2 Haziran 2016 Perşembe

Makalat Semseddin Tebrizi

Senin geç kalmış olman da maksadı

ayağa düşürür. «Bunda
zorluk vardır,» dersem, «Biz bunu teselli ve aldatmaca olsun diye söyledik,» deme. işin gerçek tarafı

sözü apaçık söylemektir.
Buna ne engel var? O peygamberlere yaraşan nifak (ikiyüzlülük) gibidir ki, onlar bunu çok güzel

yaparlar. Ama, o sözden
doğacak menfaat sade sana aitse, sözü söylemektense hiç söylememek daha uygun olur.
Bir gün

birisi bana dedi ki: «Ben, senden daha çok Mevlânâ'nın öğütlerinden faydalanıyorum.» Ben de buna

karşı
dedim ki: «Dostlar topluluğunu bir araya getirelim, onların anlayacağı bir bahsin yorumlanmasını

yapalım.» Bundan maksat,
cemaat aldatmak değil, ilmî bir fayda sağlamaktır. Nasıl ki, Kuran'da Yusuf Peygamber, Allahya.

yalvarırken, «Yarabbi! Bana
mülk verdin, söz ve rüya yorumlamayı öğrettin,» (Yusuf sûresi,101) anlamındaki âyette işaret olunan

bu yalvarmayı ona
öğreten kimdir? «Semaların ve yerin yaratıcısı,» buyrulması da ona özel bir yoldan öğretilmiştir.
Genel yoldan da yine âyette, «Onun yorumlanmasını ancak Allah ve ilimde çok ileri olanlar bilirler,»

denildikten
sonra, «Beni Müslim olarak öldür!» diyor. Tuhaf değil mi? Bu açıklamadan sonra Yusuf hangi

Müslümanlığı istiyor? Sonra da,
«Beni, salihler topluluğuna kat!» diyor. Hangi Salihler? Her peygamberde salihlik vardır ama her

salihde peygamberlik yoktur.
Bu, «Allahm! Beni peygamberlikten nasipsiz kılmadın; velilerden de nasipsiz etme, ruhumu onlara

eriştir!» demektir. Eğer
böyle olmasa idi, hem îslâmda, hemde salihlere karışmak yolunda sebat etmek ister miydi?
Emir terk olunamaz. Şüphe yok ki, bu fakirin emrinde de faydalar vardır. Bu emirle maneviyat kapıları

açılır. Fakir,
dünyaya, onun nimetlerine, onun süslerine göz dikmez; o tavsife sığmayan bir devlettir. Şüphe yok ki,

zengin çocuklarından,
dünya nimetlerinden faydalanmış olanların bir şeye ihtiyaçları yoktur. Onlar, onun peşinden

koşmazlar, ama onlarda
yumuşaklık ve büyük bir hoş geçinme isteği vardır. Aşırı davranırlarsa o zaman fesat çıkar; onlardan

nefislerinde üzüntü
duyarlar ve üstünlüklerine yaraşmayan bir şey bekleyenler, nefislerini dünyadan ayıramazlar. Onlar

asla tövbeye de
yanaşmazlar. Dünya heveslerine kapılırlar. Onların Kuran'da: «Seni sapkınlıkta buldu, doğru yola

yöneltti,» (Duha sûresi)
anlamındaki hidayetle de ilgisi yoktur. Hepsi sapkınlık tarafına kaçtılar. Şeytan seni azdırınca sen

kendinden hidayet yoluna
girebilir misin? O seni azdırınca senin halin sana Cebrailin erişmesinden daha hoş görünür. Belki

sadece Allah kuluna karşı
olan yardım ve gayreti ile seni bu yoldan çevirir..
(M. 99) Benim nefsim bana öyle uysallık gösterir ki, Önüme yüz binlerce helva ve kebap getirseler,

gerçekten isteğim
bile olsa, başkalarının can attıkları o yemeklere asla dönüp bakmam. Vaktinde ona vereceğim arpa

ekmeği, vakitsiz vereceğim
kebaptan daha hoştur. O kapalı kaldı.
Hikmet ehli bilginlere göre küçük âlem, insanın yaratılışında gizlidir. Büyük âlem de, bu bizi

çevreleyen âlemdir.
Peygamberlere göre de, dıştaki bu âlem, küçük âlemdir. Büyük âlem, insanoğlunda gizlidir. Şu halde

sen de bu âlemden,
insanlık âleminden bir örneksin. Neden sen de bana bir armağan vermiyorsun? Mademki sen bir

yadigâr alıyorsun, sen de
bana bir yadigâr ver ki, bir vakit seni anayım, öyle dostlar tutalım ki, onların arzusu ile yürüyelim.

Onlar da o saygısızlığı
göremiyorum ki, ona göre hüküm verelim. Onlar öyle dostlar olmalı ki, bu ötekinden daha kuvvetlidir

diyebilelim.
Şiir:
Seni, incinirsin diye gönlümde saklayamam, Alçalırsın korkusu ile gözümde de tutamam, Seni

gözümde, gönlümde
değil canımda saklayayım ki Son nefesimde bana son yar olasın.
Senin aşkında, benden başka kimse sebat gösteremez. Benden başka hiç kimse çoraklığa tohum

ekmez. Düşmana
da, dosta da seni kötülemek istiyorum ki, seni benden başka hiç kimse sevmesin.
Âşık, bir vakit, o kötülemekten sevgiliye bir zarar gelmemesini ister. Onu incitmemeyi düşünür. Ama

ona bir elem ve
ıstırap gelecekse, vay o güne! Ben Allahtan altın isteyeceğim, o da hemen verecek; bu para ile bir

köle satın alacağım, ona
bilgi öğretecek, kendimi oyalayacağım. Evet, Allah altınlar verir. Yahut istemesem de verir. Bana

veriyorsun ve diyorsun ki,
«Bu para ile bir değirmen satın alacaksın onu benim için al; senin hesabına döndüreyim.» Değirmen

taştan ve demirdendir.
Bu ise etten, deriden, sinirden ve damardan yapılmıştır. Ayrıca bunun canı ve hayatı vardır. Eğer sen

vermezsen ben kendim
dönerim. Bu yüzden her gün bana birçok itirazda bulunurlar; onun üç beş kuruş kazanması bundan

daha faydalı idi, derler.
Çocukluğumda benim iştahımı kaçıran işte bu söz olmuştur. Aradan üç dört gün geçtiği halde hiç bir

şey yemiyordum. Sade
halk sözünden değil Hak sözünden bile ürküyordum; sebep yokken yemekten içmekten kesilmiştim.

Babam, «Oğlum ye!»
dedikçe ben, «Bir şey yiyemiyorum,» diyordum. Artık zayıflıyordum, kuvvetim o dereceye varmıştı ki,

istesem pencereden
kuş gibi dışarı uçarım, dedim. Bunda keramet var ama sana açıklamak istemiyor, dediler. Mucizeyi

inkarcılığa karşı gösterirler.
Sen eğer tam manası ile inkarcı değilsen, sana bu açıklanmaz. İsteyene açıklanır. Bu bir topluluk

içinde olur. Bir köşecikte
değil; etrafımızda bir insan topluluğu var. O tek bir kimse olsa idi sözleri kuru davadır derlerdi. (M.

100) İşin kötü tarafı
Mevlânâ bana dün, «Bahaeddin onlar ile birlikte oturduğu için senin sözünü

soğuk karşıladı,» dedi. Bana gönül vermedi ki,
Bahaeddin'e sadece «Bahaeddin» diyeyim. «Mevlânâ Bahaeddin,» demek böyle dostlar için teveccüh

sayılmaz, bunu gönül
istemiyor. O ok atmayı bilmez; bununla beraber ilmini, usulünü iyi bilir. O isterse iş başka olur. Elbette

başka şey istemiştir. O
ulu Allahnın vatanını, müminin sevgilisi ve dileği olan o kutsal yeri (Kabe'yi) istemiştir. Ama denilemez

ki, mutlaka onu
dilemiştir. Eğer bir şey istemişse bunu istemiştir derler.
Şimdi Mevlânâ'nın «İncindim,» dediği meseleden söz açayım. «Mevlânâ'nın sözlerinden Şems çok

faydalanıyor,»
demişler. Evet bana şu yönden faydası var ki, bu surette bize yardımcı olur, bana bazı işaretlerde

bulunur. Ama o işaretler
size değil, yalnız banadır. Onun hitabı da size değildir. Görüyorsunuz ya, beni bir garip olarak nasıl

buldu; nasıl rahata, huzura
kavuşturdu! Şu halde Mevlânâ kimin Mevlânâsıdır? O bir kimseye bir isim koyarsa (kimi tutarsa) asla

ondan vazgeçmez. Gece
görmüş olduğu her rüya, sabah namazından önce gerçekleşir; ikinci namaz vaktine kadar tesiri

devam ederdi. Bunun âdet
halini almaması için yürekten gelen bir gayretle uğraştım. Bu nasıl şeydir? Bu başka bir namaz mı

sayılır?
Bahaeddin bir aralık, dalından koparak yere düşen bir sonbahar yaprağı gibi ayağıma kapandı. Bu

hal, bir kere, iki
kere değil, hayli zaman sürdü. Rengi toprak gibi olmuştu. Bir gün şöyle bağırdı: «Mev-lânâ'nın önünde

oturan Şemseddin sen
misin?» «Evet benim,» dedim. Yanımda oturdu. Bulunduğumuz küçük kervansarayın ufacık bir

odasından ona sesler geliyor,
«Nerdesin, nerdesin?» diyorlardı. Şimdi bu kadar yeter...
Herkes bilir ki, Tekkede, cansız bir varlık bile yedi aydan fazla bana tahammül gösteremez.

Medresede beni
dinleyenler divane olurlar, ama akıllı kimseleri niçin deli etmeli? O zaman, onlarla konuşmaya imkân

olmaz. Ancak şu var ki,
ben sofî olayım, olmayayım bu dergâh temiz insanların yeridir. Onlarda satın almak, pişirmek kaygısı

yoktur. Cansız varlıkların
da ayrılma ve birleşmeleri vardır. Ancak onların iniltileri duyulmaz. Nasıl ki, Kuran'da da, «Hiç bir

varlık yoktur ki, kendine
mahsus dili ile Allah'yı övüp ululamasın,» (îsra sûresi,44) buyrulmuştur. «Ama biliyorum ki, ben buraya

oturmak için
gelmedim. Hazırlanın da artık beraberce gidelim,» dedi Bahaeddin. Ben, «Bugün hazırım,» diyordum,

sonra vazgeçiyordum.
«O hücreye her gelişinde hiç eli boş gelmiyorsun,» diyordu. (M. 101) Ben de ona, «Sen böyle bir

şeyleri düşünme,» dedikçe
o, «Hoşuma gitmiyor!» diyordu.
Bir gün de, Aksaray'da Hacı Ebûbekr'den ödünç bir şeyler almak istiyordu olmadı. «Eli boş nasıl

gidebilirim?» dedi.
Ben, «Vazgeçtim,» dedim. O halde, «Dostlara himmet için yararlı bir iş yap,» dedi. Evet, üç kere

selâvat getirin ve Alla
Hümme Salli Âlâ Muhammedi deyin. Başka ne yersin? Ne pirinç, ne pirinç, ne et, ne et... Zehra diyordu

ki: «Burada dervişin
neler yaptığı, senin yaptığın ve başından geçenler Mevlânâ katında bilinmektedir.» Derviş o

mertebeye ne ile geldi? Onun işi,
hep hayırdır. ;
Biri satranç öğrenmek için altı bin kere oynamıştı. Toprak üstüne oturmuş bugün de oynuyordu, önce

ruhlardan iki
tanesini çıkarıyor, sonra da piyadeleri atıyor; böylece her gece bir Mağripli ile üç parti oynuyorlardı.

Atı ve ruh'u çıkarırdı, ben
de ayakta seyreder sonra otururdum.
Akıllı ve insanoğlu olan odur ki, hep kendi mektubunu okumasın; arada dostun mektubunu da

okusun. Senaî ne güzel
söylemiştir dedi Mevlânâ:
Her türlü aşırı isteklerden, cimrilikten arınmış bir kalp göreceksin.
«Bu güzel!» dedim. Bu cevabım hem Mevlânâ'ya hem de Senaî'ye idi. Yoksa istese idi, ayağı yanık

Şerife de cevap
verirdik. O, Seyrül-ibad kitabının sonlarında Senaî'ye verilen bu cevabı soğuk bulmuştur. Onun

gönülden haberi yoktur. O
kalp, o gönül nerede? O aşağılık adama öğüt vermişler, nefsini pislikten, cimrilikten, kötü huylardan

temizle ki, cehennemden
kurtulasın, demişler ama kalp ve gönlün niteliklerinden söz etmemişler.
Yüce Allah, «Yerler ve gökler beni kavrayamadı, ama ben mümin bir kulumun gönlüne sığdım,» ve

ayrıca, «Müminin
kalbi, Allahnın iki parmağı arasındadır,» ve yine, «O, sizin kalbinize bakar,» gibi kudsî hadislerle kalp

mertebesine işaret
buyurmuşlardır. Şu halde, «Aşırı isteklerden ve cimrilikten arınmış bir kalp göreceksin,» diyen

Senaî'nin bu sözü üzerinde çok
düşündüm, hatırımı zorladım; bu mananın belgesini bulayım dedim. Mevlânâ, Senaî'nin şu anlamdaki

beytini de okudu.
Beyit:
Ey Senaî gel bu âlemde kalenderler gibi yaşamaya baki
O, temizlikten dem vuran kuru davacının gözlerine toprak saç!
(M. 102) işte kuru davacıların yoksunluğu, onun habersizliği bundandır. Nasıl ki, Bayezid, ömrünün

son gününde
zünnar istedi. Şahadet getirdi. «Şahadet ederim ki, Allahtan başka ilâh yoktur, şahadet ederim ki,

Muhammed Allahın
elçisidir,» dedi. Şimdi burada iki görüş vardır. Bazıları onun Müslüman olarak öldüğünü bazıları da,

kâfir gittiğini söylerler. Bir
kimse bu saatte iman getirebilir ve, «Ey ulu Allahm,» der, «sen öyle bir kerem sahibisindir ki, bir kâfir

senin hakkında yetmiş
yıl uygunsuz sözler söylese de son vaktinde yine sana dönse ve iman getirse kabul edersin,» diyebilir.

Hazreti Muhammed'e
ümmet olmak nerede? Hazreti Muhammed nerede? Ona hem surette, hem manada uyabilmek

nerede? Yani nerede bir ışık ve
aydınlık görürsen Muhammed onun göz nuru olur; onun gözü de Muhammed'in gözü olur. Sabır ile

daha başka niteliklerle
süslenmiş olur. Bırak başka sıfatları, sabır'la ve daha güzel vasıflarla bezenmiş olur.
Şeyh nedir? Müridin varlığı nedir? Ancak yokluk değil mi? Zaten, mürid yok olmadıkça mürid olamaz.
Hamamda iki adam, birisine bir emanet bıraktılar. Bunlardan biri yıkanıp çıktı; bıraktığı çantayı istedi

ve alıp
hamamdan gitti. Biraz sonra arkadaşı çıktı. Hamamcı, «Para bendedir, ancak o arkadaşı getir de al

paranı!» dedi.
Ben şimdi hak erenlerden, halktan gizli yaşayan o topluluktan söz açmak istemiyorum. Onlar böyle

imkân buldular,
böyle yaşadılar, geçip gittiler. Ben de dedim ki: Mevlânâ'dan başka hiç kimse ile konuşmayayım,

yalnızca Mevlânâ ile sohbet
edeyim. Şimdi gel de kulağına söyleyeyim; ben bir iş yapmak istiyorum. Ama Allah engel olursa beni

dinlemez. Bizi gören
kimse, ya Müslümanın Müslümanı, ya da zındığın zındığı olur. Çünkü bizim manamıza erememiş olanlar

ancak dış yüzümüzü
görürler; ibadetlerimizde dış görünüşü bakımından eksiklik bulurlar. Çünkü onun himmeti yücedir, bu

ibadete de ihtiyacı
kalmamıştır sanırlar. Âlemlerin gerçekten bağlılık sebebi olan iba-det'ten uzaklaşırlar. Bir kere benim

arzuladığım şey, senin
dediğin gibi değildir. Sen diyorsun ki, «Arzu edilen hep odur, onu inciten bir şey var ama eli ona

erişemez.» Bu Sunnîlerin
mezhebi, uygulamada Mutezile mezhebine daha yakındır. Mutezile mezhebi de, felsefeye yakındır.

«Kardeşi için kuyu kazan,
içine kendi düşer,» derler. Bu nasıl bir inançtır? Ben ki dervişlik yönünden geliyorum, bu yol bütün

korku ve tehlikelerle dolu
olduğu halde yine de yüce Allahnın koruduğunu görürsün.
(M. 103) Bu saatte sen bir dervişle berabersin. Bu nasıl korku ve kötü düşüncedir ki, bu toplum

Allahya, «Öküz
çobanı Ahmet,» derler. Onları terbiye eden nedir? Şüphe yok ki bu dünyada onlar palaslarım

boyunlarına asmış; o faydasız
azap içinde, o bilgisizlik ve karanlık âlemde mezarlarının kıyısına kadar sürüklenip giderler; mezar

kıyısından sonra da, acaba
Allah o kulunu cehenneme kadar naz ve nimet içinde mi yaşatır? Diyelim ki, ben bir aralık kötü elbise

giydim; bu benim
arzumladır, yoksa benim hakkımda Allahnın dilediği hep lütuf içinde lütuftur; kerem içinde keremdir.

Ancak şu var ki benim
-lâyık olduğum şey yerine göre lütuf da olabilir, kahır da Ama lütuftan üzülüyorum ben. Bana her dört

günde biraz gevşeklik,
bir uyuklama hali gelir. Biraz sonra da bu hal geçer. O zaman bir lokma bile yutamam. «Sana ne

oldu?» derler. «Bana hiç bir
şey olmadı, öyle birinin divanesiyim ki, üstümü başımı yırtarım. Sana gelirsem senin elbiseni de

yırtarım.» «Bir şey yemiyor
musun,» derler. «Hayır yemiyorum.» Bugün yarın, o bir gün, başka bir gün de...
Hemşeri nedir ki, benim babamın bile benden haberi yok! Kendi şehrimde bile garibim. Babam bile

bana yabancı.
Gönlüm ondan ürküyor. Öyle sanıyorum ki, üstüme yıkılacak; bana güzellikle söz söylerken bile beni

dövecek, evden kovacak
sanıyordum ve kendi kendime diyordum ki: Eğer benim manevî varlığım, onun manasından doğmuş

olsaydı, gerekirdi ki,
bendeki mana onun yavrusu olsun; onunla uyuşsun, anlaşsın ve olgunlaşsın. Kümes tavuğunun altına

konmuş bir kaz
yumurtasıyım sanki. Gözlerimden yaşlar boşanırdı.
Şeyh, hadis anlatıyor, filan hadis bilginleri ki böyle

kimselerin içeride ve dışarıda kırk tane yetiştirmesi vardır; bunlar
ya divane, yahut sevdalıdır, diyordu. Kulak verdim, benim halim o hal değildi. Diyordum ki: Sen bizim

babamızsın. Nasıl
oluyor da bizi götürmelerini uygun buluyorsun? Beni gizlice divane ediyorsun, kafamı bozuyorsun ben

ne yapabilirim?
Mevlânâ Celaleddin, sanki beni şu zevk ve istekler âleminden ateşe sürüklüyor. Ancak, beni

bağlamak için zincir
getiren o zata niyaz için nasıl gideceğim, diye düşünüyorum.
İki sevgili arasındaki davranış nasıl olursa, ben de, sana öylece gelip boynuna sarılıyorum. Başka ne

.yapabilirim? Bu
niyaz ile elde edilirse, demek ki, Hakkın iradesi dileğimize göre açıkça belirmiştir. Çünkü murat yani

istek iradeden pek
gizlidir. Murat, iradeyi bilir, ama irade muradı bilmez. Şu halde, o ne yaparsa Allah iradesi ile yapar.

Onun için, işlerine hiç
kimsenin karışamayacağı o sevgilinin yaptığı her şey, iradeye uygundur. O her ne yaparsa iradeye

göre yapar. Her ne işlerse,
iradeye uygun düşer. Bir kimseyi gördüğü zaman, onun doğuştaki halini, son durumunu, yaşantısı

boyunca hangi duraklardan
geçeceğini de görür; ama asla o işleri yapmayan, Allah buyruğunu tutmayan kimse, nasıl olur da onun

aksini yapabilir? O bir
yerde umut ışığı görürse belki uyanık davranır. Nasıl ki, Şeyhin nazarı ona erişmiştir dersin. Öyle bir

insanın işi o yüzden
tamam olur. O, bu halin Şeyhden ve kendisi tarafından olduğunu sanır. Böyle bir Şeyhin etkisi nasıl

olur? Bakarsınız ki, onda
hiç bir seyir ve sülük yoktur. Şeyh de kendisine bir şey söylememiştir. Burada Bayezid'e hıyar tarlası

hikâyesini anlattılar.
Dediler ki: «Adam hiç karpuz yemedi.» Dedi ki: «Ben, Peygamberin karpuzu nasıl yediğini bilmediğim

için yiyemem.» İşte
Peygambere uygun davranış burada hem suret, hem mana yönündendir. Peygambere uygun davranışı

surette korumak
gerektir. Şu halde bu uygunlukta hem sureti, hem de manayı korumayı nasıl ihmal edebilirsin? Hazreti

Mustafa, (Allahnın
Selât ve Selâmı üzerine olsun), şöyle buyurmuştur: «Yüce Allahm! Biz sana karşı, senin ululuğuna

yaraşan şekilde kulluk
edemedik.» Bayezid ise, «Kendimi kutlarım, şanım ne yücedir!» diyor. İş böyle olunca bir kimse,

Baye-zid'in bu sözüne bakıp
da, onun hali Hazreti Muhammed'in (S. A.) halinden daha kuvvetli olduğunu sanırsa çok ahmak ve

bilgisiz sayılır. Eğer şeriatın
gerçek yönünü araşan, evet şeriat da vardır, tarikat da! Şeriatın hakikati kandil gibidir. Kandilin

maksat ve manası ise, bir
yere gideceğin zaman sana ışık tut-masıdır.
Ona dosdoğru güvenebilirsin. Ona fitil takarsın havadan asarsın, onunla çevreyi görürsün. Ama bir

yola gitmezsen
onun sana ne faydası olur? Hep yerinde duran bir ışıkla hakikata nasıl erebilirsin? Gerektir ki,

hakikate eresin! Tarikat
yolundan yürüyesin! Diyelim ki, bu testi çorak bir su ile doludur. Sana, «Bu ırmak suyudur,» diyorum.

«Ver bana,» diyorsun.
Veriyorum. Ama, «Bunu o acı sudan tamamıyla boşalt,» diyorsun...
Sıcaklık soğuklukla, soğukluk sıcaklıkla birliktedir. O işler soğumadıkça bu iş kolaylaşmaz. Bu söz

sona ermiş değildir.
Ama uykuyu kaçırmıyor. Uykum kaçsın diye başımı sana dayadım.
Şu su ve toprak âleminin ötesinde gayb alemindeki dağın arkasında Yecuc ve Mecuc'lar (M. 105) gibi

birbirimize
karışmıştık. Ansızın oradan, bize, «ininiz aşağı!» sesi geldi. Oradan bu aşağılık âleme indik. Uzaktan,

karanlık ve yokluk
âleminde bir varlık belirdi. Uzaktan, kentler, ağaçlar henüz görünmüyordu. Bu âlemi hiç görmemiş

çocuklar gibiydik; yavaş
yavaş yaklaşdıkca, dane ve tuzak belâsı, derece derece gözümüzün önünde belirmeye başladı.

Daneye kavuşmanın zevki,
tuzağa düşmenin zorluklarına üstün gelmeseydi bu âlem, bu varlık da meydana gelmezdi.

Söylendiğine göre, Âdem, uzaktan
bir taş gördü ki, heybetle kendisine doğru geliyordu. Muhabbetsi ayaklandı ve ona doğru koştu.
Dedim ki: Onların ululaması, saygısı ancak elli kişiyedir (!) Birisi sizin hakkınızda kadıya veya

başkasına bir nafaka
davası açmıştı. Hattâ adınızı bile söylememiştir. Çok kere kadı hevadan hüküm verir ve der ki:

«Sözüm onun kız kardeşi
içindik. Ona nafaka ver!» Bu sana borç sayılır. Benim korkum sizin gönlünüzü kırmaktır. Derler ki, bir

şeyi almakta çirkinlik
olduğunu, onun değiştirildiğini görürsen üzülürsün. Şer yoluna gitmek insanın hoşuna gider. Bu işte

sebat etmek de ona
ferahlık verir. Ama kadının hevadan hüküm vermesi bilinemez ki! O çok kere ancak şeriat üzerine

hüküm verir. Fakat bazen
de hevadan, yani keyfine göre karar verir. Buna karşı tedbir alırız. Ama o zamana kadar da iş işten

geçmiş olur. Bu hep
böyledir.
Sarayda bir Padişah vardır. Padişaha giden yol kapıdan geçer. Yani ona saygı göstermek için gelenler

çok yüksek
olan sarayın yan duvarlarından giremezler. Allah korusun! O duvarlardan atlamak isteyenler düşerler.

Her şeyi mubah gören
saygısızlar da ancak kapıda 'kalırlar. Bazı kimselerin kullukta nasıl davranacakları hakkındaki

kuşkuları büyüktür. Dedim ki: Bu
eksik bir düşüncedir. Başka bir cevap daha var, ama burada söz tehlikelidir. Bu sözü çok dikkatle

dinleyin. Kapı dışından
gelenlerin sultan sarayına mutlaka kapıdan girmeleri gereklidir. Ama

Padişahın bazı has kulları da vardır ki, onlar zaten hep
içerdedirler. Bu çetin bir konudur. Burada büyük tehlike vardır. Hazreti Muhammed (S.A.) zaten has

kullardandır. Kulluk
vazifesini tamamiyle yerine getiriyordu. Yine cevap olarak deriz ki: Hazreti Peygamber, kullukda tam

kuvvet ve kudret
kazandığı zaman bile ondan kulluk manası asla eksilmez ve daima daha güçlü olurdu. Kulluğun

yüksek zevkini tadardı. O
kapıda olduğu vakit kendini içerde görür, içerde iken de kendini yine içerde bulurdu. Ama

başkalarında bu cihet zayıf idi; o
mana, onlarda eksik kalıyordu. Nasıl ki, Ebû Said (Ebül Hayr), Ebû Ali (Sina) için bu nasıl adamdır?

demişti. Bir şeyler yaptı
ama yapmamış sayılır. Ben ve Mevlânâ, her ne kadar iş zamanında kasıtlı olmayarak ibadet vaktini

geciktirmekteyiz. Buna
razı değiliz. Bunları gizlice kaza ediyoruz. Hele Cuma günleri Namaza gitmesem gönlüm daralır. (M.

106) Niçin onun
manasını bu mana ile birleştiremedim diye üzülürüm. Burada gerçekten bir üzüntü olmasa bile yine

üzülüyorum. Ama bir kul
ki, ibadet ederken ansızın ilâhî hidayet onu cezbetmiştir. Hem ilk önce şu öğüdü hatırlayın ki, benim

sözlerimde tekrarlamak,
yeniden anlatmak yoktur. Ne desem ona uymak yaraşır. Her ne oldu ise o hep bizim sözlerimizi tekrar

etmekten oldu. Sözü
hiç tekrar etmeyin. Eğer birisi, söyleyin de bari hoşça, cana yakın ve tatlı sözlerden bir şeyler

dinleyelim ne olur? diye İsrar
ederse, eski konuştuklarımı tekrar edemem. Eğer sana gerekli ise, git dinle! Sözün sırası gelince onu

ben bilirim. O zaman
söyleyeceğim. Ama uygun görmezsem hiç söylemem.
Hoca Ebubekr (Sellebaf) bizim pirimizdir. Gel ki sana öpücük vereyim. Eğer şu saatte onu Kadıya

götürseler bizim
lehimizde söyler. Ona bizden dinlediklerini anlatır. Kendisine, «Niçin buna tanıklık ediyorsun?»

derlerse, şu cevabı verir: «Ben
ademoğluyum. Babam bir yanlışlık yaptı, Şeytan onun yönünü kesti. Sen de benim yoldaşlığımı kabul

etmezsen alçalırsın,
lanete uğrarsın. Meğer bizim gözlerimiz körmüş. O sizden uzak olsun,» deyiniz. Bir hadis vardır. «Ulu

Allah, varlıkları, onların
niteliklerini yaratmayı, geçimlerini, yaşantı sürelerini belirtmeyi bitirdi,» anlamındadır. Bu doğrudur

ama Kuran'da da, «O her
gün yeni bir haldedir,» anlamına gelen bir âyet vardır ki, bunun, sözü geçen hadise uygun düşmesi

için açıklanması gereklidir.
Burada, o her gün kulunun haliyle ilgilenmektedir, yani ezelden ebede; başlangıcı olmayan zamandan,

sonsuzluğa kadar
böyledir. Nasıl ki kul da hep onun halindedir. O da böylece kulunun halinden ayrılmaz.
Dün gece iki üç kere sizi andım. Bana bir yufka yüreklilik, bir ağlama hali geldi. Hoylu Muhammed

bana, «Şemseddin,
ben Sadettin'in yanında idim Ku-ran'daki, 'Cinleri ve insanları yarattım ki, bana kulluk etsinler,'

anlamına gelen âyeti
yorumluyordu.» dedi. Ondan sordum: Bu Allahnın hiç bir niyaz dileği yok mudur? Diyorlar ki, hiç

dünyaya gelmeseydim bu
yaratılan varlıkların bana göre bir yaban eşeği kadar değeri olmazdı. Şu halde bu nasıl dileksizlik olur;

ona ne demeli? Bu
yüzden de, söylediklerin gerçeğe uygun düşmüyor. Sadettin güldü. Ona dedim ki: «Bu işe gülmek

gerektiğini bildiğim için ben
de gülüyorum.» Bana, «Bu gece bizimle birlikte kal,» dedi. «Burada ne yapalım?» dedim. «Beynimi

kurutuyorsun, müridleri
de kuru kafalı yetiştiriyorsun, daha ne olsun!» dedim. «Bari gideyim bir çorba içeyim.» «Git!» dedi.

Karar verildi. O istiyordu
ki, senin bir zındık olduğuna fetva versin. Ona ne güveniyorsun?
(M. 107) «Ne diyorsun?» dedim. Bana, sen küfürdesin diyenin önünde ayağa kalkarak el bağlamak

gerektir. O,
zahirde göründüğü gibi değildir. Ben de, böyle sanıyor ve korkuyordum ki, önce beni Şahnenin önüne

çıkarır astırırlar. Bu
ondan değildir, o bizimledir. «Eğer bana gelirse koyver gitsin,» dedi. Ama ben korkmayan ancak

Allahdır, diyemedim, îş verir,
anlamaz, sorar: Allah nasıldır?
Mevlânâ Celâleddin, «Ona sus dedim hele,» dedi. «Ama benim derimi yüzerler, ben onunla bir şey

konuşamam.» «O
halde şimdi konuşma,» dedi. Dedim ki: «Şu kadehi eline al, sana secde edeyim.» Onu öyle bir

durumda gördüm ve dedim ki:
«Kadehi ben çekiyorum, sen sus hiç konuşma.» Hoşuna gitmedi, dedi ki: «Aydınlığı kızıl altında

arıyorsan dibi kurşun çıkar.»
Şemseddin diyordu ki: Bu bilgelerin hiç bir değeri yoktur. Hep, biziz biziz diye bıyık burup dururlar.

Bizim bu Şahap
da ahmaktır. O da, ben şöyleyim böyleyim diye bıyık burar. O şey ki yoktur, sen kim oluyorsun? Şirin

bir zındıkcık! Şems'in
sözünü başkalarından işitiyorum; bana hiç gayret gelmiyor. Ben bilmiyorum. Ben onun baş tarafını

alıyorum sana geliyorum.
Mevlânâ Celâleddin, bendeki büyük korkuyu altüst eder diye korkuyorum. Dua ediyordu. Erkekliğin

devamlı olsun, bu buğanın
kıçı sıkıdır. Ben yüz türlü çareye başvuruyorum. Allahm diyorum kendi kendime üç dört gün kadar

vezirin tekkesine gideyim
bari. Ama büyük ziyan olacak.
Gazneli Sultan Mahmud'un, Hindistan savaşına giderken büyük bir çadırı vardı. Onu kurmak için çok

güçlü seksen
kişiye ücret verirdi, ikindi namazına doğru birisi çıkageldi, «Ben bu çadırı tek başıma kurayım,» dedi.

Sabah namazından önce
çadırı kurdu. Ama Padişahın yüzü ekşidi, o güzel huylu Sultan Mahmud,

öfkeden yaratılmış bir insan olmuştu. Vezir
korkusundan hiç bir şey söyleyemiyordu. Ağzını açsa, bin kelle bir pula giderdi. Böylece yapılan iş boş

değildir. Âlemde bu
kadar büyük iş yoktur. Fakat bütün bunlar bir nişan veya dilek uğrunda yapılmıştır.
Bunda dilekten hiç bir nişan yoktur.
Alemde, o Mansur (Hallac) kendini bir şüpheye kaptırdı. O Bayezid de, ölümü sırasında cesaretsiz

davrandı.
(M. 108) Derler ki: Büyükler ki ömürlerinin sonunda tam bir inançla ona yüz çevirdiler, o sevgili

nerede? Halis
inkarcılar nerede? Yol o cihetten ruh yönüne gider. Bu cihet ise saliklerin yürüdüğü yoldur. Salikler o

yoldan giderler.
Bu iş medreseye gelmez, başka bir yönden de anlatılamaz. Bu dünyayı görüyorsun; bir yılın durumu

bile onlara
soğukluk veriyor.
Hazreti îsa da, böylece bu dünyadan, farenin kediden kaçışı gibi kaçtı. Yiğit gerektir ki, yedi başlı

arslanla oynaşsın da
gam yemesin. O ticaret kervan-sarayındaki alış verişten elde ettiği yetmiş çuval ipek ile, köle ve

cariyeleri bıraksın da her
şeyden el çeksin. Bilmiyor musun ki, onu kim yarattı? Başkaları da her biri birer kurban keser, onların

o kurbanda rızıkları
yoktur. Ama ben onların lokmasını yerim.
Ramazan boyunca, namazdan önce birer kurban keserlerdi. Biri dedi ki: «Bir sorayım, siz kurbanı

kimin için
kesiyorsunuz? Ben imamlık ediyorum ama görmedim.» Öteki cevap verdi: «Yallah, imam efendi,

birlikte yiyelim diye sizi
çağırmayı düşünmüştüm, ama beni başka birisi çağırdı, meşgul idim,» dedi. Acaba onları niçin

dövmediler?
Humus yolunda, o kılavuz kaçmadı. Herkes malını önüne kattı; hep ilk kervanın önünde olanı

soymuşlardı. Büyük
bilginler böyle ölü gibi, uyuklar gibi söz söylemekten uzaktırlar. Ancak rüyada Peygamberi görenlerin

hali başkadır.
Beyit:
Dedim ki dikensiz bir gül koparayım,
Yahut yâr! olmayanın yâri olayım.
Yüzünü ekşitti, sözlerimden incindi. Nasıl ki yukarıda sözü geçen Sultan Mahmud o güzel huyluluğu ile

hep öfke ve
hiddet kesilmişti; ne vezirin, ne devlet adamlarından hiç kimsenin onunla konuşmaya cesareti yoktu.

O sırada vezirin gözü
Ayaz'a ilişti. Onun gülümsediğini gördü; hemen yanına koştu ve sordu: «Durumun ne olduğunu biliyor

musun?» Ayaz, «Evet,
nasıl bilmem,» «O halde bu ne iş?» Ayaz cevap verdi: «İş, Şahın buyurduğu gibidir.» Vezir dedi ki: «Bu

adam bir iddiada
bulundu, iş istediğinden daha iyi oldu. Padişah o adam yokken de aynı kerem sahi-. bi Padişahtır.

Adamın bu hüneri
göstermesinden sonra da yine o Padişahtır. Bu değişme neden?» Ayaz: «Evet, orası Öyle ama Şah

öyle buyurmuştur. Şaha
şöyle dedi: 'Ey âlemin Şahı! Şu hali görüyorsun, işin içyüzünü açıkla;' Sultan şu cevabı verdi: 'Kul

efendiye nasıl emir verir?'
Bugün onun Padişahı odur.»
(M. 109) Gönlüm hoş oluyor. Biliyorum ki beni bir daha Kadıya götürmeyeceksin. Mademki iş böyledir

bu kadarcık
yeter.
Ama çabuk söylemiyorsun. Diyorsun ki: Lokmayı böylece ağzına koy; avcuna da yavaşça kuru üzüm

doldurayım!
Sarhoşum; avucun dolduysa dökmeyesin. Elini iyi tut! Bu üç oldu! Hey! Sana su da getirerek yardım

edeyim. Ey Asım! Eğer
onlara bir şeyler sorarsan susturursun, sen de onlara cevap vermezsin. Sadettin-i Hamavî, ona niçin

cevap vermedi. Ama o
nerede siz neredensiniz? Onun yazılarında benim sözüm üzerine akla uygun bir cevap varsa ve bu

kendi kafasından ve
gönlünden doğmuşsa, yerindedir. Ama eğer bana zorluk çıkarırsa hem Şeyhlerin sözünden hem de

benden bir nasip bulamaz.
Eğer hiç konuşmasa, kendisine yararlı çok büyük faydalar elde eder. Ah işte sen de böyle yap! Ah

güzel nasıl olur? Ben onun
kulağına söylerken sen de işittin ah diye bağıramıyorsan, bir ah çek bari!
Sen, başlangıcı bu nükte

olan o işleri bana anlatmıyorsun. Siz bunu arzuluyorsunuz, hiç hayır demiyorsunuz. Ama
hep su içer gibi bilmem diyorsunuz.
Şeyhden faydalanmak için iki soru sordum: karşılık vermedi. Acaba bizi, o vereceği cevabın

faydasından yoksun mu
gördü? Yoksa onu kavrayacak kadar yeterli olmadığımızı mı sandı. Yahut da onu bilmek bize kısmet

değil miydi?
Dedi ki: Onun âdeti değildir; böyle soruların cevabını vermez, ancak sırası gelir, neşelenirse söze

başlar ve konuşur.
Görüyorsun ki, konuştukları, hep şundan bundan aktarma ve yapmacık şeylerdir. Ya bir hadis, ya bir

hikâye yahut bir şairin
şiirini anlatır. Kendinden bir söz konuşmaz. Kendi doğuşlarından bir şeyler anlat, bir cevap söyle,

diyorum! Ama, o hal diliyle
konuşuyor. Nasıl ki şu duvar, sana «Benden ne ses bekliyorsun?» der. Kinişe bu duvardan bir ses

çıkacağını umar mı?
«Bu mana .açıktır,» dedi. «Sen niçin hücrede açık şeyleri konuşmuyorsun?» «Ben, kulaklarımı

tutmak istiyorum,
işitmek istemiyorum», dedi. Eğer o sağ olsaydı ben ondan bir şey dinlemezdim. Çünkü onları senden

işitti. Burada bilginin,
kitabın ne yeri var? «Nefsini öldürdün mü?» dedim; çünkü ölmek tekrar karanlığa düşmemek

demektir. Sende o zevk sürekli
olmalı, eğer sürekli ve sonsuz değilse bütün bu haliyle diyorum ki, «Nefis ölmüştür!» diyelim. Ama

kendisi yavaş yavaş ölür.
(M. 110) Şimdi bu öyle bir kimsenin yardımına bağlıdır ki, Allah onu da bir sebebe bağlamıştır. Ama, o

önceden
Allahya dönmüşse, akla gelen ilk sebep budur. Şu halde o kimse gelir, seninle onun arasında yerden

göğe kadar çekilmiş bir
duvar bile olsa, o yardımcı aradan o duvarı kaldırır, bir tekmede o engeli yıkar. Bundan önceki

duvarları nasıl yıktığını da
öğretir sana! Şimdi senin işin onun yardımına bağlı olunca, bu sonuna kadar sürüp gider. Onun bu ilk

yardımlarından sonra
da, Allah cezbesi gelir. Allanın kazasına boyun eğmek sana ne kazandırır? Onun işlerine razı olmak

gerektir. O her ne yapar ve
söylerse boyun eğersin; başka bir şey yapmazsın ki, o da yardımını kesmesin! Bir şey ki yardımı artırır

ona karşı saygı ve
Muhabbet çoğalır. Biz ölçtük, biçtik, içtik; bardaklar testiler devirdik! Öyle ki, elimizden kepçe de

kâse de bıktı! Saki herkesi
bıktırdı, ama o saki de ancak bir kişiden yıldı, elinden âciz kaldı.
Devamlı şarap, şüphe yok ki aklı kaçırır. On kadehle sarhoş olmasan on iki kadehle olursun. Diyelim

ki bir küp dolusu
içtin, bitirdin; başka bir küpten içersin. Sonra da batmanla içer, evde ne varsa tüketirsin. O zaman

şarapçı sana der ki: Bu
meyhane boşandı ise şehirde meyhane çoktur; oralara git. Bunlar söz müdürkü söylüyoruz? Yoksa bir

küp dolusu şarabı kim
içebilir? Yüz kişi bile içemez. Ama âlemde asla işitilmemiştir ki, içkiye düşkün bir adam şarabını

döktüğü zaman daha ayıktır.
Yahut her kim çok sarhoş olur, gırtlağına kadar içerse daha ayıktır. Bu böyle olunca, kimdir o aklı

başında olan ayık ki, aynı
zamanda bir cihanı ve âlemi akıllandırsın? îş-te bu şaşılacak bir haldir. O yiğidi görmez misin ki ilâhî

şaraba kanmış olduğu
halde hep elinde şarap tutmaktadır! Varlığı baştan başa şarap olmuştur, îş-te o yiğit geldi. İşte

görmüyor musun, o şarabı baş
aşağı getiren Pîr geldi, içimize düştü! Ama onun düşmesi, bin kere kalkışından daha hayırlıdır.
Allahya ant olsun ki, bizim kapıp kaldırdığımız o yiğidi, Allah yine bizden kapacaktır. N
;hayet senin karşına yolda
perdeler çekildi. O Şeytan, Allahdan başkasından gelmiş ise ö yok demektir. Şeytan senin karşına

çıkamaz; bunu iyi bil!
Görüyorsun ki seni nasıl kaptım, dostlarımızdan biri hatırıma geldi; düşmanlarımızdan demiyorum.
Düşmanlarımızdan, deseydim, o, dostlardan olurdu.
(M. 111) Mevlânâ'nm sözü yerindedir. Buyurmuştu ki: O kime söğerse velî olur. O sırada hatırından

geçti ki, sen
geldiğin zaman biz de, o geldi, diye konuşuyorduk. Gerekmez ki, bizim sözümüzü kessin. Ben dedim ki:

Burada o kadar
kuvvet var ki, onları tek renge boyayalım. içinde kıyam ve rükû gibi farzlar bulunmasa bile Allah ile

birlikte olursan canına
kuvvet gelir. Tenin aradan gider, gözün akan suya döner.
Kabristana gittiğin zaman ölülere saygı göstermek, onlardan bir şey istemek vacip değildir. Ancak

ölülerin halinden
sormak diriler üzerine vacip olur. Kabristandan geçerken, «Selâm sana ey müminler yurdu!» dersin.

Eğer biri dese ki, «Sen
ölü müsün? Diriler ölüyle konuşmaz. Onun sesi bu âlemde değildir. O başka bir âlemden gelen bir

sestir. Bundan dolayı bana
ne buyuruyorsun, ne yapayım şu âlemde?» Bunun işle ne ilgisi var? Çok söz eşek yükü gibidir, derler.

Bu bellidir ama sözden
de iş anlaşılır. Ama gerektir ki, söz hem öğretici, hem de açık olsun. Konuşurken tatlı, güzel ve zevkli

konuşmalı. Söz, kuru ve
tatsız olmamalı, söz ne kadar açık olursa o kadar parlak düşer. Zaman zaman hoşa giden bir sözün

aksini bile söyleseler yine
ona zevksiz bir sözdür diyemeyiz. Söz vardır ki, her tarafa çekip çevirebilirsin. Nasıl ki, «Minareden

atlarken yarı yolda pişman
oldu!» dediğin zaman sözünü kesmiyorum, «Söyle ama olacak şey

değildir,» demiyorum. «Sende bir kuvvet varsa söylediğin
sözler bana çok çekici gelir,» dedi. Ona sordum: «Artık ne cazibe arıyorsun? Her ne söylüyorsan

dinliyorum, onu doğruluk
yönüne çekiyorum, zevk alıyorum.»
Hazreti Peygamberin, «Yarabbi! Bize eşyayı olduğu gibi göster,» anlamındaki duasının içyüzünü

anlamayanlar şu taş
ve kesek âleminde rahat yaşarlar. Ancak gözü açık olanlar Allah âleminde seyirci olurlar. Meğer

senin de kulağın ve aklın bu
yolda değil mi? «Evet evet!» dedi. Tâ bugüne kadar yüzlerce askıda kalmış konulara değindik. Burada

sana kim engel oldu?
Her yolda hevesle senin sohbetine koştum. Senin sohbetinin niteliğini soranlara, «Ben onun

meclisine Kayseride uğradım,»
dedim. Şeyhin lütfü ve keremi bana erişti, onun bir işareti ile bana tımarlar bağlandı. Ancak geldiğim

zaman o meclise
yaraşan nitelikler bende henüz eksikti. Sen gittikten sonra beni yalnızca yanına (M. 112) çağırdı, dedi

ki: «Ben ona karşı
gösterdiğim gönül alçaklığını senin için gösterdim. Artık bunu yapmama sebep yok, niçin yapayım?»

Derler ki: Müslümanlık
gerektir. Evet Müslümanlık gerekse ona çalışmalı, yoksa aldatıcı akıldan ne çıkar? Boş sözler değil

mi? «Evet,» dedim.
Müslümanlık da keskin düşünceden doğmuştur, çok iyidir. Allahın seçkin kulları yok mudur ki,

Müslümanlar arasından yetişmiş
olmasın ve yine aynı Müslümanlıktan onlara bir korku gelmesin? Hepsi küçük yaşlarından beri

Müslümanlıktan başka bir işe
çalışmamışlardır, çalışamazlar da. Her ne kadar Müslümanlıktan ve Müslüman olmaktan kaçınsalar

da, Müslümanlık onların
yüzlerinden okunur.
Başlarını sallarlar, «Evet, evet!» derler. Ben de başımı sallarım, derim ki: Böyle aşırı davranışların ne

değeri var?
Eğer onu şarap alçalttıysa, şarabın etkisi altında kalır, söz söyleyemez; söylerse de belli olur, hiç

anlaşılmaz, onun başı da
belâya girmez. Ancak o kimse ki, susmak yüzünden, alçalmıştır, o, şaraba dayanamaz, onun ışığından

ve kokusundan
anlamaz. Onun başı kendiliğinden tehlikededir. Hallacı Mansur da bunlardandır. Ama.işte bu Hallaç o

yüzden şaraptan yüz
çevirdi. Bunun âlemde bir yankısı yoktur. Ama âlemde onun sözünü de hiç kimse söylemedi, işte

Hallaç garip kişi oldu. Bu
âleme geldi, gördü ve gitti. Ama ötekilerden belki daha yüz bin kişi var.
Önce ona bütün yolları kapadım. Ben şimdi söylenmiş (gevelenmiş) sözleri dinlemek istemiyorum.

Sana kulak
veriyorum, senden yeni sözler istiyorum; senin sözlerin nerede? Evet kulaklarım hoşlandı. Ama

kulakları hoşlanan o topluluk
da, bu yüzden kavga çıkarırlar. Eğer burada bir düşman olsaydı hemen şimdi öldürürüz derler.

Mademki, aramızda düşman
yok birbirimizle mi vuruşalım? Ama kıyasıya vuruşmayalım ki, bir yerimiz kırılmasın; kimse ölmesin,

birbirimizin yüzünü
mosmor etmeyelim dedim.
Ama o, «Hiç inkâr etmedi,» dedi. Ben de, «Etti!» dedim, hem de manevî inkârda bulundu. Semâm

hakkını vermedi,
onu tamamiyle anlamadı, işte bu inkârdır. Yoksa sen önceden bana bu sözü dinlemekten utanç

gelmiyor dememiş miydin?
Büyük Mevlânâ'nın (Sultanûl-Ulemâ) sözünü yazıyorum: Buyuruyor ki: «Eğer Hakkı göremiyorsan nasıl

secde
ediyorsun? Allahdan daha büyük birisine mi secde ediyorsun? Nihayet, yazılması küfür sayılan bu

sözde bir tutarsızlık var mı?
Kuran'da, «De ki, eğer deniz Allah yaratıklarını yazmak için mürekkep olsaydı, o yaratıkların sayısı

bitmeden denizin suyu
biterdi, isterse denize bir kat daha yardımcı gelsin!» buyurulmuştur. Bazıları bu konuda korkmadan

çok açık konuşmuşlardır.
Yusuf ve Zeliha hikâyesinde nasıl gizlilik olabilir? (M. 113) Ancak o sırrın sahibi eğer onun

açıklanmasını dilerse açıklar. Yoksa
o sır var olduğu müddetçe sır olarak kalır. Bilmeyenlere göre sır yoktur, onlar?, göre her şey açıktır.

Nerede o insan ki, içinde
bir sırrı olmasın; bir sır ki, Yahudilere ve. Mecusîlere kadar gelmiş, okuyan çocuklara kadar

ulaşmıştır. O nasıl sır olabilir?
Evet, sır olur, ama nasıl olur Kuran'm farz kıldığı şey nasıl sır olarak kalabilir? Evet sır olur ama

Kuran'm açıkça
yapılmasını farz kıldığı bir şey sır değildir. O değişik renkli de olamaz. Sır, nasıl değişik renkte olabilir?

Hele sözdeki himmet
hep sürekli olursa.
Kuran'daki nâsih ve mensûh bahsine gelince, bunlar nasıl kadîm olabilir? Va'd ile Va'id de öyle

değişik değil mi? Bu,
anlayıştaki eksiklikten ileri gelir. Nâsih, mensûh gibidir. Va'd de Va'id gibidir. O cihet bu sözlerle

anlaşılmazsa bunu başka bir
deyimle buyurdu ki, bu sözü kapayalım.
Her gün kendi sözümü tutmuyorum. Nasılki Senâî, o kişinin attığı kerpiçleri kuvvetli şiirleri ile

parçaladı; onun
ayağına vurdu. O zaman adam, «Hey, hey! Ne yapıyorsun?» dedi. Senâî şu cevabı verdi: «Sana

şiirlerini çürütmek, harap
etmek galiba güç geliyor.» «Sen niçin benim şiirlerimi değersiz buluyorsun?» Adam, «Yoksa sen

Senâî misin?» dedi ve
ayağına kapandı. O hilaf yani tartışma bilgisi okuduğundan dolayı tartışmacı

olmuştu. Ama bu sözümden onda bir muhabbet
belirdi. «Artık onun sözlerini kırmadım,» dedi. Sen de kendi benliğinden kurtulduğun zaman ona dön;

o sana dönünce sen de
dönüverirsin. Böylece susarsın. «Ama sonra ne yapayım,» dedi. Dedim ki: «Sen de kalkarsın alnına on

öpücük, yüz öpücük
kondurursun, tartışma böyle olur.»
Bu soru yalnızca Reşidüddin'den mi yoksa herkesten midir? Gel ey katıksız ruh! Biz saman altından

yürüyen su
muyuz acaba? Nasıl ki, su samanın altından yavaş yavaş yürürken samanın haberi olmaz. Saman,

ansızın havada toz duman
olur bir hamlede uçup gider. Ama su kalır yerinde. Senin olduğun yerde dost meydandadır. Aslanı

avlamak için ona karakulak
denilen bir hayvancık gösterirler. Onu görmeden aslan tutulamaz. Sofî de sürünerek olgunlaşır.

Şaha-beddin (Sühreverdi-i
Maktul) Allah zatı ve zat ötesi hakkında söz söyledi.
Gönlüm Nasiruddin'i istiyor. Ziya'ya şöyle demişti: «Karım Allah yoluna gitmiyor.» O da, «Onlar

uyumaktadır, uyku
çekiyorlar gerektir ki biz uyandıralım, denetleyelim,» dedi. Bir kere Şeyh Ebubekr'e murakabe

sırasında dedim ki: «Ondan
yoksun kaldık.» Dedi ki, «Onun müridini görüyorsun ya!» Bu sözü aynen Şeref de, Ebubekr'den

nakletmişti. Bir aralık, «Eğer
bu bulguru yemek sizde gaz yapıyorsa ben gaz yapan şeyler yiyorum. Bunu inkâr etmiyorsun ya!»

dedim. «Hayır,» dedi. «O
halde neyi inkâr ediyorsun?» Onu yapmayayım da ne yapayım? (M. 114) Ev birdir, kışın bin türlü

zorlukla yaşıyorum. Zaman
zaman kırlara çıkıyorum ne kadar zorlansam bir ses çıkmıyor ancak burada korkudan damarlarım

altüst oluyor da-ralıyorum
ve bende gaz toplanıyor. İstiyorum ki, o saatte bir leğen çalayım da ses arada kaybolsun. Şimdi de

böylece farz et, tâ ki bana
o utandırıcı hal gelmesin.
Ant olsun ki, senin yüzünü görmek bizim için mutluluktur. Hazreti Muhammed'i (S. A.) görmek dileyen

kolayca gitsin
Mevlânâ'yı görsün. Rüzgârla dalgalanan çimenler gibi kendini zorlamadan onun önünde eğilsin.

Bunun aksine davranmak
isteyen de dilediği gibi yaşar.
Mevlânâ'yı bulan ne mutludur! Ben kimim? Ben bir kere buldum, ben de mutluyum. Eğer inancında

kuşkun varsa, o,
en kestirme yoldan kuşkularını giderir. Biz şüphemizden dolayı bunu istiyoruz ki, bir zaman ondan

hoşlanasın; bir zaman da
sana soğukluk gelsin. Bu bir iş hesabı değildir, dostluk hesabı da değ Idir. Bu yol o tarafa giden

kestirme yoldur. Mev-lânâ'ya
karşı günün hayırla geçsin, gecen saadetle! demenin manası nedir?
Bir gün biri sordu: «Âyetteki, 'Allahyı erken sabahlarda gece gündüz teşbih et,' diye buyurulmasının

manası nedir?
Ona şu cevabı verdim: «Yazı öğrenmeye çalışan bir çocuk, ancak sözlerin alt tarafını anlar, sen de

böylece sözü altından
anlıyorsun. Şu halde burada fark nedir? Mademki sen bir gerçeğe eremiyorsun o da kendi çalışması

yönünden bir mertebeye
erişemez. Buradaki fark acaba ne olabilir?»
Dedi ki: «Gece şu demektir ki, bir bulut gelir, karşına bir perde çeker.» Nasıl olur ki bir velînin müridi

onu yetmiş
kere görebilsin? Kitapla gönderilmiş Peygamber bile o mertebeye erememiştir. Dedi ki: «Bütün

bilginlerce açıkça bilinmektedir
ki, her Peygambere bir özellik verilmiştir, İbrahim'e dostluk Musa'ya kelâm (konuşma), Hazreti

Muhammed'e (S. A.) rüyet
yani Allah cemalini görme ve çeşitli arkadaşlar edinme hasleti verilmiştir.» Dedi ki: «Bunu söyleyen

Ayşe midir? Yoksa
onlardan bir topluluk mu?» Hatta Ayşe demiştir ki, bunu Muhammed'in (S.A.) söylediğini sananlar

kâfir oldular, İbni Abbas
dedi ki: «Ey Ayşe bize hayz (aybaşı) meselelerini anlat.» Ama o kimse ki, kendiliğinden, velilik ve

peygamberlik, kendini
görmektir, derse bu yalnız bilgisiz halk tarafını korumak içindir. Bunu ancak başka sözlerle ifade

ederler. (M. 115) Her ne
kadar nurların coşup taşması, ilâhî doğuşlar ve buluşlardan açıkça bahsetmezler. Bugün o bir

gerçektir. Bütün bilginlerin
birleştikleri bir nokta vardır: Velî, nebinin mertebesine erişemez, çünkü velînin yahut velînin müridinin

gördüğü şey, nebiden
niçin gizli kalsın? Âyette: «Bu dünyada kör olan ahirette de kördür,» buyurulmuştur. Mevlânâ'nın

mektubunda yazdığı bu söz
çok düşündürücü ve heyecan vericidir. Taş bile olsa o taşlığıy-la kendiliğinden kımıldanır, harekete

gelir. Hazreti Peygamber
buyurdu ki: «Zamanınızda size Rabbin:
z-den gelen kokular vardır. Ancak siz ondan yüz çevireceksiniz.» Bana öyle geliyor ki,
bu hadisi, bu sözü ve tercümesini halka anlatasın, bunun manasını yo-rumlayasın! Görünüyor ki, bu

güzel kokular Allah
yakınlığına ermiş öyle bir kulun nefesidir ki, saadet kimyası odur. Yoksa ne o kitap, ne o kimya, ne o

saadet bununla
ölçülemez. Bu kimyadan (iksirden) bir zerre, bakırla dopdolu yüz binlerce ambara konsa hepsi de

halis altın olur. O halde, o
Allah erinin nefesi nerede? diye sorarlarsa! Şiir:
Dün gece rüyamda bir pir bana dedi ki,
Aşk yolunun belâsı, hep ben ve biz sözündendîr.
Ona dedim ki, o halde ben ve biz hangisidir?
Bütün zorlukların çaresi sizdedir.
Her hangi bir şey ki Hakkın aynı değildir hep ben ve biz sözlerinden ibarettir. Hatanın kaynağı odur

dedi.
Kelâm yani söz, Allah sıfatlarındandır. Çünkü Allah, Kelâm sıfatı ile görünür, kendi zatını gizler ki, söz

halka erişsin de
perde arkasında kalmasın. Yoksa perdede olan Zat sözünü halka nasıl duyurabilir? Bu onun elindedir,

dilerse bu perdeyi önüne
çeker, dilerse arkasına atar, onları perdeye sokmaz, derler. Perdelediği şeylerin de örtüsünü

kaldırmaz. Bu sözü şu maksatla
söylüyorum: Konuştuğum zamanlarda çok kere pek tatsız hallere düşüyorum. Allahın zat'ından

ayrılmaz sıfatları vardır.
Mucize ve keramet ise kulun sıfatlarıdır. Allahın mucizesi olmaz. Çok makbul kullar vardır ki, onlara

Allah sıfatları yol gösterir.
Şeyhin katında olduğun zamanlarda da başka şeyhlerin yanında da, çilede kalmayınca, sana devamlı

bir halvet hali gelir. Öyle
bir durumda olursun ki, hep yalnız kalmak istersin. Allahın öyle kulları vardır ki, yanlarına giden bir

kimse onu daima halvette
bulur. Bana da mademki hiç kimsenin mü-rid olması gerekli değil! Ben niçin ona bir şeyler söylemek

kaygısına düşeyim ki, o
da bana gücensin ve yolundan sapsın.
(M. 116) Evet hangi gün olduğunu iyice hatırlamıyorum, bir söze başlamıştım. Mevlânâ'ya gerekirdi ki

o sözden
dolayı bana öfkelensin. Çünkü benim onunla aramızdaki dostluğa yaraşan da, o konuda hiç bir söz

konuşmamaktı. Mevlânâ da
gönül alçaklığı gösterir; hayır derdi. Mevlânâ, benim üzerime farz veya vacib olanı ben yerine

getiririm, diye cevap verirdi,
işte o gönül alçaklığı, şeyhlerden kalma bir töredir. Bu, onların yapacakları bir iş onlara yaraşan bir

erdemdir. Bu, eskiden beri
böyledir. Ezelden ebede kadar da Allah ile birlikte ayakta kalacaktır. Ancak bu kulaklarla duyulmaz!

Çünkü kulaklar da
toprakla doludur, gözler de. O güzel ve büyük Allah kelâmı bu kula buyurdu ki, o konuda bir kaç söz

söyleyeyim, onlara
sesleneyim de yollarına ışık tutayım. Tâ içimden gelen bu sözler hiç bir zamanda söylenmiş sözlerden

değildir. Ben bir kaç
örnekle yetindim. Bunların özetini Kuran'dan dinleyebilirsin. Sözün değişmesi, mananın da

değişmesine delildir.
Derler ki: Hazreti Muhammed (S. A.) Hira dağın-da halvete girmişti. Buyurmuşlardı ki, bu halvet kendi

kurdukları
kurallara göre yapılsın. Dedim ki: «Bunu kendileri yapmamışlardır.» Bana, «Biz senin sözüne inanmak

istemiyoruz,» dediler.
Hayır asla, ama ben evvelce nakledilmiş olanlardan başka bir şey sorarsam, tefsirden bir şey

söylemediğin gibi, kendi aydın
görüşlerinden de açıklamalar yapmıyorsun, dedim. Benim yanımda sözlerimin özetlerini dinledikten

sonra kendimden bir şey
söyleyemem, dedi. Şu halde sakalını, bıyığını birer birer yolsam, bu benim aydın görüşümün ifadesi ve

benim sözüm olur mu?
Bu yolda, bu söylediğin şeylere çok rastlanmaz. Benim emrim olmadan hiç kimseye vahiy gelmez,

benim emrimle gelir, benim
emrimle gider, gibi sözler vardır. Ah, istedi ki benden bir söz işitsin! Ama onu önledim. Başını çevirdi,

şaşırdı. Her şey benim
emrime boyun eğmiş, benim hükmüm altındadır; her şey benim buyruğuma ve fermanıma bağlıdır.

Ansızın bir «Ah!» çekti,
başına vurarak dışarı fırladı. Ak saçları birer birer meydana çıkmamıştı ki, onları koparalım. «Niçin

gitmiyorsun,
toplamıyorsun?» dedi «İstemiyorum,» dedim. «Niçin?» diye sordu. Bugün benim nefesimi kesiyorsun,

bu yemek bana ziyan
verdi. Maksadın ne olduğu belli değildi, «Bana ziyam yok,» dedi; çıkar bir yürüyüş yaparsın birlikte

dolaşırız. Bizimle ilimden
konuş. Orada ne dolaşıp duracağız. Eğer bu marifet altı yıl önce olaydı vakit geçirmiye yarardı.

Dostlarla da beraber olurduk.
(M. 117) işitiyoruz ki bu Konya'da bir çok semâ âlemleri, davetler oluyormuş. Biz görmedik. "Yani

onlarda bir hal ve
kal'dan bir şey yok. Göreceksin, dedi. Sizin cemalinizi gördüğüm günden beri, gönülde size karşı bir

ilgi ve Muhabbet yerleşti. Eğer
hiç yazı yazmak bilmiyorsan, sana yazı öğreteyim. Ancak sen bunu biliyorsun. Ben öyle birini

istiyorum ki hiç bir şey bilmez,
ama öğrenmeye heveslid r. Bunu söylediğim şu anda sen gönül alçaklığı gösteriyorsun, bu ilgi sana

neden dolayı gösterilmedi
diye üzülüyorsun. Sen benim ne söylediğimi işitmiyorsun. O senin nefsini, nefsinle buldu ki,

Peygambere karşı hâşâ, «Yolunu
şaşırmış,» demeyesin. Ne Allahyı kaybedip tekrar bulmakla ilgili sözlerden, ne de çeşitli söz

yorumlarından başın dönmesin!
Bu her ne kadar açık manalı sözdür ama buradan Hak yolcusuna yüz milyon sır meydana çıkar. Bu

manadan, Tann isimlerinin
çevrelediği engeller ortadan kalkar; bu arada, başka duvar ve engellerin nasıl aşılacağını öğretir.

Nefis kelimesi iç'n «dişil»
dememişler miydi? Ben buradaki gizli nükteyi saklayabilirsem onu saklı tutayım.
Muhammed Gûyanî,

«Bu ne oluyor?» diye soruyor ve tekrar diyordu ki: Evet o onlardan daha bilgindir. Yakışık alır mı
ki, o onların kadın gibi olan nefislerni bir Mevlânâ Celâleddin yapsın? Onlar bilmezlerdi ki, onların

nefisleri yaratılışta inci
gibiydi.
Tusî, o buzağıyı benden soruyordu: «Ne diyorsun bu konuda?» Biri pek aşağı düştü diyor, öteki bu

zikir yüzünden
olmalı diyor. Dedim ki: Hayır bu mezkûr yani Allah yönünden olmuştur. O mimber üzerinde bir kaç

nağra atar. Şu halde
bilmiyor musun ki, neden bu? Ne bağırıp duruyor? Önünde başka iki buzağı daha oturmuş ama onları

kendine yakın
görmüyor. Onlar da bizi kendi postuna oturtacak diye çabalıyorlar. O, özürler diliyor, «Ben onun

şehrine geldim, evine konuk
oldum. Bana nimetler verdiler, hizmetler ettiler,» dedi. Bir bahane ile onları dışarı gönderdi. Benden

sorular sordu. Dedim ki:
îç âlemle meşgul olan bir insan Kuran'ı ezberinde tutamaz.
Zeynedd'n-i Tusî benim müridim idi. Onun da bir müridi vardı ki, divane olmuştu. Onu daha beter bir

hale getirdim.
Dedi ki: «O kim oluyor ki, benim müridim olabilsin? Ben onun g bi kimseleri hiç müridli-ğe kabul eder

miyim?» Çünkü o ancak
kendi hayatını gördü. Ama o kimse ki kendini feda eder, şüphesiz diri kalır. Çünkü kendi hayatını

orada görür ve nereye
gideceğini sonunda kestirir. Ama kendi hayatım göremeyen, bu hayatı nasıl hevaya verebilir? (M. 118)

Meğer divane olsun ki,
ölümü hayattan üstün tutsun. Bu noktayı açıkça gören kendi hayatını ve onunla ilgisini düzenine

koyar. Kâfirler ve onlara
uyanlar, ilişiklerini kesmişlerdir. Ölüden kimse namaz bekler mi? Biri gelse de ölüye, «Kalk namaz

kıl!» dese, bütün akıllılar,
«Bu adam delidir, bunu tımarhaneye götürmeli, zincirlere vurmalı, her gün sopa atmalı ki, aklı başına

gelsin,» derler. Ama
yarı deli olan kimse bunu işitirse, «Hayır,» der. Bu divanedir; bunu ya tımarhaneye götürmeli, yahut

öldürmeli.
Sendeki o kutsal kuş, beden kuyusundan bir uçtu mu, artık oruç düşüncesinden, namazın utancından

kurtulmuştur.
Çünkü ruh uçtu mu, beden ölüdür. Kim, ölüye, kalk, namaz kıl! diyebilir? Şu halde buna nasıl öyle bir

teklifte bulunmak
gerekmezse, aynı sebeple, yaşıyan ölülere de bir teklif yapılmjaz. Meğerki, taklit yoluyla hatırında bir

şeyler kalsın. Ama
şüphe yok ki buna da bu saatte doğrudur demek yaraşmaz.
Merhaba ey biricik dost! Nefsin bendedir; gönlün de benim hükmüm altındadır. Kâh bunun sözünü

dinlerim, kâh onun
sözünü kabul ederim. Bana diyor ki, «Gel Yasin oku seni hal mertebesine yükselteyim!» Ben açım,

sende de hal mertebesi
var, bende bu yoktur.
O kadın öğretmen çocuklara Arap alfabesini öğretirken, «Elif iki üstün, elif iki esre,» diye bir ezgi

tutturuyor, el
çırpıyordu. Bana bir hal geldi, raks etmeye başladım. Dedim ki: Benim üstümde hiç bir şeyim yok ama,

elifin iki üstünü var.
Benim kış gününde postum bile yok! Hep şeyhlerden kalma gelenekleri anıyordum. Diyordum ki: Eğer

yolculuk ederse, onunla
birlikte gideyim. Onlarla demiyorum. Bununla beraber bin türlü bahane buluyorum, gitmiyeyim diye

gözlerim ağrıyor,
diyordum. Gelemiyeceğim. Biz birisine bir şey söylüyoruz; onun bu işle ilgisini göremiyorsak uzaklaş

diyoruz. Çünkü zorluk
olur. Böylece kurtarıyoruz. Ancak onda kendi benliğinden bir şey kalmadığı zamana kadar bekliyoruz.

Nasıl ki, bedenin yarası
sağılınca üzerindeki pamuk düşer. Çelik çomak oyunu zamanında bir kere bana Cüneyd ile Bayczid'in

hali geldi, onlar ne
yaptılar, diye düşündüm.
(M. 119) Şimdi Sultanın oğlu Sultan olur, meydanda top oynar, topa çomak vurur. Bu nasıl oluyor?

Herkes bilir ki,
çelik çomak oynamak nerede, devlet topunu oynamak nerede? Yani meydandan ikbal topunu

kapmak ve onu dilediğine
vermek başka başka şeylerdir. Allah dilerse görülecek, görülmüş olacaktır.
Mevlânâ alnımdan öptü. Ben benim, ama şimdi ben sen oldum. Tıpkı öyle görmüyor musun? Bu birliği

bir kaynaşma
farzet. Kalk gidelim. Benim ne zaman arkadaşım oldun? Benle sen hangi mescitte namaz kıldık? Şimdi

de ağlamak zamanıdır.
Ağlamıyorum. Ancak Perir ağlıyordu. Çeşme başında oturttum sustu. Bir Haç sarık parçası verdim.

Kulağını bük de ağlasın.
Sen ve ben hoşuz ya! Allah beni senin için yaratmış. Bütün âlemi sana sattım!
Gidin, arayın! O Şemsi göremedim. Halep'te mi acaba? O iradesini yitirmiş müritlerin üzüntüsünden

olacak ki, o da
onlar gibidir. Bir kaç adım gider, sonra buz gibi soğurlar. Ama eğer beni göreydi hizmetlerde

bulunurdu; bırakmazdı geleyim.
Bu gümüşler de yanımda kalırdı.
Aman bir tuhaf bakıyorsun! Evet ne diyorsun? Yarabbi olmaya ki bir

gün bile gönlümde ona ait saygı ve Muhabbetler
azalsın! Allah izin verirse sakın gitmeyi düşünme. Tâ bir hafta onu oyaladım. Parlak, aydın ve güzeldi.

Mademki insaflı
davranıyorsun, ondan yüz bin nişan bulacaksın. Kâh hayal kuruyor, kâh şaşkın duruyorsun, însan

oğlunun azığı gecikse de
yine kendi önüne gelir perde olur dedim.
Kötü hayaller, kötü hayal değildir. Sana da temiz, güzel ve aydın bir hayal böylece perde oldu. Ama

nereye gider? O
senindir. Ancak o azık bugün vermiş olsaydı, gelecek hafta başka bir şey olurdu. O azık, bugün de

sana ulaşır, çünkü senindir
o! Senin olmasaydı bile yine sana erişirdi. Çünkü öyle olmasını Allah dilemiştir. Allahnın işi böyledir.

Olmayacak şeyleri
olanaklı kılar. Anadan doğma körleri bile gördürür. Göze tam bir beyazlık gelince filozofların aklı bu

gözün artık görebilmesini
kabul etmez. Ama bu, Peygamberlerin aklına sığar. Hakkı elinde tutan felsefeci, «Bu benim işim

değildir, bende o kudret
yoktur,» der.
(M. 120) Ama böyle söylersen kendiliğinden Müslüman olursun. Kul öyle bir durumda kalır ki, düşer,

yüzüstü kapanır,
ama Allah yardımı onun elinden tutarsa yine kalkar. Tann o kulunu zikir yönünden de sorumlu tutmaz,

özürü vardır, der.
İnsan sevdiğini çok anar. Hele o sevgili, Allah olursa! Ama onu gereği gibi anabilmek kimin elinden

gelir? Biz hep sizi
anmaktayız; sizin aşkınızla doluyuz, istersen vur onun parmağını kır, ben derim ki o parmak

eskisinden daha sağlam olur.
Lâkin sana el uzatan o edepsizlerden seni Allah korusun. Cebrailin bile bundan sonra onun ilhamlarını

elinden almaya gücü
yetmez. Bir «Euzu Besmele» çekerek parmaklarını tut, öylece kaldır.
Hoş bir şaka bir Mısır altını değer. Bir Mısır altını değmezse bir Rey mangırı, bir Rey mangırı değ-mezse

bir Rey
akçesi değer. Altın, mücevher değerinde olabilir.
Onlara, benim önümde şarap içmeyin demiştim. Öteki de diyordu ki: «Bizler din bilginlerindeniz,

medresemiz,
mescidimiz var, korkumuz yok!» Sen kendini üzecek bir iş yapıyorsun, arada bir azar işitirsen ne

çıkar? Bana söyledikleri bu
sözden ürkmedim. Küpün içine girsem de otursam bile elbisem namazdan geri kalmaz, bana ne zararı

var? Zaten benim
küçüklükten beri bir korkum yoktur. Ancak uzaktan bir sarhoş görsem üzerime düşecek diye

iğrenirim. Şimdi paran var mı?
Seni hacamat ettireyim de bir şerbet içireyim!
Bugün «La ilahe illallah», yani «İlâh yoktur ancak Allah vardır,» demekle önce Allahyı inkâr eder

sonra Allahı anmaya
başlarsın. Halbuki kâfirler, onun birliğini isbata, ancak «La îlâhe İllallah,» dedikten sonra başlarlar.

Ondan sonra da bir takım
kara ve san kuruntuları kafadan atarlar ve daha sonra da o kuruntular geçip gider. En çok aydınlık bu

tevhidden sonra başlar.
Zaten işin ve düşüncenin temeli de bu dur. Yoksa hocanın ve bilgin geçinen kimsenin içtiği şey bu

değildir.
Kadı Honci ona çok saygı gösterir, «O benden daha soyludur, yetkili kişidir,» derdi. Onun hakkında

her ne kadar
şöyle böyle yapıyor diye söylerlerse de o aldırmaz, bunları yüzüne vurmazdı.
(M. 121) Bir gün diyordu ki: «Bize, namusumuzla bu işten vaz geçmekten başka çare yoktur.» Bana da

diyordu ki:
«Benim hakkımda Kadı şöyle söyledi.» Ben utandım. Güldüler.
Küçük yaştan beri çocuklara öğretmenlik yapıyorduk. İçiyorduk. Bu bizim için eski bir adet halini

almıştı. Bir kaç gün
içmezsem, bedenimde bir titreme başlar, felci andıran bir rahatsızlık belirirdi. «Güzel söylüyorsun,»

dedim, «Ama yavaş sesle
konuşuyorsun. Gerektir ki yüksek sesle söyliyesin.»
O gerçekten bize bağlı ise, başlık parasını önceden verir. Şehirde hangi kadın vardır ki, başlığı peşin

almıştır? Nerede
o yüzsüz kız ki, yüz görümlüğünü peşin ister? Nerede o eşek damatçık ki, onu benden üstün görür.

Başlığı başka bir yere
emanet bırakır da bana güvenmez. Yahut yerine koyar. Nerede o yüz görümlüğü almamış kadın?

Onun ne değeri olur! Yoksa
ben onunla nasıl anlaşırım? Elini uzattı. «Elimi mi istersin, yoksa kitabı mı?» dedim. Elimi tuttu, dedi ki:

«İşte kitap!» Sözünü
tut, iki kişi arasında düşmanlık olursa huzurda barıştırılır. Birleşirlerse ne iyi! İki Allah kulu

geçimsizlikte devam ederlerse,
buna iki kişi arasındaki anlaşmazlık derler. Ama bu düşmanlık ve geçimsizlik Allah ile kul arasında ise

düzeltilemez. İki kişi
arasındaki anlaşmazlık iki taraflı düşmanlık demektir. O bizimle birlikte hile ile kurnazlıkla yaşıyor,

bize inanarak değil. Ama
kurnazlığın tamamını da bilmiyor. Halbuki, Müslüman bütün hileleri bilir. Ben, eğer hayatta olsalardı

ünlü Cuhâ'nın kurnazlığını
da bilirim, Ebubekri Rababî' nin hilesini de. Hattâ Peygamberimize hile eden Abdullah Bin Ümeyye'nin

marifetlerini de bilirim.
Onlar bana bu konuda çok şeyler öğrettiler, onlardan faydalandım. Bu yüzden

bütün kurnazlıkları öğrendim. Hattâ bunlar
ellerinde olmayarak benden bir tek şikâyette bile bulunamadılar. Çünkü bu işte olgunlaşmamışlardı.
Abdullah kaç kere hapis olmadı mı? Eğer kurnazlıkta olgunlaşmış olsa idi düşmanları onu hapis

edemezlerdi. Belki o
düşmanlarını hapis ederdi de onların haberi bile olmazdı. Bunu bilirim, ama böyle bir davranışta

bulunmadım. Çünkü ben
kurnazlığın sonunu ve derecesini de bilirim, gerçek davranışların sonucunu ve derecesini; nereden

gelip nereye gideceğini de
anlarım. Bu kadın istiyor ki hem kurnazlık yapsın, hem de kimse bilmesin! Eğer yüzüğü ve yorganı

hazırlattırsam, bundan
daha hayırlısı gelirdi. Bunlar kendisinin oldu. Ama eğer gerçekten bana bağlı olsaydı, ona hiç kimseye

vermediğim şeyleri
bağışlardım. Kaç kere bana zahmet vermek için Kadıya başvurdu. Ama, «Kız kardeşime yedi dirhem

karşılığında aldığı yorganı
getirin,» diyemedi.
(M. 122) Bilir misin sen kimsin, makamın nedir? Ben sana diyorum ki, sen öyle yüce bir kişisin ki, eğer

Hazreti
Peygamber hayatta olsaydı seni yoldaş olarak seçerdi. Öteki peygamberler demiyorum. O sana geldi,

seninle birlikte başka
dost seçmedi, seni halvetde ziyaret etti. Bununla beraber, sana düşmek tehlikesi görünüyor. Ama bu,

kötü bir düşme değil.
«Ancak maksadı geciktirecek olan bir düşme tehlikesi bu,» dedi. Bunun üzerine kabul ettim; ama

aramızda geçenleri
anlatmasını kabul etmedim. Bu, cimri likten değil. Eğer Allah kullarında cimrilik olsaydı, Allah

korusun, sen beni nasıl
beğenebilirdin? Çünkü ben seninle birlikte olursam daha çok beğeniliyorum. Dediler ki: işte sen

böylesin; onun seninle birlikte
olması hoşuna gitmiyoc mu? Şimdi yaptığı gibi sana bir zahmet mi veriyor? Öyle ise bu iyilikten sonra

yumuşamak gerekli
oldu. Hayır ancak bunda bir ikiyüzlülük, bir nifak var ki, o başka yönden geliyor. Şüphe yok ki sen

bugün güzelsin. Biz
Muhammed Güya-nî'den aydınlandık; sen de temiz kalplisin. Ondan söylemiş olduğun şeyleri dinledim.

Ben artık güçsüzüm,
sana döndüm; bu noktada duruyor, seni dinliyorum. Hatırımdan neler geçiyor? Aramızda geçen tatsız

hatıraları unutur, yahut
gizlersen ben de bunları olmamış sayarım. Ancak sen nerede olsan yine eksik sayılırsın. Sonra acaba

benimle Mevlânâ Celâ-
leddin'in bu çocuğu arasında ne var diye düşündüm; Allah bilir dedim. «Acaip,» dedi. Senin bundan

sonra bu olay üzerinde
durmana şaşıyorum. Şüphe yok ki, biz seninle ilk sene bir anlaşmazlık halindeydik, ama bunu sana hiç

açmadım. Bunu
gizlediğim için de an-laşmamazlık günden güne arttı. Şüphe yok ki bu sözüm yanan bir ateş gibidir.

Ben de ilk sene bu ateşle
kavruldum. Bir sürü hikâyeler anlattım. Artık geçen geçmiştir, ben de bu işten vaz geçtim. Zaten

daha ne zamana kadar
konuşacaktın bunları? Hep eskiden beri anlatılan hikâyeler. Zaman olurdu ki, çok ateşlenirdim. Bu

alışkanlık hali bende o
derecede kuvvetli olmazdı. Çünkü bende Muhabbet eksikliği olmakla beraber bir ikiyüzlülük de vardı.
«îslâm beş temel üzerine kurulmuştur,» anlamına gelen hadis dolayısiyle büyük bir mesele üzerinde

durdum. Bizden
sordular: «Bana bir câriye verirlerse, bu meşru bir evlenme olur mu? Ayrılma veya birleşme hallerinde

mihr parası vermek
gerekir mi? Ona, parası karşılığında bir şey satabilir miyiz?» «Evet, bak istediğin gibi sana teslim

oluyoruz,» dedi. Bizim
sözümüze ve işimize razı oldu. «Onun işlerinden ve kendisinden sakınır mısın?» diye sorunca da,

«Evet,» dedim. Eğer o, «Ben
senin muhabbetini satın almak istiyorum, ama Allahtan korkuyorum,» derse, ben de, «Dilediğin şey

mümkündür,» derim.
Mademki Allah adını anarak bir söz söyledin, Allah o işe yardımcı olur. O bana bir câriye verir de ben

mazeret gösterir miyim?
Bu armağanında gerçek davranmış ise hiç nazlanır mıyım?
Bana dedi ki: «Cübbeni satmaktan hoşnutsuzluk duymaz mısın?» Bu inkârı gerektiren bir soru yahut

da anlamak için
sorulmuştu. Ben inkârla cevap verdim. Dedi ki: «Eğer bu ondan değildir dersem bu ö manayı

azaltmaz.» (M. 123) Bu cevap
ancak sana sadaka olarak bir şey veren kimseye yaraşır. Sadaka alan kimse onu alırken nasıl bir

eziklik ve gönül alçaklığı ile
alır, «Ben fakirim, yoksulum, hiç bir şeyim yok,» der. Has kulları besleyen o kimseler için demiyorum.

Bu, Allahnın elinde pek
önemsiz bir iştir. Bir kimse başka birini gerçekten sevdiğini iddia ederse, ondan delil istenir. O delil

ise, mal vermek, bağışta
bulunmaktır. Nasıl ki Mevlânâ da beni sevdiğini iddia etti, geldiğim zaman binlerce ihsanda bulundu,

beni korudu. Bunların
hepsini Allanın bir lütfü sayarım.
Musa dedi ki: «Allahım! Bana bir arkadaş verir misin ki, ben söylemeden bana hizmette bulunsun.»

Acaba verdi mi
vermedi mi? Dedim ki: «Verdiği bu yoldaş için ona başarı da verdi mi?» «Hani?» dedi. İkinci defa

sordu, Hızır ona öfke ile
cevap verdi; ben sana sen benim yaptıklarıma sabredemezsin demedim mi? Bu öfke, nefisten gelen

bir davranış değildi.
Allahnın has kullarında, nefisten gelen öfke nasıl olabilir? Allahya sığınırız. O Allahsal öfke idi. Ondan

sakınmak gerektir.
Musa'nın başkaca dilediği özürler anlatılamaz. «Eğer senden bir şey sorarsam...» dedi. Hızır el çırptı,

sevincinden
oynamaya başladı ve nihayet, «Çabuk söyle beni bu işten kurtar!» dedi. «Kendine gel!» diyordu, Allah

nerede? Şimdi ne
veriyorsunuz ki? Büyüklerden biri bana bir şey anlattı. Ben onu kuru sözlerle

anlatabildiğim için üzülüyorum. Eğer Mevlânâ'
nın dileği o ise bana ne devlet ki, yüzümü o dilek tarafından çevirmişken Allah tekrar beni o tarafa

yöneltti.
Musa'nın başından geçen o hali o bir daha göremedi. Bu Hazreti Muhammed'in (S. A.) başından

geçmişti. Çalışın
gayret edin ki, arada hiç bir perde engel olmasın. Size gideceğiniz yolu öğrettim. Allaha yalvarın: Ey

ulu Allahm! Bize bu
devleti sen verdin. Bizim bunu elde etmemiz için hiç bir yolumuz yoktu. Senin keremin bize ışık tuttu,

tekrar kerem et bize!
Bu devleti elimizden alma! Bu konuda sizin yolunuzu kesecek olan Şeytan değildir. Ancak Allah

gayretidir. Çünkü onun size
gösterdiği keremi koruyamazsanız onun gayreti sizden geri kalacaktır. Eğer aranıza bir kaç günlük

bir ayrılık girecek olursa
ona tekrar yetişmek için çalışın. Benim bulunduğum yerde konuşulan sözler arasında belki benden

dinlemişsinizdir. Araya ne
evlât, ne de başka bir şey engel olabilir. Dileğiniz öylesine hararetli olur. O dilekteki şiddet ve hararet,

her kime çarparsa onu
yıkar ve o sizinle dost olur. En soğuk kimselerde bile artık soğukluk kalmaz. Eğer o olaydan size (M.

124) bir hal erişirse ne
mutlu olaydı o. Bu hale her kim engel olursa işte o Şeytandır. İlk Allah gayretine engel olmak ister,

ama şimdi o bir iş
yaparken Şeytan karışırsa, sen de ona uydun demektir. Hayır efendi! «Allahın adını anarak ona

yoldaş olalım,» diyorsun.
Şimdi bu sırra niçin «Değerlidir,» diyorsun? Evet, buna ne verseler değer ama bu da ölçü ile olur. Siz

benimle yoldaşlık
yapamayacaksanız o başka. Ben teklifsiz, pervasız bir adamım; ne Mevlânâ'nın ayrılığından bana bir

zahmet, ne de ona
kavuşmaktan bir sevinç gelir. Benim bir şeyden hoşlanmam da, incinmem de yaratılışımın gereğidir.

Şimdi benimle yaşamak
zordur. Nasıl ki, Musa Peygamberin o üçüncü dileği Allahya karşı duyduğu arzu ve istek ateşinden,

aşk tutkunluğundan idi.
Yoksa Hızır'la buluşmak için değildi. Musa'nın bu husustaki açlığı senden daha mı azdı? O, öyle bir

âşık idi ki, sekiz gün dokuz
gün hiç bir şey yiyip içmedi, bundan dolayı da halinde bir değişiklik olmadı. Hızır'a dedi ki: «Eğer

yolculuğun ücretini istersen,
alabilirsin.» «Hayır,» dedi Hızır, «îştc seninle benim ayrılmamız zamanı gelmiştir. Aramızda uzaklaşma

günü gelmiştir.» Musa
Peygamber uyandı gördü ki:
Şiir:
Dilber gitmiş, mum sönmüş. Saki uyuyakalmış,
Can ver ki onun vuslatı bir daha ele geçmez,
Sermest olanlara şeriat kadehiyle bade verilmez.
Tecrid ehli erenlerin birlikte içtikleri mecliste,
Kendi nefsine tapan gafillere bir damla bile verilmez.
Baharda yarin yanağından uzak olunca,
Bağdan bana ne? Yeşillikle ne işim var?
Bağdan yeşillik yerine nasıl diken koparırsın?
Buluttan damla yerine nasıl taş yağar?
Benim için sizinle birlikte bulunmak daha hoştur. Gerçi Tebriz'e gidersem orada bana mal, mülk,

mevki ve yüce
makamlar verirler. Ama sizinle beraber kalmak bana onlardan daha hoş geliyor. Bana mal ve makam

vaat edenler, sözümü
dinlemez ve anlayamaz-larsa bundan nasıl hoşlanabilirim? însan öyle kimselerden hoşlanır ki, sözünü

dinler ve anlarlar. (M.
125) Şimdi dilekte bulunmak, Allah keremini aramak öylesine olmalıdır ki, Musa Aleyhisselâmın

yaptığı gibi, şiddet ve harareti
dolayısiyle hiç bir engel araya girmesin. Nasıl ki Musa Peygamber sordu: «Cihanda benden âlim kim

var?» Arkadaşı Yüş'a
cevap verdi. «Alemde senden daha' âlim bir kişi var,» dedi. Musa, bu cevaba kızmadı, ona darılmadı,

«Bu ne sözdür!»
demedi. Ama sadece, «Ha ha, nasıl dedin?» diye bilgi istedi. Çünkü arıyordu.
Yüş'a da Peygamberdi ama hüküm sahibi değildi. O çağlarda hüküm yetkisi Musa Peygemberde idi.

Bu sözü
kendimden söylüyorum. Benim de bir aradığım varsa, böyle yaparım, yapabilir miyim, diye dikkat

ederim ki, araya bir engel
girmesin. Musa, arkadaşına, yıllarca ararım anlamına gelen Ev emzâ

hukubâ demişti. Bu hukub, bir deyişe göre kırk yıl, başka
bir yoruma göre kırk bin yıl, daha başka bir deyişe göre de seksen yıl veya seksen bin yıldır.
Bu Musa hikâyesi, öylesine sıcak bir hikâyedir ki, ateşinden gökler tutuşur. Ama bunu soğuk soğuk

anlatırlar. Musa
ile arkadaşı, iki denizin birleştiği yere geldiler. Burası bir deyişe göre Halep çevresinde Antakya

yakınlarındadır. Yahut da bir
tepe üzerinde namaz kılıyordu. Başka bir anlatışa göre de bir kır ata binmiş olan Hızır, deniz üzerinde

yürürken, uzaktan onu
gördüler.
Şimdi, Ulu Allah, Hızır'ı överken onun hakkında, «Kullarınızdan bir kuldur ki ona katımızdan rahmet

verdik,»
buyurmuştur. Bu söz başka bir kul hakkında söylenmemiştir. Hele ona ayrıca, «Kendi katımızda ilim

öğrettik,» buyurulması da
başka bir iltifattır. O ilim medresede öğretilmez, tekkede, okutma yolu ile, kitaptan öğrenilmediği gibi

hiç bir Allah kulundan
da elde edilemez.
Şimdi, Yüş'a, Musa'ya dedi ki: «Ben, Hızır'ın işinin inceliğini bilirim. Onunla yoldaşlık yapmaya güç

yetiremem.
Bundan dolayı beraber gelemem. Ama sen eğer ondan ayrıldıktan sonra, bir daha buluşmak üzere

arkadaşlık yapmak
istiyorsan gidebilirsin.» Yüş'a geri döndü, Musa ile Hızır birlikte kaldılar. Birb'rle-riyle konuşmaya

başladılar. Hızır, Musa'ya bir
şeyler sordu, «Bana uyacak mısın?» dedi. Musa, «Her ne bu-yurursan seni dinlerim,» diye cevap

verdi. O Hakkı bulmuş olan,
onunla konuşmak şerefine eren yüce Peygamberdeki niyaz'ı gör ki Hızır ona, «Sana anlatacağım,»

yani, «Seni
uyandıracağım,» dedi. Halbuki Musa halkı uyandıran ulu Peygamberdi. Hızır onu hakkın hakikatinden

uyandırıyordu. Şimdi
hikâyenin alt tarafını anlatmak bana borç oldu. Ama başka bir vakit anlatacağım.
(M. 126) Mutlu insan o k
;
sidir ki, bir kula rastlayınca Hızır ve Musa olayını gönlünde saklayarak onu kendine önder
sayar.
Zorunlu hallerde, şeriatta fetva vardır. Hep perhiz yapan, bir şey yiyip içmeyen ölür. Çünkü o hal

Müslümanlarda
görünmektedir. Bizim şehrimizde de böyle idi. Zahidlerden biri hastalanmıştı, ilâç içmesini tavsiye

ettiler. Sofuluk gayretiyle
ilâcı içmedi ve öldü. Başka bir zahid, onu rüyasında görmüş ve şöyle anlatmıştı ki: Yüzünü kıbleden

çevirmişti, uykuda son
derece bir şaşkınlıkla koştum, parmaklarımla mezarının toprağını kazdım. Aşağıya bakıyordum, biraz

duman çıkmaya başladı.
(Korkudan) kaçtım. Adamcağız, «Sen daha ne gördün ki, o kadar kaçıyorsun?» diyordu. Bunun

üzerine tekrar geri döndüm ve
yine baktım. Gördüm ki, zahid kapkara kesilmiş. Daha dikkatli baktım yüzü de, kıbleden dönmüştü.
Sultan bir defa ferman edince, hoşa gitse de, gitmese de öldürür. O kimse de, o fermanı yerine

getirmekle Müslüman
olarak ölür. Bu şöyle olur: Mademki hastalık öldürücü bir sultandır, bu da şeriatta yazılıdır. Ama bu

konuda Seyyid
Burhaneddinin düşüncesi başka idi. O ilâç almadan geri durmazdı. Bu da onun için gerekliydi. Çünkü

çok çeşitli, ağır
hastalıklar geçirirdi. Hele varlığı halk arasında çok lüzumlu olan öyle bir zat için ilâç almak farz olur.

Hastalıklardan dimağını
korumak, sağlam b'r kafa ile düşünebilmek ona gerekliydi. Ancak bunu Reşid yapmış olsaydı Mecusî

ve kâfir olurdu. Onu
Yahudiler kabristanına gömmek vacip olurdu. Ben, bunu onun hakkında inkâr etmiyorum. Ancak bu,

namaz kılmazdı. Mevlânâ
da onu biliyordu. Benim ile onun arasında fark nedir acaba? Biraz bana bundan bahset! Yüce Allahya

ant olsun ki, namaz
kıldığım gün çok sevinçli olurum ve kendi kendime derim ki: Hazreti Peygamber dervişliğin sonunu

şöyle bir nükte ile işaret
buyurmuştur: «Fakirlik, benim için övünülecek bir haldir.» Bu, belki o dervişe hoş gelmez, ona

/sadece bu tavsiyeye
uymak uygun görülmez. Ama sadece namaz kılmak da yeterli değildir. Hatta namaz kılanlara dil

uzatırlar; onlara acırlar bile.
Nihayet Reşid'in onu dışarı çıkarması sebebi bundan dolayı idi. Yine benim ondan uzaklaşmam o

sebeptendi; bu yüzden
saçlarını yoldum.
(M. 127) Diyordum ki: Seyyid, zaman zaman bana söz atar ve derdi ki, «Bu namaz kılmak sana hiç

engel olmuyor
mu?» Ben de ona şu cevabı verdim. «Sen zaman zaman o cariye ile birleşiyor musun?» «Evet, evet,

ama o engel olmuyor,»
dedi. Bu Allah için bir iş; çirkin bir iş üstünde yüzünü yere koyuyorsun. Müride soruyorsun, seni

yaratan Allah aşkına söyle.
Bundan daha güzel ve tatlı, yüz yüze sevişmekten daha hoş bir şey var mı? Mademki ona iman

getiriyor-sun, o kız kardeşe ve
damada, «Siz kim oluyorsunuz da onu kadıya götüresiniz, ondan davacı olasınız?» de. «Onu alıp

getiresin, bana
bağışlayasın,» dedim. «Ödünç vereyim,» dedi. Benimle birlikte ama ben bilmiyorum; eğer ayıp

olmasaydı nerelerde olduğunu,
kimlerin önünde dolaştığını birer birer söylerdim. Suç delillerini de o bilir. Bize ikiyüzlülük yaparsa, biz

de öyle ikiyüzlü yaşarız.
«Bismillah,» dedim, «Şunu dikiver, sana sevap olur.» Senin için kaç kere

«Kulhuvallah» okurum. On kere okurum
yeter. Şimdi onun talihsizliğinden bana merhamet geliyor. Diyor ki: Bizim haddimiz değildir ki senin

hizmetinde zahmete
katlanalım. Emir gelirse uymak aynı edeptir. Emirsiz gelmek, gitmek demektir. Emir almadan gelmek

de, gitmek olur. Nasıl ki
emir-siz gitmek de, gelmek sayılır. Ancak içinde bir bulanıklık ve bozukluk var ki emri göremiyor O.
Ayaz'da o bozuk düşünce yoktu. Emri görünce, emrin tatlılığını da anlardı. Onlar ise o kadar aydın

gönüllü değildirler.
Emri göremediler. Bir zaman Mevlânâ söz dinlemek isterse, bilirim ki, onun ve benim gönlümde

konuşmak arzusu uyanmıştır.
Ama bir aralık Mevlânâ da bir incelik görürsem anlarım ve hikâye söylemeye başlarım. Başka söz

konuşmam. Meğer
kalenderlik yapıyorsun, yani konuklar gitmiyorlar ben gidiyorum derim, kendi kendime. Senden cüppe

istedim. Buna verilecek
cevap erken ve çok çabuk olmak gerekirdi. Nasıl ki, biri, «Sana vasiyet etmek istiyorum, başıma

şeftali dikilsin, ama çarçabuk
söyleme» demiş. Bundan dolayı, «Dostun vefası mal bağışlamakla belli olur,» derler. Gerektir ki, o

sırrı, ölümden sonra o da
söylesin. Diyelim ki, birinin bir rahatsızlığı vardır, tlâcı da bu şaraptır. Bu ona hiç yasak değildir. (M.

128) Ancak sizin için
haramdır. Ama bu adam ölecektir, yahut peşinde sürüklenen bir derdi vardır, kadınlarla çok çok

sohbet etmesi gerektir. Ama
bu söyle-nememiştir. Eğer dostları onun ölümünden sonra kendisine rahmet okuyacak olurlarsa bu

onun için lanet olur,
rahmet olmaz. Bu da onun dostlarına ait olur.
Bize gerekli olan, kâh kılınan, kâh bir özür veya dalgınlık yüzünden erişilemeyen o zahir namazını bir

tarafa
bırakmaktır. Çok ayık ve aklı başında olan insan da onu yapar. Bazen namaz kıldığını da söylemez;

zaman olur ki, devamlı
namaz halinde olduğunu da söyler. Erkekse, kadını boşayacağına yemin eder; kadınsa, elli defa

Kuraıı'a el basarak yemin
eder; doğru sözlü olur. Çünkü namazın zahirî ve bâtınî olanı vardır. Bâtının zahiri olduğu gibi.
Bâtın namazı, kalp huzurudur. Bu halde doğru yemin etmiştir o insan. Hele mal dağıtmak, sadaka

vermek hususunda
hiç kimseye söylemeden, hatırından bile geçirmeden, ben hayırlı bir iş yaptım diye düşünmeden iyilik

yapan kimse, doğru
yoldadır. O kimse, eğer onlardan ise, başkalarına sadaka verirken öyle zannedersin ki kendisine

sadaka veriliyor. Bunda
sadaka verenin bile farkında olmadığı bir kibir gizlidir. Ama elbette makbuldür bu. Ey Zehra! Allah

rızası için mevcut olan bir
şeyi doğru söyleyeyim. Bana sordu: «Ben kimim?» «Sen, konuşan adamsın,» dedim. Onun için bir yer

düzelttik, niçin gitmez?
Bu o çocuk için nü ölüyor? Dedim ki: Peygamberler de İkiyüzlülük yaparlar. Ben onların özürlerini

biliyorum. Ancak Allah,
bunu bana daha açık göstermek istedi. Şimdi mutsuz ise yapsın eğer mutlu olaydı asla beni kadıya

götürmezdi. Şimdi
mademki bahtsızdır, her ne yaparsa daha iyi olur. Dost yüzlü, hatta sarı benizli görünür. Bugün, o

burada başka türlü
yaşayamaz. İçiniz ondan incindi ise kız kardeşlerine gider; ona izin verirsiniz.
Bu gönül asla yalan söylemedi. Ben tekrar gönlümü gerçeklemem; bu hal de beni yaralamaz. Gönül

hoştur; biraz
güzellik gönül için güvendir. Erkek kişiye asla, ruh sahibi, yahut akıllı demezler. Ancak, gönül sahibi,

derler. Bana bir tiksinti
gelip de zarar vermesin diye gelmeme razı olmuyordu. (M. 129) Ama gönlümün isteğine uymadım.

Benim yârim benim gibi
olaydı, hiç gam çeker miydim? Hele çok uyanık ve akıllı olsaydı benim için bir şahlık ve devlet

sayılırdı. Hatta yüz bin yara ve
mızrak darbesi alsaydım bile, yine gam yemezdim, acı duymazdım.
Şimdi, niçin önce güler yüzle gelmedin? İlk geldiğimiz gün, niçin ayrı düştük? Burada biz konuşurken

her biri bizimle
dopdolu idi. Her biri saf altından söz açar, en güzel cevherler saçarlardı. Bununla beraber hepsi de

güzel huylu idiler.
Bugün söylediğim sözlerin anlamı, şu nükteyi hatırlatır: Hazreti Ali, her ne kadar böyle bir nükteden

söz açmadı ama,
Hazreti Peygamber Aleyhisselâm, «Ben ilim şehriyim, Ali de onun kapısıdır,» buyurdu. Onu övdü.

Başıyle işaret buyurarak
dedi ki: «Bu dışarı çıkan bir sestir diyorlar. Eğer bugün onu gördümse şimdi, Şems kalmıştır. Onu da

göreyim,» dedi. Dedim
ki: «Mevlânâ'yı Allah erleri bile göremezler, sen nasıl görebilirsin? Şimdi ben ona sövdüm sen de söv

bakayım.» «O melun
köpek! Köpekler onu yalasın!» diye o da küfürü bastırdı. Onun Şeyhi bir gün başı ile işaret ederek

beni çağırdı, «Tanıklık
edeceksin,» dedi. Ona baş işaretiyle, ne söylediğini anlayamadım, dedim; cevap verdi: «Kâfirler

Kilisede başlarıyla şöyle şöyle
yaparlar. Elleri ile başlan ile işaret ederek konuşurlar. Sen de tanıklık edeceksin, gel!» Ama ben bu

tanıklığı yapmaya yetkili
değilim. Çünkü derler ki: Şahit o kimsedir ki, yol ortasında durmaz. Yine başka biri yol ortasında ona

der ki: «Bırak onu, sen
onunla konuşamazsın.» Görüyorsun ki, önce o baş işareti sana neler söyledi.
«Kadına şeyhlik gerekmez,» dedim. «Evet, soğuk düşer,» dedi. «Ama bu soğuk düşer sözünün manası

anlaşılamadı,»
dedim. Yani bu o demektir ki, bu iş kadına da yaraşır ama erkeğe daha hoş gelir. Halbuki bu iş,

kadına asla gerekmez. İster
soğuk düşsün, ister sıcak. Eğer Hazreti Fatma ile Ayşe şeyhlik

yapsalardı, ben Hazreti Peygambere olan inancımı değiştirirdim.
Ancak onlar şeyhlik yapmadılar.
Eğer Ulu Allah, bir kadına mutluluk kapısını açmak dilerse, onu sükûtî ve kapalı kılar. Kadına, yalnız

kendi işini
görmek, kendi ipliğini eğirmek yaraşır. (M. 130) Ben de kendi şehrimden ayrıldığım günden beri şeyh

görmedim. Eğer
yaparsa şehliğe Mevlânâ yaraşır. Ancak hırka vermez, biri gelir de zorla, «Bize bir hırka ver» diye

direnir, «sakalımızı kestir,»
der. aşılırsa o zaman o da verir. Şimdi bu suretle hırka vermek başka, bir de Mevlânâ'nın, «Gelin bana

mü-rid olun,» demesi
başkadır.
Şeyh Ebubekr'in (Sellebâf) de hırka vermek âdeti yoktu. Onun kendi şeyhini de göremedim ki, onda

var mı yok mu
anlayayım. Ancak ben de, bu istekle Tebriz'den çıktım ama bulamadım. Gerçi âlem boş değil, belki bir

şeyh vardır. Hatta
derler ki, filân şeyh hırka verdiği müridinin haberi olmadan ona hırka bağışladı; mal, mülk verdi ve

öldü. Ben şeyhimi
görmedim, ancak şu kadar öğrendim ki, kendisinden bir söz nakledene gücenirmiş. En çok incindiği

kimseler, kendisinden söz
nakledenlermiş. Böyle bir kimseyi de görmedim ki, o makamda olsun da kendisinde bu sıfat bulunsun.

Sonra şeyhin kendisi
için yüz bin yıllık yol olan bir kimseye de rastlayamadım. Ancak Mevlânâ' yi bu sıfatta buldum. Şimdi

Halep'ten tekrar
dönücümde de, o yine bu sıfatta idi.
Bana deselerdi ki: «Baban seni çok özlemiş, mezarından kalkmış Telbaşir köyüne bir adımlık yerde

seni görmek için
bekliyor. Seni görüp tekrar mezarına dönecek. Gel! Artık babanı görmeye gel!» «Hayır, olsun! Ne

yapayım,» derdim.
Halep'ten bir adım bile dışarı çıkmazdım. Ben ancak Mevlânâ için geldim.
Kera Hatun dedi ki: «Dün gece rüyada gördüm ki, edep dışı uyumuşum; ayağımı size doğru

uzatmışım.» «O geçti,»
dedim. «Şimdi de kulağım ağrıyor, ayağını uzat da üzerine koyayım,» dedi. «Vazgeç,» dedim. «Bir

şeyler getirin de yiyeyim.»
«Hayır, ayağım getir, kulağıma koy ve kulağıma tukur ki, ağrısı dinsin,» dedi. Daha sonra, «Bu hırka

Şems'indir> dedi. Ben
de, «Eğer benim olaydı yanımda bulunurdu,» dedim. «Onu bana ver.» «Mevlânâ gelsin ele versin,»

dedi. Şimdi senin bana
olan inancın bu mu idi? Bununla beraber onda bir mertlik var; çanak, ekmek ve gönül var. O nerede,

şüphecilik nerede?
Ondan yüz bin fersah uzak. Ancak onun içinde bir duygu var ki, bunların kaynağı hep o.
Görüyorsun ki, Mevlânâ bugüne kadar onunla çok uğraştı. Hele ne gerek vardı ki, bu hırkayı vermek

için Mevlânâ'nın
gelmesini beklesin? Perir, Bahaeddin nasıl ki o gün, bir aralık söz arasında benim sana yaptığım gibi,

«On altın verilsin,»
demişti. (M. 131) Onda bir zorlama yoktu. Zaten o kimse ki zorlama ile iş görür, köpekler kurtulur da o

kurtulamaz. Eshab-ı
Kehf'in (Mağara arkadaşları) köpeği arşa çıkacaktır bu yüzden. Bundan şüphe edilemez. Bu sözü iyi

dinle de bırak başka
sözleri. Nihayet beş altın çıkardı, ağlayarak, «Bunu kabul et!» diye yalvardı. Kera geldi. Gizledim

cehenneme gitmesin diye.
Benim için ne gam? Âlemde hem dünya hem ahiret, hem de Hak adamı vardır. Nasıl ki Şiblî ahiret

adamı, Mevlânâ da Hak
adamıdır.
Dün gece yine dostları arıyordum. Her birini ayrı ayrı göz önüne getirdim. Her birinin inancına,

dileğine, anlayışına bir
başkalık gelmiş. Bu niçin böyle oluyor, dedim ve hallerine acıdım. O bizimdir, böyledir; sen de bu gönül

hoşluğu ile kal ki,
bizim olasın, derim. O selâmı onun için verdim. Ben selâm verdiklerime hep böyle yaparım. Önce onun

işini yoluna koyar,
sonra hal hatır sorarım. Belki bin defa söyledim. Her kimi seversek ona cefa ediyoruz. Ama azıcık

düşkünlüğünü görünce de,
yüz bin ödül veriyoruz. Ötekilerini de, dağlarda tutmuyoruz ya. Her kimin başını sahraya çevirdilerse

bu, yabancılıktan ve
bilgisizliktendir. Ona saygı gösterelim. Hizmetinde bulunalım. Çünkü bize yabancı kalmış,

uzaklaşmıştır. Görmüyor musun ki,
senin eski pabuçlarını bile taşıyacak değeri olmayan birine saygı göstermekte, onu yüksek görmekte

ne kadar ileri gidiyoruz!
Kaç kaç kere onun kötü hallerine göz yummuşuzdur. Düşünmüyor musun ki, nebilerin, velîlerin

başlarına gelen belâlar da o
yüzdendi. Çünkü onlar Allahın has kulları idiler. Dün... gönül alçaklığı gösterdi. Birinin böyle aşağıdan

alması, benim hoşuma
gider. Çünkü onun hali bütün dostlar, düşmanlar, müminler ve kâfirler için rahmetin son derecesidir.

Allahdan bunu dilerim ki,
onlara doğru yolu göstersin.
Gönlüm o köpeğin (nefs'in) yüzünden bir aydınlığa eremedi. Hep onu şöyle idare et, böyle yaşat ki,

kimse vurup
inciltmesin kaygısı ile oyalandım.
Çok ayrı düştük, biz evde bile dağılmış bir haldeyiz! Biri o tarafa o

kâsenin başına gider. Öteki bu sofranın başına
koşar. Gariptir, bu hikâye ve bütün bunlar onun hatırına gelse bile yalnız bizim kendisini görmek

hususundaki arzumuzu
hatırlamaz. (M. 132) Ona ne diyelim ki, kendisine bu kadar saygı beslediğimiz halde hâlâ bizden uzak

durmakta, yabancılık
göstermektedir. Bu hikâye uzundur.
Allahya yalvardım: Yarabbi! Beni kendi velilerinle tanıştır, onlar ile yoldaş et! dedim. Rüyamda seni bir

velî ile yoldaş
edeceğiz dediler. Sordum: O velî nerededir? Ertesi gece bu velinin, Rum diyarında (Anadolu'da)

olduğunu söylediler. Bir
zaman sonra tekrar gördüğüm rüyada, «Henüz vakti gelmemiştir. Her işin bir zamanı vardır,» dediler.
Benim bir âdetim vardır. Yanıma gelenlere sorarım: «Efendi! Konuşacak mısın yoksa dinleyecek

misin?»
«Konuşacağım,» derse, üç gün üç gece arka arkaya dinleyebilirim. Meğer ki o kaçsın da ben

kurtulayım. Eğer, «Ben
dinleyeceğim,» derse, ben de, «O halde biribirimizle uyuşuruz,» derim. Ben söze başlarım, o da laf

arasında konuşur.
Sofiye sormuşlar: «Peşin bir tokat mı istersin, yoksa veresiye para mı?» «Vur da geç!» demiş. Bu bir

nimettir.
«Geç!» derken acıdan korkuyor, nimetin elden gitmesine acıyor. Mevlânâ diyor ki: Filân, dün gece

raks ediyordu. Gerçi başka
zamanlarda bir nevi edep dışı hareket olması bakımından bu hali hoşuma gitmezdi. Fakat dün gece

bunun neden ileri geldiğini
bildiğim için pek hoşlandım rahatlaştım.
Ben de, duaya bel bağladım. Ağır davranırsın, ağır davranırlar. Acele edersin, acele ederler. Sen bu

Meryem'i
sevmiyor musun? Bu yavrunun güzelliğini görmüyor musun, ona âşık olmuyor musun?
Derse başlayan bir çocuk vardır; öteki arkadaşlarını da kendisiyle birlikte ders okumaya, Kuran

öğrenmeye teşvik
eder. Bir başka çocuk da bunun ta-mamiyle aksidir. Kitaptan, dersten kaçar. Ama kendi kendine,

«Ben ne bahtsızım, benim
yaşımdaki bütün çocuklar mektebe başlamış!» diye gizlice ağlar. Bu çocukta ümit vardır. Ama

üçüncü bir çocuk daha var ki
başka arkadaşlarını da kendisi ile birlikte okuldan kaçırır, îşte onda hiç ümit yoktur. Bu çocukların

ikisi de kararsız, dönek
tabiatlıdırlar. Biri kaçar kendini kurtarır. Ama öteki orada oturur kararsızlığı bir hamlede parçalar. Bir

kere bu çocuk ötek'ne
erişemez. Nerede kaldı ki, onu geçebilsin.
(M. 133) Henüz pekmez satıyorsun, sarf etmiyorsun. Başka bir yerde Hakka ödünç vermek bahsini

tefsir etmiştim.
Fakat o iyiliksever kişinin gözü bu cihette değildi. Bak bunu nasıl tevil etti: Kendimden ödünç

verdiğim şey daima gönlümden
çıkmaz, niçin onu düşüneyim, niçin hatırlayayım? Böyle adama Allahnın verdiği gıda ile oruç tutmak

haramdır. Bu, o demektir
ki, bu ağzı mazeretle açasın, öteki oruçtan tutmuş olasın. Çünkü o oruç, bağlı bir ağızla tutulmuş olur.

Bu orucu açtığın zaman
öteki oruç da tutulmuş sayılır.
Semerkant, ne kadar hoş yerdir! Bu âlemde olmayan hoş bir âlem o taraftadır. Dünyanın hoşluğu o

cihettedir.
Mevlânâ buyuruyor ki, benim ayrılmaklığım onun hoşuna gitmez, 'ama bu böyledir. Ben yalnız ca her

yeri dolaşırım, her
dükkânda çömelirim. O ise vekarlı kişidir. Bir Şehir Müftüsünü öyle dükkân dükkân, yer yer

gezdiremem, her külhanda
dolaştıramam ki, benim seninle beraber olduğumu bilsinler. Seninle şöyle teklifsizce bir şeyhlik

sohbeti etmedim. İstesen de
istemesen de ben bu tarafa giderim. Eğer benim olacaksan benimle birlikte gelirsin, yoksa çetin

gördüğün her şey sana
gerekmez.
Nasıl öyle eğreti oturmuşsun? Gönlüme ürkeklik geliyor. Şimdi İblisin manasını bu kadar hoş bir

şekilde işittin mi?
Bakarsan İbliste de İdriste de belirli birer mana vardır. Bir vakit bu dersin manası yürür başka bir

vakit de o dersin manası. O,
bundan daha hoştur. İblise gazap edilmesindeki bu nükte latif ve manevîdir. O İdristeki mana ise

daha manevîdir, ama
surette İdris görünecek olursa ancak İdristen doğan mana, İblisden doğan manaya göre daha lâtiftir.

Çün-kün gazaptan lütfa
doğrudur.
Evet, kendi sözünden kendi şiirinden sana bir coşkunluk geliyorsa başkalarının sözleri ve şiirleri de

öyle gelir. Onlara
karşı da heyecanın artar. İyiye, güzele karşı ne denilebilir? Lâkin sen diyorsun ki, vaktin birinde bir

hırka söz söylüyordu.
Nihayet senin halin hırkanın halinden daha iyi olmalıdır. Senin kendi sözün yok mu? Hep başkalarının

hikâyeleri, başkalarının
şiirleri!
Hırka nasıl konuşabilir? Cansız varlıklar içinde ancak Samiri'nin danası konuşmuştur. Başka

cansızlarda böyle bir âdet
görülmemiştir. Fakat o buzağı mademki Allahlıktan dem vurmuştur, Musa'nın peygamberliğini nasıl

kabul eder? İşte Musa'nın
hikâye ettikleri o hali senin halindir.
(M. 134) Müridin biri dedi ki: «Ben her gün Allahyı .yetmiş kere açıkça görürüm.» Şeyhi ona şunu

söyledi: «Senin bir
kere Bayezid-i Bistamî'yi görmen, Allahyı yetmiş kere görmenden daha hayırlıdır.» Mürit meşelikten

dışarı çıkıp da Bayezid-i
görünce hemen düşüp öldü, çünkü âşık idi. sevgiliyi arama yönünde öldü. Yani nefsinden ona da bir

artık kalmıştı, o da
temizlendi.
Mürit, âciz görüşü ile eksik basiretiyle ancak kendi 'tasavvurunun suretini görür. Allahyı Bayezid

kuvvetiyle göremez.
Şimdi yüz bin Bayezid de, Musa'nın pabucunun tozuna erişemez. Hem sen taklit yoluyla da diyorsun

ki, binlerce veli, nebinin
ayak tozuna erişemez. O halde nasıl reva görüyorsun ki, bir külhancı onu her gün bin defa görsün?

Allah ile konuşan Musa'ya
da onu göremedi diyorsun. Eğer biri senin gerçeklediğin «Allahyı görmek vardır,» anlamındaki Allah

kelâmını tevil etmek
isterse fetva istemek lâzımdır. Söz, çekiştirilmeye elverişli ise tevil ile söylenir. Doğru söze tevil

gerekmez.
«Enel Hak» (Ben Hakkım) sözü gibi çıplak ve uygunsuz sözler ise tevil götürmediğinden şüphesiz

söyleyenin başı
araya gitti.
Bir divane ötekine şöyle diyordu: Bir çuval yün nasıl olur da bir çuval mücevherle beraber olur? Yüz

kere boşaltsan,
altınla doldursan bile yine mücevhere eşit olmaz. Bu öyle bir divaneydi ki akıllının söyleyeceği sözü

söylüyordu. Kadı ona yan
yan baktı. Ben de Tebriz şeyhleri ile Zahid'in ve kölelerin hikâyelerini anlatıyordum. Dün gece dedim

ki, sizin sözlerinizi de
Mevlânâ ile birlikte sizin ağzınızdan dinleyelim. Sonra gönlüm razı olmadı. Niçin, yemek yerken

konuşulan o sözleri yine
birlikte yemek sofrasında konuşmayalım? dedim. Yine gelseniz ne olur? Dualar edelim! Arzunuz nedir,

aradığınız nedir?
Yukarıda sözü geçen, «Gözler onu göremez ama o gözleri görür,» âyetindeki manayı anlamak

konusunu mademki
sen açıklayamıyorsun, bari dokuz şeftali ver ki ben söyleyeyim. Aranılanı bulmak ona kavuşmak için

en yüksek arzunuz nedir?
Allah daima doğruyu söyler onun ilâhî varlığına ant içerim ki bu doğrudur. Allahın selâmı ve rahmeti

üzerinize olsun. Ben artık
ense, göbek yapmak düşüncesinden vazgeçtim. Dostlar yen lendi ama ben eski bedenimi bulamadım,

tşin kötü tarafı sen hep
kendi mektubunu okuyorsun, dostun mektubunu okumuyorsun. Nihayet biraz da dostun

mektubundan birşeyler oku. Kitapta
yazılı olan şeyler hakkında onlara bir utanç gelmez. (M. 135) Bu gibi şeyleri biri kitapta yazar. Nasıl ki

bir adam soruyordu:
«Kadınların kapalı yerine bakmak helâl midir, yoksa haram mı?» «Helâl geçti,» dedim. «Ona el

yetmiyor.» Ancak, bu
sözümden de hayrette kaldım. Yüksek sesle, «Onun etrafında dolaş, okşayıver, nihayet vücuttan

dışarı çıkmaz,» dedi. Tekrar
sordu: «O halde söyle, O beni niçin okşamasın?» Bu ikinci sorunun cevabım niçin vereyim. Niçin

ağzımdan bu söz çıksın?
Ancak benim sana ilk söylediğim sözü dinle! Çünkü bu ikinci mesele, sana gevşeklik ve arıklık verir.

Bunu niçin anlatayım.
Bundan sana ne fayda var? Eğer bu noktada bir yanlışlık olmuşsa gayret et, mümkün-olduğu kadar

düzeltmeye çalış! Ama
sana b
:
r fayda sağlamaz. Ben bu konuda bir şeyler bilsem de senin nefsine bir fenalık gelmesin diye

söylemem sana.
Bana bundan sonra Medrese çevresindeki yollardan geçmek yaraşmaz. Şimdi tabiatını bilmediğimiz

bir insanın
gönlünü nasıl bilebilirsiniz? Zaten aranılan da gönüldür. Kaldı ki, sana bu aranılan şeyden söz açmak

da belki hoş gelmez.
Şimdi beni en çok korkutan nokta, dışarda gördüğüm bir çok şeyleri sana söyleyememektir. Şimdi

sen söyle; önce
bana Muhabbet ve saygısı vardı, onu sizin sohbetinizi anlatırken dinlemiştim. Halvette sizi hep hayırla

anıyordu. Bu yüzden
duacınızın size karşı beslediği Muhabbet yüz kat daha artmıştı.
Rüyamda gördüm ki Mevlânâ ile birlikte Kuran' daki şu âyeti okuyorduk: «Her şey yok olacaktır.

Ancak onun vechi
kalacaktır,» Yani bu varlıktan geri kalacak bir şey varsa, ancak dostların yüzüdür.
Beyit:
Nice sevgili, mest, başı dönmüş
Gözleri yaşlı olduğu halde kapıya geldi.
«Lenterâni!» (Beni göremeyeceksin!) hitabı gözünün önünde

ama göremiyorsun. Onu böyle görmek istiyorsan bu
«Lenterâni,» o kadar lâtiftir ki gözle görülmez. Yine âyette, «Onu gözler göremez, ama o gözleri

görür,» buyurulmuştur.
Buradaki mânâ evvelkini kat kat geçer. «Onu göremezsin, ancak dağa bak!» buyurulmuş olmasındaki

hikmete gelince; o dağ,
senin benliğindir.
Ahırzaman Peygamberi Hazreti Muhammed Aley-hisselâm'dan, «Nefsini bilen Rabbini de bildi,»

nüktesini iyi dinle!
Bundan dolayı onun Rabbini görmek dileği, Musa'dan başka oldu. Bu, «Yarabbi!» böyle bir istekte

bulunmaya tövbe ettim,
«Ben, müminlerin ilkiyim,» sözünün delilidir.
Akar su pislikleri beraber sürükler, onları geri çevirmez. Şu halde kendisini özleyen, susamış bir

kimseyi nasıl geri
çevirir. Su vardır ki, içindeki pisliklere dayanamaz, kirlenir diye içindekileri kendir ğinden dışarı atar,

ama başka bir su vardır
ki, âlemdeki pislikleri içine atsanız asla değ'şmez ve kirlenmez.
(M.136) Bu halk İblisdeki hakikatten âciz kalmışlardır. Eğer, iblis, «insanoğlunun damarlarında

dolaşan kan gibi onun
bedenini dolaşır,» sözündeki surette ise bu ifade uygun düşmez. Bu takdirde, bu deyim manevîdir.

Bunun başka bir anlamı
daha olmalıdır ki, evvelkinin dışında olsun. Diyelim ki, sana ansızın bir öfke gelir, sonra da bir rahatlık

duyarsın. Evvelkisi
manevîdir, ama ikincisi daha manevîdir. Bir zamanlar (Melekler) iblisten ders alırlardı. İyi bil ki, dersin

rahmetini yine o
götürdü. O felsefe yaptı; gerçi o bu felsefeden daha tatlıdır. Allahnın yüce zatı hakkı için demişlerdir

ki, onun sözü şeyhe
yaraşır sözdür. Ama tekrar söylemek gerekmez. Her ne kadar onu yorumlamak uygun görülse de yine

tekrarlamak yaraşmaz.
İşte şu, «Enel Hak» (Ben Hakkım) sözü de yorumsuz değildir. O zaman iş şüpheli olur. Çünkü mademki

ben diyorsun, Hak
kim oluyor? Hak diyorsan, ben sözü çıplak, alçak ve öldürücü bir kuru lâftan başka nedir?
Zamane müftüleri Hallâc'ın ölümünü istediler. Tahkik ehli müftülerle şeriat müftüleri de onlara yardım

ettiler ki
sevabını paylaşsınlar. Bununla beraber, O hem şüphe, hem de yakın mertebesinde kaldı. Acaba ben

var mıyım? diye yakın
mertebesine erişemedi.
Hakikat yolcularının yolu yakın mertebesinden geçer. Onlar ancak bu menzilden sonra son

duraklarına erişirler. Asıl
aranılan da o mertebedir. Âlemin görünüşü karşısında der ki: «Nihayet ben sende bir âlem

görüyorum!» O da, «Şu toprak
âleminde ne yapacaksın?» deyince: «Senin lütfün benimle beraber değil mi?» diye sorar. O, «İster

olsun ister olmasın,» der.
Ama, «Sana daha çok yardım edemiyorum,» deyince de, ona, «Ben de üzülüyorum. İçimden sana

yardım etmek için bir
gayret geliyor.» der ve «O halde, benim için ne gam!» cevabını alır.
Gideyim Mevlânâ'yı göreyim. O, dünyaya ne bir şey istemek için ne de bu işareti tamamlamak için

geldi. Âlemde,
nişanı olmayan bir sevgilinin halinden haber veren işaretten onda bir nişan yoktu.
Görünen her nişan, arayanın nişanıdır, yoksa aranılanın nişanı değildir. Bu sözler hep arayanın

sözleridir. Onlara bir
şey görünmez. Hakkı arayan gerçek, yolcu odur ki, aradığı sevgiliden alnında bir ışık parlar. O ışık

sayesinde her kimin yüzüne
bakarsa onun said (mutlu) veya şaki yani (mutsuz) ve fena yaratılışlı olduğunu görür.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder