2 Haziran 2016 Perşembe

Makalat Semseddin Tebrizi

Şiir:
Nergis gözlerime kötü bakışlarla bakıyordu,
Onu kendi varlığının çemberinden görüyordu.
Bilmiyor ki bu iş tersinedir. Ateşe gider ama nura düşer. Kendini andığın dosta o nazarla bakma:
Rubai:
Bırakmıyorum ki, gönülde düşünce olasın,
İstemiyorum ki, gözlerde değersiz kalasın;
Seni canımda saklıyorum; gözümde gönlümde değil
Tâ ki son nefesime kadar bana yâr olasın!
Kahır, kendi gözüyle lütfa bakarsa hep kahır görür. Bu

Allah kulu bir kâfire dedim ki, «Sen de Alla-hın kulusun ben
de. Fakat sen onun kahır sıfatından, ben ise lütuf sıfatından yaratılmışız. Lütuf sıfatı, kahır sıfatından

üstün gelir. Kahırdan
vazgeç de lütfa bağlan onun tadı daha hoştur.»
Yani bu Peygamber, ümmetine olmayan bir şey bıraktı. Belki o vardı da önüne bir perde çekilmişti.

Büyü yaparlar,
konuşurlar uğraşırlar ki, bu perdeyi kaldırsınlar. Bütün Peygamberlerin öğütlerinin özeti .şudur:

Kendine bir ayna ara! Şimdi
cevap vereceksen uygun söyle, yani nasıl ki kanatlı bir kapının karşılıklı her iki kanadı iyi takılınca

biri birinden ne eksik ne
fazla gelirse sen de öylece soruya uygun karşılık ver.
Padişahın biri, diyor ki; «Bana gelen kimsenin ben konuşmadıkça söze başlamamasını istiyorum. Ben

bir şey sorunca
da uygun cevap versin, hiç fazla söz söylemesin.» Bir ziyaretçiye sordu: «Karın var mı?» «Bir karımla

üç çocuğum var,» dedi,
Şah hiç iltifat etmedi, «Buna yol verin,» dedi. Ziyaretçi Şaha bir kâğıt yazdı ve dedi ki: «Allah Musa

Peygamberden, 'Elindeki
nedir?' diye sordu, o da, 'Bu sopamdır, üzerine dayanırım, bununla koyunlarımı sürerim,' diye sözü

uzatmadı mı?» Şah,
kâğıdın altına şöyle cevap yazdı: «Musa'nın sözü uzatmasında başka bir hikmet var idi, ama akıllı kişi

soruya uygun cevap
verendir.» Birine sordum: (M. 14) Sen nerede oturuyorsun? «Külhanlarda,» dedi. Bu yalandır, gerçeğe

uygun değildir;
Oturduğu yer tek bir külhandan başka değildir. Bir yerin aynı zamanda iki kimse tarafından işgali

imkânsızdır.
Bu büyükler ve ergin kişiler ki, şu varlık alemi onlar için var olmuştur. Onlar için de bir perde vardır.

Bundan dolayıdır
ki bunlar zaman zaman sırlardan bahsederler. Allah ile birlikte, şaşkınlık ve iztıra-ba düşmezler.

Başka bir vakitte perde
yoktur. Sırlardan bahsediyorum, söz söylemiyorum. Acaba bu büyükler nasıl olur da söze de yer

verirler? Bunlar arasında
Bayezid, o gibi kimselerden değildir. Halbuki Peygamberler, kitap getiren Resuller bunlardandır.

Meğer sözden mest oldular,
uzaktan bu hallerini sak-layamadılar, yazamadılar. Yüz bin küp dolusu şarap, Allah sözünün verdiği

neşeyi veremez. Kuran'ı
bilenler çok dar bir yerdedirler. Önce sözü anlayan ve bilenler, Kuran'dan bir çare bulur, dar yerde

kalmazlar. Çünkü daha
önce Kuran'dan aldıkları neşe ve geniş ilham ile Kuran'ın manasını açımlayabilirler. Nasıl ki, şair

şöyle demiştir:
Şiir:
Geceye dedim ki uzan uzanabildiğin kadar.
Şimdi o dolunay uykudadır.
Yani gece her ikisi ile başkaları arasında perde olduğu için yahut bir utancı varsa kendisi ile sevgilisi

arasını
perdelediği için geceye böyle hitap etmiştir.
Biri dedi ki: «Ey Allah Peygamberi ben o karanlık ve soğuk iki yüzlü Araba senin Peygamberliğine

yaraşan sıfatları
nasıl söyleyebilirim?» Hazreti Peygamber şöyle buyurdu: «Gerektir ki sana bütün Araplar perde

olmasın. Bu Arap sana perde
mi oldu?»«Ama, ey Allah resulü o inkarcı ve düşmandır,» dedi. Hazreti Peygamber bu sefer şu cevabı

verdi: «Senin bu
kötülemenin ona ne faydası var? Ancak hak sözü ile onun başını kaldırabilir, ona bir Muhabbet

aşılıyabilir-sin, ola ki gerçek sözün
ona bir faydası olsun.» Geceye uzan dedim...
Bizim o çömezlerimiz, o yarım işte, onun perde-sidir, onun gecesidir. Aranızdaki kıskançlıkların

inadına Allahya af
dileklerimizi uçuruyoruz. Allahya şükürler olsun; madem ki uçuruyoruz gider. Gücün yeterse düşmana

hoşgörürlükle, Muhabbet ile
bak! Bir kimsenin kapısına muhabbet yönünden gidersen ona hoş gelir. İsterse düşman olsun. Çünkü

o senden ancak kin ve
sertlik umarken Muhabbet görürse hoşuna gider.
Biri dedi ki: «Ey Allah elçisi! Herkesi bana gönderiyorsun, bu arada sahabenin işlerini niçin buyur

muyorsun?»
«Evet,» buyurdular, «Sen güvenli adamsın, senin inanılır bir kişi olduğun açıkça bellidir. Ben bu halkı

kıyamet
gününden uzaklaştırmak istiyorum.»
Sahabe sizi taklit etmeyi göz önünde tutmuş ve sizi bizzat gözüyle görmüştür. Size kıyamet işlerinden

bir şey elbette
bildirilmiş, önünüze serilmiştir. Başka insanlar için bu haberleri işitme ve hikâye yoluyle öğrenmeye

imkân yoktur. Çünkü sen
o insan değilsin ki, zamanede bir eşin daha bulunsun. Senin zamanından bir şey açıklanırsa, o sırrı

herkese duyurmak
bakımından çok sakınırlar belki de söyledikleri şeylerde yanlışlığa ve şüpheye

düşerler diye çekinirler. Belki o tek ve eşsiz
varlık seninle halvet olmayı arzular.
Şiir:
Konuk sahibi herkese ziyafet çekti
Âlemlere rahmet olsun diye cihanı doyurdu.
Çok tatlı yemekler en ağır konuklar için saklanır. Allahnın, «Ey inanmış ve kazanmış olan nefis!

Rabbi-ne dön!» (Fecir
sûresi, 28) hıtabiyle işaret buyurduğu gibi sen, bu ilâhî nimete yabancı olan kimselerden değilsin.
Şeyh Muhammed dedi ki: «Söz alanı çok uzun ve geniştir, herkes dilediği gibi konuşur.» Ben de dedim

ki; Söz alanı
pek dardır ama mânâ alanı geniştir. Sözden daha ileri geç ki, genişlik güresin! Bu alanı sey-redesin!

Bir bak ki, sen nasıl bir
uzaksın, yahut uzak olan bir yakınsın!
«Siz iyi biliyorsunuz» dedi. «Bizim söz ile işimiz yok,» dedim. Sen ne isen osun, ancak suret yönünden

daha ileri bak
ki «topluluk rahmettir.» Eğer seninle konuşmaya gelmezlerse bundan ürkme ve kaçınma çünkü suret

arkasından
konuşurlar; benimle tarikat sırları hakkında bir şey konuşmazlar. Çünkü hem dışarıda hem içerde

yabancılar vardır. Sen
ancak yalnız kaldığımız bir zamanda gel! (M. 15) Güzel huylu isen, sende kincilik, hayinlik, hırsızlık

yoksa. Ama bu insan
vücudunda gizli hiyanet ve hırsızlıklar da vardır. Nasıl ki Davut Peygamber zamanında adalet zinciri

göklere kaçmıştı. Bu, hiç
kimsenin bilmediği gizli hırsızlıklardan ileri gelmişti. Ama zincirin kaçtığını görünce herkes bildiki,

bunda bir sebep vardır.
Bütün adalet olmasa dünyada gönül aydınlığından, zevkten ve saf adan ne varsa ortadan kalkar ki,

bu da sebepsiz değildir.
«Allah bir topluluğa verdiği nimetini, o topluluk nefislerinde bir bozukluğa bir değişikliğe uğramadıkça

ellerinden almaz.»
(Enfal sûresi, 54).
Eğer sen kendi temizliğini, iyliğini gözetir, o gizli hayinliklerden içini arıtırsan, sendeki iyil:k ve temizlik

daha da ileri
gider. Ey hak yolunun gerçek yolcusu gönlünü hoş tut! Çünkü gönüller okşayan o ulu Tan rı senin işini

onarmaya uğraşıyor.
«O, her gün başka bir işle uğraşmaktadır.» (Rahman sûresi, 29). O, ya arayanın, ya aranılanın işiyle

meşguldür. Bu ikisinden
başka her kim ne söylerse ahmaklık etmiş olur. Öyle bir kimse her ne kadar kendi ahmaklığını

görmez; ancak ilâhî görüşe
sahip ve her şeye Allah miriyle bakan erenlerdendir ki, hünerin ve ince görüşün ne olduğunu anlar ve

bilir. İlâhî görüşlerden
uzakta kalan gözlerde ancak ahmaklık ve perde vardır.
Şimdi ey gerçek dost! Yüce Allah senin işini başarmak ve onarmakla meşguldür; hem görünürde, hem

görünmez
âlemde sizinle uğraşmaktadır. Sizi hiç ihmal etmez, şu âyette buyuruyor ki: «Siz ancak Allah dilerse

isteyebilirsiniz,» yani o
irade etmedikçe bir şey isteyemezsiniz; «Allah bilgin ve bilgedir.» (Dehr sûresi, 30). Yani ey Mustafa

(S.A.) sen ne istersen o
bizim isteğimizdir! Nefis değildir, heva değildir. Bazı kimseler de derler ki: Buradaki isteyemezsiniz

sözü, sahabeye ve
ümmete söylenmiştir. Yani siz isteyemezsiniz, doğru yolu aramasını da bilmezsiniz; ben ki Allahnın

elçisiyim; ben isterim.
Beyit:
Esrar hazinesinin düğümünü çözmek için,
Muhammed'in (S.A.) elinden ve gönlünden başka bir anahtar yoktur.
Allah’a ant içerim ki, halvete çekilmiş hak erenlerinin, bu sözün suretinden bile başları döner. Ya bu

sözün manası
nerede kalır?
Diyelim ki benim bir şiirim yok, bir eserim yok ki, bundan neşeleneyim; kendimden, kendi sözümden

zevk ve
heyecan duyayım. Öyle bir şaircik henüz dünyaya' gelmedi. O, halde ben kim oluyorum? Allah beni

yalnız yaratmış, tek
başıma dışarı fırlatmış, yalnızca bir dağ başına bırakmışlar. Anam babam öldüğü

için kurtlar, kuşlar beni besleyip
büyütmüşlerdir. Nihayet söz alanı geniş ama o, geniş alanda mana daralıyor. Bu darlaşan mana

alanının ötesinde başka mana
olmayınca yazı ve söz alanının genişliği de kalamaz. Yazının kaleme gelmeyen sesi kısılır, harfler

silinir. O zaman susmak,
mana noksanlığından değildir, belki de mânanın parlaklığındandır. Bu tıpkı Dişayil adındaki şeyhçiğin,

cevher ve yün çuvalı
arasındaki tartışmayı beğenmemesine, onu yermesine benzer. Ben şu sözlerimle yünü cevhere

karıştırmak istemiyorum ki
kokmuş ve bulaşık yünlerle onu yola getireyim. Benim sözümü onun sözü tarafına sürüklemek ve onu

kendi sözü ile bağlamak
istemem.
İsâ Peygamber, doğar doğmaz konuştu. Hazreti Muhammed (S. A.) de kırk yıl sonra söze başladı. Bu

onun eksik
oluşundan değil belki olgunluğundandır. Çünkü Hazreti Muhammed (S. A.), Allahnın sevgilisiydi. Kula,

«Sen kimsin?» diye
sorarlarsa, «Ben, Allahın kuluyum,» der. Ama Sultana, «Sen kimsin?» diye sormazlar. O eksik

düşünceli cahil, hep kendi
mektubunu okur. Dostunun mektubunu okuyamaz. Eğer bir satırcığını olsun okuyabilseydi, bu sözleri

hiç söylemezdi. O, yalnız
ve hâlâ o mektubu okur; işte o kadar. Halbuki onun eski mektubundaki eğri büğrü satırlar, karanlık

ve bâtıl sözler, hep kendi
kuruntuları, kendi hayalleridir. Nasıl ki o, kendi eliyle yaptığı puta kul olur; onun bekçisi ve kapıcısı

olur. Şu zamanda, bazı
kadın tabiatlı kimseler de tıpkı o putlar gibi konuşurlar. Ey kendilerinden habersiz insanlar! Siz bizde

kutluluk arıyorsunuz;
halbuki biz de aynı şeyi aramaktayız. Sizin bize bakmanızı istiyoruz ki, günün (M. 16) günlüğü, saatin

saatliği, cansız
varlıkların cansızlıkları kalmasın hep bir olsun.
Âşık olmayan bir saz sanatçısı, dertli olmayan bir ağıtçı dinliyenlere soğukluk verir. Halbuki, saz ve

sözden maksat
başkalarını coşturmaktır. Hele derneğin bozulması, dostların dağılması, hep birbirlerini

gözetmemelerinden ileri gelir. Gerektir
ki, birbirleriyle öylesine kaynaşsınlar ki, ayrılmaz bir vücut gibi olsunlar. Allah, «Benim velilerim,

dostlarım, kubbelerim
atındadır. Onları benden başkası bilmez.» (Kutsal hadis) buyuruyor. Bu, «Benden başkası bilmez,»

sözünün iki anlamı vardır.
Biri dosdoğru anlam, öteki de, bu, «başka» sözüyle «yabancılar» demek istediği anlamdır.
Mana aleminden, bir elif dışarı fırladı. O, elifi anlayanlar her şeyi anladılar. Onu anlamayanlar da hiç

bir şey
anlayamadılar. Hak yolunun yolcuları söğüt dalı gibi titrerler ki o elifi anlasınlar. Gerçi bu yolcular için

çok sözler söylendi; Hak
ile Halk arasında, yedi yüzü parlak, yedi yüzü de karanlık olan çeşitli perdeler konusunda çok

açıklamalar yapıldı. Ama hiç biri
gerçeğe yol gösteremedi. Ancak bir topluluğun yolunu kestiler ve onları, bu perdelerin ötesine nasıl

geçeceğiz diye
umutsuzluğa düşürdüler. Bütün perdeler tek bir perdedir. Bu perdeden başkası da yoktur. O perde

ise, bu varlıktır. Kendi
kendime konuşabilirim yahut kendisinde kendi benliğimi gördüğüm herkesle konuşabilirim. Sen niyaz

gösteriyorsun. O
niyazsız ve yabancı görünen sen değilsin. O senin düşmanın idi, sen o olmadığın için onu incittin.

Nihayet ben seni nasıl
incitebilirim? Ayağına bir öpücük kondurayım desem korkarım ki kipriklerimin dikeni ayağına batar

da rahatsız eder.
Demişler ki: «Mevlânâ (Celâleddin) dünyadan el çekmiştir. Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî bunu

yapmamıştır.» Mevlânâ
da onlara şu cevabı vermiş: «Siz Mevlânâ Şemseddin'i sevmiyorsunuz; eğer sevseydiniz, size öyle

sevimsiz ve çirkin
görünmezdi.»
Şiir:
Hoşgörürlük, gözü ayıpları görmekten körleştlrir
Öfkeli bakışlar her kötülüğü açıkça görür.
Bir şeyi seven, ona karşı kör ve sağır olur, yani sevilenlerin eksik tarafı görülmez ve işitilmez.

Muhabbetsini kaybeden
hemen kusur görmeye başlar. Görmez misin, anne yavrusunu çok sevdiği için çocuğunun yatağını

kirletmesini bile hoş görür;
ondan tiksinmez, ona «Afiyet olsun,» der. Bu söz, onun çocuğuna karşı düşkünlüğünü gösterir.
Mevlânâ Şemseddin buyuruyor ki: Bu cevabı önce Mevlânâ söylemişti. Şimdi de benden dinle. Biri

topal bir eşeği
tavlaya çeker, iki gün iki gece yem verir. Eşek durmadan sahibine pisler, bu başka mesele, öteki de

arapatma binmiştir. At
onu her türlü tehlike ve belâlardan, yol kesen haydutların şerrinden kurtarmıştır. İşte bu misal, o

sırrın kuvvetini
göstermektedir. Nihayet insanı taşıyan bineğin de hakkı ortadadır.
Bizi hiç bir istek bir yere

götüremez. Ancak niyaz ehlinin niyazı, yalvarışı bize yoldaş olmalıdır. «Şüphe yok ki
sadakalar yoksullar içindir,» buyurulmuştur. Bize de ancak yalnızlık suretinin yalvarışı gerektir.

Ancak suret ve mana onun
öyle bir niyazıdır ki, somurtkan ve ekşi suratlı şeyhin yanında olamaz. «Ey ekşi yüzlü efendi! Sen

bizimle cenk ediyorsun diye
bize çıkışmışın,» dedim. «Hayır,» dedi, «însan, ekşiliği öyle birine karşı gösterir ki, ondan incinmiştir.

Başka biriyle de hoş
geçinir, gülüşür.» Yani evvelkini görür suratını ekşitir, bunu görür gülümser ve bundan hiç bir sıkıntı

görmeyince hep hoşlanır.
Eğer bir cefa ve bir ziyan görürse, bu da nefsine ait bir cenkleşmedir. Yüzünü kendi tarafına çevirir,

somurtur. Yüzünü bu dost
tarafına çevirince de (M. 17) gülmeye başlar. Bunu bilmek bir olgunluktur. Bunu bilmemek de,

olgunluğun olgunluğudur.
Bir kimsenin davasını onun manası için, bir kimsenin manasını da, davası için öğrenmek isterim.
Şaha dediler ki: «Seyis senin atına binmiş,» Şah şu cevabı verdi: «Eğer ben atın üstünde olsaydım o

başımın üstünde
oturacaktı, ancak ben şimdi attan inmiş bulunuyorum. Tekrar binecek olsam, seyis bilir, çarçabuk

ahıra koşar. Bu gün ben
karıyı bile boşayacak olsam gine o bilir.» Dedi ki: «Sizin derneğinizde bulunacak değerde olmadığımız

için hizmette
kusurumuz var.» Bu kimseler' ki büyüklerin yanına gaflet içinde giderler, bunların onlardan haberleri

yoktur. Çünkü onların
yanına hazırlıksız gitmişlerdir. Yolda yürüyen bir adam, bir ırmağa rastlar. Hep sert akan bu suya

girecek olsa derindir,
boğulacak. Üstünden atlayıp geçmek istese geniştir, içine düşecektir. O halde şu zorluğu ortadan

kaldırmak lâzımdır.
Kuran'da, «Nefislerinizi öldürünüz,» (Bakara sûresi, 54) buyurul-madı mı?
Hazreti İbrahim, o dört kuşu öldürdü, hemen dördü birden dirildi. Ama burada o dört kuş hemen

diril-mez, ancak
başka yönden dirilir. Çünkü velilerin iç yüzü de bu dört kuş gibidir. O dört kuş ölmüştü, ama başka

yönden dirildiler. Nasıl ki,
nefsiyle yaşıyanlar başka, kalbiyle yaşıyanlar başkadır. Kalbiyle yaşıyanlarla, Rabbiyle yaşıyanlar da

başka olur. Çare yoktur,
çünkü yol budur.
Kuran'da, Allahya güzel amellerinizle ödünç ve rin,» (Müzemmil sûresi, 20) buyuruluyor. Allahnın ne

ihtiyacı olur ki,
ona ödünç veresiniz? Yine Allah Musa'ya buyurdu ki: «Ey Musa acıktım. Beni doyurmayacak mısın?

Kapına gelirsem beni nasıl
karşılarsın?» Musa, «Ey Ulu Allahm, sen böyle şeylerden arısın,» dedi. Allah yine tekrarladı: «Ey Musa

ya kapına gelirsem?»
Her ne kadar Musa, Allahnın bu cilveleşmesine karşı, «Nasıl olur,» diye düşünüyordu, ama Allah da

ona karşılık, «Eğer
gelirsem ne yaparsın?» diyordu. Nihayet dedi ki: «Çok acıktım. Tartışmayı bırak, git yemekler hazırla

ki, yarın yine gelirim.»
Erkenden yemekler hazırladı; baktı ki, bunların hepsi hazır ama su eksik. O sırada bir derviş geldi,

«Allah rızası için bana
ekmek ver,» dedi. Musa, «Hoş geldin,» dedi; eline iki su testisi verdi, «Su getir,» dedi. Derviş,

«Başüstüne,» dedi. Suyu
getirdi. Musa da ekmeği dervişin eline uzattı. Derviş saygı ve teşekkürle ayrıldı. Şimdi Musa'nın Allah

yolunda bu zorluklara
düşmesi nasıl olur? Musa kimya bilgisini iyi biliyordu. Çünkü ona, «Tevrat'ı altın suyu ile yaz!» diye

emir verilmişti. Vakit
gecikti, Musa beklediği yemekleri komşulanna dağıttı. Fakat, «Bu ilâhî cilvenin sırrı nedir?» diye

düşünüyordu. Meğer bunun
sırrı, bu topluluğa bir genişlik vermek yahut anlattığım şekilde, içten kulluk etmekmiş.
Neşeli bir zamanında Musa sordu: «Ulu Allahm! Söz verdin ama gelmedin!» Allah buyurdu ki: «Geldim

ey Musa!
Geldim ama sen bize iki testi su taşıtmadan nasıl oldu da ekmek vermedin?»
İki bilgin birbirleriyle övünme ve tartışma yoluyla konuşuyorlardı. Marifet sırlarından, ariflerin

meclislerinden ve
sohbetlerinden söz açmışlardı. Biri diyordu ki; «Eşeğe binmiş olduğu halde yanıma gelmekte olan zat

Tanındır.» öteki de,
«Hayır, bana göre onun eşeği (hâşâ) Allahdır» (Vücut (Varoluş) birliği taraftarlarına göre, Allahdan

ayrı bir varlık yoktur.
Dervişlerin konuşması bu nükteye işarettir. Yani her varlık Allahdan bir görünüş, bir eserdir ama

Allahnın kendisi değildir, ama
ondan başkası da değildir. Çünkü o zaman vücut ikileşmiş olur. (Ç.)) diyordu. Nihayet bunlar, bu

sözleriyle, cebriye
görüşünün çukuruna düşmüşlerdi.
Bâyezid ve başkaları gibi büyük ariflerin sözlerinden anlaşılıyor ki, onların sözlerinde başka bir mana

vardır. Bu
sözlerle uğraşmak bir perdedir. Bu gidiş başka bir gidiştir. Dediler ki: «Bu niçin başka bir şey olsun?»

Ben de cevabı verdim:
Diyelim ki, sen bizim sözümüzü dinlerken yüreğine soğukluk geldi. (M. 18) îşte o, böyle bir şeye perde

olur. Onlar hulul
inancına yakın bir yoldadırlar. Ruh alemine mensup erenlerin sözleri canlara işler; heva ve hevesle

dolu olan sen nasıl
anlayabilirsin. Bu şehvet hevasından bahsetmek istemiyorum. Nihayet bundan önce de heva bahsini

yorumlamıştım.
Heva şehveti ve arzuları yok eder demiştim. Aşk ve Muhabbet öyle bir şeydir ki, kımıldadığı vakit,

karşına yüz huri getirseler sana
duvar kerpici gibi cansız görünür. Ne zaman bir hikmet sözü işitir veya bir düşünceye koyulursan, o

aşk ve sev* gi harekete
geçer. Nihayet nur perdelerinin ışığı olan aşk, «Allahnın nurdan yetmiş

perdesi vardır,» anlamındaki hadis ile işaret buyurulan
kat kat perdelerin nurudur. Şimdi sen aşka batmış olduğun halde nurun ışığından nasıl söz

açabilirsin? Eğer söz açarsan o
bütün heva olur.
O sofî îmad sarhoş olur, başını sallar. O baş salma heva olur. Heva nerede, Allah nurunun parıltısı

nerede? Zaman
zaman bize, «Nasılsın?» diye sor. Ben sizin kulunuzum. O Allah kulları mal bakımından bir hizmette

bulunursa bir muhabbet
uyanır. Onların işleri o muhabbetle gelişir. Fakat gerçek dostun vereceği bir pul, yabancının vereceği

yüz bin dinardan
değerlidir. Bu dost yardımını her kim kabul ederse, ona bağlanmış olur. Çünkü o kapalı kapıyı dost

vergisi açar. Şeyhin bu
güzel suret ve güzel sözleriyle fiil ve hareketlerine asla rıza göstermeyin! Çünkü onların arkasında bir

şey gizlidir. Onu isteyin.
Onun iki sözü vardır. Birini iki yüzlülükle, ötekini de dosdoğru söyler. Ama iki yüzlülükle söylenmiş

olan sözü bütün velilerin
canları, ruhları özlemekte ve bunu istemektedir. Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî'yi bulmak ve onunla

sohbet etmek
arzusundadırlar. Halbuki, o doğru ve nifaksız sözü Peygamberlerin ruhları bile arzulamaktadır. «Keski

onun zamanında
olaydık, onun sohbetine ereydik, onun sözlerini işiteydik!» derler. Şimdi bari siz bu fırsatı kaçırmayın

ve bu gözle bakmayın.
Ona öyle bir gözle bakın ki, Peygamberlerin ruhları da aynı gözle bakmakta, ona hasret teraneleri

yollamaktadır. Nasıl ki bir
gün Harunnurreşid, «Şu Leylâ'yı getirin bir kere göreyim. Mecnun onun aşkı ile bütün belâlara

düşmüş; Doğudan Batıya
kadar, onun aşk destanlarını âşıklar kendilerine örnek tutmuşlardır,» dedi. Birçok masraflar ve

kurnazlıklarla Leylâ'yı
getirdiler; Halifenin sarayında halvete koydular. Halife erken sabah mumlan yaktırdı, onu dikkatle

gözden geçirdi. Saatlerce
başını önüne eğdi, düşündü. Kendi kendine, «Bükere de onu konuşturayım belki söz söylerken

yüzündeki güzellik daha çok
belirmeye başlar,» dedi. Harun yüzünü Leylâ'ya çevirdi sordu: «Leylâ sen misin?» «Evet Leylâ benim.

Ama Mecnun sen
değilsin. Mecnu'nun başında olan o gözler senin başında yok.»
Şiir:
Başkalarına baktığın gözle, Leylâ'yı nasıl görebilirsin?
Onu göz yaşlarınla tertemiz yıkamadıkça!
Bana Mecnun'un gözüyle bak; sevgiliye, seven gözlerle bakmalı. «Allah onları sever,» buyurulmuştur.

Fakat buradaki
eksiklik onların Allahya Muhabbet gözleriyle bakmamış olmalarındandır. Onlar Allahya bilgi yönünden

bakarlar, irfan ve felsefe
yönünden bakarlar. Ama Muhabbet yönünden bakmak başka bir iştir.
Biri geldi, «Bana bir sır söyle,» dedi. Cevap verdim: Ben sana sır söyleyemem. Ben sırrı öyle birisine

söylerim ki, onu
kendi benliğinde değil, kendimi onun benliğinde göreyim. Kendi sırrımı kendime söylemiş olurum.

Ama ben sende kendimi
göremiyorum. Sende başkalarını görüyorum. Bir kimsenin yanına gelen başka bir kimse (M. 19) üç

ihtimalin dışında
değildir. Ya müriddir ya dostluk için gelmiştir, yahut da kendi ululuğunu göstermek ister. Sen bu üç

türlü ziyaretçiden
hangisisin? Nihayet falanın yanına gitmeyecek misin? «Benim nasıl bir insan olduğum sizce belli

midir?» dedi. «Evet
belüdir, onu sende görüyorum. O sendedir, ama ben sende değilim, çünkü sendeki benlik ben

değilim,» dedim. Bana dedi
ki: «Mert odur ki, içinde ne varsa dışı da öyle görünsün.» Benim içim dışım hep bir renktedir. Bu cihet

eğer açıklanır ve bende
velilik ve hikmetler olduğu bilinirse bütün cihan tek renkli olur. Kılıç kalmaz, kahır ve zulüm kalmazdı.

Ama alemin böyle
olması Allahnın kanunu değildir. Uzun söz burada kısaldı. Bu sözün mânası şudur: Benim dış yüzüm iç

yüzümün dışarıya
vurmuş olan rengidir. Şu hale göre bu âlem var olmasaydı yerinde başka bir âlem olurdu.
Bayezıd'ın halvet hikâyesini anlatmaya başladı. «Bu, Muhammed dininde uydurma bir şeydir.

Uydurmacıların sözünü
bırak,» dedim. Bana, kadıdan örnek verdi. O sakat hükümleri, düşünceleri tekrarlardı. Onunla

Tokat'ta yaptığımız
tartışmalardaki hükümleri ve araştırmaları anlattı. Artık başka hiç bir karşılık vermedim. «Kalk git! Bir

daha böyle şeyler
yapma! Başkalarını dinliyorsun, bir takım sözcülerin sakat ve yanlış haberlerini, Allah kullarına

getiriyorsun,» dedim.
Bazıları daha ileriye sıçrayabilmek için geri geri giderler ki suyun öte tarafına atlasınlar. Bunların geri

gidişleri, daha
ileriye atlamak için olursa iyidir. Eğer başka bir niyetle gemleniyorlarsa sonu düşkünlüktür. Şüphe

yok ki, bu ırmağın suyu
geçilecektir. Kâfir, Müslüman, Yahudi bunu geçecektir. Bundan geri kalırsan, haydutlar seni zebun

düşürür. Suyun öte
tarafında haydutlar sana saldıramaz. Öte tarafında sana kuvvet gelir; yardım ve kolaylıklar görürsün.

Bugün suyun öte
tarafına atlamak için daha çok gerilenirsen çok geçmeden yorulursun; ancak öyle

bir sıçrayış sıçra-malısın ki, iki ayağın birden
karşı tarafa bassın. Eğer ayağının biri suya değer ve su da sert akarsa, öteki ayağın da kayar içine

düşersin!
Biri diyordu ki: «Sen eğer fıkıh bilgini olaydın, ne ince konular bulurdun!» Öteki Hıristiyan da dedi ki:

«Eğer sen
Hıristiyan olaydın, dinin ışığı olurdun; Hıristiyanlığa parlaklık verirdin.» Yahudi de bundan daha iyisini

söyledi: «Eğer bütün
müslümanlar böyle olsaydı, Muhammed'in dini ne mutlu bir din olurdu,» dedi. Nihayet benden şunu

diledi ve dedi ki:
«Mademki sen bu kadar iyi bir adamsın, söyleyeceğim hatırayı yazmaz mısın?» Onun kulağını

doldurmak gerek. İlim, içten ve
dıştan bir anlayıştır. Eğer iç alemine ait olursa ona hikmet, felsefe derler. Dedi ki: «Bir kere düşün bu

nereye sığar? Ev
doludur, iğne atacak yer yok.»
Diyordu ki; «Sabredersen, cefadan şikâyet etmezsin.» O düşünce nereye sığar? Gönül evinde nasıl

yer bulur ki, bu
ev iğne sığmayacak derece dopdoludur. Bir külhan ambarını getirmiş, «Buraya yerleştir!» diyor.

Nereye yerleştireyim? Yer
kalmadı. Dünyada Allahyı aldatmak nasıl olabilir? Bu, bayağı bir şeydir. Evet, Allah kulu nefsinden

nasıl umutsuzluğa düşebilir?
Bir sedef içinde bir inci vardı ki, bütün âlemi dolaşırdı; bir çok incisiz sedeflere rastladı. Ona sedef ve

cevher hikâyesini
anlattılar; o da onlara, sedef hikâyesini anlattı. Ötekiler dediler ki: «Bizim onda bulunduğunu

işittiğimiz o sedefler, sendeki inci
ve sedeflerin hikâyesi midir?» Dedi ki: «Vallah ben de senin işittiğin kadar işittim.» «Ey dolapçı,

yankesici! O sende, ama bizi
yanıltmak istiyorsun,» dediler. Cevap verdi: «Hayır, ant içerim ki o sedef bende yok. O, öyle bir yüce

âleme gitti 'ki, bir gün
eşsiz bir inci bulsun.» Ne söyledi ise söyledi. Kuran'da, «O, Allahnın kuluna bildirdiği şeyi bildirdi,»

(Necm sûresi, 10)
buyurulmadı mı?
Ona sedef desen bile buna sedef deme! Bir sedef ki, içinde Allah surlarının öz cevheri coşup

köpürmeye başlamıştır,
öteki çömlek parçaları ile nasıl eşit sayabilirsin? Her kim senin yanında iyilikten bahseder yahut

senden bir kimsenin iyiliğini
sorarsa, senin iyilik hakkındaki düşünceni öğrenmek istiyorlar demektir. Böylece bir kimsenin

aleyhinde konuşurlarsa, bil ki
Hak seni iyilik ve kötülük yönünden sorguya çekecektir. Sen de bu hususta (peşin hüküm vermekten)

sakın.
(M. 20) Nişabur şehrinde, bir çocuğu doğruluğa alıştırmak, terbiye etmek istediler. Önce ona

sordular: «Falan çocuk
hakkında ne dersin? Bize hoş görünüyor. Güzel huylu bir çocuk mudur?» Eğer, «Evet, güzel huyludur,

fena değildir,» derse,
kend si de öyledir; eğer, «Bu vasıflardan uzaktır,» derse, «O halde şimdi sen nasılsın?» diye

soracaklardı. Bazıları vardır ki,
öğüt dinlerken içleri müslümandır, fakat vaiz meçlisinden çıkınca ateşten çıkmış kalay gibi donar

kalırlar. Bazıları da vardır ki
hem vaızda yumuşak huylu olurlar, hem de başka şeyle yumuşatılabilirler. Kimisini de çetin araçlarla

ve bazen de daha etkili
bir şeyle yumuşatılır. Nasıl ki, görünüşte her şeyi yumuşatmak bir âlet yardımı ile olur. Bizim

yakınımız, semâ vaktinde
hırkasını atan ve bir daha dönmeyen adamdır. O hırka, her ne kadar bin cevher değerinde olsa bile, o

semâda ve o halde
aldanmış bulunsa bile, bir kere ben o zevkin o hırkaya değdiğini sandım ve vermiş bulundum. Şimdi

tekrar görüyorum ki,
aldanmı-şım. Değmez. Bu söz bir zümreye acı gelir; ancak o acılığa karşı dişlerini sıkarlarsa bir tatlılık

belirir. Şu halde acılık
zamanında gülen kimse şu sebepten gülmüştür ki, gözleri sonunda gelecek tatlılığı görmektedir.

Demek ki, sabrın manası bu
bakıma göre işin sonunu gözlemek, sabırsızlığın manası da işin sonunu göremeyecek kadar kısa

görüşlü olmaktır, îlk saf
daima, işlerin sonunu iyi bilenlere kalır.
Katır, deveye sordu: «Niçin ben çok kere katarın başında gidiyorum da sen arkada yürüyorsun?»

Deve dedi ki: «Ben
yokuşun başına geldiğim zaman ileriye bakar sonuna kadar görebilirim. Çünkü yüce başlı yüce

himmetliyim, parlak gözlüyüm,
bir bakışla yokuşun sonuna, bir bakışta da ayağımın önünü görürüm.» Burada deveden maksat

şeyhtir. Çünkü o olgun
görüşlüdür, ona daha önce yetişen herkes onun huyunu kapar. Şüphe yok ki, kiminle düşer kalkarsan

onun huyunu kaparsın;
hangi tarafa baksan sana olgunluk telkin eder. Yeşilliğe güle baksan sana incelik duygusu gelir;

çünkü yoldaşların seni kendi
âlemlerine çekerler. Bu yüzdendir ki, Kuran okumak gönüle sefa verir. Peygamberleri dile getirirsin,

onların ahvalini
öğrenirsin; onların suretleri senin ruhunla birleşir; sana yoldaş olur. Ben, o büyük ölümsüz ve sonsuz

cevherle öyle sıkı ve
sıcak bir bilgi edindim, onunla öyle kaynaştım ki, içim onun ateşiyle doldu. O cevher, yumuşaklığa ve

güzel huyluluğa başladı.
Dedi ki: «Nasıl istiyorsan öyle yapayım.» Ben de imkân bulunca, «Bana falanca cevhercinin cevheri

gerektir» demeye
başladım, «isterim ki dileğimi kabul edesin ve bunu geciktirmiyesin.» O öfkeye ve sertliğe başladı;

ben de yumuşak
davrandım aşağıdan aldım. Çünkü o benim kızgınlığımı yatıştırdı, yumuşattı. Ben de onun öfkesini

yumuşak hareketimle
karşıladım. Dedim ki: «Hele tartışmayı bıraktım, hiç bir şey istemiyorum, hüküm senindir.» Tekrar

tutturdu, «Sana ne
lâzımdır?» dedi. «Sen bilirsin,» dedim. «Hayır, söyle,» dedi. (M. 21) Dedim ki: «Sebep aynıdır; eğer

barış yapmak istiyorsan
barıştım.» «Hayır, açık söyle söz nedir?» dedi. Bu sefer de, «îş, sözden'daha sağlamdır. Ben söyledim

sen bırakmadın,»
dedim. Tekrar etti: «Senin sözün bizim için senden daha iyidir, yapacağın işi

söyle.» «Bildiğin gibi değil,» dedim. Onu
vurmadıkca bir faydası olmaz sana teslim olmuştur. Sana dünya ehlinin sohbeti ateştir derler, ibrahim

gerektir id ateş onu
yakamasın. Nemrut, dışarıdan bir ateş yaktı İbrahim de bir ateş yaktı. «Göreceksin ateş kimi

yakacak,» dedi. «Ey Nemrut!
Sen kahırdan doğmuşsun, ben de rahmetten yaratılmışım, görelim kim kimi yakar?» Allah, «Rahmetin

öfkemi geçti,» diye
buyurmadı mı?
İbrahim dedi ki: «Ders meydanda, imtihana ne lüzum var?» Öteki, «Hayır, hayır, ancak iş gerektir,»

dedi. İbrahim,
«Bismillah!» dedi. Rahmetin ayağı kahrı tepeler; bu takdirde rahmet, kahrı ve öfkeyi yok eder.

Rahmetin ayağı böyle olur.
Evet, dostları sınamak gerektir. İbrahim dosttur. Nasıl ki, «Dosta böyle yaparsan, düşmana ne

yaparsın?» .derler. O, dostu
ateşe fırlattı gitti, hali ne olacak diye sınadı. Onun halini, onu ancak fırlatıp atan bilir.
Çalgıcıya dediler ki: «Ne nazlanıyorsun, çal! Yoksa ricamızı iki kere mi işitmek istiyorsun?» Şöyle

cevap verdi:
«Hatırlıyorum, filan kimse de böyle niyaz ediyordu.» Yani sizde böyle yapın. Öteki, içinden bunu kabul

etmiyordu: «Nasıl olur
da bir adam bu ka-darcık hüneriyle öğünebilir? Filan adam bana böyle saygı gösterdi, rica ve niyazda

bulundu,» diyebilir. Ben
öğünmüyorum, ben yol gösteriyorum. Gösterdiğim yol da niyaz, yalvarma yoludur. Şah ise niyaz ile

doludur.
Diyorlar ki: Ariflerden biri Bağdat'ta yüz hıyarın bir pula satıldığını işitir. Feryada, dövünmeye başlar;

kendinden
geçer ve hastalanır. O arif bizlerden değildir. Onun sözünü ve halini bize nasıl örnek gösterebilirsin?

Biz de o hal yoktur. Bize
göre Hak yolcusu birdir. Yüz hıyar nereden geldi? öteki dedi ki: «Sen Hak yolcusuna nasıl diyorsun ki

hıyarı bir pula satmak
küfür değildir. Bunu niçin söylüyorsun,» diye ona çıkıştı. Hayır, o niçin çıkışsın? O, onları bu gibi

şeylerden kurtarmak istedi.
«Bunu bizim sözümüze niçin benzetiyorsun,» demek istedi. Diyelim ki, denizde bir girdap vardır;

korkunç bir girdap. Bütün
denizciler bundan kaçarlar. Herhangi birinin bundan sakınmayarak buradan geçerim demesi ne

demektir?
Şimdi cansız varlıkların konuşmasından ve onların işlerinden söz açacağız. Bilgeler bunu

gerçeklemezler. Şimdi bu
gördüğüm şeyleri nasıl söyleyeyim? înliyen direk hikâyesini nasıl anlatayım.Bu, kişi dilinin

kıvrımlarında gizlenmiştir. Hazreti
Ali buyurdular ki. «Bir insan konuşurken kim olduğunu aynı saatte anlarım. Konuşmasa, üç günde

anlarım; ancak yeter ki
halinde susma olmasın da, dinleyenlerin anlayışına göre konuşsun.» Yine Hazreti Ali buyurmuştur ki

«Perde açılsaydı yakîn
yine artmayacaktı.» Eğer onun hali öyle olsaydı, bu ikinci söz haline uygun düşmezdi.
Büyüklerin meclislerine gelmeye engel olan şey istidat eksikliğidir, istidat, kabiliyet, dünya işlerinden

feragat gerektir
ki, büyükleri ziyaretten bir fayda elde edilsin. Ziyaret edenler niyazda, armağan sunmakta ağır

davransalar bile, yine
ziyaretleri boşa gitmez. Ama en iyi bir durum içinde çalışmak gerektir. Bazılarında iyilik umudu

göremiyorum ki, pişmanlıktan
önce uyanmış olsunlar.
Müşteriden bir pul haraç alan bakkal, kavgaya tutuşmuş, öfkelenmişti. Tablaları dökülmüş, dirhemleri

başına atılmış,
halk gelip ayınncaya kadar (M. 22) elli dirheme yakın bir ziyana uğramıştı. Sonunda yaptığı işten çok

üzüntü duydu ama o
saatte öfkesi ona öyle galip gelmişti ki. Bu hal şimdi senin başına gelseydi, «Hiç kimseyle

tartışmadan korkmam,» demiş
olmana rağmen, «Aman ateş geliyor, beni içine alacak,» derdin. Gerçi bazı kimselerle tartışırım.

Onlarda bir ateş vardır.
O saatte, ona öyle bir ateş gelmişti ki, sana gelseydi o gün hamama girmişe dönerdin. Sana ne zaman

öfke ateşi
gelse sadece Hak uğrunda değildir. Bu ateş her kime yakın gelse, bil ki yüce Allah buyurur ki, benim

tarafımdan ancak cefa
kapısını kapamaktan başka bir şey baki kalmadı. Bir hizmet etmek gerekir ki, o cefa unutulsun.

Bağışlamayı unutmak gafleti
unutmak demek değildir. Bir iş yaparken o cefaları hatırlıyorsun. Bu öyle bir girdaptır ki, bu girdaptan

herkes kaçar. Ancak
yüzücü kaçmaz. O b'le kendisini bu girdaptan geçmeye sakınır. Çünkü geçeceği yol girdabın

içindedir. Ancak başkalarını da
yakalar, birlikte geçerim diye suyun etrafında toplarsa, öteki sanır ki kendisini döndüren girdaptı.

Denizde ve girdabın içinde
bir damar ve o arada incecik bir yol da vardır ki, oradan geçilebilir. Çünkü şüphesiz bu girdabın bir

yolu olacaktır. Şimdi seri
nasıl söylüyorsun ve bana niçin diyorsun ki, «Düşmanı altetmek tartışmaya engel olmaz, belki çok

hoşuma gider, gam
çekmem.» Mademki gam çekmiyorsun, «Ben dünyaya tapanlara söyledim,» diyorsun; dünyaya

tapanları benim sözüme örnek
getirebilirsin. Dindar kişiler bile bu nükteler içine sığmaz. Mademki gam çekmiyorsun. Bakkalın biri,

bir pabuçcunun karşısında
otururdu. Bu bakkal, her gün hurma yerdi; çekirdeklerini de pabuç-cuya atardı. Pabuçcu bu hurma

çekirdeklerini topladı; onu
taş gibi inciten o çekirdekleri bir araya koydu. O gün kendi kendine dedi ki: «Allah, fenalığın cezası

misli iledir, buyuruyor. Bu
adam bütün bu ce-fasiyle beraber eğer bu gün bana hurma çekirdeği atmazsa ötekileri af edeceğim.»

O gün, bakkal yine
hurma yemeye, çekirdeklerini eskisi gibi pabuçcuya atmaya başladı. Bütün çarşı

halkının bu işten haberi vardı. Diyorlardı ki:
«Eğer bu gün de aynı terbiyesizliği yaparsa kendisini alaşağı edelim. Şaha da haber göndererek bunu

astıralım.» Şaha haber
gönderdiler; kunduracı bıçağını aldığı gibi eline indirdi; ikinci bir darbeye lüzum kalmadı. Padişah,

vezirine dedi ki: «Pabuçcuyu
ziyarete gidelim.» Veziri dedi ki: «Padişahım, onun için teklif tekellüf yoktur. Aşağı in, dükkânın

köşesine otur, onun hoş beş
etmesini bekleme: iltifat göstermeyişi oraya yol olmamasından, oranın yasak olmasından değildir.

Bütün külhan sakinleri onun
huzuruna yol bulmuşlardır. Kerem ve cömertlik alanında, doğan gibi uçar.» Şah, vezirin anlattığı

şekilde pabuçcunun
ziyaretine geldi. Vezir, «Başka suretle ziyarete imkân yoktur,» demişti. İkinci bir küstahlıkta da

bulunmuş, elini istemiş ve
öpmüştü. Beraber oturup konuştuktan sonrıa geri döndü. Bu hikâye henüz âleme yayılmamıştı. İster

yayılsın, ister yayılmasın
maksat bir öğüttür. Cefaya karşı tedbir almak gerektir. Biz hem tedbir alıyoruz hem yol gösteriyoruz.

O yol da dünyayı feda
etmektir. Allah, «Nefsinin cimriliklerinden korunmuş ve arınmış olanlar; işte onlar, kurtuluşa

erenlerdir.» (Haşr sûresi, 9)
buyuruyor. O cefaya karşı tedbir almak için öylesine çalış ki, ilerideki ayrılık gününü korumak için işe

yarasın. «Onu göz
önünde tutarsan ortada bir şey kalmaz,» di-yesin. İşte bu insan sıkıntı günlerinde Haktan yüz çevirir.

Nimet günlerinde de,
ona saygı gösterir.
sevgili der ki: «Ben hoş konuşurum, sen de hoş konuşur musun? Ben sıkılırım sen de sıkılır mısın?» Bu

o kadar
önemli değil; asıl işin özeti o sıkıntıdadır. (M. 23) Bu sıkıntı tatlılıktır; bu yolun geri dönüşü işte

böyledir. Bu öfke
yumuşaklıktır. İşin hoş tarafı benim zındıklıkla birleşmiş olnnamdadır. Benim İslâmlık tarafımda o

kadar hoşluk yoktur. Cefa
vaktinde söylediğim sözü ayrılık günlerinde, o cefanın b'.ttiği zamanlarda da söylerim. Aynaya bakar,

onu karşımda tutarım.
Kabul edersen yazarsın; gramere vurursun. Şimdi görüyorsun ki, söz başkaları içindir*. Çünkü o

sözün, o öğüdün sonucu
ondan sonra ona aykırı bir halin meydana gelmemesindedir. Bu mesele elli kere dünyanın her tarafını

gezerek denizleri,
karaları dolaşan mücevher tüccarının hikâyesine benzer. Bu adam bir in-•ci arıyordu. Geldiğini haber

alan inci dalgıçları birbiri
ardından koşardı. Ama aranılan incin'.n nasıl ve nerede olduğu, tüccar ile dalgıçlar arasında gizli

kalmıştı. Tüccar, inciyi
rüyasında görmüş; o rüyaya inanmış ve güvenmişti. Nasıl ki, Yusuf Peygamber (S.A.), rüyaya inandığı

ve kendisine Ay'ın,
Güneş'in ve yıldızların secde ettiğini rüyasında görerek bunun yorumunu bildiği için kuyuya atıldığı,

zindana tıkıldığı günlerde
bile gecelerini hoş geçiriyordu.
Şimdi dalgıç Mevlânâ'dır; cevahir tüccarı da ben, yani Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî Allah bereketini

sonsuzlaştırsın
inci de ikimizin arasındadır. Diyorlar ki: «inciye giden yol sizin aranızdadır. Biz ona yol bulalım.»

«Evet,» dedim, «Fakat yol
budur: Ben sana bir şey verin demiyorum, ben Allah yoluna gelin diyorum.» Niyaz yoluyla ve hal diliyle

biri sordu: «Allah yolu
hangisidir? Söyler misin?» Ben, «Allah yolu budur,» diyorum. Elbette Aksaray'a gidilirken bir

köprüden geçilecektir. Hakka
giden yolun köprüsü de Kuran'ın, «Onlar, malları ile, nefisleriyle savaştılar,» (Tevbe sûresi, 21)

âyetinde buyrulduğu gibi önce
malını saçmaktır. Ondan sonra yapılacak işler çoktur. Ancak önce Aksaray'a uğranılacaksa, bu

yoldan başka geçit yoktur.
Aksaray'dan sonra da (yolda) ıssız ovalara saparsan yine yolunu şaşırırsın. Kurtlar, gulyabaniler seni

görünce yayından
fırlamış ok gibi ardından yakalar bir lokma yaparlar; alaşağı ederler. Şimdi ne yapmak istiyorsun? Ne

vereceksin Allah yoluna?
Gönlündeki nedir? Ne düşünüyorsan, söyle. Eğer bir engelin varsa bana anlat ki, o engele karşı yol

öğreteyim de sana kolaylık
olsun. Ben yolu senden daha iyi bilirim. Ben inci hikâyesini anlatıyordum; sen bunu bir pula bile

almıyorsun. Şimdi ikiyüzlülük
mü yapayım? Yoksa dosdoğru mu konuşayım? Bu Mevlânâ Ay'dır; benim varlığımın Güneşine gözler

erişemez. Ancak Ay'a
erişilebilir. Işığının ve aydınlığının son derece parlaklığından dolayı gözler güneşe baba-maz. O Ay

güneşe erişemez, ama
Güneş Ay'a yetişebilir. Nasıl ki yüce Allah Kuran'da, «Onu gözler kavrayamaz, ama o gözleri kavrar,

(En'am sûresi, 103)
buyuruyor.
Bu ok kimin okudur? Bu söz kimin okluğundan fırlamıştır? Hakkı, kemâl mertebesiyle bilen onun

kudretini anlayan
kimdir? Bu okun sonu yoktur, Kuran'da, «Söyle ki, eğer deniz Allahmın yaratıklarını yazmak için

mürekkep olsaydı, Allahmın
yarattıklarının sayısı bitmeden önce deniz tükenirdi. Denizi bir kat daha artırsak bile yine yetmezdi.»

(Kehf sûresi,109),
anlamındaki âyet, bunu göstermiyor mu? Mutlu odur ki, bu ok kendine isabet eder; onu vurur. Bu ok

Hakkı bilenler içindir.
Okluğumda daha nice oklar var ama bunları atamıyorum. Attığım ve atmakta bulunduğum oklar geri

tepiyor. Oklukta
kalanların da başka işleri var. Bari nerede olursan ol bizden yüz çevirme. Bizi bırakıp gitmekten dem

vurma! Bulunduğun hal
içinde, her neyin varsa ver. Bir şeyin yoksa kazanmaya bak ve çalış ki, bu yüzden başka dostları da

yanına toplayabilesin!
Azıcık bizi de gözet; sana vermiş olduğumuz ödünce karşı bir iki lekis hazırla (ayrılık masrafı boştur

kişi verilen sözden
sorumludur).
(M. 24) Allah ile olan sözleşme nasıl olur? Borcumuza karşı her şeyden bir parça olsun

saklamayı ihmal etme! Eğer
bir lekis kadar olursa (ki ben ondan zengin sayılmam ve onsun da yoksul kalmam) ancak sana bir

şeyler açılır. Nihayet bütün
bunlardan el çekeceğin zamana kadar sana görünmeyen âlemden ansızın bir doğuş olacaktır.

Böylece bizim tarafı da bir
hamlede unutma! Diyelim ki, akıl bir şey buyurur. Heva ve heves onun aksini ister. Bu şuna benzer ki,

efendi, «Turşu getir,»
der; uşak «Hayır,» der; «tatlı getirin. Tatlı daha iyidir.» Bu uygun bir iş değildir. Gerektir ki uşak önce

efendinin istediğini
getirmiş olsun. Çünkü gerçekte, turşu efendinin istediğ dir. Sonra efendi, «Ben falan yere gidiyorum,»

der. Uşak, «Allah
yoldaşın olsun git, ben gelmiyorum,» der. «Niçin gelmi-yorsun,» deyince, «Dönüş zamanında gelirim,

şu saatte mazeretim
var,» diye cevap verr. Bu doğru değildir. Bu ters anlama, işin aksini öğrenmedir. Halbuki bu yolda söz

birliği, iş birliği
gerektir. Aksilik yaraşmaz. Hayır, sen bana uyuşmazlık öğret, ben sana söz birliği öğreteyim! Yani sen

bana naz öğret, ben
sana niyaz öğreteyim. Nasıl ki adamın biri, bin din bilginine şöyle bir teklifte bulunmuştu. «Sen bana

Yasin öğret ben de sana
savaş öğreteyim.» Bilgin de savaşçıya şöyle dedi: «Sen bilimsel tartışmadan anlar mısın? Yoksa

bundan yoksun musun?
Tartışma sevdasında değil misin?»
Şeyh Muhammed bunlardan hangisidir? Beni gerçekledi, tartışmadı. Ama tartışmada bulunsaydı çok

faydalanırdı.
Çünkü benim onunla tartışmam gerekliydi. Eğer sahabe, Hazreti Muhammed'le (S. A.) karşılıklı

konuşsalardı onlar için çok
faydalı olurdu. Şimdi bu hangi nevi dendir ki bahsetmiyorsun? Bu manevî fayda kendine erişir. Ancak

tartışma ile elde edilen
bu fayda nedir? Eğer konuşurlarsa siz çok faydalanırsınız. İşte ben sizin hakkınızda bunu

düşünüyorum. Siz de bana böyle
yapıyorsunuz. Kederliysen tazelenmek; yaşlı isen gençleşmek gerek. Başıyla, kulağiyle, akliyle

oynamak gerek ki nasip alasın;
hem mana isitesin, hem yiyesin. Yani hem ince manalar dinleye-sin, hem başka bir iş yapasm. Şimdi,

«Bu saatte başka işim
var,» diyorsun. İki iş'bir arada nasıl olur. Gerek ki iki işi bir arada yapasm. Ulu Allahnın bana öyle bir

vergisi var ki birbirine
aykırı yedi sekiz işi bir arada yüklenir, altından çıkabilirim. Allah her şeyden üstündür.
Bazı veliler aceleci oldukları için sana gal'p görünürler, ama o derece galip değildirler. Bazı veliler de

yumuşak
görünürler ama çok hareketli ve galip olurlar. Onların diledikleri biraz gecikir. Davacının davasından

vazgeçeceği zamana
kadar uzar; onların nişanı, marifetleri kalmamış olmasıdır. Bir marifetten bahsedemezler. Bizim

sözlerimiz arasında söz
karıştıran Şeref Lehaverî, gibi kimseler, bulanık suda boğulmuşlardır. Rüyasında büyük bir bulanık

suyun içine daldığını; iki
parmağını oynatarak, «Aman Şem-şeddin-i Tebrizî elimi tutsun,» diyerek imdat istediğini görmüştü.

Bu rüya ona yeter
derecede bir öğüt olmadı. Tekrar benim yanımda nebilerin mucizeleri ile velilerin kerametleri

arasındaki farkı anlatmaya
başladı. Nebiler her ne zaman dilerlerse mucize gösterirler diyordu. Velilerin sözleri nerede, sen

nerede? Sonra, bazı rafızîler
devamlı bazıları da devamsız olurlar, bazıları da ihtiyarsız olurlar; bir kısmı da ihtiyar-lanyle rafızîlik

ederler diye tutturdu. O,
veliyi kendi haliyle kıyaslayarak tasvir ediyordu. Onun sözlerinden ve işinden (M. 25) yüz çevirince de,

«Beni kıskanıyor, bana
hıncı var» diyor. Halbuki benim öyle bir huyum vardır ki Yahudilere bile dua ederim. «Allah hidayet

versin, onları doğru yola
yönetsin,» derim. Bana şovenlere de dua ederim. «Ulu Allahm, ona bu halinden daha iyi bir hal ver ki

sövüp sayacağı yerde
bir teşbih okusun, seni ansın ve ilâhî âlemle meşgul olsun!» derim.
Onlar bana nereden çattılar da, «Bu velidir veya veli değildir,» diye tartışmaya başladılar? Ben veli

olayım,
olmayayım sana ne? Nasıl ki Çuha'ya «Hele şu tarafa bak dediler, tepsiler götürüyorlar.» Çuha şu

cevabı verdi: «Bize ne?»
«Ama sizin eve götürüyorlar,» deyince; «O halde size ne?» dedi. Ben de şimdi «Size ne?» diyeceğim.

İşte bu sebeptendir iki
halktan çekinmekteyim.
İçimden birçok büyükleri severim. Onlara karşı muhabbetim vardır, ama açığa vurmam. Bir iki kere

açıkladım:
Bende, geçim hayatımdan bir tecrübe kaldı. Bir muhabbet vardır ki asla soğumaz, fakat bu dostluğun

değerini kimse bilmez
ve takdir etmez. Halbuki benim Mevlânâ'ya açıkladığım Muhabbet arttı ve eksilmedi, doğrusunu

söyleyemiyorum. Ben doğruluğa
başladıktan sonra beni dışan attılar. Eğer tam doğruluk gösterecek olsaydım beni bir hamlede bütün

şehirlerden sürer, kapı
dışarı ederlerdi.
Az çoğu gösterir, yani söz az mâna çok olmalı. Diyelim ki oraya bir çuval şeker koymuşlar, ondan

azıcık bir örnek
getirmişler; işte bu azıcık örnek o bir çuval şekerin delilidir. Onu 'anlatmaya yeter. Kişinin de biraz

doğruluk göstermesi, onun
doğru olduğuna delildir. Yine biraz eğrilik ve ikiyüzlülük de sahibinin eğriliğini gösterir.
Hazreti Peygamberin çağında doğruluğa pek düşkün bir adam vardı. Sahabe, bu adamın

doğruluğundan ve doğru
sözlülüğünden, Peygamberin de onu korumasından dolayı incinirlerdi, ama ona bir şey diyemezlerdi.

Ancak çok içerlemişlerdi.
Hatırlarından, Hazreti Peygamber, dünyadan göçtükten sonra ondan öç

alalım, diye geçiyordu. Adam, Hazreti
Peygamberin dünyadan göçtüğü günlerden sonra da böylece doğru sözlülükte devam etti. Artık

dayanamadılar, «Ona
bir darbe vuralım,» dediler; «Olmazsa şehirden sürelim,» dediler. Adamcağızı şehirden dışarı atarken,

bu gürültülerin sesi
bir kadının kulağına kadar gelmiş; dam üstüne koşarak sahabeye çıkışmaya başlamıştı. «Bu adam

azizlerdendir,
Peygamberin yanında sevilmiş bir kişiydi. Onun yüce ruhundan utanmaz mısınız ki, bunu şehirden

sürgün ediyorsunuz,»
diye bağırıyor, onlarla kavga ediyordu. Adam yüzünü yukarı çevirdi, kadına hakarete başladı: «Sen

niçin kendi kendine
bunlara çatıyorsun. Allahnın lanetini hem kendine hem de bunların üzerine çekiyorsun!» Kadın kendi

kendine, «Evet» dedi,
«Peygamberin dostları yersiz iş yapmazlar, şehirden sürülmeye lâyık olmayanı da dışarı atmazlar.

Hazreti Peygamber,
'Ümmetim sapkınlık üzerine fikir ve söz birliği etmezler,' buyurmuştur. İyi yapıyorsunuz. Allah

yardımcınız olsun,» dedi.
Doğru sözlü adam bunun üzerine, «Evet, onlar iyi ediyorlar, sen fena etme!» dedi.
Cüneyd'e tavsiye ettikleri Ahmed-i Zındık'ın hikâyesi de şöyledir: Ona denildi ki, falan şehirde bir

Ahmed-i Zındık
vardır. Senin karşılaştığın zorlukların düğümü onsuz çözülmez. Sen yüz çile de çıkarmış olsan yine

onsuz yapamazsın!
Cüneyd, Bağdat'tan kalktı, o şehre yollandı, kendi kendine Ahmed-i Zındık'ın evi nerededir diye

sorsam her halde edebe
yakışmaz dedi. Adım tevil ederek (değiştirerek) Ahmed-i Sıddık diye sordu, içindeki irfan buna (M. 26)

engel olmuştu. Ona
rüyasında tevilsiz dosdoğru bir söz söylemişlerdi. Ama o bunu teville yani değişik şekilde dinlemişti.

Bu yüzden altmış gün o
şehirde derbeder ve başıboş bir halde dolaşıyor; rastgelene Ahmed-i Sıd-dık'ın evi neresidir diye

soruyordu. Kendisine
dosdoğru öğret len bu adı değiştirmiş olmanın yarattığı uğursuzluk yüzünden bir türlü onu

bulamıyordu. Nihayet hatırına
ansızın bir çare geldi. «Hele şu yıkık mescidin kapısından geçeyim,» dedi ve oradan geçerek

yürümeğe başladı. O sırada
kulağına bir Kuran sesi geldi. Hemen yüreği yerinden hopladı. Yıkık mescitten bir delikanlı çıkıyordu.

Artık «Adamı kendi adıyla
sorayım,» dedi ve sordu. Delikanlı: «Şu okunan Kuran' m sesini işitiyor musun,?» dedi Cüneyd bir

nağra atarak kendinden
geçti ve yere düştü. Delikanlı ayağına kapandı. Cüneyd doğru sözlülüğünün mükâfatım görmüş,

dileğine kavuşmuştu. Kendine
geldiği vakit yıkık mescide girdi. Uzakta bir yere oturdu. Ne Cüneyd selâm ve kelâm vermek suretiyle

bir teklifsizlik gösterdi,
ne de o buna imkân ve meydan verdi. Uzun müddet bu şekilde kaldıktan sonra Ahmed-i Zındık

merhamete geldi ona tekrar
bakarak söze başladı: «Hoş geldin Cüneyd!» dedi. Cüneyd içinden, «Benim Cüneyd olduğumu nasıl

anladın?» diye
düşünüyordu. Ahmed gülümsedi, «Nasıl bilmem,» dedi. «Beni aradığın ilk günden beri o zorluklar

içinde kıvranarak bu
bilmecenin düğümünü çözmeğe uğraştığını görüyor ve etrafında dolanıyordum. Bana gelirse

kendisiyle ne konuşayım diye
düşünüyordum. Sana söyleyecek bir şey bulamıyorum, şimdi sen konuşacak bir konu varsa üzerine

parmağını bas ki
konuşalım. Bir şeyler an. lat ki dinleyelim.»
Cüneyd söze başladı, bir şeyler anlatıyordu. Ahmed-i Zındık bir kaç kere çarh vurdu. Kutsal canlar,

etrafım sararak,
«Eğer böyle bir kaç çarh daha vurursan bu çarhın ipini koparacaksın,» dediler. Ahmed ki-zararak

yerine oturdu.
Bu öteden beri bir töredir. Doğru bir söz söylersin, onu yorumlamak istersin, biraz gülerler, çok kere

de içlenir ve
zevk duyarlar. Hoşa gider o söz, ama yorumlamadan söylersen ne kimse duygulanır, ne de hoşlanır.

Meğer ki, Allahnın
doğruyu söylemek için yarattığı seçkin insanlar tarafından söylenmiş sözler olsun. Bu makamda

onlara soru sormak
gerekmez. Halk onlara nasıl sorabilir ki, bu sözü söyleyen bile şaşkınlık içindedir. «Ben ne

söylüyorum kiminle konuşuyorum,»
diye kendi kendine hayret eder. «Bunlar n'çin anlamıyorlar?» diye düşünceye dalar. Bir adamın

evinde biri saz çalıyordu.
Başka biri dedi ki: «Bu evde kimse yoktur, bu çalgıyı kime çalıyorsun?» Adam şu cevabı verdi: «Sus,

herkes Allah için
tekkeler, kervansaraylar yaptırıyor. Ben de Allah yolunda saz çalıyorum. Ben bunu Allah için

yapıyorum. Sen niçin
soruyorsun? Seninle biz bilir misin neye benzeriz: Adamın biri, ney çalarmış. O arada, bir taraftan da

yellenirmiş. Adam neyi
arkasına götürerek eğer sen daha iyi çalacaksan 'al da çal der. Sana yol yürümek gerek. Sana yol

yürürken bir şeyden
bahsetmek gerekmez. Yolunu yürü ey eşek! Sen, ne o köprü geçen eşeklerdensin, ne de bir günde bir

konak gidip geri dönen
Mısır eşeklerindensin! Sen binlerce dedikoduların ve koşuşmaların sonucunda günde yarım konak

bile gidemezsin.»
Ulu Allah buyuruyor ki: «Bir toplum kendi nefişlerindeki özelliği değiştirmedikçe Allah onlara verdiği

nimetleri
değiştirmez.» (Ra'd sûresi, 12). Şikâyeti, feryadı kendi nefsinden et! Allah yine Peygamberine, «Şüphe

yok ki, sen, sevdiğin
kimseyi doğru yola yöneltemezsin, ancak Allah dilediğini doğru yola yöneltir. Allah hidayete ermişleri

en iyi bilir,» (Kasas
sûresi, 56) buyurdu. «Bunu biliyorum,» dedi. «Bu halin gerçekliği de bana çok şiddetli geldi.» «Ne

söylüyorsun,» dedi, «Bana
senden fayda gelmeyecek.» «O halde hangi niyetle bu işin etrafında dolaşıyorsun,» dedim. «Hiç bir

niyetim yoktur,» dedi. Ben
bu karışık işleri çok yaptım, doğru sözü evirdim çevirdim şiir söylemeye başladım. (M. 27) Bundan

içlendi, ağlamaya başladı.
«Ah şu benim kötü nefsim,» diyordu. Ben «Yoksun kalmasın,» dedim ve

ilâve ettim. «O şöyle söyledi, ben şöyle söyledim gibi
dedikoduların şimdi yorumlamasını dinle: Padişahın özel konuk yurdunda olan kimse bir lokma bulur

yer, elbette aç kalmaz.
Şimdi böyle b:r adam nerede, köpekler için sokağa dökülen ekmek kırıntıları ve kemik parçalarıyle

geçinenler nerede? 'Yer ve
göklerim beni kavrayamadı, ama bir mümin kulunun gönlüne sığdım,' anlamındaki Allah sözünün

yorumunu anlat,» dedim.
«Bu nükte, 'Biz emaneti göklere, yerlere, dağlara gösterdik. Onu yüklenmekten kaçındılar, ondan

çekindiler. Halbuki insan
bunu yüklendi. Çünkü o çok zalim ve bilgisizdir,' (Ahzab sûresi, 72) anlamında bulunan âyetle aynı

manadadır,» dedi. Yani
Allah bilgisidir, bu bilgi de derecelere ayrılmıştır.
Yukarıdaki kutsî hadisin manası da bununla ilgilidir. «Sizce bu hadisin manası hakkında başkaca

söylenecek bir şey
var mı?» diye buyurdu. «Buna gerçekten güç yetmez,» dediler ve susmadılar. «Bu konuşulacak bir

konudur,» dediler. Ama bu
noktadan kaçıyorlar. Eğer bu cihet konuşulacak olursa faydası çok olur. Dünya fenadır, ama bu

dünyanın ne olduğunu
bilmeyen kimselere göre değil. O, dünyanın ne olduğunu nasıl bilsin? Onun dünyası yok ki; ama o,

«dünya nedir?» diye sorar.
Öteki, «Ahiretten başka olan âlemdir,» der. «Peki, ahiret nedir?» Öteki, «Yarın,» cevabını verir. Peki

ama, «Yarın nedir?»
Hülâsa söz çok darlaşmıştır; dil daralmıştır. Bütün bu din savaşçılarının, pek dar olan dil bağından

kurtulamamaları bu
sebeptendir. Onlar sıfatlar âlemine giderler. Allahnın kutlu sıfatları için acaba ne diyorlar.

Kelâmcı-lar, «Sıfatlar, Allah zatının
aynı mı yoksa ondan gayrı mı?» diye tartışırlar. Bu nokta üzerinde söz birliği edebilirler mi? Hayır

edemezler. Çünkü âlem
binbir renge girmiştir; çeşitlidir. Söz, tek bir ton ile konuşulmaz. Nasıl ki Hakîm Sanaî'yi ziyarete gidip

gelen dervişten biri
sordu: «O dönek ne söyledi sana?» Derviş, başını önüne eğerek, «Âlem halkının sözünü söylüyor,»

dedi. Meğer bu
dönekliklerden kendini kurtarmış olan kimse yavaş yavaş evinin yolunu tutar, uzaklara gitmez. Yoksa

âlem çok dönektir. Biri
Yahudidir, öteki yıldıza tapar, beriki ateşe tapar.
Mutezile (Mutezile, Ehli Sünetten ayrılan ve Vasıl Binata'nın yoluna sapanlardır. Bunlar Hasan.i

Basrî'nin kanaat ve
içtihadına aykırı hareket ettiklerinden dolayı bu ismi almışlardır. Lügat mânası «dernekten ayrılmış

kimseler* demektir. Bunlar
Eşarî ve Maturidî mezheplerine karşı oldukları için Ehli Sünnet nazarında sapkın bir zümre olarak

tanınmışlardır. (Ç.)) diyorlar
ki: «Mademki Allah kelâmının başlangıcı yoktur, o halde bu âlemin de bir başlangıcı olamaz.» Bu yol,

Mutezile yolu değildir. Bu
yol gönül kırıklığı, üzüntü ve çaresizlik yolu, kıskançlığı ve düşmanlığı bırakma yoludur. Sana bir sır

açıklandı ise, gerektir ki
onun şükrünü yerine getiresin. Şimdi bu şükrün anlamım ikiyüzlülük yönünden mi, yoksa doğruluk

yönünden mi söyliyeyim?
Allahya şükürler olsun. Umutsuz olma! Yüzün saf aya, temiz ışığa dönmüştür. Doğruya, huzura, rahata

kavuştun. Karanlık,
bulanık günler geçmiştir, insanların hayırlısı halka faydalı olanıdır. Kayırın ne olduğunu bilmeyen nasıl

hayır işliyebilir? Yılın ne
olduğunu bilmeyenler, ömrün ne olduğunu anlamayanlar birbirlerine nasıl uzun ömürler dileyebilirler?

Bir gönül ehlinin el.ne
geçen bir akça, bir nefis düşkününün eline geçen bin akçadan hayırlıdır. Bunu sana açıklayamam;

çünkü senin nefsin diridir,
ayaklanmıştır. Eğer bunu sana söylersem sen de bin söz söylersin; aramızda ayrılık baş gösterir. Belli

ki bu pirlerin
düşünceleri halk arasında pek yaygındır. Mimberlerde, derneklerde onların sözleri dolaşır. Bir de

Allahnın gizlenmiş kulları
vardır ki, o şöhretli pirlerden daha olgun, daha sevilmiş kimselerdir.
Bazan da, halk arasında bunlardan daha şöhretli erler vardır. Çünkü onların (M. 28) dilini halk anlar.

Mevlânâ sanıyor
ki, o insan benim. Ama benim inancım öyle değil. Ben aranan ve istenilen bir kimse değilsem bile,

arayandanım. Arayanın
maksadı da aranılanlar arasından baş gösterir. Bana göre arayan Allahdır. Fakat o aranılan sevgilinin

hikâyesi hiç bir kitapta
meşhur olmadı. Tarikatlerin, derneklerin anlattıkları şeyler arasında da bunlar yoktur; bu sözler, hep

yolu anlatmak içindir.
Bunu yalnız bir kişiden dinliyoruz, başka hiç kimseden duymadık. O gün Cüneyd' in, «On hıyar bir pula

satılıyor, biz kaça
satılacağız?» ded'ğini anlatmıştım. O, bu haldeydi. Nasıl ki, on hasta bile bu sözden dolayı onun

düştüğü anıklık derecesine
yetişemez; bu bize göre küfürdür.
Ona dedim ki: O değirmeni satma, hem de vakıf yapma! O iki bin dirhemi bana ver ki, senin hesabına

döndüreyim.
Öyle döndüreyim ve öylelerine vereyim ki, tarife sığmaz. Görüyorsun ki, bir hasta neler yapar! Yüz

riyazat bile bunu arzusu ile
yapamaz. Bana dedi ki; «Bununla alçak gönüllük derecesine erişir» ve ilâve etti: «O alçak

gönüllükten bahsetmiyorum.» Belki,
bir yolda kâfirin biri su götürür, onun da suya ihtiyacı vardır. Su ona erişince hiç dönüp bakmaz,

ancak onun içi o sudan
rahatlaşır. O kâfir kıyamette yüz bin müslümanın elini tutar. Allahnın işi sebepsizdir. Bir adam vardır

ki, devrişler için iki yüz
dirhem sar-feder hiç bir tesiri olmaz. Başka birinin verdiği beş dirhem daha faydalı olur. Bu manaları,

öğrenmekle, tartışmayla
anlamak mümkün olsaydı âlemin toprağını başında taşımak yaraşırdı. Bayezid ile Cüneyd'in yüz yıl

Fahri Razî'ye çömezlik
etmeleri gerekirdi. Bazan tefsirde bazan Kuran'da ona yetişmeye hasret çekerlerdi. Derler ki: Fahri

Razî, tefsir ve Kuran
bilgisinde bin top kâğıt harcamıştır. Bazıları da beş yüz top kâğıt karalamış

olduğunu söylerler. Halbuki yüz bin Fahri Razî,
Bayezid'in yolunun toprağına bile erişemez. Halka, kapıya asılır ama o kapı da evin içini göremez ve

anlayamaz. Halka kapının
dışındadır, evin iç özelliği ise başkadır. Evin içinde sultan gözdeleri ile has halvette yaşamaktadır. O

kapının halkası değil,
penceresinin halkası bile dışardadır. Bu çabalama ve tartışma şuna benzer ki, sen bunu ilim yoluyla

öğrenmek istiyorsun.
Halbuki bu yolda yürümek ve savaşmak gerektir. Diyelim ki, yüz yıl Halep ve Şam yolundan söz

açmışsın; Halep mallarını asla
buraya getiremezsin. Tâ ki yol zahmetine, tehlikelere katlanacaksın, malını haydutlara kaptırmak

korkusu ile üzüleceksin ki,
bu işi yapabilesin. «Bilgin önce tartışma yolunu mu tutmalı ki o zaman o yolda yürümek kolaylaşsın?»

diye sordu. Cevap
verdi: «Sana Aksaray yoluna gitmek hikâyesini anlatayım ve bilgi vereyim. Gitmeden o tarafın ahvalini

soruyorsun. Ben de
diyorum ki, oraya kadar git, ben seninle beraberim. Bundan sonra dikkat et ki, hangi taraf güvenlidir;

hırsızdan, kurttan,
hayduttan ve başka tehlikelerden hangi taraf daha korkusuzdur. Ya Malatya yolu, ya Elbistan yolu

nasıldır?»
Mal, bir çok kimsenin kıblesidir. Yolcular onu feda ettiler. Dünyaya tapanlara göre bir pul, tatlı

canlarından daha
değerlidir. Sanırsın onların canı yoktur. Eğer canları olsaydı nazarlarında mal canlarından daha

değerli olmazdı. (M. 29)
Allahya ant içerim ki, dünyaya tapanların katında bir pul, kıble'dir. ibrahim'in Belâya uğraması

hikâyesi, meleklerin gayretindendi.
Yoksa kıskançlık ve inkâr yüzünden değil. Eğer öyle olsaydı, İblis olurdu. Belki şuna hayret ettiler ve

dediler ki: «Biz
nur cevheriyiz, nasıl olur da cisimden ibaret olan bir ayak, Allah Muhabbetsinde bizden ileri gidebilir?

Dedi ki: «Bunlar sevdadan
vazgeçtiler.» Ona dediler ki: «Veliler için maldan, sürüden birçok arzulara kapılma sebepleri vardır. O

ise bundan vaz geçmiş
ve temiz kalmıştır.» «Evet, inandık ve gerçekledik,» dediler. «Fakat bu hayret edilecek bir şeydir,

imtihan edin,» dediler. Bu
imtihanda başka bir sır daha açıklanır, sizden hangi sebepten daha ileri gider? «Ben sizin

bilmediğinizi, bilirim» dedi Allah.
«Size ufak bir sır daha açıklanır. Ey Cebrail! Sen bir taşın arkasında gizlen ve Sübbu, Kuddus diye

teşbih oku!» buyurdu,
ibrahim Halil Peygamber bunu işitince etrafına bakındı, kimseyi göremedi. «Bir daha söyle,» dedi.

«Bunu bütün koyunlar sana
tekrar etsin.» Cebrail, taşın arkasından çıktı, kendini gösterdi: «Ben Cebrailim,» dedi. «Benim

koyunlara ihtiyacım yok.» Halil
de, «Ben öyle bir sofiyim ki, önce nereden kalktımsa yine oraya dönerim,» dedi. Bazı melekler bu

hareketten ibrahim Halil
Peygamberin halini anladılar ve dediler ki: «Az çoğa, delalet eder.» Bazıları da henüz anlayamadılar.

Dediler ki: «Mal işi
kolaydır, bir kere de oğulları ile sınayalım.»
Behlûl karıya taş vurdu, «Niçin, vuruyorsun,» dediler. «Çünkü karı yalan söylüyor,» dedi. Bu sözden,

şehre bir fitne
düştü. Halife, Behlûl'ü yanına çağırdı. «Ben onun yüzünden bahsediyorum,» dedi. «Sözünden değil.»

Halife sordu: «Bu nasıl
sözdür? Onun sözü yüzünden nasıl başka olur?» Behlûl cevap verdi: «Eğer sen Halife isen emir

verirsin ve yazarsın ki, falan
semtin gençleri bu fermanı işitince hazır olsunlar, hiç vakit geçirmeden gelsinler.» Ulak bu ferm'anı

oraya götürür okur ve her
gün okurlar ama gelmezler. Okumak hususunda gerçektirler. «İşittik, itaat ettik» demekte de yine

doğruluk gösterirler.
«Sayısı elli bin sene olan bir günde,» buyurulduğu gibi Kuran'm işaretlerini anlamıyorsun. Ne yapayım

eğer bu elli bin senenin
zahiri ifadesine uyarsan oraya cennet kokusu götürürsün. Eğer, nebiler âlemi hangisi, veliler
1 âlemi nasıl olduğu konusunu
düşünürsen başın döner, yuvarlanır düşersin. Ancak o yoldan yürüyen ayaklara el vur. «Beni bir adım

geçti,» dediğim zaman,
adımdan adıma, karıştan karışa, dizden dize fark vardır, iki adım sonra erişir dersin ama Hazreti

Muhammed'e (S. A.) yaraşan
adım sende yok. Sende Firavun baş kaldırdı, sonra Musa geldi, o gitti. Sonra tekrar Firavun gelince

Musa gitti. Bu dönekliğe
delalet eden haller ne zamana kadar sürecek? Musa'yı da böylece farzet. Firavun bir daha gelmezse

bu döneklik işten değildir.
Kuran'da, «O kimselerdir ki Rabbimiz Allah tır derler, sonra doğruluk gösterirler,» buyurulduğu gibi

onlar bu âlemde böyle
söylediler, öte tarafta gafiller diyecek olsa ki, «Bizim Allahmız yoktur,» onlar hiç değ siklik

göstermeden sözlerinde dururlar.
Onları kıyamet gününde getirdikleri vakit, mezarlarının yanına götürdükleri gibi yüz bin nur ışığı

görürler. Ölüm
meleği ne gezer, onlar için hayat meleği vardır. Mezar nerede? Onlara göre kurtuluş; mezardan ve

zindandan kurtulma vardır.
(M. 30) Dünya müminin zindanıdır. Birine deseler ki: «Bu zindandan dışarı çıkarsan Sultanın dostu

olacaksın, onun
yanında, onunla birlikte taht üzerinde oturacaksın.» Adam gelir gırtlağıma s'arılır, «Bu zindandan

kurtulacağım,» diye
boğazımı sıkar. Eğer gerçek müminlerden iseniz ölümü dileyiniz. Onları kıyamet meydanına getirseler,

kıyamet ne hale döner.
O gün gizli işlerin açıklandığı gündür. Onların gizli sırları haktır, hak ise açıklanır. Kıyamet nerede

kalır? Onları nurdan
zincirlerle bağlarlar ki, kıyamet meydanına gelmesinler. Her ne yaparlarsa bunlarla yaparlar.

Cennetlik olanları cennete,
cehennemlik olanları cehenneme götürürler. Onlar zincirler'ni koparırlar ki kıyamet meydanına

gelsinler. Fakat, nurdan başka
bir zincirle bağlanırlar, en son vakte kadar bağları çözülmez.
Şimdi söz, iş içindir; iş söz için değil.

Bilir misin ki iyi geçinmek dervişler derneğindedir. Abdest üzerine abdest, nur
üstüne nurdur. Olgunlaşmış olan (öz) bazı dış kabuklardan kurtulur. Bir zümre onları takdir eder, bir

zümre de etmez. Başka
bir zümre de, «abdest üzerine abdest, nur üstüne nurdur,» derler. Onlar önderliğe yaraşmazlar, ama

bunlar âlemin ve âlem
halkının sığınağı ve güvencidirler. Şüphe yok ki içteki pisliği temizlemek gerektir, îç âlemimizdeki pisli

ğin bir zerresi bile
dıştaki pislikten yüz bin kat daha berbat ve fenadır, içteki o pisliğ. hangi su temizler? Ancak bir kaç

damla gözyaşı, ama her
gözyaşı da değil. Belki bir şey görebilen gerçek bir gözün akıttığı saf ve temiz gözyaşı temizler.

Bundan sonra o kimseye
güven ve kurtuluş kokuları erişir, artık uykudan uyanır; onda uyku başka türlü, uyuklama başka türlü

olur. Ama niyazsız
gözyaşı, n'yazsız namaz, mezar başından daha ileri gitmez. Mezar başından geri dönenlerle birlikte

geri döner. Ama niyaz ve
yalvarma ile kılınan namaz, mezarın içine birlikte girer. Kıyamette de sah biyle beraber olur. Böylece

ta cennete ve Hakkın
yüce katına kadar gider. Eğer böyle b r gönül uyanıklığı elde etmişse uyuyamaz. Eğer gönlü uykuda

ise, sel yatağında bile
yatsa yine iş kolaydır. Biri yanına vurunca uyanır. Uzaktan gelen seli gösterince de korkudan ürperir;

acılarını unutur, onun
ayağına kapanır, teşekkür eder. Ama bir de çok derin uykuda olanlar vardır ki, düşman gelip boğazını

yarı buçuk kesse bile
gözünü açamaz. Gözünü açınca da boğazının geri kalan sağlam tarafı da kesilmiş olur. Şaka

söylüyorum. Mevlânâ, Hak ehlidir.
Onun derneğ'nde güzel söz konuşmak yaraşır. Görmüyor musun ki, şimdiye kadar hep Muhabbetye

ait sözler konuşuyoruz. Dünya
halkının önünde korkutucu sözler de söylemelidir ki biraz uyansınlar. Şöyle bir hikâye anlatırlar: İki

kişi arkadaş olur.
Bunlardan birinin yanında altın Vardır; öteki de onu uyutarak öldürmek ve parasını kapmak sevdası

ile fırsat kollamaktadır.
Paralı arkadaşın uykusu hafiftir. Çünkü arkadaşının niyetini sezmiştir; hep uyanık durmak zorundadır.

Yoksa kendini korumak
işi güçleşir. Bunlar böylece başka bir yere gittiler. Kötü niyetli arkadaş artık bu işten umudu kesti.

«Adam daima uyanıktır,»
dedi. «Eğer şu uyanık ha linde ona saldırırsam bir çaresini düşünür, bari işi ondan saklayayım da

onunla biraz şakalaşayım.»
Şöyle dedi: «Arkadaş, niçin uyumuyorsun?» Öteki cevap verdi: «Niçin uyuyayım? Niçin uyuyayım? Ne

olur ne olmaz!» dedi.
«Uyu ki başına bir taş vurayım, kafanı kırayım da seni öldüreyim, şu altınlarını alayım.» Altın sahibi,

«Arkadaş, doğru
söylüyorsun; işte şimdi gönül rahatlığı ile uyayabilirim!» dedi. Şimdi biri yolda bir tehlike içinde

uyumuştur. Allah kullarının biri
gelir onu uyandırır. Fakat o uyuyan adam, ona göre yine uykudadır. Eğer bu uyuyan adamın hallerini

sana anlatırsam,
kendinden umut kesersin. Bari söylemeyim 'ki kendi nefsinden umutsuzluğa düşmeyesin. Umutsuz

olma ki, çok umutlar
vardır, insan yaşlandı mı çocuklaşır. Ama bu sözüm herkes için değil. Nebiler ve veliler bundan

ayrıktır. Büyük Mevlânâ'mız da
bu gibilerden değildi. Sultanul'l Ulemâ Muhammed Bahaeddin Veled, seksenden fazla yaşadığı halde

her gün daha ergin, daha
bilgin görünürdü. Hiç bayağılaşmadı. Bu sözü yalanlamam, belki 'açmak isterim. «Şaşarım seven nasıl

uyuyabilir?» Bil ki âlem
fakirin gözü önünde perdedir, fakir ise aşk cevheridir (Mevlânâ Celâleddin buyurur ki: Fakr. cevherdir.

Fakrdan başka her şey
araz'dır. Fakr, şifa; fakrdan başka şeyler de maraz'dır. Bütün âlem ancak baş ağrısından ve

aldanıştan başka bir şey değildir.
Fakr ise âlemden beklenilen sır ve garazdır. Yani âlemin maksadı ve gayesi fakr mertebesindedir.

(Ç.)). Aşk cevheri, ezelden
beri vardır. Âlem daha dünkü varlıktır. Herkes kendi pirinden söz açar. Bize, Hazreti Peygamber (S. A.)

rüyada bir hırka verdi.
Fakat bu iki gün sonra eskiyip yırtılacak, külhanlara atılacak veya bulaşık silinecek hırkalardan

değildir. Belki sohbet ve
yoldaşlık hırkasıdır. Akıllara sığmayan bir sohbet değil, belki dünü, bugünü, yarını olmayan bir sohbet.

Aşkın zevk ile, bugün
ve yarın ile ne ilgisi var. Biri dese ki, «Cenabı Peygamber uykudan uzaktır veya âşık değildir.» Bu

sözden Yahudiler bir
kaçamak yolu bulur, umuda kapılırlar. Bu söz ona yaraşmaz. Benden «Hazreti Peygamber âşık

mıydı?» diye sorarlarsa,
«Hayır,» derim. O maşuk ve sevgili idi. Ama akıl, sevgiliyi anlatmakta ve onu kavramakta ş'aşırır; başı

döner. Şu halde ona
âşık dersem bu, maşuk yani sevilen manasmdadır. Nasıl ki, efendinin biri bir adama sordu: «Sen

Yahudi misin?» «Hayır, din
bilginiyim,» dedi. «Keski, Yahudi olaydın,» dedi, öteki, «Niçin böyle söylersin?» dedi. «Bana kibrit

lâzım da onun için.» O
memlekette Yahudiler, kendilerine eziyet etmeyi sevap sayan Müslümanların vereceği zahmetten

korkarak vakitli vakitsiz
sokağa çıkmazlarmış. Aksine kibrit ve benzeri şeyleri de bunlar satarmış. Din bilgini sordu: «Bana

bunun için mi Yahudi
dedin?»
Yani, zamanın yürüyüşüne göre suret ve surete bağlı olan şeyler değişir. Bazıları derler ki, «Büyükler

manaya
bakarlar; oradan herkesin kımıldanışı onadır.» Çömlek içinde olanı sızar. Şimdi o pirin derneğinde

sorgu olmaz. Sanki ağacın
meyvesini dökmek için onu sallar, zaman olur ki ağacı sallamaktan vaz geçer ve meclise gelmez. Her

zaman için gelmez.
Yapılacak şey ancak sükût ve teslim olmadır. Ama her ağaç bu surette değildir. Burada hiç başka yol

yoktur. Ancak susmak
ve teslim olmak vardır. «Kuran okunduğu vakit dinleyiniz ve susunuz,» (Araf sûresi, 203)

buyurulmuştur. Diyelim ki, konuşan
biri söze başladı, bir nükte söylemek istiyor. Buna hiç itiraz edilemez, tâ ki o nüktenin arkası gelsin;

sözü başından sonuna
kadar anlayıp toparladıktan sonra ondan bahsedebilirsin. Eğer gönlünde bir şüphe varsa onu

açıklayabilirsin. Ancak yarı bir
anlayışla o nükteden bahsetmek âdet değildir; yanlış bir harekettir. O âdet doğru olmaz. Olgunluk

bunu gerektirir. Olgunluk
odur ki, bin defa da söyleseler, fikrin hiç değişmesin. Diyelim ki, o olgunluk

görünüşte başka bir surettedir. Yine olgunluk odur
ki, anlayış eksikliğini kendinde bilesin ve «Tam anlayamadım, bahsi kavrayamadım,» diyesin. Bu

hususta soru sormakta da
faydalar vardır. Ama ilk sözün zevkini kaçırmış olursun. Nasıl ki, fakire sorulan, «Meclislerin bereketi

niçin kaçtı?» nüktesinde
işaret edilen .ilk sözün bereketi kaçmış olur. (M. 32)
Rubai:
Yüreğim aşk ateşinden kebap olmuştur.
Çehremin rengi ciğer kanındandır.
Dostun dudağının suyu şarabımdtr.
Artık beni kınamayın; bana akıl öğretmenin ne yeri var?
Burada fayda, ancak bir lokma yiyebilmektedir. Ne kadar sabırlı olursan o lokmanın faydasını görür

sonra başka bir
lokma daha yersin. Hikmet budur. Ama derdi ve ıstırabı olan bir insan vardır ki, çabuk çabuk yemek

ister; o başka
meseledir. O bil:r ama bizim yemeğimizi sınamaz. Eğer Allahsal bilge, bu zahir bilimlerini öğrenmeye

başlasaydı, bir ders
okumadan, başka bir derse başlamazdı. Meselâ bu bahsi bir kaç kere okuyunca bu nükteyi

anlamakta Mevlânâ'nın buyurduğu
gibi zorluk çekmez ve fazla konuşmazdı. Çünkü bu fikirle yoğrulmadıkça bütün faydaları ve zorlukları

âdet haline
getirebilirdi. Gerekirdi ki, yarın asla başka bir derse başlamasın ve aynı dersi tekrar etsin. Bir kimse

bir meseleyi iyice
kurcalarsa iyi bir sonuca varmak onun hakkıdır. Onun arkasından da bin mesele çıkar. Bazısı

gelirken, bazısı da giderken
gönül açıklığı verir. Dikkat et ve iyi bak ki, sendeki bu gönül açıklığı giderken mi yoksa gelirken mi

beliriyor?
Şiir:
Dikkat et ki, onun vuslatı herkesin eline geçmez
Şeriat kadehinden sarhoşlara süt vermezler.
Orada dünya heveslerinden geçmiş erenler dem çeker
Kendine tapanlara tek bir yudum bile vermezler.
Bir zaman îmad ağlıyordu, çünkü Nasirüddin'in mektubunu okuyordu, istedim ki, bana bakasın da ne

söylüyorum diye
anlayıp dinleyesin! Görülüyor ki o, merhamet ve yufka yürekliliğinden, belki de mevki ve. makam

Muhabbetsi tesiriyle ağlıyor. Ben
konuşurken söz arasında şiir söylediğim zaman, bahsi iyice açar ve onun manasındaki sırrı söylerim.

Sen de vazın sonunda
sözden kesiliyorsun. Bugün bazıları vardır ki, mana galebesiyle dilleri tutulur. Mevlânâ'da böyle bir hal

yoktur. Onda bu hal
nerede olsun? Hele bende hiç yoktur. Mana galebesi ve bazen de mana kıtlığı! Bende bunlardan hiç

biri yoktur. Bu halk,
benim sözlerime ahşamamakta haklıdır. Bütün sözlerim kibriyâ (ululuk) yönünden gelmektedir.

Herkes iddia eder ki Kuran ve
Hazreti Muhammed'in (S.A.) sözleri hep niyaz yani dilek yolu iledir. Şüphe yok ki, her manada

görünürler, söz dinlerler, ama,
dilek ve istek yolu ile değil. Bakacak olsan külahını başından düşürecek kadar erişilmez bir

yükseklikten dinlerler. Fakat bu
ululanma Allah hakkında utanç verici bir şey değildir. Nasıl ki «Allah Mütekebbirdir,» derler. Doğru

söylerler, bunda şaşılacak
ne vardır?
Nihayet sana bir çift söz söyleyeyim: Bu halk nifak yolu ile konuşmaktan, ikiyüzlülükten hoşlanırlar.

Doğru sözden
sıkılırlar. Birine desem ki: «Sen çağı mızın tek büyük adamı, biricik şerefli insanısın,» şüphe yok ki

hoşuna gider, ellerimi
yakalayarak, «Sizi çok özlemiştim, kusurum çoktur,» gibi iltifatlarda bulunur. Halbuki geçen sene

onunla dosdoğru
konuşmuştum, bana düşman oldu. Bu şaşılacak bir şey değildir. Çünkü halk ile ikiyüzlülük yönünden

geçinmek ister. Tâ ki,
onlarla birlikte hoşlukla vakit geçiresin. Ama böylece doğruluk yolunu tuttun mu dağlara, kırlara

kaçmak gerektir. Eğer o sözü
kabul edersen, sana o gün bir acıma hali gelir; sana bir çok devlet ve saadetler yüz gösterir. Çünkü

onu ulular, niyaz ve
yalvarma yolu ile dinlersen, bu meclis hoşuna gider. Dervişin hayalinde bu

dernek hoş görünür; her vakit onu hatırlar, gönlü
ona yönelir ve o meclisten ürkmez, gönül rahatlığına kavuşur.
Senin soru sormak ve.konuşmaktan maksadın hem gönüllerin onu kabul etmesi hem de senin

gönüllerde şirin
görünmen içindi. Ama iş tersine olup da bundan yüreklere bir üzüntü gelince ve bu üzüntünün ıstırabı

da sana ait olunca gönül
buna razı olmuyor. Nasıl ki, Hazreti Muhammed (S.A.), «Okuma olmadan namaz olmaz ve yine kalp

huzuru olmadan namaz
olmaz,» buyurdular. (M. 33) Bir zümre sandılar ki, surette gönül hoşluğuna erenlerin artık namaza

ihtiyaçları yoktuf. Onlar
dediler ki: «Maksat hasıl olduktan sonra artık ona ermek için sebep aramak yersizdir.» Onların

sandıkları gibi bunu bir an için
doğru farzedelim; onlara hakikat tamamiyle yüz göstermiş ve onlarda velilik, gönül hoşluğu kalp

huzuru baş göstermiş
diyelim. Bütün bununla beraber namazın zahirde terkedilmiş olması onlar için bir eksikliktir. Sana

gelen bu kemal ve olgunluk
hali önce Allah resulü Hazreti Muhammed'e de gelmişti. Her kim, «Böyle değildir,» derse onun

boynunu vurur, öldürürler.
«Evet bu gönül hoşluğu hali Hazreti Peygamberde de hasıl oldu,» diyene sorarım: «O halde niçin ulu

Peygambere
uymuyorsun? O büyük kerem sahibi, müjdeleyici ve korku verici eşsiz Peygamberin, o parlak hakikat

ışığının izinden niçin
yürümüyorsun?»
Eğer burada Allah velilerinden biri olsaydı, onun veliliği hiç şüphe götürmez bir şekilde dürüst olurdu.

Bu Filaneddin
ki, onun veliliği henüz açıklanmamıştır; o, dış görünüşü, zahiri korur. Ben o Fılaneddin'in arkasından

mı yürüyeyim? Buna
selâm bile vermem.
Bundan sonra yüzünü Mevlânâ Selâhaddin Zerkub'a çevirdi. «Nasıl konuşuyorum?» dedi. Mevlânâ

Selâhaddin,
«Hüküm senindir, her ne söylersen bizden bir cevap ve itiraz yoktur» dedi. Bir halet de yoktur. O

köşecikte bir kervansarayda
idim. öteki sordu; «Tekkeye gelmiyor musun?» «Ben kendimi tekkeye lâyık görmüyorum,» dedim ve

bilmiyorum. Tekkeyi
öyle insanlar için yapmışlardır ki, onların pişmekten ve iş görmekten pervası yoktur. Onların

zamanları değerlidir. Ama ona
yetişemezler. Ben onlardan değilim. «Peki, medreseye gelmez misin?» dediler. Ben tartışmaya

gireceklerden de değilim. Söz
arasında onları anlayabilsem de bahse ve tartışmaya girişmek bana yaraşmaz. Çünkü kendi dilimle

konuşursam bana gülerler,
«Kâfirdir,» derler, beni küfürle damgalarlar. Ben garibim, garibin yeri de kervansaraydır.
Kapıyı açmak için anahtar istiyorsun. Anahtarı hırsızlara mı vermelidir? Hırsızlarla dostluk etmenin

hoş olacağına
inanıyor musun? Kendine güvenen evi hırsızlara bırakır; mertçe ve uyanık davranır; ancak evi

gözetler. Zındıklarla yoldaşlık
hoştur. Çünkü onlar zındık olduklarını bilirler. Muhammed Güyanî, mümin kişidir. O, kendi imanı ile

doludur. Ama bendeki
feragat onda yoktur. Eğer söz ona kalırsa, bütün ömrü bo yunca ve kıyamete kadar ona yeter. Hattâ

kıyamette de, Sırat
köprüsünde de, tâ Hakka kavuşuncaya kadar. Eğer bu onda kalmazsa, onun sözü kendi aslına döner.

Bu söz de kendi yerine
gider. Nasıl ki, bir adamı bekçiler yakalamışlar. Adamcağız kendi kendine der ki: «Eğer beni

döverlerse buna dayanamam,
bir şeyimi alırlarsa iş daha berbat olur.» Dervişten bir pul almak onu öldürmek demektir. Adamcağız

bekçilere der ki: «Ben
sizi, elli kişinin toplandığı bir meclise götüreyim. isteyeceğinizi onlardan isteyin. «Bekçiler de, «Bu

adam doğru söylüyor. Bize
bu dervişten ne fayda gelir?» derler. Sonra, «Gel göster o adamları nerede?» derler. O ana kadar

bekçilerin tutsağı olan
derviş, bu sefer onları tutsak eder. Onlarla önce dost olur, evinin kapısına kadar götürür. «Siz burada

oturun, ben gideyim de
onları göreyim, ama hiç bir şey konuşmayın. Eğer ses çıkarırsanız onlar şüphelenirler; acaba ne

konuşuyorlar diye
ürkerler» der. Adam içeri girer, bütün pencereleri ve kapıyı kapadıktan sonra, dama çıkar, oturur.

Bakar ki hiç
gitmiyorlar, aşağıda bekliyorlar, aşağıya seslenir: «Söylediğim adamları bulamadım.» Bekçiler, kızgın:

«Alçak adam bize
yapacağını yaptın, biz de sana yapacağımızı yaparız,» derler. Adam cevap verir: «Artık başınızı duvara

vurun. Ben evime
geldim. İster o tarafa gidin, ister bu tarafa!»
(M. 34) Söz dinlemeye kabiliyetli kimse bulunmazsa, o söz geldiği yere gider, başını damdan aşağı

sarkıtan o dervişin
dediği gibi olur. Sözü dinleyen başkalarının sözünü de dinlemeye kabiliyetli olduğunu söylerse; o, söz

söylemekten de,
dinlemekten de acizdir. Acizlerin sözü bizim sözümüze uymaz, öyle istiyoruz ki bize, bilgisizlik

yönünden karşılık vermesin!
Halka, kurtuluş ve müjde sözleri boş geliyor; on lara cehennemliklerin sözü daha tatlı geliyor. Bir söz

ki, onda
kurtuluş müjdesi vardır, onların hoşuna gitmiyor. Halbuki kurtuluş doğruluktadır. Şüphesiz ki, bize

cehennemi öyle anlatıyorlar
ki, dinleyenlerin korkudan ödleri patlasın.
Fatıma (Allah ondan hoşnut olsun) bilgin değildi ama

zahide idi; kullukta ileri bir hatundu. Sık sık Peygamberden
cehennemi sorar, ondan bilgi edinmek isterdi. Adamın biri her güreştiği pehlivana yenilirdi. Bir Yahudi

bile onu fırlatır, yere
atardı. Bir gün Al-lahtan olacak ki, bir zavallıyı yere vurdu. Bu, biçarenin biriydi. Bir tesadüfle oradan

geçiyordu, ömründe hiç
kimseyle dövüşmemişti. Yalancı pehlivan, bu zavallıyı yere vurunca dayanamadı, hemen yerinden

sıçradı, adamcağızın
gırtlağına yapıştı. «Ben onu öldüreceğim,» dedi. Sordular, «Bu adam sana ne yaptı ki?» dediler ve

ilâve ettiler: «Sen her
nerede güreş tuttunsa bütün cihan seni yendi. O zavallı çaresiz kaldı diye onu niçin öldürüyorsun?»

«Hayır, öldüreceğim onu,»
dedi. «Ama niçin öldürüyorsun?» «Ben, bütün ömrümde ancak bir adamı yere vurdum. Onu niçin

öldürmeyeyim?» Nihayet
Padişaha gittiler. Çünkü Padişahın ona teveccühü vardı. «Allahaşkına, şu miskinin başım şu adamın

elinden kurtar,»
dediler. Padişah, «Onu bana getirin!» dedi. Adamı getirdiler. «Kendisinden yüz dinar al da onu bırak,»

dedi. Pehlivan, cevap
verdi: «Bu adamın her azası bin dinar değer.» «Bugün kaç azası var?» dediler. Şu cevabı verdi: «Niyaz

yolundan giden
adamın değeri belli olmaz.» Çünkü insanoğlunda iki sıfat vardır. Biri niyazdır ki bu sıfattan umutlan!

Bekle ki, muradın çehresi
sana görünsün. İkinci sıfat da niyazsızlıktır. Niyazsızlıktan ne umarsın? Niyazın sonu nedir? Niyazsızı

bulmak. Arayanın sonu
nedir? Aranılanı yakalamak. Aranılanın sonu nedir? Arayanı anlamak. Biri dedi ki: «Ben kâfirim!» Sen

müslümansın!
Müslümanlık kâfirde de vardır. Ama âlemde kâfir nerede? Ona secde edeyim. «Ben kâfirim,» de ki,

sana buseler vereyim.
Bunlar beni tanımıyorlar. Şu halde bu âlemde kime tapıyorlar? «Bana burhan göster!» diyorsun.

Benden burhan ve delil
istiyorlar; burhandan Hakkı arıyorlar, ama Haktan burhan istemiyorlar. Sen nasılsın? Bu söz hoşuna

gitti mi? «Hoşum,»
diyorsan daima hoş kal! Mertlik odur ki, başkalarını hoş etsin. Bir adam da vardır ki, kendi nefsini hoş

eder. Evet Allah kulları
hep kendilerini hoş edebilirler. Ama başkalarım hoş etmek Allahnın işidir.
Diyorlar ki: Bize Mevlânâ Şemseddin'den gönül açıklığı gelmiyor. Benden gönül açıklığı istiyen ancak

bir Mecusîdir. O
beni bulur ve benden gönül hoşluğu arar. Sen o Mecusî değilsin. Müslümansın, müminsin. Müslüman

insanı incitmez, ayıpları
örter. Meselâ bir keşiş, bir Müslümanı öldürse; senin evine sığınarak, kendisini arayanlardan kaçtığını

söylese ve «Ben ancak
sığınacak yer olarak seni buldum. Beni koru!» dese, ona karşı, «Müslüman, Müslümanı (M. 35) öldürse

bile aman verilmez,»
demezsin; ancak onu korursun. Ola ki, o da Müslümanlığa heves eder. Sen gerçi Müslümansın fakat

bu kadarcıkla yetinme,
daha da Müslüman ol! Her Müslümanın bir zındığı, her zındığın da bir Müslümanı olmak gerektir.

Müslümanlıkta ne lezzet var?
Lezzet küfürdedir. Bazan Müslümandan hiç bir Müslümanlık nişanı ve yolu bulamazsın. Ama bir

zındıktan, Müslümanlık yolu
bulursun. «Aranılanın son merhalesi arayandır,» demişlerdir. Ama ondan daha yüksek bir söz

söylemek gerekir. Ancak onlar
bizim konuşma tarzımızı bilmezler. Başları döner.
Bütün bu söylediklerimizle beraber, mürit, yani hak yolunun yolcusu olgunlaşmadıkça hevasına

uymaktan
kurtulamaz. Şeyhin gözünden uzak olmak onun için uygun düşmez. Çünkü soğuk bir nefes onu o anda

soğutur; bir ejderhanın
nefesi gibi öldürücü bir zehir olur. Her neye değerse karartır. Ama mürit, bir kere olgunlaştı mı, onun

şeyhinden ayrı düşmesi
zarar vermez.
«Uzun gecelerde Allahyı teşbih et,» buyuruldu. Yani, mürit ile mürşit arasına perde girince o gece

demektir. Mademki
karanlık başlamıştır, gerektirki bu zamanlarda onu ciddi olarak anasın ve o perdenin aradan

kalkması için çalışasın. Ne zaman
karanlık artar ve mürşit sana çirkin görünürse, ona yaklaşmaya daha çok çalış. Gam çekme,

tasalanma, umutsuzluğa düşme!
Karanlığın uzamasından, uzun gecelerden sonra aydınlık günler başlar. «Bir adam dinini

kuvvetlendirirse belâsı da artar. Dinini
incelten, zayıflatan adamın da belâsı hafifler,» derler. Nasıl ki, Emir Kabus da: «Yücelikler, ancak

çekilen zahmetler ölçüsünde
elde edilir,» demiştir. Hicap ve perde olmadığı zamanlarda, o zevk ve nur kendiliğinden harekete

geçer. Her ne bulursa, Ulu
Allahnın kutlu kitabında buyurduğu, «Ona ruhumdan üfledim,» nüktesinin aydınlığı ile bulur. Yani ona

perdelenmek ve
yabancılık yüzünden öyle bir hal gelir fei, halden habersiz olur ve nefsini idare etmek yolunu tutar. O

Muhabbetden ve aydınlık
âleminden söz açamaz. Her ne kadar nefsini başka türlü göstermek istese de. Sen kendini aptal

yerine koy, çünkü, «Cennetlik
kulların bir çoğu gafillerdendir,» buyurulmuştur. Cehennemlik insanların çoğu da bu filozoflardan ve

bilginlerdendir. Çünkü
onların çok uyanık ve akıllı olmaları, kendilerine perde olmuştur. O bilgi ve düşünce erlerinin her

hayalinden, on hayal doğar.
Onlar Ye'cuc nesli gibi, ya yol yoktur derler, yahut da yolun uzak olduğunu söylerler. Evet yol uzaktır

ama bir kere yürümeye
koyulunca son derece coşkunluk ve neşe içinde yolun uzaklığı görünmez olur. Nasıl ki, «Cennet

kötülüklerle çevrelenmiştir,»
buyuruldu. Cennet bahçesi çepeçevre dikenliktir. Ama burnumuza gelen cennet 'kokusu

Muhabbet-linin haberini âşıka ulaştırınca, o
dikenlik pek hoş olur. Cenhennemin çepeçevre dikenliği, hep gül ve reyhan kokar, ama burunlara

ateş kokusu gelir.
O lâtif yol uygunsuz görünür. Eğer bu yolun hoşluğunu tefsir edecek olsam parlak düşmez.
Alaeddinoğlu sordu: «Hoşluk nedir?» Dedim ki: «Şimdi sizin yanınızda bir tanıtma yapacağım.»

«înşallah cennetlik
olurum,» diye bağırdı. Dedim ki: «Benim karşımda inşallah demek yoktur. Çoktan beri bana her şey

malûm olmuştur. Hattâ
malûm olmaktan da ileri giderek, bana hal olmuştur.» Ama yeni çömez ki henüz yola çıkmıştır; o,

sebeplere ve işaretlere
bağlanmıştır; ansızın gamlanır. Hoşa gitmeyen haberler duyarsa gevşer, sonra ansızın ona bir gönül

açıklığı, bir neşe gelir.
Onun getirdiği müjde hoştur. Ona ne desen içi coşar. Bunu o çömez için söylüyorum ki hararetlensin,

çünkü o soğumuştu.
Eğer bu pir onu an-lasaydı bu yalancı şahitliği niçin yapardı? Ben görüyorum ki, onda coşkunluk

yoktur. Ateşi de bana
erişmemiştir. Ola ki, o şeyh, bilgi noksanlığından söylemiş olsun. O sanır ki, çömez bu sözlerle coşar,

hararetlenir. «Olabilir ki, o
bundan ürkecektir,» diyecekler. Hak yolcusu, (M. 36) «Bu imamlar, Kuran'ın zahiri manasını doğru

söylemiyorlar. Çünkü
Kuran'ın zahiri manası da iman nuru ile bilinir, görünebilir. Yoksa neva ve heves ateşi ile değil.

Onlarda iman nuru olsaydı
nasıl olur da binlerce para verir, kadılık ve mansıplar satın alırlardı?» diyebilir.
Adamın biri bir etek altın vererek yılancıdan bir yılan satın alır. Ama öyle zehirsiz yılanlardan değil,

belki zehir saçan
bir dağ yılanı. Kadılıktan ve mansıptan, mevkiden kaçan kimse Allah için kaçar. Başka sebepten

değil, iman nuru dolayısiyle
kaçar. Yılanı anlayan dostu da onu tanır.
Şiir:
Hazret! Kuran'ın gelini, ancak iman ülkesinin savaştan
Korunmuş olduğunu görürse peçesini açar.
Bu nükteyi söyleyen adam, pek ergin bir adam olmalı. Kendinden söylediği o söz, Allah kelâmıdır.

Allah kelâmı da
tam ve kâmil olur. Henüz olgunlaşmamış olan üzümü güneş ile bulut arasında korumak gerektir. Tâ ki,

kavrulmasın, ama
olgunlaşınca ona güneşten hiç bir zarar gelmez. İyice tatlılaşıncaya kadar bağ bekçisi onu kıştan

korur. Ama iyice olgunlaşınca
kar altında bile beslenir. Bu kemal mertebesine eren kimse de Allah nuruna batmış, Hakkın lezzetiyle

mest olmuştur. Ona
kılavuzluk gerekmez. Çünkü sarhoştur; başkalarını nasıl ayıltab'lir? Fakat bu sarhoşluğun ötesinde

bir ayıklık vardır. Nasıl ki
önce de anlatmıştık. Bu ayıklığa erişen kimselerin lütfü kahırdan üstün olur. Ama mest olup da o

ayıklığa eremeyen-lerin lütfü
kahrıyle beraberdir. Fakat onun benliği hep iyilikle dolu olunca bu takdirde lütfü galip olur.
Peygambere, Cebrail ile de vahiy gelirdi, kalp yoluyla da. Velilere ancak bir yoldan gelir. Nasıl ki

Hazreti Peygamber,
bu vahiy sırasında, «Aramıza, ne bir kitap sahibi peygamber, ne de yakın meleklerden biri

sokulabilir,» buyurmuştur.
Ben yolda söz söylemem. O Ermeni diyordu ki: «Ne mutlu o kimseye ki hep seninle beraberdir.» Başka

bir gün de
başka bir kâfir diyordu ki: «Bu senin söylediğin söze göre, bütün bu halk ve bizler hep öküz, eşek gibi

dört ayaklı
hayvanlardan sayılırız.» Allanın Hazreti Ömerin lisaniyle söylediği gibi, denize düşen kimse yüzmek

bilmezse, el ayak
oynatmazsa, aslan bile olsa deniz onun kuvvetini kırar ve öldürür. Deryanın âdeti, dirileri batırmak ve

öldürmektir. Ama
boğulup öldükten sonra da onu üstüne çıkarır ve ona hammallık eder. Şimdi önce onu öldürmesinde

ve sonra da su üstüne
çıkarmasında şu nükteye işaret vardır: Yeryüzünde yürüyen bir ölüyü görmek istiyen varsa, Ebubekr-i

Sıddık'a baksın. Kara
topraktan filizlenmiş, güzel, cana can katan bir su ile beslenmiştir. O deniz, Allanın kullarından bir

kuldur. Eğer bütün bunlar
senin için olağan şeyler değilse, bazıları sence olağan şeylerdendir. Bugün, bu saatte olmasa bile

gelecek bir zamanda
olacaktır. Benim vücudum öyle bir kimyadır ki, bakır üzerine dökmeye hacet yoktur. Bakırın önünde

benimle beraberdir, hep
altın olur. Kimyanın kemali de böyle olmalıdır.
Allahın öyle kulları vardır ki, bir kimsenin iyilik tarafına yöneldiğini görünce onun iyi olacağına

hükmederler. Birinin
sırtında hırka, başında külah görünce de, onun yoldan çıktığına karar verirler. Başka bir (M. 37) zümre

de vardır ki, onlar
Allahm celâl sıfatının nuru ile bakarlar. Bedir çenginden gitmişler, renk ve kokularını kaybetmişlerdir.

O birinin hırkasını
soyarsan, cehenneme yaraşır. Cehennem ondan utanç duymaz. Sonra aba altında gizlenmiş bir adam

vardır ki, abasını
çıkaracak olsan, cennete lâyık bir adam görürsün. Eğer bir kimse mihrapta namaza durmuş, fakat

kafası dünya işleri ile
meşgul ise, meyhanede zina eden adamın yaptığı iş onun işinden farksızdır. Zina edenlere dosdoğru

sopa atarlar. Bunlar
tövbe ederlerse, «Allah onların kötülüklerini iyi amellerle değiştirir.» (Fürkan sûresi, 70) Ama iş böyle

olunca, gıybet eden
kimse riyazatla hafifleşerek havada uçsa bile kurtulamaz. Eğer bir kimsede, hem iyilik libası hem de

manevî olgunluk olursa o
zaman nur üstünde nur olur.
Senin gönlünde kendimi evvelce gördüğüm gibi göremiyorum. Allah

gönlünde bizi şirin göstersin, dua edelim.
Dostlara da tavsiye edelim ki, dua etsinler. Bundan sonra işimiz bu olacaktır. Öğüt vermek mümkün

olmayınca, elimizi duaya
kaldıralım. «Selâm sana, Allahdan senin için mağfiret dileyeceğim,» (Meryem sûresi), buyurulmadı mı?

Hazreti İbrahim'in
babası oğlunu azarladı. «Bana bir daha böyle öğütler vermeye kalkışma. Eğer bu öğüt verme

sevdasından geri durmazsan,
seni taşlattırırım,» dedi.
Ariflerin sözünü söyledim. O derviş der ki: «Biz her vakit ariflere âşığız.» O halde, «Maruf ve maşuk

kimdir?» dedim.
«Bugün maşuk sensin,» dedi. «O halde, maşuk üzerine hüküm erişmez,» dedim. «Sen nasıl

hükmediyorsun?» Cevap verdi:
«Ben hükmü manen falan üzerine verdim, sana değil.» «Öyle ama, bir gün sen demiyor muydun ki,

ben onun üzerinde bir tüy
bile değildim,» dedim. «Evet orası öyledir. Ama bu daima beni sorguya çekiyor,» dedi. Her kim tyizim

dostumuz olduysa,
gerektir ki daha önce yaptığından fazla ibadet etsin. Ama sohbet için söylemiyorum. Sadakanın en

makbulü başkaları
görmeden verilendir. En az sadaka da, başkalarının görebileceği şekilde verilmiş olandır. Çünkü

veren derhal onu kıskanır.
Şeyhin yaptığı iş, sayılmış ceviz gibi hesaplıdır. Elbet-de fayda verir ve şaşmaz. Bazıları da bu işleri

yapar, lar ama bir
faydasını göremezler ve kusuru şeyhe yükletirler. Kendiliklerinden bir iş yaparlar, sanırlar ki

kendilerine havale edilen işi daha
çabuk başarırlar. Halbuki o çabuk başarılacak işi, yüz fersah uzaklaştırmış olurlar. Bir yavaş davranış

ve aldırış etmemek, o
işin başlangıcında gösterilecek bir ihmal, yüz fırsatın elden gitmesine sebep olur. Çocuk, çocukluk

ettiğini bilseydi bunu asla
yapmazdı.
Şiir:
Mademki nefsini bilmekte herkes gafil,
Ne olurdu bilseydim kimlerdir cahil!
Şiir:
Diyelim ki, şüpheden kurtuldun en sonunda,
Taptığın şüphe putu yerinde durmaktadır!
Kendini başkalarından üstün gören, bundan hoşlanan kimse, tıpkı, «Ölen filan kadın, teneşirde

gülüyordu,» diyen
zavallıya benzer. O filan kadının kendisine güldüğüne hükmeder ama bilmez ki orası gülecek yer

değildir. Ben sana «Bir emir
verdim niçin yapmadın?» diye sordum. Bana dedi ki: «Ben mazeretimi söyledim.» Ben o mazereti

kabul etmedim, iki yüzlülük
ettim, îçimden gelen bir ses bana diyordu ki, «Benim söylediğim şeyleri yapmış olsaydın ıstıraptan

kurtulurdun.» Gerçi biz
seni bu âlemde o elemlerden kurtarsaydık hoşuna giderdi. Ama öteki âleme yarın zevk ve neşe ile

gitmene nasıl yardım
edebilirdik? Herkes orada kendi ıstırabı ile kapıda kalır.
(M. 38) Şeyh, vaiz ederken biri diyordu ki: «Bu ne öğütlerdir? Mimberden bir kaç terane söyler, bir kaç

curcuna
çalar, ama kendi nefsine hiç öğüt vermez. Niçin kendi çocuklarına bunu anlatmıyor? Böyle yapsaydı

onlar da böyle olmazlardı.
Hâşâ karısına niçin bir şey söyleyemiyor.» Şeyhlik feragattir. Vaiz da, Hakkın, Hak ehli kişilerin

şefaatine işaret etme li. O
zaman Şeyhin vaızda söylediği sözler, taşa bile tesir eder. Hekime deseler ki: «Şu hastayı tedavi

ediyorsun, ama daha önce
niçin ölen babanı ve oğlunu tedavi etmedin?»
Hazreti Muhammed'e (Allahnın selât ve selâmı üzerine olsun), dediler ki: «Niçin amcan Ebulehebi o

sapkınlık
zindanından aydınlığa çıkaramadın?» Şöyle buyurdular: «Hastalıklar vardır ki tedavisi mümkün

değildir. Hekimin böyle bir
hastayla boşuna uğraşması cehalet olur.» Hastalıklar da vardır ki, derman ve tedavi kabul eder. Onu

ihmal etmek de
merhametsizlik olur.
Çiftçinin biri toprağa birşeyler ekiyordu. Ona,. «Niçin evinin bitişiğindeki yerleri ekmiyorsun?» dediler.

«Orası
çoraktır, ekin ekilmeye lâyık değildir,» dedi. Benim o sözlerimin de hiç bir ziyanı yoktur, belki faydası

vardır. Ama hangi
fayda? Bir âlemde ki,, bir zümre ondan mahrum değildir. Nil nehrinin suyu bir gün Kıptiye kan

görünürse, bundan Nil suyunun
ne suçu var? Davut Peygamberinin tatlı sesi anlamayanın hoşuna

gitmez, ona çirkin gelirse, bundan o sesin değerine bir
eksiklik gelir mi? Şiir:
Güneşin ışığına bir zarar gelir mi hiç!
Göremezse ne çıkar kör Yahudinin gözü?
Eğer bugün benim sözlerim hoşuna gitmiyorsa, bu halden sakın, sözlerime saygı göster ki sen de

saygı göres:n! îman
ve itikattan kendinde bulunduğunu iddia ettiğin şeyleri kuvvetlendirmiş olasın. Kendi görüşüne ve

babalarının görüşüne
tanıklık etmiş olasın. Önce yapmış olduğun hizmetler, göstermiş olduğun saygılar hep körlüktendi.

Başkalarını da yoldan çıka
rıyordun; aksine olarak edepsizlik ediyordun. Beni kötülüyor, düşürüyordun. Bu suretle kendini de

düşürmüş oldun. Çünkü
körlüğüne ve tembelliğine tanıklık etmiş oluyordun ki, düşkünlüğün, alçalmanın netice-.si budur.
Onu niçin bu kadar yükseltiyorlar? Ben şundan korkuyorum ki, bu saatte sen ayrılık eleminden gafil,

şefkat
gölgesinde hoşça uyumaktasın. Öyle bir hareket yapıyorsun ki, şefkat sona ersin. Sonra da bu hali

rüyada görüyorsun, ama
Şeyhi görmüyorsun. Çünkü Şeyhi görmek onun isteği olmadan mümkün değildir; ne rüyada, ne de

uyanıkken onu
göremezsin. Nihayet çürük bir umut kalır sende. Yani bütün umulacak şeylerden uzak kuru bir umut.

Nasıl ki bir adam
Allahnın kendisine bir çocuk vermesini umar, çünkü genç bir erkektir; genç bir kadını vardır. Ama sen

o umudu bu umutla
nasıl karşılaştırabilirsin? Bu ilk zavallının umutsuzluğu, Şeyhin kendisine karşı beslediği şefkatin

arkası kesilmesinden ileri
gelmiştir. Yazıklar olsun o hastaya ki, işi Yâsin'e kalmıştır. Yani •o Şeyhten, ancak kendisiyle nifak

üzere olmasından, ikiyüzlü
konuşmasından, yumuşak ve tatlı sözler söylemesinden zevk duyar; bundan hoşlanır. Halbuki,

korkunun bu noktada olduğunu
bilmez. Ama padişahın hiddet ve şiddetle kendisine sert sözler söylemesinden korkusu yoktur. Eğer

böyle sözler söylerse, o
Padişahlığa yaraşan bir konuşma tarzıdır.
Şiir:
Aslanın dişlerini açık gördüğün zaman
Sakın gülüyor sanma sana, o korkunç aslandır.
(M. 39) Sen şahlardan ancak onların ikramlarını gördüğün zaman kork. Rüyada bir söz konuşuyorum.

:Şeyh, onları
birer birer bana anlatıyor. Yine de Şeyhi gerçeklemiyorlar. Ne sözünde, ne işinde ona inanmak

istemiyorlar. Sebep açıktır,
şefkatin kesilmesidir. Acaba hangi maksatla onu gerçeklemiyorlar? O maksadı bir avcunun içine

koysun, Şeyhten umduğu
şeyi de öteki avcunun içine. Sonra bir kıyaslama yapsın! Hangisi hangisinden daha değerlidir? Şeyhin

zevk dolu bir âlemi
vardır. O daima meşguldür. Müridin son haliyle meşgul olmaz mı? Böyle bir hayat içinde bu

uygunluktan, bu şefkatten daha
fazla ne yapılabilir?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder