın diye kırdım.»
Bu: sır içindeki hikmet, şuradadır: Rahmet deryası daima coşmak, dalgalanmak ister. Bunun sebebi

de senin yalvarman,
ağlayıp feryat etmendir. Senin gamının bulutları gelmedikçe, ilâhî bilginin denizi dalgalanmaz,, coşup

köpürmez.
Şiir:
Anne yavrusuna meme verir mi söyle,
Yavru aç kalıp da ağlamayınca?
İçinde ve dışında geçen değişiklikleri göremeyen r görmede, işitmede ve akıldaki hikmeti anlamayan,

âlemin
nasıl idare edildiğinde şüphesi olan kimseler, bütün peygamberlerin mucizeleri, velilerin kerametleri

ile vahiy ve ilham
getirmelerini anladığı halde, henüz şüphede olanlar derler ki: «Acaba neden benim kısmetim geç

kaldı? Yahut bu iş neden
böyle oluyor? Kendiliğinden mi oluyor? (M. 191) Allahnın dilemesi yeter mi?» Sonra eğer Allahnın

merhametli, bilgin ve güçlü
olduğunu bir âciz görürse işi kabul eder.
Bir topluluk Fırat ırmağının kaynağını görmeye gittiler. Tam iki yıl yol yürüdüler. Nihayet ırmağın, bir

dağın
tepesinden çıktığını gördüler. Biri hemen, «Ne hoş!» diye çarh vurarak suya atıldı. Öteki de arkadan

atladı. Bazılarını, (onlara
ne olduğunu Allah bilir), galiba onları aşağı çektiler. Başka ne olmalı? Bazıları da geri dönerek haber

getirdiler. Dediler ki:
«Oraya kadar gittik, âmâ arkadaşlar daha önce gitmişler. Başka bir şey bilmiyoruz. Denize dalan

kurbağa gibi bir ses
çıkardılar.» Adamların anneleri kardeşleri toplandılar; bir türlü bu işe razı olmuyorlardı. Nasıl ki, kaz

yavruları yumurtadan
çıkınca anneleri karada gezerken yavruları da anneleri ile birlikte dolaşırlar, denize girince de

beraber girerler. Su kenarına
gelenlerden bunları görenler, «Vay yavrucuklar gitti, boğuldu!» derler. Zaman zaman dostları anmak

ne gariptir. Sen de bu
ayıklık makamında mest olup kalma!
Ola ki, onun maksadı odur. Yani istiğrak (Allah' sal hayale dalmak) makamında kalma; daha üstün bir

mertebe ve
makam iste! Ama hayır bu onun işi değildir. O, olduğu yerde sayar, başka bir şey yapamaz. Eğer o

yüksek mertebeyi
isteseydi, o mertebe şarapla dolu bir testi gibidir. Onu boşaltırsan kadehe dolar ve der ki: «Yine senin

yanında olayım, başka
bir yere gidemem!» Halbuki onun küpü onun gibi yüzlercesiyle dolup boşalmıştır. Ama yalnız küp,

taşın karşısında zavallı kalır.
Pek açık bir gerçektir ki, küp, taştan daima sakınır. Kırıtırsa, aslındaki parçalar yerinde kalır ama

içindeki berbat olur; etrafa
yayılır ve bulaşır. Yani sır (gizlilik), küpün fitnesidir onlara açık ve susturucu bir cevap vermek

gerekir. Çünkü susmak
suretiyle verilen cevaptan anlamazlar. Yani hoş geldin, güle güle, sefalar getirdin gibi açık sözlerden

anlarlar. Kuran'da,
«Görmez misin senin Rabbin gölgeyi nasıl uzattı?» anlamındaki âyetin yorumu nedir? (M. 192) Sonra,

«Allah semaların ve
yeryüzünün nurudur,» Anlamındaki âyet ne diyor bize?
Mısra:
Gönlüm öyle bir yere düştü ki, hiç sorma!
Eğer benden faydalanmak istiyorsan gizlice alçak gönüllük gösterip de Firavun gibi, yalnız kaldığın

zaman, «Allahm!
Sen benim ilâhımsın, ben de senin kulunum!» deyip, sonra herkese karşı, «Sizin en büyük Allahnız

benim!» (Naziât sûresi,
24) deme. Zahirde de bâtında da, hayır, demek gerektir. Cevapta biraz düşüneyim de o vezir gibi

hataya düşmeyeyim. Acele,
şeytan işidir. Acele edenler, bir nakış ve suretten başka bir şey göremezler. Çünkü onlar, hep

görünüşe bakar, nakısı ve sureti
görürler. Günahlarından dolayı da mağfiret dilemezler. Tövbe, Ademin ve evlâdının sıfatıdır. Hatada,

günahta direnmek de
iblisin ve onun yavrularının sıfatıdır. Allah ona, «Yemin et!» deyince, o «Başın için!» diye ant içer.

Rumî'yi Anadolu halkını ben
yarattım; Türkü, Hintliyi, Arabi da; ama lanet olsun o alçağa ki, senin gibi birini doğurmuş.
Sarayın sofracıbaşısı, Şahın üstüne yemek, damlatır. Şah, «Asın şunu!» diye emreder. Adam geri

kalan yemeği de
Şahın üstüne boşaltır. Bu sefer hoşuna gider ve gülmeye başlar. «Bunu niçin yaptın?» diye sorar.

Sofracı, «Mademki beni
astıracaksın, yaptığım hata, önemli bir şey değildi. Bari daha büyük bir iş yapayım ki, asılmaya

değsin,» der. Bugün o sofracı
yaptığına tövbe etse bile işlediği hata yine hoşuna gitmezdi. Bu utanç verici hal ana ve babadandır.

Çünkü onlar beni bu kadar
naz ve nimet içinde beslediler. Kedi kâseyi devirdi ve kırdı, babam da yanımda idi, hiç bir şey demedi.

Ancak gülerek, «Oyun
mu oynuyor sun güzel?» diyebildi. Ama bu bir kaza idi. Kedi savuşturdu. Eğer

senin ve benim yahut annemin başına bir kaza
gelseydi ne olacaktı? Allah, seni ve beni bu yüzden korudu; bize bir cilve gösterdi.
Şiir:
Okşaya okşaya şeker kamışından nöbet şekeri yaparlar,
İpekböceğinden zamanla atlas yaparlar.
Yaptığın işi yavaş yavaş yap, biraz sabırlı ol,
Üzüm koruğundan bir gün gelir helva pişirirler.
Ey seher yeli! Bir semtten haberin var mı? (M. 193)
Bir ay yüzlünün yanağından ne haber getirdin?
Çalıp çağırdığın, hay huy ettiğin günler var mı?
Ey rüzgâr! Daha yavaş es, çünkü güzel kokuyorsun!
Bu saatte, âlemde kutup (en yüksek Allah eri) odur. Bir gizli gerçeği açıklıyorum. Âlemin dört

bucağından onun
toprağını öpmek arzusunu besleyenler, başlarını onun eşiğine koyup geri dönenler var. Bir Allah eri

tam bir yıllık yoldan onu
ziyarete gelmişti. Yüzü güneşten yanmış bir ziyaretçi onun eşiğini öptü, içeriye giremedi. Başka bir

aziz uzaklardan bir çok yol
teperek geldi, eteğini öptü, hemen aynı günde geri döndü, îzin almasına imkân kalmadı. Ben bu

adamdan ummazdım ki,
konuşsun. Ben konuştum. Dedi ki: «Ona ahmaklık demezler». Evet, «Onunla konuşurken şimdi burada

bir ben varım, bir de
şu duvar var,» dedim. Mademki duvarla konuşmuyorsun ben'mle de konuşmuyorsun o halde kiminle

söyleşiyorsun. Lütfen
anlat!
Biri bana diyordu ki: «Bu mantıkçıdır.» Gülmeye başladı sonra öfkelendi, terlemeye başladı, başım

sallayarak, «Bu
adam ne diyor, mantıkçı mı?» dedi. Bir zaman diyordum ki: «Farzet ki ben burada yokum, îşte

herkesin kavgası da bundan
çıkıyor. Niçin olmayasm burada?» Yalvardı: «Birlikte gidelim ki çocuklar sana alışsınlar,» dedi.

«Evet» dedi, ama bana
nezaketten yahut kötülükten bir mutluluk gelmez. Bana böyle yerler, para ve rahat lâzım değil. Ben

bunlardan kaçtım,
usandım şu hücreye sığındım ki beni kapıdan görsünler. Ben dışarı çıkayım, sabaha karşı onu

döküntülerini, pisliklerini
süpüreyim, sessizce orada oturayım. Ansızın bir şey işitildi. Başlarını eğdiler. Özür dileyerek, hayır

hayır! dedim. Eğer ben iyi
insan isem, benim makamım burası olur. Geceleri tahta çıkar otururum. Kimse bana, sen fena yaptın,

şöyle yaptın böyle
yaptın, demez. «Ona iyisini verin,» diye tavsiye ettin ama ben oradan almadım. (M. 194) Gittim çok

uygunsuz sözler
söyledim. İşittiler, «Acaba bu divane midir?» diyorlardı.
Ramazan boyunca böylece bizi yüz kişi davet etti. Her biri, bizimle bir gece iftar eder misin? diyordu.

Bazılarım
atlatıyor, evin selâmlık tarafına gitmelerini tavsiye ediyordum. Eğer sözleşilen vakitte gelirlerse,

söyleyiniz ki, bir başkası
götürdü. Sana gelinceye kadar çok namaz kılması gerekiyor.
Ben vaktiyle ikiyüzlülük ederdim. Şimdi yapamıyorum. İşte Alâeddin konuşuyor, yarın da Sadreddin

Secasî
konuşacak. Celâleddin de konuşacak. Bu çok zor bir durum. Eğer söz onun sözü ise bu ne oluyor?

Eğer söz bunun sözü ise,
öteki boş lâftır. Bu sözler hiç kimsede yoktur. Bütün cihanı kalbinizden geçirseniz de arasanız, böyle

bir söz üstadının izini,
tozunu bulamazsınız.
Öğretmenlik yapıyordum. Vezirlerden birini de işinden atmışlardı; o da öğretmenlik yapıyordu.

Padişaha haber
verdiler. Eteğinden yakaladı ve sordu. Nuh Peygamber çağında dünya bayındırlaşmıştı öyle ki bir

şehirden bir şehire gitmek
için bir günden daha az yol yürürlerdi. Eğer bu yol uzunluğu bir günden fazla sürseydi, çok hayret

ederlerdi, çok uzaktır
derlerdi. Nuh Peygamber, kavmini bin yıldan elli yıl eksik bir süre içinde, imana davet ederdi; her gün

bir kaç semti dolaşırdı.
Bu nasıl olur? diye yorumluyorlardı. Bin seneye yakın bir müddet yaşamak nasıl olur? Filozoflar derler

ki, yüz yirmi yıldan
fazla yaşamak elbette mümkün değildir. Ama ben açıkça, onların sözlerini kabul

ediyorum, demiyorum. Bin yıl imana davet
etti, her gün bir semti beş kere dolaşırdı; onu döverler, yaralarlardı; Cebrail kanadını ona sürünce

yaraları sağalırdı, gibi bir
çok yorumlar yaptılar. Nuh elbette davetten vaz geçmedi. Buna karşılık yetmiş kişiden fazla kimse de

Müslüman olmadı.
Çeşitli rivayetler vardır. Ama onlardan en gerçek ve doğru olanı budur. Evet, davet doğrudur. Ama

benim için onun
kabulünden ne çıkar. Dedi ki: «Nihayet düşünmüyor musun ki, bu söze ne özür bulacaksın?» Dedi ki:

«Onun boynunu, elini,
ayağını hocanın sopasına teslim ederim.» Bunu düşünmeye, bahane bulmaya ne lüzum var? (M. 195)

Susayım, katlanayım,
ona, Ebubekr-i Rababî gibi ses çıkarmayayım. Ancak her kesin bir huyu vardır. Davet işinde biri vardır

ki, ona karşı sert
davranmak gerekmez, ötekine karşı da çok şiddet ve sertlik göstermek ister.
Bu kadının tuhaf bir isteği var. Eğer o adam olsaydı işi tamam olurdu. Bu saatte ona öylesine vurdular

ki, iki parça
ettiler sanırsın. Ketenciyi bizim için öldürmüşlerdir. Güya şeyh Evhadüddin onların önüne gelmiş,

secdeye kapanmış. Ama o
bir insan olsaydı işi tamam olurdu. İnsan olmadığı için onun karşısına geldi. Onun için bir engel de

yoktu; bütün bunlarla
beraber hiç bir şey değildi. Eğer ona sövüp say-masan böylece susmaz; sesini kesmez. Ancak o sövdü

saydı, cefalı sözler
söyleyerek geçip gitti. Bundan dolayı onun kahrını uzun zamandan beri çekmekteyim. Bizim

gidişimizden öfkelenir. ,
Benim gönlüm hiç kimsenin hazinesi değildir, ancak Hakkın hazinesidir. Burada, deveci kılığından

nasıl kurtulayım?
der. Dışarı atarım, başkalarının düşünceleri de daha başkadır. Buna güç yetiremezler. Ancak Şahın

hazinesini kendi
hesaplarına sarf etmeyi de bilmezler. Onlarda, o yönden bir kuvvet vardır. Akılları başlarındadır. işte o

hal, Hazreti
Muhammed Mustafa'nın (S. A.) halidir. Çünkü O Hazret kendiliğinden dalgınlık âlemine dalmadı. Belki

bütün işler ona belirli ve
açıkça görünürdü. Şimdi hiç kimse sanır mı ki, bu uyanıklık, o istiğrak yani ilâhi dalgınlık halinden

daha aşağıdır. O ilâhi
dalgınlık bir çoklarında da vardır. Hele bunda başka bir letafet vardır ki, bütün dalgınlık hallerinde

bulunur; sonra tekrar bütün
işlerinde uyanık kalırlar. Nasıl ki, Hazreti Peygamber, o halden başkalarına bir zerre sıçratsay-dı, elsiz

ayaksız kalırlardı. Nasıl
ki, Hazreti Ebubekr de ondan yedi hadisten başkasını rivayet etmedi.
Meğerse onlara kötü ile iyinin, kâfirle Müslümanın kim olduğu açıklanmaz. Müslümanlık doğru sözdür.

Yüz bin lanet o
cariyeye olsun ki, kendisini yüz bin altına alsan bile yine birisine bir cefada bulunur. Benim yanıma

getirirler ki, işkence
yapsınlar. Buna hiç benim gönlüm razı olur mu? Eğer buna gücüm yetseydi sonuç daha iyi olurdu.
Şiir:
Bir kimse ki, gül yerine diken ve çalı diker, (M. 196)
Ona mimber değil, darağacı yakışır.
Dünyanın yaratılışından maksat, yüzlerini birbirine dayayan iki sevgilinin, heva ve hevesten uzak

yalnız Allah yolunda
birleşmeleridir. Onların aradıkları, ekmek, ekmekçi ve kasap değildir. Nasıl ki, ben de bu saatte

Mevlânâ'nın yanında
rahattayım.
Yolunu şaşıran Bayezid'in hikâyesi: Bayezid öyle bir şehre uğramıştı ki, yalnız kendini şaşırmış, yolunu

kaybetmiş
değildi. Hazreti Musa gibi ona uzaktan bir ışık, ateş şeklinde görünmüştü.
Şiir:
Mumun pervanesi nuru arayayım derken,
İşi bozuldu, nur uğruna ateşe düşüp yandı.
Burada iş aksinedir. Nasıl ki Şeyh, «Halk kiliseden geri döndüler mi?» demişti. Yani onlar asla mescit

yüzü
görmemişlerdir. Onlar nerede, mescit nerede? Bunun manadan konuşma ile ne ilgisi var? Bir kâğıt

üstüne bir isim yaz, o adı
onun yanına götür. Müslümanların dışında bir topluluk ona karşı içlerinden, kâfir, dediler. Beni davet

ettiler. Onlara özürler
diledim kiliseye gidiyordum, orada dostlarımdan bir takım kâfirler vardı. Ama dıştan kâfir görünür, iç

âlemlerinde Müslüman
yaşarlardı. Bir şey getirin ki, yiyeyim, dedim. Binlerce teşekkür ettiler, benimle iftar ettiler, yediler

böylece oruç tutuyorlardı.
Ey yüce bilgin Mevlânâ, seni övmeye lüzum yok! Sen de övülmeyi bırak!

Bunu şundan dolayı söylüyorum ki,
Mevlânâ'yı övmekte onun rahatı için bir sebep bulunsun, onun hoşuna gidecek bir durum olsun da

eksik bir şey olmasın. Ona
sakın bir şey yapma ki hatırına bir bulanıklık gelmesin, incinmesin. Beni inciten her şey gerçekten

Mevlânâ'nın da gönlünü
kırar. Onu büyük bir şeyh her zaman ziyarete gelirdi. «Bize misafir gelir misin?» derdi. «Bir saat kadar

gel de görelim seni,»
diyebilir miyim? Eğer seni yiyeme-sem, yemeğini nasıl yiyebilirim. Bana haram olur. Benim içimde

haram lokma olmasından
Allahya sığınırım.
(M. 197) Mecduddîn ile konuşuyorduk. Karşılıklı sorular, türlü sözlerle muhabbet ediyorduk. Sakın

gönlün incinmesin,
Mevlânâ (Allah ona uzun ömürler ver* sin) dışarı çıktı. Senden incindi. Mevlânâ böyledir; beklemeye

takat getiremez.
Diyorsun ki, bu iş çetindir. Büyükler nezaketlidirler. Maymun yavrusu ile kaplumbağa hikâyesini iyice

hatırlayamıyorum ama
ben de gittim gönül benimle birlikte gelmedi. Orada boş sözler var. Kulağına şunu söyleyeyim de

onlar işitmesinler. Gel eğer
bir parça bal getirirlerse bununla hoş kaçar, uzaktan duymazsın belki; kulağına boş sözler

söyleyeyim. Bugün gerekli olmasa
bile anlatayım :
Bir tamburcu tamburunu kılıfından çıkarır, her şeyden önce yemek getirsinler diye, yanındakilerine,

«Sizler çok
cömert insanlarsınız,» der. «Bana bir kaç akça harçlık verirseniz size tambur çalarım.» O arada

adamın pabuçlarını
çalmışlardı. «Aman,» der, «Ben sizin yemeğinizden vazgeçtim konukseverliğiniz de sizin olsun, bari

tamburumu verin de
işime gideyim.» «Burası mescittir,» dediler. «Eyvah,» dedi, «Günlerden beridir ki yıkanmadım çabuk

tamburumu verin de
buradan gideyim.»
Sultan Mahmud (Gazneli) ordusundan bir- aralık geri kalmıştı, çok acıkmıştı. Yol üzerinde bir

değirmenciye uğradı,
dedi ki, «Selâm sana! Sizde yiyecek bir şey bulunur mu?» Değirmenci seslendi: «Sakın bu adam

ekmek istemeye gelmesin.
Bu ağır canlı adam nereden geliyor?» «Bugün bir artık ekmek vardır yer misin?» «Getir,» dedi.

Değirmenci giderken pişman
oldu, geri döndü. «Eğer olsaydı biz yerdik, kalmamış. Ekmek yok un var yer misin?» «Evet getir her ne

varsa getir!» Adam
tekrar geldi kendi kendine: «Yazık» dedi, «Adamcağızın karnı o kadar acıkmış ki unu bile yiyecek.»

Bu sefer tekrar döndü
ama «Dan karışık,» dedi. Sonra tekrar geldi, «Öğütülen un yetim malıdır,» dedi. Nihayet tozlu bir

pösteki getirdi ve Şahın
yüzüne fırlattı, «Ancak kalan yiyecek budur,» diyerek onu inandırmak istedi. Sonra, «Sanıyorum ki,»

dedi, «Gözlerin rahatsız
olmuştur.» Bir ırmak kenarına götürdü, «Yüzünü yıka!» diye iki elini tutarak oraya oturttu. (M. 198)

Şah oradan ayrıldı. Yolda
bir Türk çocuğuna rastladı: «Yiyecek bir şeyin var mı?» dedi. Çocuk, «Var ama önce bir selâm ver,

sonra da konuk ister misin
diye sor,» cevabını verdi. Mahmud kendi kendine, «Vallahi bu çocuk doğru söyler,» dedi. Atının

dizginlerini yavaşça çekti geri
döndü. Çocuğa «Selâmün aleyküm,» dedi. «Aleyküm selâm. Çabuk aşağı in konuğumuz ol sana

gömeç, yoğurt, süt, peynir ne
varsa getireyim,» dedi. Şah bunları yedi. Çocuğa: «Al şu yüzüğü bundan sonra ben Şahın

yakınlarındanım dersin. Olaki
Şahtan senin için bir şey alalım, eğer vermezlerse ben alır sana veririm.» Yüzüğe iyi bakınca:

«Eyvah!» dedi çocuk, «Ne yazık
ki koyun kesmedim. Ne yaptım ben?» Her ne kadar bu düşüncelere kapıldı ise de, işi daha iyi oldu.

Mertebesi yükseldi. Şah
askerine yetiştikten sonra arkadan çocuk geldi, yüzüğü onlara gösterdi. Hepsi yüzüstü kapandılar.

Onu saygı ile karşıladılar.
Çocuk ne görsün bütün beyler, vezirler sıralanmış; o süvari askerleri ve başbuğlar ayakta durmuş.

Onlarla yüz yüze gelince
hepsi birden: «Bu hangi oymağın beyidir?» diye aralarında konuştular. Şahı o kılıkta görünce şaşırdı,

bir «Lahavle,» çekti
tekrar etrafına bakınca anladı ki Şah budur. İçinden bir «Ah!» çekti. Şah konuşmaya başladı, çocuk

içinden tekrar, «Vallah ki
bu Şahtır!» dedi..
Şah emretti: «Altın kemerli kırk köle onun yanına gelsinler!» Artık üst tarafını, o türlü yemekleri de

sen hesap et!
Sonra buyurdu ki: «Sözü geçen değirmenciyi de getirin, onun da gönlünü hoş edeyim.» Silâhlı yüz

süvari yola çıktı.
Köyün ve değirmenin nişanını onlara anlatmıştı. Uzaktan bakınca bir dağın doruğunda onu gördüler.

Biri sordu: «Değirmenci
bu mudur?» «Evet budur,» dediler. Adamcağız, «Eyvah geldiler,» diye kaçtı ve kapıyı kapadı. Kapıyı

çalınca hiç ses çıkarmadı
yani, «Öldüm,» dedi. «Ama sen nasıl ölüsün ki, konuşuyorsun?» Değirmenci, «Bu ancak bir nefesten

başka bir şey değil,
nihayet o da bitmek üzere ben ölmüşüm artık.» «Kalk!» dediler. Kalkmadı, kapıyı kırdılar, içeri girerek

tekrar, «Kalk!» dediler,
«Seni Şah istiyor.» Değirmenci yalvarmaya başladı: «Ey büyük ve saygı değer adamlar! Ben nerede,

Şah nerede? Ben zavallı
bir değirmenciğim. Şahın buğdayı varsa buraya getirir onu öğütürüm!» «Uzatma,» dediler, «Kalk

çabuk seni Şah istiyor.»
«Ama çok iyi öğütürüm.» «Çok konuşma kalk!» dediler. Değirmenci, «Size un vereyim saç ekmeği,

yoğurt vereyim ki, bugüne
kadar Sultan bile onu size vermemiştir. (M. 199) Bugün yüz kişiyi misafir ediyorum.» «Kalk, ne

saçmalar soyuyorsun, kalk»
dediler. Yine kalkmadı, boynuna bir ip bağladılar. Çeke çeke götürdüler. Adamcağız çepeçevre etrafı

süzerek o teşrifatçıyı
aradı, ama onu göremedi. Ancak Sultana, «Ah eğer bin tane kellem olsaydı

birini bile kurtaramam,» dedi. Sultan dedi ki:
«Adamcağız ben seni getirdim ki, su kuyusuna düşmüş olan yüzüğümü bulasın.» «Saygılarımı

sunarım,» dedi. Gizlice
ötekilerine emir verdi; adamı kıskıvrak bağlasınlar, üç gün üç gece hiç bağını çözmesinler açlık ne

demek olduğunu anlasın,
dedi. Adamcağız, her gün beş kilo ekmek yerdi; cehennem gibi bir işkembesi vardı, üç gün ekmek

bulamayınca artık ölümünü
bekliyordu. Üç gün geçtikten sonra, «Onu getirin!» dediler. «Kalk çık dışarı,» diye seslendiler. «Artık

benden ne istiyorsunuz,
bir solukluk canım kalmıştır, bırakın ki öleyim!» dedi. «Hayır,» dediler. «Sen öyle bir adamsın ki, bir

kerede ölüp
kurtulamayacaksın.» «Eyvah!» diye feryadı bastırdı. Şahın huzuruna götürdüler. «Adamcağız,» dedi

Şah, «Söyle bakalım
pirinci tane tane mi yersin?» «Oh onu da yerim elime geçerse,» dedi. «Ya semiz kuş eti ile pişmiş

kimyonlu yahni yahut
şekerkamışı veya hurma da olsa yer misin?» «Ah nerede onlar!» «Sütlü pirinç de yer misin? Hele

şekerle iyice pişirilmiş
olursa!» «Ah nasıl yemem.» «El'mize geçse biz de yeriz bunları.» Böylece bir çok nefis yemek

saydılar. Değirmenci, «Ey ulu
Sultan! Beni öldür!» diye yalvarmaya başlayınca Padişahın merhameti ayaklandı. O merhamet

duygusunun etkisiyle
Hayyam'ın şu beytini hatırladı.
Beyit:
Ben kötülük yaptım, sen de kötü mükâfat veriyorsun,
Şu halde benimle senin aramızda ne fark var söyle!
Şah gülmeye başladı. Bin dirhem bağışta bulunmalarını, bir kat elbise vermelerim, onu sevinçli bir

halde yola
vurmalarını emretti. Sonra «Onu geri çağırın,» dedi. Arkasından koştular, «Gel!» diye seslendiler. «Ah

beni kandırdı, ama
belki daha beter bir belâya uğratacak,» dedi. Çağıranlara yalvarmaya başladı. «Bari şu altınlarımı alın

da canımı bağışlayın.»
«Gel, orada cevabını ver!» dediler. Şahın huzuruna çıkardılar. Şah şöyle buyurdu: «Şimdi benimle bir

sözleşme yapacaksın!
(M. 200) Bundan sonra kendi boğazının keyfi uğruna kimseye bir şey vermesen bile bari o unlu

pöstekiyi kimsenin yüzüne
çarpma! Az daha gözümü kör edecektin.» Değirmenci yüzüstü düştü, çok ağladı ve dedi ki: «İkinci

şartı da ben söyleyeyim:
Hiç bir konuğu ağırlamakta ihmal göstermeyecek ve küçümsemeyeceğim.»
Mademki kulağıma söylüyorsun, söyle ah seni öpeyim! Hasta oldun öpeyim bari; öp artık kaçıyorum

öp, elimi de
bırakıyorum... Elimi kalbime koydum, mademki söylüyorsun bir daha söyle! Ne kadar da yedim,

uykumu kaçırmak için. Gece
yarısına kadar hiç uykum kaçmadı. Hep yedim, karnım davula döndü. Nihayet, «Daha ne kadar

yiyeceksin, yeter!» dediler.
«Uykum kaçsın diye yiyorum. Uykumu ver ki yemeyeyim,» dedim.
Pirlerden biri dedi ki: «Henüz Mevlânâ'nın mec-lisindesin. Allahya şükürler olsun! Ama müritler sizden

ayrılmak
sevdasında. Bu onların körlüğünden ileri geliyor. Derler ki, bir melek varmış, bir zaman Ademoğulları

bu adamın meleği
olurmuş, bir zaman da bu adamın şeytanı.»
Üç kere dışarı çıktım, geleceğim dedim. Tekrar hücreye gidiyordum, önce bir adam gösterdim. Ona

çocuk kaçtı,
yalvardılar, kabul ettim. Öteki de kendiliğinden kaçıyordu. O bununla gelmez dedim.
Mısra:
Bu işten vazgeçmek gerek, yahut edebini takınmak.
Ne hayaller kuruyorsun?
Ben ne söylüyorum?
Eğer bunu söylemesen, senin söylediğin şey çok uzak!
Adamın biri halkın malını yerdi. Kendini deliliğe vurmuştu. Kadının önüne oturttular. «Ham ham!» diye

söze başladı
Kadı ona, «Be adam, senden davacı var, ne dersin?» diye sordu. «Ham ham.» Kadı, «Ham ham,

divane sözüdür bunu
tımarhaneye götürsünler,» dedi. Adamı tımarhaneye soktular. Tımarhane onu nasıl serbest bırakır?

Biraz sonra Kadıya ondan
daha yaman bir yankesici, daha serseri bir suçlu gelir. Yüz Bağdat çarşafı, yüz top istanbul atlası, yüz

kat başkaca elbise dava
ederler. O da, «Ham!» der. Kadı, «Hayır,» der. «Ama efendimiz herkesi

temize çıkarıyor, beni eziyor, ham, ham.» Kadı der ki,
«Bugün ham, ona inkâr etmesini öğretmiştir.» Kadı tekrar sorar: «Ne diyorsun.» (M. 201) Suçlu,

«înkâr ediyorum» der.
«Hayır,» der Kadı, «Suçunu kabul ediyorsun, niçin inkâr edersin. Müslümanların hakkını ver!» Suçlu,

«Ben, şu ya da bu
kimsenin emanet bırakmasın-san korkuyorum. Ama nereye bıraktı? Sen diyorsun ki, o Buharalının

kapısındadır. O zaman
bütün hırsızlarla gider o eve hücum ederler. Mallar eşiğin altındaki kuyudadır, evet ver diyorsun, iyi

ama ya ben açlıktan
ölürsem. Evet ver diyorsun, hoş söylüyorsun. Fakat kime? Benim gönlüm istiyor ki sen bundan birazını

pay eyleyesin ben de
böylece bakayım. Ye afiyet olsun üç lokma, on yedi lokma yahut benim hatırım için yetmiş lokma ye.»
Mısra:
Ben istiyorum ki yüzüm ay gibi ak olsun.
Ben vaz geçtim, bütün âlemden el çektim. Şimdi sen de diyorsun ki: «Hiç iyi değdim, ya içimde bir

rahatsızlık var
yahut bir sıkıntı var bende.» Çünkü sen benim canımın içindesin, orada yer tuttun. Can içinde etki

yapıyorsun. Ey Efendi,
Çelebi! Bu isteklerinden, boynumuza sarılıp öpmelerinden, nazım yolu ile, başka yollardan bir takım

cilveler göstermesinden
anlıyorum ki, bende Allah tarafından yarlıgan-mak nişanesi var. O tarafa düşmem yakındır. Günahları

bağışlanmış kullar
arasında dalıp gideceğim bunun belirtileri var.
Ulu Allah Kuran'da, «Onlara âyetlerimizi ufuklarda göstereceğiz,» buyuruyor. Bununla ne diyor bize?

Ufuklarda ayın
iki parça olması mı? Yaz mevsimi mi? Sonra aynı âyetin altında, «Ve onların nefislerinde,» buyuruyor.

Hastalık veya sağlık mı?
Bunlar ne güzel yorumlardır.
Ey tefsirciler, başka bir anlatışa göre de ufuklar-daki âyetler, ayın yarılması ve mucizelerdir!

Nefislerdeki de, gönül
açıklığıdır. Şüphe yok ki o Haktır. Yani şüphesiz Allah Haktır; Muhammed de Haktır. Ne güzel yorum

bu! Ama hakikat yolcuları
ve Allah erleri içindir bu. Her bir âyette bir müjde var, bir aşk kitabı gibi! Kuran'ı onlar bilir. Kuran'ın

güzelliği onlarda yüz
gösterir, onlarla cilveleşir. «Şüphesiz o Haktır,» demek ne demektir? Yani Allahın kim olduğunu

herkes bilsin diye, «O haktır
şüphes:'z,» demek bir yorumdur. Kudsî var iken Tusî'yi ne yapalım. Rahman sûresinde, «Allah Kuran'ı

ona öğretti,» âyetinden
anlaşılıyor ki, Kuran'ın tefsirini yine Allahtan dinlemek gerektir. Bunu Haktan başkasından

dinleyemezsin. O yorumcuların
tefsiri onların kendi halidir. Yoksa Kuran'ın tefsiri değil. (M. 202) Kuran'ın sözlü tercümesini beş

yaşındaki çocuklar bile
yapabilirler. Hazreti Mustafa (Allahnın selâmı ona olsun) Ebû Hü-reyre'ye uğramıştı. Onun pek

çekingen davrandığını anladı ve
sordu: «Niçin böyle çekingen davranıyorsun, perhiz ediyorsun?» «Temiz değilim de ondan,» dedi.

Peygamber, «Mümin pis
olmaz,» buyurdu. «Zararı yok, öyle kara yüzlü durmanın ne gereği var?» Diyelim ki, yoldan bir kızcağız

geçer, kendinde bir
hareket duyarsın. Bunu başkaları anlarsa seni ayıplar, anlamazsa sana işinle meşgul olmak gerekir.

Bir rastlantı sırasında
Mahmud'un annesi oğlunun içkiyi yasakladığım görüyor, «Afiyet olsun sana, mutlu ol oğlum, beni de

mutlu ettin,» diyor. O
bunu yapmayaydı, incinirdi; yatakta uykusu gelmezdi. Annesini «Acaba ne olacak?» diye düşünürdü.

Ona candan dua eder ve
memnun olur.
Kış geliyor Şemseddin'e bir kürk lâzım. Evet çetin iştir bu. Hırkayı yırtmalı. Evet güzel söylüyorsun,

bana uymak
gerek. Bu bana senden dilenmek demektir. Konuk için, onunla daha çok vakit geçer. Şimdi biraz

düşünmek zamanıdır. Her ne
kadar yaya yürümek kuvveti vardır ama korkarım ki, bunu kabul etmezsin! Ben Kaymaz mevkiine

gelirsem, Aksaray'a
varırım. Yolda seni bırakır ve ayrılırsam, bu benim elimde değildir. Seni evde çocuklar arasında

bırakayım. Zaten yolda da
bunu böyle istedim. O zaman bizim aramızda yüz kat daha yakınlık olur. Bugün ayrıldık ama bir zaman

neler olacağını
bilemem. Eğer şimdi olduğu gibi araya bir karışıklık girerse, «Bu hakkın gayretidir,» deme! «Bu ne

Müslümanlıktır?» dedi.
«Bunu da Müslümanlık say,» dedim. O zaman bir şey söylemedin, bir kaç gün Sarac'ın bağına gittin. O

ayakkabı seni rahatsız
etti. Bir söz söyledin, bir kaç gün dolaştın, nihayet tekrar konuştun. Sonra baştan savdık, ona ant

içtik dedin. Ben öyle
insanlardan de-ğilim ki, bir kimse ile bir gün selâmlaşmış olayım da, ona karşı öyle bir davranışta

bulunayım. Bunu uygun
görmem. (M. 203) Eğer yine bir karışıklık ve bozgunluk varsa, zannetme ki aramızda ayrılık kararı

verilmiştir. Ya bana senden
bir gayret ister, yahut da sana karşı benden.
Dedi ki: «Allah kendi iradesi ile hükmeder. Onda ihtiyar yoktur.» Bu sözü bütün peygamberler bile

söylemiş olsa
kabul edemem. «Ben böyle bir Allah'yı istemem,» derim, isterim ki, Allah kendi arzusu ile iş yapsın.

Ben öyle bir Allahyı
arıyorum. Cehenneme de görsem bu düşünceden utanmam. Ona derim ki: Benim aradığım Allah

sensin. Diyorsun ki: «Ben,
Allah için dilediği gibi yapmaz, (yani failimuhtar) değildir, demedim.» Öyle

ise sen failimuhtarsın, dilediğini yapan sensin! Onu
ortadan kaldır. Onun en aşağı kullan, ona bir ışık ile gölge düşürmüşlerdir. Dilediğini yapandır o. Onu

âciz kılacak, ona engel
olacak bir varlık yoktur. Her saatte binlerce cihanı mahveder.
Bu çok âciz ve güçsüz olan kimdir? Ne iş yaparda o işte âciz kalır? O işi çevirmeye gücü yetmez. Nasıl

olur da onun
ihtiyarı yoktur diyebilir, içinden ona, «İhtiyarsız,» diyebilir misin? Eğer bütün âlem Şahab' m bu

sözlerini kabul etseydi,
Firavun incinmezdi o sözden. Ama ben kabul etmiyorum. Size iyi günler! Vakitler mübarek olsun!

Mübarek olan sizlersiniz.
Gelecek günler size mübarek olsun! Kadir gecesi bize kader hazırlamıştır. O dost başka sözleri de

bilir; başka
konuşanların sözünü de konuşur. Bin kelime mi söyledi; söyler, sonra sözü tükenir. Boş mu oturur?

Musa Peygamber Allah ile
konuşan bir söz bilgini idi. Allah ona, «Beni göremiyeceksin,» dedi. Musa bir kaç adım geri döner,

sonra tekrar ona yönelerek
bir daha gelir. Ona başka zaman gel der, konuşmadan geri çevirir. Günler bizim aramızdadır. Âyette

işaret buyurulduğu gibi
denizin suyu tükenir de Rabbimizin sözü bitmez.
Elif harfinin manası tamam olmaz. Ulu dergâhtan bir elif sıçradı, hangi hikmet için dışarı fırladı o elif

harfi? Onun
hikmetinin iç yüzünü, yine o bilir. «Akıl .yanılmaz,» dedi. Ama yanılıyordu, yine de, «Yanılmaz,» diyor.

Sonra be harfi geldi,
elif harfin'n ayağına düştü. Elif sordu: «Niye geldin?» «Seni açıklamak için. Bir noktam var, o senin

mühürünü canımın içinde
saklıyorum. Hemen Elifin manasıyım. Ayrılığın, ayırmanın iç yüzünü söylüyorum.» Te geldi, «Başımda

iki noktam var,» dedi.
Bunları dünya ve ahirete atarım. Üç noktalı se harfi de kendini araya soktu.
Cim daha uzakta idi. Tevriye sanatı daha çok belirsin diye. Çünkü (M. 204) onda Kuran'ın manası

vardır. Cim, iki
yönden eliften üstündür. (M. 204) Ama elif yolunda beline kemer bağlamıştır, elife bağlıdır. Dal harfine

gelince, o da iki eliftir.
Bir topluluk, dal harfini düşman bilirler. Aralarında, birbirlerinin gırtlağına sarılarak kavgaya

tutuşurlar. Sen, eğer harabat
(meyhane) ehli isen hı harfinin ne günahı var?
Kâfir küfürden bahseder; o, küfürden başka ne söyleyebilir? Mümin imandan bahseder, kâfir de

küfürden.
Mısra:
Testi, içinde ne varsa onu sızdırır.
Saf olur, saf küfür olur. Onun kâfirliği saf olur. Ona, bu yolda şöyle sorarlar: «Diyelim ki, yolda seni

köpek ısırmıştır.
Ona, kuduz köpek demek yaraşır mı?» «Evet, o gün o köpekle onun kocaman beş tane yardımcısı

aşağı indiler. Fitne hiç
yatışmadı. Herkes bir tarafa kaçtı, onun ayağına düştüler. O, yukarı çıktı ve onları ayırdı.» Vaızdan

sonra aşağı iniyordu.
Mimberin son basamağında durdu, şahadet getirdi. Kendi işimizden çok fazla söz söyledik. Şu ilâhi

uyarma ile karşılaştık.
Kuran'da buyurulduğu gibi: «Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz?» Yarabbi,

«Bizi bağışla!» deyince
mimber yürümeğe başladı. «Ey mimber! Sana söylemiyorum,» dedi. Mimber ağaç olduğu halde, onun

gerçek sözlerinden
harekete geçiyor; yani ağaç bile, kendi nefsinde öğüt kabul eder ve yürür, demek istemiş ve onu

yürütmüştür.
Ulu Allahnın, hem sen dilediğini hidayete erdiremezsin, hem de sen hidayet verebilirsin, sözleri

arasında çelişki
yoktur. Hak sözde buna imkân yoktur. Sen bir yol gösteriyorsun; işte, doğru yol budur diyorsun. Ama

daha fazlası elinden
gelmez. «Onu o yoldan çıkaran benim,» buyuruyor, yüce Allah. Bize gerekli olan bunların her biri

arasındaki inceliği ve derece
farkını görebilmektir.
«Allahya iyilikle ödünç verin,» anlamındaki âyet gelince, Hazreti ibrahim dedi ki:, «Ben Allaha ve

Resulüne dedim,
ben hangi yalanı söyledim de Allah onu doğru çıkarmadı?» Hazreti Peygambere sordular: «Ey Allah

elçisi! Mümin zina eder
mi?» Hazreti Peygamber şöyle buyurdu: «Evet, zina.eder, ama o yine mümindir. O imanlıdır.»

Ebidderda'nın koca burnuna
rağmen yine mümindir. Ancak mümin yalancı değildir. «Yani, imanla yalan bir arada yürümez.» Allah

gerçek müminin yalanını
doğruya çıkarır.
Adamın biri cübbesini yırttı. «Eyvah, benim fere-cim, abam yırtıldı bana bir aba verin!» diye sızlandı.

Adına fereci
dediler. Mevlânâ bu kadar söz söyler, hiç bir şey istemez. (M. 205) Benim huyum budur, der. Bir mezar

taşında, ömür, bir
saattir diye yazılı idi. Bir saat, üç saat nihayet ömrün bir sonu vardır. Sofî için,

vaktin çocuğu derler. Yani vaktine bağlı insan
demektir. Bizim de ömürden nasibimiz ancak şu bir saattir. Çünkü Mevlânâ'nın meclisindeyiz. Ona

hizmette bulunuyoruz.
Ben onun postuna konmuş bir böcek gibiydim. Hiç düzgün konuşmaktan, fesahatten nasibim yoktu.

Böylece
diyordum ki: «Mevlânâ'ya Allah hayırlı mükâfat versin.» Hayırlı bir işe aracılık etti. Bugün gereken

hizmet ve görevi bana
işaret ediyorsun. Sana anlatayım. Cebrail yukarıya bakarsa külahı düşer, sordu: «Nereye gideyim?»

Şimdilik annen ile
babanın yanına gideceksin, ne zaman çağırırsam bana bir işaret et yeter. Sofrayı eğri koymuşlar onu

düzgün koyayım dedi,
başını çevirdi, yavaşça, işaretle, «Lüzum yok,» dedi.
Sofra yatakta tersine kurulmuş dedim. Hemen, «Ne söylüyorsun? Yatakta sofranın ne işi var?» dedi.

Nihayet işaret
etti ki, bizim işlerimiz var, ben bir işe gidiyorum, ibadete gidiyorum. O işten hiç başımı kaldıramam.

Ben hep emirle giderim.
Emir bu!
Şiir:
Bir zaman gönül semtine doğru yürüdüm,
Gönül halinden bir nişan arıyordum.
Acaba gönlümün hali nicedir diye anlamak istiyordum.
Onun yüzünden cihanı feryat ve figanla dolu görüyordum.
Eğer bu dağarcık olmasaydı, bu taifenin ayak tozunu Cebrail bile bulamazdı.
Şiir:
Hikmet ehli. erenlerin sözlerini araştırdım,
Onlardan her vadide, her şehirde bir destan var.
Hepsi de gönül elinden feryada gelmişler
Bu sözlerden şüpheye düştüm
Kendi aklımdan geçtim, acele gönül tarafına sefer ettim.
Onda da hiç boş yer göremedim.
Bu gönül arif ile maruf arasında çok kere sözcülük yapar.
Gönülün ne olduğunu gönül erleri bilir.
Gönülün kadrini her gönülsüz ve ruhsuz ne bilsin?
Gönül hakkında Allah Peygamberi dedi ki:
Gönülden daha iyi, gönülden daha üstün bir şey var sanma!
(M. 206) Kendisinde güzellik olmayan, Hazreti Mu-hammed'in yüzünü Öper, söze başlar ve der ki:

Hazreti
Muhammed (S. A.) ve onun yoldaşları gibi ol! Sen kendi sözünü söylüyorsun. Başkalarını anmak, nazar

değmemek içindir.
Sen küfür dinle o benim için başka bir anlam taşır. Eğer öyle değilse benimle başkaca hiç bir işin

yoktur. Şimdi bir yazı
yazmak, onu tekrar okumak içindir. Ama tekrar okuyamazsan, buna gerek yoktur. Okursan o zaman

düşünürsün. Bu, te
harfidir yahut te'dir, yahut üç noktalı se'dir veya sonuncu harf olan ye harfidir.

Eğer bu harfleri okumak zevkini kendinde
bulamazsan bu Allah erlerinin gelmesi sana ayıp değildir. Bir hikmet içindir.
Teklif zor değildir ama aceleye gelmez. Neşeli olduğun vakit içinde keder kalmaz. Hoş hutbeler

okursun. Ama o neşeli
anlarda olur. O varlıkla dopdolu olunca, vücudu böyle olur. Ben her ne kadar onu kabul ve sözlerini

gerçeklemek istersem,
sözlerimden ürker ve bana dönerek, hiç gözünü başını çevirme! Tevhid âleminden sana ne? der.

Onun, Allahsının tek ve eşsiz
olmasından sana ne? Çünkü sen onu yüz bin gibi görüyorsun. Sana göre her parçasında başka bir

yön, her bir parçasında
başka bir âlem var. Ama sen bu parçaları o bir tek varlıkta toplıyamazsın! Anlayamazsın! O kendi

eşsizliğini birliğini tek renkte
gösterir mi hiç? Bu sana sır olarak kalsın ve seni sevindirsin.
Yaptığın secde acaba makbul müdür? Bugün mademki yolu biliyorsun, bir konuk geldiği zaman ona

tekrar söyle ki,
nasipsiz kalmasın. Hoş geldin, sefa geldin dersin. Bizim için en iyisi budur.
Birini çalgıcılığa çağırdılar. Ağır davrandı. Ona gel dediler istemiyor musun? Biraz su lâzım ki

tencerenin önüne
koyayım der. Arif ateşli işlerde hep suyu yanında bulundurur. Meğerse unutsun. Su hazır değilse

tencere taşar yağı uçar,
içinde ne yağ kalır ne de tencere. Pişmiş et gider. Başka bir tencere lâzım gelir. Meğer ki, unutsun.
(M. 207) Adem Aleyhisselâm unutkandı hep, «Ya rabbi! Biz nefsimize zulmettik. Eğer bizim günahımızı
bağışlamazsan, bize acımazsan ziyanlı çıkarız, zavallılardan oluruz,» diye yalvardı, daha başka bir şey

demedi başka sözle
meşgul olmadı.
İblis tutturdu: «Ben yaratılışta ondan hayırlıyım,» dedi. Biliyordu ki, insaflılar için özür dilemek

gerekiyor. Ama özrü
kabahatından beterdi. Allahyı inkâr etti. Sen bilmez misin ki, ben şeytandan daha iyi bilirdim. Şeytan

«Senin izzetin hakkı için
onların hepsini yoldan çıkaracağım, azdıracağım,» deyince bu söz Peygamberleri, velileri, ve •Allah

erlerini içine almaktadır.
Çünkü o kendi işini geri bırakmaz. Şeytan kendi işinden nasıl vazgeçebilir? Ulu Allah, inayetini bir

tarafa, şeytanı da bir tarafa
koydu. Acaba ne yapacak diye. «Onu benden götürebilirsin ama beni ondan nasıl alabilirsin,» dedi.

Terzi demircilik yaparsa
sakalı yanar. O kendi işini yapmalıdır. Yoksa biri demirciye gelip, «Ey demirci bana demircilik öğret!»

diye yalvarır, ondan
sanatı öğrenirse o zaman ne sakalı yanar ne de saçı. Sakalı yanmayınca yüz dirhe.m harcayıp orada

Lut ve Dolkes
yemeklerine tuz koymazsa hiç işe yaramaz, yerken ağzından dökülür. Ama bolca tuz koyarsa her ne

getirirse hep tuz
olur. Ona tuz deseler bile halinden ve manasından tuz olmadığı anlaşılmadıkça tuz denilemez. Onun

için hiç bir rl-yazat
korunma ve perhiz zevki hasıl olmaz belki daha karanlık bir hale düşer. Cevher gibi olmaz, belki H. A.

M. gelmez ki, onlar
yokken bir şey yapsın. Ancak haberi olanlara haber verir ki, nihayet sende de var. Kuran'da,

«Müjdeleyici ve korkutucu olarak
gönderdik,» anlamındaki âyet açıktır. Halk o öğütleri kâh tutar, kâh tutmaz. Ey ulu Allah! Ey efendi! Ey

ulu Hünkâr! Ey
kâinatın en yüce sultam!
Ey huysuz, sert başlı adam. Sen benim görünen tarafımdan bile haber veremiyorsun. Ya benim içimi,

bâtın tarafımı
ne bilirsin? Ondan nasıl haber verebilirsin? Ey efendi. Ey efendi! Hayır, hayır. Sana hoş ve hararetli

görünen her inancı
korumaya bak! Sana soğukluk veren inançtan da uzak ol! Adam odur ki, sıkıntılı zamanında da hoş

olur. Gam içinde sevinç
duyar. Çünkü kim bilir ki, senin muradın o muratsızlık içinde birbiri ile sarmaş dolaştır. O muratsızlıkta

murat umudu vardır.
Belki o murat içinde de muratsızlık kaygısı gizlenmiştir. O gün benim sıtma nöbetimin günüydü. Ertesi

günü sağlığıma
kavuşacağım diye seviniyordum. Sağlam ve sıhhatte olduğum gün de yarın yine sıtma tutacak diye

üzülüyordum.
Söylediğin (M. 208) şeyi eğer dün yememiş olsaydım, bugün böyle ağrı çekmezdim. Kendine bu

hususta dikkat
etmek gerek. Mert odur ki, herkesi kendi başına yeterli bir hale getirir. Onun olgunluğu bundan

anlaşılır. O zaman büyük
adam olur.
O uygunsuz adam, eşekliği yönünden, Tebrizlilere eşek demiş. O ne görmüştür ki? Madem ki bir şey

görmemiştir,
haberi de yoktur, bu sözü niçin söyler? Orada, Tebriz'de öyle insanlar var ki, ben onların en zavallısı

kalırım. Onlar benim
gibilerini dışarı atmışlardır. Sanki deniz toprağından bir köşeye atılmış gibiyim. Ben öyleyim ya, onlar

ne olmuşlardır?
Onlardan biri Herive idi. Horasan'dan gelmişti. Ona orada Şahap derler. O Herive ki, hiç kimseye

değer vermezdi.
Benim için, «işte bu Allah eri olgun kişidir. Onunla oturmaktan çok huzur duyarım. Gönül hoşluğu

bulurum onda!» derdi.
Seyfeddin-i Zen-ganî kim oluyor ki, Fahreddin-i Razî'ye dil uzatsın. Onun gibi

yüzlercesi ha var olmuş ha yok olmuş. Ben onun
mezarına, ağzına... desin. Benim hemşerimdir, ama ne hemşeri. Toprak başına olsun öyle insanların.
Şimdi gel şu sözleri dinle: Her, cim be ile, her be cim karşılaşırsa, bundan, «Bismillah» m Allahın cim'i

olduğu
anlaşılır... Ne saçma sözler? Mantık bilgisi inkârla, kapalı sözlerle uğraşır, hali perdeler. Mantık

kalmayınca hal meydana çıkar,
imkânsızlık kavramı kalmaz. O mantıki da (cihan farzet, çünkü kalkar.) Bunlar ne tatsız sözler, ne

zevksiz, soğuk lâflar! Sözü
o kocakarıdan dinle bakalım ne diyor: Ey sen! Her şey sen! Nihayet aradaki odur. Kocakarı ne, taze

delikanlı ne? Erkek ne?
Nerede Cebrail; onların tozu nü bulamaz. Mikailin ne yeri var. O avare akıl bulamazsa başka aklın ne

yeri var? Seni bu iş için
getirdiler. Burada sözün yeri yok. Söz alanı dardır. Genişlikten ölür. «Evet dardır,» dedi. Dar demenin

ne yeri var. Halk zaman
kazanmaktadır. O vakit zaman nedir ki? Eğer bilsen, kendi oğlunu iki parça edersin böylece ciğerini

parçalar, dışarı atarsın.
Sofuya başını kaldır da, «Allahm rahmetinin eserlerini seyret,» anlamındaki âyeti düşün dediler. Sofu

dedi ki: O
eserlerin eseridir.
(M. 209) «Bir kişinin yiyeceği iki kişiye de yeter.» Ama öteki bir kişi kim? Eğer o Muhammed

Aleyhis-selâm ise onun
yemeği, nimeti iki cihana da yetişir. O.şey ki, yüzü hayra ve iyiliğe dönüktür. O bütün bu şeylere

inanırsa hayırdır. Hayır
olur ama şüpheci olur ve insanı şüpheye düşürürse Hazreti Peygamber Aleyhisselâm halkı kendisine

uymaya davet etti.
önce buna lüzum görmüyordu. Şimdi de öyle oldu ki o çağrıya kimse gelmedi. Nerede 8 Sofi ki,

kaygısız yemek yesin, balığı
balığa versin. Adam odur ki, yüz adam onunla birlikte yokluk âlemine gitsin. Yüksek sözler söylerim

hiç kimse
kımıldanmaz. Çulha hikâyesini anlatırım kendilerinden geçer, nara atarlar. «Acaba eksik miydi ki,

cehennemde
kaldı,» dedim. Ama kuvvetli kâfirlik gerektir ki Allahnın kahir sıfatı olan cehennemde sonsuzluğa

kadar kalsın.
Şiir:
Gözüm her gelip geçene bakmakta
Rast gelen her yere sıçrayıp durmaktayım.
Her kim bana bunu söylerse öyle olayım. Bundan başka her ne söylerse bu güfteden bir bölümdür.
Peygamber, «Ne mutlu beni görene, ne mutlu beni göreni görmüş olana,» buyurmuştur. Şeyh bana de

di ki: Eğer. o
defteri tavandan aişağı indirirsen daha sağlam durur. Aşağı indirdim benden sakladı. Yani tamamladı.
Yukarıda kocakarı yalan söylüyor demişti Ahme-di Gazâlî. Uzaktan bütün Peygamberlerin ruhlarını

gözden geçirdim;
geçip gidenleri birer birer çözdüm. Hazreti Muhammed (S. A.) mübarek ruhu aralarında yoktu. Çünkü

o ölmemiştir. Bu yoldan
söylüyordu. Keramet odur ki, bir ağaç parçasına yürü deyince ağaç hemen yürümeye başlar. Mimber

de o anda yürümeye
başlar. Ondan bir parça yere düşünce sana söylemiyorum ey mimber yerinde dur desin.
Dedi ki: Ey Mustafa! (S. A.) Benden niçin yüz çevirdin. Peygamber buyurdu ki: «Sen niçin benim

kardeşimden yüz
çevirdin? Eğer ben ona yüz döndürürsem sen de bana tekrar iltifat buyurur musun?» Evet buyurdu:

Eteğine bir avuç kuru
üzüm koydu. (M. 210) O henüz Hazreti Muhammed'in huzurunda iken, tekrar onu inkâra kalkıştı,

îçerden şeyh seslendi: Gel.
Nihayet kaç kere çerez geldi. Tabağı ona gösterince, eteğindeki kuru üzüm kaybolmuş, tabağın içine

dolmuştu. O da artık
Müslüman olmuştu.
Şeyh Muhammed'in işi üstadının yanında artık bitmişti üç kere o güzel çocuğu çağırması için onu

gönderdi, gelmedi.
Çünkü içinden ona engel oluyordu. Fakat dış görünüşte onu boyuna gönderiyor ve çağırıyordu.
Şimdi ona niçin bağlanıp kalıyoruz? Bir güzel yaratalım. Ama o, sana puta tapma sebebi olur! Havaya

bir çamur
parçası attı, güzel suretler belirdi. Oh dedi, onun yaratılışından Hüseyin'in kokusu geliyor. Hemen

suretler meydana çıkınca
kavgaya başladılar. Güzel sanatlardan olduğu için sordu: Onun yaratılışından Hüseyin'in kokusu

geliyor ama neden hemen
kavgada şehit oldu. İyi insan odur ki, hiç kendi varlığı ile uğraşmaz. Hoşlandığı şeye erişemez.

«Yarabbi, beni salih kullar
arasına karıştır!» diye dua eder. Ama o, bu salihlerle beraber olmaktan ne istiyordu.
YAZIŞMALAR,

MEKTUPLAR
Mevlâna'ya malûm olsun ki, bu zayıf kul, hayır dualarıyle meşguldür. Burada artık bütün insanlarla

alakami kestim.
Her birinin hali, sizce de bilinmektedir. Buradaki dostlar da saygılarını sunuyorlar. Bunlar arasında

aziz, diri gönüllü bir derviş
var ki, Mevlâna eğer onun halini bilselerdi, ona tazim ve hürmetten başka bir nazarla bakmazlardı. On

yıldan fazla bir
zamandan beri duacınız burada, onun meclisinde aşinalık ve dostluk gördüm. Şam'a gittiğimiz zaman

orada da dostluğunu
açıkça gösterdi.
Şimdi bu sene, Arakliye karışıklığında, Celâleddin'in oğlu Kadı Şahabeddin de buraya gelmişti. Bir

köşede kendi
âleminde meşguldü. Şam'a gittiği zaman, eski dostluk gereği olarak veda için uğramıştı. Birkaç gün

beraber kaldık. Başkaca
bazı hadiseler oldu. Buluşmamız sırasında gördüğümüz rahat ve huzur ve candan muhabbetin derin

izlerine şahit olduk. Ben
onunla öyle anlaştım ve kaynaştım ki, eğer o bir tarafa giderse ben de giderim; çocukları yerlerinde

bırakırdım. Çünkü o
yanımda olmadan yaşayamam. Yüz türlü kurnazlık yalvarma ve hilelerle, hizmet yolu ite onu burada

alıkoyduk. (M. 211) Bir
münasip kadınla birleştirmek ve evlendirmek vaadiyle, onun burada yerleşmesini sağladık.
Dün Perir geldi, değişik bir halde idi. Büyük bir medresenin kapısından geçiyordum, gönlüme bir

tiksinti geldi,
"Tokat'ta geçen bir hadiseden üzüldüm," dedi. Bir topluluğun, onun hakkında, hakikatte yalancı ve

hasetçi insandır, dediklerini
işitmiş. O yüce dergâhtan ümidimiz bundan fazla bir şey değildir. Bari gönül almak, fıkarayı okşamak

gibi elden geldiği kadar
onun hatırını hoş etmeye emir buyursunlar ki, o kırgınlık ve küskünlük tozları hatırından uçsun.

Dervişler ve azizler arasında
böyle bir derviş çok az bulunur, çok zor ele geçer. Duacınız, taklitçi değildir. Bu meclistekiler de bu

arık kulun sözlerini
işitmişlerdir. Ben bir çok aziz derviş gördüm, onlarla sohbette bulundum. Yalançı ile gerçek erler

arasındakj farkı hem, sözleri
yönünden , hernde davranışları yönünden anlarım. Çok beğendiğim ve'seçkîn kimselere de rastlarım.

Benim gönlüm her
gördüğüne baş eğmez, Bu gönül kuşu her daneve eğilmez. ŞimurgHuma kuşu, bütün

kuşları..yüksekten seyreder. Onların
himmetsizliklerini, soysuzluklarını görür. Ama doğan kuşunda ayrı bir himmet görür, onda bir cevher,

bir gönül alçaklığı
bulur, ona iltifat gösterir, onu beğenir. Çünkü ötekiler bir saat uçar, sonra alçaklara konarlar. Doğan

'da her ne kadar
Simurgu görecek kuvvet .yoktur, ama Simurgun nazarının etkisi .ile.. doğan, kendisinde bazı üstün

vasıflar.görür.
Avcının biri aslan avlardı, köpeklerde havlardı. Avcının köpeklere bağırtıp ürkütmemeleri ve ormana

kaçırtmamaları
için seslenmesi gerekirdi. Siz de, şimdi aslana yakın geldiniz, uzaktan ne baş ağrısı veriyorlar? Bir

silleye bile lâyık değillerdir,
namazdan da el çekiyorlar
Rabiai Adeviye dedi ki: Gönlümü dünyaya gönderdim ki dünyayı görsün. Sonra tekrar mâna âlemine

git dedim; bir
de mana’yı gör. Bana bir daha geri dönmedi.
Bilmiyorum ki, o sözü onlara nasıl ulaştırayım da sırlardan söz açayım. Ama söz arasında sen çok

duygulanıyordun,
sana garip bir hal geliyordu. (M.212) Büyüklerin sözlerine itiraz ettim, ama Mustafa Aleyhisselamın

sözüne asla itirazda
bulunmadın. Bu bir dairedir ki kapısı, ağzıda budur. İçinden dolaşırsan, daireyi dışından dolaşmış gibi

olursun. Eğer kaçacak
yerini bulursan, geri dönersin.
Dairenin çevresini kendi kendine dolaşırsın, vazgeçersen yolu daha çok uzatırsın. Eğer o kurtuluş

noktasından
geçersen, hep çöllere düşersin. Yokluk ve ölüm yolunu tutarsın.
Bütün bunları söylüyorum ki, bir lokma gibi ağzına koyaşın. Onlar, lokmayı kulaklarının ardından,

yahut
boyunlarından ağızlarına koyalım diye etrafta dolanırlar. Ama, damarları patlayabilir, yahut da bizim

bir şeyler söylememizi
isterler.
Başın kararlı olsun. Diyorsun ki, Hazret İbrahim 'in annesi o ergin kadın başını havaya

kaldırmış, Allahya
yalvarmıştır. O İbrahimin annesi idi. Sende de hayırlı niyet varsa, Allah senin işlerini düzeltir. Yedi yüz

bin kişide ancak bir
kişi senin meclisinde feyz almadan ışık saçabilir. Ancak öteden beri âdet böyledir, ferman böyledir.

Allah sözü haktır,
değismez kanundur Bazıları söz söylerken kendilerini kepaze ederler. Onlar, bİzi ne kadar çirkin

görürler. Eğersen güzelsen
bizden vazgeç. 0 Söz söylemeye, başlayınca susturmak gerek. Yoksa söyler de söyler, patlayıncaya

kadar söyler. Çünkü
başlangıçta onun işi gücü budur. O Seydî şöyle söyledi diye anlatır. Falan ve senin karının falan

arkadaşı, Seydî'den, bütün
Bağdat halkından ta Halifeye kadar, bırak Halifeyi, Bağdat'ta ne kadar zembilli, ne kadar Halifenin

adamı, hattâ suya düşmüş
varsa hepsi de seni dinlemeye can atar. Çünkü sen söyleyince maksattan uzaklaşıyorsun. Kendini

gayeden uzaklaştırı yor, çok
uzaklara koşuyorsun. sevgili .her gün. karşına. sen onu karşılayacak yerde geri kaçıyorsun ki, o da

geri kaçsın
Biz Musa'nın. "Yarabbi kendini bana göster," dileği hakkındaki sözümüzü başka bir mesele dolayısıyle

söyledik. Yoksa
ayrılık mümkündür demek için değil Eğer o, aslan avcısı ise ve insan kokusu almış ise başkalarından

gizlenir. Padişah çocukları
yalnızken ne yaparlar? Her ne kadar onlar memleket halkından ayrı yaşarlar, ama halk içine çıktıkları

zaman da halktan
kendilerine verilmiş olan o ululuk mertebesinin mânası onlarca daha belirgin anlaşılmış olur.
(M. 213) Bir vakitler, dünya hikâyesi bana pek tatsız gelirdi, bütün gün, müminler emîrinin huzurunda,

düşmanlar
kötü şeyler söylerlerdi. Kabul etmezdi. Kendi kendine, "Şunları bir sınâyalım, bir sınavdan geçirelim;

dedi. Birine şöyle
sordu: .Kur'an'da buyurulan, "Onlar sağırdır, dilsizdir, kördür,'' sözlerinin tefsiri kâfirler hakkında

mıdır? "Hayır" dedi "O senin
hakkındadır." Halife incindi kendini tutamadı. "Bu adamı götürün, hûcreye atın," diye emir verdi"'

Amâ o simya ilmi bilirdi,
oradan sıçradı, kurtuldu. Sonradan dellallâr üst üste bağırmaya başladı; O adamı kim yakalarsa bin

dinar verilecekti. Adam
bir dostunu gönderdi, Ben onun yerini biliyorum diyesin," dedi. Zaten kaçak onun evindeydi. Adam

saraya gitti. "Benim
elimden şerbet içer misin?" diye sordular. Adam, "içmem, ama korkudan ölürüm',' dedi. "O halde

halvet olsun," dedi. "Saray
halkından hiç kimse bizim konuşmamızı duymasın; gönül hoşluğu ile onu buraya getirsinler, ben

onunla birlikte yemek
yiyeyim." Lokmayı onun ağzına koydu. "Sen benim karım olursun, o bizim adamımızdır," dedi. Yavaş

yavaş elini onun
çenesinin altına götürdü. "Bunun nişanı şöyle olacaktır. Sen benim karım olacaksın, tam bu saatte

birlikte dışarı çıkacağız,"
dedi. Birbiriyle şakalaşarak çıkarken elini onun şalvarına uzattı. Halife yerinden sıçradı yumruğunu

kaldırdı, o hemen şu cevabı
verdi: "Görüyorsun ki, sağır, dilsiz ve kör olan sensin. Benim maksadım seni kızdırmaktı, yoksa ben ne

yapayım? Birtakım
oğlanlar toplanmışlar bana düşmanlık yapıyorlar. Hangi oğlan? Nerede o oğlan?"
Üzümün bir zamanı vardır içi kıs ona ziyan verir. Ondan sonra korku kalmaz. Üzüm asması kar altında

kapalı kalırsa
orada beslenir. Rûm diyarında hiç dilenci yoktur. Sen yanlış gıda alıyorsun, hep ekmek yiyorsun,

şüphesiz ki ağırdır diyorsun,
yoksa o çok ucuzdur, önce balık su tarafına giderdi, bu saatte her nerede bir balık yürürse oradan su

da akar. Ömrün gölgesi
üzerine düştükçe şeytan kaçar, onun gölgesinde yaşar."Sizin himmetinizle," dedi. Onda şan vardır,

diye Senâî'yi yermeye
başladı ve dedi ki: "(M. 214) O oturmuş tevhid ediyor. Tevhidi kime ediyor? Tekrar bir vakitte şahadet

getirirdi." Onun sözüne
göre bu yollardan bu umutlardan maksat nedir? O nakıştan hangisi çirkin hangisi güzel diyorsun?

Bunu neden kabul
ediyorsun? Onun sözlerinden bazısı iyidir diyorsun! Etin, şarabın, karpuzun değeri, bedenin sağ veya

hasta olmasına göre
değişir. Beden sağlam ise bunlar yararlıdır. Hasta ise Bazen zârârlıdır. Bundan dolayıdır ki hastaya

etten perhiz etmesini
tavsiye ederler. Doğan kuşuna şundan ötürü bâz demişlerdir: Şahin yanından murdar tarafına gittiği

zaman orada durmaz,
tekrar Şahın yanına döner; eğer o geri dönmez ve rastgeldiği leşin yanında kalırsa, ona bâz, yani

doğan demezler. Doğan
burada yaşantının ve temaşanın remzi'dir.
Şan ondadır, dedi. Bizim himmetimiz ya vardır, yahut yoktur. İslamın gözü üzerindedir. Görüyorum kî,

Eminüddin
Mikâil sevimlidir. Sevimlidir, çok sevimli. Devlet büyüklerinin onun makamına gelişi şuna delildir ki, o

gayıp âleminin uluları, o
velilerin gayıp alemindeki ruhları birlikte gelmiyor. Bu ilk işin deliliydi, ama olgunlaşınca o hal

kalmadı. Hem bu taraftan gelir,
hem o taraftan gelmez. Bir cemaate geç geldi. "Namaz kılındı mı?'' diye sordu. "Evet,"dediler. Bir "ah”

çekti. Oradaki bir Allah
eri, “ah!" dedi "bütün ömür boyunca kıldığım namazları sana vereyim sen o ahı bana ver." Dedi ki;

"Bak ki bu ne işarettir.
Onu söyleyen' dosttur. Şüphe yok ki, dünya ile ahiret bir araya gelmeyen iki hemşiredir. Onda

hemşirelik kalmadı, o halini
değiştirdi. O babalık dıştan olunca, hemşirelik kalmaz. O hal değişmesi ölümdür ve o hemşireyi

boşamaktır. Yine “Halk
uykudadır, öldükleri vakit uyanırlar,” buyurulmuştur. Böyle bir ölüm nasıl olur?
Hazreti Muhammed’e

(S.A.) uymak ona derler ki, o Miraca gidince sende arkasından yürüyesin. Çalış ki gönüllerde bir
yurt kurasın. Dünyayı istersen ziyanlı çıkarsın, belki sebeplerini aramış olursun. Dini de ararsan hiç

ziyanlı çıkmazsın,Hakkı
arar, Allah erlerine hizmet yolunu tutarsın!
Mısra:
Sana yoldaşlık eden senden üstün olmalı!
Bahaeddin Sultan Veled, rüyasında bulanık bir suya düşmüş, bana, "Aman elimi tut," demiş,

tutmamışım. Orada dalıp
gitmiş. Uyanınca kendi kendine demiş ki, "Eğer ben söylemeden gördüğüm rüyayı bana anlatır ve

yorumlarsa bu rüya onun
makammdandır. Eğer söylemezse bana ait bir rüya sayılır." (M. 215) Ta dilimin ucuna geldi, ama

söylemedim.
Muhammed ümmeti kırık gönüllü olmalıdır. Daha önce gelip geçen ümmetlerin tenleri kırıktı, sonra

gönül kırıklığına
ulaştılar.
Enel Hak (Ben Hakkım) diyen Hallac, doğru dürüst kendini kurtaramadı. O Muhammedi idi, gönlü kırık

bir
Müslümandı. Amma, Rabbim en büyüktür, demekle yetinmedi. Şimdi Ayazın çarığından çarık kalmadı.

Onun yapıldığı deriden
deri de kalmadı. Onun niyazı hep naz oldu. Çünkü sevgilinin kokusunu aldı. sevgili ise hem nazenin'

dir, hem nâz'dır. O bir
deri bir kabuktur, ama nitelikleri vardır.
Alâeddin! Gönlüm istiyor ki, bu sözleri sana açıklayayım, yorumlayayım. Böylece remz ve işaret

yoluyla konuşuyorum
ben. Bu yaptığım belki edep dışıdır. Sizin karşınızda bunları yorumlamak, edep dışıdır. Ama madem ki

bunu benim
küstahlığıma bağışlıyorsunuz, şimdi anlatayım: Suyun kaynağı birdir. Ayrı, ayrı yollara, arklara

ayrılmıştır. Kâh suyun hepsi bu
yoldan, kâh öteki yoldan akar.
Zaman olur ki, bu yoldan akan su öteki yolu boşaltır, kendi yoluna geçer; kâh o yoldan gelen su, bu

tarafa akar. işte
bu yollardan ve çeşitli arklardan geçip de suyun kaynağına gidenler ondan içerler, içine dalarlar,

ıslanırlar. Onlar artık o
dallardan ve onların kökünden, kaynağından kurtulmuş olurlar. Ağacın dalına binenler, dalı kırar

aşağı düşerler, ağacın
gövdesini yakalayanlar ise bütün dalları elde etmiş olurlar. sevgilinin yurdunda, keyfleri yerindedir.

Yerler, içerler, akıldan
geçerler; ama sevgilinin evine yol bulamazlar, sevgiliye de kavuşamazlar. Yüksek akıllı ve

düşünceliler nasıl olur da istemezler
mi ki, herkeste de bu akıl bulunsun? Biri filozoftur, ben akla uygun söylüyorum, der. Onun bu ilâhi

akıldan haberi yoktur.
Tekrar ona gittim, evet, dedim, sizin insafınızı, söz üstadı olduğunuzu, alçak gönüllü davranışlarınızı

çok kere övdüm.
Onun söz dinlemekteki edepli davranışını, onun güzel güzel dinleyişini anlatınca sustu.
Hamamda daima şeytan vardır. Şimdi bu hamamda hep melekler toplanmış, Mevlâna kıbleye döndü,

bu kıble asla
hali değildir, buyurdu. Onun işi nedir; kıbleye yolculuk yapmaktan, hac ve Kabe ziyaretinden başka ne

yapar? Siz yanlış
kıbleye yönelmişsiniz. Hazreti Peygamberi (Allanın selât ve selâmı üzerine olsun) on ikinci

görüşünden sonra tekrar rüyasında
gördü ve dedi ki: "Ey Allah elçisi! (M. 216) Her Cuma gecesinde kendini bana gösteriyordun, bu

müddet içinde beni susuz
kalmış balık gibi kurtarıyordun!" Hazreti Peygamber, "Taziye ile meşguldüm," buyurdular. Sordum:

"Ne taziyesi?
Yâresulallah!" "Kendi ümmetimin taziyesi ile," buyurdular. "Bu iki yıl içinde ancak yedi kişi yüzlerini

gerçek kıbleye çevirmişler
ve bana gelmişlerdir. Başka hiç kimse yoktu. Geri kalanların hepsi yüzlerini kıbleden

döndürmüşlerdir." Şimdi bu sözde gizli
bir mâna vardır, işte bu, "Onun yorumunu ancak Allah ve bilgide uzman olanlar bilir" (K. 3/7)

anlamındaki âyetin açık bir
misalidir.
İşte Bayezid de nefsini arıklaşmış gördü. Ona, "Neden böyle arıklaştm?" diye sordular. "Tedavisi

mümkün olmayan
bir hastalık yüzünden," dedi. O yüzdendir ki, "Halk gelip senin önünde secdeye kapanıyor, sen de

kendini o secdeye lâyık
görüyorsun," diyen kişiye şu cevabı verdi: "Amma nihayet sen galipsin, benim seni mağlûp etmeye

gücüm yetmez." Bayezid,
ölümü sırasında zünnar (papaz kemeri) istedi, onda ne sır olduğunu anlamak istedi. Hazreti Yusuf da,

dua ederken, "Yarabbi!
Beni Müslüman olarak öldür ve salih kulların arasında bulundur!" (K. 12/101) diye yalvardı. Sen neden

korkuyorsan ondan
sakın! Nefis, gönül kırıklığı yoluyla, biliyorsun ki, yemiyorsa da istemiyorum der. Cefa görmüştür. Ama

nasıl bileyim kabul
etmem. Ama onu ilim ve anlaşma yoluyla elde etmek gerektir. Yeter artık açıkladın, açıkça gördün.

Şimdi Mevlâna'yı gör. Eğer
yüce Peygamberin, "Alimler, peygamberlerin mirasçısıdır," sözlerindeki

mânayı anlamak istersen ona dair bir şey
açıklamayacağım. O ibadet zevkini gördün, sanki kendi değerini buluyorsun. Gerekirdi ki sen onu

görmeden bulmadan ilâhi
âleme dalıp gidesin; ondan daha büyük, daha yüksek birini bulasın.
Allahü Ekber! diyesin. ibadet bundan ibarettir. Senin hayaline gelen düşünceleri, vehimleri söküp

atmaya bak! Bunlar
senin düşüncelerindir. Gözünü daha yüksek âlemlere çevir ki, O, bütün akla, hayale gelen şeylerden

daha yücedir.
Peygamberlerin, kitapla gönderilmiş nebilerin de tasavvurlarına sığamayacak kadar büyüktür. Bir

aralık dediler ki, her şey
haktır, halk yoktur. Ama eğer halk. olmasaydı söz harfsiz, sessiz bir şey olurdu. Hakkın olduğu yerde

harf ve ses yoktur.
Adamın sözüne güleceğim geldi. Bana, mazur gör, arkam sana dönük, diye bir lahavle çekti. O halde,

senin önün de, arkan da
aynıdır, yani yırtılmıştır, dedim. (M. 217) Halktan bazıları, "Allahtan başka ilâh yoktur," diyerek bunda

tartışmaya başladılar.
Bu her ikisi, bu her iki düşünce sahibi görüşsünler diye dergâha gittiler. Ama oraya yüz yıl da gitseler

ancak kapı halkası gibi
daima dışarda kalırlar. Aciz ve zavallı bir halde geri döndüler. Bu Şemseddin, ne çocukça bir adamdır!

Kendini çocuk yerine
koyan adam başka, sersem insan daha başkadır. Nihayet kıyamete kadar hiç kimse sersemlik

etmemelidir.
Mevlâna'nın hiç müridi yoktu. Ancak oğulları hem evlât, hem de mürit idiler.Eğer başka bir zaman,dün

gece
söylediğim hikâyeyi söylemiş olsaydım, bize gücenirdin. Ama şimdi gücenmenin ne yeri var? Bu gün

aydınlık içinde aydınlık
var. Önce, âşık mıyım diye soruyorsun, uzun boylu ısrar ediyordun. Ben onu öyle okşuyordum ki, sen,

ne güzel yaptın
diyordun.
Diyorum ki, Mevlâna ilimde, fazilette deryadır. Ama asıl gönülalçaklığı ve cömertlik, zavallıların

sözlerine kulak
vermektedir. Ben de biliyorum, herkes de bilir ki, o, düzgün konuşması, üstün bilgisi ile ünlü bir kişidir.
Padişahın biri, kendini beğenmişlerden birini halifenin yanma gönderdi. Ama adam dosdoğru

konuşan, üstün zekâlı
bir insan değildi. Onu nasıl gönderir? O ayrı mesele. Halife biran bile zavallının sözlerini dinlemez.

Derviş debir söz
söyleyemez. Şimdi neticede huzurda gerekli olan şeyleri söyledik. Onları aldattım, falan zatın

ziyaretine gitmeye karar
verdiğimi söyledim. Bana, Mevlâna geliyor dedi, onun keremi, cömertliği herkese açıktır. Ben geldim,

daha yüz binlercesi
gelse yine öyledir. Ama bu duacıya henüz bir şey erişmedi. O da hırka sahibiydi, ben de. Nasıl olur ki,

onunla geceleri
gündüze eriştirirsin, ama benimle ancak bir saat oturursun?
Önce hoş geldin ey olgun şeyh! Yani, bu sersem zahitlerdendir, derdi. Sonra da, o, bilgin ve yetkili

adamdır, diye
öğerdi. Ben diyorum ki, ey Melâna, bu sizin iltifatınız ve kereminizdir. O bu hitabın ve ululamanın

benim için olduğunu bilmez.
Bu kadar bilgisi ve üstün kişiliğiyle beraber o kâfir olacaktır. Sen de Müslüman. O söz ona zehirdir.

Eğer o söz bir Müslümanın
kulağına düşerse, ona beş bin peygamber hadisi bile fayda vermez. (M. 218) Zikir kabul etmez. Meğer

bir insan başka bir
kuvvetle ona işittirsin. Şimdi ulu Allah, bu ay içinde hâzır ve nazır da öteki aylarda gafil ve gaip midir?

Hangi ay hâzır ise onu
o zaman analım! Ne iyi! Bir avuç ahmak böyle düşünür! Ama uymak gerek. Bu da bilinen bir şeydir.

İşaret etti, kalk gel, dedi.
Başını kaldırdı. O bir sığıntı idi. Nereye? dedi. Allahın cehennemine! Başıyla tekrar işaret etti, başını

salladı, gel, dedi. Kalktı ve
gitti. Diyelim ki, bir uygunsuzluk oldu; o benim sırrımdır, Sen benim sırrımın kâhyası mısın? Hele şuna

şaşıyorum: Sen niçin
geldin? Şimdi kimyayı bana verirler. Kimyayı bana gönderin de, üst tarafını siz bilirsiniz. Ona zikri

öğretti, böyle olur diye
anlattı. Ona daha nasıl bakayım. Gönül sahibi olan kimse bu güzel şakalardan hoşlanır, ama o kimse

ki cihan kendisine güler,
yani âleme gülünç olmuştur; o, başkalarına nasıl güler, neye güler?
Hazreti Peygamber, "Ben şeytanımı Müslüman ettim," demedikçe kimse ona iman etmedi. Şehir

ağası, ihtisap ağası,
önce kendi evinden dışarı çıkmalıdır ki, başkalarına söz geçirsin. Sen acemilerin yüzsuyunu götür ki,

acemilerin yüzsuyu
olasın, dedi. Bu iki temele dayanır. Dedi ki: Onlar köpeklerdir. O ise, Âdem evlâdıdır, onun bunlarla ne

ilgisi var?
Dedi ki: Muhammed'in yüzüsuyu hürmetine Allah beni kurtarır. Biliyordum ki, onun yola gelmesi

ondandır. Onu
şaraptan vazgeçirmek istedim, kabul etti. Ona dedim ki: Bari Cuma gecesi içme. Öyle yaptı. Cuma

gecesi filân kişi onu içmeye
çağırdı. Hayır, dedi, bana işaret ettiler. Onun o cevabı, hesap ettik ki, Ramazan ayma rastlamıştı.

Ona, işte Ramazan geldi,
dediler. On iki ayda bir geliyor. Mübarek! Sen ise senede on iki ay içiyorsun. Evet, dedi, ben

Ramazan'ın kim olduğunu
bilmediğim için sizin aranızdan avrıldım.
sevgiliyi sevgilisinden (karıyı kocasından) ayıran kimseyi Allah da kendisinden ve kendisini

sevenlerden ayırır.
Muhammed Gazalî, Allah rahmet etsin, Ebu Ali Sina' nm Elİşârât vetTenbihat adlı

eserini Ömer Hayyam'a okuyordu.
O, çok üstün yaratılışlı, erdem bir insan olduğu için hep kötülemek isterler. Oysa, İhyaûlulum'uddin

adlı eserinde Gazalî,Ibni
Sina'dan faydalanmıştı. (M. 219) Onu tekrar okuyor, Hayyam'a hâlâ anlamadın mı? diye işaret

ediyordu.Üçüncü kez okudu.
Mutriplere, çalgıcılara, davulculara seslendi. Ta ki, Gazalî karşısına gelsin, çalgılar çalınsın da, ona

okuduğu şeyin faydalı
olduğu herkesçe bilinsin.
Şiir:
O kimse ki, bütün lâfı Enel Hak, yani ben
Hakkım'dır, Şüphesiz ki o zavallı, bu ip ile asılır.
Onu öyle elimin altına alayım, öyle aciz bir hale getireyim ki, böylece hep benim elimde olsun. O,

fesahatte, söz
ustalığında zamanının en uzmanı olmuştur, şaşılacak derecede yetkili bir konuşmacıdır. Allah

erlerinin gönülleri çok geniş ve
engindir. Felekler kadar uçsuz bucaksızdır. Bütün felekler onun gönlünün altında döner.
Bir gün semâ ayini sırasında bir mürit, Şeyh Şahabeddin'den bir beyit söyledi. Şeyh, derhal azarladı,

boynun kopsun,
dilin kesilsin, dedi. Orada kimsenin bir beyt söylemeye cesareti yoktu. Oradaki Hak, kendini

göstermiş ve perdeyi atmıştır.
Orada herşey göz kesilmiştir. Dilin ne yeri vardır? Her kimde böyle bir hal belirmeden gelirse, şüphe

yok ki rezil olur, pislik
yuvası gibi dolu olur; güzeller arasına karışmış çıplak zenci gibi kepaze olur gider. Hava ve heveslerle,

şehvetle dolu insanlara,
orada yer yoktur. Ansızın gördüm ki, şamdanın içinden fışkıran güneş gibi bir parlaklık göğsüme

doldu. Bey şöyle bir başımı
çevirdim. Gördüm ki, sarığım yere düşmüş; o kendi sarığını tuttu; sanki ben kendime bakıyorum ve o

aydınlıkta bütün kan
damarlarımı, sinirlerimi,kemiklerimi ve kendimdeki mânaları görüyordum;başka hiç bir şey

göremiyordum.
Kutsal hadiste, "Ben iyi kullarım için öyle bir şey hazırladım ki, ne gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş,

ne de insanın
kalbine doğmuştur,"anlamına gelen bir müjde vardır. Hele şu, "Gördüğünü kalbi yalanlamadı" (K.

53/11) anlamına gelen âyet
bundan daha kuvvetlidir. Bundan biraz geçtikten sonra orada yalancılıktan bahsettiniz. Bir perdenin

delilidir bu. O, Kur'an'da,
bu da kutsal hadiste işaret olunmuştur. Kur'an'da, sırdan pek az bahsedilmiştir. Cihanda yaygın bir

mısradır bu.
Mısra:
Gece dolanır cihanı seyreder, parmakla gösterilir.
Hatırımdan geçti: her pınardan su içmemelidir. Bizim aramızda ayrılık olamaz, nasıl gidebilir? dedi.

Ama, inşallah
Allah dilerse, demediği için hoşuma gitmedi. Evet, mademki söylemedi, sen Şeyh Muhammed'e

yakışırsın dememin sebebi bu
idi. (M. 220) Dostluk onun dostluğu idi, ama asıl sebep başka idi. Bana geldiği vakit bir kadeh

doldurdum. Ne içebiliyor, ne de
dökebiliyordu. Gönlüm onu bırakmaya, geçip gitmeye razı olmuyordu. Başkalarına yaptığım gibi

yapamadım. Tövbe et, bu
huydan vazgeç dedim. Mecaz, hakikat'in köprüsü, hakikat de mecazın köprüsüdür. Bu gece, eğer

gelmeseydim, aramızdan bir
şey eksilecek, yok olacaktı. Bu halde, yabancılık girecekti araya. Biz eğer bu halin dışında, geceleri,

ayrı ayrı yatsaydık,
korkusuz yatardık; ama bu durumda da iş böyle olacaktı. Sen, derviş sözünü aklında tut. Gerçi o sana

sebebini söylemez.
Allah yolunda kalbini ve malını bağışlar. Çünkü dünya bir köprüdür. Ancak köprü harap ve ateş içinde

yanarken öyle bir köprü
üstünde binalar yapan güven içinde olamaz.
Kadınlar hakkında demişlerdir ki: Onlara danış, ama düşüncelerine aykırı davran. Onlar gerçekte

böyle yaparlar.
Şimdi bu dünya da kadın cinsindendir. Onu bayındırlaştırmaya, süslemeye ne uğraşıyorsun? Gerekli

olanı al, o kadar yeter
sana!
Sema!a başladığın o saatte, sana, başın çok dönüyor mu? diye soran oldu mu? Muhammed, dur, dedi;

onu bir an
durdurdu. Ansızın bir gürültü duyuldu, yere düştü ve başı yarıldı. Başından fırlayan kan binanın

tavanına çarptı. Şeyh dedi ki:
Eğer bizim evlâtlarımızdan olmasaydın pabucunu başıma koyardım. Çocuklar top ve çelik çomak

oynarken namaz kılınan yere
de atıyorlardı. Hemen oradan kaçarlardı; kaç kere bunu tecrübe etmişlerdi, bilirlerdi. Bu Muhammed

de çeliğe vurunca, namaz
yerine sıçrattı; işte şimdi beni öldür, diye özür dilemeye başladı. Gülümsüyordu; bunu ne ile ispat

edersin, dendi.
Aşık olacaksan bir güzel ara! Tam bir âşık değilsen o güzelden daha başka bir güzel

bul! örtü altına gizlenmiş ne
güzeller vardır.
Mısra:
Başka bir alıcı daha vardır ki, ona kul, köle olursun!
Evet, rahatsın, bağımsızsın, gamsız ve hür yaşıyorsun. Ekmek lâzım, elbise lâzım, ama bu kulun böyle

bir düşüncesi
yok. Büyük efendi, benim yiyeceğimi de, giyeceğimi de sağlamaktadır. (M. 221) Onun için ekmek

Muhabbetsi nedir ki? Kur'an'da,
"Israrcılar şeytanın kardeşleridir" buyurulmuştur. Israfçılar, savruklar, sade meyhaneye gidenler,

orada nice paralar sarf
edenler değildir. Onun ne değeri var? Asıl israfçılar, değerli ömürlerini, sonsuz mutluluk sermayesi

olan o hazineyi boşuna
harcarlar. Bu işte bir ceza korkusu olmasa bile böyle bir cevheri taş altında parçalayarak yok etmek

ne demektir? Buna
acımaz mısın? Bütün delillergüneşin bir gün batacağını sana söylerken, artık bu hava ve hevese

kapılıp da gaflet içinde
uyumanın ne yeri var? Seni uyumak için mi buraya getirdiler?
Şimdi anlaşıldı ki, bu cevher herkeste yoktur. Ancak, onu öğütlerle öyle göstermek gerekir ki, herkes

inancından
başını sallasın. Sen daveti, çağrıyı herkese karşı yaparsın. Bazılarının yürüyecek ayakları yoktur,

kiminin de ayaktan haberleri
yoktur. Ayakları uyuşmuştur, ama hepsi birden kımıldanınca, ondan bir pay alırlar. Elbette ona uygun

hareket edenler
faydalanırlar.
Nasıl ki; Hazreti Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Bu nurdan kendilerine erişmiş olanlar, şüphe yok

ki, ondan
aydınlanırlar. Ama bu, bütün bir topluma erişmez. Ne mutludur o kimselere ki, benim yolumda

yürürler." Yani biri burada bir
hizmet yaptı, başaramadı diyelim; o başka bir yerde hizmet yapmalıdır. O, hizmette duraklama olur,

dedi. Dedi ki: Vakit
onunla birlikte bulunur. Çünkü vakit, bir dönüşün eseridir, istiyorum ki, hamama çokça gideyim ama

faydasını görebilmek için
çabuk çıkmak ve çağrılan yere gitmek gerek. Bana, hamamda çok oturmak gerekiyor ki iş tamam

olsun. Çünkü kirler
yumuşar. O zaman, eve nasıl döner, o kirleri nasıl geri götürebilirim? Gerektir ki, bedenin kirini evden

hamama götüreyim;
yoksa hamamdan kirli çıkmak neye yarar? Beni serbest bırakırlarsa böyle yaparım. Benim işim

böyledir. Bunlardan konuşmak
hoş değilse de, biraz olsun işaret yoluyle söylüyorum.
Bir Yahudi ile bir Hıristiyan ve bir Müslüman arkadaş olmuşlardı; yolda para buldular, onunla helva

yaptılar. Ama,
şimdi erkendir, dediler; yarın yeriz, sonra zaten pek az. Helvayı, tatlı uykuyu rahat uyuyan yer. Onların

maksatları Müslümana
yedirmemekti. Ama Müslüman gece yarısı kalktı. Uyku ne gezer onda; âşık ve yoksun zavallı. Uyku ne

zaman olsa uyunurdedi
ve bütün helvayı temizce yedi. Hıristiyan sabah üzeri kalktı, Isa gökten indi beni göklere çekti dedi.

Yahudi, Musa da beni
cennetlerde dolaştırdı; oradaki acayip şeyleri seyrettirdi,dedi.(M, 222) Müslüman dedi ki: Bana da

Hazreti Muhammed (S.A.)
geldi ve şöyle dedi: Zavallı Müslüman! Onların birini Isa semanın dördüncü katına çıkardı, öteki Musa

cennetlerde dolaştırdı,
sen de zavallı yoksun, bari kalk da helvayı yemeye bak! O öyle buyurunca, ben de kalktım helvayı

temizledim. Yol arkadaşları
dediler ki: Vallahi en iyi rüya senin gördüğün rüya imiş. Bizimkiler hep hayal ve batıl şeylermiş. Şimdi

bu hikâyeden ne koku
aldın; bu kıssadan ne hisse kaptın? Nihayet niçin demiyorsun ki, tam vakittir, madem ki siz bağa

gidiyorsunuz, ben de
kalkayım bal ve ilâç içeyim.
Kur an'da ne güzel incelikler, sırlar var. Nerede o güzel Muhammed ümmeti? Yalan bile söylese, Allah

onu doğruya
çıkarır. Mümin yalan söyler mi? diyenlere, Hazreti Peygamber, evet yalan söyler, buyurdu. Ama

yalanın ne yeri var burada?
Hamam suyunu bir adamın üzerine dökersen helaldir; insanlıktan haberi olmayan birinin üzerine

dökersen haram olur. Buna,
ne hamamcı razı olur, ne de hamamcıyı yaratan.
Bir kaç ahmak haram mal topladılar. Biri dedi ki: Onu bana ver ki, helâl olsun! Allah bilir, ama öteki

niçin helâl
olmasın, iş Allah bilir, demekle tamam olur.
Ey düğümler çözme uğruna ölüp giden zavallı! O hal buna göre bir zehirdir, yahut zehir cinsindendir.

Bu inceliklerden
herhangi birinin düğümünü çözmek isteyenler nihayet ölmüşlerdir. Bir adam oğlu da bütün cihanla

karşı karşıya gelmiştir.
Hazreti Peygamber buyurdu ki: "Eğer Ebubekir'in imanı bütün halkın imanı ile karşılıklı tartılsaydı,

onunki yine ağır basardı."
Nihayet o ne idi ki, Hazreti Peygamber kendisi de ona getirdi? O, başka bir hal, daha üstün bir hal idi.

Yine Peygamber,
"Benim ümmetim israil oğullarının (Musevilerin) peygamberleri gibidir," buyurdu.

Ama ümmetimin fukarası demediler.
Peygamberlerin sığamadığı bir yerde ki o makamla öğünürler, o nasıl sığabilir? Dindarlık öyle bir

şeydir ki, onu Allahnın bir
lütfü bir ihsanı görür ve iman getirirler. Hele hiç görmeden iman edenler daha başkadır. Nihayet kıble

tarafına namaz kılmasını
emretti, çünkü her taraftan Kabe yönüne doğru namaz kılmak gerekiyor. Bu yönelişin farz olduğuna

bütün dünya ufuklarında
söz birliği etmişlerdir. Müminler, Kabe'nin çevresinde halka olup secde ederler. Kabe'yi aradan

kaldıracak olursan acaba
bunlar hep birbirlerine mi secde ederler? Halbuki onlar kendi gönüllerine secde etmiş olurlar. (M.

223) Tebliğ etti, beyan etti,
bildirdi. Gördüm, hep onu gördüm. Ama hep onu değil. Üstü kapalı söyleyeyim ki, Hallacı Mansur gibi

olmayayım. Hayır!
Hallaç gibi olmanın zamanı geçti. Seyyid Hattat'ın dediği gibi, artık yazı öğrenmeyi senden kopya

ettiğim zamanlar geçti. O
çağlar geri kaldı. O eksik idi; şimdi o peygamberlik bunlara yaraşır. Bütün o noksanlar Ebâyezid'in

benzerlerindedir. Tebrizli
Zahid'e göre, bu böyledir. Bir gün onunla müritleri kaplıcaya gitmişlerdi; çok da yiyecek

götürmüşlerdi. Ama ilk konakta
hepsini yemişler, hiç bir şey geri bırakmamışlardı, ikinci konakta bineklerinden indikleri zaman

köylüler aç" olan Zahid'e koyun
kesmekle uğraşırken Zahid hemen eve girdi. Süzme yoğurt ile ekmek ve daha başka şeyler getirdiler;

karnını doyurdu, koyun
kebabını beklemedi. Gece de kendisine getirilen yiyeceklerin hiç birine dönüp bakmadı. Dağıtın,

dışarı götürün bunları dedi.
Gündüz akşama kadar uyursun ki, gece sevgili ile birlikte uyanık kalasın. Ben bir vakit istedim ki,

sevgili ile geceleri
halvet olayım. Vuslat geceleri olsun. Gündüz uyumadım onunla. Ama faydasız uyku gelince, hayal

bozguna uğrar. Gezip
dolaşma belli olmasın diye.
Hadiste buyurulmuştur: "On iki türlü hayvan, evvelce insanken işledikleri günahlar yüzünden kılık

değiştirmişlerdir.
(Hadiste sözü geçen hayvanlar şunlardır: Maymun, domuz, köpek, fil, kurt, fare, kertenkele, yengeç,

kaplumbağa, tilki, kirpi,
ayı! (Ç))" Acaba bu günahlar ne idi? dediler. Ama halk onlardan daha büyük ve daha çok günah işler.

Bu hadisin dış anlamını
ele alırlar. Ne yazık ki, bu mânada anlarlar.
Öğretmenin biri dedi ki: Her ne kadar hep etrafımı gözden geçiriyorum, ama sana anlatacak bir şey

bulamıyorum. Ne
söyleyeyim sana! Sen, Cüneydi Bağdadî'yi bu işlerde Allahlık mertebesine yükseltmişsin. Bari sen bir

şeyler söyle! Cüneyd için
bir şeyler söyleyince, hemen çarh vurdu, raksetmeye başladı. Sebebi anlaşılamadı. Ondan sonra dedi

ki,sen git kendi
makamına çekil. Eğer oraya erişebilirsen anlayabilirsin. Kendi makamına çekilince elini eline vurdu.

Ah, dedi, anlaşıldı! Ama
geçen geçti, geri dönmesi mümkün değil. Titredim; o sırada aşağı gitti, mümkün olmadı.
Elbise karşılığı için ne derler? (M, 224) Zaman zaman yanlışlıklar yapan, utancından kıpkırmızı kesilen

Serkeş
dedikleri biri vardı. Benimle pazara gider, oradaki pis döküntüleri yerdi. Şimdi de artık mal yiyordu.

Hoş geldin sefa geldin,,
demeden öylesine kupkuru davranıyordu. Evet, benim o kervansarayda bir odam var; eğer buraya

gelmese, şaka ve
edepsizlikler eder; o zaman da ben oraya giderdim. Aynı sofî şakalarına başlardık. Eğer başka birisini

bulursam sen elimden
kurtulursun, yok bulamazsam elimdesin, derdi. Ateş yandığı zaman zahmet ve duman kokusundan

çaresiz kalır, ateş
yanmadığı zamanlarda da kıştan perişan olurduk. Benim hemşehrim oluyorsun. Benden ne ücret

istiyorsun, kime gideceksin?
Nereye kaçacaksın? Allah ona rahmet etsin deyiver, bu saatten Çabana kadar burada kal, iyi

olursun! Vallah padişahlıktır bu;
çok bile.Eğer daha altı kişi olsa burada onlara ses çıkarmaz. O teraziyi, o mihenk taşını ve aynayı iyi

korursan asla bir tarafa
eğilmez ve dolaşmazlar. Biri terazinin önüne geldi dedi ki: Bu yüz dinarı al bana iki yüz dinar ver ki,

sana elli dinar ikram
edeyim. Bana bir bakış baktı ve uzaklaştı; bir ah çekti gitti. Ah ve feryat etti, inledi. Ben damda idim

sağıma soluma baktım;
bu kimden bahsediyor dedim. Senden bahsediyorum, dedi. Senin elinden inliyorum, dedi. Tekrar

sordum: Benim için mi
söylüyorsun? Evet, dedi, senin için. Hırkasını sırtına almış, sarığını külahını giymişti.Onu odasında

görmeye geldiğim zaman
karşımda başı kesik tavuk gibiydi. Oturdum. Beni çağırdılar ki evimi göreyim. Gönlümde bir şey

burkuldu, hoş bir şey. Öğle
sıralarında da gelmişti. Ona, âşık olacağım, dedim. Bu hadise meydana gelince o küpten aşk şarabını

içmiş gibiydim. Ben
zahidim dedim, nasıl olur? Nur üstüne nur olur, dedi. iki yüzlü bir dostluk oldu bu.
Hüsrev ve Şirin hikâyesi gerçi gayret yönünden bana katı gelir. Ama anlaşma ve muhabbet yönünden

hoşuma gider.
O can dostudur. Böyle değilse bir şey anlayamasın ondan.
Öğle sıralarında acele ile gidiyordum. Her taraf bom boş. Sanki melekler halkı o kadar oyalamış,

onlarla öylesine
meşgul olmuş ki, iki sevgili birbiriyle gizli şeyler fısıldaşır gibi bir sessizlik var. Ben o acele yürüyüş

sırasında kapıdan girmeye
çekindim, yüzümü doğruca binaya çevirdim. (M. 225) O yüksekten beni gördü, pencereyi açarak

benim yolu bilmediğimi
anladı. Öyle bir delikanlı erkek idi ki, elini o duvara atsa duvarı titretirdi. Gönlü her kimi isterse onun

devlet kapısında mutlu
yaşamaya razı idi.Yedi kitap üzerine yemin içti ve dedi ki: Hiç incinmem

söyle! Allahya şükür ki, dedi, odur. Nihayet kanlı bir
sarhoş değildir, ikiüç gündür bana mürit olmuştur. Büyük bir sevinç ve neşe içindedir. Ancak biraz

üzüntüsü var. Gerçi o
üzüntü bana göre önemsizdir. Ama başkalarının yanında büyük sayılır. Olmaya ki yolda hatırıma

gelsin diyordum. Senin o
iyiliğin edebin ve olgunluğun bizce malûm; geri dönmek de artık mümkün değil. Orada dileklerimi

dinler burada da bana
yalvarırdı.
Şamda bir adam vardı, bizi kabul etmedi, kaçtı. Başını kervansarayda duvara vurunca ağlamaya

başlamış ve beni
istemiş. Aman bu adamı yakalayın, bana onsuz yaşamak imkânı kalmadı; benim ondan ayrı kalmam

çok çetin, eğer benden
incindi ise bir kere olsun bana getirin, her neyim varsa ona vermek istiyorum, demiş. Yüce Allah, onu

benim karşıma getirdi.
Zaten ben bu güne kadar o külahı arıyordum. Buyurdu ki: O külahın kimin başında olduğunu sana

göstereyim. Nihayet o
külah benim başıma geçerse başım rahat olur. Bize daha buna benzer bir çok tatlı diller döktü. Ne

olur açık söyleyemiyorum,
onu bana bağışlayasın demeye utanıyorum. Kutup geldi başını önüne eğdi. Sürmari'nin oğluna karısı,

niçin bir şey
söylemiyorsun, deyince, adam, çocukluk etme, dedi. Görmüyor musun ki o oturmuştur, burada söz

söylemeye imkân mı var?
Başını yere koydu, bir söz söyle bir şey emret, dedi. Onların halinden anlatmaya başladım. Bir yerde

ki, yoksulluk, dervişlik
vardır, orada sözün ne yeri var? Sürmari'nin oğlu beni öğmeye başladı. Maksadı bir söz söyletmekti.

Kutup, ahmaklık etme,
dedi; keyfine bak, burada hazır olduğunu bilmiyor musun? Bu sözden ona şaşkınlık geldi. Orada

bulunan birkaç Arap da, vah
ey Şemseddin! Bu ne hal? Bu ne iş? diye mırıldandı.
Musa Paygamber henüz Hakkın içyüzünü anlayamamıştı. Ona, "kendini bana göster" dedi. "Allahım

beni Muhammet
ümmetinden kıl!" diye yalvardı. Şu halde halkı neye davet ediyordu?
(M. 226) Allah nuru ona çakmıştı; beyaz el mucizesi de ondan daha üstün idi. Sultan buyurdu ki: Sen

de köylülerin
gibi haraç ver.Ama sen diyordun ki, her kim sürüsünü hoş tutarsa şehir halkından daha tok gözlü

olur. Nihayet o doğan kuşu
bin dinar değer. Bu gün bir kocakarının evine uçtu, ayağı bağlı idi. Siyah bir duman içinde kanadı ve

gagası kapandı; o kadar
duman yuttu. Özgürlük çok hoş. Ama kanatlar açık ve boş olursa. Izzeddin, o bütün mavi boyaları

herkese verdi. Bunlardan
biri ile de onun alnını ve burnunu işaretledi. O hiç aldırmadı, taklitçi değildi. Kendini ona verdi, tekrar

ona verdi.
Ağlıyordum! Bayezid'in Makamat adlı eseri ile ZâdüsSalik'in kitabını niçin bana vermiyorsunuz,

diyordum. Şeyh
gülüyordu; senin makamın nerededir? diyordu. Onun yaptığını sen de yapıyorsun. Nihayet ben de

onun için istiyorum, böyle
ağlıyorum. Evet, dedim, benden bir şeyler geçti; bu yolda senin yoldaşın, dostun var mı? Evet, dedi,

var. Ama onun evet
demesinden anlaşılıyordu ki, yoktur. Kılı kırk yarıyordum. Ne gariptir ki, bir nazenine naz ediyorsun.

Bir nazeninin karşısında
nasıl naz edersin? diyordum. Sen başka bir yerde nazeninsin. Allahü Ekber (Allah en yücedir)

diyorsun. En küçük olan
hangisidir? Yani bir kimse kendi kendine bir düşünse: Bir varlık ki, göklerin yaratıcısıdır; Arş'ı,

Kürsü'yi, Nurları, Cennetleri
yaratmıştır. Sen ondan daha büyüğünü düşünebilir misin? Durma ondan daha ileri geç ki, ululuk

bulasın, Hak ile birlikte
rahatça yaşayasın.
Şiir:
Ey bir cihanın tok gözlüleri vuslatına susamış olan sevgili!
Senden ayrı düşmek korkusu ile cihanın kahramanları titremekte,
Ceylânlar, senm gözüne bakmakla ne kazanırlar?
Ey zülfü aslanlara ayakbağı olan güzel sevgili!
Olaki, bu şiiri terennüm eden kimsenin ya bundan haberi yoktur, yahut da hal ehli değildir. Belki bir

çiftçi, yahut bir
köylüdür o. Ne nazım'dan anlar, ne de düz yazı bilir. Ama bunları hep Hakim Senayı, Nizamî, Hakanî ve

Attar mı söyler? (M.
227) Onların da o sözlerde birer payı vardır. Peyniri Pars denilen canavar da yer, o süt de içer.

Yürekler paralar, ciğerler
söker, karnını doyurur. Herkesin bir azığı vardır.
Bu kancık tabiatlı zavallıyı görüyorsun. Bana sövüp sayıyor, açık cefalarda bulunuyor. Düşmanlar

arasında ona ne
yaptım ben? Her ne kadar özür dilese de ona iyilikle cevap vermek gerekmez. Falan gün başını örttü,

falan gün de ben böyle
söyledim. Dedi ki, keski burada olaydı eteğine yapışırdım. Bir öküz getirdiler

Şehzade içerde yoktu. Öküzü gördü, ama
Şehzadeyi göremedi. Derviş kadınlarına bir şey söylemek, el kaldırmak yakışmaz. Ben her ne kadar

zahirde ona aldırmam,
ama gerektir ki o da zahiri korusun, namaz kılsın, Allanın huzurunda duygulansın. Nihayet secde öyle

birine karşı yapılır ki,
övmeye değer. Büyük Hamid, Büyük Izzeddin, Büyük Kemal'in her üçü de büyüktür. Bunları çağıralım.

Ne var ki, ben
Kerimiddin'i severim; ama onu dinlemek istemem. İsterim ki, dnu götüreyim, kulağını yahut başını

okşayayım. Ama
Muhammed'i, düşmanı da severim. Bu halde gerçek dost seni kabul ederse o gerçek dost değildir.
Hazretle kaç defa konuştuk. Bir kimseden incinirsem onu yakala. Şimdi bu saatte sana diyorum ki,

haberim var, onu
yakala diyorum. Kalbim ağrıyor, sen de benim kalbimin ağrımasını istemezsin. Ben de onu istiyorum.

Derman derdin olduğu
yere gider.
Aşk her ne kadar fazla olursa olsun, sevgili de olgunluğunu ye güzelliğini o kadar hoş gösterir, âşıka

daha hoş
görünür. Bu sözün mânası nedir? Herkes sözden bir şey anlar, ama herkes kendi halini anlar. Söz

söylerken herkes kendi
haline ait sözün yorumunu yapmış olur. Yoruma dikkat et ki, onun halinin ifadesidir o sözler.
Gördüm ki gebedir, içi doludur. Gittim elimi karnına koydum, bu ne gebeliktir, dedim. Köpek de

yavrular doğurur.
Ben biliyorum ki, o zehirdir. Tattım, bana hiç ziyanı dokunmadı. Nasıl ki, Allah Kur'an'da, "Siz sanır

mısınız ki, sizi boş yere
yarattım," (K. 23/117) buyurmuştur. Bu o demektir ki sizin yaratılışınız bir tesadüf eseri yahut boşuna

değildir; bir dönüş
içindir. Eğer sen övüyorsan bu kötüleme ile ne işin var? Sen herkesi kötüledikten sonra, diyelim ki

ağzın şeker doludur, peki
sirkenin senin ağzında ne işi var. (M. 228) Ağzın sirke ile doluysa, senin namaz kılmayısın sana utanç

olmaz. Namaz kılmak
niçin sana utanç versin? Gördün ki orada arıklar vardır, utancın ne yeri var?
Adamın biri, başka birisi için kötü şeyler düşünüyordu. Öteki de onun hakkında aynı düşüncede idi.

Arada üçüncü bir
adam vardı ki, hem onun hem de bunun dostu idi. Dedi ki: Şimdi bu iki hasım karşılaşacak, bakalım ne

olacak?
Oradan gitti, onların karşılaşacağı bir yerde durdu ve bekledi ki dostu oradan geçsin. Ama o dost ile

göz göze gelince onun
ayağına kapandı Öteki dost bunları görünce bıçağını yere fırlattı, o da aracı dostun ayağına kapandı;

vah, dedi, sen
dostumsun demek. Ben şimdi dostumun dostunu nasıl öldürebilirim? Ali'nin düşmanı, Ebubekir'in

dostu. Beni mi daha çok
seviyorsun, yoksa Seyid Burhaneddin'i mi? Benden asla ay almayacaksan, nasıl beni bırakır da

kadınların aybaşı âdetleri ile
meşgul olursun
9
Sen yoktun, dedi, bana başka biri geldi. Dedi ki: Hazreti Peygamber, yani kâinatın elçisi, şu duayı

kimin için
buyurmuştur? "Allahım, beni yoksul olarak dirilt; yoksul olarak öldür, yoksullar topluluğu ile birlikte

hasret! ' Sen niçin kendini
benlikten kurtaramıyorsun? Eğer o benlik davasından kurtulursan daha ileri gidersin. Bana açıkla

diyordu. Bir gün Hazreti
Peygamber yolda yürürken kendinden geçmiş; dervişin biri, Peygamberin arkasından su sözleri

mırıldanıyordu: Allahım sen
benim kulumsun, ben de senin kerem sahibi Rabbinim." Bunu işiten Peygamber yoldaşları hemen

adamcağızı öldürmek
istediler.
Kuran'da, "Rahman Arşın üstündedir, Arşa hâkimdir," (K. 20/3) buyurulmuştur. O Arş denilen makam,

Hazreti
Muhammed'in kalbidir; ondan önce bu makam yoktu da onun zamanında mı oldu?
Kuran'da Tâhâ sûresi, Hazreti Muhammed'in hikâyesini anlatır. "İncinme; bu Kur'an'ı sana zahmet

vermek için
indirmedik" buyurulmuştur. Başka bir âyette, "Yerde ve göklerde ne varsa, Allahındır," (K. 2/206)

buyurulmuştur. Burada
göklerden maksat, onun dimağı; yerden maksat da onun vücududur. Hep onun hikâyesi; Arş üzerine

hâkim olmakta onun
halidir.
"Karanlıkta yürüyen yolunu sapıtır," buyurulmuştur. Her kim, o yüce Peygambere suret yönünden

bakar da, mâna
yönünden bakmazsa sapkınlıkta kalır.
Beni ululayın, şanım ne yücedir! diyen adam Haktan bahsediyor. (M. 229) Ama Hak, nasıl olur da

hayrette kalır9
Hakka kendi mülkünde hayret ve şaşkınlık isnat etmeknasıl caiz olur? Bunu söyleyen bir sofi idi.

Afcıa Allah ondan bu
sarhoşluğu esirgemedi. Kendine geldiği zaman, ayıklık halinde derhal Allahdan mağfiret dilerdi.
Benim için pek az ihtiyaç var. Ama Mevlâna için öyle değil. Onun hoş bir tabiatı vardır. Eğer yeni bir

şey olursa şöyle
der: Bir şey görüyorum nasıldır o? Meseleyi açıkça anlat. Siz, bana inanç gösteriyor musunuz? Ona

başka türlü bakıyorsunuz.
O, bu kadar bilmez. Kaç kere dedi ki: Biz bir köşeye çekilelim de sizi böyle görmeyelim. Nefislerine

uymazlardı, ürkerlerdi. O
halde onlat nasıl senin yolunu isteyebilirler? Onlar, nasıl olurda Bayezid'in içtiği kâseden içmek

isterler?
Eğer ona, ey İbrahim, sen Kerim'in ne halde olduğunu ne biliyorsun? diye sorsam kendini küçük

görür, gizlice gönül
alçaklığı gösterir.
Ben, Elif harfinin dümdüz olduğunu görünce sırtım iki kat oldu. Lam harfi dedi ki: Ben de Elif gibi

dosdoğruyum.
Sakın dedi, lâf atma! Hiç öyle söyleme! Sen Lamsın. Kendini Lam bil! Bu halkı tanımak, Hakkı

tanımaktan daha zordur. Onu
delil getirme yolu ile tanıyabilirsin. Yontulmuş bir ağaç görürsün; bilirsin ki, herhalde onu yontan biri

vardır. Kendiliğinden
yontulmamıştır o. Ama bu halkı, görünüşte, sen kendin gibi sanırsın; fakat içyüzü bambaşkadır. Senin

düşündüğünden,
tahmin ettiğinden çok uzaktır. Şimdi bu yontulmuş ağacı tanımakta şaşılacak bir şey yoktur. Ama

onu yontan kimdir? Onun
ululuğu ne mertebededir? Onun sonsuzluğu nasıldır? Bunu ancak bu kimseler bilir, ama açıklamazlar.

Mademki sen bu kapıyı
kendine açtın, çare yoktur; varsa söyle bu kapıyı nasıl kapayabilirsin? O kapı kendiliğinden

kapanmaz. Bu zorluğu sen
çıkardın!
Bir topluluk vardır ki, gönülleri bağlamıştır. Haftadan haftaya bir kere gel de, Allah şöyle buyurdu,

Allahın Resulü
böyle dedi, diye hatırına gelenleri onlara anlat. Gece gündüz hayır duanızla meşgulüm, Çünkü yolda

kazalar vardır. Biri
gelecek kaza, öteki de hemen gelip çatan kazadır.. Gelip çatan kaza dua ile geri dönmez. Ama

gelecek olanı dua ile geri
çevirebilirsin. Bazıları bizim Allahmız hoştur, bizim Allahmız iyidir, ama başkaları için değildir, jerler.

Böyle bir heves içinde bir
Allah bulurlar. Bazıları da kendi hayallerini Allah sanırlar. Kur'an'da, "Allah kullarına lütfedicidir," (K.

42/17) buyurulmuştur.
(M. 230) Ayette (kullarına) buyuruldu, ama nerede o kullar9 Kumarbazın birini zamanenin adaletli

veziri Şemseddini Tuğrai'nin
huzuruna götürdüler. Şemseddin, vakti.. Büzrüçmihri idi. Adam, bana inanır mısınız? dedi. Şeyh o

adamları bana getirin,
buyurdu. Şemseddin sordu: Hangi şeyh? Filân şeyh, dedi. Vezir, eğer başkası olsaydı senin öcünü

alırdı. Ama o eğer aranızda
ise git onun ayağına kapan! dedi. Kumarbaz, ulu vezirim, dedi, sen eğer bu işi yapacaksan, sana bir

sıpa satın almak gerek,
ben de senin eşeğini sürerim. Vezir dedi ki: Mübarek gördün ki o bahtsız adam bana ne söyledi. O

adam ki sayılı vezirlerin
huzurunda konuşuyor, lanet ona olsun. Ben yüz bin kere bu işi yaptım. Hiç benden işittin mi? Yahut

hiç kimseye böyle bir şey
söylediğimi duydun mu? Sonra sordu: Sen balığı bilir misin? Kumarbaz, evet dedi, bilirim. O halde

balığın nişanını anlat. Deve
gibi iki başlıdır, dedi. Ha, dedi, Vezir; sen balığı bilmediğin gibi deveyi de bilmediğin anlaşıldı.
O kargaya leş verme sonra alışır da her zaman ister. Sana, ölü eti gerekmez, diri eti yaraşır. Bu

sözleri, maslahat
gereği şaka olsun diye söylüyordu; yoksa cimriliğinden değil. Öğrenmekle elde edilen zahir

bilgilerinden kaçınma. Yoksa bana
bir yolda yürümek ne kadar zorlaşır di. Bunun en çetin feryat ve şikâyetini Bayezid de yapmıştır. Bunu

söylemek ancak
Hazreti Peygambere yaraşır, dedin . Önce mazlum ve yumuşak bir halde geldi; görüyorsun ki bu yol

için neler söyledi. Ben
geldim, dedim; sen ne yaptın? Benim için iki dirhem verdin, o da dağıtırken üç dirhem verdi. Mevlâna

buyurdu ki: Başka neyin
var? Varsa bana bir kaftan verir misin?
Şahap, Şam'da diyordu ki: Benim için en akla yakın düşünce şudur: Allah kendi kendini bağlamıştır.

Dilediği gibi
hareket etmez. Fahreddin'i Razî ise Sultan Muhammed Harzem Şahın yağlı lokmaları ile, giydirdiği

kaftanların, verdiği
altınların hatırı için ona, kendi iradesiyle dilediği gibi hareket eder, demiştir.
Dedi ki: Hayat benim için öyle bir şeydir ki, ağır bir yük haline geldi mi, ağır bir hammal semeri gibi

insanın
boynundan asılır, ayağı çamurda kalır. Eğer yaşlı ve arık bir hal almışsa, biri gerektir ki, onun ansızın

urganını kessin de, o
ağır yük boynundan düşsün, o da böylece kurtulsun.
(M. 231) Şahab'm yanına geldiler, binlerce akla yakın sözler dinlediler. Ondan faydalandılar, secde

ettiler. Dışarı
çıkınca dediler ki: bu bir felsefecidir. Her konuda bilgin olan bir filozoftur. Ben onları kitaptan sildim.

O her şeyde bilgin olan
ancak Allahdır dedim ve şöyle yazdım: Filozof çok şeylerde bilgindir. Kıyameti anlatırken, dedi ki: Bir

gün feleğin dönüşü
hareketini durdurursa, kıyamet o zaman kopar. Âlem nasıl yerinde durabilir? dedim. Derler ki

peygamberler hikmet ehlidirler,
ancak halkın maslahatı icabı böyle söylemişlerdir. Hazreti Ali'nin buyurduğu gibi, eğer iş senin

dediğin gibi ise, hep kurtulduk
demektir. O konuda insanlar acizdir. O bahsi konuşmaktan kaçınmak ve bu konuyu kesip atmak

gerekiyor. Bu, Kur'an'da
buyurulduğu gibi, "Bir gün yeryüzü başka bir yerle değiştirildiği, gökler

altüst olduğu zamanda ancak herşeyi yok eden tek
Allah kalacaktır," (K. 14/39) ve buna benzer ayetlerde ve yine, "O gün, gökleri kitap yaprakları gibi

katlarız." (K. 21 /104)
anlamındaki âyette de anlatılmıştır. Şimdi bu görünen yeryüzünü ortadan kaldırır ve gökleri bir araya

toplarlarsa, o zaman ne
olacaktır? Nihayet bunlar olacaksa o bilginler neyi hesap edecekler. Bunların gereği de yok.
Fahreddini Razî, felsefeciydi. Yahut da onlardan sayılırdı. Harzem Şah ile aralarında bir buluşma oldu.

Fahreddin söze
başladı: Bütün bilgi dallarını inceledim, gelip geçenlerle şimdiki yazarların bütün kitaplarını gözden

geçirdim. Eflatun çağından
bu güne kadar makbul sayılan her eserin benim nazarımda şüpheli olan taraflarını araştırdım. Her

birini de açıkça ve aydın bir
görüşle inceden inceye okuyarak kafama yerleştirdim. Daha önce geçenlerin defterlerini altüst

ettim. Her birinin yeteneğini
öğrendim, kendi zamanımın bilginlerini de çırçıplak meydana çıkardım.
Herbirinin bilgi derecesini anladım, dedikten sonra; falan fende, falanca fende diye sayıp döktü.

Sonra işi öyle bir
noktaya getirdim ki, bende hiç bir vehim kalmasın, dedi.
Fahri Razî, sarayın ileri gelen emirlerindendi. Onu kötülemek için diyorlardı ki: Sende o ilimlerden

başka bir bilgi daha
var, ama biliyoruz ki sen kâfirlerdensin! Korkarak kaçan bir kalabalık gördüm. Biraz daha gidince

beni korkutmaya başladılar.
Onlar korkuyorlardı ki, sakın bir ejderha ortaya çıkıp da âlemi bir lokma gibi yutmasın. Ama benim

ondan yana hiç korkum
yoktu. Biraz daha ilerledim, büyük geniş bir demir kapı gördüm; onun karşısında bir kapı daha vardı

ki, tavsife sığmaz
derecede geniş fakat kapalı idi. (M. 232) Üstüne anahtar konmuş belki beş yüz batman ağırlığında

vardı. O yedi başlı ejderha
buradaydı. Sakın, dedi, bu kapıya yaklaşma! Benim gayret ve yiğitlik damarım ayaklandı, kapıya

vurdum, anahtarı kırdım,
içeri girdim. Bir böcek gördüm hemen, aşağı çektim ayağımın altında ezdim. Allah bilir...
Bu gün acaba neden onun bütün sözleri böcek üstünedir. Onun bütün kitapları, eserleri hep böcektir.

Elif, herkesçe
bilinir ki, Eliftir; onu başka harflerle tanımlamaya gerek yoktur. Ama başka bilinmeyen harfleri

açıklamak gerektir. B harfi ile
beraber bütün Ebced harflerini yorumlamak ister. Başkaları bunu anlamaz. Kur'an'a da yorum

gerektir:
Elif harfi bağımsızdır. Allah kelimesinin başına oturmuştur. B harfi gönlünde onun Muhabbetsini taşır,

onun ayağına baş
koymuştur. Şimdi sen insaf et! Böyle bir yaşantıya kimin gücü yeter? Birine alçakgönüllülük

gösterdim mi benden ürküyor;
düşmanca dışarı fırlıyor.
Mısra:
Nefsine ziyan verenin kime faydası olur?
Nihayet bunu uzaklaştırmak gerek. Bunun misali şudur: Şahlardan biri güzel bir Arap atına binmiş

yoldan geçerken
köpekler her taraftan havlamaya başlar. Bundan şaha ne ziyan var? Belki faydası vardır. Tebriz'e

daha erken varır; işine daha
çabuk yetişir. O köpekler, abteshanede geberir giderler. Şah da onlara karşı duyduğu merhametten

dolayı der ki: Bana sizin
havlamanızın faydası oldu, benim işimi çabuklaştırdınız. Ancak ben kendi menfaatimden vazgeçtim,

yemek zamanına daha
çabuk yetiştim.
Rahman ve Rahim olan Allanın adiyle başlarım. Allah adiyle. Allah adiyle söyle ki, odur, odur.
Şimdi bana gereken bu Haşr'in yani kıyamet gününde toplanmanın nasıl olacağını anlatmaktır. Bu

ten, bu ceset, ten
olduğu müddetçe ne faydası var? Her kim ölürse onun kıyameti kopmuş demektir. O öz, Allah ile

birlikte ölümsüzdür. Bunlar
da doğarlar.
Güneş bütün âlemi aydınlatır. Ağzından içeri giren o aydınlıkla, benim nağmelerimden dışarıya nur

fışkırıyor. Siyah
harflar altında parlıyor.
Nihayet bu güneş geceleri de parlamaktadır. Yerlerin, göklerin yüzü onunla aydınlanıyor. Güneşin

yüzü Mevlâna'ya
dönüktür, çünkü Mevlâna'nın yüzü de güneşe dönüktür.
(M. 233) "O imanlı kişiler ki, bizi arama

yolunda savaşırlar, onları mutlaka yollarımızda hidayete eriştireceğiz," (K.
29/69) anlamındaki âyet, tertip bakımından maklup, yani devriktir. Benim için efendi konağı burada

kurulmuştur. Uygunsuz
misafir gerekmez.
Gazneli Mahmud, Ayaz'a, burada otur, dedi. Ayaz'dan hiç itiraz beklenir mi? Şah istiyordu ki, Ayaz

herhangi bir
durumda kendisine itiraz etsin. Acaba nasıl itiraz edecek; bunu öğrenmek istiyordu. Şah dedi ki:

Benim gibi binlerce insan
kafasını bir pul için kestirenler, ibret alsınlar diye yaparlar bunu. Nasıl ki, Kazvinli zabıta âmiri idi ve

annesini öldürdü.
Zındıklar anlasın ki, o hiç çekinmeden bu işi yapar. Çalgıcılardan birinin sesi kötü idi. Biri kendisine,

yahu dedi, sen kendi
sesini işitmiyor musun? Çalgıcı dedi ki, şimdi işittiğim benim öz malımdır, konak sahibinin malı

değildir, bu başka yerdendir.
Düşünmüyor musun ki, benim bu eve yol bulmaklığım, kendi kadınıma kavuşmaklığım gibi, Cebrail'den

gelen bir gayret
yüzündendir. Bana iyi bakasın diye. Bana öyle yakın oldun karşımda öylesine saygılı oturuyordun ki,

tıpkı bir evlâdın babası
önünde oturması gibi. Kendisine bir parça ekmek vereyim diye bana yönelmiş bir evlât sanki. Bu

kuvveti hiç görmüyor
musun? Bu keli nasıl yola getireyim ki şaşıp kalasın! Ben bir maksadın peşinde koşarsam herkes

tarafından beğenilirim. Nasıl
ki, Hazreti Peygamber (Selât ve selâm ona olsun), şahitlik meselesinde buyurdular ki: Bir şahit daha

lâzım; olayda iki kişinin
tanıklık etmesi gerektir. Sonra, Zülyedeyn (Çifte elli) diye anılan sahabî, Ebu Muhammed Amr Bin

Abd'ın şahitliğini iki kişinin
yerine kabul etti. Amr, bu hadiseye ben şahidim, dedi. Bunun üzerine hüküm verildi. Halvet olduktan

sonra Hazreti
Peygamber ona sordu: Ben biliyorum ki, sen bu işte hazır değildin, nasıl şahitlik ettin? Amr, ey Allanın

Resulü! dedi, bizim hiç
bilmediğimiz bu kadar gayıp âleminin haberlerini, başlangıç ve son hakkında verdiğin bilgileri kabul

ettik, gerçekledik, bunlara
şahitlik ettik de, bu kadarcık bir şeyi mi esirgeyeceğiz? Bu sözler asıl konuşulanların tıpkısı değildir.

Çünkü sözün aslı gönülden
kopmuş olan sözdür. Çünkü bütün gerçek sözler gönülden kopar.
Artık gel! Bizim işlerimiz var, ne kaçamak yapıp duruyorsun? Ayağına bir köstek mi vurmalı ki

kaçmayasın! Köstek
kabul etmiyorsan, canımı, gönlümü ayaklarının altına sereyim. Yine faydası yok, bırakıyorum. Tene de

yol yok. Falcının biri
Şaha, ey Şah! Adın nedir? dedi. Sana fal açayım. Şah, git, dedi, ey pezevenk! (M. 234) Babanın adı ne?

deyince şimdi ona
iltifatsız davranmak gerek ki, buraya gelsin dedi. Sen ne kadar önde gidersen, arkadan gelen az olur.

Güzel çocuklar böyle
yaparlar; öğretmenleri de hep onlara evet derler.
Mısra:
O tatlı dudaklarınla beni yüzsüz eden sensin!
Sen naziksin, bizim bir çok sözlerimize karşı takat getiremezsin! Benim ağzım unla doludur; dışarı

püskürürüm. Sen
zayıf düştün, bende de öyle bir kuvvet var ki, daracık bir deri içinde dayanıklı ve dirençliyim. Düşman

onun önünde ne kadar
daha kuvvetli olursa ancak beni incitir. Sen hep inciniyorsun, zayıf düşüyorsun!
Beni binlerce kez incitseler bile daha kuvvetli olmaktan, daha yüce ve kudretli olmaktan başka bir

etki yapmaz. Ben
cehenneme de, cennete de, pazara da gidebilirim; ama sen nazik ve narinsin, gidemezsin!
Her ilmi, Arapça olsun.başka dilden olsun Farsçaya çeviririm. Söyle ki söyleyeyim! Farsça odur,

Arapça da budur.
Onun tabiatına, arzusuna göre konuşurum. Arapça odur ki, üstün bir Arapça olsun, doğru konuşulsun,

uyku getirici olmasın.
Senin uykun, uyanıklık gibidir, ama yine de uyuma. Nasıl olur? Efendi uyanık, olsun da uşak uyusun!

Öyle olsun senin uykun;
hep uyanıklık ve ayıklık olsun!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder