2 Haziran 2016 Perşembe

Mesnevi Hz Mevlana Celaleddin

KİTAP-2

BEYİT 1-700

Bu ikinci cildin gecikmesinde bazı hikmetler vardır.İşin faydalarına dair Allahı hikmetleri,kula tamamiyle malûm olsa kul,o işi yapamaz,âciz kalır.Allahının sonsuz hikmetleri;idrakini yıkar,harabeder.Kul o işe koyulmaz.UluAllahı ,o sonsuz hikmetlerden pek az bir miktarını, kula yular yapar,onu o işe çeker.O işin faydasından hiç haber vermese kul hiç harekete gelmez.Çünkü hareket,insanların faydası içindir ve biz o yüzden işe koyuluruz.O işin hikmetini tamamiyle bildirse kul yine harekete gelemez.Nitekim devenin yuları olmasa yürümez.Fakat yular ağır ve büyük olsa yine gidemez,çöküverir.”Hiçbir şey yoktur ki hazineleri bizde olmasın.Fakat onu  ancak mâlum bir miktarda indiririz.”Toprak susuz kerpiç olmaz.Fakat “Allahı gökyüzünü yüceltti,ölçülü yaptı.”Her şeyi de ölçülü verir;sayısız,ölçüsüz değil.Ancak halk ve beşeriyet âleminden geçen kişiler,”Allahı,dilediğini sayısız bir surette rızıklandırır” hükmüne mahzar olanlar ve tatmayan bilmez sırrına erenler,bundan müstesnadır.

     Birisi “Âşıklık nedir? Diye sordu.
     Dedim ki:Benim gibi olursan bilirsin.

   Aşk,sayıya sığmaz,ölçüye gelmez sevgidir.
   Bundan dolayı,hakikatte Halk sıfatıdır,kula nispet edilmesi mecazidir demişlerdir.”Allahı onları sever” sözü nerede kaldı?
   Allahı Peygamberine daimî ve çok salâtü selâm olsun.

   MESNEVİ  II


Bu Mesnevi bir müddet gecikti. Kanın süt olması için bir zaman lâzımdır.
   Bahtın yeni bir çocuk doğurmadıkça kan, tatlı süt haline gelmez. Bunu güzelce duy.
   Hak Ziyası Hüsamettin, göğün yücesinden tekrar dizgin çevirince yine Mesnevi’ye başlandı.
   Hakikatler miracına gitmişti, o yüzden onun baharı olmadığı cihetle koncalar açılmamıştı.

5. Denizden tekrar kıyıya dönünce Mesnevi şiirinin çengi de düzeldi, çalınmaya başlandı.
   Ruhların cilâsı olan Mesnevi’ye, yeniden recebin on beşinci günü başlandı.
   Bu alışverişe başlayış tarihi, (Hicri) 662 tarihiydi.
   Bir bülbül buradan uçup gitti, dönüp yine geri geldi. Bu manaları anlamak için doğanlaştı.
   Bu doğanın konağı, padişahın kolu olsun; bu kapı, halka ebediyen açık kalsın.

10. Bu kapının afeti, heva ve şehvettir. Yoksa burada daima şerbetler içilir durur.
   Bu ağzı kapa da o âlemi gör. O âleme gözbağı, boğaz ve ağızdır.
   Ey ağız, sen esasen cehennemin bir alevisin! Ey cihan, sen zaten bir berzaha benzersin!
   Baki nur, aşağılık dünyanın ardındadır. Saf süt, kan nehirlerinin ardındadır.
   Oraya ihtiyarsız bir attın mı… sütün karışır, kan haline gelir.

15. Âdem peygamber, nefis zevkine bir adım attı, cennetin baş köşesinden ayrılma zinciri, boğazına geçti.                
    Melek, Şeytandan kaçar gibi ondan kaçmaya başladı. Bir lokma ekmek için ne kadar gözyaşı döktü.
   Gerçi cüret ettiği suç bir kıl kadardı. Fakat o kıl iki gözde bitmişti.
   Âdem,kadim nur’un gözüydü.Gözde kıl,büyük bir dağ kesilir.
   Eğer  Âdem, o hususta meşverette bulunsaydı pişman olup özürler serdetmezdi.

20. Çünkü bir akıl, başka bir akılla birleşti mi; kötü işe, kötü söze mani olur.
   Fakat nefis, başka bir nefisle dost olursa cüzi akıl muattal olur, bir işe yaramaz.
   Yalnızlıktan ümitsizliğe düşünce güneş gibi bir sevgilinin gölgesi altına gir.
   Yürü, tez bir Allahı dostu ara. Böyle yaptın mı, Allahı, senin dostun olur.
   Halvette oturup gözünü yuman da bunu yine dosttan öğrenmiştir.

25. Ağyardan halvet etmek gerek, yardan değil. Kürk, kışın işe yarar, baharın değil.
   Akıl başka bir akılla birleşti mi nur artar, yol meydana çıkar.
   Fakat nefis, bir başka nefisle sevinir, gülerse karanlık çoğalır, yol gizlenir.
   Ey avcı, dost senin gözündür. Onu çerçöpten arı tut.                      
   Sakın dil süpürgesiyle ona toz kondurma. Göze tozu toprağı hediye götürme.

30. Zira mümin, müminin aynası olunca yüzü buğulanmadan kurtulur.
   Mahzunluk zamanında dost, can aynasıdır. Aynanın yüzünü nefesle buğulandırma.
   Nefesinden buğulanıp yüzünü senden örtmemesi için her nefeste soluğunu tutman lâzım.
   Topraktan aşağı mısın ki ? Toprak bile sevgiliyi bulunca bir bahar yüzünden yüz binlerce çiçeğe kavuştu.
   O yaş ağaç, sevgiliyle buluşunca hoş bir hava yüzünden baştan ayağa açıldı, donandı.

35. Fakat gözün aykırı bir dost görünce başını, yüzünü yorgana çekti.
   “ Kötü dostla ünsiyet, belâya bulaşmaktır. Mademki o geldi, bana uyumak düşer.
   Uyuyayım da Eshabı Kehf’ten olayım. O sıkıntıda o minnette mahpus kalmak, Dıkyanus’tan iyi” dedi.
   Eshabı kehf’in uyanıklığı,Dıkyanus’a kulluk etmekti. Fakat uykuları; şereflerini, haysiyetlerini korumuş oldu.
   Bilgiyle uyumak uyanıklıktır. Vay bilgisizle oturan uyanık kişiye !

40. Kargalar, güz mevsimi otağlarını kurdular mı, bülbüller gizlenir ve susarlar.
   Çünkü gül bahçesi olmayınca, bülbül sükût eder. Güneşin kayboluşu, uyanıklığı öldürür.
   Ey güneş ! Sen yeraltını aydınlatmak üzere bu gül bahçesini terk ediyorsun.
   Fakat marifet güneşi, bir yerden bir yere gitmez, o güneş dolunmaz. Onun tanyeri akıl ve candan başka bir yer değildir.
   Hele işi gücü ; gündüz olsun gece olsun, âlemi aydınlatmak olan o cihanın kemal güneşi hiç kaybolmaz.

45. İskender’sen gün doğusuna gel. Ondan sonra nereye gidersen nurlusun, kuvvetlisin!
   Ondan sonra nereye varsan orası doğu olur; doğrular senin batına âşık kesilir.
   Senin yarasa duygun batıya doğru koşmakta, inciler saçan duygun da doğuya doğru akmakta.
   Ey atlı ! Duygu yolu, eşeklerin yoludur.Ey eşeklere karışan, utan!
   Bu beş duygudan başka beş duygu daha vardır. O duygular kırmızı altın gibidir, bunlar bakır gibi.

50. Tanıyışta, anlayışta mahareti olanlar, o pazarda nasıl olur da bakır duyguyu altın duygu gibi alırlar?
   Bedenlerin duygusu, zulmet gıdası yemekte, can duygusuysa bir güneşten çerezlenmekte.
   Ey duygularını derleyip toplayarak gayp âlemine götüren! Musa gibi elini koynundan çıkar.
   Ey sıfatları marifet güneşi olan! Bu âlem güneşi, bir sıfatla mukayyettir.
   Halbuki sen gâh güneş olursun, gâh deniz. Gâh Kafdağı kesilirsin, gâh Anka.

55. Fakat hakikatte sen ne bu olursun, ne o. Ey vehimlerden uzak, ey ilerden ileri!
   Ruh; ilimle, akılla dosttur. Ruhun Arapça’yla, Türkçe’yle ne işi var?
   Ey nakşı, sureti olmayan! Bunca nakışlar, bunca suretlerle, sana hem müşebbih hayran olmuştur, hem muvahhit!
   Gâh müşebbihi muvahhit yapmakta, gâh suretler muvahhidin yolunu kesmekte.
   Gâh sarhoşlukla sana Ebül Hasen der, gâh ey yaşı küçük, ey bedeni taze ve yumuşak güzel diye hitabeder.

60. Bazen de kendi suretini viran eder ve bunu, sevgiliyi tenzih etmek için yapar.
   Duygu gözünün mezhebi, İtizaldir. Akıl gözüyse vuslata kavuşmuştur, Sünnî’dir.
   İtizale uyan, duyguya kapılmıştır. Fakat sapıklıktan kendini Sünnî gösterir.
   Duyguda kalan kişi, Mutezilî’dir. Sünnî’yim dese de cahillikten der.
   Duygudan çıkan kişi Sünnî’dir. Gören göz, izi hoş akıl gözüdür.

65. Hayvan duygusu padişahı görseydi öküzle eşek de Allahıyı görürdü.
   Sende hayvan duygusundan başka, heva ve hevesten dışarı bir duygu olmasaydı.
   Âdem oğulları; nasıl olurda mükerrem, nasıl olur da hayvanla müşterek duygu ile sırra mahrem olurlardı?              
   Sen suretten kurtulmadıkça Allahıya surete sığmaz, yahut sığar demen, aslı olmayan bir sözden ibarettir.
   Tasvire sığar, yahut sığmaz bahsi; tamamiyle iç olmuş, suretten kurtulmuş adamın harcıdır.

70. Eğer körsen köre teklif yoktur. Değilsen yürü, var; sabır kurtuluşun anahtarıdır.
   Sabır ilâcı, gözlerin perdesini de yakar, göğüsleri gönülleri de yarıp açar.
   Gönül aynası saf ve pak bir hale gelince sudan, topraktan hariç suretler görürsün.
   Nakşı da müşahede edersin, nakkaşı da. Devlet yaygısını da, onu döşeyeni de.
   Sevgilimin hayali bana Halil gibidir. Sureti put ama manası putları kırmakta.

75. Allahı’ya şükür olsun ki o zahir olunca can, onun hayalinden, kendi hayalini gördü.
   Kapısının toprağı, gönlümü teshir etti. Senin toprağına karşı ululananın toprak başına.!
   Dedim ki; Eğer güzelsem bu güzelliği onun lûtfu olarak kabul ederim. Değilsem zaten çirkinlikler bile bana güler!      
   Çaresi şu: Kendime bakayım kendime çeki düzen vereyim. Bakalım, ona lâyık mıyım, değil miyim?
   O güzeldir, güzelliği sever. Taze bir delikanlı, kart bir ihtiyarı nasıl seçer?

80. Temizler, kimlerindir? Temizlerin. Şu meydandadır: Güzel, güzeli sever, güzeli ister.
   Şunu bil ki güzel, güzeli cezbeder. “ Temizler,temizler içindir” âyetini oku!
   Âlem de her şey, bir şey cezbeder. Sıcak sıcağı çeker , soğuk soğuğu.
   Aslı olmayan, aslı olmayanları çekmektedir, bakilerde bakilerden sarhoş olmakta.
   Cehennem ehli olanlar, cehennem ehli olanları cezbeder. Nura mensup olanlar, ancak nura mensup olanları ister.
   Gözünü yumdun mu canın kopuyormuş gibi bir eleme, bir ıstıraba düşersin. Gözün, gündüzün nurundan ayrılmaya sabrı yoktur.

85. Gözünü yumdun mu tasalanır, gama, gussaya düşersin. Gözün nuru, gündüzün nurundan ayrılamaz.      
   Senin tasan, gam ve gussan; hemencecik gündüzün nuruna kavuşmak isteyen göz nurunun cazibesinden ileri gelir.
   Gözün açıkken de tasalanırsan bil ki gönül gözünü yummuşsundur,onu aç!
   Bil ki  sıkıntı gönlünün iki gözü de kapalı olduğundandır. Gönül gözü kıyasa sığmaz bir ziya arayıp durmaktadır.
   O iki ebedî nurun firkati, seni tasalandırmaktadır. Onu koru!

90. O madem ki beni çağırmakta, ben de kendime bakayım. Onun cazibesine lâyık mıyım, yoksa çirkin miyim?
   Bir güzel, peşine bir çirkini takarsa onunla alay ediyor demektir.
   Acaba yüzümü nasıl göreyim? Ne renkteyim ki, gündüz gibi miyim, gece gibi mi?
   Diye can suretimi hayli zamandır arayıp duruyordum. Fakat suretim kimseden görünmüyordu.
   Nihayet dedim ki, ayna neden icadedilmiş, ne güne yarar? Herkes nedir, kimdir, kendisini bilsin diye değil mi?

95. Demirden yapılma ayna suretler içindir. Can yüzünün aynasıysa çok pahalı, çok değerlidir.
   Can aynası ancak sevgilinin yüzüdür. O sevgilinin yüzü ki, o diyardan.
   Dedim ki: Ey gönül sen küllî bir ayna ara. Denize git, ırmaktan iş bitmez!
   Kul, bu istek yüzünden civarına geldi. Meryem’i hurma fidanına derdi çekti.
   Gönlüm, gözünü görünce o görmemiş göz yok oldu; gönlüm gözün ta kendisi kesildi.

100. Seni ebedî olarak küllî bir ayna gördüm. Gözünden kendi suretimi müşahede ettim.
   Nihayet ben, beni buldum, iki gözünde aydın bir yol gördüm, dedim
   Vehmin; kendine gel, o senin hayalindir. Kendini hayalinden ayırdet dedi.
   Suretim gözünden seslendi: Birlikte ben senim, sen de bensin.
   Hayal bu zevali olmayan aydın gözdeki hakikatlerden nasıl yol bulur da girer?

105. Suretini, benden başkasının gözlerinden görürsen onu hayal bil, onu reddet!
   Çünkü benden başkası, gözüne yokluk sürmesi çekmekt, e hakikatte yok olan şeylerle gözünü sürmelemekte… Şarabı, Şeytanının tasvirinden tatmaktadır.
   Onun gözü hayal ve yokluk evidir. Hulâsa o, yokları var görür.
   Benim gözüme ululuk sahibi Allahı’nın sürmesiyle sürmelenmiştir. Varlık evidir, hayal evi değil.
   Gözünde bir tek kıl olsa hayalinde gevher, yeşim taşı gibi görünür.

110. Hayalinden tamamıyla geçersen o vakit yeşim taşını,gevherden ayırt edebilirsin.
   Ey gevher tanıyan kişi, bir hikâye dinle de meydanda ve apaçık olan şeyi kıyastan fark et.

                   Allahı razı olsun,Ömer zamanında birisinin, hayalini hilâl sanması.

Ömer zamanında oruç ayı geldi. Birkaç kişi bir dağın tepesine koştu.
   Oruç ayının hilâlini görüp kutlulanmak,onu hayra yormak istiyorlardı. Birisi “ Ey Ömer, işte hilâl” dedi.
   Ömer gökyüzüne baktıysa da ayı göremedi. “ Bu ay senin hayalinden meydana geldi.

115. Yoksa ben, gökleri senden daha iyi görürüm.Tertemiz hilâli nasıl olur da görmem?
   Elini ısla da kaşını sıvazla. Ondan sonra hilâle bak!” dedi.
   Adam elini ıslayıp kaşını sıvazlayınca ayı göremedi. “ Padişahım, ay yok görünmez oldu” dedi.
   Ömer dedi ki: “Evet, kaşının kılı seni şüphelendirdi; yaydan sana bir ok attı”.
   Onun yolunu bir eğri kıl kesti, o yüzden ayı gördüm diye davaya kalkıştı.

120. Bir eğri kıl gökyüzüne perde olursa bütün vücudun eğri olunca halin ne olur?
   Her cüz’ünü doğrulara uyup doğrult. Ey doğru yola giden,o eşikten baş çekme!
   Teraziyi, terazi doğrulttuğu gibi terazinin değerini azaltan da yine terazidir.
   Doğru olmayanlarla tartılan eksikliğe düşer, aklı şaşar kalır.
   Yürü, kâfirlere karşı şiddetli ol; ağyarın dostluğuna toprak saç!

125. Ağyarın başına kılıç kesil; kendine gel; tilkilik etme, aslan ol.
   Ki dostlar gayretleri yüzünden senden kesilmesinler! Çünkü o dikenler, bu güle düşmandır.
   Ateşe üzerlik tohumu serper gibi kurtların başına ateş serp; çünkü o kurtlar, Yusuf’un düşmanlarıdır.
   Kendine gel, Şeytan sana “ babasının canı” der bu suretle o lain seni aldatır.
   Bu kara yüzlü, babana da bu şeytanlığı yaptı. Âdem’i de mat etti.

130. Bu kuzgun, satranç başın da çeviktir. Yarı uykulu gözle kuzgunu doğan görme!
   Çünkü o kadar çok oyunlar bilir ki boğazında bir çöp gibi kalakalır.!
   Onun çöpü boğazlarda durur. O çöp nedir? Mevki ve mal sevdası.
   Ey kararsız kişi, mal çöpten ibarettir. Ama boğazındaysa Abıhayatı içirmez.
    Malını, düzenbaz bir düşman çalacak olsa bir yol keseni, başka bir yol kesen dolandırmış demektir.

                                   Bir yılancının başka bir yılancıdan yılan çalması

135. Bir hırsızcağız, bir yılan oynatıcısının yılanını çaldı. Aptallığından onu ganimet saymaktaydı.
   Yılancı, yılanın zehirlemesinden kurtuldu. Yılan da hırsızını ağlatıp inleterek öldürdü.
   Yılancı, o ölü adamı görüp tanıdı, “Onu benim yılanım öldürdü,canından etti.
   Hırsızı bulayım da yılanımı ondan alayım diye dua edip duruyordum,gönlüm yılanımı bulmayı istiyordu.
   Allahıya şükürolsun ki o dua kabul edilmedi. Ben duamın kabul edilmeyişini ziyan sandım ama bana faydaymış” dedi.

140. Nice dualar vardır ki ziyanın, helâk olmanın ta kendisidir. Pak Allahı, onları kereminden kabul etmez.
 
                        İsa Aleyhisselâm’ın yoldaşının İsa’dan kemikleri diriltmesini istemesi

   İsa ile bir ahmak yoldaş oldu.Gözüne yol üstünde ölü kemikleri erişince,
   Yoldaş,ölüleri diriltmek için okuduğun o yüce adı,
   Bana da mutlaka öğret de bir ,y,l,kte bulunayım,o adı okuyup kemiklere can vereyim” dedi.
   İsa dedi ki:”Sus! Bu senin işin değil.Senin nefeslerinin,senin sözünün harcı değil!

145. Nefesin yağmurlardan daha arı,duru olması, o nefes sahiplerinin melkelerden daha idrakli bulunması lâzımdır.
    Âdem,ömürlerce yandı,yakıldı da arındı;felekler hazinesine emin oldu.
   Sen de sağ eline bir sopa aldın ama senin elin nerede,Musa’nın eli nerede,”
   O ahmak,”Benim sırlara kabiliyetim yoksa o adı bu kemiklere sen oku!” dedi.
   İsa dedi ki: “Yarabbi,bunlar ne sırlardır?Bu ahmağın bu mücadeleye girişmesi nedendir?

150. Bu hasta, nasıl oluyor da kendi derdiyle uğraşmıyor? Bu murdar herif neye kendi canının derdine düşmüyor?
   Kendi ölüsünü bıraktı da yabancı ölüyü diriltmeye kalkıştı!”
   Allahı,”Gerilemede gerilemeyi arar.Diken eken ancak yeşermiş taze diken elde edebilir.
   Dünyada diken eken kişi,sakın ektiğin dikeni gül bahçesinde arama!
   O, eline gül bile alsa diken olur.Bir dost varsa dost,yılan kesilir.

155. O şaki kötülüklerden çekinen kişinin kimyası hilâfına zehir ve yılan kimyasıdır(her şeyi zehirler,her şey ona karşı yılan haline gelir).

           Sofinin hizmetçiye hayvanı tımar ettirmesini  söylemesi,hizmetçinin de “Lâhavle” demesi

Bir sofi seyahate çıktı, döne dolaşa bir gece bir tekkeye konuk oldu.
   Bir hayvanı, vardı ahıra bağladı. Kendisi dostlarla, sofanın baş köşesine geçip oturdu.
   Arkadaşlarıyla murakabeye daldı. Murakabede sevgilinin huzuru, adamın önünde bir defter haline gelir (Allahının manevi huzuruna varılır, bütün hakikatler o huzurda okunur)
   Sofinin defteri, harflerin yazılmasından meydana gelen karalama değildir. Ancak kar gibi bembeyaz ve temiz gönüldür.

160. Alimin azığı ve sermayesi, kalemden meydana gelen eserlerdir. Sofinin azığı ve sermayesi nedir? Ayak izleri!    
   Sofi; av peşine düşen, ceylanın ayak izlerini görüp onları izleyen avcıya benzer.
   Bir müddet ceylanın ayak izleri işe yarar. Ondan sonra ise esasen ahudaki misk kokusu, yolu gösterir.
   Bu izlere, bu izlemeye şükreder de yol alırsa nihayet o adım atma o yol alma yüzünden muradına ulaşır.
   Misk kokusunu duyup bir konak yol almak, iz izleyerek yüz konaklık yol almadan, yüz konaklık yolu dönüp dolaşmadan daha iyidir.

165. Ay ışıkların doğusu olan gönül yok mu? O gönül, ariflere “kapıları açılmıştır” sırrıdır.
   Sana duvardır ama onlara kapı. Sana taştır ama azizlere inci!
   Senin aynada açıkça gördüğünü pir, hem de daha önce bir kerpiç parçasında görür.
   Pir olanlar o kişilerdir ki bu alem yokken onların canları, kerem denizinde vardı.
   Bu tene düşmeden önce nice ömürler geçirdiler,ekmeden önce meyveler devşirdiler!

170. Nakıştan, suretten evvel canlandılar,deniz yarılmadan inciler deldiler!

                   Allahı’nın mahlukatı yaratmak hususunda meleklerle müşaveresi

   Allahı, âlemi ve Âdemi yaratma hususunda meleklerle müşavere ederken onların canları, boğazlarına kadar kudret denizine dalmış bulunuyordu.
   Melekler,buna mani olmak istedikleri zaman, gizlice meleklere ıslık çalıyorlar,onlarla alay ediyorlardı.
   Bu nefsi Küll’ün ayağı bağlanmadan onlar her yaratılacak şeyin suretini biliyorlardı.
   Feleklerden önce Zuhal yıldızını, tanelerden önce Ekmeği görmüşler;

175. Akılsız, gönülsüz fikirlerle dolmuşlar; askersiz, savaşsız galip gelmişlerdi.
   O apaçık anlayış,onlara nispetle düşünüştür. Yoksa haddi zatında, bu sırdan uzakta kalanlara göre görüşün ta kendisidir.
   Düşünüş; geçmişe, geleceğe dairdir. Bu ikisinden de kurtulunca müşkül hal olur
   “Ruh üzümden şarabı,yoktan varı görür”
   Onlar da keyfiyete düşecek olan her şeyi keyfiyetsiz görmüşler,madenden önce sağlamla kalpı fark etmişlerdir.

180. Üzüm yaratılmadan önce şaraplar içmişler, muhabbet sarhoşu olmuşlardır.
   Onlar, sıcak temmuz ayında kışı, güneşin ziyasında gölgeyi görür.
   Üzümün gönlünde şarabı,tamam yoklukta bütün varlığı müşahede ederler.
   Gök, onların işret meclislerinde ancak bir yudumcuk içer.Güneş, ancak  onların cömertliğiyle bu sırmalı libası giyer.
   Onlardan iki dostu bir arada gördün mü bil ki onlar hem birdir, hem altı yüz bin!

185. Onların sayıları dalgalar gibidir. Onlar rüzgâr,zahiren çoğaltır.
   Halkın can güneşi, halkın pencerelere benzeyen bedenlerinde taaddüt eder,çoğalır.
   Fakat güneşin kursuna bakarsan birdir.Bedenlerle  mahcup olan kişi şüphededir.
   Çokluk, ruhu Hayvanidedir, Ruhu insani ise birdir.
   Hak, onlara madem ki nurundan saçtı, Hakk’ın nuru, artık ayrılmaz .

190. Yoldaş, bir müddet usanmayı bırak da o güzelin tek benini sana anlatayım.
   Onun güzelliği anlatılmaz, iki âlem de nedir? Onun yüzündeki benim aksi!
   Onun güzel benini anlatmaya başladım mı söz, tenimi yarmak, parçalamak istiyor.
   Ben bu harmanda bir karınca gibi memnun geçinip gidiyorum,hatta kendi cirmimden, kendi haddimden fazla yük çekmekteyim.

               Dinleyen,hikâyenin zahirini istediğinden içyüzünün söylenmemesi,kapalı kalması

   O aydınlığın bile haset ettiği güzel, beni bırakır mı ki söylenmesi lâzım ve farz olan sırları söyleyeyim.

195. Deniz köpüklenir, köpükle örtülür, köpüğü ileri sürer. Sonra da köpüğünü çeker, açılır, kendisini gösterir.
   Şimdi dinle, hikâyenin içyüzünü anlatmama ne mani oldu? Dinleyenin gönlü başka bir yere gitti.
   Hatırına o konuk olan sofinin hali geldi. Boğazına kadar o sevdaya daldı.
   Onun için bu sözü bırakıp ona başlamak hali anlatmak için o hikâyeyi söylemek icap ediyor.
   Fakat ey aziz, sofiyi,suret sofisi sanma! Ne vakte kadar çocuklar gibi cevize,üzüme düşüp kalacaksın?

200. Oğul, bizim cismimiz cevizle üzümdür. Ersen bu ikisinden de geç!
   Eğer sen geçmezsen Allahı’nın lütfu, Allahı’nın keremi seni dokuz kat gökten geçirir.
   Şimdi hikâyenin zahirini dinle, fakat taneyi samandan ayır ha!    

                Hizmetçinin,hayvana bakmayı kabul etmesi, sonra da vaadini yapmaması
 

   O zevk ve huzur dileyen sofilerin zikir ve mürakabeleri, vecit ve şevkle sona erince.
   Konuğa yemek getirdiler. Konuk, o zaman hayvanı hatırladı,

205. Hizmetçiye”Ahıra git, hayvana saman ve arpa ver ”dedi.
   Hizmetçi dedi ki :“ Lâhavle... Bu ne fazla söz! Eskiden beri bu işler benim işim.”
   Sofi “Önce arpayı ısla. Çünkü eşek karttır,dişleri sağlam değil” dedi.
   Hizmetçi “ Lâhavle. Ey ulu, bunu niye söylüyorsun? Bu hizmet usulünü, hep benden öğrenirler” dedi.
   Sofi “Önce semerini indir,sırtına da ilâç koy” dedi.

210. Hizmetçi “Lâhavle ey hakîm, benim senin gibi yüz binlerce konuğum geldi;
   Hepsi de yanımızdan razı olup gittiler.”Konuk bizim canımızdır,bizdendir” dedi.
   Sofi “Suyunu ver ama ılık olsun” deyince hizmetçi “ Lâhavle. Artık beni utandırıyorsun” dedi.
  Sofi “Arpaya az saman karıştır” dedi. Hizmetçi “ Lâhavle. Bu sözü kısa kes artık” dedi.
   Sofi “Yerini süpür, taş toprak kalmasın. Islaksa biraz kuru toprak serp” dedi.

215. Hizmetçi “Lâhavle, a babam, lâhavle de! Bir işe yolladığın ehil kişiye az söyle!” dedi.!
   Sofi “Eşeğin sırtını tımar et” dedi. Hizmetçi “ Lâhavle. Baba, artık utan.!” dedi.
   Bunu deyip eteğini sıkıca beline doladı. “işte gittim,önce arpa,saman getireyim”dedi.
   Gitti ama ahır aklına bile gelmedi. Yalnız sofiyi aldattı.                        
   Birkaç hazelenin yanına gitti, Sofinin sözlerine gülmeye, onunla alay etmeye koyuldu.

220. Sofi uzun zaman yolculukta bulunduğundan gözlerini yumup daldı,rüya görmeye başladı:
   Eşeği bir kurda sataşmıştı. Kurt, sırtından, oyluğundan onu paralıyordu.
   Uyanıp “Lâhavle. Bu ne biçim saçma rüya, Acaba o şefkatli hizmetçi nerede ki?” dedi.
   Yine daldı. Bu sefer eşeğini yolda giderken gâh, bir kuyuya, gâh bir çukura düşüyor gördü.
   Türlü , türlü kötü rüyalar görüyordu. Rüyasında bazen Fatiha suresini, bazan Karia suresini okuyordu.

225. “ Çare ne ? Dostlar kalkıp gittiler. Bütün kapıları da kapadılar” dedi.
   Yine “O Hizmetçiceğiz, bizimle tuz ekmek yemedi mi ki ?
   Ben ona lütuftan başka ne yaptım, yumuşak sözlerden başka ne söyledim? Aksine o bana neden kinlendi ki?        
   Her düşmanlığa bir sebep olur. Yoksa aynı cinsten oluş insanı vefakâr eder” diyordu.
   Sonra tekrar “ Lütuf ve ihsan sahibi Âdem, iblis’e bir cefada bulundu mu ki?

230. İnsan; yılana, akrebe ne yaptı ki onlar,daima insanı sokmak öldürmek isterler.
   Kurdun huyu yırtıcılıktır. Bu haset de nihayet yaradılışta vardır demekte”,
   Sonra yine “ Böyle kötü zanna düşmek hatadır.. Neye kardeşim hakkında böyle bir zanda bulunuyorum?” diye söylenmekteydi.
    Yine dönüp diyordu ki: “ Bu kötü zanna düşmek de bir tedbire sarılmaktır. Şüpheye düşmeyen muvaffak olur mu?”
   Sofi vesvese içindeydi. Eşeğe gelince öyle bir haldeydi ki düşmanların cezası da, dilerim böyle olsun!

235. Zavallı eşek; taş toprak içinde,semeri tersine dönmüş, kuskunu kopmuştur.
   Yol yürümekten ölmüş, bütün gece yemsiz.. gâh can çekişmekte,gâh ölüm haline gelmekteydi.
   Bütün gece “Yarabbi,arpadan vazgeçtim, bir avuçcağızdan da az saman olsa” diye sayıklıyordu.
   Hâl diliyle “Ey şeyhler,bir merhamet edin,bu ham ve edepsiz hizmetçinin elinden yandım” diyordu.
   O eşeğin çektiği eziyeti duyduğu azabı ancak karada uçan kuş,sele kapılırsa çeker duyar!

240. Nihayet biçare eşek, açlık illetinden o gece seher çağına kadar yan üstü yattı.
   Gündüz olunca, hizmetçi gelip hemen semerini düzeltti,sırtına vurdu.
   Eşekçiler gibi birkaç sopa indirdi. O köpek hizmetçiden ne umulursa eşeğe onu yaptı.
   Eşek dayağın,şiddetinden sıçradı,kalktı. Dili yok ki halini söylesin!

                            Kervan halkının Sofinin eşeğini hasta sanmaları

   Sofi, merkebe binip yola düzülünce merkep,her an yüzüstü düşmeye başladı.

245. Halk,merkep düştükçe onu kaldırmaya koyuldu. Herkes onu hasta sanıyordu.
   Birisi kulağını burmakta,öbürü yara var mı diye damağını yoklamakta,
   Diğeri nalında taş aramakta, bir diğeri de gözünü puslu görmekteydi.
   Sofiye “ Ey Şeyh, bu ne hal? Dün,şükür olsun,bu eşek kuvvetlidir demiyor muydun?” dediler.
   Sofi (Geceleyin “Lâhavle” yiyen eşek, ancak böyle gider.

250. Merkebin azığı geceleyin “Lâhavle” olur,Geceleyin tespih çeker durursa gündüzün de secde eder) dedi.
   İnsanların çoğu insan yiyicidir. Onların selam vermelerine pek emin olma!
   Hepsinin de gönlü Şeytan evidir. İnsan şeytanının lâfına pek kulak asma!
   Şeytan’ın ağzından çıkan “Lâhavle”ye kanan kişi, savaşta o eşek gibi tepesi üstüne düşer.
   Dünyada Şeytan’ın şeytanlığına uyan; dost yüzlü düşmanın hürmetine, hilesine kanarsa,

255. O eşek gibi arıklıktan ve sersemlikten İslâm yolunda, Sırat köprüsünün üstünde tepe taklak gelir.  
   Kötü dostun işvelerine kulak verme; yeryüzünde tuzak gör,emniyetle yürüme.
   Yüz binlerce “ Lâhavle” okuyan Şeytan’a bak; ey Âdem, iblisi gör,bak nasıl yılanda gizlenmiş!
   Dostun postunu yüzmek için kasap gibi sana “Ey can, ey sevgili” diye hitap eder.
   Bu suretle postunu yüzmek ister. Düşmanların afyonunu tadan kişinin vay haline!

260. Ağlatıp inleterek kanını dökmek için kasap gibi ayağın baş kor,sana hitaplarda bulunur.
   Aslanlar gibi avını kendin avla. Yabancının yaltaklanmasını daterket,akrabanın yaltaklanmasını da!
   Aşağılık kişilerin hürmetini, hatır saymasını, o hizmetçinin hürmeti ve hatır sayması gibi bil. Kimsesizlik, adam olmayan kişilerin işvesinden iyidir.
   İnsanların arazisine ev kurma, kendi işini, gör yabancı kişinin işini değil!
   Yabancı kişi kimdir? Senin toprak bedenin. Senin gama, eleme düşmen de onun yüzündendir.

265. Tene yağlı, ballı şeyleri verdikçe cevherini,hakikatini semirmiş göremezsin.
   Teni miskler içine yerleştirsen yine ölüm gününde pis kokusu meydana çıkar.
   Miski tene sürme, gönüle sür. Misk nedir? Ululuk sahibi Allahı’nın adı.
   O münafık, miski tene sürer de ruhu, külhanın ta dibine sokar.
   Dilin de Allahı adı, canındaysa imansız düşüncesi yüzünden pis kokular!

270. Onun zikretmesi külhanda biten yeşilliğe, aptes bozulan yerde yetişen gül ve süsene benzer.
   O yeşillik orada ariyettir. O gülün yeri oturulan işret edilen yerdir.
   Temiz şeyler temizlere aittir; pisler de pis şeylere... kendine gel!
   Kin yüzünden yol azıtanlara kin tutma. Çünkü onların kabirlerini de kin tutanların yanına kazarlar.
   Kinin aslı cehennemdir. Senin kinin o küll’ün cüz’üdür, dinin de düşmanı.

275. Mademki sen cehennemin cüz’üsün; aklını başına al cüzü, küllünün yanında karar eder.
   Ey adı sanı duyulmuş kişi! Cennetin cüzüysen zevkin de cennet gibi ebedidir.
   Acı, mutlaka acılara katılır. Bâtıl söz nasıl olur da Hakk’a ulaşır?
   Kardeş, sen ancak o düşünceden, o ruhtan ibaretsin. Mütebaki varlığın bakımındansa kemik ve deriden başka bir şey değilsin.
   Düşüncen, manevi varlığın gülse, gül bahçesisin; dikense külhana lâyıksın.
   Gül suyu isen seni başa sürer, koyuna serperler; sidik gibiysen dışarı atarlar.

280. Koku satanların tablalarına bak.Her cinsi, kendi cinsinin yanına korlar.
   Cinsleri, kendi cinsleriyle karıştırır, bu uygunluktan bir güzellik, bir süs meydana getirirler.
   Fakat mercimek,şeker arasına karışırsa onları birer, birer ayırırlar.
   Tablalar kırıldı,canlar döküldü de iyiyi, kötüyü birbirine karıştırdılar.
   Allahı, bu taneleri ayırıp tabağa koysunlar diye kitaplar verdi, peygamberler gönderdi.

285. Peygamberler,gelmeden önce hepsi bir görünmekteydi. Mümin, kâfir, Müslüman, çıfıt… Zahiren hepsi birdi.
   Alemde kalp akçayla sağlam akça bir yürümekteydi. Çünkü ortalık tamamiyle geceydi, biz de gece yolcularına benziyorduk.
   Peygamberlerin güneşi doğunca “Ey karışık, uzaklaş! Ey saf, beri gel” dedi.
   Rengi göz ayırt edebilir; lâl’i, taşı göz bilebilir.
   İnciyi, süprüntüyü göz anlar. Onun için çerçöp göze batar.

290. Bu kalpazanlar, gündüze düşmandır.Fakat madendeki altınlar gündüze âşıktır.
   Çünkü gündüz,kuyumcu ve sarraf,altını fark etsin diye altına aynadır.
   Kırmızı yüzle sarı yüzü gündüz gösterdiğinden Allahı, kıyamete Gün lâkabını taktı.
   Hakikatte gündüz, velilerin sırrıdır. Gündüz, onların aylarına nispetle gölgelere benzer.
   Gündüzü,Allahı erinin sırrının aksi bilin; gözü örten akşamı da onun ayıp örtücülüğünün aksi.

295. Allahı onun için “Vedduha” buyurdu. “Vedduha”, Mustafa’nın gönlünün nurudur.
   Allahı, kuşluk zamanını sevdi derler ya. Bu söz de, kuşluk çağı, onun aksi olduğundandır.
   Yoksa fâni olan şeye yemin etmek hatadır. Böyle olduğu halde fâni şeyin Allahı’nın sözüne girmesi lâyık olur mu?
   Halil “ Ben fâni olanları sevmem” dedi Halil böyle derse Ulu Allahı nasıl olur da fâni şeyi diler, sever?
   “Velleyl” den maksat yine Mustafa’nın ayıp örtücülüğü, toprağa mensup olan cismidir.

300. Bu kuşluk çağının güneşi o, gökten doğdu da gece gibi olan tene “Seni Rabb’in terk etmedi” dedi.
   Belanın ta kendisinden vuslat meydana geldi; “ Sana darılmadı da” sözü de o tatlılıktan zuhur etti.
   Esasen her söz bir halete alâmettir. Hâl ele benzer, söz de alete.
   Kuyumcunun aleti, kunduracının elinde kuma ekilmiş tohuma döner.
   Çiftçinin yanında kunduracının aleti, köpeğin, önünde saman, eşeğin önünde kemik gibidir.

305. “Enel Hakk” sözü, Mansur’un ağzında nurdu. “Enallah” sözü, Firavunun ağzında yalan!
   Sopa, Musa’nın elinde doğruluğuna şahit oldu, sihirbazın elindeyse bir şeye yaramadı.
    İsa, bu yüzden yoldaşına Tek Allahı’nın o yüce adını belletmedi.
   Çünkü bilmez de alete noksan bulur. Taşı, toprağa vur. Hiç ateş çıkar mı?
   Elle alet taşla demire benzer. Çift olması gerek ki ateş çıksın.

310. Çifti olmayan, aleti bulunmayan Tek Allahıdır. Sayıda şüphe olabilir, Fakat Allahıda şüphe yoktur.
   İki diyenler,üç diyenler daha fazla diyenler, bir olduğunda mutlaka ittifak ederler.
   Şaşılık gidince hepsi birleşir; iki, üç diyenler de bir derler.
    Onun meydanında bir topsan, ona bir diyorsan durma, çevgânının etrafında dön dolaş!
   Top padişahın elinin darbesiyle oynarsa, kemale ermiş olur.

315. Ey şaşı; bunları can kulağıyla dinle, gözüne kulak yoluyla ilâç ver!
   Temiz söz, hakikatten uzak olan gönüllerde karar etmez, nurun aslına dek gider.
   Çarpık ayakkabı, nasıl çarpık ayağa uyarsa Şeytanın afsun ve efsanesi de doğru olmayan gönüllere uyar.  
   Hikmeti istediğin kadar tekrarla... ona ehil değilsen hikmet, senden ne kadar uzak!
   İster yaz, belle… İster bahset, söyle!

320. O, Ey inatçı senden yüzünü çeker, gizlenir; bağlarını koparır, kaçar.
   Fakat sen okumasan da hakikat ilmi senin yanıp yakıldığını görürse elinde,alışmış kuş haline gelir.
   Tavus kuşu, nasıl köylü evinde olmazsa, hakikat ilmi de her aceminin malı olmaz.!

                         Padişahın,doğanı ihtiyar kadının evinde bulunması

Doğanın padişahtan kaçıp un eleyen kocakarının evine gitmesi, bilgisizliğindendir.
   O kadıncağız, çocuklarına tutmaç pişirmeye savaşırken o cinsi güzel, kendisi hoş doğanı görünce,

325. Tutup ayacığını bağladı, kanadını kesip güdük bir hale getirdi, tırnağını kesti, yesin diye de önüne saman koydu.
   ”Ehil olmayanlar sana iyi bakamamışlar, kanadın haddini aşmış, tırnağın da uzamış.
   Na ehil kişiler seni hasta ederler. Ananın yanına gel ki sana iyi baksın!” dedi.
   Arkadaş, cahilin sevgisini de böyle bil. Cahil yolda daima çarpık, daima yampiri gider.
   Padişahın günü,doğanı aramakla geçti, nihayet o kocakarının çadırına yöneldi.

330. Ansızın orada doğanı, toz duman içinde gördü. Ona bakıp ağlamaya başladı.
   Dedi ki: “Her ne kadar, bize dosdoğru vefakarlıkta bulunmadığın için bu hâl sana lâyıktı.
   Çünkü cehennem ehliyle cennet ehlinin müsavi olmadığından gaflet ederek cennetten kaçtın, cehennemde karar ettin.
   Halinden haberdar olan padişahtan sersemce bu kokuşuk kocakarının evine kaçağın layığı budur”
   Doğan kanadını padişahın eline sürmekte, hal diliyle “Ben günah ettim”;

335. Ey kerem sahibi, sen iyilerden başkasını kabul etmezsen kötü nereye varsın da halini arz edip ağlasın?
   Padişah, her kötüyü iyi ettiğinden onun lütfü cana bu cüreti vermekte, bu cinayetleri yaptırmaktadır” demekteydi.
   Yürü, çirkin işlerde bulunma ki bizim iyiliklerimiz bile o güzel sevgilimizin huzurunda çirkin görünmektedir.
   Halbuki sen ettiğin hizmeti ona lâyık sandın da cürüm bayrağını onun için yücelttin.
   Sana onu anmaya, Onu çağırmaya izin verdiler de o yüzden günlüne gurur düştü.

340. Kendini Allahı ile konuşur gördün. Halbuki niceler vardır ki bu şüphe yüzünden ondan ayrı düşer.
   Gerçi padişah seninle beraber yerde oturur ama sen kendini tanı, haddini bil de daha iyi, daha edepli otur!
   Doğan dedi ki: “Padişahım, pişmanım, tövbe ettim, yeniden müslüman oldum.
   Sarhoş ederek aslanı bile tutacak derecede kuvvet ve cüret sahibi ettiğin kişi sarhoşluk yüzünden yolunu sapıtırsa özrünü kabul et.
   Tırnağımı kestilerse de sen beni kabul eder, benden yüz çevirmezsen ben, güneşin bile perçemini koparırım.

345. Kanadım gittiyse de beni okşarsan, bana iltifat edersen felek bile benim oyunuma karşı mat olur.
   Bana kuvvet kemerini bağışlarsan dağı yerinden koparırım, bana kudret kalemini verirsen bayrakları yıkar, orduları kırarım.
   Nihayet benim cüssem, bir sivrisinekten de aşağı değil ya... Ben de Nemrut mülkünü kanadımla vurur, tarumar ederim.
   Tut ki zayıflıkta Ebabilim, tut ki düşmanlarımın her biri bir fildir.
   Bir fındık kadar, fakat yakıcı kurşun atarım; kurşunum, yüzlerce mancınık derecesinde tesir eder.
   Taşım nohut kadarsa da savaşta ne baş bırakır,ne miğfer!

350. Musa, savaşa bir tek sopasıyla gitti ama o sopayla Firavun’u da, kılıçlarını da kırdı geçirdi.
   Her peygamber, o kapıyı yalnızca döğmüş, bütün dünyaya tek başına saldırmıştır.
   Nuh, ondan kılıç isteyince Tufan dalgası, Allahı kudretiyle kılıç kesilmiştir.
   Ey Ahmet, yeryüzünün askeri kim oluyor ki? Aya bak,ayın bile alnını yar!
   Bu suretle yıldızların yomlu, yomsuz olduğuna inanan bihaberler, bu devrin senin devrin olduğunu,kamerin devri olmadığını anlasınlar.

355. Bu devir, senin devrindir. Çünkü Kelîm olan Musa bile daima senin zamanını arzuladı.
   Musa, senin devrinin parlaklığını, o devirdeki tecelli sabahının zuhurunu gördü de;
   “ Yarabbi, o ne rahmet devri... o devir, rahmetten de ileri ... o devirde rüyet var.
   Musa’nı denizlere daldır da Ahmet’in devrinde izhar et’’ dedi.
   Allahı dedi ki : “ Sana o devri onun için gösterdim, o halvetin yolunu onun için açtım”

360. Ey Kelîm, sen o devirden uzaksın; ayağını çek, çünkü bu iklim uzundur.
   Ben kerem sahibiyim. Tamaha düşüp ağlasın diye mahluka ekmek gösteririm.
   Ana, çocuk uyansın da gıdasını istesin diye çocuğun burnunu ovar.
   Çünkü çocuğun, açlığından haberi olmaz, uyuyakalır. Fakat süt muhabbeti, ananın iki memesini de ağrıtmaya başlar.
   “Ben gizli rahmet olan bir hazineydim, hidayete erişmiş bir ümmet gönderdim.”

365. Can ve gönülle dilediğim bütün keremleri sana Allahı gösterdi de sen onlara tamah ettin.
   Ahmet, ümmetler “ Yarab” desinler diye dünyada nice put kırdı.
   Ahmet’in çalışması olmasaydı sen de ataların gibi puta tapardın.
   Ahmet’in ümmetler üzerindeki hakkını bil, başın puta secde etmekten, bunu bilesin diye kurtuldu.
   Söylersen bu puta tapmadan kurtulmanın şükrünü söyle de Allahı, seni bâtın putundan da kurtarsın.

370. O, nasıl, başını putlardan kurtardıysa sende o kuvvetle gönlünü kurtar.
   Dini babadan bedava bir miras olarak buldun da onun için başını şükretmeden çevirdin.
Miras yedi,mal kadrini ne bilsin? Rüstem can verdi, Zâl bedava şeref kazandı!
   Ben, birisini ağlatırsam rahmetim coşar; ağlayıp taşanda nimetime erişir.
   Birisine bir şeyi vermek istemezsem o isteği göstermem. Fakat gönlünü kapattım mı artık açmam.

375. Rahmetim, o ağlamalara bağlıdır. Kul ağladı mı rahmet denizi, kabarmaya,dalgalanmaya başlar.

Allahı,aziz sırrını takdis etsin,şeyh Ahmed-iHıdraveyh’in Allahı ilhamıyla borçlular için helva satması

   Bir şeyh vardı.Cömertlikle anılmıştı,o yüzden de daima borçluydu.
   Büyüklerden on binlerce lira borç almış,âlemdeki yoksullara harcetmişti.
   Borçlu bir de tekke kurmuş, canını da ,malını da,tekkesini de Allahı uğruna feda etmişti.
   Allahı, Halil’e nasıl kumu un etmişse onun da borcunu her taraftan öderdi.

380. Peygamber dedi ki: “Pazarlarda iki melek daima dua eder.
   Ey Allahı,sen verenlere,ihsan edenlere fazlasıyla ver;nekes malını da telef et!
   Bilhassa canını bağışlayan,kendisini Allahıya kurban eden,
   İsmail gibi boynunu veren kişiye fazlasıyla ver! “Hiç o boyna bıçak işler mi?
   Şehirler de bu yüzden diridirler,bu yüzden zevk ve safa içindedirler.Sen kâfir gibi yalnız kalıba bakma!

385. Çünkü Allahı,onlara karşılık olarak ebedi ve gamdan,mihnetten,kötülükten emin bir can vermiştir.
   Borçlu Şeyh,yıllarca bu işte bulundu,vazifesi buymuş gibi halktan borç almakta,halka vermekteydi.
   Ölüm gününde ulu bir bey olmak için ölümüne kadar bu çeşit tohumlar ekmekteydi.
   Şeyh’in ömrü sona erip de vücudunda ölüm alâmetlerini görünce,
   Borçlular etrafına toplandı.Şeyh ,mum gibi kendi kendisine eriyip gidiyordu.

390. Borçluların ümidi kesildi,suratları ekşidi,dertlerine dert katıldı.
   Şeyh,”Şu kötü şüpheye düşenlere bak! Allahı’nın dört yüz dinar altını yok mu ki?” dedi.
   Bu sırada dışardan bir çocuk ,birkaç para kazanmak ümidiyle “Helva” diye bağırdı.
   Şeyh,hizmetçiye,”Git helvanın hepsini al,
   Borçlular yesinler de bir müddetçik olsun bana acı,acı bakmasınlar” diye başıyla işaret etti.

395. Hizmetçi,helvanın hepsini almak üzere hemen dışarı çıktı.
   Helvacıya ,”Bu helvanın hepsi kaça?” diye sordu.Çocuk “Yarım küsur dinar” dedi.
   Hizmetçi,”Yoo,Sofilerden çok isteme.Sana yarım dinar veriyorum,artık söylenme!” dedi.
   Helvayı bir tabağa koydurdu ve tabağı getirip Şeyh’in önüne koydu.Sır sahibi Şeyh’in esrarına bak!
   Borçlulara  ,”Buyurun ,şu mübarek helvayı helâlinden bir güzelce yeyin”diye işaret etti.

400. Tabak boşalınca, çocuk tabağını aldı,”Ey kâmil kişi ,paramı ver” dedi.
   Şeyh dedi ki: “Parayı nerden bulayım? Ben borçlu bir adamım,aynı zamanda ölüyorum!”
   Çocuk derdinden tabağı yere vurdu,feryat ve figana başladı.
   Eleminden hayhayla ağlamaya koyuldu,”Keşke iki ayağım da kırılaydı,
   Keşke külhan’a gideydim de tekkenin kapısından geçmez olaydım” diyordu.

405. Boğazına düşkün, yemeye alışkın sofiler,köpek gönüllüdürler,fakat kedi gibi yüzlerini yıkarklar,temiz görünürler.
   Çocuğun feryadından hırlı,hırsız birçok kişi başına toplandı.
   Çocuk,”Ey kötü Şeyh,beni ustam muhakkak öldürür.
   Eğer yanına eli boş gidersem beni keser,buna razı mısın?” diyordu.
   Borçlular da inkâra düşüp Şeyh’e yüz çevirerek “Bu ne oyun ki?

410. Bizim malımızı yedin,borçlu gidiyorsun.Böyle olduğu halde neden başka bir zulümde daha bulundun?” diyorlardı.
   Çocuk ikindi namazı vaktine kadar ağladı.Şeyh’e gelince,gözlerini yummuş,ona hiç bakmıyordu.
   Bu cefaya,bu aykırı işe aldırış etmemekteydi.Ay gibi yüzünü yorganın içine çekmişti.
   Ezelle hoş,ecelle sevinçli..havas ve acamın kınamasından,dedikodusundan el ayak çekmiş!
   Can, bir adamın yüzüne gülerse, ona halkın ekşi suratlı oluşundan ne zarar.

415. Can birisini öperse,felekten,feleğin hışmından gam yer mi?
   Mehtaplı gecede ay, Simâk burcundayken köpeklerden,köpeklerin havlamasından ne korkusu olur?
   Köpek vazifesini yerine getirir,ay da ışığını yere döşeyip durur.
   Herkes kendi işceğizini görür.Su,bir çöp için durulduğunu terk etmez.
   Çöp, çöpçesine su üstünde yürür durur,sâf su da bulanmadan akıp gider.

420.Mustafa,gece yarısı ayı ikiye böler;Ebulehep, kininden saçma sapan söylenir!
   İsa ölüyü diriltir; Yahudi,hiddetinden sakalını yolar.
   Köpeğin sesi ayın kulağına girer mi? Hele o ay, Allahı hası olursa..
   Padişah ,sabaha kadar musiki âlemi yapar,su kenarında şarap içer, kurbağaların seslerinden haberi bile olmaz.
   Çocuğun parası,orada bulunanlara müsaviyen takdim edilseydi herkese birkaç akçe düşerdi,çocuk da parasını alırdı.Fakat Şeyh’in himmeti bu cömertliği de bağladı.

425. Bu suretle kimse çocuğa bir şey vermedi. Pirlerin kuvveti bundan da fazladır.
   İkindi vakti oldu.Hizmetçi, Hatem gibi cömert birisinin verdiği bir tabak altını getirdi.
   Mal sahibi halli bir kişi, Şeyh’in halini biliyordu,ona hediye göndermişti.
   Tabağın bir köşesinde dört yüz dinar vardı,bir tarafında da kâğıda sarılı yarım dinar.
   Hizmetçi gelip Şeyh’i ağırladı,o misli bulunmaz Şeyh’in önüne o tabağı koydu.

430. Tabağın üstünden örtü kaldırılınca halk Şeyh’in kerametini gördü.

   Hepsinden de feryat yüceldi: “ Ey şeyhlerin de başı, şahların da , bu neydi?
   Bu ne sır, bu ne sultanlık ? Ey sır sahiplerinin efendisi !
   Biz bilemedik, affet ; saçma sapan, uluorta hayli söylendik.
   Körcesine sopa sallamaktayız, elbette kandilleri kırarız.

435. Sağırlar gibi bir tek söz duymadan kendi aklımızca cevap vermeye kalkıştık, hezeyanlarda bulunduk.
   Biz Musa’dan da ibret almadık. O bile Hızır’ı kınadı da yüzü sarardı.
   Hem gözü o kadar yüceleri gördüğü, gözünün nuru göklere bile nüfus ettiği halde !
   Ey zamanın Musa’sı değirmendeki farenin gözü, ahmaklıktan senin gözünle bahse kalkıştı “ dediler.
   Şeyh “ Bütün o sözleri size helâl ettim.

440. Bunun sırrı şuydu,ben Allahı’dan bunu diledim, Allahı da bana doğru yolu gösterdi.
   O dinar gerçi az bir paraydı. Fakat gelmesi çocuğun ağlamasına bağlıydı.
   Helva satan çocuk ağlamasaydı,rahmet denizi coşmazdı” dedi.
   Kardeş , çocuk, senin cisim çocuğundur. İyice bil ki muradına erişmen de ağlamana bağlı.
   O libası elde etmek istersen cesedindeki göz çocuğunu ağlat !

                           Birisinin bir zahidi az ağla ki kör olmayasın diye korkutması

445. Bir zâhide ,çalışıp ,savaşan bir dostu “Az ağla ki gözün bozulmasın “ dedi.
   Zâhit dedi ki: “İş iki halden dışarı olamaz.Göz, ya yüzü görür, ya görmez.
   Eğer Allahı nurunu görürse ne gam? Allahı visaline erişmek içiniki gözden olmak pek değersiz bir şey!
   Yok,eğer Allahı nurunu, Allahı ziyasını görmeyecekse böyle kötü gözün kör olması daha iyi!”
   Gözden dolayı gam yeme ki İsa, senindir.Eğri yürüme de sana iki doğru göz bağışlasın.

450. Ruhunun  İsa’sı senin yanındadır,ondan yardım dile.Çünkü o, yardım etti mi  adamakıllı eder.
   Fakat ey  temiz can, kemiklerle dolu olan tenle İsa’nın gönlüne saldırma, onun gönlünü çiğneme!
   Doğru kişilere anlattığımız hikâyedeki  ahmağa benzeme.
   İsa’ndan ten diriliği arama,Musa’dan Firavunluk muradı dileme!
   Gönlüne geçim kaygısını az koy,sen kapıda oldukça rızkın azalmaz.

455.Bu beden , ruha bir otağdır. Yahut da Nuh’un gemisine benzer.
   Türk sağ oldukça mutlaka kendisine bir otağ bulur, hele Hak kapısının azizi olursa.

                          Bütün kemiklerin İsa Aleyhisselâm’ın duasıyla dirilmesi

   İsa ,o gencin isteğiyle kemiklere Allahı adını okudu.
   Allahı’nın hükmü, o çiğ herif için o kemikleri diriltti.
   Aradan bir kara aslan da dirilip sıçradı,ahmağa bir pençe vurup öldürdü.

460. Kellesini kopardı,hemen beynini yere akıttı.Kafasında ceviz içi kadar beyin bile yoktu.
   Zaten beyni bile olsaydı o kırılmakta, o helâk olmakla ancak bedeni zail olur,ruhu kalırdı.
   İsa aslana ,”Neden derhal onu paraladın?” dedi.Aslan,”Sen ondan sıkılmış,perişan bir hale gelmiştin de ondan “ diye cevap verdi.
   İsa, “O halde niçin kanını içmedin?” deyince de dedi ki: “O benim rızkım değildi.Bana nasip olmamıştı.”
   Nice kişiler vardır ki ,o kükremiş aslan gibiavını yemeden dünyadan gitmiştir.

465. Kısmeti bir saman çöpü bile değilken hırsı dağ kadar..Allahı’ya yüzü yok.Âlem yanında kadir kıymet kazanmış!
   Ey bize güç şeylari kolaylaştıran Allahı! Bizi abes ve boş şeylerden kurtar.
   Bize rızık diye gösterdin,halbuki tuzakmış.Bize her şeyi olduğu gibi göster.
   O aslan ,”Ey Mesih,bu avlanma ancak ibret içindi.
   Eğer benim dünyada rızkım olsaydı ölülerle ne işim vardı,nasıl olurdu da ölürdüm?

470. Fakat berrak suyu bulup da eşek gibi içine işeyenin lâyığı budur.
   Eşek o ırmağın kadrini bilse ayağını sokacağı yerde başını kaldırırdı.
   Hayat veren bir suya sahip öyle bir peygamber bulur da,
   “Ey  Âbıhayat sahibi,bizi, ol, emriyle dirilt.” Deyip nasıl ölmez?” dedi.
   Sen de kendine gel,köpek nefsini diriltmeyi isteme.Çünkü o nice zamandır senin düşmanındır.

475. Bu köpeği can avından alıkoyan kemiğin başına toprak!
   Köpek değilsen neden kemiğe âşıksın,sülük gibi neden kanı seviyorsun?
   O ne biçim gözdür ki görmez,sınamalarda ancak rüsvay olur!
   Zanlarda bazen hata olur; fakat bu ne biçim zandır ki yoldan kör olarak gelmektedir!
   Ey başkalarına ağlayan göz,gel,bir müddetçik otur da kendine ağla!

480. Dal,ağlayan buluttan yeşerir,tazeleşir. Çünkü mum,ağlamakla daha aydın bir hale gelir.
   Nerde ağlıyorlarsa orda otur,çünkü sen,ağlamaya daha lâyıksın!
   Çünkü gönülde taklit nakşı var;yürü bendini göz yaşıyla yık!
   Taklit, her iyiliğin afetidir. Sağlam bir dağ bile hakikatte samandan  ibarettir.

485. Köre; kuvvetli, ve tez kızar olsa bile bir et parçasıdır,gözü yok!
   Kıldan ince söz söylese bile gönlünün, o sözden haberi olmaz.
   Kendi sözüyle sarhoş olur ama onunla şarap arasında ne kadar yol var!
   Irmağa benzer, su içemez ki…su ,arktan su içecekler için akıp gider.
   Onun içindir ki su ,arkta durmaz;su susamış değildir ki,su içemez ki!

490. Taklide düşen ney gibi feryat eder ama ancak o feryadı dinlemek isteyen için.
   Mukallit ,söz söylerken ağlasa bile habîsin maksadı ,ancak tamahtır.
   Ağlar da yanık sözler söyler. Fakat kendisinde yanan yürek nerde,yırtılan etek nerde?
   Muhakkikle mukallit arasında çok fark vardır. Bu Davut gibidir,öbürü ses gibi!
   Bunun sözleri yanıklıktan doğar,öbürüyse söylenmiş köhne sözleri belleyip nakleder.

495. Kendine gel,kendine! O hüzünlü sözlere kapılma.Öküzün üstünde yük var,kağnı da feryat edip ağlıyor!
   Ama mukallit da sevaptan mahrum değildir.Hesaba gelince ağlayıcıya da para verirler.
   Kâfir de Allahı der,mümin de.Fakat ikisinin arasında adamakıllı fark var.
   O yoksul,ekmek için Allahı der,haramdan çekinense candan ,gönülden.
   Eğer yoksul,söylediği sözü bilseydi,gözünde ne az kalırdı ne çok!

500. Ekmek isteyen yıllardır Allah der,fakat saman için Mushaf taşıyan eşeğe benzer.
   Dudağındaki gönlünden doğsa, gönlünü aydınlatsaydı bedeni zerre zerre olurdu.
   Şeytan’ın adı büyü yapmaya yara, sen de Allahı adıyla mangır elde edersin!

                               Köylünün karanlıkta öküzü sanıp aslanı okşaması

Köylünün biri, öküzünü ahıra bağlamıştı. Aslan gelip öküzü yedi,yerine geçip oturdu.
   Köylü geceleyin ahıra gidip köşeye, bucağa el atarak öküzü aramaya koyuldu.

505. Elini aslana sürmekte, sırtını yağrısını yukarı aşağı okşamaktaydı.
   Aslan “ Aydınlık olaydı ödü patlar, yüreği kan kesilirdi.
   Fakat şimdi pervasızca beni okşuyor, kaşıyor. Çünkü gece vakti beni öküz sanıyor demekteydi.
   Hak da “Ey mağrur kör, Tur dağı benim adımdan paramparça olmadı mı?
   Eğer biz kitabımızı dağa indirseydik dağ parçalanır, yerinden kopar, başka bir yere göçerdi.

510. Eğer Uhud Dağı, beni anlasaydı o dağdan ırmak, ırmak kan akardı.” deyip duruyor,
   Sen bu adı babandan,anandan işittin de onun için bu ada gafilce yapıştın.
   Bu sırrı taklitsiz anlasan Allahı lütfüyle nişansız bir hale gelir, hâtife benzersin.
   Tehdit için söyleyeceğimiz şu hikâyeyi duy da taklidin zararını bil!

                               Sofilerin,sema için konuğun eşeğini satmaları

   Bir sofi yoldan gelip bir tekkeye misafir oldu. Eşeğini götürüp ahıra çekti.

515. Eliyle sucağızını, yemceğizini verdi. Bundan önce söylediğimiz hikâyedeki gibi yapmadı. İhtiyatlı davrandı, fakat kaza gelince ihtiyatın ne faydası olur?
   Sofiler, yok, yoksul kişilerdi. Yoksulluk, az kala helâk edici bir küfür ola yazdı.
   Ey zengin, sen toksun, sakın o dertli yoksulun aykırı hareketine gülme!
   O sofiler, acizlikten umumiyetle birleşip merkebi satmaya karar verdiler.

520. Zarurette murdar da mubahtır. Nice kötü şeyler vardır ki zarurette iyi ve doğru olur.
   Hemencecik o eşekceğizi sattılar, yiyecek aldılar. Mumlar yaktılar.
   Tekkeye, bu gece yemek var,sema var diye bir velveledir düştü.
   “ Bu sabır niceye dek, bu üç günlük oruç ne vakte kadar, bu zembil taşıyıp dilenme ne zamana sürüp gidecek?
   Biz de halktanız, bizim de canımız var. Bu gece devlete erdik, konuk geldi” dediler.

525. Hakikatte can olmayanı can sandıkları için batıl tohum ektiler.
   O konuk da uzak yoldan gelmiş, yorulmuştu. O iltifatı,  
   Sofilerin kendisini birer, birer ağırladığını, güzel bir surette izzet ve ikram tavlasını oynamakta bulunduklarını,
   Kendisine olan meyil ve muhabbetlerini görünce “ Bu gece eğlenmeyeyim de ne vakit eğleneyim?” dedi.

   Yemek yediler sema’ya başladılar. Tekke, tavanına kadar toza, dumana boğuldu.

530. Bir taraftan mutfaktan çıkan duman, bir taraftan o ayak vurmadan çıkan toz,bir taraftan sofilerin iştiyak ve vecitle canlarıyla oynamaları ortalığı birbirine katmıştı.  
   Gâh el çırparak ayak vuruyorlar,gâh secde ederek yeri süpürüyorlardı.
   Dünyada tamahsız sofi az bulunur. O sebepten sofi hayli hor, hakirdir.
   Ancak Allahı nuruyla doyan ve dilenme zilletinden kurtulmuş olan sofi, bundan müstesnadır.
   Fakat sofilerin binde biri bu çeşit sofilerdendir. Öbürleri de onun sayesinde yaşarlar.

535. Sema, baştan sona doğru varınca çalgıcı bir Yörük semai usulünce taganniye başladı.
   “ Eşek gitti, eşek gitti”,demeye koyuldu. Bu hararetli usule hepsi uyup,
   Bu şevkle seher çağına kadar ayak vurup el çırparak “Ey oğul, eşek gitti, eşek gitti” dediler.
   O, konuk olan sofi de onları taklit ederek “Eşek gitti” diye bağırmaya başlamıştı.
   O aysuişret, o sema ve safa çağı geçip sabah olunca hepsi vedalaşıp gitti.

540. Tekke boşaldı,sofi kaldı. Eşyasının tozunu silkmeye başladı.
   Nesi var, nesi yoksa hücreden dışarı çıkardı. Eşeğe yükleyip yola çıkmaya niyetlendi.
   Alelacele yoldaşlarına yetişip ulaşmak üzere eşeği getirmek için ahıra gitti, fakat eşeğini bulamadı.
   “ Hizmetçi suya götürmüştür. Çünkü dün gece az su içmişti.” dedi.
   Hizmetçi gelince sofi, “Eşek nerede?” dedi. Hizmetçi “ sakalını yokla!” diye cevap verdi, kavga başladı.

545. Sofi, “Ben eşeği sana vermiştim onu sana ısmarlamıştım.
   Yollu yordamlı konuş, delil getirmeye kalkışma. Sana ısmarladığım eşeğimi getir.
   Sana verdiğimi senden isterim. Onu iade et.  
   Peygamber dedi ki. “Elinle aldığını geri vermek gerek”  
   Serkeşlik eder de buna razı olmazsan mahkeme işte şuracıkta, kalk gidelim” dedi.

550. Hizmetçi “ Sofilerin hepsi hücum etti, ben mağlup oldum, yarı canlı bir hale düştüm.
   Sen bir ciğer parçasını kedilerin arasına atıyorsun, sonra da onu aramaya kalkışıyorsun.
   Yüz açın önüne bir parçacık ekmek atıyor, yüz köpeğin arasına zavallı bir kediyi bırakıyorsun!” dedi.
   Sofi dedi ki: “ Tutalım senden zulmen aldılar ve benim gibi yoksul birisinin kanına girdiler.
   Ya niçin bana gelip de söylemiyor, biçare, eşeğini götürüyorlar, demiyorsun?

555. Eğer söyleseydin eşeği kim aldıysa ondan alırdım, yahut da parasını aralarında paylaşırlar, o paraya razı olurdum.
   Onlar o vakit buradaydılar. Yüz türlü çare bulunurdu. Halbuki şimdi her birisi bir tarafa gitti!
   Kimi tutayım? Kime gideyim? Bu işi başıma sen açtın, seni kadıya götüreyim de gör!
   Niçin gelip de “ Ey garip, böyle bir korkunç zulme uğradın” diye haber vermedin”
   Hizmetçi “ Vallahi kaç kere geldim, sana bu işleri anlatmak istedim.

560. Fakat sen de “ Oğul, eşek gitti” deyip duruyordun. Hatta bu nağmeyi hepsinden daha zevkli söylemekteydin.
   Ben de “ O da biliyor, bu işe razı, ârif bir adam” deyip geri döndüm” dedi.
   Sofi “Onların hepsi hoş, hoş söylüyorlardı, ben de onların sözünden zevke geldim.
   Onları taklit ettim, bu taklit beni ele verdi. O taklide iki yüz kere lânet olsun!
   Hele böyle ekmek için yüzsuyu döken saçma adamları taklide!

565. Onların zevki bana da aksediyor, bu akis yüzünden gönlüm zevkleniyordu” dedi.
   Dostlardan gelen akis, sen denizden akse muhtaç olmaksızın su almaya iktidar kesbedinceye kadar hoştur.
   İlkönce gelen aksi taklit bil. Sonradan birbiri üstüne ve biteviye gelirse anla ki hakikîdir.
   Hakikî akse erişinceye kadar dostlardan ayrılma. Sedefi terk etme, o katra daha inci olmadı ki.
   Gözün, aklın ve kulağın sâf olmasını istiyorsan o tamah perdelerini yırt.

570. Çünkü sofiyi yoldan çıkaran tamahtır. Yoldan çıkarır da sofinin hali tebah olur, ziyan içinde kalır.
   Yemeğe, zevk ve sema’ya tamah ediş, hakikate akıl erdirmesine mani olur.
   Ayna bir şeye tamah etseydi bizim gibi münafık olur, her şeyi olduğu gibi göstermezdi.
   Terazinin mala tamahı olsaydı tarttığını nasıl doğru tartardı?
   Her peygamber, kavmine açıkça “ Ben sizden peygamberlik için ücret istemiyorum.

575. Ben delilim, müşteriniz Allahı’dır. Allahı, benim tellâllığımı iki baştan da verdi.
   Benim ücretim dosta kavuşmaktır. Ebubekir kırk bin dinar verdi ama.
   Onun kırk bini benim ücretim değil ki. Hiç boncuk, Aden incisine benzer mi?” demiştir.
   Bir hikâye söyleyeyim, can kulağıyla dinle de tamah, adamın kulağına nasıl perde oluyor, anla!
   Kimde tamah varsa dili tutuk bir hale gelir. Nasıl olur da tamahla göz ve gönül aydınlanır, buna imkân var mı?

580. Tamahkâr adamın gözünün önünde makam ve altın hayali, gözdeki kıl gibidir.
   Fakat Hak’la dolu olan sarhoş bundan müstesna. Ona hazineler de versen yine hürdür.
   Sevgiliye kavuşma devletine eren kişinin gözünde bu dünya murdar bir şeyden ibarettir.
   Fakat bu sarhoşluktan uzak olan sofi, nihayet hırs yüzünden nursuz, pirsiz bir hale gelir.
   Hırsa düşkün olan, yüzlerce hikâye dinler de haris kulağına girmez.

                        Kadı tellâllarının,bir müflisi şehirde dolaştırarak halka bildirmeleri

585. Evsiz barksız, kimsiz,kimsesiz bir müflis vardır. Zindana düşmüş, amansız bağlara giriftar olmuştu.
   Bir bahane bulup zindandakilerin yiyeceklerini yerdi. Tamahı yüzünden halkın gönlüne Kafdağı gibi ağır gelmekteydi.
   Şerrinden kimsenin bir lokma ekmek yemeye kudreti yoktu. Çünkü hemen ucundan tutup kapardı.
   Allahı davetinden uzak olan, sultan bile olsa gözü açtır.  
   O adam da mürüvveti ayak altına almıştı. O lokma kapıcının yüzünden bir cehennem kesilmişti.

590. Bir rahata kavuşurum ümidiyle nereye kaçsan orada önüne bir âfet çıkar.
   Âfetsiz, felaketsiz hiçbir köşe yoktur. Allahının halvet yerinden başka hiçbir yerde dinlenmek, rahata kavuşmak mümkün değildir.
   Kurtulmaya hiçbir çare olmayan bu dünya zindanının ayakbastı parası alınmayan, hapishane dayağı atılmayan bir bucağı yoktur.
   Vallahi fare deliğine girsen yine bir kedi pençeliye çatarsın.
   Ademoğlu, hayalle gelişir. Hayalleri güzelse onunla rahatlaşır.

595. Yok... Eğer gözüne kötü hayaller görünürse ateşten eriyen mum gibi erir gider.
   Yılanların, akreplerin içinde bile olsan Allahı, seni güzel hayallerle avutursa,
   Yılanlar, akrepler sana munis olur. Çünkü , hayalin, aşağılık şeyleri altın yapan bir kimyadır.
   Sabır, güzel hayallerle tatlılaşır. Çünkü her şeyden evvel içinde bulunduğun sıkıntıdan kurtulma hayaline düşersin.
   O kurtuluş ümidi, içteki imandan gelir. İman zayıflığından da ümitsizliğe, iç sıkıntısına uğrarsın.

600. Sabır, iman yüzünden baş tacı olur. Bundan dolayıdır ki sabrı olmayanın imanı da yoktur.
   Peygamber “Allahı, gönlünde sabrı olmayana iman da vermemiştir.” dedi.
   O, senin gözüne yılan gibi görünür ama ötekinin gözüne güzel görünür.
   Çünkü senin gözünde onun küfrünün, kötülüğünün hayali var, halbuki dostun gözünde onun müminlik hayali cilve etmekte.
   Görüyorsun ya.. Bu bir kişide iki iş de var. Gâh balık oluyor, gâh olta!

605. Yarısı mümin, yarısı kafir. Yarısı hırs, yarısı sabır!  
   Allahın “ İçimizde mümin var de var, kâfir ve eski putperest de” dedi.
   Öküz gibi... yarısı kara, yarısı ay gibi bembeyaz.
   Bu yarısını gören onu almaz, öbür tarafını gören almak ister, üstüne düşer.
   Yusuf, kardeşinin gözünde canavar gibiydi, fakat yine o Yusuf, Yakup’un gözüne huri gibi geliyordu.

610. Fer’e ait göz, kötü hayal yüzünden onu çirkin gördü, asli gözse ortada yoktur.
   Zahiri gözü, o asli gözün gölgesi bil. O ne görürse bil ki, bu da onu görür.
   Sen bir mekândasın, aslın Lâmekândır. Bu dükkânı kapa da o dükkânı aç.
   Altı cihete kaçma, çünkü o cihetlerde altı kapı vardır. Tavlada altı kapı da alındı mı karşıda ki mat olu! Mat.

                      Zindandakilerin, kadı’nın vekiline o müflisi şikayet etmeleri
           
   Zindandakiler, kadı’nın anlayışlı vekiline şikâyet ederek dediler ki:

615. “ Hemen bizim selâmımızı kadıya götür, bu aşağılık adamdan incindiğimizi söyle.
   O, boşboğaz, obur ve muzır herif, bu zindanda kalıp duruyor.
   Kötü ve çirkin huyu yüzünden sinek gibi çağrılmadan selâmsız,sabahsız her yemeğe konmada.
   Altmış kişinin yemeği ona yetişmiyor. Ne kadar söylesek vurdumduymazlıktan geliyor.
   Yüzlerce hileli tedbirlerle sofraya oturdu mu zindandakilere bir lokma bile kalmıyor.

620. Sofra serildi mi o cehennem boğazlı herif hemen gelip oturuyor. Delili de şu: Allahı, yiyin dedi!
   Üç yıllık kıtlığa benzeyen bu adamdan elaman . Efendimizin ömrü ebedî olsun!
   Ya bu sığırı zindandan defolup gitsin, yahut doyması için vakıftan bir maaş tayin edilsin.
   Ey hem erkeğin, hem kadının memnuniyetini kazanan, bize imdat eyle imdat!”
   Tatlı sözlü vekil, kadı’nın yanına gelip halkın şikayetlerini bir ,bir anlattı.

625. Kadı, o adamı zindandan çağırttı. Kendi adamlarından da işi tahkik etti.
   Zindandakilerin şikayetlerinde haklı olduklarını anladı.  
   “ Hemen zindandan git; sahipsiz kalası herif, var evine yıkıl!” dedi.
   Herif dedi ki: “ Benim evim, barkım, senin ihsanından ibaret. Kâfir gibi, zindanın bana cennettir.
   Eğer beni zindandan sürersen yoksulluktan, ihtiyaçtan öldüm gitti!

630. İblis gibi, Yarabbi, beni kıyamete kadar yaşat.
   Ben bu dünya zindanında rahatım. Beni yaşat da düşmanımın evlâdını tepeleyeyim.
   Kimin imandan nasibi varsa , kimin yol için bir lokma ekmeği mevcutsa,
   Ondan, o azığı, o ekmeği gâh hile, gâh hud’a ile alayım da pişmanlıktan feryada başlasın.
   Onları bazen yoksullukla korkutayım, bazen güzelliğin saçlarıyla, benleriyle gözlerini bağlayayım. dedi.

635. Bu zindanda iman azığı azdır. Bu azığa sahip olanlar da köpeğin korkusundan ıstırap içindedir.
   Namazdan, oruçtan, yüz türlü çaresizlikten meydana gelen zevk azığını da gelip birden alır, götürüverir.
   Allahı Şeytanından Allahı’ya sığınırım; ah, onun azgınlığından helâk olup gittik!
   Bir köpek ama binlerce kişiye saldırmada, kime saldırır, kimin kanına girerse o adam da Şeytan kesiliverir.
   Kim seni haktan, hakikatten soğutursa bil ki Şeytan o adamın içindedir. Derisinin altında gizlenmiştir.

640. Böyle bir adamın içine girip, böyle bir adamın suretine bürünüp seni aldatmazsa hayaline girer de seni o hayalle kötülüğe sevk eder.
   Seni gâh  gezip eğlenme, gâh dükkân açıp alışveriş etme, gâh ilim öğrenme, gâh ev bark kurup çoluk çocuk sahibi olma hayallerine düşürür.
   Kendine gel hemen “ Lâhavle” de. Ama sade dille değil; candan gönülden!

                                                            Müflis hikâyesinin sonu

   Kadı “ Müflisliğini ispat et” dedi. Adam, “ İşte bütün zindandakiler tanık” deyince.
   Kadı “ Onlar, senden şikayetçi. Senden kaçıp kurtulmak istiyorlar, senin elinden kan ağlıyorlar.

645. Senden kurtulmak istedikleri için yalan yere şahadette bulunabilirler” dedi.
   Mahkemede bulunanların hepsi “Biz onun hem müflisliğine,hem kötülüğüne şahidiz”dediler.
   Kadı, o adamı kime sorduysa “Efendim, bu müflisten elini yıka,bundan hayır gelmez” dedi.
   Kadı dedi ki: “ bu müflis fazlasıyla da dolandırıcı bir adam diye şehri alenen dolaştırın.
   Tellallar, yer ,yer bağırıp onun müflisliğini her tarafta ilân etsinler.

650. Kimse ona veresiye bir şey satmasın, kimse ona bir mangır bile borç vermesin.
   Birisi hilesine uğrar da o yüzden davaya kalkışırsa artık onu hapse atmam.
   Çünkü iflası bence sabit olmuştur. Elinde ne parası var,ne pulu!” dedi.
   Ademoğlu da iflası sabit oluncaya kadar bu dünya hapishanesinde kalır.
   Allahımız da İblisinin müflisliğini Kuran’la bize bildirmiş, her tarafa yaymıştır.

655. O hilekâr,müflis ve kötü sözlüdür. Onunla hiçbir suretle ortak olma, oyuna girişme.
   Alışverişe girişirsen kâr edemezsin, çünkü o müflistir, ondan nasıl olur da bir şey elde edebilirsin? diye anlatmıştır.
   İş bu dereceye gelince odun, satan bir Kürdün devesini getirdiler.
   Zavallı Kürt, hayli feryat etti, hatta memura para verdi, fakat kâr etmedi.
   Devesini çağından akşama kadar aldılar. Feryat ve figanına aldırış etmediler.

660. O müthiş kıtlığı deveye bindirdiler. Deve sahibi de devenin ardından gitmekteydi.
   Taraf, taraf, yer, yer gezdirip bütün halka teşhir ettiler.  
   Her hamamın, her çarşının önünde biriken halk ona bakıyordu.
   Türk, Kürt, Rum, Arap ve sair milletlerden sesi gür olan tellallar da kendi dillerince,
   “ Bu müflistir, hiçbir şeyi yoktur. Ona hiçbir kimse bir pul bile ödünç vermesin.

665. Zahiren, bâtınen bir habbesi bile yok. Müflisin biri, kalpın biri, kötü adamın biridir; bir hile, hud’a kabıdır.  
   Kendinize gelin, aklınızı başınıza alın, onunla arkadaşlık etmeyin. Size satmak için bir öküz bile getirse mutlaka çalmıştır,öküzü hemen tutup bağlayın.
   Eğer aldanır da bu herifi davaya kalkışırsanız ben bu ölü herifi zindana atmam.
   Bu herif, tatlı sözlüdür, boğazı da pek boldur. Üstündeki libas yenidir ama içindekiler paramparça.
   Hile için o elbiseyi giyerse bilin ki kendisinin değildir, halkı aldatmak için giymiştir” diye bağırıyorlardı.

670. Ey temiz kalpli, hakîm olmayan kişinin dilindeki hikmet sözünü de iğreti elbise bil!
   Hırsız, bir güzel elbise giyse bile o eli kesik, senin elini nasıl tutar, sana nasıl yardım edebilir?
   Akşam vakti müflis deveden inince Kürt dedi ki: “ Evim uzak, vakit de geç.
   Kuşluk çağından beri deveye bindin. Arpadan vazgeçtim,hiç olmazsa bir avuçtan az bile olsa biraz saman ver!”
   Müflis “ Şimdiye kadar niçin gezip dolaştık? Aklın nerede? Hiç anlamadın mı?

675. Müflis olduğuma dair davul çaldılar, sesi yedinci kat göğe kadar vardı; duymadın mı?
   Kulağın galiba ham tamahla dolu. Tamah insanı sağır ve kör eder.
   Bu sözleri kerpice, taşa kadar her şey işitti. “ Bu kaltaban müflistir, müflis” diye bağırıp durdular.” dedi.
   Bu sözü akşama kadar söylediler de devecinin kulağı tamahla dolu olduğundan duymadı.
   Kulakta, gözde Allahı mührü var; işitmiyor,duymuyor.

Yoksa hicaplarda nice suretler var, sesler var!

680. Allahı güzellikten, kemalden, cilveden hangisini isterse göze onu gösterir;
   Güzel sesten, müjdelerden,coşkun ve neşeli sözlerden hangisini dilerse kulağa onu duyurur.
   Sen şimdi, ondan gaflettesin ama ihtiyaç vaktinde Allahı onu izhar eder.
   Peygamber “Kadri yüce Allahı, her derde bir derman yarattı” demiştir.
   Fakat sen, onun fermanı olmadıkça o dermandan derdine yarayacak bir renk göremez, bir koku duyamazsın.

685. Ey çarelere başvuran, ölünün gözü nasıl cana bakarsa sen de gözünü Lâmekân âlemine çevir, aklını başına al.
   Varlık âlemi çarelerle doludur da Allahı, bir yere perde çıkmadıkça yine çare yok!
   Bu cihan, cihetsiz Lâmekân âleminden meydana gelmiş, bu cihana Lâmekân âleminden bir mekân verilmiştir.
   Allahı’yı candan gönülden istiyorsan varlıktan yokluğa dön.
   Bu yokluk, gelir yeridir; ondan kaçınma. Bu varlık da çok olsun az olsun, gider yeridir!

690. Allahı sanatının tezgâh evi, mademki yokluktur... O halde tezgâh evinin dışında ne varsa değersizdir.
   Ey hilim sahibi Allahı; bize, duyanın insafa gelip kabul edeceği ince sözler hatırlat.
   Dua da senden, icabet de. Emniyet de senden korku da.
   Yanlış söylediysek düzelt. Ey söz sultanı,düzeltme de senden.
   Öyle bir kimyan var ki onu değiştirebilir, kan ırmağıysa Nil haline getirirsin.

695. Bu çeşit tebdil edişler, senin işin, bu türlü iksirler senin sırlarındır.
   Suyu toprağı birbirine kattın; sudan topraktan âdem teninin suretini düzdün.
   Sonra onu karıya,dayıya,amcaya,binlerce düşünceye, neşeye ve gama kattın.
   Daha sonra da bazılarına hürlük verdin; bu gamdan, bu neşeden kurtardın:
   Kendisinden, soyundan hâlâs etti, her güzeli, gözüne çirkin gösterdin.

700. Böyle adam, his alemine mensup ne varsa reddeder, görünmeyene dayanır.
701.  Aşkı meydandadır da maşuku gizli. Zahiri sevgili de, cihanda o gizli maşukun bir imtihanından ibaret.
   Bunu bırak, surette olan aşklar mutlaka surete ve güzel kadına değildir.
   İster bu cihanın aşkı olsun ister o cihanın aşkı . Hakikî maşukta suret yoktur.
   Hakikaten surete âşıksan sevgili ölünce onu niye terk ediyorsun?

705. Sureti yine yerinde, bu terk ediş neden? Âşık, iyice ara, maşukun kim?
   Sevgili, hisle idrak edilseydi her hisle idrak edilene âşık olurdum.
   Vefa, aşkı artıyorsa,suret nasıl olur da vefayı değiştirir?
   Güneşin ziyası duvara vurdu, duvar kendinden olmayan bir parlaklık, bir ziya elde etti.
   Ey temiz ve sâf kişi neden bir kerpice gönül veriyorsun? Ebedi olan bir aslı iste.

710. Ey kendi aklına âşık olan ve kendisine surette tapanlardan üstün gören!
   Hissine hâkim olan, akıl ziyasıdır. Bunu, bakırının üstündeki altın bil.
   İnsanlardaki güzellik, altın yaldızdır. Öyle olmasaydı nasıl olurdu da sevgilin kart bir eşek haline gelirdi?  
   Melek gibiyken Şeytana döndü ya. Elbette çünkü o güzellik ona ariyetti.
   O güzelliği yavaş ,yavaş alıyor, taze fidan gitgide kuruyor. ,

715. Var, “Yaşattıkça kuvvetlerini azaltır” ayetini oku da gönül iste, kemiğe gönül verme.
   Çünkü o gönül güzelliği, baki güzelliktir. O güzellik devleti, Abıhayata sâkidir.
   Esasen abıhayat da kendisidir, saki de kendisi, sarhoş da.Tılsımın bozuldu mu üçü birleşir.
   Fakat bu birliği kıyas yoluyla bilemezsin. Kulluk et ey kendini bilmez, saçma sapan söylenme.
   Senin mâna sandığın surettir, eğretidir. Sen kendince övünüp seviniyorsun!

720. Mâna odur ki seni senden alır; suretten müstağni kalır.
   Seni kör ve sağır eden, insanı, surete bir kat daha âşık eyleyen, mâna olamaz.
   Köre nasip olan, ancak gam arttıran hayallerdir. Gözün nasibi bu fâni hayallerden ibarettir.
   Körler, Kuran’ın harflerini ezberlemişlerdir. Eşeği görmezler de semeri dövüp dururlar!
   Gözün açıksa kaçan eşeği gör; ey puta tapan, niceye dek semercilik?!

725. Eşeğin oldukça semer de mutlaka bulunur.Canın oldukça ekmeğin mutlaka az çok gelir.
   Eşeğin sırtı hem dükkândır, hem mal, hem mal kazanılacak yer. Kalbinin incisi, yüzlerce kalbe sermayedir.
   Ey boşboğaz, eşeğe çıplak bin. Peygamber, çıplak binmedi mi?
   Peygamber, çıplak eşeğe bindi. Yaya yürüdü de denmiştir.
   Eşek nefsin kaçıyor, onu bir kazığa bağla. Ne zamana kadar işten, yükten kaçacak?

730. İster yüz yıl olsun, ister otuz yıl. Mutlaka sabır ve şükür yükünü yüklemeli.
   Hiç bir suçlu başkasının suçunu çekmedi. Hiçbir kimse ekmeğini biçmedi.
   Ekmeğini biçmeyi dilemek ham tamahtır, oğul, o ham tamaha kapılma. Ham şey yemek insana hastalık verir.  
   Birisi bir define buluverir; ben de onu istiyorum., dükkânla,alışverişle ne işim var? der.
   Baht işi bu, fakat nadirdir. Tende kudret oldukça çalışıp kazanmak gerek.

735. Çalışıp kazanmak define bulmaya mâni değil ya. Sen işten kalma da nasibinde varsa define de arkandan gelsin.
   Böyle yap ki “ Eğer” illetine uğramayasın, “ Eğer şunu yapsaydım, yahut bunu yapsaydım” deyip tereddüde düşmeyesin.
   Çünkü halkla hoş geçinen peygamber “ Eğer” demeyi menetti, “ Onu söylemek münafıklıktandır” dedi.
   O münafık da “eğer” derken, işi şarta bağlarken öldü, bu şarta bağlayıştan öbür dünyaya ancak hasret götürebilirdi!

                                                              Temsil

   Bir yabancı adam, acele bir ev arıyordu. Bir dostu onu harap bir eve götürüp

740. “ Eğer tavanı olsaydı benim yanı başımda ev sahibi olur, otururdum.
   Evde bir oda daha olsaydı çoluğun  çocuğun rahat ederdi” dedi.

   Adam dedi ki: “Evet, dostlara bitişik komşu olmak iyi, fakat “ Eğer” de oturmaya imkân yok!”
   Bütün âlem, hoşluğu ister, bu yüzden de ateş içindedir.  
   İhtiyar olsun, genç olsun herkes altın ister. Fakat herkesin gözü kalp parayı altından fark edemez ki.

745. Halis altın kalp akçaya bir ziya, bir parıltı vermiştir. Fakat ayar olmadıkça zan ile altını seçmeye kalkışma.
   Ayarın varsa altın seç, yoksa yürü, kendini bilen bir kişiye teslim et.
   Yahut da ruhundan mihenk olmalı. Bilmiyorsan yapayalnız yola düşüp ilerleme.
   Yolda gulyabaniler vardır, sesleri bildik sesine seni mahvetmeğe çeken tanıdık sesine benzer.
   “ Ey kervan halkı, buraya gelin; işte yol, iz buracıkta” diye bağırırlar.

750. Gulyabani kervan halkını yok etmek, onları da yok olanlara katmak için birer, birer adlarıyla çağırır.
   Çağrılan kişi, oraya varınca bir de bakar ki karşısında kurt, aslan. Ömrü zayi olmuş, yol uzun, gün de geçiyor.!
   Ey iyi huylu kişi, gulyabani sesi nasıldır? “Mal isterim, mevki isterim, şeref, isterim!” işte böyle.
   İçimden bu sesleri menet de sırlar keşfedilsin.
   Allahı’yı an da gulyabanilerin seslerini mahvet. Nergis gibi olan gözünü bu gergese karşı kapa.

755. Subhu sadıkı, subhu kâzipten, şarabın rengini kadehin renginden ayırdet ki.
   Bu sabır ve sebatla şu yedi renkli zâhiri gözden başka bir göz elde edersin.
   O gözle bu renklerden başka renkler, taşlar yerine mücevherler görürsün.
   Hattâ gevher nedir ki? Sen, kendin bir deniz olur, göklerde seyreden bir güneş kesilirsin.
   İş sahibi, iş yurdunda gizlidir. Yürü, onu ancak iş yurdunda apaçık görürsün.

760. Madem ki iş,sahibine bir hicap olmuştur?Şu halde onu işinden başka bir yerde göremezsin.
   Madem ki iş  yurdu; iş sahibinin mekânıdır, dışarıda kalan gafildir.
   O halde iş yurduna, yani yokluğa gel ki sanatı da sanatkârı da bir arada göresin.
   Madem ki iş yurdu;apaçık görüş yeridir, tabii iş yurdundan dışarısı da hicap mahallidir.
   İnatçı Firavun, varlığa yüz tuttu çünkü, onun yerini görmüyordu.

765. Hulâsa kaderi değiştirmek istiyor, kazayı savuşturmak arzusunda bulunuyordu.
   Kaza da o hileciye bıyık altından kıs, kıs gülmekteydi.      
   O,Allahı’nın hükmünü, Allahı’nın takdirini bozmak için yüz binlerce çocuk öldürttü.
   Bu suretle Musa Peygamber’in zuhuruna mâni olmak istiyordu, boyuna binlerce zulüm aldı, binlerce kana girdi.
   O kadar kan döktü ama Musa, yine doğdu ve onu kahretmek için hazırlandı,

770. Eğer zevali olmayan Allahı’nın sanat yurdunu görseydi eli, ayağı kurur, hile yapamazdı.
   Musa, onun evinde rahatça yaşadığı halde o, dışarıda beyhude yere çocukları öldürüp durmaktaydı.
   Tenini besleyip yetiştiren; nefsine hizmet eden, sonra da başkalarının kendisine haset ettiğini,düşmanlıkta bulunduğunu sanan kişi gibi.
   Bu, benim düşmanım, şu bana haset ediyor, der durur, halbuki kendisine haset eden, kendisine düşman olan o tendir,kendi nefsidir.
   O, adam Firavun’a benzer, bedeni de Musa’ya. Böyle olduğu halde dışarıda “ Nerede düşman?” diye koşmaktadır. Nefsi ten evinde nazla, naimle beslenmektedir.

775. Nefsi ten evinde nazla,naimle beslenmektedir,kendisi başkalarına kin güdüp elini ısırmakta.

                    Halkın,bir töhmet yüzünden anasını öldüren kişiyi kınaması

Birisi, kızgınlıkla anasına hançerleyerek, döverek öldürdü.
   Biri ona “ Huyunun kötülüğü yüzünden ana hakkını gözetmedin.
   Çirkin herif, ananı neden öldürdün! niye söylemiyorsun, o sana ne yaptı ki?” dedi.
   Adam “ Çok ayıp bir iş işledi,bende onu öldürdüm. Ayıbını toprak örtsün” diye cevap verdi.

780. Kınayan “Be adam, ananı öldüreceğine o kişiyi öldürseydin”deyince dedi ki: “Her gün başka birisini mi öldüreyim?
   Onu öldürdüm, halkın kanına girmekten kurtuldum; halkın boğazını keseceğime onu boğazladım, bu daha iyi!”
   O kötü huylu ana, fesadı her tarafta zâhir olan nefsindir.
    Her an onun için bir azize kastedip duruyorsun; kendine gel, onu öldür!
   Onun yüzünden bu güzel dünya sana dar geliyor. Onun yüzünden Allahı ile de savaşıyorsun, halkla da.

785. Nefsini öldürürsen özür serdetmeden kurtulursun, ülkede hiçbir düşmanın olmaz.
   Bir kimse peygamberlerle velileri düşünüp sözümüzden şüpheye düşer.
   “Peygamberlerin nefisleri helâk olmamış mıydı? Onların neden düşmanları vardı, onlara niye haset ediyorlardı?” derse,
   Ey doğru söz arayan, kulağını aç! Bu şüpheye, bu tereddüde vereceğimiz cevap şu:
   O münkirler, kendilerinin düşmanlarıydı; onlar kendilerini yaralıyorlardı.

790. Düşman, ona derler ki cana kastetsin. Kendi kendisine can çekişene düşman demezler.
   Yarasacağız, güneşin düşmanı değildir, hicaba girmiş,kendi kendisine düşman olmuştur.      
   Güneşin ziyası onu öldürür; fakat güneş, yarasanın zahmetini hiç çeker mi, yarasa güneşe bir kötülükte bulunabilir mi?
   Düşman, ona derler ki ondan bir azap,bir eziyet gelsin; kabiliyeti olan taşın güneş tesiriyle lâl olmasına mümanaat etsin!
   Halbuki kâfirlerin hepsi de peygamberlerin cevherlerindeki ziyadan kendilerini men ederler.!

795. Halk, nasıl olur da o tek kişinin gözüne perde olur? Bilâkis kendi gözlerini kör eder, kendi gözlerini kötü bir hale sokarlar.
   Efendisiyle inada girişip kinlenerek kendisini öldüren Arap köle gibi!
   Köle, sahibine ziyan vermek için kendisini damdan baş aşağı yere atar,helâk olup gider!
   Hasta, doktora düşman olmuş; çocuk, kendisini terbiye edene düşmanlık beslemiş;( zarar kime?)!
   Hakikatte hasta da, çocuk da kendi yolunu vurmakta, kendi akıl ve canının yolunu kesmektedir.

800. Bez yıkayan, güneşe kızar; balık, denize hiddet ederse,
   Bir bak,ziyanı kime? Sonunda bu kızgınlık yüzünden kimin bahtı kararır?
   Allahı seni çirkin yarattıysa kendine gel de bari hem yüzü çirkin, hem huyu çirkin olma!
   Ayakkabın olsa bile taşlığa gitme. İki boynuzun varsa dört boynuzlu olma!
   Sen “ Ben filân kişiden daha aşağı mıyım ki talihim böyle ters gidiyor” diye haset ediyorsun ama,

805. Esasen haset de başka bir noksan, başka bir ayıp. Hattâ bütün aşağılıklardan daha beter!
   Şeytan da aşağı olmadan arlandı, bunu ayıp telâkki etti de kendisini yüzlerce kötülüğe düşürdü.
   Hasedinden yücelmek istedi. Fakat yücelik nerede? Kanlara bulanıp kaldı.
   Ebucehil, Muhammet’e uymaya utandı,hasedinden kendisini yüceltmeye,ondan yüksek olmaya çalıştı.
   Adı Ebül Hakem’di. Ebu cehil oldu. Nice ehliyetli kişiler vardır ki haset yüzünden naehil olup kalmışlardır!

810. Ben, bu çalışıp çabalama dünyasında iyi huydan daha iyi bir ehliyet görmedim.
   Fazileti, mahareti,hüneri bir tarafa bırak. Bu yolda hizmet ve iyi huy işe yarar.
   Allahı,mihnet ve ıstıraplarla hasetler meydana çıksın diye peygamberleri vasıta etti.
   Çünkü Allahıdan kimse arlanmaz, Allahıya kimse hasedetmez.
   Fakat, halk, Peygamberi de kendisi gibi bir adam sanır, o yüzden ona hasededer.
   Fakat peygamberin büyüklüğü tahakkuk etti mi, artık ona kimse haset edemez, ona herkes uyar.

815. Şu halde her devirde peygamber yerine bir veli vardır, bu sınama kıyamete kadar daimidir.
   Kimde iyi huy varsa kurtulmuştur; kimin kalbi sırçadansa sınmıştır.
   İşte diri ve faal imam, o velidir; ister Ömer soyundan olsun, ister Ali soyundan!
   Ey yol arayan, Mehdi de O’dur, Hadi de O. Hem gizlidir, hem senin karşında oturmakta.
   O, nura benzer; akıl onun Cebrail’idir. Ondan aşağı olan veli de onun kandilidir.

820. Bu kandilden daha aşağı derece de olan veli de kandil konan yerimizdir. Nura mertebe bakımından dereceler vardır.
   Çünkü Allahı nurunun yedi yüz perdesi vardır. Nur perdelerini bu kadar kat bil!
   Her perdenin ardında bir kavmin durağı var. İmam’a kadar bu perdeler saf saftır.
   Son saftakilerin gözleri, zayıflıktan ön saftakilerin nuruna tahammül edemez.
   Ön saftakilerin gözleri de görüş zayıflığı yüzünden daha ön saftakilerin nuruna takat getirmez.

825. İlk saftakilerin hayatı olan aydınlık, bu şaşının ruhuna azap ve âfettir.
   Şaşılıklar yavaş, yavaş azalır; adam yedi yüz dereceyi geçti mi deniz kesilir.
   Demiri, yahut altını sâf bir hale getiren ateş, terü taze ayva ve elmaya yarar mı?
   Ayva ve elmanın da az bir hamlığı olabilir, fakat demire benzemezler, hafif bir hararet isterler.
   Halbuki o hararet, o şuleler, demir için kâfi değildir. Çünkü demir, ejderha gibi olan ateşin yalımını ister.

830. O demir, meşakkatlere tahammül eden fakirdir. Çekicin altında, ateşin içinde kıpkırmızı bir hale gelir; ondan hoşlanır.
   Bu çeşit fakir, ateşin vasıtasız perdecisidir, vasıta ve vesile olmaksızın ateşin ta ortasına kadar girer.
   Fakat su ve su oğulları; hicap olmaksızın, bir vasıta bulunmaksızın ne ateşten olgun bir hale gelirler, ne ateşin hitabına mazhar olurlar.
   Ayağa, yürümek için nasıl ayakkabı lâzımsa bunlara da ateşten feyz almak için bir tencere; yahut tava lâzımdır.  
   Yahut da ortada bir yer gerektir ki hava ısınsın, kızsın da harareti suya müessir olsun.

835. Fakir ona derler ki şûlelerle vasıtasız rabıtası vardır.  
   Hakikatte âlemin gönlü odur. Çünkü ten (gibi olan âleme) bu gönül vasıtasıyla feyz gelir, ten (gibi olan cihan), bu gönül yüzünden işe yarar.
   Gönül olmasa ten, konuşmayı ne bilir? Gönül aramasa ten, araştırmadan ne anlar?
   Demek ki şûlelerin nazargâhı o demirdir. Şu halde Allahı’nın nazargâhı da gönüldür, ten değil!
   Sonra bu cüzi olan gönüller de hakikî maden olan gönül sahibinin gönlüne nispetle ten gibidir.

840. Bu söz, çok misal ister, çok şerh ve izah ister. Fakat avamın anlayışı sürçer diye korkuyorum.
   Bu suretle iyiliğimiz kötülük olmasın.. İyilik yapıyoruz diye kötülükte bulunmayalım, bu söylediğim de ancak kendimde olmadığından,ihtiyarım elimde bulunmadığından.
   Çarpık ayağa çarpık ayakkabı daha iyi, yoksulun eli ancak kapıya varır.

                                 Padişahın,yeni aldığı iki köleyi sınaması

Bir padişah ucuza iki köle satın aldı. Onlardan birisiyle bir iki söz konuştu.
   Köleyi anlayışlı, zeki ve tatlı sözlü buldu. Zaten şeker gibi dudaktan ancak şeker şerbeti zuhur eder.

845. Ademoğlu dilinin altında gizlidir. Bu dil, can kapısına perdedir.
   Bir rüzgâr esti de kapıyı kaldırdı mı evin içinde ne varsa görürüz.
   O evde inci mi var, buğday mı.. altın hazinesi mi var, yoksa yılan ve akreplerle mi dolu?
   Yoksa içerde hazinemi var da kapısında yılan beklemekte? Çünkü altın hazinesi bekçisiz olmaz.
   Köle, düşünmeden öyle söz söylemekteydi ki başkaları beş yüz defa düşünür de ancak öyle bir söz söyleyebilir.

850. Sanki içinde deniz var, deniz de baştanbaşa söyleyen incilerle dolu…
   Ondan parlayan her incinin nuru, Hak ile bâtılı ayırır.
   Kuran’ın nuru da Hak ile bâtılı zerre,zerre fark eder, bize gösterir.
   O incinin nuru, gözümüzün nuru olsaydı suali de biz sorardık,cevabı da biz verirdik.
   Gözünü eğrilttin de onun için ayı iki gördün. İşte bu bakış, şüpheye düşüp sual sormaya benzer.

855. Gözünü doğrult da aya öyle bak ki tek göresin. İşte cevabı da bu!
   Düşünceni doğrult, iyi bak. Çünkü düşünce de o incinin pırıltılarındandır.
   Kulaktan gönüle doğan her cevaba göz; onu bırak, cevabı benden duy der.
   Kulak vasıtadır, vuslata erense göz; Göz hâl sahibidir, kulaksa dedikoduda!
   Kulağın duygusu sıfatları tebdil eder, halbuki gözlerin apaçık görgüsü, mahiyetleri bile değiştirir.

860. Ateşin varlığını sözle bildin, bu varlığa sözle yakîn hâsıl ettinse pişmeyi iste, sözde kalma.
   Yanmadıkça o bilgi,Aynel Yakîn değildir. Bu yakîn’i istiyorsan ateşe dal.
   Kulak, hakikate nüfuz ederse göz kesilir. Yoksa söz kulakta kalır, gönüle tesir etmez.
   Bu sözün sonu gelmez. Geri dön de padişah o kölelere ne yaptı,onu anlat!

               Padişahın o kölelerden birini bir yere yollayıp öbüründen bazı şeyler sorması

   Padişah o köleciği zeki görünce öbürüne “Beri gel”diye emretti.

865. Buradaki sevgiye ve acımaya delâlet eden “ceğiz” eki küçültme, horlama için değildir. Nitekim ana oğul’a “yavrucuğum” derse bu horlama sayılmaz.
   İkinci köle padişahın huzuruna geldi. Ağzı kokuyordu,dişleri de kapkaraydı.
   Padişah, onun sözünden pek hoşlanmadı ama nesi var, nesi yok diye sırlarını aramaya koyuldu.
   “ Bu şekilde, bu pis kokulu ağızla biraz ötede otur; fakat o kadar da ileri gitme.
   Çünkü seninle uzaktan konuşmak gerek. Benimle düşüp kalkamazsın, benimle bir yerde oturamazsın.

870. Biraz ötede dur da senin o ağzını bir tedavi edelim. Sen güzelsin, ben de hünerli bir doktorum.
   Bir pire için yepyeni bir kilim yakılmaz ya. Sana da büsbütün göz yummak doğru değil.
   Bütün ayıplarınla beraber otur, iki üç hikâye söyle de aklın nasıl bir göreyim” dedi.
   O zeki köleyi de “ Haydi git yıkanıp arın” diye hamama yolladı.
   Huzurundaki köleye “Aferin, sen akıllı bir adamsın, Hakikatte yüz köle değersin, bir değil.

875. Kapı yoldaşın, hakkında kötü şeyler söyledi, fakat sen hiç de öyle değilsin. O hasetçi herif, az kalsın bizi senden soğutuyordu.
   Senin hakkında, hırsızdır, doğru adam değildir, münasebetsiz hareketlerde bulunur, ahlâksızdır, lânettir,şöyledir, böyledir demişti.” Dedi.
   Köle dedi ki: “ O daima doğru söyler. Onun gibi doğru sözlü adam görmedim.
   Doğru söyleme, yaradılışında vardır. Ne dese, aslı yok diyemem.
   O iyi düşünceli adamı ben kötü bilmem, kusuru üstüme alırım doğrusu.

880. Padişahım, olabilir ki o bende bazı ayıplar görmüştür de ben onları kendimde görememişimdir.
   Herkes, önce kendi kusurunu görseydi halini ıslah etmekten gaflet eder miydi?
   Halk kendisisinden gafildir babam gafil. Onun için birbirlerinin kusurunu görürler.
   Ben kendi yüzümü göremem de senin yüzünü görürüm; sen de benim yüzümü görürsün.
   Kendi yüzünü görmeye muktedir olanın nuru, halkın nurundan artıktır.

885. O ölse bile nuru bakidir. Çünkü görüşü, Allahı görüşüdür.
   Kendi yüzünü, gözünün önünde apaçık bir surette gören nur, bildiğimiz nur değildir”.
   Padişah “Şimdi o senin ayıplarını söylediğin gibi sen de onun ayıplarını söyle,
   Ki, benim dostum olduğunu, memleketimde emin bir vekilim bulunduğunu ve beni sevdiğini bileyim” dedi.
   Köle dedi ki; “Padişahım, o benim iyi bir kapı yoldaşımsa da kusurlarını söyleyeyim:

890. Kusuru; sevgi, vefa, insanlık.. doğruluk, zekâ ve dostluktur.
   En ehemmiyetsiz kusuru cömertlik, düşkünlere yardım etmektir. Ama nasıl cömertlik? Canını da verir.
   Allahı bu can bağışlamaya karşılık yüz binlerce can ihsan eder. Bunu görmeyen kişi nasıl cömert olabilir?
   Eğer görseydin nasıl olur da can vermeden çekinir, bir can için bu kadar tasalanırdın?
   Su kenarındayken suyu sakınan, esirgeyen, ancak ırmağı görmeyendir.

895. Peygamber “Kıyamet gününde verilecek karşılığı yakînen bilen,
   Bire on karşılık verileceğini anlayan kişinin cömertliği artıp durur, bu çeşit adam, türlü, türlü cömertlikler icat eder.” dedi.
   Cömertlik, bütün karşılıkları görmedir. Şu halde karşılığı görüş, korkunun zıddıdır.
   Nekeslik de karşılıkları görmemektir. İnciyi görmek, denize dalan dalgıcı sevindirir.
   Eğer cömertliğe karşılık verilecek olan şeyleri herkes görseydi dünyada kimse nekes olamazdı. Çünkü hiçbir kimse karşılıksız bir şey bağışlamaz.

900. Şu halde cömertlik gözden gelir, elden değil. İşe yarayan görüştür, gözü açıktan başkası kurtulamaz.
   Arkadaşımın bir kusuru da kendisini görmemesidir. O, kendisinde kusur arar durur.
   Kendi ayıbını söyler, kendi ayıbını arar. Herkesi iyi bilir, herkesle dosttur da kendisiyle dost değildir.”
   Padişah “ Arkadaşını övmede ileri gitme. Onu överken kendini övmeye kalkışma.
   Çünkü onu imtihana çekersem ilerde utanırsın” dedi.

          Kölenin, iyi zannı yüzünden arkadaşının doğruluğuna ve vefakârlığına yemin etmesi

905. Köle dedi ki; “ Hüküm ve kudret sahibi, bağışlayan ve acıyan Ulu Allahı’ya ant olsun…
   Peygamberleri, ihtiyacı olduğundan değil de fazlından, kereminden gönderen,
   Aşağılık topraktan, yüce padişahlar yaratan.
   Onları topraktan yaratılmış mahlûkatın tabiatlarından arıtan, gök ehlinin derecelerinden üstün kılan,  
   Ateşten sâf bir nur yaratıp onunla bütün nurları parlatan,

910. Nurlara doğan, nurları aydınlatan nuru yaratan, Âdem peygamberin feyiz alıp marifete eriştiği aydın ziyayı meydana getiren,
   Âdem’den bitip Şîs’in devşirdiği nuru, Âdem’in görüp Şîs’i yerine halife ettiği nuru.
   Nuh’un feyiz aldığı, can denizi havasında inciler yağdırdığı nuru halk edene ant olsun.
   İbrahim’in canı o nurlardan nurlandı da pervasızca ateş şulelerine koştu, ateşe atıldı.
    İsmail, onun ırmağına düştü de o yüzden parlak bıçağın önüne baş koydu, boyun verdi.

915. Davut’un canı onun şulelerinden hararetlendi de ondan dolayı elinde demir yumuşadı, eridi.
   Süleyman, onun vuslatından süt emdi de cinler periler onun için fermanına tabi oldular.
   Yakup, onun kaza ve kaderine teslim oldu da ondan oğlunun kokusuyla gözü açıldı, aydınlandı.
   Ay yüzlü Yusuf, o güneşi gördü de rüya tâbirinde o kadar uyanık hale geldi.
   Asâ, Musa’nın ellinden su içti de o yüzden Firavun’un saltanatını bir lokma etti.

920. Meryem oğlu Îsa, merdivenini buldu da dördüncü kat göğün üstüne çıktı.
   Muhammed, o mülkü, o nimeti buldu da hemencecik ayı ikiye böldü.
   Ebubekir, tevfika mazhar oldu da öyle bir padişahın müsahibi oldu, öyle bir padişahı candan tasdik etti.
   Ömer, o mâşuka âşık oldu da gönül gibi, hakkı bâtılı ayırt etti.
   Osman, o apaçık görüşün ta kendisi oldu da feyizli bir nura nail olup Zinnûreyn oldu.

925. Mürteza, onun yüzünden inciler saçtı da can vâdisinde Allahı aslanı kesildi.
   Cüneyt, onun askerinden yardıma nail olunca eriştiği mertebeler sayıdan üstün oldu.
   Bayezid, onun ihsanına yol bulunca Allahıdan “ Kutbül Ârifin” adını duydu.
   Kerhî, onun harimine bekçi olunca aşk halifesi oldu, nefesleri Allahı nefesi haline geldi.
   Edhemoğlu, atını sevinçle o tarafa koşturunca âdil sultanların sultanı oldu.

930. Şakik, o ulu yolun meşakkati yüzünden güneş gibi aydınlatıcı bir reye, her şeyi gören bir göze erişti.
   Daha nice yüz bin gizli Padişahlar var ki o nur âleminde yüceliğe sahiptirler, makamları vardır.
   Allahı, her yoksul, onların adlarını anmasın diye gayretinden adlarını gizledi.
   O nura ve denizde balıklar gibi yaşayan nuranilere ant olsun…
   O nura ve o denizi,denizin canı desem de lâyık değil.O âleme yeni bir ad aramaktayım.

935. O Allahı’ya ant olsun ki bu da ondandır, o da ondan. İçler, hakikatler, ona nispetle kabuktur, zâhirdir.
   Ant olsun o Allahı’ya ki kapı yoldaşım ve dostum, bu benim sözlerimden yüz kat daha üstündür.
   Arkadaşımın evsafından bildiklerimi söyledim, fakat, ey kerem sahibi inanmıyorsun; ne diyeyim?”
   Padişah dedi ki : “ Şimdi artık kendi halinden bahset. Ne vakte dek şunun, bunun halini anlatacaksın?
   Söyle bakalım,senin neyin var, ne elde ettin, deniz dibinden ne inciler getirdin?

940. Ölüm günü, bu duygun kalmaz. Can nurun var mı ki gönlüne yâr olsun?
   Mezarda bu göze toprak dolar. Mezarı aydınlatacak nurun var mı?
   Bu elin, ayağın gidince canının uçması için kolun kanadın var mı?
   Bu hayvani can kalmayınca yerine koymak için baki bir cana sahip misin?  
   Şart, iyilik etmek değil, iyilikle gelmek, bu iyiliği Allahı’ya götürmektir.

945. İnsanlıktan mı bir cevhere sahipsin, eşeklikten mi? Bu ârazlar yok olunca nasıl götüreceksin ki?
   Bu namaz ve oruç arazlarını Allahı’ya nasıl ileteceksin ki? Çünkü araz, iki zaman zarfında baki kalmaz, yok olup gider, bir anlıktır.
   Arazları götürmeye imkân yoktur. Fakat cevherden hastalıkları giderirler.
   Bu suretle de cevher, bu hastalık arazlarından kurtulur, değişir. Perhiz yüzünden hastalığın geçmesi gibi.
   Perhiz arazı, çalışmalarıyla cevher olur; acı ağız perhizle tatlılaşır.

950. Ziraatla topraklar ekinle, başakla dolar. Saç ilacı, örgü, örgü saç bitirir.
   Kadını nikâhlamak arazdı, mahvolup gitti. Fakat o arazdan bize evlât cevheri meydana geldi.
   Atı, deveyi çiftleştirmek arazdır. Bundan maksat da yavru cevherini elde etmek.
   Bostan ekmek arazdır, Bostanda biten mahsul cevheridir. Zaten maksat da budur.
   Kimya ile uğraşmayı da araz bil, eğer o kimyadan bir cevher elde ettiysen onu getir.

955. Aynayı cilâlamak da arazdır. Fakat bu arazdan tertemiz bir ayna cevheri meydana gelir.

   Şu halde “ Ben ibadette bulundum” deme, o arazlardan elde edileni göster, ürkme.
   Senin o köleyi övmen de arazdır. Sus, koçun gölgesini kurban etmeye kalkışma!”
   Köle dedi ki : “Padişahım, araz tebeddül etmez dersen bu söz, akla ancak ümitsizlik verir.
   Padişahım, araz gider de bir daha geri gelmezse bu, kulu ancak meyus eder.

960. Eğer arazlar başka bir şekle tebeddül etmeseydi, başka bir şekle bürünüp var olmasaydı iş bâtıl olur, sözler manâsız bir hale gelirdi;
   Bu arazlar başka bir varlık suretine bürünüp haşrolur. Her şey, neye lâyıksa o şekle tebeddül eder. Sürünün çobanı, sürüye lâyık kişidir.
   Mahşerde her arazın bir sureti vardır,her araz suretinin de bir nöbeti.
   Kendine bak, sen de araz değil miydin, anandan, babandan hâsıl olmadın mı ve bir maksat uğrunda birisiyle eş değil misin?

965. Evlere köşklere bak. Bunlar mühendisin tasavvuratından ibaretti.
   Güzel olarak gördüğümüz sofası hoş. Tavanı, kapısı mükemmel olan filan ev ,(mühendisin zihnindeydi).
   Mühendisin zihnindeki o araz, o düşünce aletleri hazırladı, ormanlardan direkleri getirdi (ev yapılıp meydana çıktı.)
   Her hünerin aslı, esası, hayâlden,arazdan, düşünceden başka nedir ki?
   Dünyanın bütün cüzilerine, fakat garazsızca bak; arazdan başka bir şeyden meydana gelmemiştir.

970. Önceki fikir, sonun da fiile gelir. Dünyanın kuruluşunu ezelden beri böyle bil.
   Meyveler, gönülde evvelce vücuda gelir de sonunda fiile çıkar.
   İşe girişip de ağaç diktin mi ilk harfi,sonunda okudun demektir.
   Gerçi dal, yaprak ve kök evveldir ama onların hepside meyve için vücut bulur.
   Feleklerin dimağı olan o baş da bunun için en sonunda “ Levlâk” sırrına mazhar oldu.

975. Bu sözler arazların nakline ait bahislerdir. Bu aslan ve tuzak, hep bunun içindir.
   Bütün âlem,esasen arazdı. “ Hel Etâ” suresi, bu mânayı izah için geldi.
   Bu arazlar neden doğar? Suretlerden. Ya bu suretler neden vücuda gelir? Düşüncelerden.
   Bu cihan, Akl-ı Küll’ün bir düşüncesinden ibarettir. Akıl, padişaha benzer, suretler de peygamberlere.
   İlk âlem, imtihan âlemidir. İkinci âlem şunun bunun yaptıklarının mükâfat ve mücazatını görme âlemidir.

980. Padişahım, kulun hain olsa o araz, yani hainliği, zincir ve zindan olmakta.
   Yerinde ve değerinde bir hizmette bulunsa, savaşta bir yararlık gösterse o araz da bir hil’at şeklinde temessül etmekte.
   Bu arazla cevher, kuşla yumurtadır; bu ondan olmakta, o bundan doğmakta.”
   Padişah, köleye “ Tut ki dediklerin doğru, hepsini kabul ettim. Fakat arazlardan bir cevher doğmadı ki” dedi.
   Köle “ Bu iyi ve kötü dünyası, gayp âlemi haline gelsin,iyilik ve fenalık apaçık bilinmesin diye akıl onları gizlemiştir.

985. Çünkü fikrin şekil ve suretleri meydana çıksaydı kâfir ve mümin,yalnız Allahıyı zikreder, başka bir söz söyleyemezdi.
   Eğer iyilik ve kötülükten meydana gelen suretler gizli olmayıp da meydana bulunsaydı küfür ve iman,apaçık meydana çıkar,alında yazılırdı.
   O takdirde nasıl olurdu da bu âlemde put kalır, puta tapan bulunurdu? Nasıl olur da kimsenin kimseyle alay etmeye mecali kalırdı.?
   O vakit bu dünyamız kıymet kesilirdi. Kıyamette kim suç işleyebilir” dedi.
   Padişah “ Allahı bütün mücazatı gizledi, gizledi ama avamdan gizledi, kendi haslarından değil.

990. Ben bir emîri tuzağa düşürmek dilersem emîrlerden gizlerim, fakat vezirden gizlemem.
   Hak bana işlerin mükâfat ve mücazaatını, amellerden yüz binlercesinin büründüğü suretleri gösterdi.
   Ben bilirim ama sen de bir nişane ver. Ay, bulutla örtülse de bana gizli değildir” dedi.
   Köle, madem ki olanı ,biteni olduğu gibi biliyorsun; beni söyletmeden kastın ne? deyince.
   Padişah “ Dünyayı izhar etmekteki hikmet, Allahının ilmindekileri izhar etmektir.

995. Bildiğini izhar etmedikçe âlemdeki zahmet ve meşakkatleri belirtmez.
   Senden bir kötülük yahut iyilik meydana gelmeksizin hattâ bir an bile duramazsın.
   Bu amelleri izhar etme zarureti, sırrının açığa çıkması içindir.
   Nasıl olur da ipliğin ucunu gönlün çekip durduğu halde iplik eğirme âletine benzeyen tenin işlemez?
   Tasalanman, dertlenmen; gönlünün o çekişine, isteğine âlamettir. O işi yapmamak da sana açıkça can çekişmedir, ölümdür.

1000. Bu âlem de daimî olarak doğurur, o âlem de. Her sebep anadır, eser çocuğunu meydana getirir.
   Eser doğdu mu ondan da şaşılacak sebepler doğması için sebep haline gelir.
   Bu sebepler, nesilden nesile yürür gider. Fakat görmek için adamakıllı aydın bir göz lâzım dedi” dedi.
   Padişah, onunla konuşurken söz buraya gelince o köleden bir alâmet gördü mü , görmedi mi? Bilmem.
   Hakikati arayan o padişahın, köleden bir nişan, bir alâmet görmesi, hiç de umulmayacak bir şey değil. Fakat gördüğünü söylemek için bize izin yok.

1005. Öbür köle hamamdan gelince padişah, onu da huzuruna çağırdı.
   “Sıhhatler olsun,daimi âfiyetler olsun. Ne de lâtif, ne de zarif, ne de güzelsin.
   Yazık, öbür kölenin söyleyip durduğu kötü huyların da olmasa ne olurdu?
   O zaman yüzünü gören neşeye dalardı. Seni görmek, cihana malik olmaya değerdi” dedi.
   Köle dedi ki: “ Padişahım, o dinsizin hakkımda söylediklerini bir parçacık anlat!”

1010. Padişah “ Önce iki yüzlülüğünü anlattı. Ona göre sen görünüşte bir deva, fakat hakikatte bir dertmişsin”dedi.
   Köle, dostunun kötülüğünü bu suretle padişahtan duyunca derhal, kızgınlık denizi köpürdü.
   Ağzı köpüklendi, yüzü kızardı, onun aleyhinde bulunma dalgasına düştü, bu dalgalar, hadden aştı.
   Dedi ki : “ O evvelce benimle dosttu. Kıtlıkta kalmış köpek gibi hayli pislik yemişti.”
   Çan gibi durmadan onun aleyhinde bulunmaya başlayınca padişah, elini ağzına götürüp “ Kâfi” dedi.

1015. “Bu sınamayla onu da anladım, seni de. Senin canın kokmuş, onun ağzı.
   Ey kokuşuk canlı, uzak otur. O âmir olsun, sen onun memuru ol!”
   Ulular bunun için “ Dünyada insanın rahatı, dilini korumasındadır” dediler.
   “ Riya ile tespih, külhanda biten yeşilliğe benzer” mealinde bir hadis vardır, bunu böyle bil ey ulu kişi!
   Güzel ve iyi suret, bil ki kötü huyla beraber olunca bir kalp akça bile değmez!

1020. Bil ki zâhiri suret yok olur, fakat mâna âlemi ebedidir, kalır.
   Testinin suretiyle ne vaktedek oynayıp duracaksın? Testinin nakşından geç, ırmağa, suya yürü.
   Suretini gördün ama mânadan gafilsin. Akıllıysan sedeften bir inci seç, çıkar.
   Âlemdeki bu sedefe benzeyen kalıpların hepsi can denizinden diriyse de,
   Her sedefte inci bulunmaz, gözünü aç da her birinin içine bak!

1025. Onda ne var, bunda ne var? Onu anla. Çünkü o değerli inci nadir bulunur.
   Surete talip olursan (bu şuna benzer:) bir dağ, görünüşte büyüklük bakımından lâl’in yüzlerce mislidir.
   Senin elin, ayağın,saçın, sakalın da gözünden yüzlerce defa daha büyüktür.
   Fakat iki gözün, bütün âzadan daha kıymetli olduğu meydandadır.
   Gönlüne gelen bir tek düşünce yüzünden de yüzlerce cihan, bir anda baş aşağı devrilir gider.

1030. Padişahın cismi, surette birdir ama yüz binlerce asker, arkasından koşar.
   Fakat o tertemiz padişahın şekli ve sureti de gizli bir fikre mahkûmdur.
   Gör ki bu sayısız halk, bir tefekkür yüzünden yeryüzünde akıp giden sel gibidir.
   Halk, o düşünceyi küçük ve ehemmiyetsiz görür ama sel gibi cihanı suya boğar ,alıp götürür.
   Âlem de her hünerin fikirle kaim olduğunu,

1035. Evlerin, köşklerin, şehirlerin,dağların, sahraların, nehirlerin hep onda meydana geldiğini,
   Denizdeki balığın denizin vücuduyla yaşadığı gibi yerin de, denizin de, güneşin de, göğün de fikirle diri bulunduğunu madem ki görmektesin.
   Neden kör gibisin, neden ahmaklık ediyorsun, neden sence ten Süleyman gibi oluyor da fikir karınca gibi?
   Gözüne dağ, büyük görünüyor da fikri fare gibi küçük, dağı kurt gibi büyük sanıyorsun.
   Âlem, gözünde pek korkunç, pek büyük görünmekte… Buluttan, gökten,gök gürlemesinden ürküp korkuyor,tir, tir titriyorsun.

1040. Halbuki ey eşekten aşağı kişi, fikir âleminden emin ve gafilsin, bir taş gibi o, cihandan haberin yok!
   Çünkü suretten ibaretsin, akıldan nasibin yok. İnsan huylu değilsin, bir eşek sıpasısın!
   Bilgisizlikten gölgeyi adam görüyorsun da insan o yüzden sence bir oyuncaktan ibaret, değersiz bir şey.
   O fikir, o hayal örtüsüz bir surette kol kanat açıncaya kadar dur.
   O zaman dağları yumuşak pamuk gibi görürsün, bir de bakarsın ki bu soğuk, sıcak yeryüzü yok oluvermiş!

1045. O zaman ezelî ve ebedî hayata ve muhabbete sahip olan Allahı’dan başka ne göğü görürsün ne yıldızı!
   Bir misal, ister doğru olsun, ister yanlış… doğrulukları aydınlatsın da.

                          O has köleye padişaha mensup adamların haset etmeleri

   Padişah, lütfüyle bir köleyi bütün adamların içinden seçmiş, onlardan üstün etmişti.
   Elbisesinin pahası, kırk emirin maaşına bedeldi. Onun kazandığı kadir ve kıymetin onda birini, hattâ yüz vezir bile görmemişti.
   Talihin yaverliği, bahtının müsait oluşu yüzünden yücelmiş, âdeta bir Eyaz olmuştu. Padişah da sanki zamanın Mahmut’uydu.

1050. Ruhu padişahın ruhîyle birdi. Bu ten âleminden önce de o iki ruh, birbirine eş olmuş, birbirine âşina olmuştu.
   Zaten iş, tenden önce olan iştir. Sonradan meydana gelenlerden geç!
   İş ârifindir. Çünkü ârif, şaşı değildir. Gözü, ilk ekilen şeyleri görür.
   Buğday mı ekildi, arpa mı? Gece, gündüz gözü ondadır. Gece, neye gebeyse onu doğurur.
   Bunu menetmek için yapılan hileler, başvurulan tedbirler havadan ibaret!

1055. Allahı’nın takdirini, kendi tedbirinden üstün gören kişi, nasıl olur da kendi tedbirleriyle gönlünü avutabilir?
   Aklına, tedbirine güvense tuzak içinde olduğu halde tuzak kurar, fakat canına andolsun, ne bu kurtulur,ne o!
   Yüzlerce çayır, çimen bitse de, dökülse de sonun da yine Allahının ektiği çıkar!
   Ekilmiş ekinin üstüne ekin ekerler ama bu ikincisi fânidir, ilki doğrudur,ilki yerindedir.
   İlk ekin kemal bulur, seçilip toplanır. İkinci tohumsa bozulur, çürüyüp gider.

1060. Sevgilinin huzurunda tedbirini terk et; filvaki tedbiri de onun tedbirinden, onun kaderinden doğmadır ya!
   Hakk’ın yücelttiği iş,işe yarar. Nihayet biten, ilk ekilendir.
   Madem ki sevgiliye esirsin, ey âşık ektiğini onun için ek!
   Hırsız nefsin etrafında dolaşma, onun işine bulaşma. Bir iş, Hakk’ın işi değil mi? Hiçtir hiç!
   Kıyamet günü gelmeden, gece hırsızı, mal sahibinin yanında rüsvay olmadan bu işten vazgeç.

1065. Hilelerle, tedbirlerle çalınmış olan malın vebali adalet günü çalan adamın boynunda kalır.
   Yüz binlerce akıl, bir araya gelip onun tuzağına aykırı bir tuzak kurmak isterler, kurarlar da.
   Kurdukları tuzağı pek kuvvetli pek yerinde ve kâfi bulurlar ama bir çöp parçası rüzgâra nasıl dayanabilir?
   Eğer sen “Şu halde varlığın ne faydası var?” dersen senin bu sualinde fayda var mı inatçı adam?
   Sualinde fayda yoksa bu abes ve faydasız suali niye dinleyeyim?

1070. Eğer bir çok faydaları varsa neden bu cihan faydasız olsun öyle ise?
   Cihan, bir cihetten faydasız, başka bir cihetten faydalarla dopdoludur.
   Sana faydalı olan şey, bana faydasızsa.. mademki sence faydalı, onun yapmaktan geri durma.
   Yusuf’un güzelliği kardeşlerince abesti,lüzumsuzdu.. Fakat bütün bir âleme faydalıydı.
   Davut’un sesi kadar güzeldi ama güzel sesten anlamayanlar dinlemek istemezlerdi.

1075. Nil nehrinin suyu, Âbıhayattan daha hoştu, daha feyizliydi. Fakat nasipsiz ve münkir olanlara kandı.
   Şehitlik, mümin için hayattır, münafık için ölüm ve çürüme!
   Âlemde bir sürü halkın mahrum olmadığı bir nimet var mı? Söyle.
   Şekerden öküze, eşeğe ne fayda var? Her canın başka bir gıdası vardır.
   Fakat o gıda, gıdalanan kişiye arızî ise ona nasihat etmek de onu doğru yola getirmek demektir.

1080. Birisi hastalık dolayısıyla toprak yemeyi sevse toprağı,kendisine gıda sanır ama,
   Asıl gıdasını unutmuş, hastalık yüzünden alıştığı gıdaya yüz tutmuştur.
   Şerbeti bırakmıştır da zehir yemektedir. Hastalık yüzünden alıştığı gıda kendisine tatlı gelmiştir.
   İnsanın asli gıdası Allahı nurudur; ona hayvan gıdası lâyık değil!
   Fakat gönül, hastalık yüzünden bu gıdaya düşmüştür; gece gündüz bu suyu içmekte, bu toprağı yemektedir.

1085. Bu gıdayı yiyen kişinin yüzü sapsarıdır. Ayağı tutmaz kalbi helacana uğrar. Nerede yol, yol olan göklerin gıdası nerede bu?
   O, gıda devletin has kullarına mahsustur. O, boğazsız âletsiz yenir.
   Güneşin gıdası, Arş nurundandır, hasetçinin, Şeytan’ın gıdası ferş dumanından!
   Allahı, şehitler için “ Onlar rızıklanırlar” buyurdu. O, gıda için ne ağız vardır, ne tabak!
   Gönül, her dosttan bir gıda ile gıdalanır, her bilgiden bir lezzet alır.

1090. Her insanın sureti,bir kâseye benzer.Göz de suretinin mânasına ait bir duygu âletidir.
   Herkesin yüzünden bir şey yemekte, her buluştuğundan bir şey almaktasın.
   Yıldız, yıldızla kırân etti mi mutlaka her ikisine uygun bir şey doğar.
   Erkekle kadının buluşmasından çocuk doğduğu gibi,taşla demirin birleşmesinden de kıvılcım meydana gelir.
   Toprağın, yağmurla kırânı, meyveleri, yeşillikleri, çiçekleri bitirir.

1095. İnsan, yeşilliğe baksa gönlü hoşlanır,gamı gider, neşelenir.
   Canımız neşelenirse bizden iyilikler, ihsanlar doğar.
   Güzelce, dilediğimiz gibi gezdik, eğlendik mi karnımız acıkır, iştahımız artar.
   Rengin kızarması karanlıktandır.Kan da hoş ve gül renkli güneştendir.
   Renklerin en güzeli kırmızı renktir. O renk de güneştendir, güneşten meydana gelir.

1100. Zuhale karîn olan her yer çoraklaşır, oraya ekin ekilemez.
   Bir şeyin bir şeyle birleşmesi,kuvvetin halindeki fiili meydana çıkarır; Şeytan’ın münafıkla birleşmesi gibi.
   Bu mânalara, dokuzuncu kat gökten yüce derecesiz dereceler, mekânsız yücelikler vardır.
   Halkın makamı, derecesi ariyettir. Fakat Emir Âlemi olan Melekût diyarının makam ve derecesi aslidir.
   Halbuki halk, makam ve derece için aşağılıklara katlanır,bayağı hallere düşer, yücelik ümidiyle horluktan lezzet alır,hoşlanır!

1105. On günlük yücelik için zilleti çekerler, gam ve gussa ile boyunlarını iğ gibi ipince bir hale korlar.
   Nasıl oluyor da benim bulunduğum yere, bu yücelikten aydın güneş olduğum mekâna gelmiyorlar?
   Güneşin doğduğu yer, kapkara bir burçtur. Bizim güneşimizse doğu yerlerinden dışarıdır!
   Onun doğduğu yer, zerrelerine nispetle doğu yeridir. Halbuki zatı ne doğar, ne dolunur!
   Onun arta kalan zerreleri olan bizler de iki cihanda gölgesiz bir güneşiz.

1110. Ne şaşılacak şey! Böyle olduğu halde yine Şems’in etrafında dönüp dolaşmaktayım. Buna sebep de yine Şems’in ışığı, aydınlığı!
   Şems, hem sebepleri, vesileleri meydana getirmede, hem de sebepler, vesileler ona erişememekte!
   Yüz binlerce defa ümidimi kestim. Kimden mi? Şems’ten. Buna inanır mısınız?
   Ben güneşten ümidimi keseyim, balık suya sabretsin! Bu sözüme inanma sakın!
   Ümitsizliğe düşersem ümitsizliğimde güneşin işidir, onun tecellisidir ey Hasan!

1115. Sanat, nasıl olur da sanatkârdan ayrılır? Hiç var olan,varlıktan başka bir yerde otlar mı?
   Bütün varlıklar bu bahçede yayılır…İster Burak olsun, ister Arap atları, ister eşek!
   Fakat bu hareketlerin bu denizden olduğunu görmeyen, her an yeni bir mihraba yüz çevirir.
   O, tatlı denizden acı su içe, içe nihayet o acı su, gözünü kör etmiştir.
   Deniz “ Ey kör, benden sağ elinle su iç de gözün açılsın” der.

1120. Burada sağ el, hüsnü zandır. Çünkü iyinin, kötünün nereden geldiğini hüsnü zan bilir.
   Ey mızrak, seni bir döndüren var. O yüzden bazen dümdüz dikilmekte, bazen iki kat olmuş gibi eğilmektesin.
   Şemsettin’in aşkıyla tırnağımız yok ki. Yoksa bu körün güzünü açardık!
   Ey Hak ziyası Hüsâmettin; sen hasetçinin gözünün körlüğüne rağmen hemen yürü, onun illetini tedavi et!
   Senin ilâcın çabucak tesir eden ululuk tutyası, eseri mutlaka görülen karanlıklar dağıtıcı bir ilâçtır.

1125. O ilâç, bir körün gözüne konsa yüzyıllık zulmeti derhal giderir.
   Hasetçiden başka bütün körleri tedavi et! Fakat seni inkâr eden hasetçiyi tedavi etmek.
   Hattâ, sana haset eden ben bile olsam, bırak, can çekişip durayım, sakın can bağışlama.
   Güneşe haset eden, güneşin varlığından incinen kişi yok mu?
   Ah, işte sana devası olmayan illet. O adam kördür, kör! İşte sana ebediyen kuyunun ta dibine düşmüş kalmış bir kişi!

1130. O ezeli güneşi yok etmek ister, fakat söyle, bu muradı nasıl olur da yerine gelir, imkan var mı?

                                Doğan’ın viranede baykuşlar içine düşmesi

   Doğan diye, dönüp tekrar padişaha gelen doğana derler. Yolunu kaybeden kör doğandır.
   Bir doğan, yolunu kaybetti, bir viraneye düştü, Baykuşların arasıda kaldı.
   O rıza nurundandı, baştanbaşa nurdu; fakat kaza ve kader çavuşu, gözünü kör etti;
   Gözüne toprak saçtı, onu yoldan sapıttı, viranede baykuşlar arasına uğrattı.

1135. Padişahtan ayrı düşmesi şöyle dursun, baykuşlar, başına vurmağa, güzelim kanatlarını yolmaya başladılar.    
   Baykuşlar arasına “Kendinize gelin; doğan yerinizi, yurdunuzu almaya geldi” diye bir velveledir düştü.    
   Mahalle köpekleri gibi hepsi de kızgın, korkunç bir halde garip doğanın başına üşüşüp hırkasını çekiştirmeye başladılar.
   Doğan, “ Ben baykuşlara lâyık mıyım? Baykuşlara bunun gibi yüzlerce virane bağışladım.
   Ben burada kalmak istemem, padişaha dönmek isterim.

1140. Tasalanıp kendinize kıymayın. Ben burada durmam vatanıma giderim.
   Bu harabe, sizin gözünüze hoş bir yer görünüyor, bana değil. Benim naz ettiğim yer, padişahın koludur” diyordu.  
   Baykuş ise “ Doğan sizi evinizden, barkınızdan etmek için hileye sapıyor.
   Hile ile bizi yurdumuzdan ayırmak, yuvamızdan etmek niyetinde.
   Bu hileci tokluk gösteriyor ama Allahı hakkı için bütün harislerden beterdir.

1145. Hırsından balçığı pekmez gibi yer. Ayıya kuyruğunuzu kaptırmayın.
   Bizim gibi saf kişileri yoldan çıkarmak için padişahtan, padişahın elinden dem vurmakta.
   Bir kuşcağız, hiç padişahla düşüp kalkar mı? Bir parçacık aklınız varsa dinlemeyin bu sözü,
   O, padişahın cinsinden mi, vezirin cinsinden mi? Hiç sarımsakla badem helvası yenir mi?
   Padişah, adamlarıyla beni arıyor demesi de hilesinden, fendinden.

1150. Bu, kabul edilmeyecek bir malihulya. Bu, olmayacak bir lâf, ahmak aldatmak için kurulmuş bir tuzak!
   Kim buna inanırsa ahmaklığından inanır . Zayıf bir kuşcağızın padişahla ne münasebeti olabilir?
   En aşağı bir baykuş , onun beynine vursa ona padişahtan yardımcı gelecek ha! Hani, nerede?” demekteydi.
   Doğan dedi ki: “ Benim bir tüyüm bile kopsa padişah, baykuş yuvasının kökünü kazır.
   Baykuş kim oluyor ki? Bir doğan bile beni incitir, gönlümü kırar, bana cefa ederse,

1155. Padişah; her yokuşta her inişte doğan başlarından harmanlar yapar, tepeler yüceltir.
   Benim bekçim, onun inayetleridir. Nereye varırsam padişah arkamdadır.
   Hayalim, padişahın gönlündedir. O, bensiz duramaz.  
   Padişah beni uçurunca onun ziyası gibi gönül yücelerinde uçarım.
   Ay gibi güneş gibi uçup gök perdelerini aşarım.

1160. Akılların aydınlığı, benim fikrimden; göklerin halk edilmesi, benim yüzümdendir.
   Öyle bir doğanım ki Hüma bile bana hayran olur. Baykuş kim oluyor ki sırımı bilsin.
   Padişah, benim kurtulmam için zindanı açtı, Yüz binlerce mahpusu azadetti.
   Bir zamancağız beni baykuşlara hemdem etti de benim yüzümden baykuşları doğanlaştırdı.
   Ne mutlu o doğana ki uçuşuma uyar; talihi yâr olur da sırrımı anlar.

1165. Bana yapışın da doğan olun, baykuşsanız bile doğanlaşın!
   Böyle bir padişaha sevgili olan nereye düşerse, düşsün, nasıl olur da garip olur.?
   Padişah kimin derdine derman olursa o, ney gibi feryat eder, sessiz sedasız kalmaz.
   Ben mülk sahibiyim, başkasının sofrasına oturup yemeğini yemiyorum. Padişah, uzaktan benim davulumu çalmakta,nöbetimi vurmakta.
   Benim davulumu döğen “İrciî” sesidir. Benimle dâvaya girişenlerin rağmine şahidim, Allahıdır.

1170. Padişahın cinsinden değilim, hâşa… bunu iddia etmiyorum. Fakat onun tecellisiyle, onun nuruna sahibim.
   Cins oluş, sade şekil ve zat bakımından değildir. Su, nebatta toprağın cinsinden sayılır.
   Rüzgâr, ateşi yaktığı, yanmasına yardım ettiği için rüzgârın cinsi demektir. Nihayet şarap,tabiata neşe verdiğinden onun cinsidir.
   Cinsimiz, padişah cinsinden olmadığı için varlığımız onun varlığına büründü, yok oldu.
   Varlığımız kalmayınca da tek olarak onun varlığı kaldı. Ben onun atının ayağı önünde toz gibiyim, toz gibi!

1175. Can da, canın nişaneleri de toprak oldu. Toprakta onun ayak izi var.”
   Bu izi bulmak için ayağı altında toprak ol ki başı dik kişilerin tacı olasın.
   Sizi şeklimin aldatmaması için sözümü dinlemeden şarabımı için, mezemi yiyin.
   Nice kişiler var ki suret, onların yolarını kesti. Surette kastettiler, Allah’a çattılar.
   Bu can da, bedenle birleşmiştir ya. Fakat hiç can bedene benzer mi?

1180. Göz nuru iç yağıyla eş olmuştur, gönül nuru bir katre kanda gizli.
   Neşe ciğerin kızılındandır, gam karasında; akıl bir mum gibi beynim içinde.
   Bu alâkadar keyfiyetsiz bir tarzdadır. Akıllar, bu keyfiyetsizliği bilmede âcizdir.
   Külli can, cüzi cana alâkalandı; can ondan bir inci alıp boynuna koydu.
   Meryem nasıl gönüller alan Mesih’e gebe kaldıysa can da onun gibi koynuna aldığı o inciden gebe kaldı.

1185. Fakat o Mesih, kuru ve yaş üstünde, yeryüzünde seyahat eden Mesih değildir. O Mesih’in şanı seyahatten yücedir.
   Can, canlar canından gebe kaldı ya. İşte cihan, böyle candan gebe kalır.
   Cihan da başka bir cihan doğurur. Bu mahşer de başka bir mahşer gösterir.
   Kıyamete kadar söylesem, saysam bu kıyameti anlatamam.
   Bu, sözler, mâna bakımından “ Yarab” nidasına benzer. Harfler, bir tatlı dudaklının nefesini avlamağa tuzaktır.

1190. Kulun “Yarab” sözüne Allahının “Lebbeyk” cevabı geldikten sonra, nasıl olur da “ Yarab” demekte kusur eder?
   Fakat bu “ lebbeyk” öyle bir “Lebbeyk” tir ki onu işitemezsin ama baştan aşağıya kadar bütün vücudunla tadabilirsin.

                         Susuz birisinin duvarın üstünden ırmağa taş,topaç atması

   Bir ırmak kıyısında yüksek bir duvar vardı. Duvarın üstünde dertli bir susuz duruyordu.
   Suya erişmesine o duvar mâniydi. Susuz adam, âdeta su için balık gibi çırpınmaktaydı.
   Birden suya bir kerpiç parçası attı. Suyun sesi bir göz gibi kulağına geldi.

1195. O ses, tatlı bir sevgilinin sesi gibiydi. O ses, adamı şarap gibi sarhoş etmişti.
   O minhetlere düşmüş adam, suyun temiz sesinden hoşlanıp duvardan kerpiç kopararak suya atmaya başladı.
   Su sanki “Ey adam, bana taş atmadan ne fayda elde ediyorsun ki?” diye bağırmaktaydı.
   Susuz dedi ki. “ Ey su, iki fayda var. Onun için ben bu işten el çekmem.
   Birinci fayda şu: Su sesini duymak, susuzlara rebap dinlemek gibi.

1200. Su sesi İsrafil’in sesine benziyor. Ölü bile bu sesten hayat bulmada.
   Yahut bu ses, bahar günlerindeki gök gürültüsü sesini andırıyor.
   Bu ses yüzünden bağlar, bahçeler, ne kadar güzelleşiyor, çiçeklerle dolar.
   Yahut yoksula zekât zamanını geldiği söylenmiş, mahpusa kurtuluş müjdesi verilmiş gibi.
   Muhammet’e Yemen’den gelen ve ağızsız söylenen Rahman nefesine.
Yahut âsilere şefaate gelen Ahmed’in,

1205. Yahut da zayıf Yakub’un canına erişen güzel ve lâtif Yusuf’un kokusuna benziyor.
   Öbür faydası da duvardan koparıp tertemiz suya attığım her taş, her kerpiç parçası,
   Yüksek duvarı biraz daha alçaltıyor, her defasında duvar biraz daha inmiş oluyor.
   Duvarın alçalması, suya yaklaşmama sebep olmakta.Duvarın ortadan kalkması vuslata çare bulmakta.”
   Duvardaki o taşları, kerpiçleri koparmak “Secde et de yaklaş” âyetindeki yakınlığı mucip olan secdedir.

1210. Duvarın boynu yüksekken bu baş indirmeğe mânidir.
   Bu toprak bedenden kurtulmadıkça  Âbıhayata secde edemem.
   Duvar üstündekilerden en fazla susuz kimse; taşı, topacı en çabuk koparıp atan da odur.
   Suyun sesine en fazla âşık olan duvardan en büyük taşı koparıp atar.
   O adam, suyun sesinden, âdeta boğazına kadar şaraba batmışçasına neşelenir.
   Yabancı kişi ise kerpicin suya düşünce bluk diye çıkardığı sesten başka bir şey duymaz.

1215. Ne mutlu o kişiye ki gençlik çağını ganimet bilir de borcunu öder.
   Kudretli olduğu günlerde sıhhatli, güçlü, kuvvetli bulunduğu zamanlarda bu işi başarır.
   Çünkü gençlik çağı, yemyeşil,terütaze bir bahçe gibi esirgemeksizin meyveleri yetiştirir.
   Genç adamın kuvvet ve şehvet çeşmeleri akıp durur. Bedenin zeminini onlarla yeşertir.
   Gençlik; mamur, tavanı adamakıllı yüksek, dört duvarı sapasağlam bir eve benzer.

1220. Ne mutlu o kişiye ki ihtiyarlık günleri gelip çatmadan, boynunu liften yapılmış iple bağlamadan…  
   Toprak çoraklaşıp akmadan, kaymadan işini başarmıştır. Çünkü çorak yerden güzel nebatat asla yetişmez.
   İhtiyarın gücü, kuvveti kesilir, şehvet suyu akmaz olur. Kendisinden de faydalanmaz, başkalarına da faydası dokunmaz.
   Kaşları eyer kuskunu gibi aşağı düşer, gözü yaşarır, görmez olur.
   Yüzü buruşur, kertenkele sırtına döner. Söz söyleyemez, tat alamaz olur, dişleri bir şey kesmez bir hale gelir.

1225. Gün geçip gitmiş, akşam çağı gelip çatmış,leş gibi beden topallamakta, yolsa uzun.. İş görülecek yer yıkık iş işten geçmiş..
   Kötü huyların kökleri kuvvetlenmiş, onu kökünden söküp çıkarma kuvveti de azalmış!

                   Valinin,yola diken ekene “Yola diktiğin dikenleri sök” diye emir vermesi

   Bu iş, o tatlı sözlü, fakat kötü huylu adamın yol üstüne diken dikmesine benzer.
   Yoldan geçenler ona darılmaya başladılar, bu dikenleri sök diye bir hayli söylediler, fakat fayda etmedi.
   Her an o dikenler çoğalmakta, halkın ayağı dikenler yüzünden kanamaktaydı.

1230. Halkın elbisesi dikenlerden yırtılmakta, yoksulların ayakları paramparça olmaktaydı.
   Vali, ona “Mutlaka bunları sök” dedikçe. “ Evet, bir gün sökerim” diyordu.
   Bir müddet “Yarın, yarın” diye vâde verip durdu. Bu müddet için de diktiği dikenler kökleşti, kuvvetlendi.
   Vali, bir gün “ Ey va’din de durmayan, beri gel, emrettiğimiz işi sürüncemede bırakma” dedi.
   Adam dedi ki: Babacığım, bir hayli gün var, bugün olmazsa yarın!”Vali “ Hayır,acele davran, işi savsaklama.

1235. Sen bu işi yarın görürüm diyorsun ama şunu bil ki gün geçtikçe,
   O dikenler daha ziyade yeşeriyor, dikeni sökecek de ihtiyarlayıp âciz bir hale geliyor.
   Diken kuvvetlenmekte, büyümekte, diken sökecekse ihtiyarlamakta, kuvvetten düşmekte.
   Diken her gün, her an yeşerip tazelenmekte.Diken her gün perişan bir hale gelmekte, kuruyup kalmakta!
   O daha ziyade gençleşiyor, sen daha fazla ihtiyarlıyorsun. Çabuk ol, zamanını geçirme” dedi.

1240. Her kötü huyunu bir diken bil; dikenler kaç keredir senin ayağını zedelemekte.
   Nice defalardır kötü huyunu bir diken bil; Dikenler kaç keredir senin ayağını zedelemekte.
   Nice defalardır kötü huydan perişan bir hale düştün. Fakat duygun yok ki. Pek duygusuzlaştın.
   Çirkin huyundan başkalarını ,zarara soktuğundan başkalarına mazarrat verdiğinden,
   Gafilsen hiç olmazsa kendi yaraladığını bilirsin ya. Sen hem kendine azapsın, hem başkalarına!
   Ya baltayı al, ercesine vur, Ali gibi bu Hayber kapısını kopar.

1245. Yahut bu dikeni gül fidanına ulaştır, sevgilinin nurunu nâra kavuştur?
   Da onun nuru senin ateşini söndürsün; vuslatı, dikenini gül bahçesi haline getirsin.
   Sen cehenneme benziyorsun, o ise mümindir. Mümine ateşi söndürmek imkânı var .
   Mustafa, cehennemin sözünü naklederek buyurdu ki: “ Cehennem, korkusundan mümine yalvararak,
   “Padişahım, çabuk geç, Nurun, ateşimi söndürecek” der.

1250. Şu halde ateşi helâk eden, müminin nurudur. Çünkü bir şeyi zıddından başka bir şeyle gidermek imkânsızdır.
   Adalet gününde ateş, nurun zıddıdır, zira, ateş kahırdan meydana gelmedir, nur, ihsan ve fazıldan.
   Ateşin şerrini defetmek istiyorsan ateşin gönlüne rahmet suyunu saç!
   O rahmet suyunun kaynağı mümindir.Âbıhayat , ihsan sahibinin pâk ruhudur.
   Nefsin ondan kaçmakta. Çünkü sen ateştensin, o su, ırmak suyu.

1255. Ateş, sudan söndüğündendir ki sudan kaçmaktadır.
   Senin duygun, fikrin hep ateşten. Şeyhin duygusu ve fikri ise o güzel nur.
   Onun nur suyu ateşe damladı mı ateşten cız ,cız sesi çıkmaya başlar.
   O cızladıkça sen ona “ Öl, bit” de ki, bu nefis cehennemin sönsün.
   Sönsün ki senin gül bahçeni yakmasın; senin adalet ve ihsanını söndürmesin.

1260. O söndükten sonra ne dikersen biter… Lâleler , ak güller, marsamalar çıkar.
   Yine doğru yoldan alabildiğine gidiyoruz. Hocam, dön geri, yolumuz nerede?
   Şunu anlatıyorduk: Hasetçi adam, senin eşeğin topal, konak yeri de adamakıllı uzak.
   Yıl geçti, ekin vakti değil. Yüz karalığından, kötü işten başka da mahsul yok.
   Ten ağacına kurt düştü. Onu söküp ateşe atmak lâzım.

1265. Yolcu, kendine gel, kendine… vakit geçti, ömür güneşi kuyuya doğruldu.
   Bu iki günceğizinde olsun, kuvvetin varken kocalığını Hak yoluna sarf et.
   Elinde kalan şu kadarcık tohumu olsun ek de bu iki anlık müddetten uzun bir ömür bitsin.
   Bu aydın çırağ sönmeden kendine gel de hemen fitilini düzelt, yağını tazele.
   Yarın yaparım deme. Nice yarınlar geçti.Ekin zamanı tamamıyla geçmesin ,agâh ol!

1270. Nasihatimi dinle: Ten , kuvvetli bir bağdır. Yeniyi istiyorsan, eskiden soyun!
   Dudağını yum, altın dolu avucunu aç. Ten nekesliğini bırak, cömertliği ele al.
   Cömertlik, şehvetleri, lezzetleri terk etmedir. Şehvet yüzünden düşen kalkmamıştır.
   Bu cömertlik, cennet  selvisinin  bir dalıdır. Yazıklar olsun böyle bir dalı elinden bırakana.
   Bu heva ve hevesi bırakma, sapasağlam bir iptir.Bu dal, canı göğe çeker.

1275. Ey güzel yollu, cömertlik dalı seni yukarı çeke, çeke aslına eriştirdi mi,
   Güzellik Yusuf’un, bu âlem kuyu gibidir. Bu ip de Allahı emrine sabretmedir.
   Ey Yusuf, ip sarktı, iki elinle yapış. İpten gafil olma, vakit geçiyor.
   Allahıya hamdolsun ki bu ipi sarkıttılar, fazıl ve rahmeti birbirine kattılar.
   Bu ipe yapış da yeni bir can âlemi apaşikar, fakat görünmez bir âlem göresin.

1280. Hakikatte yok olan şu cihan var gibi görünmekte, hakikatte var olan cihan da adamakıllı gizlenmede.
   Rüzgâr esti mi toz toprak görünür, uçup savrulur, rüzgâr görünmez. Toz toprak kendisini gösterir, rüzgâra perde olur.
   Zâhiren iş işleyen, hakikatte işsizdir, deriden ibarettir. Gizli olan içtir; asıl odur.
   Toprak, rüzgârın elinde bir alete benzer. Asıl toprağı yüce ve tabiatı yüksek bil.
   Toprağa mensup gözün bakışı da toprağa düşer. Rüzgârı gören göz başka bir çeşittir.

1285. Atı at bilir; at, atın eşitidir.Binicinin ahvalini de binici bilir.
   Duygu gözü attır, binici Hak nuru. Binici olmadıkça at, zaten işe yaramaz ki.
   Şu halde ata terbiye ver, kötü huyunu terk ettir. Yoksa padişah onu kabul etmez.
   Atın gözüne yol gösteren, padişahın gözüdür. Padişahın gözü olmadıkça at, bir şey göremez.
   Atların gözleri, ottan, otlaktan başka bir yerde değildir. Onları buralardan başka nereye çağırsan “ gelmem, niye geleyim” derler.

1290. Allahı nuru, duygu nuruna binmiştir de ondan sonra can, Allahıya rağbet etmiştir.
   Binici olmayan at yol gitmeyi ne bilir? Doğru ve ana caddeyi bilmek için padişah lâzım.
   Nuru, binici olan duyguya doğrul. O onur, duyguya ne güzel bir sahiptir.
   His nurunu bezeyen, Allahı nurudur. Bu suretle “Nur üstüne nur” âyetinin mânası zuhur eder.
   His nuru adamı yere çeker, Hak nuru Kevser ırmağına götürür.

1295. Çünkü duygularla idrak edilen âlem, çok aşağılık bir âlemdir. Allahı nuru bir denizdir, duygu ise bir çiğ tanesi gibi.
   Fakat duyguya binmiş olan meydanda değildir, iyi eserlerinden, güzel sözlerinden başka bir şey görünmez.
   Duyguya mensup olan nur bile, kesif ve cismani olmakla beraber gözlerin karasında gizlidir.
   Öfkenden sen duygu nurunu bile görmüyorsun, dine mensup nuru nasıl görürsün?
   Duygu nuru, bu kadar kesafetiyle beraber gizli olursa ap-arı olan bir ışık nasıl olur da gizli olmaz?

1300. Bu cihan, gayp rüzgârının elinde bir saman çöpüne benzer,tamamıyla âcizdir. Gayp âleminin dileği,
   Onu gâh yüceltir, gâh alçaltır. Gâh doğrultur, gâh kırar.
   Gâh sağa götürür, gâh sola… gâh gül bahçesi haline kor, gâh diken haline.
   El gizlidir, yazı yazan kalemi gör. At oynayıp seğirtmekte, binici meydanda değil.
   Fırlayıp giden oka bak, yay gizli. Canlar meydanda da canların canı görünmüyor.

1305. Oku kırma. O padişah okudur. Yaydan çıkan ok değildir, her şeyi bilenin şastından atılmıştır.
   Hak, “ Mâ remeyte iz remeyte” dedi. Allahı’nın işi, bütün işlere örnektir, misaldir.
   Kendi kızgınlığını kır, oku kırma. Senin kızgın gözün sana sütü kan gösterir.
   O kanlara bulanmış, senin kanınla ıslanmış oku alıp öp de padişaha götür.
   Meydanda olan âcizdir, bağlanmıştır, zebundur. Görünmeyense pek kuvvetli ve galip.

1310. Biz avlardan ibaretiz, kimin böyle bir tuzağı var? Çevgânın önünde toplardan başka bir şey değiliz, çevgânı idare eden nerde?
   Yırtıyor, dikiyor, nerde bu terzi? Üflüyor, yakıyor, nerde bu ateşi yakan?
   Bir an içinde sıddıkı kâfir eder, bir an içinde zındıkı zâhit.
   Onun içindir ki ihlâs sahibi, varlığından tamamıyla halâs olmadıkça tuzağa düşmek tehlikesindedir.
   Çünkü yoldadır, yol kesicilerse sayısız.Ancak Allahı amanında olan kurtulur.

1315. Aynası tamamıyla arınmayan, henüz ihlâs sahibidir. Kuş tutmayan henüz avla meşguldür.
   Fakat ihlâs sahibini Allahı ihlâs makamına ulaştırırsa ihlâs sahibi kurtulur, emniyet makamına varır.
   Hiçbir ayna yoktur ki ayna olduktan sonra tekrar demir haline gelsin. Hiçbir ekmek yoktur ki tekrar harmandaki buğday şekline dönsün.
   Hiçbir üzüm tekrar dönüp koruk olmaz. Hiçbir olmuş meyve tekrar turfanda haline gelmez.
   Piş, ol da bozulmadan kurtul. Yürü, Burhan-ı Muhakkık gibi nur ol.

1320. Kendinden kurtuldun mu tamamıyla Burhan olursun. Kul yok oldu mu sultan kesilirsin.
   Bunu apaçık görmek istersen Salâhaddin gösterdi, gözleri görür bir hale getirdi, açtı.
   Allahı nuruna sahip olan her göz, fakrı onun gözünden dersler verir.
   Şeyh, Allahı gibi aletsiz işler görür. Müritlere sözsüz dersler verir.
   Gönül, onun elinde mum gibi yumuşaktır. Mührü, gönle gâh ayıp, gâh şeref damgasını basar.

1325. Mumundaki mühür,bir yüzüğe âlamettir, onu hatırlatır, ya asıl o yüzük de ki nakış kimin âlametidir, kimi hatırlatmaktadır?
   O nakış, efkârının her halkası, öbürüne geçmiş, bu suretle birbirine zincirlenmiş olan o Zerger’in fikrini anlatır.
   Gönül dağlarındaki bu ses kimin? Bu dağ, gâh sesle dopdolu, gâh bomboş ve sessiz.
   Ev sahibi, nerde olursa olsun hâkim ve üstatdır,yaptığı iş yerli yerindedir. Bu gönül dağı, onun sesinden hâli kalmasın!
   Dağ vardır, sesi iki misli aksettirir… Dağ vardır, yüz misli.

1330. Dağ; o sesten ,o sözden yüz binlerce halis ve sâf kaynaklar sızdırır.
   Fakat dağdan o lütûf kesildi mi sular, kaynaklarında kan kesilir.
   O kadehi kutlu padişahlar padişahı yüzünden Tûr dağı lâl haline geldi.
   Dağın cüzileri canlandı, akıllandı. Ey halk biz bir taştan da aşağı mıyız ki ?
   Ne candan bir çeşme coşmakta, ne beden yeşiller giymiş ruhanilere katılmakta…

1335. Onda ne bir iştiyak sahibinin sesi var, ne sâkinin bir yudum şarabının neşesi!
   Nerde hamiyet ki böyle bir dağı; keserle, çapayla, neyle olursa kökünden yıksın.Belki cüzilerine bir ay parıltısı vurur, belki ay ışığı, ona yol bulur!
   Kıyamette dağlar yerlerinden sökülecek… Senin bir davranman da ne vakit böyle bir keremde bulunacak?
   Bu kıyamet, o kıyametten nasıl olur da aşağı sayılır? O kıyamet yaradır, bu, merheme benzer.

1340. Bu merhemi gören yaradan kurtulmuştur. Bu güzelliği gören kötü kişi bile ihsan sahibidir.
   Ne mutlu o çirkine ki güzele eş, arkadaş oldu; vah eşi kış olan gül yüzlüye!
   Ölmüş eşek cana eş olunca dirilir, canın ta kendisi olur.
   Kara odun ateşe eş olur, karalığa gider, baştan başa nur kesilir.
   Ölmüş eşek tuzluya düşünce eşekliği, murdarlığı bir tarafta kalır.

1345. Allahı gününün rengi Allahı boyasıdır. Onda her şey bir renge boyanır.
   Birisi küpe düşse de sen, ona kalk desen neşesinden “ Beni kınama. Küp benim” der.
   O “ Ben küpüm” demek “ Ben, Hakkım” demektir. Demir demirdir ama ateş rengine girmiş, o renge boyanmıştır.
   Demirin rengi, ateşin renginde mahvolmuştur. Sükût eder gibi görünmekle beraber ateş olduğundan da dem vurmaktadır.
   Madendeki altın gibi kızarınca sözü; ağızsız, dudaksız  “ Ben ateşim” sözüdür.

1350. Ateşin rengiyle, ateşin tabiatıyla ululanmıştır da der ki: “ Ben ateşim ,ben ateş!
   Sen şüpheye düşsen de ben ateşim, istersen bir tecrübe et, elini sür.
   Ben ateşim, eğer şüphe ediyorsan bir an olsun yüzünü bana koy ! ”
   Âdemoğlu, Allahı’dan nurlanırsa seçilir de meleklerin mescudu olur.
   Canı melek gibi azgınlıktan ve şüpheden kurtulan kişi de âlemde secde eder.

1355. Ateş nedir, demir nedir? Dudağını yum. Bu benzetişte bulunanla alay etme.

   Ayağını denize pek basma, denizden çok bahsetme… dudağını ısırarak susup kıyısında dur!
   Benim gibi yüzlercesi bile denize tahammül edemezler. Fakat yine de denizde boğulmaktan korkmuyor, ona dalmadan duramıyorum.
   Canım da denize feda olsun, aklım da. Canın da kan diyetini bu deniz vermekte, aklın da.
   Ayağım oldukça denizde yürürüm, ayağım kalmazsa yine su kuşları gibi denize dalarım.

1360. Huzur da bulunan bîedep kişi huzurda bulunmayan kişiden daha hoştur. Halka da eğridir ama nihayet kapıda değil mi?
   Ey teni bulaşmış, pisleşmiş kişi, havuz kenarında dön dolaş. İnsan, havuzun dışındayken nasıl temizlenir?
   Havuzdan uzak düşen kişi nasıl temiz olur? O adam bâtın temizliğinden bile uzak düşmüştür.
   Bu havuzun temizliğinin haddi yoktur. Cisimlerin temizliği ise pek az bir miktarda olabilir.
   Çünkü gönül havuzdur ama gizli. Bu havuzun, denize gizli bir yolu var.

1365. Senin muayyen miktardaki temizliğin yardım ister. Yoksa sayılı şey  harcandıkça azalır.
   Su, pis adama “ Bana koş” der. Pis adamsa “ Sudan utanıyorum” der.
   Su der ki: “ Bu utanma, bensiz nasıl zail olur, bu pislik, bensiz nasıl temizlenir?”
   Bulaşık ve pis adam; sudan utanır, gizlenirse bu utanma, “Hayâ, imana mânidir” sözünün tahakkukuna sebep olur.
   Gönül, ten havuzunda çamura bulandı ama ten, gönül havuzunda arındı.

1370. Oğul, gönül havuzunun çevresinde olan, ten havuzundan sakın!
   Ten deniziyle gönül denizi birbirine bitişiktir, fakat aralarında bir berzah var, birbirlerine karışmazlar.
   İster doğru ol, ister eğri. O gönül havuzuna doğru gel, geri kalma.
   Padişahların huzurunda can tehlikesi var ama himmetleri yüce kişiler can korkusu yüzünden padişahtan çekinmezler.
   Padişah, şekerden daha tatlı olunca canın tatlılığına gitmesi de daha hoş, daha doğru.

1375. Ey beni kınayan, sen sağ esen ol. Ey selâmet arayan, sen beni bırak!
   Benim canım ocaktır, ateşten hoşlanır, ocağa ateş yurdu olmak yeter.
   Bana ocak gibi aşka yanmak düştü. Bundan kör olansa zaten ocak değildir.
   Azıksızlık azığı sana azık olursa baki olan canı buldun,ölümden kurtuldun demektir.
   Gamdan neşe artmaya başladı mı  can bahçen güllerle, süsenlerle dolar.

1380. Başkasının korktuğu şeyler, sana emniyet verir. Su kuşu, denizden kuvvet bulur, ev kuşuysa perişan olur.
   Ey tabip, ben; yine divane oldum.. Sevgili, ben yine kara sevdalara uğradım.
   Zincirinin halkalarından her halkanın başka, başka fenleri var. Her halka, başka bir delilik vermede.
   Her halkanın eseri, başka, başka fenler. Onun için her an başka deliliklerim var.
   Darbı meseldir, delilikler; fen, fen , çeşit çeşittir. Hele böyle ulu bir beyin zincirine bağlanmış kişide olursa!

1385. Bağımı, öyle bir divanelik kopardı ki bütün divaneler bana nasihat verirler!

                    Zünnun’un hatırını sormak üzere dostlarının tımarhaneye gelmeleri

   Bu çeşit delilik, Zünnun’u,  Mısri’nin de başına geldi. Onda yeni ,yeni coşkunluklar, cezbeler meydana gelmekteydi.
   Coşkunluğu âdeta göğün üstüne erişecek bir dereceyi buluyor, ciğerler acısı bir hale geliyordu.
   Kendine gel ey çorak toprak, kendi coşkunluğunu bu işe sahip olan temiz kişilerin coşkunluğu ile bir tutma!
   Halk onun deliliğine tahammül edemez bir hale geldi.Ateşi, âdeta halkın sakalını tutuşturmaktaydı.

1390. Avamın sakalına ateş düşünce onu körlüklerinden, inatlarından tutup bağladılar.
   Halk, bu yolda umumiyetle dara düşse de yine yuları geri çekmeye imkân yoktur.
   Bu padişahların hepsi, halktan can korkusuna düştüler. Çünkü bu güruh kördür, padişahların da nişanı yok!
   Hüküm külhaniler eline geçince nihayet Zünnun zindana düştü.
   Bir tek ulu padişah, tek başına atına binmiş, gitmekte.. ardına düşen, ona uyan yok. Böyle bir eşi bulunmaz inci, çocukların eline düşmüş.. kadrini bilen anlayan yok.

1395. İnci de nedir ki? Bir katrada gizlenmiş bir deniz.. bir zerreye sığmış güneş!
   Öyle bir güneş ki kendisini zerre gösterdi de yavaş, yavaş yüzünü açtı.
   Bütün zerreler,onda yok oldu. Âlem, onun yüzünden sarhoş oldu, onun yüzünden kendisine geldi.
   Fakat kalem, bir gaddarın elinde oldu mu şüphe yok, Mansur, dâra çekilir.
   Bu hüküm, bu hükümet, kötü kişilerin elinde oldukça elbette peygamberleri öldürmek lâzım.

1400. Yol azıtmış kavim, aptallıklarından  peygamberlere “ Biz, sizi şom bilmekteyiz. Bize sizin yüzünüzden kötülük geliyor” dedi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder