2 Haziran 2016 Perşembe

ibtidaname Sultan Veled

3610, Bu yazı, her yalımın üstünde yazılıyordu; buna ihtiyar da şaşti kaldı, genç de,
Fitne çoğaldı, halk, evvelden ondan nefret ederken bu sefer, bu hâle kapıldı -
gitti,
Ateşi kül olunca külünü yele verdiler; ırmağa attılar o külü;
Irmağın üstünde de aynı yazı belirdi; ileri kişiler de bunu görüp apaçık okudu, geri kalanlar da,
Herkes, önceden, düşmanlıkta direnip dururken bu sefer, gönülden onu sevmeye başladı,
Bu, onların en aşağılık gücüdür; uçsuz - bucaksız denizin bir katresi gibi hani,
Sana bunun yüzbinlercesini, hattâ daha da fazlasını gösterirler de «Ol derse
oluverir» sırrını belirtirler,

LXXX
Her peygamber, her eren, bütün mucize ve kerâmetere gücü yetmekle beraber bir mucizeyi, bir kerameti izhâr
eder; her çağa göre gereken şeyi belirtir, Biri, Ay'ı ikiye böler, biri ölüyü diriltir; böylece sonsuzdur bu, Netekim
doktor, her hastaya, hastalığına gereken başka bir ilâç verir; bu, doktorun ancak o kadar bilgisi olduğunu
göstermez; fakat o zaman, o ilâç gerektir, Bunun benzerleri, çoktu, Esenlik onlara, peygamberler ve
erenler, Hakk'ın mazharlarıdır, âletlerdir, âletin yaptığı şey, gerçekte, onu kullanan sanatkârın yaptığı şeydir,
Netekim kalem, yazanın elinde, dilediğini yazamaz; dilediğini yazmak, yazanın elindedir, Şu hâlde değil mi ki,
mucizeleri kerametleri, onlardan yüce Allah göstermekte, nasıl denebilir ki Hakk'ın bâzısına gücü yeter, bâzısına
yetmez? Bu düşünce, gerçekte küfürdür,

Bir iki keramet gösterir ama her erenin, bütün kerametleri göstermeye gücü yeter,
Birisi, halkın içinden geçenleri söyler; öbürü, her canın, aydınlığından, makamından bahseder,
Bir tanesi, imâna ışık vermiştir, öbürü sevgiliyi anlatmıştır,
 3620, Biri, sözüyle herkese sarhoşluk salmıştır; öbürü herkesi susturmuş, gönül alçaklığına ulaştırmıştır
Biri havaya ayak basmıştır; öbürü suya resim çizmiş, yazı yazmıştır,
Biri taştan kaynak akıtmıştır; öbürü ateşi güllük - gülüstanlık etmiştir,
Halka pek azını göstermişlerdir ama herbirinde bu çeşit binlerce keramet var,
Musa gibi ,Meryem oğlu îsâ gibi tâ Adem'e dek seçilmiş peygamberlerin,
Herbiri, bir başka çeşit mucize göstermiştir; herbiri Allah'ya bir yol belirtmiştir,
Biri soluğuyla ölüyü diriltmiştir: öbürü sopayı kızgın bir ejderhâ yapmıştır,
Birine ateş, terü taze güllük olmuştur; öbürü Dolun - Ay'ı ikiye bölmüştür,
Birisine karşı dağ, deve doğurmuştur da bir zaman, inkâr edenlerin yanında kalmıştır,
Birisine yeryüzünden su coşmuştur; birisine karşı dağla çöl deniz olup coşmuş - köpürmüştür,
 3630, Birisine katı taş, mum gibi yumuşamıştır; birisine binlerce baht, tahta dönmüştür,
Birinden, bu mucizelerin hepsi meydana gelmedi ama herbirinin de, hepsine gücü yeterdi,
Hünerli, usta bir ressam, ağaca konmuş bir kuş resmi yapsa,
Bu resimden başkasını yapamaz denmez ki; o, herşeyin resmini yapabilir,
Yahut bir terzi, bir kaftan dikse, bundan başka birşey bilmez denemez ki,
Yahut da bir bilgin, bilgisiyle, Allah çekinmesiyle bir soru sorana fetva verse,
O, ancak o meseleyi bilir, bundan başka bir fetva veremez denir mi hiç?
Hekimin biri bir ilâç verse, hastanın hıltları onunla arınsa,
Hiçbir kimse, bilgisi bu kadardır, o ilâçtan başka bir ilâçtan haberi yoktur diyemez,
Bir su, bağlarda - bahçelerde, bostanlarda, güllük - gülüstanlık yerlerde yüz
çeşit iş görür,
 3640, Kimi o suyla değirmen döner, kimi o suyla bağlardaki ağaçlar meyvayla dolar,
Bir yere aktı mı, oraya lâyık olan, gereken işi görür; orda bitecek şeyi bitirir,
Buna sayısız - hatsiz örnekler vardır; sen şu sayıdan geç de işe bak,
Güç - kuvvet, bedenlerden değildir, Hak'tandır: çünkü anlam Hak'tır, geri kalanıysa addan ibaret,
Peygamberler de âletlerdir; işi görense Hak'tır; onlan hepsinin de irâdesi, ihtiyarı yoktur;
 dilediğini yapansa Hak'tır,
Su oluktan aksa bile suyun aslı, bil ki oluktan gelmemekte,
Lülelerden, oluklardan aksa da suyun aslı, denizdir; su denizden gelmededir,
Beden de oluğa benzer; Allah gücü sudur; sebebi yaradana bak; sebeplerden geç.
Erenler de Allah mazharlarıdır, ama Hak değillerdir; Hak halka onlarla ders verir,
Yaprak, yaş dal, yele mazhardır ama hiç kimse, yel ağaçtan esiyor diyemez,
 3650, Yel yuvarlağı gözlerden uzaktır; onun aslı da ağaçtan uzaktır, parça - buçuğu da,
Ama yel esti mi, kendisine hâl gelen, cezbelenen sûfî gibi o da yele araç olur da sallanmaya başlar,
Herkes de ağacın başında, yelin tesirini görür; ama gene de herkes bilir ki yel, ağaçtan meydana gelmemiştir,
Yalnız terü taze dal titremeseydi hiç kimsenin gözü de yeli göremezdi,
Yüzünü yukarıya, aşağıya, her yana, her yöne çevirsen de,
Nerden kendi yüzünü apaçık görecek, nerden güzelliğinin belirtisini seyredeceksin?
Meğer ki eline bir ayna geçe de o aynada yüzünü göresin,
Bunun gibi yelin yüzü de dağdan, ovadan görünmez; ancak daldan, ekinden görünür,
Yel geldi mi, dallar yapraklar oynamaya başlar; ama yel esmedi mi, hepsi de cansızdır,
Yelin aynası, terü taze daldır; ama ağaçtaki dal,
 3660, Allah'nın gücü - kuvveti, mucizeleri de Allah'dan belirir; Allah'mn olduğu yerde acizlik mi olur?
Şu hâlde mucizelerin hepsi de bir zâttan meydana gelmekte; sen zâtı gör de sıfatları bırak,
Benim şu sözlerimi anladıysan artık sen de diyebilirsin ki,
Her peygamber, o mucizelerin birkaçım gösterdi ama hepsini gösterebilirdi,
Herbiri, ne kadar mucize gösterdiyse ancak o kadar gösterebilirdi denemez;
herbiri, gösterdiği mucizenin yüzbinlerce çeşidini gösterebilirdi,
Ama ümmet için bir mucize izhâr etti; ümmetler de her peygamberden bir tad aldı,
Her peygamber, ümmetinin hâline uygun olan nimetlerinden bağışlarda bulundu,
Erenleri de hep böyle bil; onların da hepsi, Allah'dan söyler79
Hepsi de kendi varlığından geçmiş, Allah varlığına bürünmüştür: katreleri, sedefte inci olmuştur,
Hepsinde de keramet, o bağış vardır; hepsi de o bigilere, o irşada sahiptir,
 3670, Addan geç de hepsini bir bil; çünkü gerçekte, hepsi de Allah'yla var olmuştur,
Sözleri, kendilerinden değildir, Allah'dandır; hepsi de iyiden - kötüden kurtulmuştur,
Şu kötüyle iyi, birbirine zıttır; gönül ehli, zıtlara mı bakar?
Orda zıdda da yer yok, eşe - benzere de; gönül, korkunun da ötesinde, ümidin de,
Orda sayıdan dışarı birlik var; o konağa zıtlar yol bulamaz,
Onların işleri de tümden Hak'tandır, sözleri de; soluktan soluğa onlara Allah ders verir,
Onlardan başkaları, bilgiden söz ederler, akıllıca sözlere girişirler ama kendilerinden,
 kendiliklerinden söz söylerler,
Bilgi, canlarına akar - durur ama ondan bir paylan yoktur onların,
Hepsinde de o bilgi eğretidir; akar sudaki çer - çöp gibi hani,
Sonunda bilgiler asla gider; arı - duru da gitti mi, ancak tortu kalır; onlar da tortulaşır - giderler,
 3680, Şimdicek sen, bilgi kesilmediysen nerden iç âlemin bilgilerini anlayacaksın?
Yönsüzlük yönüne yönelmediysen, cansız varlık gibi habersiz bir hâlde kaldın- gitti,
O âlem senden gizliyse, bilgin, bu cihâna aittir ancak,
Kulağının da dünyâya aittir, aklın - fikrin de; âhiret sırrından haberin bile yoktur,
O faydalar bedenedir, cana değil; o bilgi de ancak şu bedenlere ait bilgidir,

LXXXI
Balçıktan yapılmış bedenin hekimleri olduğu gibi canla gönlün de hekimleri vardır ki onlar, peygamberlerdir, erenlerdir,
Hekimler, şunu ye, onu yeme de beden hasta düşmesin, güçlensin derler; peygamberlerle erenler de bunu yap, şunu
yapma da can, arı - duru bir hâle gelsin, gelişsin derler; bu yüzdendir ki, esenlik ona, Mustafâ, «ilim ikidir : Bedenler ilmi,
dinler ilmi» buyurur,

Halka iki şeyde fayda vardır; bedenle can, o iki nimetle gelişir,
Bunların biri, bedenler bilgisidir; öbürü, dinler bilgisi; iki bilgiye de ilham eden Hak'tır,
Din bilgisi, canlara şifadır; tıp bilgisi, bedenlere ilâç,
Allah erenleri, sevgililerdir; onlar, dîni, îmânı düzene sokmaya çalışırlar,
Onların bilgisi canla gönüle ilâçtır; tıp bilgisiyse bedenlere ilâç,
 3690, Her hastalığın başka bir ilâcı vardır; her bedenin ayrı bir mizacı yok mu?
Hastalıklara çeşit - çeşit ilâçlar var; Eflâtun, bunları kitaplarda anlatmıştır,
Her mizaca göre bir ilâç tertip etmiştir; çünkü hastalıkların sebeplerini tanımış, bilmiştir,
Bu hekimler, sudan - topraktan meydana gelmiş bedenin hekimleridir; o sevgililer de canla gönül hekimleridir,
Şu hekim sana, yoğurt yeme de balgam çoğalmasın der,
Öbürü de, gel der, yalan söyleme; kanâat sahibi olmaya bak, haram peşinde koşma,
Böylece de suçlara bulaşmaktan arın da melekler gibi göğe ağ,
Bu arı - duru şarabı iç de, ihtiyarlıkta güzelleş, gençleş,
Öbürü de yemeyi - içmeyi azalt da der, beden arıklaşsın, can güçlensin,
Bu, şu hastalığa yarayacak ilâcı ye de der, mizâcındaki tikene dönen hılt geçsin - gitsin,
 3700, Öbürü de, öfkeden, kinden vazgeç de der, dm fidanlığından meyvalar bitsin,
Bu, güzel gıdaları ye, yoğun yemeklerden sakın der;
Böyle hareket et de yüzün gül gibi olsun, gülsün - açılsın; Ayın ondördü gibi parlak bir hâle gel,
Öbürü de, namazı çoğalt da der, ululanmayı azalt, niyaz etmeyi ziyâdeleştir;
Böylece de şu zindana benzeyen dünyâdan kurtul, melek gibi illiyyîn'e yücel,
Bu, yumuşak, ince elbise giy; yağlı - ballı şeyler hoştur, onları ye, iç der;
Böyle - böyle semirir, zayıflıktan kurtulursun; ne diye bedenine zahmet veriyorsun?
Öbürüyse, gece - gündüz der, mücâhedede bulun da ondan sonra Allah tecellîsine er,
O, bugün, fırsat elindeyken yaşamaya bak, murad al, sabır ateşiyle kendini yakma der,
Öbürü, o zahmeti çek de der, defineyi elde et; başını feda et ki baş olmak,
baştan geçmekle elde edilir,
 3710, Bununla onun arasında hayli fark var; bunu bil, tanı, Canı olan, bedenini beslemez,
 geliştirmez,
Peygamber'in sözünden, «Ölümden önce ölüm» remzini duy; ölmedikçe nerden makbul olacaksın?
O, sözle elde edilmez; o durağı, açlıkla, malı - mülkü bırakmakla ara,
Sûfî ona derler ki sıkıntı çağında bile içinden zevk fışkırır, feraha ulaşır,

LXXXII
Yüce Allah, ölüm olan dünyâyı halka yaşayış,
yaşayıştan ibaret olan âhireti de ölüm gösterdi;
«Açlık, Allah'ın ihsan ettiği yemektir;
gerçeklerin bedenlerim, onunla diriltir,» Bunları anlatış,

Arayan kişi, genişliği darlıkta, sıkıntıda ara; diriliği yanıp erimekte, ölüp yok olmakta,
Asıl ölüm, sana yaşamak görünüyor da soluktan soluğa ona rağbetin artıyor,
Ebedî yaşayışa gelince: Nefsin bundan nefret etmekte, ümitsiz bir hâle gelmekte,
Oysa bu dünyânın sonu yokluktur, hiç olup gitmektir; o dünyâdır yaşayışın temeli, ebedîliğin aslı,
Bilgisizlikten onu bırakıyorsun; cansızlık yüzünden burda kalakalıyorsun,
Tersine çakılmış nalı gör de attan düşme; kazancı bırak da aksini seç, ona yapış,
 3720, Defineyi, hazîneyi meşakkatta ara, rahatta değil; genişliği gönülde ara, alanda değil,
Yemeyi - içmeyi de açlıkta ara; şarabı, mezeyi, kadehi açlıktan iste,
Kebapla değil, açlıkla doy; çalış - çabala da gamdan kurtul, sevince ulaş,
Varlığı yoklukta ara; sarhoşluğu da şarapsız elde etmeye çalış,
Din düşmanını «La» kılıcıyla kes de perdesiz olarak «îllâ» ya kavuş,
Onun yolunda yok ol da varlığa eriş; bildiğini unut da bilgi sahibi ol,
Senin varlığın, benliğin, çok şeyin pek azıdır ancak; ama varlıktan, benlikten
geçtin mi, kıyın nerde, ocağın - bucağın nerde?
Varlığın tikendir sevgiliyse gül; varlığın parça - buçuktur, sevgiliyse tüm,
Varlığın, o denizin üstündeki köpüktür; yok ol da gene o denize karış,
Kur'ân'dan «Gene ona dönenleriz» âyetini duy a dostum; köpükceğizden geç de denize yüz tut,
 3730, Denizin köpüğü şüphesiz denizdendir; yer - yurt görünüşü de, şüphe yok ki yersizlikten -
 yurtsuzluktan meydana gelmiştir,
Ne mutlu anlam olan surete; evvelce neyse, gene o hâle dönmüştür o,
Parça - buçuktu o, aslına kavuştu; padişah oldu, kulluktan kurtuldu,
Ayrılık âleminde şaşıydı; derken gene evvelce olduğu gibi kendisini gördü; iki, görmekten halâs oldu,
Arazken aşk cevheri kesildi; garez gözünü kör etmişti; gözleri açıldı,
Oysa hüneri, garez yüzünden gizlenmişti; hani Yûsuf da kardeşlerinin gözlerinden gizlenmemiş
 miydi?
Güzelliği garez yüzünden örtülmüştü; oysa güzellikle de âleme ün salmıştı,
Kardeşlerinin herbiri, garezlerle dopdoluydu; bu yüzden güzelliği onlarca kurta dönmüştü,
Kadı, rüşvet yemeye alıştı mı, her yüce kişi, onun katında hor - hakıyr olur,
Zulmedenin sözü, ona şeker gibi gelir; mazlum, ne söylerse söylesin, sözü, hoş görünmez ona,
 3740, Ama kadı, adalet sahibi olursa Hak, onunladır; o çeşit kadının yüceliği hiç eksilmez,
 arttıkça artar,
Mustafa, «Bir an adalette bulunmak, altmış yıl ibâdetten yeğdir» dedi,
Bugün dünyâya adaleti yay da yarın, parıl - parıl parlayan, her yanı ısıtan bir padişah ol,
Bu dünyâ, adaletle onarılır; öbür dünyâda da can, bu yüzden sevince erer,
Adalet, seçilmiş bir tohumdur; onu ek de sonunda meyvasmı devşir,
Ne mutlu o cana ki adalet tohumunu eker; karşılığında da cennetlerde yüz misli fazlasını devşirir,
Cennetin baş köşesi yurdu olur; o aman yurdunda cehennem korkusu da yoktur,
Ömrü, cennetlerde sonsuzdur; öylesi ömrün ne sayısı vardır, ne hesabı,
Yolda çeşitli kulluklar vardır; her birinin karşılığı da Allah'dan gelir,
Adaletin değeri fazla olduğundan ecri de arttıkça artar,
 3750, Adalet sahiplerinin mertebesi pek yücedir; şu halde yürü, dünyâda adaleti çoğaltdıkça
 çoğalt,
Adalet, insanda Allah sıfatıdır; zulümse Şeytan huylarmdandır,
Dostum, Allah sıfatlarıyla uçmaya başladın mı, artık yabancılardan sayma kendini,
Onun dostu sensin; ne diye ağlayıp inlersin? Onun definesini boyuna taşıyansın sen,
Onun canısın; bedenden geç, Sen can altınının potasısın, mâdenisin,
Kaynağı su bil, ona toprak deme; topraktan fışkırır ama tertemiz sudur,
Yürü, tortuyu bırak, arı - duruyu elde et; sana yeteri bulduktan sonra eksilip gideni bırak artık,
İnci, ansızın pisliğe düşse bile değerini bilen, onu o pislikte bırakıp gider mi hiç?
Elini pisliğe daldırır da onu, her yanda araştırır,
İnsan oğlu da pislikten aşağı mıdır? İnci, Allah sıfatından yeğ midir?
 3760, Onun gönlüne gir, orda yerleş; suretinden kaçınma, anlama gel,

LXXXIII
Kimde, meleklerdeki nur varsa, âdemin toprağı, onu attan düşürmez; Allah nurunu âdemde görür; hattâ daha
da olgun bir hâle ulaşır da, taşta, tahtada, herşeyde, zerrelerde bile yüce Allah'nın tecellisini görüp seyreder,
Netekim, Allah rahmet etsin, Ebû-Yezîd-i Bıstâmî, «Hiçbir şeyi görmedim ki onda Allah'yı da görmeyeyim» dedi,
Yüce Allah, erenlere öyle sırlar bildirmiştir ki onları birazcığını açıklasalar, ne gök kalır, ne yeryüzü, Ama onların da
bunu bildirmelerine imkan yoktur,; çünkü ulu Allah, onları emin görmeseydi su hazînelerini onlara ısmarlamazdı;
netekim, Allah azîm sırrıyla bizi kutlasın, Mevlânâ, Onun güzelliğinden bir belirti gösterirdim ama iki âlem de birbirine
girer; bense böyle kötü iş işlemem buyurur,

Kim din yolunda olgunsa balçığı görüp de yanılmaz,
Ona, âdemin nuru parlar; ondan hiçbir sır gizli kalmaz,
Hattâ o gerçeği bilen kişi, taşta, tahtada, dağda, saman çöpünde bile Allah kudretinden başka birşey görmez,
Padişah Bâyezid herşeyde Allah'yı görmedi mi? Çünkü onda o anlayış vardı,
O anlayışlı er, en aşağılık çöpe bile baksa iyiden iyiye Allah'yı gördü,
Dünyâ, onun kudretinden boş degül ki;hiç değil kokusunun,gül bahçesinden ayrıldığını gördün mü?
Ama bumu koku duymayan kişiye, ister sidik olsun, ister hâlis anber,
Onun iki kokudan da haberi yoktur; suyu olduğu hâlde sudan haberi olmayan ark gibi hani,
Arkta su vardır, onunsa sudan haberi bile yok: bunu anlatsam ödün kopar,
 3770, Bu hükümde neler var, söylesem ben de yok olur - giderim, iki âlem de,
Bu söyleyişte ona düşman kesilirim de canıma da ateş salar, bedenime de,
Bunu bilen, nerden söyleyecek? O, boyuna canla - gönülle Allah râzılığım arar - durur,
Erenler, Allah sırrını gizlerler; yabancılara karşı bu sırrı dile getirmezler,
Çünkü onların hepsi de sırlara emindir; sınıkları onaran Allah'nın haznedarıdır onlar,
Sırrı halka açsalar dünyâ, o anda yıkılır - gider,
Bütün varlık, yokluğa yüz tutar; hilâfsız ne bir fazlalık kalır, ne eksiklik, Allah ışığıdır onlar, bedene bakma; anlama
yüz çevir, addan vazgeç, Allah bana dedi ki: Seni dinlemeyen kişi, iki alemde de hâindir,
 3780, Biz biriz, ikilik sığmaz, buraya; canın, boyuna bizim yüzümüzden oynar, Ortada sen yoksun, hep biziz; her
solukta senden yüz göstermedeyiz, Kim seninle savaşırsa bil ki bizimle savaşır; sen kimi sürer kovarsan, bizce de
sürülmüş, kovulmuştur o,
Sence kabule geçen, bizce de, gerçekten makbuldür, Sen, bizim denizimizin kıyışısın; kıyı, hiçbir zaman denizden
ayrılmaz, Kıyıda, canla - gönülle denize dalmayı isteyen kişi döner dolaşır, İyi bir gemi arar ki ona binsin de o denizde
tehlikesizce yürüyüp gitsin,

LXXXIV
Erenlerle düşüp kalkmak, Allah'yla bile olmaktır; çünkü Allah ereni, kendi varlığından ölmüştür; yüce Allah'nın kudret
elinde bir araç gibidir; yazan kişinin elindeki kalem gibi, Kalemin yazdığını, kalemden değil, kâtipten bilirler,
Netekim, esenlik ona, Mustafâ, «Kim Allah'la oturup kalkmak dilerse, tasavvuf ehlile oturup kalksın» buyurur, Allah
sırrını kutlasın, Bâyezîd, mestlik hâlinde, «Tenzîh ederim kendimi noksan sıfatlardan, zuhurum ne de uludur» ve
«Cübbemin içinde Allah'tan başkası yok» derdi, Kendine gelince, mürîdleri, şeriatta küfür olan bir sözü ne diye
söylüyorsun deyip kınadılar onu, O da, Allah için olsun dedi, Allah için, bir daha böyle bir söz söylersem
hepiniz de bıçaklarını çekin, beni delik - deşik edin dedi,

Kim Allah ereniyle diz - dizeyse o, Allah'yla oturup kalkmaktadır,
Âşıkın bedeni, cübbeye benzer; cübbeden baş gösteren, Allah'dır,
Ulaşmaktan görmekten uzak birşeydir bu ama Bâyezîd'in hikâyesini işitmedin mi?
 3790, O, aşkı coşunca, hayranlığı son dereceye gelince, cübbemde dedi, Allah'tan başka kimse yok,
Sarhoşluktan bir soluk ayılıp uykudan uyanan birisi gibi kendine gelince,
Dost da, yabancı da ona yüz tuttu; çünkü herkesin, onun yüzünden bir derdi vardı,
Hepsine de, şu sözü söyledin: inci yerine boncuğu deldin;
Yaratılmış, yaratanlık dâvasına girişebilir mi; bir sinek, nasıl göğün yücesine uçar?
Canla diri olan bir kul, nasıl olur da kendini Allah tanır?
Güneşten ümîdi olan zerre, ne yüzden, nasıl ben güneşim der dedi,
O, bundan haberim bile yok; benim bedenim büyük bir otağa benzer,
Otağ, ona gelip konan iyiyi - kötüyü ne bilir; oraya konan, oradan ne ister, ne haberi vardır bundan?
İçindeki kul mudur, padişah mı: o otağın ne haberi vardır bundan?
 3800, Ben, ne yüzden böyle bir söz söyliyeyim? Ben o savlicanm önünde bir topum ancak,
Nereye yuvarlarlarsa oraya yuvarlanır - giderim; bu meydan da kendiliğinden koşup yuvarlanmam ki,
Allah, Mustafa'ya, ey seçilmişimiz bizim buyurdu; «Attığın zaman, sen atmadın,»
Senin oka benzeyen sözün, benim yayımdan fırlamakta; senin neyin varsa, benim dünyâmdandır,
Varlığın, elimdeki bir bıçkı gibidir: sanat bıçkıdan değil, sanatkârın sanatından meydana gelir,
Seni görürülerse, senden zuhur edeni anlarlarsa onları da yüzlerce canla - gönülle seçer gizlerim,
Seçmediğim varsa bil ki o, kördür, birşey görmemiştir; Süleyman bile olsa karıncadan değersizdir,
Ruh, seher yeli gibi eser; beden gülleri, o yelle tâzeleşir,
Hâsılı benim bu sözden hiç mi, hiç haberim yok; ben de sizin gibi bir insanım;
eşek değilim ya,
Bir daha bu sözü söylersem herbiriniz çekin birer bıçak;
 3810, Beni o halde paramparça edin; ne aman verin bana, ne de ihmâl edin bunu,
Bir başka gün, gene o şarapla sarhoş olunca o sözün elini tuttu,
Mürîdler coştular, bir gürültüdür, koptu; herbiri ona kılıç üşürmeye başladı,
Ama o kılıçlar Şeyh'e tesîr etmedi; ne yandan vurdularsa, ona hiçbir tesiri olmadı,
Ona değil, kendilerine vurdular; hepsinin de damarları, ilikleri kesildi,
Kanları ırmak gibi akmaya başladı; herbiri bir yana düştü - yıkıldı,
Genç - ihtiyar, kendi bedenini yaraladı; halk da bunlann işlerine şaştı - kaldı,
Şeyh, kendine gelince bunu gördü; hepsinin ahım, feryadını duydu,
Ne oldu dedi, bu feryad ne; Herbiri neden ağlayıp inliyor?
Onlar, bizim kınamamızı duydun da bize, ne yapmamız gerek, buyurdundu ya, onu yaptık dediler;
 3820, Neliksiz - niteliksiz Allah sırrını söylersem, bir kanlıyı öldürür gibi bana kılıç üşürün demiştin;
Kılıç, senin bedenine kâr etmedi; savaş çağında kendimizi yaraladık,
İş tersine döndü, biz helak olduk; iyice anlaşıldı ki suçlu bizmişiz,
Yaradan maksat, inkâr kılıcının açtığı yaradır; bu, boyuna yabancıların silâhıdır,
Çünkü dille kınayış, kılıca benzer; dil yarası, kılıç yarasından daha tesirlidir,
Kılıç bedeni yaralar, buysa canı; bu derde karşı o, adetâ derman sayılır,
Onların kınayışları, ona tesîr etmedi; kendi gönüllerine, kendi canlarına kıvılcımlar saçtılar,
O inkâr yüzünden kendi kanlarını döktüler: o inkâr yüzünden ikrarlarından döndüler,
Hepsinin de îman nuru gitti; canlarından karanlık bir dumandır, tüttü, her yanlarını kapladı,
O inkâr, böyleydi işte, hattâ daha da beterdi bundan; hiç kimse güneş kaynağını balçıkla
 örtemez,
 3830, Şeyh, onlara dedi ki: îman inciniz varsa, gözlerinizde o nur mevcutsa, Bu aşk sırrını anlayın; akıldan,
vehimden üstün bir yolda yol alın, Bundan sonra o inkâr hepsinden de gitti: hepsi de riyasız ikrar ettiler, Onun
padişahlığını anlayıp yeniden kul oldular; hepsi de candan itaat etti, ona ram oldu,
Hepsi iyiden iyiye anladı ki o padişah, Allah sırrıdır; her gönülün, her canın nurudur,
Çağında ona benzer yoktur; aydınlanmış gönüllerde o, güneş gibidir, Onun küfrü, îmânın canına candır; onun derdi,
dermanın da aslıdır,

LXXXV
Mürîdlerin, o halden pişman olmaları; o bizden daha olgun,
daha bilgili, daha görgülü iken neden o Şeyh'in
sözünü hak bilmedik diye kendilerini kınamaları,

Hepsi de ey seçilmiş padişah dedi; bizim can gözümüz açık değildi;
Görmeye gücümüz yetmiyordu; aklımızla bu kadarını bilemiyorduk,
Sense, bilgide, çekinmede bizim yüz mislimizsin; canımız, ölümsüzlük tadını senden aldı,
 3840, Bizim zâhitliğimiz de senin bağışın, çekinmemiz de; hâsılı neyimiz varsa senin irşadınla elde edilmiş,
Çocuk, ihtiyarın bilgisine nerden erişecek? Denize karşı havuz, yalak, ne yapabilir ki?
Nasıl oldu da o, ne derse, Hakk'ın ilhâmiyle der, onun emriyle söyler demedik?
Her leş, tuzlaya düştü mü, çaresiz tuz olmaz mı?
Bu, böyleyken kul, Allah lûtfuyla ebedî nur olur, ölümsüz can kesilirse şaşılır mı?
Katre, tekrar denize gitti mi, bilen kişi, ona deniz der,
İksîr, bakıra ulaştı mı, onu hâlis altın yapmaz mı?
Yemek, ekmek, mideye gidince, sindikten sonra cana kuvvet olmuyor mu?
Birisinin erlik suyu, rahme akınca güzel, düzgün bir insan olmaz mı?
Tohumu toprağa ektiler mi, topraktan baş çıkarıp göklere yücelmez mi?
 3850, Her solukta yücelere doğru boy atar; her solukta başsız - ayaksız yücelir de yücelir,
Çünkü onun varlığı, hem yerdendir, hem gökten: yarısı aşağılardandır, yarısı
yücelerden,
Baban göktür, anan yer; her ikisinin soyundan dal - budak ve meyva doğar ,
Yerden ve gökten doğan herşeyde yücelik de var, aşağılık da,
Yücelerden oluşan yarısı yücelere ağdırır onu; aşağlık âlemden yarısı, aşağılıkta kalır,
Kökü toprağa bağlıdır; başıysa göklere yüz tutar,
Gökten yere, bitteviye Güneş'in, Ay'ın, Ülker'in ışıkları erer durur,
Denize, karaya, çer - çöpe, mâdene, onları geliştirecek şeyler, gizli armağanlar,
Yağmurla, karaya meyvalar, denize inciler gelir,
Güneş taşı la' l yapar; Zühre mâdene gümüş, altın verir,
 3860, Yeryüzü gökten, soluktan soluğa yüzbinlerce bağışlar, ihsanlar elde eder,
Karaya, denize, dala - yaprağa, çayıra - çimene gökten bağışlar gelir ya;
Ona da Allah tapısından bağışlar gelir; yoksa Allah vermeseydi, o, nerden bağışta bulunabilirdi?
Bu sebeple insanın canı da Allah'ya meyleder; çünkü ondandır, oradandır,
Bedeni dünyâdan var olmuştur ama canı, boyuna dünyâdan kaçar,
Varlığı nurla ateşten olduğundandır ki nur, ateşe benzeyen bedene, beden bineğine binmiştir,
Nur, nura meyleder; ateşin meyli de ateşedir elbet,
Sonunda her cins, kendi cinsine gider; parça - buçuk varır, tümüne ulaşır,
Ateşten olanlar, ateşin, içine atılırlar; nurdan olanlar da sevgilinin kucağına can atarlar,
Şarapla dolu olan küpe iyice bak da gör, saflık etme,
 3870, Bak da seyret, tortusu nasıl aşağıya çöker; arı - duru olanı da nasıl yukarda kalır,
sarhoşa gıda olur,
Gök, yerle karılmış, karışmıştır ama her biri de sonunda kendi aslına gider,
Bu arada bir sır var ki gizlidir o; düşüncenin de ötesindedir, zarının da,
O sırrı söylesem ne dünyâ kalır, ne erkek, ne kadın,
Allah iki dudağımı da yumdurmuştur: beni anlatma, açıklama, gösterme demektedir adetâ,
Bildiğim sırrı söylesem, muhakkak bedenim de yok olur - gider, canım da,
Yeryüzü de zerre - zerre olur, gökyüzü de; hattâ melek bile heybete düşer de
başı döner, şaşırır - kalır,

LXXXVI
Anlam âlemi suya benzer, sûretlerse anlam denizinin ayrıhğıyla donmuş köpük ve buz gibidir; bu, yüzden bu
âlemin kapısına, dıvarına cansız derler; çünkü buz tutmuştur; onda bir yumuşaklık, bir akıcılık yoktur, Ama aklı
olan, buzu su görür; çünkü buz, gene su olmak için güneşin bakışını beklemektedir, Alem ve suretler, önce anlamdı;
neliksiz - niteliksiz salt bilgiydi; gene de kıyamet güneşi doğup parlayınca anlam olurlar, «Herşey aslına döner,
"Herşey helak olucudur, ancak Onun hakıykati kalır,"

Bu dünyânın varlığı kara benzer; bu gizliliğin açığa çıkmasıysa kızgın güneş gibidir,
Buz, kar, dağlar gibi yığın - yığın yığılsa, gene de güneşin harâretiyle su olur,
Dünyâ bu yana gelince dondu - buz kesti; şekle, surete büründü yöne - yana bağlandı,
 3880, Oysa varlık âlemi, bilgiydi; orda ne yücelik vardı, ne aşağılık,
O bilgiden gökle yer meydana geldi; Kürsî, Levh, güzelim Arş suretleri var oldu,
Tortu gibi köpük de tertemiz, arı - duru denizden doğdu; köpücükte kalan kişi, sonunda öldü - gitti,
Köpük, denizin üstünde bir perdedir, perdeyse halkı cehenneme sürükler,
Köpük, deniz yüzünden ıslak görünür; bu ıslaklığı da susuzu başından eder,
Susuz, ona hayran olur da beden köpüğünü canla - gönülle seçer, ona aldanır,
Anlam suya benzer, şekilse köpüğe; elde bulunan köpüğü avucuna almaya, onasarılmaya bakma,
A canım, efendim, köpük şeklini bırak da gene yürüye - koşa denize var,
Akıl kulağıyla, «Geriye dön» buyruğunu da o ses, seni asla götürsün,
Deniz suyunun coşup köpürmesini, köpüğü meydana çıkarmıştır ama su köpükle nasıl
 bağdaşabilir?
 3890, Köpük, denizin ayrılığına düşünce deniz, gene onu yanına çağırır,
Sen arı - durusun da, ben de arı - duruyum; bana gel; an - duru olanın tortulanması lâyık değil,
Duru su, denizden ayrılsa bile erenler gibi gene Allah'ya kavuşmuştur,
Köpüğün güzelliği, dunıluğu, denizdendir; onun denizden nasibi, ıslaklıktır,
Denizin verdiği ıslaklık yüzünden aranır, istenir o; sevilen, istenen altın gibi o da altına dönmüştür, altın yaldızıyla
yaldızlanmıştır,
Halkın bilgisizleri, gümüşü bakırdan ayırd edemezler; bu yüzden ona rağbet ederler; ama bilenleri değil,
Bilgisiz kişi, kalp altını da altın sanır da alır; altın rengini görür de aldanır,
Tad - tuz, altına benzer şekilse bakıra; tat - tuz, bedene de eğretidir, duyguya da,
Aklı başında olan, iyi bir bilgiye sahip bulunan, eğreti elbiseyi giymez,
Çünkü ona mal olmayacağını bilir; onu canla - gönülle bırakır gider,
 3900, Halkın sureti, şekli, eğreti tad - tuzdur; o, köpücük gibi akarsuda görünür,
Su, köpüre - köpüre akar ama köpük, bil ki eğretidir,
Su, bir soluk olsun coşmazsa, bil ki köpük de kalmaz, görünmez olur,
Öyle bir kaynak ara ki su, o kaynaktan coşsun; can çayırlığı o kaymaktan su içsin,
Sen de boyuna ondan su alasın; ebedî olarak aşk cennetinde zevka dalaşın,
Anlamı, şekilsiz - sûretsiz anlamı ara; tez elden lafi bırak, dâvadan geç,
Altın suyuna batmış olandan o reng geçer - gider; ama altından altınlık hiç mi, hiç ayrılmaz,
Tad-tuz, zevk-safa altındır sanki, dünyâsa bakır; hîlesız-afsız zevk-safâ, duygunun ötesindedir,

LXXXVII
Dünyânın tadı - tuzu eğretidir; gerçekte kendiliğinden bir tadı - tuzu yoktur; hoş değildir, çirkindir, ama o tad - tuz
yüzünden hoş görünür; hani kendini allıkla, pudrayla güzelleştiren kocakarı gibi, O da bu yüzden güzel görünür;
ama bu güzellik ancak allıktandır,

Çocukluk çağında tad - tuz, zevk - safa, sütten gelirdi sana;
ondan sonra yemekten zevk almaya, tad duymaya başladın,
Sonra oyuna daldın, oyun oyaladı seni; derken gümüş bedenli güzellerden zevk duydun,
 3910, Her solukta birisiyle dostluk etmeye, onlardan biri, seni zevka saraya daldırmaya
 koyuldu,
Adam, durduğu gibi durmada, ama o zevk - safa gidiyor; onun sendeki aşkı da uyuyor, ölüyor,
Tadı hoş görünmüştü sana; o tad yüzünden de gönül çelen bir hâle gelmişti,
Herşey, ondan alınan zevk dolayısiyle sevimlidir; o zevk gitti mı, artık istenmez olur,
Tadı - tuzu, bu sebeplerden dışarda ara; dudaksız - damaksız, kadehsiz - bardaksız iç şarabı,
Tadı - tuzu, gene taddan - tuzdan iste; zevki, zevkte ara da o neşeyle Rabb'in tapısına eriş,
Asıl zevkten - saradan neşelenen, yıkılmaksızm, boyuna mâmur kalır,
Cennet, bu yüzden ebedîdir; oraya giren de orda ebedî olur,
Çünkü cennet, baştan başa zevktir, güzelliktir; orda kadehsiz şarap içilir,
Bu dünyâ, güneş yüzünden aydındır; sofa da, oda da, yoldan, pencereden giren gün ışığıyla aydınlanır,
 3920, Evin o sıcaklığı, o ışığı, kendinden değildir; aklın varsa kendine gel de anla bunu,
Akşam oldu da gün battı mı, güzeli çirkinden ayırd edemezsin
Evler karanlıkla dolar; rahmete karşı zahmet gelir - çatar sana,
Çünkü ışık, evlerde eğretiydi; gidiverdi de evler kapkaranlık kaldı - gitti,
Ama güneşle yürüyüp giden o ışık, dünyâ durdukça, güneşledir
Tadı - tuzu da Hak nurundan bil; herkese, herşeye Hak'tan gelir o,
Çirkinler, onun yüzünden güzelleşirler; yücelik, aşağılığı da güzelleştirir,
Gökten, yerden tad - tuz gitti miydi, ikisinin de letafeti, güzelliği gider,
Hani o ışık gizlenince sofa da, sayvan da kapkaranlık olur ya, tıpkı onun gibi,
Kim o ışığı güneşten bilirse, o da, o ışık gibi güneşe kavuşur,
 3930, Hâsılı bu çeşit kişi, boyuna ışık içinde apaydındır; ayrılık gamı çekmeden, boyuna
 buluşma zevkiyle sevinç içindedir,
Cennet, tad - tuzdur; dünyâsa duvar, Sağlık - esenlik, tad - tuzdur, dünyâsa hasta,
Tad - tuz, candır, cihansa kalıp, Tad - tuz, Rabb'in lûtfuyla, zâtiyle kaaimdir,
O yüzden de tad - tuz, o güneşten aydınlanır, ısınır; böyle bir ışıktan hiç mi, hiç çevirme yüzünü,
Hoşluk da onun sıfatlarındandır, hoş olmayış da; mevcûd olan kahır da ondandır, lütuf da,
Onun lütfü cennettir, kahrıysa cehennem, O zevkle dopdoludur, buysa çetin bir azapla,

Dünyâ da dünyâdaki varlıklar da onunla apaydındır,
Zamanda, zamanda olanlar da onun yüzünden kedere, ise - pusa batmıştır,
İyi de, kötü de o temelden gelen bir kokudur; o ummandan bu yana akan küçücük bir dere,
Sonucu, ikisi de aslına gider; iyi, iyiye kavuşur, kötü de kötüye ulaşır,
Cennet ehli, cennetlere doğru yürür - gider; cehennem ehlinin hepsi de bil ki varır, cehenneme
girer
 3940, Nurdan doğan nura doğru gider; sarhoşları canları, sevince doğru yol alır,
Sır, perdesiz bir surette meydana çıkınca parça - buçuklar, tüme doğru giderler,
Arı - duru sır, arı - duru denize kavuşur; temiz olmayanın başıysa, o savaşta kesilir - gider,
Onun başı, vefa âleminin ta kendisinden belirir; bunun başıysa kılıcıyla kesilir de vere serilir,

LXXXVIII
Bu eşsiz ve az bulunur anlamlar, Allah azız ruhunu kutlasın,
Veled diye tanınan ulu Mevlânâ Bahâeddin Muhammed'in mürîdi ve şâgirdi
Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tirmizî'nin bağışlarıdır,

Bu anlamlar, bu eşsiz anlatışlar, bil ki Burhâneddîn-i Muhakkık'ın bağışlarıdır,
O Allah seçilmişi, o ileri gidenlerden ödülü alıp en ileri giden, kulağıma dedi ki:
Allah, kimsenin ortaya çıkarmadığı, kimsenin söylemediği nükteleri belirtip Burhân'a gösterdi,
Onun can; sırlar mâdeniydi; güneş gibi ışıklar kaynağıydı,
Erenlerden hiçbir kimse onun gibi söz söylemedi; o, aşkta da tekti, Ledün bilgisinde de,
Sözünü işiten kişi, gerçek olarak boyuna onu över - dururdu,
 3950, Sarhoş olur, kendinden geçer, şaşırır - kalırdı; aklının fikrinin evi - barkı yıkılır -
 giderdi,
Uzaktan yüzünü gören bile gerçeğe ererdi de gözüne gizli birşey kalmazdı; herşeyi görürdü,
Birisi söyleyip anlatmadan da anlardı ki bu dünyâda onun eşi yoktur,
Seksiz - şüphesiz Allah dostlarındandır o: herkese gayb âleminde yol göstericidir,
O, halk içinde, yıldızları arasındaki parlak Ay gibiydi,
Ay, yıldızlardan apayrı değil midir ki? Kim diyebilir ki serçe, alıcı doğana benzer?
Altı yaşındaki çocuk bile, onun dengi bir erin Anadolu ülkesine gelmediğini bilirdi,
Allah dostlarının özüydü - özetiydi; su gibi hem meydandaydı o, hem gizli, Herkes ona kuldu - köleydi ama onu
anlamakta da herkesin noksanı vardı, Herkes onu, kendi miktarıma tanımıştı; kendisince, ne kadar mümkünse,
o kadar görebilmişti onu,
 3960, Onun hallerini, nasılsa, öylece bilen ancak Allah'ydı; ondan başkası, onu bilememişti,
tanıyamamıştı,
Bu yüzden de hem meydandaydı, hem gizli; gizlilik âleminde denizdi; dere gibi görünmedeydi,
Kerem yüzünden bize görünmüştü; bağışlarıyla ıslaklığımız, deniz olup gitmişti,
Ama onda, daha binlerce deniz vardı ki insanları gözlerinden gizliydi,

LXXXIX
Ulu Allah kerem sahibidir; halkı, onu tanımaları, bilmeleri, görmeleri için yarattı; ama zâtını göstermemesi,
nekesliğinden değil, kereminden, lûtfundandır çünkü halk, güneşin ışığına dayanamaz; güneş perdesiz olarak
yüz gösterse hepsi de hemencecik yanar, Bundan dolayı da ışığını, ondan faydalanmaları, güçlenmeleri için
vâsıtayla ve yavaş - yavaş gösterir, Netekim ona da, kendisinde süt olması, ekmeği, eti, süt hâlinde vermesi,
çocuğunu bu tarzda besleyip yetiştirmesi için yemek yer, ekmek yer, Ekmeği, eti, olduğu gibi çocuğun ağzına verip
onu doyurmaya kalksa çocuk, hemencecik oluverir, Hani insan da hamam ve sıcak su vâsıtasiyle ateşten tad alır;
ama ateşin içine giriverse yanar - gider, Ateşe atılmak için semender kuşu olmak gerek; bu güce sâhib olansa, ancak
Allah velîsidir,

Güneş yüzünden meydana gelen zerre, hiç güneşin yüzünü görebilir mi?
Güneş, yüzünü perdesiz - örtüsüz gösteriverse kul da yok olur gider, efendi de,
Ne yeryüzü kalır, ne yedi gök; ne ön kalır, ne ard, ne aşağısı kalır, ne yukarısı,
Onun ışığı, dayanabileceğin kadar erişir ancak; onu uzaktan görürsün de o yüzden diri kalırsın,
Sana yakından yüz gösterse, dağ bile olsan kıl gibi incelir gidersin,
Ateşten gelen sıcaklık, sana perde ardından gelir de fayda verir, güzel gelir, değil mi?
 3970, Sıcacık hamamda oturdun mu, sıcaklığını aşkla, şevkle bağrına basarsın;
O hararet hoş gelir sana; bedenin, o hararetle yumuşar,
Terlersin, arınırsın; kupkuru vücûdun, o hararetle nemlenir,
Sıcak sudan sana öylesine bir tad gelir ki o hoşluk, cennet gibi görünür sana,
O hoşluk, ateşten geliyor sana, ama sakın vasıtasız olarak ateşe yaklaşma,
Yoksa hemen seni yakar - yandırır; ne aman verir sana, ne mühlet tanır,
Değil mi ki semender değilsin; ateşe atılma; sen denizi bırak da dereye yüz tut,
Dere kıyısında otur da çamaşır yıka; aklının doruğuna gitme, öğüt dinle,
Çünkü dereden binlerce zevk alırsın; bedenini yıkarsın, dalgalar yutar, yüzer -durursun,,
Derede her yana yürür - gidersin; güzelim keklik gibi seker durursun,
 3980, Derede boğulmaktan da emin olursun, tehlikeye düşmekten de: ondan dolayı da derenin suyu, sana şeker gibi
tatlı gelir,
O kadarcık su, sana fayda verir; sendeki gamı, harareti giderir,
Yaşayışa sebeb olan su çoğaldı mı, ölümün ta kendisi kesilir,
Ceyhun da, Nil de su değil mi? Ama ihtiyar da onlarda boğulup ölmede, genç de,
Buna yüzbinlerce örnek gösterilebilir; sen eşsiz - örneksiz aşktan mal - mülk elde etmeye bak,
Eşi - dengi olmayan Ay'a örnek getirmeye kalkışma, âşıka karşı o güzelden, o güzellikten başka birşeyden bahsetme,
Güneş, dördüncü kat gökten güle de cilvelenir, görünür, söğüde de,
Ama üçüncü kat gökten ışısa, ışığına ne zaman dayanabilir, ne zemin,
O anda herşey yanar, dalsız, meyvasız kalır; dünyâda, kum da yok olur - gider, yaş da,
Güneşin ışığı, uzaktan rahmettir; bize yakın olmaması, lûtuftur, ihsandır,
 3990, Böylece zevali olmayan Allah da bize hikmetiyle, kelâmiyle ışımadadır,
Amelle ilmi vâsıta yapmıştır; ışığına, bu iki şeyi ulaşma vâsıtası kılmıştır,
Bu vâsıtalarla ışığının ulaşmasını dilemiş, lütfedip zâtını bizden uzak tutmuştur,
Sen dua eder de ona ulaşmayı diler, her solukta seni nasıl, ne vakit görebileceğim dersin ya;
O da, a yoksul diye cevap verir sana; sen der, gerçekten de benden ayrı değilsin ki,
Bana bu kadar ulaşman iyidir; sınırsız denizimden payın, bir deredir ancak,
Denizimden fazla su gelirse sana, uyanıklığını da yok eder, uykunu da,
A arayan, yoksa başsız - ayaksız yuvarlanır - gidersin; can gibi yersiz - duraksız kalırsın,
Benden yavaş - yavaş güçlen de sonunda görüş durağına var,
Böyle hareket et de o suya dayanmaya gücün olsun: o ışığa bakabilesin: ondan
duyup işittiklerini anlayabilesin,
 4000, Kelîm, sarhoşçasına, «Bana görün" dedi de herşeyi bilen; ona, sen beni hiç mi,
hiç göremezsin diye cevap verdi,
Sana görünmeyi esirgemem ama benim Ay'ım, gene de senin için bulut altında,
Çünkü bulutsuz bir ışığınla da sana vursam, yok olursun: sonra nerde bulurum seni,
Sana, seni esirgediğimden ışınlıyorum; gelmeme değil, adım atmama bile
tahammül edemezsin,
Ana, çocuğunu sevdiğinden, gençlik çağına erişsin, sonra da ihtiyar olsun diye sütle besler,
Ona önceden ekmek verse çocuk, o anda ölür, cansız kalır,
Ebedî diri olan ve sevgi ihsan eden padişahın tapısında da dualar, bunun için kabul edilmez,
Yoksa dileyenin dileğini vermemesi, nekesliğinden değildir; ama ortada perde
olmadıkça da dileyen, ışığından, hararetinden yanar,
Onun rahmet sofrasında nekeslik yoktur; hiç kimse ordan nasibini almadan dönmez,
Onun cömertliği lıerşeyi kavrar; ışığı, bütün dirileri kapsar,
 4010, Senin lutfunla varlıklar, yoktan - yokluktan akıp gelmiştir; hastalıklara şifa senden gelir,
Ölenlerin gönüllerini sensin dirilten; dileklerini yitirenlerin sersin işlerini düzüp koşan,
Herkese ihsanda bulunansın sen; neyi vaadettiysen vaadinde duransın sen,
Kalıplar, lutfunla suretlere bürünür; canlar, senin bahçelerinden meyvalar derer - devşirir,
Suretim, senin \liziinden anlama döndü; suretim, lutfunla anlam oldu gitti,
Özüm, güzelliğinle doldu; artık geleceğe aldırış bile etmem,
Burda ne geçmişi düşünmek var, ne geleceği, bundan böyle seninle devlete eriştim ben,
Ben denize garkolmuşum, yok olmuş - gitmişim: bilgim ortadan yitmiş de bilinen olmuş gönlüm,
Suretim yokluk, onun zâtiyse var olan; kardeşim, artık bizim katımızda
yokluktan bahsetme,
Suretim, bir olanda yok oldu; ben gittim; kimdir o bir olan var?
 4020, İbâdet edenin bedeni yok olduktan sonra, ibâdet eden, ölüp gittikten sonra nasıl
secde edebilir?
O öldükten sonra bir bak da gör; kimdir arayan? Onun aşkıdır ki bedensiz olarak koşup
 aramakta,
Herşey aşktır, başka ne varsa âlet: Ey gönül, âlette manevî bir hâl yoktur,
Sen aşkı gör de bundan da geç, ondan da; aşktan başka hiçbir şey görme, bilme,
Aklını başına al; yalnız aşktan yardım gelir; dünyâda aşktan başka iş gören yoktur,
İster gül ol, ister tiken, onunla dirisin sen; aşkın eteğini bırakma elden,
Karınca da aşkla diridir, Süleyman da; herkese, her solukta odur rızık veren,
Onun huyu - huşu bağıştır, cömertliktir; odur keremiyle tikeni bile hurma eden,
Çocuk, hararete düşer, o halde de bal isterse baba, sevgisi yüzünden ona aksini söyler,
Yüzünü ekşitir de, ekşi daha iyidir; sana herşeyden daha iyi gelecek şey meyvalardır der,
 4030, Oğul der; ayva iyileştirir seni; başka meyvalardan da zarar gelir sana,
Onun merhameti, çocuğa zahmet görünür; nîmet definesi, ona elem görünür,
İşin aslını bilmez, aksini görür; uyuyan, uyanık olanın hâlini nerden bilecek?

XC
Uyuyan birinin ağzı açık kalmıştı, Bir yılan ağzına girdi, Akıllı bir atlı bunu gördü; bu adama hâli anlatırsam
korkusundan ödü kopar, iyisi mi, zorlayıp döverek ona bu dağ meyvalarıdan yedireyim; yukarı - aşağı
koşturayım; belki kusar da yılan karnından çıkar dedi; öyle yaptı, Erenler de nefsin çirkinliğini halka haber
verseler, halkın ödü patlar, itâattan da kalır, ibâdetten de, Ama onlar, halkı öyle bir yolla işe koşarlar ki halk
sonunda nefisten kurtulur,

Dinle hele: Uyuyan birinin ağzı, havaya doğru açık kalmıştı, Ağzına bir yılan girdi; uyanmadı bile,
Eşsiz bir atlı bunu gördü; ne yapmak gerektiğini düşünmeye koyuldu,
Ona bunu duyurursam dedi, ödü patlayıverir,
Elinden de birşey gelmez; hiçbir şeyden haberi olmayan bir duvar gibi yıkılır - gider,
Akıldan da olur, fikirden de; varlığından bir eser bile kalmaz,
İyisi mi, ona haber vermeyeyim de yılan, kolayca çıksın karnından,
 4040, Şu işi yerinde gördü; onu zorlayayım, döveyim dedi; dağ meyvalarından ona çok-çok yedireyim,
Sonra da onu dört yana koşturmayı, ırmağın suyundan ona bol bol içilmeyi kurdu,
Böylece kusmasını, yılanın da kusmuğuyla karnından çıkmasını sağlamayı istedi,
Gürzünü kaldırıp adamın yanma koştu; onu uyandırıp gürzüyle zorladı, yerden yere koşturmaya başladı,
Uyuyan uyanmış, eyvanlar olsun demeye başlamıştı; ne diye beni yerden yere top gibi sürüp
 yuvarlıyorsun diyordu,
Önüme, ardıma vuruyorsun; senin yüzünden başım da yara bere içinde kaldı, ayağım da,
Ben sana ne yaptım da bana böylesine kin güdüyorsun; senin gibi ben de mü'min değil miyim, bu
 ne biçim din?
Pek de merhametsizsin, nasıl adamsın sen? Suçsuz kanıma giriyorsun,
Acımaktan da pek uzaksın, îmândan da; canın var ama îmânın yok,
Yırtıcı kurt gibi aziz kişiyi aşağılık kişiden ayırd etmiyorsun behey lâletlenesi diye bar - bar bağırıyordu,
 4050, Atlıysa ona, herze yeme, ne dersem onu yap, hadi demedeydi;
Hadi, hemencecik şu meyvaları ye; hem eriği, hem elmayı, hem de armudu ye,
Ye bunları diye gürzü vuruyor, ekşi de olsa ye diyordu, tatlı da olsa ye,
Ona bir hayli meyva yedirdikten sonra da rahat - esen bırakmadı onu,
Tez koş, yukarı - aşağı, haber çavuşu gibi yel - yöpür diyor, onu dövüyordu,
Birazcık dinlenmeye, sersemliğinden kurtulup kendine gelmeye bırakmıyordu onu,
Çekinmeden gürzle onu dövmede, kimi yanına, kimi arkasına vurmadaydı,
O istekli bir hayli koştuktan sonra ansızın gönlü bulanmaya başladı,
Kusarken, yediği veyvalarla beraber yılan da karnından çıktı; o yana - bu yana süzülmeye
 başladı,
O gaafılin, yılanı görünce bilgisizliği gitti, aklı, adam - akıllı başına geldi,
 4060, O atlıya yüzünü döndü de, Allah'a şükürler olsun ki dedi, seninle eş oldum,
Sen, olmasaydın bu yılan beni helak eder, sokar - öldürürdü,
Sen Allah eri misin, Allah elçisi misin ki beni tuttun, aşağılardan çekip yücelere ağdırdın,
Sen bana din yolunu gösterdin; bunu anam, babam bile yapmadı bana,
Onların ikisi de bana hayvanlığa ait bir varlık verdi; şu aşağılık dünyâ benim için geçip gidici zâti,
Yılan, içinizdeki nefistir; şeyh onu meydana çıkarsa,
Ödünüz patlar, heybetinden yok olur - gidersiniz,
Nefsin kötülüğünü, size dille söylese, sizde can kalmaz,
Korkudan başınızı - ayağınızı yitirirsiniz, aklınız da yiter - gider, canınız da,
Kaçıp kurtulacak yer bulamazsınız; göğe de uçup ağamazsınız,
 4070, Şeyh, daha da uygundur da o yüzden bunu sizden gizler; dile getirip söylemez size,
Kendinizden tümden ümit kesmemenizi, Ay gibi o güneşin ışığıyla dolmanızı diler,
Hikmetini böyle görür de nefsinizi çeker-çekiştirir; böyle büyük bir düşmandan sizi
 kurtarmak için öldürür onu,
Nefis ateştir, şeyhse Allah nuru; ey gerçek arayan, ateş, nur yüzünden söner -gider,

XCI
Esenlik ona, Peygamber, «Cehennem, geç ey mü'min,
nurun ateşimi söndürdü der» buyurur; bunu anlatış,

Peygamber'in hadîsini duymadın mı; o serverın ne dediğini işitmedin mi?
Cehennem mü "mine böyle der buyurdu: Geç ey seçilmiş dost;
Çünkü nurun ateşimi söndürdü; işimi - gücümü yele verdi,
Cehennem, mü'minin yüzünden tümden söner, ölür - giderse, parça - buçuk nefis ne hâle girer?
 Artık sen söyle,
Şeyhe sarıl da kötülüklerden kurtul, iyiliklere yüz tut,
İşin - gücün, çalışıp çabalamakla değil, onunla iyileşir; o, senin zehirini giderir; sana şekerler
 verir,
 4080.Kılavuzla varılacak yere, kavuşulacak ere varıp kavuştuktan sonra delilden bahsetme; bilinecek şeyi
bildikten sonra bilgiden hiç söz açma,
Kavuştuktan sonra artık ayrılıktan söz etme; iyi değildir bu; sözden geç artık,
Çünkü ulaştıktan sonra araman, adetâ ırmak içinde su aramalıdır,
Bilinen şey hakkında tam bilgi elde ettikten sonra, gene bilmeye çalışmak, anlamsız kötü
 birşeydir,
Delâlet edilen şeyi elde ettikten sonra delili anmazsın artık,
Fırat'ta su aramak, çirkin bir iştir: ovada toprak aramak, kötü bir şeydir,
Maksada ulaştıktan sonra gene de onu araman, dilemen, birşeyi bulduktan sonra onu bir daha
 aramaktır: onu tekrar aramaya kalkışma,
Bize kavuştun, bir oldun mu, sende senlikten bir eser kalmaz ki,
Kalan odur, ondan başkası yiter - gider: onun dilemediği herşey, ortadan kalkar,
Artık sen, Allah'a kavuştun, ebedî oldun: onun şarabını içtin neşeyle, kandın demektir,
 4090, Şeyhin bağışını ebedî ruh bil: öylesi ruhu da şarap say, sâkıy tanı,
Onun bağışı, güzeldir, mumdur, şaraptır: ama bunların üçü de birdir: ayrı sanma,
Zevki, bir gör, iki görme: cevizle kuru üzüm gibi onları birbirinden ayırma,
Çünkü o yola ikilik sığmaz; sen kalma: çünkü senlik o durağa sığışmaz,
Birde yok ol, sayıdan geç ki Allah'dan binlerce yardıma nail olasın,
Addan geç, ad sahibine yürü; adı bırak; gel de ad sahibi ol,
Katreydin, coş - köpür, deniz kesil; aşağılığı bırak, yüceye ağ,
Kendine gel, aslından ayrılma, gel beri; onun, aslı da sendedir, faslı da,
Çünkü öz - özet sensin; âlemse tortudur; sen, pek, hem de pek büyüksün: âlemse küçücük birşey,
Sen tek birşeysin, dağlarsa yüzlerce; o kadar da ağır, ama onları yerlerinden kaldırıveren sen değil misin?
 4100, Bu dünyânın sonu - sınırı var; o âleminse ne kıyısı var, ne sonu,
Bunu gören, göğe ağdı: Hakk'ın verdiği zevkle, şevkle perdeleri yırttı - gitti,
O aşkın derdi, perdeleri yırtar; hattâ yen, göğü bile deler geçer,
Sen yok oldun, kalmadın mı, o vakit o gelir, görünür; o zaman anlarsın ki ortada senden başka
 kimsecik yok,
Değil mi ki sen bana itaat ediyorsun; hem ruh kesildin bana, hem beden,
İkimiz de zevkle dopdolu bir hâle geldik demektir; ikimiz de bir şevkle dirildik artık,
Bütün bedenlerdeki şavk birdir; sen bedenleri bırak da zevki şavkı bir bil,
Şavk, şüphe yok ki seni cennetlere götürür; hem de öyle cennetlere ki gönüllerden, öz arılığından var
 olmuşlardır,
Ben şu aşağılık âlemden feryâd etmedeyim; çünkü halkı, her solukta kendine meftun etmede,
 aldatmada,
Gözünün önüne güzeli diker, bağı-bahçeyi getirir; tatlı içinler sunar; oysa zehirdir, zakkumdur
 onlar,
 4110, Dünyânın bezentileri, gönül perdesidir; çünkü hepsi de sudan topraktan var olmuştur,
Ben bunları size gösteriyor, gerçeklerim söylüyorum; gözü olan görür de can defineleri nerdedir, bilir,
Beden bakımından altı yönle beş duygudan ibaretsiniz ama, her bireriniz, yüzlerce definesiniz,
Melek gibi göğe uçmadasınız; arılık - duruluk göğüne yücelip durmadasınız,
Can gibi başsız - ayaksız gidiyorsunuz; yuvar - teker, yerden, yersizlik, mekânsızlık âlemine
 yürüyorsunuz,
Beden hapishanesine dört mıhla çakılmışsınız, çarmıha gerilmişsiniz ama şüphe yok ki
 hepiniz de benim nûrumsunuz,
Aşk dünyâsında ikilik yoktur; geç ikilikten; hepsi de tümden, sensin, sen, Bu söze son da yoktur, sınır da
 yok; durma, yürü, Burhâneddîn'i anlat,

XCII
Allah ondan razı olsun, Seyyid Burhâneddin-i Muhakkık-ı Tirmizî'nin, Allah antlısını ulıılasın, Hazret-i Mevlânâ
Bahâ'ül-Hakkı ve'd-dîn'e Belh'te mürîd olması, Belh müftülerinin, esenlik ona, Hazret-i Peygamber'i,
rüyalarında, büyük bir çadırda otururken, Bahâeddin Veled'i karşılayıp tam bir ağırlayışla yanlarına
oturttuklarını, müftülere, bundan böyle, bunu Sultân'ül Ulemâ diye çağırın tarzında emrettiklerini görmeleri' Müftülerin
sabahleyin bu şaşılacak rüyayı söylemek üzere geldikleri zaman, onlar söze başlamadan, gördüklerini, bütün
belirtileriyle söylemesi; o toplumun da şaşkmlılığı birken iki oluşu, Dâima halkın gönlünden geçenleri söylemesi,
daha da onların bilmedikleri, başka faydalı şeyleri haber vermesi,

Gençliğinde (Burhâneddîn), Belh'e gelmiş, oraya yerleşmek istemişti,
O arayıp duran, atamızı gördü; kendisinde de Allah aşkı, üstün bir derecedeydi,
 4120, Atamızın lâkabı, Bahâeddin Veled'dı; âşıkları, sayıyı da aşkındı, sının da,
Fetva vermekte eşi yoktu; takvada da melekleri geçmişti,
Dünyâda ona benzer bir bilgin bulunamazdı; adalet sahibi de kuluydu onun, zâlim de,
Bütün fenlerde üstaddı; Allah ona bilgiyi tam olarak vermişti,
Ebû - Hanîfe diri olsaydı, kapısında canla - başla kul olurdu,
Fahr-i Râzî ve yüzlerce İbni Sînâ, o can gözü açık ere karşı kim olabilirdi ki?
Hepsi de yeni belleyen çocuk gibi her gün onun tapısına gelirdi,
Mustafâ, Allah peygamberlerinin kutlu, ona Bilginler Sultânı demişti,
Ulu müftülerin her biri, rüyasında kurulu bir çadır görmüştü,
Mustafâ, o çadırda, nâz-ü namı içinde oturup yaslanmıştı,
 4130, Ansızın Din Bahâ'sı Veled, çadırdan içeriye girdi,
Mustafâ onu görünce yerinden kalktı, onu karşıladı, elini tuttu,
Yanma oturttu, bu buluşmadan sonsuz memnun oldu,
Müftülere, bu günden itibaren bu din padişahına dedi;
Hepiniz de, Bilginler Sultânı deyin; onun ardında, canla - gönülle, yaya olarak koşun,
Ulu müftüler, rüyada, Ahmed'den bu lâkapları duydular, işittiler,
Sabahleyin hepsi de, nifaktan arı olarak, gerçeklikle,
Kapısına geldiler; ona bu rüyayı söylemek, sırrını anlamak istiyorlardı,
Onlar, söylemeden o, gördükleri rüyayı anlattı, sırrı gizlemedi,
Onlara, hâlinden, durağından nişaneler gösterdi; anlatmak istediklerini hepsini de anlattı,
 4140, Hepsi, tapısında feryada başladı; defsiz, neysiz coşkunluklara girişti,
Kerametine şaşırıp kaldılar; bütün ayrıntılarıyla verdiği haberlere hayran oldular,
O, boyuna kesin deliller gösterir, halkın gönlünden geçenleri bilir, haber verirdi,
Manevî zevk ve safa ehlinin, Allah'dan neler elde ettiğim bilmelerini isterdi,
Dilerdi ki onları, Yaratıcının naipleri olduklarını, her birinin, dolaylarınpadişahı bulunduğunu bilsinler,
İsterdi ki onların dilekleri, iki dünyâda da olur, iyi - kötü, ne dilerlerse meydana gelir:
Bir solukta şeytanı meleğe döndürürler; meleği de kötü bir şeytan yaparlar,
Alemde, mutlak hükmedenlerdir onlar; âleme lütuf, onlardan gelir,
Herkes, onları ışığının vurmasıyla aydınlanır: gönüllerdeki tiken, onları lûtfuyla güllük - gülüstanlık olur,
Hepsi de gerçekler güneşidir: mâna âleminin inceliklerinin hayâtı, onlarladır,
 4150, Bütün sözler, bedenlere aittir: çünkü her bedenin ayrı - ayrı adı vardır,
Dalgaların sayısı yüzlerce olsa bile sen denize bak da sayıdan vazgeç,
Bu kadar sözü yeter sayayım; çünkü remizler çok, hem de pek çok; ama evde biri varsa, bir tek söz yeter,
Seyyid, ona canla - gönülle mürîd oldu; böylece de Şeyh'in lûtfuyla canını ruh haline getirmeyi
 diledi,
Mürîdlikle muradına erdi: çünkü Şeyhi, ona sayısız bağışlarda bulundu,
Doğan gibi gözünü açtı onun; doğanın, tekrar dönüp padişahına gelmesini sağladı,
Muhtaç bir halde geldi, azık elde etti; ondan kederler geçip gitti: safâlara kavuştu,
Gönlünden aşk kaynağı coştu; canı, ebedîlik şarabını içti,
Gamlar, zevk ve neşe oldu; çünkü Şeyh, aşk yoluna kılavuzluk etti ona,
Ayrılık tikeni, kavuşma yüzünden gül bahçesi kesildi; kapkaranlık gecesi, apaydın gündüze döndü,
 4160, Can bakırı, aşk ateşiyle eridi; kimyaya kavuştu da bu yüzden altın oldu,
Ateşe mensup şehvetli, onun yüzünden nur oldu: Tûr'a benzeyen bedeninde, vaktin Musa'sı kesildi,
Varlığından yok oldu, Hakk'a ulaştı; tüm ruh oldu, beden bağından kurtuldu,
Ölümden önce öldü, hâli değişti: ulular ulusu Allah ululuğuyla dirildi,
Sayılı ömrü vardı: bu alış - verişle Allah'dan ebedî ömrü aldı,
Hani toprakta yok olan tohum gibi, yüzlerce dal - budak ve yaprak elde etti,
İncisi coştu - köpürdü, deniz oldu; aşağılığı terketti de yüceldi,
Bu yokluk dünyâsı daraldı ona: melekler gibi göğe ağdı,
O yücelişle, o gidişle, kavuşma âlemim, buluşma saltanatını elde etmek, kolaylaştı ona,
Sonunda âleme kutup oldu; meleğin de secdegâhı kesildi, âdemin de,
 4170, Rütbe bakımından insanı da geçince, artık insan, ona hizmet etmeye, tapı kılmaya başladı,
Gümüş dâima altına secde eder; tıpkı onun gibi, altın da inciye karşı secdeye kapanır,
Sevgili, merdiven, basamak - basamaktır; aşağıdaki basamak, üsttekine secde eder,
Çünkü az, çoğu ister; palas, zînetli kumaşa karşı secdeye kapanır,
Yirmi, elliyi arar - durur; tacir de padişaha karşı yere baş kor, bey de,
Kim mertebe bakımından senden üstünse o, padişahındır senin; çünkü senyıldızsın, oysa Ay'dır sana,
Görünüşte onu bulamasan bile iç yüzde ona secde edersin,
Sen onun müridisin ama haberin yok; küçücek bir çocuksun da babandan gaflettesin,
Kul nerden padişahı bilecek, övecek? Meğer anlatsın onu,
Bunun da kıyısı yok; sen o padişahı anlat; yıldızı bırak da Ay'dan bahset,

XCIII
Hak ve Din Bahâ'sı, Allah sırrını kutlasın; Belh'teki halktan incinince, Muhammed Hârezmşâh'a kırılınca yüce
Hak da, sen bu vilâyetten çık, ben onları helak edeceğim diye hitâb etti ona, O ilin yıkılmasına, o toplumun
helak olmasına, o padişah sebeb oldu, Böylece de, zamanın peygamberi incinmedikçe yüce Hak bir kavmi helak
etmez,

Gönül ehlininin gönlü dertlenmedikçe,
Allah hiç bir kavmi rezil-rüsvây etmez,

Mevlânâ Bahâeddin Veled'în Konya'ya gelmesi, Sultan Alâeddîn'in ona mürîd olması; onun kerametlerini gözleriyle
görmesi ve Bahâeddin Veled'e âşık olması, Vefatından sonra yedi gün yas tutması, ihsanda bulunması, ata
binmemesi ve bütün Konya halkına bağışta bulunması
 4180, Bahâeddin Veled, Delillilerden incindi; o zevalsiz saltanat sahibinin gönlü kırıldı,
Hemencecik Allah'dan, ey kutupların padişahlar padişahı tek er diye hitap geldi;
Dendi ki: Bu topluluk seni incitti; senin tertemiz gönlünü kırdı ya,
Sen de çık bu düşmanların içinden de onlara azap göndereyim, belâlarını vereyim,
Hak'tan böyle bir hitap işitince, gazep ipliğinin upuzun eğrilip büküldüğünü anlayınca,
Belh'ten Hicaz semtine hareket etti; çünkü o sır, iyice tesir etmişti ona,
O daha yoldayken haber geldi; o sırrın eseri belirdi:
Tatar, o bölgelere hücum etmiş, İslâm askeri bozguna uğramıştı,
Belh'i almışlar, o topluluktan hatsiz - hesapsız, bir çok kişiyi ağlata - inlete öldürmüşlerdi;
Büyük şehirleri yıkıp yakmışlardı, Allahın bin türlü azabı vardır,
 4190, Allah kahrının haddi yoktur; cehennemliğin belâsı, ebedîdir,
Her peygambere de böyle hitap gelmiş, her peygamberin duasına cevap verilmiştir,
Bu hasetçi topluluktan ayrıl denmiştir; onlar bilgisizliklerinden kör olmuşlardır,
Onlardan ayrıl da helak edeyim onları; yelle, toprakla savurayım - gitsin,
Yahut hepsini suya garkedeyim; yahut da onları ateşe yakayım denmiştir,
O padişahın yolda, küçüklere, büyüklere yaptıkları anlatılamaz,
Zamanın o azîzi, çağının özü - özeti, her şehirde ne kerametler gösterdi,
Onları anlatmaya kalkışsam, o sözlerle dalarım, dilediğimi anlatamam,
Yıllar geçer de onlar gene bitmez; bütün ömrüm de onları anlatmakla geçipgider,
Bunları geçmek gerek; en önemlilerini anlatmalı ancak,
 4200, Kâ'be'den, Rum ülkesi halkının da ondan rahmete erişmesi için Rum Diyarı'na geldi,
Bütün şehir halkı zamanın o tek erinin geldiğini duydu,
Onun inci gibi değerli, bulunmaz bir er olduğunu, güneşin bile onun bağışlarıyla parladığım işitti,
Bütün bilgilerde benzeri olmadığını, aşk sırlarından haberi bulunduğunu anladı,
Kadın - erkek, çoluk - çocuk, genç - ihtiyar, bütün halk ona yüz tuttu,
Bu eri gördükçe, gerçekliğim, dinim arlıyor dedi,
Kerametlerini apaşikar gördüler; ondan ne sırlar duydular, sözler işittiler,
Hepsi de ondan vilâyetler elde etti; hepsi de ondan rivayetlere koyuldu,
Birkaç gün, birkaç zaman böyle geçti: büyük - küçük, erkek kadın, ona miirîd oldu,
Bundan sonra padişah Alâeddin de tam bir inançla ve bütün beylerle,
 4210, Gidip onu ziyaret etti; hepsi de onun şeker gibi tatlı öğütlerini dinledi,
Sultan Alâeddin, onun yüzünü görünce aşkla, tam bir gerçeklikle mürîd oldu ona,
Vaazını duyunca hayran oldu; onu, gönlünde - canında konakladı,
Ondan pek çok kerametler gördü: kendisine ait de birçok belirtiler elde etti,
Önceden de, onun karşısında bir katre bile değildi zâti: beylere yüz tuttu da,
Heybetinden gönlüm tir - tir titriyor: yüzüne bakmaktan korkuyorum;
Bu eri gördükçe, gerçekliğim, dinim artıyor dedi,
Bütün âlem, benden korkup titrerken ben, bu adamdan korkuyorum; yârabbi, bu ne hâl?
Ondan bir heybettir, geliyor bana; o heybetten de bedenime bir titremedir, geliyor,
İyice inandım ki o, Allah dostu; âlemde az bulunur bir er; eşi benzeri yok,
 4220, Yakınlarına boyuna bunu söyler, gece - gündüz onun övgü incisini delerdi,
İki yıl sonra Allah takdiriyle Bahâeddin hastalandı,, başını yastığa koydu,
Padişah onun hastalığından mahzun oldu: bu dert yüzünden rahatı - huzuru kalmadı,
Ona dolaşmaya gitti: tapısında, iki gözü yaşla dolu olarak, yüreği yanarak ağladı,
Allah bize lütfederse dedi, bu hastalığı geçer se,
Onun ordusunda kumandan olayım, canla - başla ona hizmet edeyim
İyileşirse, bundan sonra o, padişah olsun; ben de canla gönülle kul olayım ona,
Padişah, her zaman, onu gördükçe, bu ahdi tazelerdi,
Padişah, sarayına dönünce Bahâ, yanındakilere dedi ki:
Bu adam doğru söylüyorsa, Allah'tan bizim iyileşmemizi istiyorsa,
 4230, Göçeceğim an yaklaştı; bu yokluk dünyâsından gideceğim demektir,
Çünkü ben, görünüş âleminde de padişah olursam, bu âlemin değeri kalmaz,
Bütün âlem, Allah sarhoşu olur; herkes bana döner, başsız - ayaksız kalır,
Herkes işten - güçten kalır; herkes Allah'ya hayran olur - gider,
Herkes bu hâle gelince de, herkese aşk, eş - dost olunca da
Ne yiyecek bulunur, ne giyecek; halk tümden çalışmadan kalır,
Çünkü o sülük ehlinin padişahı (Peygamber), "insanlar, padişahlarının dinlerindendir"
 buyurdu,
Dünyânın yıkımına daha vakit var; gerçekte dünyâ, yokluk dünyâsı ama var görünmede,
Henüz de bu varlığın ömrü tükenmedi; yücelikle aşağılık, daha sürecek,
Bu bakımdan, gerçekten de anlıyorum ki beden âleminin yıkılmaması için gideceğim ben,
 4240, Gerçekten de öyle oldu: ansızın âhiret âlemine göçtü,
Bahâ Veled, vefat edip dünyâdan, ulu Rabb'in civarına gidince,
Cenaze töreni günü kıyamet gününe döndü; kadın - erkek, kanlı gözyaşları döktü,
Konya şehrine bir ateştir, düştü; onun gamıyla kul da yandı - yakıldı, hür de,
Bilginler, baş açık geldiler; beyler, padişahla beraber cenazesinin önünde yürüdüler,
Konya'da kadın - erkek, yüce - aşağı, hiçbir kimse kalmadı ki,
O yasta, cenazesinin töreninde hazır bulunmasın; o yası nasıl anlatayım ki?
Dünyâda hiçbir kimse, birisinin bu çeşit cenaze törenini görmemiştir,
Padişah derdinden, yedi gün tahtına oturmadı; sırçaya benzeyen gönlü, dertle kırıldı gitti,
Haftasında, camide yemek verdirdi; aç da yedi - doydu, tok da
 4250, Yoksullara, o yüce padişahın vefatı dolayısiyle mallar bağışladı
Gece - gündüz, ayrılığıyla feryâd etti: iki gözünden kanlı yaşlar döktü,
Yas bittikten sonra ihtiyar - genç, bütün halk toplandı,
Herkes oğluna yüz tutup, güzellikte ona benzer sen varsın,
Bundan böyle el bizim, etek senin; hepimiz de sana yüz tuttuk,
Bundan böyle padişahımız sen olacaksın; bundan böyle hepimiz lütfü, keremi
senden bulacağız dedi,

XCIV
Allah bizi azîz sırrıyla kutlasın, Mevlânâ Celâleddîn'in, Allah ondan razı olsun, babası Mevlânâ Bahâeddîn'in yerine
geçmesi; babası gibi bilgiyle, ibâdetle zabitlikle, takva ile, fetva vermekle bezenmesi, Allah anılışı ululasın, Seyyid
Burhâneddîn-i Muhakkik1
 in, şeyhini aramak üzere Konya'ya gelmesi, şeyhini bulamaması, oğlu Mevlânâ
Celâleddîn'i zahir bilgilerinde babasının mertebesine ulaşmış bulması ve ona, bilgide babana mirasçı oldun;
ama babanda bu zahir hallerinden başka haller de vardı ki onlar, öğrenmekle elde edilmez, Allah vergisidir; onlar,
eklenti - bağlantı değildir; özden belirir; o hâller, o hazretten bana ulaştı; onları da benden elde et de her hususta
zahirde de, bâtında da babana mîrasçı ol, tıpkı ona dön demesi,

Padişah Celâleddin, babasının yerine geçti, oturdu; yeryüzü halkı ona yüz tuttu,
Babası gibi zahitti, bilgindi; bütün bilginlerin başı - başbuğuydu, padişahıydı,
Bilgide doğunun, batının müftüsüydü; dünyâdan bilgisizliği bilgiyle sildi - süpürdü,
Ahmed'in dininin bayrağını yüceltti; bu dindekilerin hepsi de onu tanıdı, bildi;
 4260, Anladı ki babası gibidir, babasından da üstündür; ikisinin hareketleri, halleri,
birbirine uygun, dengeli,
Kararsızlar, onunla yatıştılar; hepsi de onun gölgesinde korkudan emin oldu,
Herkese bir başka bağışta bulundu; biri, onun yüzünden Ay oldu, öbürü güneşe döndü,
O inciye sahip olmayanı da göksüz bir yıldız hâline getirdi,
Bağışlarından kimse mahrum olmadı; hem övülen onun bağışını elde etti, hem yerilen,
Herkese, lâyık olduğunu verdi; hepsi de yol aldı, gerçeklere dost oldu,
O bağış dile sığmaz ki anlatılsın; bu yüzden de anlatırken üzülür, incinirim,
Ama gene de onlara ait olayları gözle görünür bir hâle getireyim de bir soluk olsun esenleşeyim dedim,
Dedim ama her bedenin, can âlemine erişmesine Allah'dan izin yok,
Bu yüzden de ister - istemez bu kadarına razı oldum; geçmişi de bıraktım,
içinde bulunduğum zamanı da,
 4270, Bunun ne sonu vardır, ne başlangıcı; sen, gizli şeyleri bırak da gene o hikâyeye dön,
Burhan, bir müddet o ayrılık âleminde kaldı; şeyhini aradı,
Bir hayli gezip dolaştıktan sonra, nihayet ululardan biri haber verdi ona,
Dedi ki: Şeyhin Rum ülkesinde; hem de gizli değil, herkesçe bilinmekte,
Bunun üzerine o arayan er, o yana yürüdü; çünkü şeyhinin aşkı pek üstündü onda,
Şeyhinin aşkıyla yola düştü; kimi yelip yortuyor; kimi yanıp coşuyor, kimi nâz-ü eda ile yol alıyordu,
Şeyhten kadehini şarapla doldurmuştu; netekim kamış da şekerle öylesine dolar,
Derken neşeli bir halde Konya'ya geldi; şehirlilerden şeyhini sormaya başladı,
Hepsi de, o arayıp durduğun, aşkıyla her yana gezip koştuğun zât,
Bir yıl oldu ki dünyâdan gitti; pilisini - pırtısını gene âhiret yurduna çekti;
 4280, Topraktan yaratılmış bedeni toprağa gitti; tertemiz ruhu da felekleri aştı dedi,
Seyyid, Şeyh dedi, bizdedir; yağ gibi bizde erimişti o,
Ben Şeyh'in ta kendisiyim, benden bir eser kalmamıştır; hiç şekerin şekerlikten ayrıldığını gördün mü sen?
Su, binlerce testide olsa bile akıllı, testileri bırakıp başka yere gitmez,
Suyu içmek isteyen, testide arar: susamış kişi, testinin resmini bakar mı hiç
Mü'minleri bu yüzden bir saydı; çünkü onları tümüne de kendi ışığını salmıştır,
Biz, hepimiz de Allah'mıza âşık olduğumuzdan biriz; sayısısız,
Sen sevgiye bak, sayıdan geç; bir olan Allah'nın güzelliğini, lûtrunu, sayısız olarak gör,
Bunun da önü - sonu yoktur; sen gene o övülesi erin ne dediğin söylemeye bak,
Söze başladı da cilveler ederek dedi ki: Yanlışsız, kuşkusuz Şeyh, benim,
 4290, Halkı kendine çağırmaya başladı; kadın - erkek, ona candan kul - köle oldu,
Şehir tümden ona mürid oldu da herkes, gönlüne onun sevgi tohumunu ekti,
Herkes, Bahâ Veled sensin, hattâ sırrın da sırrısın, bir Allah'nın nurusun dedi,
Bu tasarlayışlarında da hiç hatâ yoktu; o yüce padişah, tasarlayışlarından yüz kez de yüceydi,
Ondan sonra padişah Celâleddîn'e dedi ki: Bilgide eşin yok, seçkinsin,
Ama baban hâl sahibiydi; sen de onu ara, sözden geç,
Onun sözlerini iki elinle kavramışsın: fakat benim gibi onun haliyle de sarhoş ol,
Böylece de ona tam mirasçı kesil; cihâna ışık saçmada güneşe benze,
Sen, zahiren babanın mîrasçısısm; ama özü ben almışım; bu dosta bak, bana uy,
Celâleddin, babasının müridinden bu sözleri duyunca can oldu da artık bedenin çevresinde dönmeyi bıraktı,

xcv
Hak ve Dîn Celâli'nin, Allah bizi azîz sırrıyla kutlasın, Seyyid Burhâneddîn-i Muhakkık'a mürîd olması Allah Ondan
razı olsun; dokuz yıl onun sohbetinde bulunması ondan sonra Seyyid Burhâneddîn ve Mevlânâ'nın mücâhede
ve rıyâzatla uğraşmaları, ve Celaleddîn'in, Şeyhlik makaamının olgunluğuna ulaşması, onun aynı olması,
zamanın kutbu kesilmesi; olgun ve ulaşmış kişilerle önce ve sonra gelen kutupları hepsinin de, onun yardımına
muhtaç olmaları,

 4300, Candan müridi oldu: baş koydu; ölü gibi önünde yere serildi,
Huzurunda ölünce de onu diriltti; ağlayışını giderdi, gülüş mâdeni hâline getirdi onu,
Gamı öldürdü; derdi, neşenin ta kendisi yaptı; gözünü açtı, hidayet yoluna götürdü onu,
Erler gibi onun derdinin tortulu şarabını içti: zâtı dertlerle dolu olanlar, ebedî diridirler,
Dertsiz adam, bil ki ölüdür: o, boyuna kar gibi erir - durur,
Candaki dert, dirilik nişânesidir; derd, Allah tapısında kulluktur,
Derdi olmayan kul değildir: toza - toprağa bulanmamış adamın sözünü dinleme,
Kimin derdi fazlaysa, yol alan, önde giden, odur; ayağı olmayan, nasıl yol alır
Derdi olmayanın canı, çirkin, kirli bir candır; dertsiz adam, nerden aman bulacak?
 4310, Derdi olmayan, ölmüş diridir; o, küpün dibindeki tortudur sanki,
Beden, canla diridir, can da dertle, Derdi olmayana, ondan deme,
Gebe, nasıl olur da dertsiz, ağrısız - sancısız doğurur, er olmayan kişi, orduyunasıl kırıp bozar?
Dertsiz buluşup kavuşmanın imkânı yoktur; porsumuş gönül, buluşma devletine eremez,
Can kuşuna dert, koldur - kanattır; kanatsız kuş, nasıl uçar da konacağı yere konar?
Fazlasıyla ağla, yan, feryâd et de neliksız - niteliksiz Allah, seni nelikten, nitelikten kurtarsın,
Çünkü nelik - nitelik, âşıklara hapishanedir; çalış - çabala da hapisten kurtul,
Bu sözü, her aşağılık kişi nerden anlayacak? Eflâtun bile aşka uzak,
Mevlâııâ, Seyyid'in hizmetinde dokuz yıl kaldı; böylece hem sözde, hem özde onun eşi oldu,
Anlam bakımından eş oldular, sırda da eş kesildiler; çünkü anlam âleminde gönülleri birdi,
 4320, Derken ansızın Seyyid, yokluk dünyâsından varlık sarayına göçtü,
Celâleddin, onsuz tek başına kaldı; gece - gündüz, yüzünü Allah'ya tutmadaydı,
O hevesle uykudan, yeyip içmekten kesildi; araştırma bayrağını yüceltti,
Gerçeklikle, yanıp yakılarak, feryâd edip dertlere düşerek böylece beş yıl riyâzat çekti,
İbâdetle dert, birbirine eş olunca melek gibi güzelim göğe ağdı,
Her ihtiyara, her gence sayısız kerametleri belirdi,
Önce gerçeklikten uzaktılar ama sonra onbinlerce müridi oldu,
Ulu müftüler, hüner sahipleri, onu, Peygamber makamında gördüler,
İleri gidenler de, geri kalanlar da ona mürid oldu, kul - köle kesildi: yeşillikler gibi baharın dirildiler,
Cömert davranıp minberde, Peygamber gibi ateşli, alıcı vaazlar verdi,
 4330, Gizli sırları açtı, söyledi; her zaman, yüzbinlerce inciler deldi, Güzelim ünü âlemi tuttu; insanları ruhlarını diriltti,
Sırlar, onun yüzünden öylesine açıldı ki her müridi, Ma'rûru bile geçti, Böylece, davetle zamanını geçirmede,
Allah'yla meşgul olmada, yüzünden âşıklar muratlarına ermedeydi, onun yüzünden aşıklar muratlarına ermedeydi.

XCVI
Adem'in çağından bu zamana dek olgun erenlerin, Allah'ya ulaşmış âşıkların halleri belirmiş, halk onlara yüz
tutmuş, ululuğa ait hâllerini herkes işitmiş, kabul etmiştir, Bilgi ehliyse, görünüşe kapılıp onları hallerinden haberdar
olmamışlardır, Bir dereceye dek ki, Allah rahmet etsin, Mansûr-i Hallaç'ı, halk bilgisizliği son derecede olduğundan
dara çekmiştir, Ama âlemleki erenlerin derecelerinden üstün bir derece de vardır ki o, nıâşukluk durağıdır; âleme,
buna dâir bir haber gelmemiştir; bu durakta bulunanların ahvâlini hiçbir kulak işitmemiştir; Allah antlısını ululasın,
Tebriz'li Şemseddîn zuhur edip, Allah aziz sırrıyla bizi kutlasın, Mevlânâ Celâleddîn'i âşıklık ve erenlik mertetebesinden
mâşukluk mertebesine eriştirmiştir; o zamana kadar böyle birşey duyulmamıştır, Zâti Mevlânâ, ezelde, o denizin
incisiydi; herşey döner, aslına varır,

Ansızın Şemseddîn gelip ona ulaştı; nurunun ışığında da gölge, yok olup gitti,
Aşk dünyâsının ardından defsiz, sazsız aşk sesi erişti,
Maşuk hâllerini anlattı ona; böylece de sırrı yücelerden de yücelere vardı,
Dedi ki: Sen bâtına rehin olmuşsun ama şunu bil ki ben, bâtının da bâtınıyım,
Sırları sırrıyım ben, nurların nuru; erenler, benim sırlarıma erişemez,
Aşk da benim yolumda perdedir; diri olan aşk bile benim önümde ölüdür,
 4340, Tümden maşuk olan dostlar, Allah'ın rızâsını kazanmış erlerden de üstündürler, gerçekle bâtılı ayırd edenlerden
de,
Onların hâli söze gelmez; söyle bakalım, onların şarabını kim içer?
Zahir bilgisi, yokluktan uzaktır; ama onların sırrını, yokluğa da örtülüdür,
Zahir bilgisi, yokluktan uzaktır; ama onların sırrı, yokluk daları tanımaz, bilmez,
Ebedîlik saltanatı âşıklarındır ama, maşukun saltanatı, onda da yücedir,
Zahir ehli, Mansûr'u kınadı; çünkü onlar, onun âleminde uzaktılar,
Hepsi de bilgisizlikle ona düşman oldu; çünkü onun sırrından bir koku bile alamamışlardı,
Mansûr bu çağda olsaydı, onların hali, ona da örtülü kalırdı,
O da onlara düşman olur, onlara kasteder, onları cezalandırmak için dara çekerdi,
Şems, Mevlânâ'yı şaşılacak bir âleme çağırdı; öyle bir âlem ki ne Türk gördü o âlemi, ne Arap,
 4350, Üstat Şeyh, yeni bilgi beller bir hâle geldi; her gün onun huzurunda ders okumaya başladı,
Sona varmıştı, yeni baştan ders başladı; kendisine uyulurken o, ona uydu,
Bilgide tek olgun erdi ama onun gösterdiği bilgi, yepyeni bir bilgiydi,
Gerçek âşık pek az bulunur; o, sır gibi insanlardan gizlidir,
Dünyâda, inci gibi pek az bulunur; pek az kişi onun belirtisini görür, ondan haber alır,
Âşıkın hâli böyle olursa ey oğul, can gözünü aç da iyi bir bak
Maşukun hâli nice olur? O, anlatılmaktan da dışarıdır, söylemekten de,
Ulaşıp buluşanlar bile onu tanıyamazlar; çünkü benzerini duymamışlardı bile,
Çünkü o güzellikten haberleri yoktur da başka bir yere bakar dururlar,
Tebriz'li Şems, o padişahlardandı işte; hâsılı onu, oraya çağırdı
 4360, O da onun cinsindendi de vardı, ona ulaştı; can yoluyla canının canına kavuştu,
Tebriz'li Şems, o huyu kan dökücülük olan er, kılavuz oldu,
Bundan önce de hikâye etmiştik ya; başlangıçta ara onu,
Ona ve onunla sohbet edenlere neler oldu; onun ayrılığıyla dostlar, ne hâllere düştüler,
Ayrılıkla ne ciğerler kan kesildi; yâr da, ağyar da onun gamıyla nasıl figana geldi;
Onun yüzünden âleme nasıl bir yanış düştü; Âdemoğullarını nasıl bir ateşe attı;
Hepsinin de o solukta, soluğu nasıl kesildi, gözyaşları, nasıl deniz gibi aktı,,
Amıca, bunu sözle anlatsam, taş bile o gamlar erir - gider,
Allah gamı, neşenin temelidir; mayasıdır; mâmurluk, onun yıkıklığındadır,

XCVII
Ahiret gamı, meyva veren bir hayattır; dünya gamıysa gönlü soldurur, per - perişan eder, Çünkü dünyâ, buğday
gösterip arpa satandır; görünüşte güzel görünür; gerçekteyse çirkindir, Bir kocakarıdır ki kendini bezer de güzel
ve genç görünür büyüyle, düzenle insanları yoldan alıkor;
Allah yolunu vurur; kalpı altın, kötüyü iyi, yoku var gösterir,
Dünyanın istekleri, yağlı - ballı şeyleri, hâl diliyle insana, bizim çevremizde
 dön - dolaş da faydalan diye vesvese verir oysa faydası, tümden ziyandır,

Dünyâ gamını yeme, ziyanı vardır onun; din gamını ye ki onda fayda var,
 4370, Dünyâ derdinden can, erir - gider; ama âhiret gamıyla gönül gelişir,
Allah için gam ve zahmet, pek büyük bir definedir: dünya içinse çetin bir zehir,
Bu dumanın gamı da boştur; neşesi de; görünüşü misktir dünyânın, içiyse pislik,
Den, insanı bezer, süsler ama içinde kan vardır, balgam vardır, pislik vardır,
Dünyâ, görünüşte bir kocakarıdır; rengiyle, kokusuyla güzel görünür,
O gaddar, yalanlarla, düzenlerle dopdoludıır; aklını başına al da tuzağına düşme,
Onun kalpını geçer akça diye kabul etme; dirhemi bir puldan da az değerdedir,
Aklını başına devşir, onun pazarına aldanma da ahmaklar gibi borçlu düşme,
Kim onunla alış - verişe girişirse kendisini ziyana sokar,
Bir çok kişi, onun yüzünden derde, feryada düştü, müflis oldu,
Muradına ermedi, hüzünlerle bir yanda oturakaldı,
 4380, Erenle Peygamber'den başka hiç kimse ondan kurtulmadı; onlardan başkası,
 onun tuzağından sıçrayıp kaçamadı,
Onun yüzünden insan da cehennem tuzağına düşmüştür, cin de; onun yüzünden hepsi de
 nimetler veren Allah'nın bağışından mahrum olmuştur,
Hepsi de onun yeminin tadıyla tuzakta kalmış, cehennem odunu olup gitmiştir,
Büyükler de, küçükler de, ihtiyar da, genç de, mahşer gününde, ondan, fen ad eder,
Ne mutlu o cana ki ondan kaçınır; ona yönelip bakmaz bile,
Ansızın ona gözü ilişse bile dünyânın rütbesi, mevkii, ona kuyu gibi görünür,
Dünyânın şekeri, ona zehir gelir, neşesi, zevki, baştan başa gam kesilir,
Dünyâ ona yılan gibi görünür de hemencecik dünyâdan âhirete kaçar,
Allah'a kaçıp sığınandan başkası da bu çeşit ejderhâdan kurtulmadı,
Onu defeden, Allah'yı anıştır, oruçtur, namazdır; ne mutlu o kişiye ki Allah'a ibâdeti huy
 edinmiştir,
 4390, Din, namazla arttıkça artar; dinini satansa ziyana düşer,
Bu dünyâyı bir nakış bil, bir deri say; dost görünürse de düşmandır o,
Vaatleri yalandır,özsüzdür; onun eşsiz görünen güzelliğinin özü-esası, korkuya, iniltiye benzer,
Seni cennete çağırır da bu düzenle tutar, cehenneme götürür,
Kötü nefis, cehenneme kılavuzluk eder; peşine düşer de gidersen canından -başından eder seni,
İstek bakımından akıl, zıddıdır onun; akılla iyilik artar, nefisleyse eksilir,
Aklın, acı bir ilâç verse bile bir hoşça iç onu da seni zahmetten geri alıp kurtarsın,
Çocuğa da mektep acıdır; oyun için ilimden de kaçar, edepten de,
Ama sonunda işin tersini görür; pişmanlık içinde kalır; işi tersine döner, berbâd olur - gider,
Kötü düşünceli çocuk, oyun sebebiyle iki dünyâda da hor olur sürülür,
 4400, Ama oyunu, eğlenceyi bırakan, padişahlar gibi baht bayrağını yüceltir,

XCVIII
Dünya işleri, tümden oyundur o işlerde hiçbir fayda, hiçbiç kâr yoktur, Netekim çocukların biri padişah olur,
öbürü vezir; biri kumandan olur, öbürü bey, öbürü asker; onun gibi hani, Bu oyunla ne bir kale elde edilir, ne
bir il, Bunların hepsi de faydasız şeylerle ömür yitirmektir; büyüdüler, ihtiyarladılar mı, bundan pişman olurlar
da ne diye oyun yerine ilim, edep öğrenmedik, bilgisizliğimiz yüzünden horlanıyoruz, azıksız kalıyoruz, yoksulluk
çekiyoruz derler, Şimdi, dünyanın ömrünü de çocukluk çağı bil, istekleri, güzelleri, mevkii, malı da, onlarla
uğraşmaktan, ele pişmanlıktan başka bir şey geçmiyecek olan o oyun say, Âhiretiyse ihtiyarlık çağı bil; o çağda,
önce sana tatlı görünenlerin acılığı, mevki sandığın şeylerin kuyudan ibaret olduğu, güzel görünenin çirkin
bulunduğu, böylece sonsuz gerçekler, açık - seçik görünür, Netekim yüce Hak, «Söz budur ancak, dünyâ oyundur
oyalanıştır, bezentidir» duyurur, Bezenti buyurur, şu sebeple ki o, esasen güzel değildir; bezentiyle güzel
görünür, Başka bir sûrede de, «istenen şeylerin sevgisi, insanlara bezetilmiştir» buyurur, istenen şeyler,
kendilerini insanlara bezetilmiş gösterir; hani altın suyuna batırılmış bakır, yahut gerçekte çirkinken kendini
bezeyen kocakarı gibi güzelliği yalandır da kalp altını gibi çirkinliği gerçektir,

Dünyâ işi oyundur gerçekten de; onunla oyalanır, kalırsan gerçeğe lâyık değilsin,
Kur'ân'da onun adı oyalanmaktır, oyundur; itâattan, hayırdan başka ne varsa yanlıştır, kötüdür,
Ondan sonra da onun bezentisini, kendisinden güzel değil, esasından genç değil dedi,
Hani bir ihtiyar, kendini bezer, süsler, bu çeşit şeylerle güzel gösterir ya, tıpkı onun gibi,
Yüzüne allık sürer, pudra sürer, onlarla yüzünü güzel göstermek ister,
Eğreti bezentiyi, halkı avlamak için kendine ekler, onun gibi,
Bu yüzden, bir başka sûrede de şöyle buyurdu; dinin - îmanın varsa iyice anla:
Dünyânın istenen, özlem duyulan şeyleri bezenti yüzündendir; sana güzeldir ama iyice bak da gör,
O bezenti, ona eklentidir; onun kalp bezentisi için dînini feda etme,
4410, O kendiliğinden güzel ve hoş olsaydı Allah hiç de böyle buyurmazdı,
Onu biz bezemekteyiz de o yüzden güzelleşmiştir; bu iyiyle kötüyü sınamak içindir,
Bu düzenci kocakarı büyücüdür; onun düzenine ne sınır vardır, ne sayı,
O Rüstem'leri bile düzenle, yalanla bağlayakoymuştur; dünyâda onun ağından, oltasından az kişi kurtulmuştur,
Güçle - kuvvetle ona üst olamazsın; onun düzeninden ancak mezarda kurtulursun sen,
Feryâd et, çabucak Allah'ya kaç; ondan çekinmenin imkânı vardır deme,
Ben, hîleyle, düzenle alt ederim onu, benim gücümle yıkılır - gider;
Yağlı - ballı yemeklerini yemem, elimi kâsesine uzatmam deme,
Yüz yıl dirensen fayda vermez sana; gene de seni ayaklar altına atar,
Meğer ki Hak'tan yardım gele de kurullasın, belâlarla dopdolu olan böyle bir kuyudan halâs olasın,
 4420, Gücü bırak da sızlan; Yaratıcı'nın yardımıyla kurtul ondan,
Böyle yap da Allah seni onun pençesinden kurtarsın; böyle bir hendeği sıçrayıp atlayasın,
Allah sana böyle bir yardımda bulunursa dayan da ağyarı bırak,
Çalışmayı da kendinden değil, ondan bil de geride kalma, öne geç,
Bilir misin, bu gayreti niçin verdi Allah sana? Hiç kimse gayret etmeksizin onu görmedi de ondan,

XCIX
Yaratıkların, var edilenlerin içinde, dilediğini yapabilen, ancak insandır; öbürlerinde dilediklerini yapma gücü yoktur,
hepsi de mecburdur onların, Netekim ateş ısıtmasın, su ıslatmasın, güneş ışık vermesin, buna imkân yoktur; bu,
ellerinde değildir, İnsanda ihtiyar vardır; iyiyi, kötüyü, yapmaya gücü yeter de onun için hesaba çekilir, Yaptığımı,
yapacağım mecburum, ihtiyarım yok derse yanlış söz etmiş olur; çünkü yaptığına pişmanlığı, dâvasını yalanlamaktadır,

Dilediğini yapman için O, seni irâde ve ihtiyar sahibi olarak yarattı,
Herşeyi yapmaya güç verdi sana; cebri bırak da itaat et ona,
İnsandan başka, şeytanın, perilerin, cansızların, bitkilerin, hayvanların,
Toprağın, yelin, suyun, ateşin, iyi - kötü herşeyin; gülün, tikenin İhtiyarı
yoktur; dilediklerini yapamaz onlar, mecburdurlar; hepsi de neye memursa onu
işlemeye koyulmuştur,
 4430, Ateş yakar, ısıtır; sudan ıslaklık, yumuşaklık meydana gelir,
Herbiri başka bir iş görür; gül yaprağı, tiken gibi batar, yaralar mı hiç?
Rahmet ıssı Allah, onları öyle halk etmiştir ki her biri, ne yapacaksa onu yapar, başka bir iş yapamazlar onlar,
Ama, sen insan soyundansın; dilediğini yapabilirsin; buna gücün yeter,
Sana, yola gidesin, ibadete, hayırlı işlere yönelesin diye ayak verdi,
İki elin, iki ayağın, senin hükmündedir; elini uz tut, ayağını düz tut,
Gel hele, eğri yola gitme; kötüdür o gidiş; doğruluktan başka birşeye de el atıp tutma,
Hayırlı işlerde bulunasın, doğru yolda yürüyesin diye organ verdi sana,
Böylesine iyi organla aksine iş görürsen, her hâlde kendi boynunu vurursun,
O sana, gerekeni onarasın diye organ verdi; sen ne diye yıkmaya kalkışır, kötü iş işlersin?
 4440, Adamsan organla iyilik et; sıcak kanlı ol, soğukluğu bırak,
Birkaç günceğiz zahmeti kabullen, dünyâyı bırak da din gamını ye,
Böylece de sonunda, körlük hapishanesinden kurtulur, varlığından, benliğinden geçer,
Allah'ya ulaşırsın,
Benliğin, varlığın, kapısı kapanmış bir evdir; oysa sana eğreti verilmiştir zâtı,
Cansan yürü de ona gönül verme; yoksa sonunda yıkılır o, sen de altında kalırsın,
Değil mi ki sonunda yıkılıp gidecek; ne diye gece - gündüz onu onarır - durursun?
Düz dursun diye ona direk dikiyor, payanda vuruyorsun ama zâti durmayacak, yıkılıp gidecektir o,
Kebapla, şarapla onu, yıkılmasın diye onarır - durursun,
Allah onu, yok olmak için var etti; nasıl olur da ilâçla durur kalır?
Senin gibi yüzlercesi bu işe girişti, bedenini nâz-ü naimle besledi:
 4450, Yağlı - ballı yemeklerle, birçok nimetlerle, ölümsüz olsun diye geliştirdi,
Ama faydası olmadı; ziyana uğradı; ansızın evi yıkıldı - gitti,
Hepsi de evin enkazı altında ezildi; çünkü zâti beden kadehinden içmişler, sarhoş olmuşlardı,
Boş yere ne diye ona hizmet eder de eziyetler çekersin? Bedeni terket de Arş'a uç,
Bedeni terkeden diri kaldı; atsız olarak canlar dünyâsında koşup yol aldı,
Onu elden çıkar ki bu yitirmek, bulmanın ta kendisidir; bedene bağlanan, yol yitirmiştir,
Yeryüzüne bir tohum eken, birini oynayıp ütüldü mü, karşılığında yüzünü bulur,
Sen de ömür tohumunu Allah için oyna da Allah, kapı açsın sana,
Sayılı ömrün, sayısız bir hâle gelsin; sınırlı yaşayış yerine, sınıra sığmaz yaşayış verilsin,
Geçici ömür, ebedî olsun; cennette Hak, seni suvarsın,
 4460, Varlığını terkedişte kâr edeceğini gören kişi, aşkla varlığını, benliğini terkeder - gider,

C
Varlığını terkedince buna, karşılık elde edeceğini gören kişiye, varlığını, benliğini bırakmak kolay gelir; hattâ o,
Varlığı, benliği terketmeye âşık olur, Netekim ekinci de evde, anbarda ne kadar tohum varsa, çıkarır, aşkla -
şevkle ovaya saçar; çünkü iyice bilir ki bire karşılık on, yirmi devşirecektir, Bunun örnekleri çoktur, Nasıl ki
esenlik ona, Mustafâ buyurur ki:
«Karşılığının verileceğine iyice inanan, ihsan eder - durur,»

Mustafa, birşeyi elden çıkarana, hemencecik karşılığının verileceğini iyice bilen kişiye buyurdu,
Cömertlikte bulunmak kolay gelir; çünkü karşılığında yüzlerce mislini elde edecektir,
Tohum eken, anbarındaki tohumu çıkarıp tarlaya götürmez mi?
Güzelce yere saçar onu: bire karşılık altı, hattâ on mislini devşireceğini bilir de,
Onu, ekin ekmekten men'edene, bu der, bilgisizlik yüzünden söylenen bir söz:
Ben bir tohuma karşılık, altmış mislini alacağım; bu işten el çeker miyim hiç
Bu çeşit öğüt benim işime vurulmak istenen bir bağ; dostum olan, bunun aksim söyler bana,
Dost olan, tohum ekme der mi hiç? Bunu ancak düşman söyler, düzenci söyler
Düşmanlığı bırak, bana engel olma; ne diye engel oluyorsun işime?
 4470, Çünkü o, iyice bilir ki karşılığını elde edecektir: bu yüzden de korkmadan yere ekin eker,
Allah'nın bir başa karşılık yüz baş vereceğine dâir vaadine inandıysan,
Başını yitirmekten ne diye korkar da titrer - durursun, ne diye âşıkların yoluna düşmezsin?
Ne diye neyin varsa feda etmezsin? Ne diye gece - gündüz, Allah'ya yüz tutmazsın?
Kim, varlığı terketti de yokluğu, alçalışı, gönül alçaklığını seçtiyse,
Allah'dan öyle bir varlık buldu ki, katresi, uçsuz - bucaksız bir deniz kesildi,
Allah'ya feda edilen varlığı, Allah'dan uzaklaşmış, ayrılmış görme,
Denize karışan katre, kendi varlığından yok olur ama deniz kesilir,
Padişahın yaptığını yapmaya gücü yeten kişi, ne yüzden askerin bir eri olsun?
Herkese üst olabilen, ne diye küçücük bir çocuk gibi kalakalsın?

CI
Yüce himmete sahip olan kişi, o kişidir ki, Allah'ya dalar da kendini unutur; varlığı kalmayınca da Allah varlığı,
onun varlığı olur, Netekim denmiştir,

Ne vakit biz, bizden ayrılacağız da
Ben sen gidecek, ancak Allah kalacak,

Himmeti aşağıda o kişidir ki kendi varlığına inanır, o kadarcık varlığı yeter bulur, Hani küçük çocuğa yüz tane at
bağışlarlar da sevinmez, bir kusçağız verseler sevinir,
onun gibi işte, Ömür o kadar değirlidir ki altınlarla dolu bir ev versen, bir anlık ömrü satın alamazsın, «Zamanla
yakutlar satın alırsın ama yakutlarla zamanı satın alamazsın,» Böylesi ömrü, karşılıksız yitirmedesin, Hele bak,
gör ki sonunda ne kadar acınacaksın,

 4480, Çocukcağız, bir kuşcağızla sevinir de âlemin hazînesi onca bir yeldir ancak,
Hazînenin zevkinden haberi yoktur da ondan dolayı boyuna kuşa bakar - durur,
O neliksiz - niteliksiz tada, yaşayışa karşı bu cihanın güzelliği, hoşluğu, kötüdür, aşağıdır,
Vay o kişiye ki o zevki bırakır da bunu alır; sonunda da elini dişler - durur,
Görür ki aziz ömür, yele savrulup gitmiş,-Dilerim, hiç kimse böyle bir ziyana düşmesin,
Bir günlük ömre bile paha biçilmez; karşılığında altınlar versen,
İyi bil ki ömrün bir ânını bile elde edemezsin; dünyâ definesine karşılık onu satın alamazsın,
İşte böyle bir ömür, yitip gitmede; satıcı, karşılığını almadan kumaşını satmaz,
Sense böyle değerli bir kumaşı, karşılıksız verdin; bu ziyana nasıl sevinebilirsin?
Bu ziyana ne sınır vardır, ne son; ömrünü, karşılıksız olarak kolayca veriyorsun,
 4490, Dünyâda ömürden aziz birşey yoktur; ömrünü sıkı tut da gitmesin elden,
Ömrün ömrüne karşılık da can istersin; yoksa ömür, pek ucuz olarak elinden gider,
Ömrünü Allah'ya harca da karşılığında ebedî ömür elde et,
Toprağa ne ekersen onu biçersin; bu böyle değil mi?
Buğday ekersen, devşirme zamanı buğday, arpa ekersen arpa biçersin,
Yeryüzü, ekileni vermeyi Allah'dan öğrendi; daha da bunun gibi yüzbinlerce hüner elde etti,
Yeryüzü bunu yapıyorsa, iyi işler yapmana karşı Yaradan, neler yapmaz sana?
Bir can için binlerce can verir; bir altın kesintisi için yüzlerce mâden bağışlar,
Neyin varsa ona bağışla, evde bir kumaş parçası bile bırakma,
Böyle yap da senden hiç bir şey eksilmesin; hattâ senden bir giderse, yerine yüz gelsin,
 4500, Canla - başla dostta yok olursan yüz de nedir ki? Sayısız kâr elde edersin,

CII
İnsan dünyâda ne kadar soluk aldıysa, kendisi onlara önem bile vermez ama, hepsi de Allah katında
yitmez;sonunda hepsi de, hayır olsun, şer olsun, gözünün önüne gelir; netekim «Artık kim bir zerre ağırlığında
hayır yaparsa, görür onu ve kim bir zerre ağırlığında şer yaparsa görür onu» buyurur,

Hak, Kur'ân'da buyurdu ki: Ey kendine kapılıp aldanan kişi iyi - kötü,
Bütün yaptıklarını göreceksin; hayır, şer, hepsi de gün gibi belirecek,
Yaptığın şeylere bak da düşün, yapılmaması gereken şeyleri yapmaktan sakın,
Çünkü sonunda hepsi de dönüp sana gelecek; ne mutlu o cana ki ibâdet tohumu ekmiştir,
Keski karşılığı sayısız olmayacak kadar az tohum ekseydin,
Bir kötülüğü, hırsından ikiyüze çıkarmaya kalkışma; aman, kötülükten sakın, aman,
Karınca kadar olan kötülüğü yılana döndürme: kötülükten kaç, iyilik etmeye bak,
Ne mutlu iyilik tohumunu ekene; o, bir ekti, karşılığında yüz devşirdi,
Sonunda da Allah zenginlerinden oldu; ölümsüzlük yurduna göçtü, yücelikler buldu,

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder