Bu, tıpkı içlerinden biri bir Mecusî kızına âşık olan on sofunun hikâyesine benzer.
Âşık, bütün gününü
sevgilisinin çevresinde dolanarak geçirir, tapınakta, her yerde onu kovalardı. Mecusî kızı bir gün
sordu: «Sen benim
etrafımda niçin dolaşıyorsun?» Âşık halini anlattı. sevgilisi dedi ki: «Biz kendi milletimizden
başkalarını bir ejderha gibi
görürüz, onlardan daima kaçınırız. Benim sana lâyık olacağıma nasıl umutlanabilirsin?» Âşık çaresiz
kaldı. Çarçabuk
arkadaşlarının yanına gitti, onlara veda edecekti. «Hayırdır inşallah, bu ne hal?» dediler. Derviş
hikâyeyi anlattı, «Artık
gidiyorum,» dedi. «Bir zünnâr satın alayım, belime bağlıyayım.» Arkadaşlar, hep birden, «Biz de bunu
uygun görüyoruz. On
tane zünnâr alalım, hepimiz birden belimize bağlayalım. Nihayet bizler ayrı ayn vücutlarda tek bir ruh
değil miyiz?» dediler.
Mecusî kızı bunları görünce birlikte gelmelerinin sebebini sordu. Bunlar hikâyeyi anlattılar ve dediler
ki: «Bizim aramızda birlik
ve beraberlik vardır.» Mecusî kızının gönlüne bir ateş düştü, kendi zünnârını koparıp attı, onlara dedi
ki: «Ben o toplumun
kuluyum. Çünkü aralarında böyle bir vefa ve bağlantı vardır. Ben bu vefayı hiç bir millette görmedim.»
Kızın babası ve
yakınları toplandılar, onu kınamaya başladılar. «Sen so filerin büyüsüne kapılarak nasıl kendi dinini
yıkıyorsun?» dediler. Kız
cevap verdi: «Benim gördüğümü siz de görseydiniz! Nice yüzlerce insan bunların âşığı olmaz mı?»
Her kimin aslında mutluluk varsa öğüt ona cila verir, onu aydınlatır. Her kimde mutsuzluk varsa, öğüt
sözleri onu
karartır. Aynasındaki pasları artırır. O öyle aynalardandır ki cilâlandıkça pası artar. Ancak onun
zannına göre:
Şiir:
Ey can bana bir görün bitmeden son nefesim,
İşimi çabuk bitir, artık kesilsin sesim!
Bir âşık gerektir ki, bu sırrı onunla birlikte öğrenelim. O diyordu ki: «O gün kuyuya bir taş attım.
Aksaray yolunun
başına, o kervansarayın yanına gittik. Hatırlıyor musun?» «Ben çok iyi hatırlarım. Söylediklerini
onlara helâl ettim. Maksat sen
idin, benim onlarla ne işim var?»
Misafire iki kere ikram etmek gerek, ikinci defa, gitmek zamanında. Yani bu sonuncu ikram, önce
ettiğin ikramın,
bundan sonra da sonuna kadar devam edeceğini gösterir. Tövbe edersin ama acaba senin her gün
tövbe etmek âdetin var
mı?
Kardeşi ahlâksız olan adamın hikâyesi gariptir. Bu adamı her gün kötü bir iş üzerinde yakalarlar,
şehrin etrafını
dolaştırır, kardeşinin eşeğinin yükünü indirerek onu eşeğe ters bindirirlermiş. Kardeşi nihayet
dayanamamış. Bir gün,
«Kardeşim, madem ki sen daima bu kötülükte sebat edeceksin artık sana bir eşek satın almak
gerektir,» demiş. Şimdi,
bizimle büyükler arasındaki fark şudur ki, bizim içimiz ne ise dışımız da odur. Allah bana yabancılarla
geçinebilmek için sabır
ve tahammül vermiştir. Ama dost ile düşüp kalkmak (M. 40) daha uygun olur. Bir kimse belirli bir
yoldan bir 'kazanç elde
ederse o yola sıkı sarılır, işinde şaşıran kimsenin de bir ip ucu yakalaması iyi olur. Yani hemen
tecrübe edilmiş yolu tutar ve
arkadaşlarıyle dürüst geçinir. Yoldaşlarını bilgisiz ve aptal görmez ve öyle bir zanda bulunmaz.
Rebap üstadı Ebubekr, Cuha'nın şöhretini duymuştu. Bir gün her ikisi de birbirlerini gördüler ama
tanıyamadılar. Her
ikisi de bir adamın eşeğini, elbisesini, kesesini çalmışlardı. Malı çalınan adam, sıkıntısından boynuna
bir tabla astı. «Beni
soydular!» diye sızlanıyordu. Bu tablayı da çaldılar. Böylece her ikisi de birbirleriyle yoldaş oldular.
Sanatlarını karşılıklı olarak
birbirlerine gösterdiler. Her ne zaman biri bir elçabukluğu gösterse, öteki de aynı yankesiciliği ve
elçabukluğunu gösterir ve
arkadaşının hünerine karşı daha üstün gelirdi. Nihayet bir gün biri ötekine sordu: «Yahu sen kimsin?
Bu kadar elçabuk-luğıınu
nereden öğrendin?» «Ben Cuha'ymı,» dedi. Öteki, «Yaa! O halde doğru söylüyorsun!» Böylece gönül
ehli iki derviş yoldaş
olurlar. Bunlardan biri ötekine daima saygı gösterir. Çünkü emellerine bu yoldan erişmiştir, öteki
onun ne söylediğini bilir ve
ona çok cefa eder. Çünkü mutluluk yolunun cefaya dayanmak olduğunu bilir. O mutluluk yolunu
Güneş yuvarlağından daha
aydın görür ve bilir. Cefadan kaçan insan bir kör gramerciye benzer. Kör gramerci bir gün bir pislik
çukuruna düşer. Biri
yanına gelir, «Ver elini,» diye seslenir. Bu hitap gramer kurallarına uygun olmadığı için gramerci kızar,
«Geç!» der, «Sen
bizlerden değilsin.» Başka biri gelir, o da aynı şekilde, «Elini uzat!» der. Gramerci onu da aynı sözlerle
savar. Böylece bir
sözcükteki gramer bozukluğunu o kadar dik katle gören adam, düştüğü pislik çukurunu göremez.
Bütün gece sabaha kadar o
berbat yerde çöplükler içinde bekler de kimsenin elini tutmaz. Gündüz olunca biri karşısına çıkar. «Ey
Eba Ömer sen pislik
içine düşmüşsün!» der. Gramerci, «öyleyse tut şu elimi, sen bizlerdensin,» der. Ama adamın kuvveti
yetmez; ötekinin eline
yapışınca her ikisi birden çukuru boylarlar. Üçüncü bir adam, o sese kulak verir. «Bu ses filanın
sesine benziyor,» der.
Hakikatte onun sesini bilmez. Öteki de uyuşma yolunu tutar ama uyuşmanın ne olduğunu bilmez.
Nasıl ki yine bir gramerci,
şarkıcıdan bir nağme dinler elbisesini parçalar, nağralar atar. Halk etrafına toplanır. Orada bulunan
kimselerle beraber kadı bu
halden hayret ederler. «Bu adam böyle adamlardan değil,» derler. Zavallı şarkıcı da zanneder ki sesi
adamın hoşuna gidiyor.
Şarkısını tekrar eder. Gramerci yine nağralar atar, halka işaret eder, «Dinleyin ey Müslümanlar!» der.
Halk, «Ona ga-yıp
âleminden sesler geliyor, bize onu anlatmak, bizi uyandırmak istiyor,» diye düşünür. Geç vakitlere
kadar bu hali seyrederler.
Gramerci üstünü başını parçalamış, öteye beriye savurmuş, çırılçıplak bir haldedir. (M. 41) Herkes
etrafına toplanır, üzerine
sular ve gülsuyu serperler. Biraz sakinleşince, kadı adamın elinden tutar, halvete çeker, ona, «Canım
başım hakkı için doğru
söylüyorsun. Sana bu aşk ve neşe hali nereden geldi?» der. Adam cevap ver?
r: ««Nasıl aklım başımdan gitmez ki! Nuh
devrinden, ibrahim Peygamber zamanından Hazreti Muhammed'in kutlu çağına kadar Fi edatı isimleri
cer eder, esreyle
okunur. Halbuki bu şarkıcı harfi-cerden sonra gelen kelimeyi üstün okudu.» Şimdi, herkes, bozuk bir
maksat uğruna bu kadar
gayret sarfedeceğine, var kuvvetini ebediyet ülkesini kazanmak uğruna, hakikat yolunda har casa
onun zevki ne büyük olur.
O kuvvet bir serma> yedir. Nasıl ki bir kimse muhtaç olmadığı bir şeyi satın alırsa sonunda muhtaç
olduğu şeyleri satmak
zorunda kalır. Birinin gözünde biraz sulanma vardı, toz kaçmıştı. Aman şu gözüme bir ilâç koyun
diyordu. Herkes, «Bizim
işimiz var, eski pabuçlara pamuk mu tıkayacağız,» diye geçip gidiyorlardı. Ey hoca! O köhne yırtık
pabuçları bir zaman
hamamda giyerdim, benim dileğim budur. Demiyorlar ki, o dilek aşikârdır. Vaizin biri halka öğüt
verirken onlan evlenmeye
teşvik ediyor, bu konuda birtakım hadisler de anlatıyordu. Kadınlara da mimberin önüne giderek
koca istemeleri için ayrıca
teşvikte bulunuyor, hatta evli erkekleri arabuluculuğa, çöpçatanlığa
davet ediyor, bu babta hayli hadisler naklediyordu.
Kalabalık arasından biri kalktı. «Sofu vaktine bağlı bir insandır, ben garip bir adamım. Bana bir kadın
gerektir ki, evleneyim,»
dedi. Vaiz yüzünü kadınlar tarafına çevirdi. «Ey avratlar, aranızda bu adamı isteyen var mı?» dedi.
«Vardır,» dediler. Kadının
biri ayağa kalktı, «Ben varım,» dedi. «O halde ileri yürü buraya gel!» dedi. Kadın mimberin önüne
yürüdü. Vaiz, «Şu halde aç
yüzünü! Çünkü evlenmeden önce bir kere yüzünü görmek Peygamberin sünnetidir,» dedi. Kadın
yüzünü açtı. Vaiz erkeğe
dönerek, «Bak yüzüne delikanlı!» dedi. Genç, «Evet gördüm,» dedi. «Nasıl beğendin mi?» diye sordu.
«Beğendim!» Vaiz
tekrar kadına dönerek, «Ey hatun kişi! Dünyalıktan neyin var?» Kadın cevap verdi: «Bir eşekciğim
var, su taşır. Değirmene
buğday götürür, odun taşır; ben de ondan aldığım paralarla geçinirim.» Vaiz, «Ama, bu delikanlı
kişizade bir gence benziyor.
Onurludur. Eşek sürücülüğü yapamaz,» dedi. Tekrar kadınlara döndü: «Daha başka istekli var mı?»
«Var!» dediler. O da
evvelki gibi ileri yürüdü, yüzünü açtı. Delikanlı, «Beğendim!» dedi. «Pekâlâ senin neyin var?» Kadın,
«Bir öküzüm var, kâh su
çeker, kâh çift sürer, kâh dolap çevirir; onun kazancıyle geçinirim.» dedi. Vaiz, «Bu delikanlı
onurludur, öküz çobanlığı
yapmak ona yaraşmaz,» dedi ve devam etti: «Daha başka isteklisi yok mu?» «Var,» dediler. «O halde
kendini göstersin.»
Üçüncü bir kadın göründü. Vaiz sordu: «Çeyizden neyin var?» «Bir bağım var,» dedi. Vaiz delikanlıya
döndü: «Artık bunlardan
birini seçmek sana düşer,» dedi. «Hangisi daha uygun ise onu kabul et.» Delikanlı kulağının dibini
kaşımaya başladı. Vaiz,
«Ama, çabuk kararını ver, hangisini istiyorsun?» dedi. Delikanlı şu cevabı verdi: «Hocam ben
istiyorum ki eşeğe bineyim,
öküzü önüme katayım, bağ yolunu tutayım.» «Evet doğru ama, sen de o kadar nazenin bir şey
değilsin ki, her üçünü birden
kafese koyasın!» dedi vaiz.
Hak yolunun yolcusu bir sofî yıllarca çileler doldurur, şeyhine ve başkalarına hizmet eder. Fakat umut
bulutunun
yağış vakti henüz gelmemiştir.
Şiir:
Her işin belirli vakti gelip çalmadıkça,
Dostların sana yâr olmasından bir fayda göremezsin!
İhtiyarlık ve umutsuzluk günleri gelip çattıktan sonra, bir gün mezarlıktan (M. 42 )dışarı çıkmıştı. Eski
umutlarını
hatırladı ve çok ağladı. Başının altına bir kerpiç koyarak uykuya daldı. O uykuda sofinin işi tamam
olmuş, muradına ermişti.
Hemen kalktı kerpici Öptü, başına koydu, onu her nereye gitse daima beraberinde taşımaya başladı.
Misafirlikte, mescitte,
ayakyolunda, hamamda, kırda, semâ âyininde, pazarda, hulâsa her yerde yanından ayırmadı. O lâtif
ve arık derviş bütün gün
o kerpici saklardı. Sordular: «Bunu niçin bir köşeye bırakmıyor, yanında saklıyorsun?» Sofî şu cevabı
verdi: «Bu mezarda da
benimle beraber kalacak. Çünkü ben bir şey kaybetmiştim. Yıllar yılı umutsuz kalmış, beklemiştim.
Tekrar umutlarıma
kavuşmuş, fakat tekrar umutsuzluğa uğramış ve böylece yüzlerce binlerce bu kararsızlık içinde
çırpınmıştım. Bir gün başımı
bu kerpiç üstüne koydum ve beklediğimi buldum. Nasıl ki Hazreti Peygamber, «Her kimin kendisine
uğur getiren bir şeyi varsa
onu yanından ayırmasın» buyurmuştur. Her ne kadar, «Beni ara sıra ziyaret et ki, Muhabbet artsın,»
anlamında bir hadis daha
vardır. Ama biliyoruz ki, bu hadis Eba hüreyre hakkında ve onun gibiler için buyurulmuştur. Çünkü
bunlar Peygamberin
sohbetinde edep dışına çıkmışlar, onların nazarları Hazreti Peygamberi bıktıracak bir hale gelmişti.
Ama bu hadisi bilhassa
Hazreti Ebubekr hakkında buyurmadılar. Çünkü onu gazalarda bile yanından ayırmak istemezler,
onun gazayla meşgul
olmasını arzu buyurmazlardı. Bir gün bir harp sırasında, kâfirler tarafından bir cenkçi pehlivan
meydana atıldı. Müslümanlar
ona karşı çıkmak istemediler. Hiç kimse buna cesaret edemiyordu. Sordular: «Sebep nedir? Âyette
buyurulduğu gibi, sağlam
duvarlara benzeyen îslâm fedaileri, serdengeçtiler, ölümü dileyenler nerede kaldı? Şairlerin kafiyeyi,
hastanın ilâcı, mahpusun
hürriyeti ve mektep çocuklarının tatil gününü aradığı gibi şerefli ölümü arayan o fedailer nerede? Bu
korku ve çekingenliğin
sebebi nedir? Bunlar kimden çekiniyorlar?» Cevap verdiler: «Bu can korkusundan değil, ancak
meydana fırlayan o pehlivan,
Ebubekr'in gözbebeği oğludur. Müslüman gaziler onun karşısına çıkmaktan utanç duyuyorlar da
ondan.» Bu söz Ebubekr'in
kulağına vardığı sırada o, Hazreti Muhammed'le taht üzerinde birlikte oturuyorlardı. Uzaktaki
gürültünün sebebini sordular.
«Senin oğlun hamle etmiştir,» dediler. Ebubekr, derhal yerinden fırladı meydana doğru yürüdü. Oğlu
babasının yüzünü
görünce hemen geri çekildi. Hazreti Ebubekr de geri döndü. Hazreti Peygamber mübarek ellerini
Ebubekr'in omuzuna koydular
ve buyurdular ki: «Ya Sıddık! Nefsini bizim için sakla!» Yani, senin nefsinin sana göre değeri yok ama
bizim için büyük bir
kıymeti vardır. Onu sen biz'm için koru. Sen hiç harbe girme, gazada dışarı çıkma, bizim
sahbeti-mizden ayrılma. Hazreti
Peygamber nasıl olur da Ebubekr'e «Beni arasıra ziyaret et,» der? Gaza, öteki müminler hakkında
farzdır ama Ebubekr
hakkında günahtır. Ebrar için iyilik sayılan ameller, mukarrebin yani Allahya
yakın erenler için günah sayılır. Kale, bir âsinin
eline geçince onu harap etmek vacip olur. Yıkanlara da kaftan giydirmek gerekir. O kaleyi onarmak (
o sırada) hıyanet ve
günah olur. Fakat kale, âsiden alınıp da Padişahın bayrakları gelince, artık kaleyi yıkmak ve harap
etmek için sebep kalmaz. O
zaman böyle bir hareket hıyanet olur, hatta kaleyi yeni baştan onarmak farz olur; bir nevi ibadet ve
vatan hizmeti olur,
Şiir:
Zabitliğin düzeni, teşbih ile, din ile, mabetledir.
Zünnâr, küfür ve meyhane de aşkın sağlamlığını gösterir.
İman küfür, küfür de iman olmadıkça,
Hakkın bir kulu, hakkıyle müslüman olamaz.
(M. 43) Söz ustalarının yanında, söz söylemek edebe uygun değildir. Ancak belirli bir düşünceyi
anlatmak için olursa
bir şey denemez. Nasıl ki parayı sarrafa götürürler, «Kalp akça varsa onlan ayır,» derler. Ama eğer
sarraf âşık ise, konuşanın
dostu veya müridi ise, (dostun çirkinlikleri güzel göründüğü için) kalp parası geçer akçe gibi gelir.
«Sevenin gözü kör, kulağı
sağır olur,» derler. İşte dost da, konuşanın tatlı sözlerine âşık olur. Buna cevap olarak deriz ki: Bütün
âşıklar böyle olmaz, her
âşık çirkini güzel görmez. Âşıklar vardır ki, her şeyi olduğu gibi görürler. Çünkü onlar hakkın nuru ile
görürler. Nasıl ki,
«Müminler Allahın nuru ile bakarlar,» buyurulmuştur. O mutlu âşıklar asla başka âşıkları kınamazlar.
Nasıl ki Hazreti İbrahim,
«Ben, batan, kaybolan şeyleri sevmiyorum,» demişti.
Şiir:
Gelip geçici güzelliklere erenlerin gönül bağlaması imkânsızdır.
Âlemde görünen her bozukluk, hep halkın biribiri-ni taklit etmek suretiyle inanmasından, yahut taklit
ile inkâr
etmesinden doğar. Bir azize bir elem erişir. Bilmezler ki, o ancak taklit yoluyla aziz olmuştur. Onu
takdir etmekle bir an için
pek hararetli, diğer bir anda da pek soğuktur.
Mısra:
Taklit ehlini müslüman saymak nasıl olur?
Ona nasıl olur da bir elem ve ıstırap erişir? O kendi nefsinde azizin azizidir. Âlemin viran olmasına
sebep olur. Nasıl ki
Kuran'da «Rablerinin Peygamberine isyan ettiklerinden, onları şiddetli azap ile alıp helak etti,»
(Elhâkka sûresi, 10)
buyurulmuştur. Bu iyi ama şu da var ki bir kimse önce inanmış olsa bile taklit onu şüphe perdesine
götürür. Nihayet perdeyi
kaldırır, O itikattan vaz geçinceye kadar kalkan perdeler çoğalır ve o itikadı öldürür. Ama onun niçin
öl düğünü açık söylemez
ki, halkın kendi hakkındaki zannı değişmesin. Onun yeterliğine karşı beslediği güven eksilmesin. Dedi
ki: «Eğer bunu
açıklamazsa bu, halkı sapkınlığa düşürmek olur.» Yine dedi ki: «Nasıl açıklayabilir; onun kendine
güveni kalmamıştır, îhlas ehli
odur ki, itikadımı öldürdüm diye işi açıklasa da bunu yorumlar, açıklamasa da.»
Dervişin biri şöyle dedi: «Görüyorsun ki, geçen geçti. Mademki mecliste söze başlıyorsun bu ne
gevelemektir?
Görüyorsun ki salah, dürüstlük ancak senin dışındadır, içinde değil; yoksa benim dostum olurdun.
Eğer bu makama baş
koysaydın. Bu makam Öyle bir Allah erinin makamıdır ki, onun milleti ve onun yolu bütün milletlerin ve
yolların en iyisidir.»
Yahudiye sorsan ki: «Hıristiyan mı iyidir, yoksa Müslüman mı?» Muhakkak, «Müslüman iyidir,» der. Bu
soruyu
Hırıstiyana da sorsan o da aynı cevabı verir. Bunları öğrenmek şu sebeple gerekir ki, senin doğru
inançlı millet hakkındaki
itikadını artırır. Bu da onun için iyi bir talihtir. Kuran'da «Herkes su içeceği yeri bildi,» (Bakara sûresi,
60) Duyurulmuştur.
Şiir:
Dosta erişmek için durmadan koşuyorum,
Ömrüm sona yaklaştı ben hâlâ uykudayım.
Diyelim ki kavuştum nihayet sevgiliye
Ya o geçen günleri ben nerede bulayım?
Hakka giden yol şu iki ihtimalin dışında değildir: Bu da, ya iç âlemini geliştirmek yoludur ki, nebilerle
velîler bu yoldan
yürümüşlerdir. Yahut da ilim tahsili yoludur. Bu yol da mücahade ve tasfiye yolu yani cehaletle savaş,
kötülüklerden içini
temizleme yoludur. Bu iki yoldan geri kalanların yeri cehennemden başka neresi olabilir?
Kuran'da, «Sizin yaratılmanız, tekrar dirilmeniz, bir nefsi yaratmak ve diri kılmak gibidir. Allah işitir ve
görür,»
(Lokman sûresi, 28) buyuruluyor. Bu nüktenin benzeri, hadislerde de var: «Müminler tek bir vücut
gibidir,» buyurulmuştur.
Peygamberlerin, ümmetleri hak yoluna çağırmaları, onlara karşı, «Ey yabancı kişi! Surette sen
benden bir parçasın,
bundan niçin haberin yok? (M. 44) Ey parça gel, bütünden habersiz yaşama! Bunu anla ve bana
yaklaş, benimle tanış,»
demektir. Ama onlar derler ki: «Hayır, kendimi öldürürüm de yine sana yaklaşmam, seninle
kaynaşmam.» Hülâsa o açık
halvetlerde ne kadar ileri gitse hayâl gücü de o kadar artar bir çok hayâller görür, ileride oturur. Bu
uyarlık yolunda ne kadar
ileri giderlerse hakikat hakikat üstüne, tecelli tecelli üstüne gelir. Sordular: «Televvün (değişiklik) bu
mudur ki, bir saat
ibadetle meşgulüz, bir saat de yiyip içmekle? O, nefsin riyazatıdır. Bu da nefsin terbiyesi.» «Hayır, bu
nebiler ve velîler
içindir,» dedi. Kalktı ve dedi ki: «Nebiler ve velîler yemek yerken de ibadet halinde ruhlarını terbiye
ederler. Nefislerini değil.
Nasıl ki, cenkte geri çekilmek ileri atılmak içindir, derler. Bunda bir uygunsuzluk yoktur. Sen kendini
onların kötülükleri
hakkında bir zanna kaptırma! Çünkü onlarda kötülük olsaydı işte ve ibadette, hal ve keşif hususunda
bir fenalıkları görülürdü.
İnsaf et ki insaf seni bir mertebeye eriştirsin. Sağlığı korumak, sağlık aramaktan; günahtan
korunmak da tövbe istemekten
daha kolaydır.»
Bir hastalığa tutulduğun zaman hele perhizi ter-kettikten sonra sabır yolunu tutarsın. «Niçin bu
kadarcık
sabretmedim?» diye kendi kendine söylenirsin. O, zaman bu kadarcık sabrın neye yarar? «Bizim için
sefer etmek gerekmez,»
diyebilirsen bu kendi işin ve kendi maslahatın içindir, îş bu yaptığımız yolculuk meselesine varınca
hoş olur. Çünkü ben sana
bu yolculuğu buyurmak niyetinde değildim. Bunu kendi kendime yapayım, sizin işinizi yoluna koymak
için yola çıkayım,
dedim. Çünkü ayrılık ayrılık içinde pişer, yani denilebilir ki, o kadar emirler, nehiyler ne oluyor? Niçin
yapmadım, bu ayrılık
meşakkati karşısında o kolay şeyi niçin düşünmedim? Söylediğim sözlerde nifak, ikiyüzlülük
yapıyordum. Her iki tarafın da
hatırlarını koruyor, muamma söylüyordum. Halbuki açık konuşmak gerektir. Bu işin ne değeri var.
Ben senin işin için elli sefer
yolculuk yapayım. Yapacağım yolculuklar da sırf senin işini yoluna koymak içindir. Yoksa benim için
ne fark var? Rum
ülkesinden Şam'a gideyim, yahut Kabe'de veya istanbul'da olayım, aynı şeydir. Ancak şu vardır ki,
ayrılık insanı pişirir,
düzeltir. Bu gün düzelmiş ve pişmiş olarak kavuşmak mı daha iyidir, yoksa hep ayrılıktan pişmek mi?
Kavuşma halinde pişmiş
olan kimse, gözünü nereye açar? Her yerde dışarda kalan kimse, artık perdeye nasıl yol bulabilir? O
daima perde içinde
oturanlara benzer mi? Söylediğin şeylerden âşığın tarifini ve şahitliğini dinlemezler. Çünkü, aşkın
özelliği şuradadır id, ona
karşı ayıplar hüner gibi görünür. Sevenin gözü kör, kulağı sağır olur, derler. Bu mümkün müdür ki,
insan hem âşık olsun hem
de onda görüş ve ayırma kuvveti yerinde kalsın? Dediler ki: «Biz aşktan bunu istemiyoruz ki insan
tamamiyle kendinden
geçmiş ve mağlup düşmüş olsun.» Ben de dedim ki: «îmkâna karşı durmak mümkün değildir. Bu
meselede metotcula-rın
fikirlerini söyleyeyim ki, bunlar, iki kaziye ve üç bölümdür. Biri vacip'tir ki, hakkın kendi âlemi ve
sıfatlarıdır, ikincisi muhal,
yani imkânsızlıktır, iki zıddın birleşememesi gibi. Üçüncüsü caiz, yani olanak halidir ki her iki tarafa
yönelebilir'. Olabilir de,
olamaz da. Bu üçüncü bölüme giren herkes, kurtuluşa erer. Nasıl ki, Âdem'in dışarı atıldığı cennet,
yükseklerde bir ormanın
başında ve yerin üzerindeydi. Ama bu cennet, müminlere vâdolunan ve feleklerin en yüksek
noktasından nişan veren cennet
değildir.
Ona dedim ki: «Sen bana hep felsefeden bahsettiğimi söylüyorsun. Bir kere felsefeye başlayan
sensin.» Köylünün biri
tarlada çift sürüyordu. Çift demiri bir engele takıldı. Öküzler yürümeye imkân bulamayınca köylü
öküzü dövmeye başladı. Ama
yürütmek mümkün olmadı, öküzler yüzükoyun düştüler, övendi-re yarasından perişan bir hale
geldiler. Çiftçi demirin takıldığı
yeri bir daha yokladı, bir kaç taş çıkarınca demiri gördü. Meğer büyük bir güğümün kulpuna takılmış.
Demirin ucunu yakaladı,
ama bir türlü yerinden çıkaramadı. Her ne kadar onu yerinden kaldırmak ve kımıldatmak istediyse de
bunu bir türlü
başaramadı. Adama dedim ki: «Madem ki demiri yerinden çıkaramıyorsun bari bir yolunu bul da başını
kopar!» Her ne kadar
çabaladı ise de bir şey yapmak mümkün olamadı. «Acaba bu bir çapul mudur? içinde gümüş para
saklı bir define midir?» diye
söyleniyordu. Ama adamın hayali altın tarafına hiç işlemiyordu. Çünkü
köylü idi. Nihayet demiri kopardı: Güğümün içi altın
dolu idi. Bir avuç para çıkardı. Sevinçle avucunda tutarak baktı: «Vallah ki altındır,» dedi.
Köylü o zamana kadar düşüncesiz, gamsız bir adamdı. Çiftini sürüyor, bir iş yapıyordu. Ama o saatten
sonra âlemin
hayalleri, sevdalan başına toplandı. Nasıl edeyim de bu işi başarayım diye düşünmeye başladı. Filân
yere mi yoksa doğruca
Padişaha mı götüreyim diye bir takım kuruntularla uğraşırken, o sırada, uzakta pek sıkıntılı bir halde
avdan dönmekte olan
Padişahı gördü; paraları teslim etmek için bağırmaya başladı. Bu sesi işiten iki çavuş koşarak
geldikleri sırada köylü, önce
verdiği karardan pişman olmuştu. Adamlar, «Bizi niçin çağırdın?» diye sordular. «Bari bir su ver de
içelim!» dediler. Köylü,
«Şehrin, yolunu sormak için çağırdım sizi,» dedi. Çünkü onlar gelinceye kadar evvelki fikrinden vaz
geçmişti. Sıkıntısını onlara
açıklayamamıştı. Adamlar gülerek, «Şehrin yolunu bizden mi soruyorsun? îşte şehrin yolu şu
taraftadır,» dediler. Yolu işaret
ettikten sonra geçip gittiler. Çavuşlar uzaklaşınca köylü yine pişman oldu. Bu sefer gerçekten bir
daha çağırdı. Çavuşlar, «Ne
istiyorsun?» diye tekrar geldiler. Fakat köylü yine pişman olmuştu. «Göstermiş olduğunuz şehir
yolunu unuttum da tekrar
sorayım dedim; bu tarafta mı, yoksa şu tarafta mı?» dedi.
Çavuşlardan biri köylüyü dövmek istedi, öteki elini tuttu. Tekrar dönerek Padişahın yanına gittiler,
oturdular. Fakat
birbirlerine bakarak gülüyorlardı. Köylünün saçma sözlerinden bir şey anlayamamışlardı. Halbuki
Padişah, çok öfkeliydi.
Çavuşların her ikisinin de öldürülmesini emretti. İçlerinden çok yumuşak huylu biri Padişahtan aman
diledi: «Ey cihan şahı! Bir
kere ferman buyur ki bu gülüşmemizin sebebini sorsunlar. Allah aşkına bizi dinleyin!» dedi. Hikâyeyi
olduğu gibi anlattılar.
Padişah, «Eğer doğru ise gidin köylüyü buraya getirin,» dedi. Çavuşlar koştular, köylü bunları
görünce korktu. «Yallah bunlar
bana doğru geliyorlar,» dedi. Çavuşlar, «Haydi! Padişah seni istiyor,» dediler. Köylü kendi kendine,
«Yahu, parasız olursun bir
dert, paralı olursun bir dert. Ama altına kavuşup da derdin olmak daha iyi!» dedi. Bence parasız dert
daha iyidir, çünkü can
korkusu yoktur. Bu söz bir hikâyeden meydana çıktı. Bu insanlarla şakadan konuşmak, ciddî
konuşmaktan daha uygun olur.
Gerçi büyüklüğü belli olan kimsenin kendine göre bir âlemi ve bir veliliği vardır.
Şiir:
Dürüstlük bir şehirdir, ben de o şehrin sultanıyım,
Onda kendim yaşayayım, kendim öleyim, kendim korunayım.
(M. 46) Böyle bir adam şaka yaparsa bildiklere onun şakasından bir heybet gelir. Ama ciddî sözden o
kadar heybet
gelmez. Şüphe yok ki şakada o derece sertlik ve korkutma olmazsa daha hoş olur.
Bir köylü ile alaya başladılar, adamı çırıl çıplak soydular ki, elbisesini satsınlar. Onu ahmak yerine
koyarak,
çamaşırlarını ortaya attılar. Fütüvvet ehli büyüklerden her birinin, Âdem Peygambere varıncaya
kadar fütüvvetleri nasıl oldu?
diye sordular. Fütüvvet, Âdeme gelince nasıl oldu? ibrahim'e gelince nasıl oldu? Müminler ulusu Ali'ye
gelince nasıl oldu? Her
biri kendi ölçüsünde bir şey söyledi. Sıra bana gelince ne kadar ısrar ettilerse bir şey söylemedim.
Söylemiyordum. Orada bir
derviş vardı, başını önüne eğdi, hiç konuşmuyordu, içimden onunla konuşmak arzusu geldi bana.
Dedim ki: cÂdemoğlu
gerektir ki ömründe bir kere bir günah işlesin ve bütün ömrü boyunca onun pişmanlığını çeksin.
Babasının geleneğine uyarak,
Allahdan mağfiret dilesin. Babasına benzeyen zulmetmez,» dedim ve Âdem'in günahını ve onun özür
dileyerek tövbe etmesini
anlattım. Bana sordular: «İnnâ Fetahnâ' sûresinin indirilmesindeki sebep ne idi?» Dedim ki: «'Benimle
ve sizinle ne
yapacaklarını bilemem,' anlamındaki âyet indiği vakit onlar bu âyetin zahir mânasından başka bir
mânası daha olduğunu
anlayamadılar. Şu suretle söylenmeye baş laddar. Dediler ki: «Yüzünüzü öyle birine çevirin ki o
kendisinin ve kavminin ne işe
yaradığını bilmiş olsun. İşte bunun üzerine Fetih sûresi indirildi.» Tekrar sordular: «Bu onlara nasıl bir
cevap oldu?» «Sözün
gelişi böyle olur,» dedim. Sözü geçen âyetteki 'bilmiyorum' sözünde cehalet veya şaşkınlık yoktur.
Belki şu mânaya gelir:
Acaba bana Padişah ne kaftan giydirecek veya hangi mülkü bağışlayacak? Bir daha sordular: «Bu
sözde de yine bir şüphemiz
var,» dediler
1
. «Onun gibi bir zatın kendisine nasıl bir hilat giydirileceğim bilememesi bir noksan değil mi? Mademki
ona bazı
kaftanlar, ihsanlar verilmiştir kalanını nasıl olur da bilemez? Çünkü az çoğu gösterir.» «Bu, bilgisizlik
değildir,» dedim. Belki, o
ihsanın büyüklüğünü ve sonsuzluğunu belirtmek içindir. Nasıl ki başka bir yerde de, «Bilir misin?
Geçit nedir?» (Beled sûresi,
12) ve ayrıca, «Bilir misin din günü (Kıyamet günü) nedir?» buyurulmuştur. Bu sözün hakikati onlara
erişmez, ancak mânası
erişir ki onların renkleri başkalaş-sm. İnsanın değişmesinde bir sebep vardır. Her ne zaman onlara
anlatmak için sözü
tekrarlasan, hakkında kötü düşünürler. «Sermayesizlikten, sözlerini tekrarlar durur,» dediler. Onlara
dedim ki: «Bu ancak
sizin sermayesizliğinizdendir yoksa benim sözlerim çok iyidir, ama size
anlatmak zordur. Yüz kere de söylesem her defasında
başka bir mânâ anlaşılır ve o asıl mânâ böylece el değmemiş bir mânâ olur.» îşte bu diyordu ki: «Söz
meydanı çok geniştir.»
Ona cevap vermek istedim ve dedim ki: «Belki mânâ alanı çok geniştir ama söz alanı çok dardır.»
Onunla ancak nifak
yönünden konuşuyorum. Şu sebeple ki, nifakı da bilmediğini anlasın! Ona, «Bu sözü başka bir kulakla
dinle,» dedim.
«Şeyhlerin sözlerini işitmiş olan kulakla dinleme! Bu sözün konuşulduğu yerde Bayezid-i Bistamî'nin
ve onun, 'Kendimi takdis
ederim, sânım ne yücedir!' gibi sözlerinin ne yeri var?»
(M. 47) Müslümanın biri bir gâvur kızına gönül verdi; yalvardı yakardı. Gâvur kızı, «Ben kâfirim, sen
müslümansın, bu
olmaz; benim dinime gir,» dedi. Adam gâvur oldu bundan sonra ona kâfir yahut Müslüman kâfir
dediler. Bunun tersine olarak
bir kâfir de, ay gibi güzel bir müslüman kızına âşık olmuştu. Kız, «Eğer benimle evlenmek istersen
Müslüman ol,» dedi. Adam
Müslüman oldu. Ona her kim, «Müslüman değildir,» derse kâfir olur, yani ona, «Bu kâfirdir,» diyen
kâfir olur. Ondan niçin
bahseder?
Bu gün dünya, güzel bir dilberdir. Kâfir, Allahyı görünce âşık oldu, Müslüman oldu, ahiret oldu.
Şeytanını, Müslüman
etti. «Hayırlı mal hayırlı insana yaraşır,» sözü gerçeklendi. Nefis, yavaş yavaş müslüman olayım, der;
artık iyi insan olayım,
der. Bu, çilenin ve arıklık yolu aramanın tam kendisidir. O arıklaş-mıştır, başka çaresi yoktur, artık
yaltaklanmaya başlamıştır.
Nasıl ki hadisde Nefsi Mutmainne'nin yani ha-kikata kanmış olan nefsin Nefsi Levvame'den yani
kendini kınayan nefisten daha
hayırlı ve daha aziz olduğu buyurulmuştur. Şu halde Allah, niçin Nefsi Lev-vame üzerine yemin ediyor?
Ve «Kendini ayıplayan
nefisle yemin ederim,» (Beled sûresi, 2) buyuruyor da daha yüce olan Nefsi Mutmainne ile ant
içmiyor? Onu bahis konusu
etmek istemiyor, son derece gizli tutuyor. Nasıl ki, biri şöyle der: «Ey şah ayağının toprağı hakkı için!»
Eğer onun cam aziz ise
başka bir cevap söylenir. Nasıl ki şu, «Allah dilediğini rahmetine idhal eder, zalimlere de elemli azap
hazırlamıştır,» (Dehir
sûresi, 31) anlamındaki âyetin tefsirinde, o Şeyh, Tebriz'de diyordu ki: «Bunu cenazenin önünde ne
diye söylerler?
“Ben ölmeyen o diri Allahı kutlarım. Onlar zannederler ki yüce Allah adına söylüyorlar. Halbuki Allah
öyle bir ulu
Allahtır ki, onun adını ölümle birlikte anarlar ve ölüye hitap ederler.” Yani öyle diri yaşayın ve öyle diri
ölün ki, bir daha
ölmeyesiniz! Gün ışığı parladığı zaman aramızı birleştirir. Hangi nimet vardır ki, zamane onu
bulandırmasın? Şeyh diyordu ki:
«Müslümanlık gerektir Müslümanlık!» Halbuki kendisinin hiç de Müslümanlıktan haberi yoktu.
Müslümanlığın dış yüzünü bile
bilmiyordu. Diyorlar ki: Filânın sözü serttir. Bir ay, iki ay, arka arkaya onun sözlerini dinlerler ama bir
koku alamazlar. Hele bir
takım başı boş sözler' de söyler o. Allah bana öyle büyük bir şey vermiştir, yahut Allahtan öyle büyük
bir şey bulmuşum ki,
bunu bilmiyorlar. Ne önce gelenler, ne de sonuncular bunu anlayabildiler. Halbuki biz diyoruz ki, Allah
bize pek az bir şey
vermiştir. Buna delil de gösteriyoruz. O, Mevlânâ'ya diyor ki: «Ben, seni seviyorum; başkalarını da
senin hatırın için
seviyorum.» Buna, Mecnun'un şu şiirini tanık getiriyor:
Şiir:
Onu sevdiğim için bütün karaları seviyorum,
Onun Muhabbetsi ile kara köpekleri bile seviyorum.
Bunu, Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî'den başkaları için mi söylüyorsun? Eğer beni onun için seviyorsan
çok iyi olur,
benim de hoşuma gider. Onu benim için seviyorsan, niçin, «Sevilenlerin yanında sevilmeyenler de
hoşa gider,» diyorsun? Bu
böyledir. sevgili razı olduktan sonra başkalarını da onunla birlikte severler'. (M. 48) Dedi ki: Dervişin
birisinin bir hırkası vardı.
Bu hırka kendisiyle konuşurdu. O da, hırkasıy-la meşveretlerde bulunur, ona sorular sorardı. O,
Allahnın ilâhî kanunudur,
dilerse insandan başkalarını da konuşturur. Peygamberlerin mucizeleri tevatürle sabit olmuştur.
Şimdi, sen ki insan oğlusun,
nasıl olur da sen de konuşmazsın? Dile gelmezsin? Ancak bütün sözlerin, bazı kocakarı hikâyeleri;
Arap şiirleri! Hep bu! Şimdi
kendi sözlerin nerede?
«Bu, fakirlik icabıdır,» dedi. Fakirden üstün bir şeyh vardır, şeyhten üstün, kutup, kutuptan önce de
falan şey.
Şunları söylemek istedim: «Sen, bu fakirlikten hiç kimseye bir şey anlattın mı? Bu fakirlik mertebesi
için o gafil şeyhlerden bir
haber getirdin mi? Dünyanın en büyüğü, âlemin ve Âdem'in ulusu Cenabı Peygamber, 'Âdem ve
başkaları benim sancağımın
ardından yürürler, ben Arap ve Acemin en düzgün konuşan insanı olmakla iftihar ederim; fakirlik
mertebesinin benim için bir
öğünç vesilesi olması ile de öğünürüm;' buyurmuştur. Sen bu fakirlik mertebesinden ne bekliyorsun
ki, onu bir şeyhden daha
geri bir sıraya atıyorsun?» Ama hiç bir şey söylemedim, onun cevabı da
sadece susmak oldu. Sonra dedi ki: «Eğer onlar diken
gibi oldularsa içlerini ateşlemek lâzımdır.» «Nuh'a mı uyacaksın, yoksa Mustafa'ya mı?» dedim.
Çünkü Nuh Peygamber,
«Yarabbi, yeryüzünde kâfirlerden tek kişi bırakma!» (Nuh sûresi, 26) diye yalvardı. Hazreti Mustafa
(S.A.) ise, «Allahım
ümmetimi doğru yola yönelt! Çünkü onlar bilmezler,» buyurdu. Bu çile dolduranlar Musa'ya uyanlardır.
Çünkü onlar Hazreti
Huhammed'e uymaktan bir zevk duymazlar. Hâşâ, belki de Muhammed'e uymayı şart bilmezler ise
Musa'ya uymaktan da pek
az zevk duyarlar ve onun yolunu tutarlar. Diyorsun ki: «Veli tek bir insandır, daima onların nazarı
dünyayadır.» Yani onunla
herkes beraber yürür, önünde ardında dolaşırlar. Nasıl ki, bazıları Padişahın kapısını hor görürler, ona
bayağı bir süvari
gözüyle bakarlar. Ama ases başının makamını daha yüce sayarlar. Çünkü önünde, arkasında
değnekçileri vardır.
Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî'nin (Allah Bereketini Ebedî Kılsın) 642 Senesi Cemaziyel - Ahir
Ayının Yirmi Altıncı Pazar Günü Sabahı Konya'ya Gelişi
Önce, kendi kendine kararlaştırmış olduğun bir fikirden biraz ayrılırsan, bu senin daima kararlarından
döneklik ettiğini
göstermez. Biri, karanlık bir gecede kalabalık bir yerden dışarı çıkmak ister; ayağına bir başkasının
pabucu geçer ve bu
pabucun bir tarafı yırtılır. Şimdi onun yanlışlıkla bulduğu pabucu giyip gitmesi gerekmez. Burada, özür
dilemek gerçektir.
Çünkü karanlık vardır. Ama herkesin de böyle bir zamanda kendi pabucunu koruması lâzımdır. Nasıl
ki, köylüler dürüst
insanlardır. Sofuların âdetleri gereğince herkes kendi yemeğini ayrı yer. Yemek yerken aralarında bir
haksızlık olmasın,
sıkılganlık yüzünden kimse aç kalmasın diye, hep teker teker" yerler.
Bir gün, bir yolculuk sırasında yemek vakti gelmişti. Herkes kendi azığının başına oturup yemeye
başladı. Bu arada
ansızın bir Türk atlısı çıkageldi. Türkler cesur, konusever ve 'kaynaşık insanlardır. Bunlara sordu:
«Niçin ayrı ayrı yiyorsunuz?
Niçin ekmeklerinizi beraberce toplu bir halde yemiyorsunuz?» Adamlar, «Bizim köyümüzün eski âdeti
böyledir,» dediler. Atlı
kamçısını kaldırdı, «Şimdi o âdeti koyanın da canını yakarım, onu kabul edenin de! Çarçabuk
yemeklerinizi toparlayın, birlikte
yiyin,» dedi. Yolcular korkularından onun dediği gibi yaptılar, yola düştüler. Köyün ihtiyarı onların
diliyle, «Eğer ekmeklerinizi
birlikte yedinizse, Allah kendi ekmeğim seçip yiyeni af etsin, ötekileri değil!» diyordu.
Bir zümre vardır M, seci'li, kafiyeli sözlere değer verirler. Hep öyle konuşurlar. Bir zümre, hep şiir
söylerler. Bir
başkası da daima nesir söyler. Bunlardan her biri kelâm'ın bir parçasını, bir dalım seçerler. Allah
kelâmı ise küllî'dir, bütündür.
Elini bütüne uzat ki, bütün parçalar senin olsun. Daha başka bir şey isteyip de parçaya uzanma ki, o
zaman bütünün elden
gitmesi tehlikesi vardır.
(M. 49) Birinin evinin kapısında, bir ağaç peydan oldu, serpildi. Gerektir ki, ev sahibi ağacın tamamını
korusun; bütün
dalları da onun olsun, gövdesi de. Ama eğer elini tek bir dala atarsa, ağacın gövdesi artık elden çıkar;
o dalın kırılmasında
tehlike vardır. Dal elden giderse kök de gider.
Dedi ki: İblis'in mânası hadis yani sonradan meydana gelmiş değildir. Her ne kadar İblis'in sureti
hadis ise de, manası
kadîm'dir. O dedi ki: «Bu küfürdür.» Öteki, «Hayır, küfür değil bilâkis îslâmdır. Çünkü ben, İblis'in
mânası kadim'dir sözü
üzerine ne söyleyebilirim? Şunu demek istiyorum ki, İblis'in varlığı ilâhî bilgide mevcuttu.» dedi. O
dedi ki: «Hayır, ilâhî ilimde
senin vücudun da mevcut değildi. İlâhî bilgide ancak onun bir gün var olacağı malûm idi. Her halde
İblis'in mânası, onun
yaratılmasından daha önce; onun suretinden evvel var idi.» Nasıl ki, Âdem oğullarının ruhları da
onların suretlerinden önce
yaratılmıştır. Ruhlar toplanmış ordulardır. Allah ruhlara hitaben, «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?»
(Araf sûresi, 172) diye
buyurdu. Onlar da, «Evet, Rabbimiz-sin,» dediler. Bu macera henüz ruhların birer kalıba girmelerinden
önce idi. Şimdi Hazreti
Mustafa (S.A.) ne buyuruyor? «İblis, âdemoğullarının damlarlarında dolaşır, damar içinde dolanan kan
gibidir,» diyor. İblis
sureti diye yaptıkları o çirkin resim, insanın damar larında nasıl dolaşır? İblis'in insanoğlunun
damarına girmesi reva değildir.
O, dervişin sözüne göre gelmez. Ama nihayet, konuşan derviş değildir. Bu mahvolmuş bir derviştir.
Söz öte baştan geliyor.
Nasıl ki keçi derisini tulum (gayda) yaparsın, ağzına koyar üflersin, ondan çıkan her ses artık senin
sesindir; keçi sesi değildir.
Gerçi keçi derisinden çıkar ama, burada keçi aradan çıkmış, fâni olmuştur. Keçiden çıkardığın sesin
mânası da fâni olmuştur.
Böylece o deriyi davul da yaparsın. Davul da çalarsın ondan; yine bir sos çıkar. Halbuki, hayvan
sağken bu deriye vursaydın
ondan ancak keçi sesi duyardın.
Beyit:
Bunu ancak akıllı kişi bilir,
Bu sesten o sese kadar kaç yıl geçmiştir?
Bu misâl zaruret yönünden söylendi. Çünkü kemâle ermiş olan derviş, Hakkın dilinden konuşur.
Bugün derviş sözüne
nasıl itiraz olunur. O dedi ki: «Soruyu işitmemek ve sorudan üzüntü duymak eksiklik olur.» Ona dedim
ki: «Tam bir anlayışa
sahip olan kimse bilir ki, bu kemâle, Allah yönünden eksiklik gelmez. Eksiklik onun sabırsızlığından
ileri gelir.» Nihayet, bu
'lenterâni!' (Beni göremeyeceksin!) teranesi, Musa'nın sabırsızlığından ileri geldi. Biraz daha ağır ve
sabırlı davransaydı, hem
sorusuna cevap alırdı, hem de cevap veren bulurdu. Cevabı dinlemesen ve gelmezse mânâ kime
gelir? Sabır dinleyene kuvvet
verir. Senin bilgine başka bir bilgi daha yardım eder ki, şimdiye kadar her zor soruya karşı bir cevap
söyleyesin. Bundan
sonra yüz cevap söyler; o meclis de hoş olur. Dervişin gözü önünde o meclisin hayali hoş geçmiştir.
Onun o topluluğa karşı
ilgisi uyanır, o ilgi de etkiler yapar; yemişler verir. Nihayet bu derviş, bu taraftan bir şey öğrenmedi,
onun öğrenimi öte taraftanmış.
Allahnın lütfü ile öte tarafın öğretilmesi bu tarafa düştü. Bu taraf sözü ile ona hangi çetin nükte ifade
edilebilir?
Allah, «Onu gözler kavrayamaz,» buyurdu ki, bu umutsuzluk tarafıdır. Sonra da, «O gözleri kavrar,»
buyurdu. Bu da tam
umut yönüdür. Görüşün hakikati Musa'ya yüz tutunca onu alaşağı etti ve bu görüş içinde boğuldu.
«Kendini bana göster,»
dedi ve Allah diliyle cevap aldı: (M. 50) «Beni göremeyeceksin!» Yani böyle (dünya gözü ile) görmek
istiyorsan asla
göremezsin! Bu ifade inkârda mübalâğa ve hayrettir. Çünkü sen zaten beni görmekten boğulmuş bir
haldesin. Daha nasıl
diyorsun ki, bana görün de, sana bakayım? Yoksa biri, Musa hakkında nasıl şüpheye düşebilir?
Allahın sevgilisi, onun
konuştuğu Peygamberi ki, Kuran'ın birçok yeri onun zikriyle doludur. Nasıl ki, bir kimse bir şeyi
severse onu çok anar derler.
Allah da Musa'ya beni göremeyeceksin dedikten sonra, «Dağa bak!» dedi. O dağ, Musa'nın benliğidir
ki, ululuğu ve sarsılmaz
sebatı dolayısiyle Allah ona, «Dağ» dedi. Bu, sen kendi nefsine bakarsan beni görürsün, demektir. Bu,
«Nefsini bilen
Rabbini bilir», nüktesine de yakın bir sözdür. Nasıl ki, Musa da kendine baktı, Allahsını gördü, onun
varlığı belirince kendisi
arada hiçleşmiş oldu. Yoksa nasıl reva görebilirsin ki, Allah Musa gibi kendisiyle konuşan bir
Peygamberin duasını reddetsin de
ona cansız bir dağı göstersin? Musa ondan sonra: «Yarabbi! Sana tövbe ettim,» dedi. Yani seni
göreyim derken içinde
boğulduğum günahlardan ve seni görmek istediğimden dolayı tövbe ettim, demek istedi.
Allah erlerinin uykuları, uyku değildir. Belki de uyanıklığın tanı kendisidir. Çünkü öyle şeyler vardır ki,
uyanıklıkta
insana gösterilmez, inceliği ve zayıflığı dolayısıyla ancak rüyada gösterilir ki ona takat getirilsin.
İnsan Kâmil olunca da, ona
artık perdesiz gösterirler. Biri sordu: «Kuldan Allahsına giden yol ne kadarda?» Dedim ki: «Allahtan
kula giden yol kadar.»
Buna otuz bin yıl da dense doğru olmaz çünkü sonu yoktur, ölçüsü yoktur. Ölçüsüz bir şeyi ölçü ile
ifade etmek, sonsuz bir
şeyin sonundan bahsetmek imkânsızdır, bâtıl sözdür. Sonsuz bir şeyin sonu belli olan şeyden daha
uzak olduğunu bilmek de
yersizdir. Bütün bunlar sözün suret yönüdür. Sonsuzlukla ilgisi yoktur. Her nerede söz varsa, orada
Allah vardır. Söz, bilinen o
belirli güne kadar uzayıp gidecektir. Derviş söze başlayınca itiraz gerekmez ona. Evet kaide budur ki,
medresede söylenilen
her sözün, medresede öğrenilen her düşüncenin bahse de, tartışmaya da faydası çoktur. Ama o söz
bu faydadan bu konudan
uzaktır, bu bahisle ilgisi yoktur.
Adamın biri, bir dostuna Hint kılıcı getirmişti. Ona, «Bu Hint kılıcıdır,» dedi. Arkadaşı sordu: «Hint
kılıcı nasıl olur?»
Beriki cevap verdi: «Her vurduğu şeyi iki parça eder.» Adamcağız da ona şu karşılığı verdi: «Sofî
vaktini kaçırmaz, onu
tecrübe için şu dikili taşa bir vuralım, sınayalım,» dedi ve hemen kılıcı getirdi, taşa vurdu. Ama tersine
kılıç iki parça oldu.
Arkadaşına dönerek şöyle dedi: «Hani sen bu Hint kılıcının özelliği vurduğu her şeyi iki parça
etmektir diyordun?» Arkadaşı,
«Evet, kılıç Hint kılıcı olmaya Hint !kılıcı idi ama taş ondan daha hünerli imiş,» dedi. Musa, Firavundan
daha kuvvetli idi.
Firavun veli idi ama Musa veliden daha üstündü. Dedi ki: «O halde onun sureti ne idi?»
Hazreti Muhammed (S. A.), «Ah kardeşlerimi ne kadar özledim!» buyurdu. Sahabe: «Ey Allah resulü!»
dediler. «Biz
kardeşlerini mi arzuladın?» «Hayır, sizler benim dostlanmsınız,» buyurdular. «Ama senin kardeşlerin,
(senden önce) gelip
geçmiş peygamberlerdir ki onlar da şimdi dünyadan göçmüşlerdir,» dediler. Hazreti Peygamber,
«Hayır, o kardeşlerimi de
istemiyorum, ancak benden sonra gelecek olan nazenin kulları (Allah velilerini) özledim,» buyurdular.
Henüz erginlik çağına erişmek üzere idim ama tamamiyle erginleşmemişüm. Bu aşk üzerinden otuz
kırk gün geçtiği
halde hiç bir şey yemek istemiyordum. Biri, Hemadan şehrinde vaiz ediyordu: «Herkes Allahı,
varlıklardan birine
benzetiyor,» diye eleştirmeye girişmişti. Şehrin vaizi geldi, kürsüye çıktı ve teşbih ile ilgili âyetleri
sıralamaya başladı.
«Rahman Arş üzerine istila ve galebe ile hakim oldu.» (Tâhâ sûresi, 5); sonra
yine «Allahın sizi yere geçirmeye-ceğinden
emin mis'hrz?» (Mülk sûresi, 16); daha sonra «Rabbın gelip melekler sıra sıra dizildik de,» (Fecr
sûresi, 22); ve yine
«Üslerindeki Rablerinden korkarlar.» (Nahil sûresi, 50) gibi âyetleri kürsünün önünde okumaya
başladılar. Vaiz da teşbih
inancasına sapmış kimselerdendi. Bu âyetlerin manalarını teşbih yönünden söylemeye başlamıştı.
Hadisler de rivayet
ediyordu: (M. 51) «Rabbınızı gece dolunayı seyreder gibi göreceksiniz,» «Allah Ademi kendi sureti
üzerine halk etti,»
«Rabbimi kırmızı bir elbise içinde gördüm» gibi çeşitli manalara gelen hadisleri gayet güzel anlatıyor,
teşbih yönünden
manalarını söylüyordu. «Vay o kimselere ki, Allahyı bu sıfatları ile teşbih etmez ve bu suretlerle
bilmezler! Onlar ibadet
etseler bile yine cehennemlik olurlar. Onların ibadetleri kabul olunmaz,» diyordu. Bu bahs ile ilgili
âyet ve hadisleri
anlatırken, bir kısım halk, Allahnın mutlak varlığını, onun mekânsızlığım da ileri sürerek sorular
sordular. Vaizin sözlerine
itirazda bulundular. «Nerede olursanız olunuz o sizinle beraberdir,» «Ona benzer bir şey yoktur,»
mealindeki âyetleri de hep
benzetme yolu ile yorumladı ve bütün bunları hep teşbih noktasında birleştirdi. Tenzih yani Allahyı
noksan sıfatlardan arı
bilmek hususunda çekingen davrandı. Cemaat evlerine gittiler. Bunları çoluk çocuklarına anlattılar
ve hepsine şöyle tavsiye
ettiler: «Allahı arş üzerinde biliniz, gayet güzel bir surette iki ayağını aşağı sarkıtmış bir halde
kürsüye oturmuş, şehir vaizinin
dediği gibi melekler de arşın etrafını çevrelemiştir. Her kim onda bu suretler yoktur derse onun imanı
yoktur. Vay onun
ölüsüne, vay onun mezarına, vay onun son haline!» Bir hafta sonra garip bir Sünnî vaiz geldi. Hafızlar,
tenzih âyetlerini
okudular. «Ona benzer bir şey yoktur, doğurmadı, doğrulmadı, semalar onun eliyle durulmuştur,»
mealindeki âyetlerin
tefsirine başladı. Teşbihçilerin derisini yüzmek gerektiğini söyledi. «Her kim teşbihten bahsederse
kâfir olur, her kim suretten
söz açarsa cehennemden kurtulamaz. Allaha mekân isnad edenin vay dinine vay mezarına,» dedi.
Teşbihe benziyen âyetleri
de hep tevil etti; birer birer yorumladı, o kadar cehennem tehdidi yaptı ve korkuttu ki, her kim
suretten söz açarsa onun
ibadeti ibadet değildir, imanı iman değildir, demeye getirdi. «Allanın, mekâna muhtaç olduğunu
söyleyen zavallının vay haline!
Vay onun sözlerini dinliye nlere!» dedi.
Sünnî vaizin bu sözlerini işitenler çok korktular, üzgün bir halde evlerine döndüler. Bunlardan biri
evine geldiği zaman
iftar bile etmedi, evin bir köşesine çekilerek başını bacakları arasına aldı, çocuklar gibi ağlamaya
başladı. Çoluk çocuk etrafına
toplandı. Fakat bunları yanından kovdu, bağırarak tersledi. "Çocuklar annelerinin yanına koştular.
Kadıncağız adamın karşısına
oturdu. «Efendi hayırdır inşallah, yemek soğuyor, yemiyecek misin? Çocukları dövüyorsun, beni
kovuyorsun, nedir bu hal?
Hep ağlıyorlar,» dedi. Adam, «Çekil karşımdan! Artık bana ilâhî sesler gelmiyor, içime ateş düştü,»
dedi. Kadın ona tekrar
sordu: «Kendisine umut bağladığın Allahyı mı bir tarafa bırakıyorsun? Bu ne haldir? Sen sabırlı bir
erkektin, şimdiye kadar
başına bir çok çetin işler gelmişti hepsine sabrettin ve kolaylıkla atlattın. Allahya bel bağladın; Allah
da bütün o zorluklardan
seni kurtardı, gönlünü hoş etti. O geçen nimetlerin şükran borcu olarak bu günkü sıkıntılarını da yine
Allahya havale et, işe
boş ver ki, üstüne rahmet yağdırsın.» Bu sözler üzerine adamın yüreği yumuşadı. «Ne yapayım? Bizi
âciz hale getirdiler,
canımız boğazımıza geldi. Geçen hafta âlimin biri tutturdu, 'Allahı arş üzerinde bileceksiniz, onu arş
üstünde bilmeyen kâfirdir,
ölürse kâfir olarak ölür,' dedi. Bu hafta da başka bir âlim geldi, kürsüye çıktı, 'Her kim, Allahı arş
üzerinde bilir ve böyle bir
şeyi hatırından geçirirse yani onu semada tasavvur ederse o kimsenin ameli ve ibadeti kabul
olunmaz. Çünkü Allah,
mekândan münezzehdir,' dedi. Şimdi, bu birbirini tutmayan sözler karşısında biz hangi tarafı tutalım?
Nasıl yaşıyalım? Nasıl
öMim? Âciz 'kaldık!» Kadın dedi ki: «Hiç acizlik gösterme, şaşkınlık etme! Allah ister arş üzerinde
olsun, ister1 arştan uzak
olsun, ister bir yerde (M. 52) otursun, ister yersiz olsun, her nerede olursa olsun, yeter ki, ömrü uzun
olsun, devleti sonsuz
olsun. Sen kendi dervişliğini düşün, dervişlik vazifeni yerine getir.»
Arap dilinde ant içmek için kullanılan harfler üçtür: Vav, Be, Te. Her üç harf ile ant içerim ki, vallahi,
billahi, tallahi, şu
medreselerde tahsil görenler, hep bir mansıp sahibi olalım, bir medrese elde edelim, derler, îyi
duygularla hareket etmek
gerekirse bunlar o derneklerde bir yer tutmak için çabalarlar. Halbuki bunlara sormalı: Dünya
lokması için ne diye ilim tahsil
edersin? Bu ip insanı o kuyudan çıkarmak içindir. Yoksa yapışıp da başka kuyulara inmek için değil.
Sen daima, acaba ben
kimim? diye düşün. Hangi cevherdenim, niçin geldim, nereye gidiyorum? Aslım neredendir, şu anda
neredeyim, yüzümü
nereye çevireyim? Mevcut olmayanı anmak gıybet etmek demektir. Hazırda olanı anmak da
yabancılıktır. Şimdi zikreden,
Allahı anan kimse, bu halin dışında değildir. Ya hazırdır, ya gaiptir. Eğer gaip ise onu anan kimse
gıybet etmiş olur, hazır ise
ona yabancılık karıştırır. Nasıl ki, Sultanın önünde oturan kimse, Sultan şöyle buyurdu veya Sultan
şöyle yaptı, diye bilir. Ama
gıybet .ederse büyük günahlardandır. Yani gıybet, çirkinliği dolayısiyle başka günahlardan ayrı
sayılan dört büyük günahtan
biridir. Sözü geçen dört büyük günahın başında gıybet gelir. İkincisi bühtan (iftira), üçüncüsü kan
gütme yani adam öldürme,
dördüncüsü de zulüm'dür. Bunları düşman taraf helâl etmedikçe azaptan kurtulma çaresi yoktur.
Padişahın gizli sırlar
söyleştiği kimseye bu iltifat cismin gıdası sayılır. Ruh da, bizim nasibimiz henüz erişmedi, diye bekler.
Bu bizim nasibimiz
değildir, bu bizi bırakmaz, boğazımızdan yakalar. Biz nereye gidelim, nasıl
kurtulalım? Bir ayranın içine düşmüşüz ama öyle
bir ayran ki, ucu bucağı yok. Bir kâse içinde değil ki bir kenarı olsun. Ayrandan kurtulur, ykıe düşer;
«O, baldır,» der. Her ne
kadar kurtulmak için kanat çırparsa da o kadar derine gider.
Ebû Necip (Allah onun ruhunu kutlasın), bir çetin iş dolayısiyle çileye girmişti. Bir kaç defa rüya sında,
bu çetin işin, o
olmadan başaramayacağım yani, filan şeyhi görmesi gerektiğini söylediler. «Onu ziyarete gideyim.
Ama acaba kendisim
nerede göreyim?» dedi. Bir ses geldi: «Sen onu göremezsin?» «O halde ne yapayım?» Cevap geldi:
«Çileden çık, camiye gel,
saflar arasında niyaz ve huzur içinde dolaş! Ola ki, o seni görür, onun gözüne ilişirsin.» Şimdi Ebû
Necibin hali böyle olunca,
ben şeyhsiz kalsam bile, kalmamış olurum. Ettiğim o muhalefet, başka bir itimat ile oldu, başka bir
şeyi öğrenmiş oldum.
Adamın biri ölmüştü. Nevvahe (kiralık ağlayıcı) getirdiler. Ölü sahiplerinden sordu: «Merhumun
hünerlerini söyleyiniz.
Bilgisi var mıydı?» «Hayır,» dediler. «Zâhid, âbid bir adam mı idi?» «Hayır.» Nevvahe yüzünü kıbleye
çevirerek tekrar sordu:
«Fakire, fıkaraya, yoksullara, bakış görüş eder mi idi?» «Hayır,» dediler. Hülâsa her ne sordu ise
«hayır» dan başka bir cevap
alamadı. Sorduğu şeylerden de bir nişan bulamadı. Şöyle bir ezgi ile ağlamaya başladı: «Ey şaşkın
gelip şaşkın giden zavallı!»
Bir gün dervişler, tekkede semaı bir türlü tutturamıyorlardı. Şeyh dedi ki: «Aman dikkat edin, bizim
dervişler
arasında bir yabancı var.» Etrafı yokladılar, «Hayır yabancı yok,» dediler Şeyh tekrar etti: «O halde
pabuçları yoklayınız.»
«Evet, yabancı bir pabuç var,» dediler, «öyle ise, o yabancı pabuçları dergâhtan dışarı atınız!» Dışarı
attılar. Derhal semâ âyini
düzene girdi. Akıl dergâha kadar yol bulur, ama evin içinde yol çıkaramaz. Orada akıl perdedir. Gönül
perdedir, sır perdedir.
(M. 53) Adamın biri berbere: «Bıyıklarımdaki şu beyaz kılları ayıkla,» diyordu. Berber, adamın
bıyıklarında beyaz
kılların siyahtan daha çok olduğunu gördü, önce sakalını makasla keserek eline verdi ve «Artık bunu
sen ayıkla! Çünkü benim
işim var,» dedi.
Sen aslı yakala! Elbise, yiyecek, düşmandan korunma için seçtiğin şeyler nedir? Nasıl, «Beni, hor
görüyorlar, yahut
filan bana yabancı geliyor,» dersin? Sen dalı budağı bırak da asıl ve kök için ağla. Aslı düşünerek
üzüntü duymaya bak! İnle,
feryat et ki, o dal ve budağın filizlendiğini, ayağına serpildiğini gö-resin. Bütün büyüklenmeler,
ululuklar, başkanlıklar, her
fende başta gelen üstatlar, senin önünde başlarını yere koysunlar. Sen onlara hiç dönüp bakma! O
zaman, onları yanından
kovsan bile artık gitmezler. Ama sen bu dallara budaklara yapışırsan, aslı ve kökü elden kaçırırsın.
Dallardan da bir şey elde
edemezsin.
İstiyorum ki öğütler vereyim, ama kaç kez öğüt verdimse bazıları bundan hoşlandılar, bazıları da
incindiler. Onların
incinmeleri bana da sirayet etti ve beni içlendirdi. Dedim ki: Bir yerdeki öğüt uygun düşmez, gerektir
ki tekbir çekenlere,
âcizlere duaya baş-lıyalım. Ta ki, ses çıkarmadan buna yanaşsınlar. Her dalın arkasından ağlıyorsun.
Nasıl ki, ayağıma
kapanan bir Ahî delikanlısı, ben, «Filanın peşinde bütün varlığımı kaybettim, her işten el çektim,»
dedi ve ilâve etti: «Artık
umudum senin bir selâmındadır. Bunu söyle de tekrar evime döneyim. Yahut da böylece bize bir nazar
eyle.» Ona dedim ki:
«Ben senin söylediğin şeylerden hiç birini yapamam. Niçin onun gibi bin tanesi senin hizmet kemerini
beline bağlamasın.» «O
halde ne yapayım?» dedi. Ben şu cevabı verdim: «Asılla beraber olmalısın, herkesin aradığı aslı
bulmalısın. Bütün asılların
aslını, bütün üstatların üstadını aramalısın! Ama bir gün çürük bir dal gibi elinde kalacak aslı değil.
Onu aramakta bütün
gücünle çalışmalısın. Kalbine zahmet veren, seni gayeden uzaklaştıran her şeyi önemle hesaba
katasın. Eğer bunu elde etmeyi
kolay sayarsan gaye senin nazarında hor görünür.» Âyette, «Kör için güçlük yoktur, topala da güçlük
yoktur,» (Fetih sûresi,
17) buyuruluyor. Bunları isterse, öğüt, imanlı kimse içindir. Çünkü ona nisbetle hepsi kör ve topaldır.
Çünkü gören odur ve
hoş yürüyüşlü olan da odur ki, Cebrail onun adımına yetişemez. Cebraile, «Gel!» der. O da, «Hayır
gelemem eğer bir parmak
daha yaklaşırsam yanarım,» cevabını verir (Miraç'daki rüyet ve müşahede'ye telmih ediliyor: Kabe'
den (Kavseyn) sonra Ev
(Ednâ) mertebesinde, Cebrail. Hazreti Muhammed'i (S.A.) yalnız bırakmış, «Daha llert gidemem çünkü
kanatlarım yanar!»
demişti. ). Gerçekten sağlam olan da odur. Dürüst renk ve dürüst mizaç ordadır. Bundan dolayı
kendisi söyler kendisi dinler,
hiç kimseyle beraber değildir.
Bu yorumlama nasıldır? Bizim cehennemimizde hep arifler, bilginler yanar. Bizim cehennemimiz
böyledir. Biri vardır
ki, cehennem ondan feryat eder. O cehennem geldi diye inler; cehennem de onu görünce,
«Cehenneme geldi!» diye feryat
eder. Cehennem müminleri arzular ve ona, «Geç ey mümin, nurun ateşimi söndürecek!» der. Hikâye
ederler ki: Büyüklerden
biri bir azizin mezarı başına gelir. Onun dünyadan gizlenmiş olduğunu görür. Kırk gün oturur, o
mezarın başını bekler. Tâ ki,
işi tamam olsun. Şimdi gel de söyle: Bu gündoğusu, feleklerin dönüşü
senin düşüncene göre nasıldır? Müneccimlerin
anlattıkları şeyler Kuran'ın zahirinden nasıl anlaşılır? Gel de araştıralım. (Mümin araştırıcı olur.)
Bugün yıldızlar bilgisinden akla
uygun olanları kabul etmek gerektir. Diyelim ki, ben şafiî mezhebindenim, Hanefî mezhebinden bir şey
buldum ki, benim işim
onunla daha iyi yoluna girer. Bunu kabul etmezsem inatçılık olur. Bu arif benim halimi hep bilir, işittiği
her söze güler ve
bunun hangi makamdan söylendiğini de bilir. O kimseyi ve her birinin makamlarını görür ve şükreder
ki, Allah onu o makama
bağlamamıştır. (M. 54) Ondan geçmiştir ve onun bir çok kulları vardır. Her birinden bir mana ve
hikmet istemiştir, öteki arif
ise herkesin halini bilir ve onlar da ona malûmdur. Bu arifi bilen başkaları da onu görür ve onda
Allahdan başka birini
görmezler.
Dedi ki: Dün anasının karnından çıkmış, «Ben Allahyım!» diyor. O falandan doğmuş olan Allahdan çok
üzgünüm. Allah
Allahdır. Diyordu ki: Filan kimse uzun bir yolculukla filan Şeyhin şöhretine koşar. Ona varınca Şeyh
sorar: «Niye geldin?»
«Allahyı aramaya,» deyince Şeyh ona şu cevabı verir: «Allah, erkeklik aletini kaldırmış, bir kancıkla
birleşmiştir.» Adamı geri
çevirir. Ben, «Soğuk söz söylemiş, küfür etmiştir,» dedim. O zaman ben de soğuk sözlere ve sövüp
saymaya başladım,
kovdum. Ama ne Necmeddin-i Kübra'yı, ne Harizm'i ne de Rey şehrini kurtarabildim. Ne üzüleyim!
Ulu Allah kendi sırrını bu kulundan esirgemedi. Hangi sırrı esirger ki? Ama dünya sırlarını kapalı
olarak söyler, ondan
dolayı bir korku yoktur, işte bu sebepten dolayı Hazreti Muhammed, «Ben sizin din işlerinizi en iyi
bilirim; siz de dünya
işlerinizi daha iyi bilirsiniz!» (Lokman sûresi, 34: Önceden bilinmesi mümkün olmayan beş şey
şunlardır: 1. Kıyamet günü, 2.
Yağmurun ne zaman yağacağı, 3. Ana karnındaki çocuğun cinsi, 4. insanın yarın ne kazanacağı, 5.
Kişinin nerede öleceği.)
buyurmuştur.
Onun da bir sebebi vardır bunun da. «Bir insan yarın kazanacağı şeyi önceden bilemez,»
buyurulmuştur.
O Şeyh diyordu ki: «Filan şeyhin güzel kokusu, Allah kokusundan da üstündür.» Dedim ki: «Bu koku
belki senin
karından ve onun oynaşından geliyor.» Bu ne eşektir ki, eşekliği yönünden söylemiştir. Bir başkası da
şöyle söyledi: «Bir
gemide idim güneş gibi bir cevher parladı hemen denize baktım nerede ise gözlerimin ışığını
kapacaktı. İki elimle gözlerimi
kapadım.» Daha sonra temaşalardan, denizin garip hallerinden bahsediyordu. Ona şöyle dedim:
«Temaşaya mı gitmek
istiyorsun? Temaşa mı arzu ediyorsun? Gel benim içimi seyret! Sen hep kendi âlemini temaşa ediyor,
kendi içini görüyorsun.
Gel de benim âlemimi, benim içimi seyret!» Öteki de sanmıştı ki, bizim halimizde eksiklik başladı.
Diyordu ki: «Bize düşman
olan dostlarımızı görüyor musun? Himmetimizi nasıl kırdılar?»
Ey kara yüzlü! Himmetin ne olduğunu sen ne bilirsin? Git abdest al, namaz 'kıl tövbe et! De ki: «Kâfir
idim imana
geldim. Küfürden vaz geçtim.» Git otur yerinde. Pamuğunu eğirmeye bak! Sen kim oluyorsun?
Erkekler içinde mert olanlar
istiyorlar ki, kapıma iki desti dolusu su getirsinler. Kuran'dan üstün kitap yoktur; Allah kelâmından
üstün söz yoktur. Ama bu
Kuran ki toplum için gelmiştir, emirler ve yasaklarla, halka yol gösteren âyetlerinde başka zevk
vardır. Allah erenlerine
açıklanan âyetlerinde daha başka zevk bulunur. En doğrusunu Allah bilir.
İKİNCİ BÖLÜM
(M. 55) Pir Muhammed'e sordular: Kamil-i Tebrizî'nin hırkası Önünde ne hale geliyorsun? Tıpkı doğan
pençesine
tutulmuş, bir serçeye dönüyor, sonra da diyorsun ki, «Doğanı öldüreyim de kendimi kurtarayım,
çünkü o kendi hesabına
yaşıyor.»
«Bu zembil sözünün şerhi nedir?» diye sordu. O da şu cevabı verdi: «istiyorum ki, büyüklerin sözlerini
derleyeyim;
söylediğim hürmetli sözler hep onların sözleri olsun.» Nasıl ki, bazı kimseler, gündüz dilenir, gece
köpeklere ziyafet çekerler.
Bundan sonra da hal böyle olunca, bunu dervişlerin önüne koyarlar; kendileri yemezler, îş bu kerteye
gelince de kendileri
yerler. Bu, ancak işin dış yüzüdür. Bunun iç yüzü şudur:
Biri, bir şeyhe, bif mürşide gönülden bağlanır. Yahut bir dost, bir gün gider, geçmişlerden veya
yaşıyanlardan, gönül
sahibi olduğunu sandığı birisinden bir şey dilenir. Bundan sonra kendi nefsini de unutmaz. Yüzünü
gönül tarafına çevirir, orada
bir köşeye çekilir; gece yarısı kadınlardan, çoluk çocuktan ayrılarak evin bir köşesine sığınır, hıçkıra
hıçkıra ağlar. Vakti
gelinceye kadar yani gönül semtinden bir ışık belirinceye kadar bekler. Ansızın evvelce özlediği gönül
safasını anarak,
ağlayarak secdeye kapanır. Allah onun dilediği zat ile olan münasebetini tekrar tatlılaştırır. Buna
kabiliyeti olmayan kimseden
ise, herkes umudunu kesmiştir.
Benim insanları ıslah, yani onları yola getirme hususundaki arzum ise, daima mümkün olmayan bir
şeyi mümkün
kılmaktır. Nasıl ki, âyette buyurulduğu gibi, tıpkı Hazreti İsa gibi tedavi umudu kalmamış olan körleri,
abraşları sağaltmak
isterim. Yüzümü dostluk yönüne çevireyim. Dostların yüzünü de yoldaşlık tarafına yönelteyim. Sen de
işte böyle yürü!
Şimdi velilerin, sevenlerin, sevgililerin hali böyle olunca, «Son nedir?» sualine Cüneyd'in verdiği cevap
şu olmuştur:
«Son, başlangıca dönmektir.» Bu sözün zahir manalarından biri şudur: Sâlik, mürid, nasıl ki,
başlangıçta açıkça ibadet, teşbih
ve dua ediyor, bunları perde arkasında yapmıyordu; bundan sonra da kendisine bir hayranlık geldiği
için artık o ibadetleri
ihtiyarsız yapamaz.
Allah erlerinin iyi amelleri, ona yakın erenlerin yaramaz işleri derecesindedir. Her kim bizim dostumuz
ise, önce etmiş
olduğundan daha çok ibadet etmeli. Ancak dostlara, «Dün konuştuğumuz sözlerin, Bayezid'in
Cüneyd'in, hattâ o rüsvaylık
üstadı Hal-lac'ın sözleri ile ne münasebeti var,» demiyorum. Siz, ibadet hususundaki sözlerimi tutun!
Çünkü yukarıda adı
geçen kimseler Hazreti Muhammed'in (S. A.) teninde bir tüy bile olamazlar.
Ebû Sait ve o, on iki yıl ot kökü yiyerek geçinen sofî Hallac'ın tuttuğu yolda bu sözden bir koku
alamadılar. Onunla bu
sözü konuşurken, «Ne demek, hay hay!» derler. Mademki öyledir, bu kadarı yeter.
Âlemde bir gürültü koparıyorsun, sonra tevil için feryadı basıyorsun. Sözlerin tevili büyük bir iştir.
Söyleyenin
maksadını anlayabilmek de büyük bir irfan mertebesidir.
Hazreti Yusuf büyük bir Peygamberdi. Sözlerin tevilini bildiği için hem iftihar ediyor, hem de Allahya
şükrediyordu.
Peygamberler, onun huzuruna has-retdedirler. Ben şimdi derim ki: Mevlânâ onu hoş tutar. Ben böyle
sanırım onu. Aksi halde
ben nefsimde bir üstünlük görmüyorum. Benden, onun hoşuna giden bir söz çıkarsa acaba neden? Bu
benim halim değil.
Ancak bir gün sözden daralırsam, bana nereden geldiğini, kimin söylediğini bilmediğim bir yönden
gelen sözlerden birinin
yakasından yakalarım. Nereden söylerim? Allahtan. Nereye, kime söylerim? Büyük bir insana: Bu da,
Mevlânâ'dır. Bu kimdir
ki, ben ortada olduğum halde beni ziyarete gelir? Bana başka bir adamın evinden ziyaretçi gelir. (M.
56) îmad yahut Erşed,
yahut Zeyneddin Sadaka. Ama bunlar benimle birlik olunca yahut benim
ziyaretime geldikçe, onların gelişinden bir saat bile
sıkılmam. Ama korkarım ki, böyle yaptığım için bana bir daha uğramazlar. Bundan dolayı onları
başkalarından daha üstün
tutarım.
Söz sırası Hazreti Mustafa'ya (S. A.) gelince, bir şey söyleyemem. Çünkü onun işi pek yücedir. Şüphe
yok ki, Allah
onu kerem denizine batınp çıkarırken mübarek bedeninden serpilen nur damlacıklarının her birinden
bir nebi, bir peygamber
türemiştir. Geri kalan damlalardan da Allah velileri (evliya) yaratılmıştır. Öyleyse, onları nasıl birbirine
yaklaştırabilirim? Ancak
en son gelen evvelkilerinden daha üstündür derim. Sonra nasıl olur da başka bir nebiyi, Hazreti
Muhammed'le (S. A.)
karşılaştırabilirim? Bu, bana bir ilim tahsil etmeden, akıl ve emek sarfetme-den bildirildi. Bu hal ona
uymuş olmamın
bereketidir. Onunla birlikte konuştuğum ilk söz de bu idi. Ama Bayezid-i Bistamî, nasıl oldu da ona
tamamiyle uymayı lüzumlu
görmedi? Onun gibi, «Yarabbi sana, senin şanına uygun şekilde kulluk edemedik!» demedi.
Mevlânâ bu sözün tamamım ve neticesini, kemaliyle bilir. Ama bu söz nereye kadar gider? Sonu
nereye varır?
Mevlânâ, içinin, ruhunun temizliğinden sarhoştu. Onun sarhoşluğu, tertemiz, katkısız bir sarhoşluktur.
Ben, bu sözün zevk ve
lezzetini bildim. Onun sarhoşluk yönünden söylediğini anladım. Ama bu sözün yüksek zevkinden gafil
ve habersizdim. Bu söz,
benim sadece sözümdür; halim değildir. Eğer halim olsaydı, bundan daha aşağı veya daha yüce
olamazdı. Bu söz de böyle
kararlaştı. Ama sözüm, bir zamanda da başka birinedir.
Hak zamana bağlı değildir; hak ölmez. Zamanın ne yeri var? Evet zamanla Hak ölmez. Ama sen bir
isim taşıyan bir
varlıksın. O isim, sana senden mi gelmişt r? Müride gerekli olan üstadına karşı çok saygılı olmaktır.
«Onu, müridinden sor,»
demeleri bundandır.
Bir müride sordular: «Senin üstadın mı daha iyidir yoksa Bayezid-i Bistamî mi?» «Üstadım daha iyidir,»
dedi. «Ya
üstadın mı iyidir yoksa (hâşâ) Hazreti Peygamber mi?» «Üstadım.» «Ya üstadın mı daha iyidir, yoksa
Allah mı?» «Üstadım,»
dedi. «Çünkü ben birlik ve tevhidin sırrını ondan başkasında bulamıyorum.» İşte teşbih derecesinde
kalanlar için bu tevhid
anlayışı böyledir. Yüksek bir seci ve teşbih sanatını aksettiren şu anlamdaki beyti okuyalım:
Beyit:
Ben, sevgilim; sevgilim de ben olmuşuz
İkimiz bir beden içine girmiş iki ruh olmuşuz.
Bu bir teşbihtir, bir benzetiştir. Ama sözü geçen müridin teşbihinden daha uzaktır. Aralarında bir
bağlantı vardır ki,
tevhid âlemine kadar gider.
Bana yaraşan, zahirde bizim hayatımızdaki dostluk ve kardeşlik hangi yolda ise onu korumaktır.
Yoksa şeyhlik
müridlik gibi alakaler hoşuma gitmez. Hani, üstatlığı da şakirtliği de yere batsın, derler. Bize bir söz
söylemek isteyen kimse de
bizim gibi olmalıdır. Böyle açık söylemelidir. Bizim veliliğimiz bahsinde bundan incinirler. Onlara, eşek,
diyen zavallı taklitçi
eşektir. Şimdi bana kendinden bir fazilet, bir üstünlük veriyorsun. Ben onu söylemiyorum. Benim
önümde bu böyledir. Sözü
yorumsuz ve açık söylüyorum. Aramızdaki ayrılığın bir sebebi varsa budur ancak. Ama o zaman sen
beni anlamıyorsun!
Halbuki ben buraya bir şeyler öğretmeye geldim.
Şam'a gitmek hoştur, bir nazdır. sevgili naz eder ona katlanmak gerek. Gizlice en kötü şartlar içinde
benimle olabilir
misin? dedim. Şam'a gitmek hoştur, nazlanmaktır ama ben, muamele ve iş istiyorum. Ben işe bakarım.
Diyelim ki, ben
yüzümü ekşittim; sen de öyle ekşi yüzlü olabilir misin? Ben gülersem sen de güler misin? Benim selâm
vermediğime sen de
selâm vermez misin? Bana öyle (M. 57) geliyor ki, senin kendine göre, bizim âlemimizden ayrı bir
âlemin var. Bir an oluyor ki,
bizim yazılarımızı başkalarının yazılarıyla karıştırıyorsun! Ben senin mektuplarını yakınlarımın
mektuplarıyla karıştırmam.
Çünkü sen onlardan üstün olduğunu iddia edersin. Ama ben o davada değilim. Bi aralık bir şey yaz
desem, ağır davranırsın.
Hazreti Ali'den (Allah ondan razı olsun), rivayet ederler; buyurmuş ki: Baki kabristanında cenaze
na-mazındaydık.
Hazreti Peygamber yanımıza geldi ve şöyle buyurdu: «Hiç bir erkek ve kadın yoktur ki, gideceği yerin
cennet veya cehennem
olduğu Allah tarafından yazılmış olmasın.» Oradakilerden biri sordu: «Acaba bu alınyazılarımızı
değiştirebilir miyiz?»
Buyurdular ki: «Çalışın, iyi ameller işleyin. Herkes hangi iş için yaratılmış ise o
işi kolaylaştırır. Cennet için yaratılmış olanlar,
cennet ehli kişilerin işlerini kolaylaştırır; cehennem için yaratılmış olanlar da cehennem ehli
kimselerin işlerini kolaylaştırırlar.»
Hazreti Peygamber, sonra da Leyi sûresinden şu anlamdaki âyetleri okudular: «Ama her kim, Allah
yolunda vergili olur, ondan
korkarsa, faziletli işleri gerçeklerse ona kolaylıklar ihsan ederiz.» Giderken, «O ne güzel kişidir ki,
kendisinde bir kusur olduğu
halde latifeyi sever, Allah onu günde yetmiş kere güldürür» buyurdu.
Hazreti Ali (Allah ondan razı olsun), bir şahide sordu: «Bu zina işinde nasıl tanıklık edersin?» Adam
şöyle anlattı:
«Eve girdim, sırt üstü yatmış bir kadın gördüm. Üzerine uzanmış bir erkekle hareket halinde idiler;
nefes nefese. Ayaklarının
bir çift eşek kulakları gibi birlikte hareket ettiğini gördüm. Bundan fazlada bir şey göremedim.»
Sen bir kimseden bir şey öğrendin mi? Meselâ her kim iyi konuşursa ona saygı gösterirsin; aradığım
bulamamaktan,
beklediğin şeyi elden kaçırmaktan korkarsın. Allah bunu sana verdi, bununla hal değişti. Eğer iş böyle
peşin olmayaydı ona
saygı göstermekten bu mana çıkmazdı. Ancak başkaları ile olan muamelelere uygun ikinci bir inanışa
yol açardı. Ama çeşitli
işlerde ben sizde bir üstünlük gördüğüm za man, sizinle gönül alçaklığı ederek beraber kalmak
isterim.
Şeyh Ebubekr (Şems'in ilk mürşidi), yanındaki fakir dervişlerle otururken vezirin adamlarından ve
halktan bazı
kimseler içeri girdiler. Şeyhin bunlara karşı gösterdiği saygı, dervişlere karşı gösterdiğinin yüzde biri
kadar değildi. Yabancılar
girmeden önce dervişlerden kimi ayakta, kimi oturdukları yerde edeple yerleşmişlerdi. Yabancı
misafirden her biri içeri
girdikçe, Şeyh onlarla meşgul olmaktan geri kalır, bu suretle Şeyhlik gayreti onların araya girmesiyle
sönerdi.
Mademki bir sevgiliye varmak istiyorum, gerekir ki, halk şu soruyu benden sorsunlar ve desinler ki:
«Onlarda gerçi
bir ilim var ama neden halden hale dönerler?» Bilir misin ki, bu işlerin iç âlemi ile bir ilgisi yoktur.
Çünkü kalbin ölümü bu hali
baş kakıncı yapar, «Bırak ben görüyorum!» der ve hiç kimsenin sözünü dinlemez.
Bu marifet sözü, derviş deyimi herkesin dilinde dolaşır. Ama onlar bunu işitince şunu anlarlar: «Ey
hoca, adını her
tarafa duyurmak, şöhret yapmak gerek, yoksa marifet başka şeyle elde edilemez,» derler, îşte bu
düşüncelerin utancından şu
anlamdaki şiir hatıra geldi.
Şiir:
Binlerce kurbanın kesildiği bir düğünde
Zavallı davulcuların ne yeri var?
Bu açık saçık şeyleri onarmaya çalışmanın ne lüzumu var? Bir zaman tam bir inanç ve gerçek bir arzu
ile gelmişti.
Dört defa ayağıma kapandı ve ağlıyordu. Mevlânâ'dan işitmiş yahut bizden ayrı düşen-Mevlânâ'nın
halini görmüş olmak
edebiyattan sayıl maz. Değersizdir. Gözün karardı senin, orada uyuma ki, karanlıkta kalmayasın!
Heva ve heveslerine
kapılmış kimselerle düşüp kalkma ki seni karartmasınlar. Gerektir ki, kendini yoklayasın; ta ki, sende
bir de-.ğişiklik olmasın.
(M. 58) Hırkanın başlangıcından sonuna kadar devamlı bir basiret yoktur. Ben temiz kaldım.
Kendilerinden zevk
duymadığım o heva ve heves erbabının da temiz kalmasını isterim. Kendini daima tazele ki, sonunda
Hazreti Peygamberin Ebu
Hüreyre'ye buyurduğu, «Beni zaman zaman ziyaret et ki, muhabbet artsın!» hitabına uğramayasın!
Eğer ondan hal diliyle bu
hitabı işitirsen bir halvete çekilir hıçkıra hıçkıra ağlarsın! «Bana ne oldu, arada ne işler oldu ki, bu
hitaba uğradım? Bu hitap
gerçek dostlar için değildir. Başka dostlar arasında da olamaz,» dersin. Şu haline gözyaşları
dökersin. Belki bir zevk ve rahata
kavuşursun. «Beni zaman zaman ziyaret et» sözü, dikkat etsen de etmesen de bir kere ağızdan
çıkmıştır. Bu görüşme
hakkındaki mübarek hitabın sebebi şudur: Ebu Hüreyre, Hazreti Mustafa'nın (S. A.) pabuçlarını taşırdı.
Başına gözüne sürerdi,
sonra başına koyardı. Bu sefer de onun ayakkabılarını ayak üzeri düzeltti. Demediler ki, «Bunda bir sır
vardır.» Bari ben
açıklayayım: Hazreti Muhammed (S. A.) içinden güzel, dedi; önce pabuçları başı, gözü üzerine koyardı,
ben de ulu Allahya
feryat ederdim. Yarabbi! derdim, pabuçlarım o kadar mı değersiz oldu ki onun başı ve gözü üzerine
kondu? Şimdi sen
karardığın için ben de senin gözünde kararmış göründüm. Bana kararmış gözlerle bakma!
Bu ziyaret
misalinden maksat, bana öyle bir gözle bak ki seni usandırmış olmayayım; beni daima taze ve yeni
olarak
gör, çünkü ben asla eskimem; sende eskileşme; eğer nazarında bir eskilik duygusu varsa acaba
bunun sebebi nedir? diye
görüşünü düzeltmeye bak, demektir.
«Acaba heva ve heves erbabı ile oturdumsa ne oldu?» diye kusuru kendinde ara. «Beni aralıklı
ziyaret et!» demek,
«Git, çabuk bendeki hakikati gör!» demektir. Bu görüş sana hayırlı ve faydalıdır.
Sen kendini yenile. Ben yepyeniyim. Sen kendini isbat et. Bak ben sabit ve kararlıyım. Beni sebatlı
göremiyorsan bu
senin sebatsızlığındandır. Ben eğer senin beni sebatlı kılman sayesinde sabit olursam, bu benim için
çok kuvvetli sebat olur.
Bana diyorsun ki, «Beni sabit kılarsan, melekler ayağa kalkar.» Allah sana ömürler versin! Allah
vardır, demenin; onu is-bata
çalışmanın Allah varlığına ne faydası var? Sen kendini var etmeye bak ki, melekler bütün gece seni
övsünler. (Senin için) Allah
varlığını gerçekledi desinler. Hazreti Muhammed (S.A.), «Beni görene ne mutlu. O ne mutlu kişidir ki
beni göreni görmüştür,»
buyurdu. Bunu yüz kere de söylese yerindedir. «Her kim beni, benim kendisini gördüğüm gibi görürse,
bu takdirde o, benim
gibi olur.» Bu sözcü söz söyler, anlaşılmasına dikkat eder. Şaşırtmaca yapmaz. Sözünün başlangıcı ne
ise sonu da odur.
Mısra:
Her şarap içen er geç sarhoş olur.
Şarabını küp içinde saklarsa mizacı daha kuvvetli olur. Sözü anlayabildinse, telâşa düşersin, mahv
olursun. Çünkü
beni görürsün. Ben de Mevlânâ'yı görürüm. Öyle bir hale gelirsin ki, Mevlânâ'yı görünce, «Ne mutlu
beni görene!» dersin. Ben
de belki yüz kere söylemişimdir. Bende, Mevlânâ'yı görebilecek kuvvet yoktur. Mevlânâ da benim için
böyle söyler. Ama bana
göre dostluk, Mevlânâ'yı gördükten sonra nefsini öldürmektir. Tâ ki onu bir daha bulamadık, öldü
desinler.
Bu gün şu dostlar toplantısını bir ganimet, kutlu bir fırsat sayın. Nasıl ki, o (delikanlı), «Ben istiyorum
ki eşeğe
bineyim, öküzü önüme katayım, bağ tarafına gideyim,» demişti.
(M. 59) Bana dedi ki: «Sen o nazenin değilsin, îlim vardır, ilimde çeşitli değişiklikler vardır. Bu çok zor
fakat açık bir
meseledir. Açıklıkta da değişiklikler vardır. Her ne kadar burada da o parlaklık ve açıklık varsa da, bu
açıklıktaki değişiklikler
de geçer, tekrar meydana gelir, însan gittikçe Mutmainne yani hakikate inanmış ve kanmış bir hale
gelir; bundan sonra da
erginlikten, devamlı bir iman ve vicdan huzurundan sende bir eser kalır. Artık hakikata erdin
demektir.
Ulu Allahnın Fecr sûresinde Mutmainne olan nefse hitap ile, «Ey kanmış ve inanmış olan nefis!
Kullarım arasına gir!»
dedikten sonra bu iltifatını daha da kuvvetlendirerek «Cennetime gir!» buyurmasına belki lüzum
yoktu diye düşünenler
olabilir. Yani hakikatte ant içilmesi gereken nefsi Levvâme yani kendi kendini kınayan nefistir.
Mutmainne olan nefis değildir.
Ancak Mutmainne, levvâmeden daha aziz ve değerli olduğu için yalnız ona ant içilmiştir. Nasıl ki, Allah
bütün melekleri
huzurunda topladı. Onlar için bu emirden baş çevirmek mümkün değildi. Bizim de her hangi birinin
gönlüne koyduğumuz
ilhamı Allah 'koymuştur. Onu, o gönülde yaratan ancak Allahdır. Başkaları nasıl o kulun Allahsı
olabilir? Meğerki İblis olsun.
Biri, «Ben zikretmek istiyorum,» dedi. Buyurdu ki: «Başkaları seni o mezkûrdan, zikrettiğin Allahdan
ayırmasın.»
O zaman zikir gönül zikri olur. Sadece dil ile zikir noksan sayılır.
Bayezid-i Bistamî gönülle zikrederdi. Niçin onu dil ile de söylemek istemedi. Çünkü o, manada
sarhoştu, «Beni
ululayın, sânım ne yücedir!» diyordu. Bu sarhoşluk halinde Hazreti Mustafaya (S. A.) uyamaz-dı.
Bayezid, o cihetden öylesine
bir sarhoştu ki, ayıklara uyması mümkün değildi. «Beni ululayın,» sözü bir haberdir. Herkes, haber
hususunda aşağı
düşmüştür.
Kuran öğreten âlimin hikâyesi malûmdur. Yedi türlü okuma tarzı öğretiyordu. Her âyet için bir dinar
istiyordu.
Öğrenciyle böyle sözleştiler. Âlimin sözü şu idi: «Suretler değişiktir ama mana birdir.» Mev-lânâ'dan
dinlediğim şu temsili, on
altı yıldan beri yadigâr olarak saklarım. Buyurmuştu ki: «Halk, bir üzüm salkımına benzer. Bu
salkımdaki danelerin sayısı suret
yönündendir. Nasıl ki, bu salkımı bir kâse içinde ezer ve sıkarsak artık danelerden ve sayıdan eser
kalmaz.» Bu söz muamele
hayatında herkesin işine yarar, îşte nefsi emmâre o arzular salkımını da gönül alemindeki güzelliği
görmesi kadar hiç bir
temaşa öldüremez. O, cemal âlemini görünce hemen organları gevşer; herkesi
âciz bırakan bir Padişaha benzer o nefsi
emmâre. Ona bir kap içinde azıcık bir zehir verildi mi, eli ayağı gevşer, bütün öldürücü sertliği o anda
mahvolur.
Padişaha, altın, mal, mülk eksikliği bir ziyan vermez. Ancak iki şey zarar verir. Biri, hiç kimseye bir
mangır bile
sektirmemek; ikincisi de değerli mücevherlerini kendi hazinecisinden bile saklamak. Bir aralık pek
yakınlarına onlardan bir ışık
gelse bile sonra yine kıskançlıkla geri döner; onun kendi mangırına bile ışığı düşmez.
Padişaha bir ibrik getiren fellâhın hikâyesi malûmdur. Fellâh ibriği Padişaha verir, Padişah da onu
astırır. Eğer ibriği
önce olduğu gibi vermiş olsaydı, Padişah da onu astırmazdı.
Hazreti Muhammed'in (S. A.) ışığı, bir gönüle düşerse hem seni yakar hem de kendisine inandığın
üstadı. Cevher nur
saçar; ister aşağısı ister yukarısı, her tarafı birden aydınlatır. Sen kim oluyorsun ki, o Mekkeli kerem
sahibi gibi olasın? Eğer
bir kimseye bir ışık görünmüş de tekrar görünmez olmuşsa onu inkâr etmez, onun imkân tarafını
yakalar. «Bu bir ahengin
yadigârıdır, bu bir hatıradır,» der. Hazreti Mustafa'dan (S.A.) hiç kimse üstün olabilir mi? O, gökteki
ayı iki parçaya ayırır.
Ben Kuran'ı, sadece Allah buyurmuş, Peygamberin ağzından ifade edilmiş olduğu için büyük
görmüyorum. Mademki
bir kimseyi görmedin, onda nasıl tasarruf edebilirsin? Meğerki biraz yardımı olsun sana!
(M. 60) Yukarda sözü geçen fellâh, ibriğin yan tarafındaki mühürü sökmüş, içindeki sırrı anlamak
istemişti. Çok ağır,
dopdolu! Fellâh, acaba içindeki kurşun mu yoksa kalay mı, diye düşünmüştü, içi altındır, diye
aklından bile geçirmiyordu.
Çünkü fellâh idi; onun bütün tahmin ve düşüncesi aşağılık bir durumda idi.
Bu sözü yedi türlü manasıyla hatırlanın. Bu sır değildir. Sır bundan başkadır. Çünkü sır, ancak
yabancılar içindir. Nasıl
ki elif harfi çoktur ama başkaları içindir. Bak ki, söz kaç harftir? ikinci söz birinciyi çeker ve örter,
üçüncü söz de ikinciyi çeker
ve örter. Ama tekrar açıklamaya başlar, döner dolaşır ilk söze gelir. Başka biri de onun eteğinden
asılır. Bu yüzbin türlü
değişikliğe uğraması, renkten renge girmesi, demektir. Sana her ne söylerlerse çabucak cevabını
ver. Çünkü, «Nimet
bağışlayana şükretmek vaciptir,» buyurulmuştur.
Ruhum bundan önce hiç yükselemediği bir makama erişti. Artık bundan daha yüce bir makam
olamaz, diyordum. O,
benim ruhumda tasarruf etti, öyle yükseldi ki, tâ lütuf ve rahmet kaynağına uçurdu. Gerektir ki, orada
başkaları ile
konuşurken maksadının ne olduğunu bilesin. Sana lâyık olan bir şeyde ne düşündüğümü anlayasın.
«Dinde ruhbanlık yoktur!» buyurulmuştur. Bu, hep halk ile birlikte otur demek değildir. Uzaktan halkı
seyret, ancak
onlara, hak söz söyle, hoş ve lâtif bir dille konuş. Eğer zamanede biri gelir de, «Sözün sırrı başkadır,»
derse ona, (beşer
kelâmı ile) kendisinde harf ve ses olmayan kelâmın farkını sorarsın. Eğer doğru cevap verirse onun
ayağına kapanırsın. Şayet,
«Bu kelâmın sırrı da ne oluyor? O da yabancılar içindir,» der ve deliller gösterirse, bu hususta seni
aydınlatırsa, onda heybet
ululuk ve Allah kudreti görünürse, o da bizim küçük kardeşimiz olur. Ancak o, öyle bir mert olmalı ki,
kendisinde bir dert, bir
aşk olsun. Her türlü vehim, hayal ve tereddütleri yaksın, şüphe perdelerini yırtsın.
«Benim Allah ile öyle bir vaktim olur ki, aramıza ne bir kitap sahibi Peygamber, ne de Allah
yakınlarından bir melek
girebilir.» anlamındaki kutsî hadis de bir davet'tir, hal değildir. Yani böylece bir şey yapınız ki, bu sizin
halin;
z olsun, demektir.
Bunlar hep dünyadır, dünyayla beraber yaşamaktadır. Nasıl ki o gün, onun pek gönlü kırık bir halde
oturmuş olduğunu
gördüm; çünkü o artık sultanın naibi değildi. Görevinden uzaklaştırılmıştı. Ama bu gün nasıl oturuyor?
Yeni kaftanlar giymiş!
Evet (geçenler unutulur). Sen o gâvurcuk değil misin ki, ben azim ve irade ile, ona Allahlık heybetini
göstermek için
gittiğimde, onun bütün halinin altüst olduğunu gördüm. Onun o tecelli karşısında ne coşkunluğu ne
de murakabesi kalır. Hali
de, sözü de hep yağmaya gider. O artık şu sözlerden başka bir şey söyliyemez oldu: «Ey güneş artık
nur saçma ki,
yarasaların gönlü incinmesin!» Ama güneşin işi gücü bu, elbette nur saçar. Yarasanın gözü incinir
diye ışığını terk eder mi?
Yine dedi ki; Gerçi yarasadan, yahut zayıf gözlülerden güneşe gam yoktur. O hep nur saçar. Ondan
ancak güneşe tapanlar
için korku vardır. Ola ki güneş kederlenerek (bir bulut arkasına gizlenerek) kendilerine bir yaramazlık
eder, bu yüzden güneş
nurundan uzak kalırlar, diye düşünürler.
Yine dedi ki: Güneşe tapan bir insan için, güneş hakkında
beyle inanmak gerekir. Çünkü hiç kimsenin güneşe karşı
saygısızlık göstermeye haddi yoktur. İnanan kimselerin elbette inançlarının kuvvetli olması gerektir
ki, dağdan aşabilsinler.
Yedi başlı aslanı görsünler, kulağına yapışsınlar, înanç kuvveti ve gün ışığı aşkı ile gam çekmesinler.
(M. 61) înanç ve aşk insanları kahraman yapar, bütün korkuları giderir. Yukanda sözü geçen kutsî
hadisteki mana
yani Peygamber ile Allah arasındaki ilgi bir dâvet'tir. Yoksa yukarıda söylediğimiz gibi hal olsaydı, o
hal içinde, «benim»
sözünün yeri olur mu idi? Beraberlik nerede? Yakın, melekler, kitapla gönderilmiş peygamberler gibi
dört ayrı varlığın ne yeri
olurdu? Bu sözler gerçi söz olarak söylenmiştir, birer davettir ama, hiç umutsuzluk yoktur. Bu hal
eğer iki zaman içinde baki
kalsaydı, ilk zaman içindeki umut olurdu; ikinci zaman için-de bir nağra atar geçersin. Öyle bir nağra
atarsın ki, içinde umutlar
ve gülüşler olsun.
Burada bir gülüş, bir sevinç her halde bir gamdan ileri gelmez. Her şeyin üstündeki sevinçler de
böyledir. Herkesin bir
sevinci vardır. Zahidin, âbidin, âlimin, velinin, nebinin birer sevinci vardır. Nihayet bu sözün sırrı
öteden beri eski ise, sözdeki
sırrın sırrı daha eskidir. Bu surette söz kılıncına boyun eğerler. Bir söz de vardır ki, güzeldir ama
uzanır gider, umutsuzluk
getirir. (Sözün en hayırlısı, kısa fakat manası geniş olan sözdür) Hazreti Mustafa'nın (S. A.)
sözlerindeki güzellik bundan değil
mi?
Allah zatını örten ne kadar zulmet ve nur perdeleri vardır ki, bu binlerce engeller umut bağını koparır.
Bir insan bin yıl
ikitap okusa bile asla Hazreti Mustafa'nın (S. A.) meşrebinde olamaz ve o okumanın kendisine hiç bir
faydası dokunmaz.
Eşeğe yükletilen bir çuval kitabın hayvana ne faydası olur?
Senin, aynı meşrepte dediğin kimse de seni kan-dıramıyorsa, onda o zevki tadabilecek bir meşreb
yoktur. Halbuki o
zevki duyabilecek bir meşreb ister. Sen onun sözlerini kendi şahsî anlayışına, yahut felsefî bilgilerine
göre yorumlarsın,
demektir. Bunda hangi gönül rahatlığı olur? Birlikte yaşamış n
;
ce kişiler vardır ki, onun halinden hiç haberleri olmamış. Şu
halde onların neden haberleri vardır? Ondan bir nasip alabilmek için hangi yoldan gitseler bir şey elde
edemezler. Ancak gönül
alçaklığı ile, ona açıkça uymakla, onun yolundan ayrılmamak gerektir.
Görüyorsun ki, onun huzurunda yersiz bir harekette bulunan da, bu konuda hiç bir şey söylemez. Biri
muhabbeti
kırmış da tekrar muhabbet üzere olmaya çalışıyorsa, bundan çok hoşlanırsın.
Hilaf (Tartışma) Bahsi
Tartışma bilgisi öğren! Doğrudan gerçekten usandınsa hilaf ilmi tahsil et.
Hilaf, değişik söz ve fikirlerin karşılaştırılması-dır. Birinin sözü yalan ise bunun tartışılmasına lüzum
yoktur. Bütün
sözleri doğru ise yine ortada bir uygunsuzluk ve aykırılık olmadığı için tartışma konusu olamaz.
Daima, «Bu böyledir,» dersin
ve asla aksine bir iddiada bulunmazsın. Eğer bir meselede doğruluk bulunduğu açıkça anlaşılıyorsa,
bu hakikat kendi
nefsinden zuhur etmez. Bunu sen nefsinden iddia edersin (ispata çalışırsın), îster gerçek, ister yalan
olsun, tartışma ve
inatlaşmanın, yersiz münakaşanın sana bir faydası olmaz. Eğer iddia doğru ise aksine
düşündüğünden dolayı Allah seni
sorumlu tutar; hilaf ile uğraşan kişi isterse velilerden olsun!
Duhâ Sûresi'nin Yedinci Âyetinin Mânâsı
Duhâ sûresinin yedinci âyetinde, «Biz seni yoldan sapmış bulduk doğru yola yönelttik,»
Duyurulmuştur. Bunun
manası nedir? Bu şu demektir: Ya Muhammedi Allah seni yolunu şaşırmış bir halde buldu, sana
gerçek yol gösterdi. Bunu
herkes böyle yorumladı. Hak, onu yolunu şaşırmış bir durumda buldu dediler. Nasıl ki, çoban bir
buzağıyı kaybeder, o tarafa
bu tarafa koşar ki onu bulsun. Belki Hazreti Muhammed (S. A.) nefsini
yitirmişti. Yani o kaybettiği nefsini yine kendi nefsiyle
buldu. Burada nefis anlamına gelen söz müennes (dişil) yapılamaz. Çünkü bu, varlığın kendisi olan
zattır.
Ömer'in Mertebesi
Hazreti Muhammed (S. A.), Cebrail'den sordu: «Ömer'in Allah katındaki mertebesi nasıldır?» Cebrail
şu cevabı verdi:
«Nuh Peygambere verilen ömrün dört katı ömrüm olsaydı da sana onun faziletlerinden söz açsaydım,
yine biteremezdim.» (M.
62) Hazreti Peygamber tekrar sordu: «Ya Ebubekr'e ne dersin?» Cebrail şu cevabı verdi: «Ömer,
bütün üstün vasıflan ile
birlikte Ebukekr'in güzel huylarından yalnız bir örnektir.»
Dedi ki: Bir kazanç ile uğraşıyorsan o bizim içindir. Çünkü günün birinde bize bir şey lâzım olursa
verirsin. Şimdi
gerektir ki çok kazanasın. «Filan kişinin ne hoş hali var?» dedi. «Keski benim halim de öyle olsaydı!»
Ben de ona dedim ki:
«Sen mademki benim dostum olduğunu iddia ediyorsun yüzüme karşı bu sözleri söylemekten
utanmıyor musun?»
Dedi ki: Yani o yüce bir makam değil mi? Evet o yüce bir makamdır. Hal de yüksektir. Ama benim
dostum olanlar
ona razı olmazlar1
. Sen bu sözünle benim karşımda şöyle bir duruma düştün: Meselâ sen, bana, «En yakın bir vezirden
daha
yükseksin, güzel konuşur güzel dinler, sırrımı anlar olmuşsun, ama keski Konya şahnesi olaydım!
Çünkü vezir onu çok sever,
ona güvenir ve inanır,» diyorsun.
Sultan naibi olan vezir, yüce himmetiyle ona emir verse ve «Ben ancak kuru bir isim ve unvandan
ibaret bir kişiyim.
Her işte hüküm ve karar senindir» dese, o zaman Konya şahnesi, yine yüz türlü dalkavukluklar, yer
öpmeler ve
yaltaklanmalarla onun huzuruna çıkmaya cesaret edemez.
Gerektir ki, zaman zaman nefis aradan çıksın da safa yüz göstersin, onda bir aydınlık belirsin. Nefis,
daha ilerisine
gidemiyeceği son bir noktaya varsın. O aydınlık onda geçici olsaydı, nefisten gelmezdi. Ama sen onun
yolunda olursan, o bir
gün gelir, sende karar kılar. Bu sözlerimizi işleri daha fazla geciktirmemek için söyledik. Şairin,
Diyelim ki, sevgilinin vuslatına ereceğim,
Anlamındaki mısra ile işaret ettiği gibi şu beyitte zayıflık görünüyor, ama hale uygunluğu bakımından
çok kuvvetli,
çünkü o zayıflıktan vuslat kokusu geliyor.
Ben uykudayım, ama bu uyanıklıktır.
Uyuyanlar, benim uyanık olduğumu ne bilsinler?
Dedi ki: Eğer diken varsa ona bir ateş vermek gerek. Dedim ki; «O, Nuh Peygamber'e uymaktır,
Mustafa'ya (S. A.)
değil.» Nuh Peygamber; »Yarab-bi! Kavmimi doğru yola yönelt, duasiyle sözün dış yönünü açıklamak
istemedi. Bu çile
çekenler de Musa' ya uydular. Çünkü onda biraz lezzet buldular. Bugün böyle olmak kolaydır. Böyle
olursan benim işim de
kolaylaşır.
Ben, iki yönü olan bir adamım. Bir taştan bir taşa el atarak, şahı kendi yerine kaçırarak mat olmaktan
korurum. Şah
kendi yerinden dışarda mat olmadan tekrar yerine gelir. Bu şah ise hiç mat olmaz, ama mat olan
başka şahlarla kıyaslanır.
Lâkin öyle evlerde saklanan mat olmuş şahlardan başkadır. O, bu sözleri söyledi ama sen hiç bir şey
demiyorsun. Hakkı
açıklamak için birkaç söz söylemek ve her söze yüzlerce kesin delil getirmek mümkündür. Dedi ki:
Allah kulluk asasını körlerin
eline verdi. Çünkü onlar kulluğun gerçek mânasına eremediler. Ola ki o asanın yardımı ile, dua ve
namazdan bir koku
alabilsinler. Bu niçin böyle oluyor?
Hazreti Peygamberi bütün olgunluğu ile göz önüne getir. Eğer bir
kimse bütün halkı okutarak yetiştireceğine
inanıyorsa, o her şeyden habersiz bir ga-vurcuktur. Öyle bir insanın hiç bir yetkisi, hiç bir şeyden
bilgisi yoktur. Belki aşk
yönünden buna inanıyorsa onda bir irfan var demektir.
Hazreti Peygamber, ayakları şişinceye kadar namaz kılar, «Allahu Ekber!» derdi. O halde iken de
dünyanın dışına
çıkardı. Hem öylesine çıkardı ki, (M. 63) isterse yanındaki buğday yükleri ve yüz deve yağmaya gitsin!
O, gönül darlığı ile ilk
tekbiri kaçırmazdı. Hazreti Mustafa (S. A.) bir gün, bulunduğu makamda Ümmü Mektum'un selâm
verdiğini göremedi; ona
yüzünü ekşitti, o da kendisine özür diledi. Peygamberin böyle yüzünü ekşitmesinden, Allah da ona
ekşi yüz gösterdi. Çünkü
Allah onu cennetten müjdelenmişler arasına yükseltmişti. Özür diledikten sonra da «Tövbe ettim,»
dedi. O zaman, «Bu
Allanın hoşuna gidecek bir iş değildir. İki yüz deve gönder de buğday getirsinler, onu halka bağışla!»
buyurdu.
Haşr Cesetlerle mi? Yoksa Ruhlarla mı?
Felsefeciye göre ruhlar haşr olunur. O ahmaktır; ancak kendi yazdığını, kendi bildiğini okur. Yani o,
her neyi bilmezse
onu olmaz sanır. Ona göre kendi inancı dışında olan şeyler afettir. Bayezid-i Bistamî onun dizginlerini
tutsa bile öyledir.
Bazı vakitlerde gönlüm çok daralıyor. Zaman oluyor ki, cevap verecek yerde susuyorsun. Bütün bu
uygunsuz işler
şuradan geliyor. Herkes bir şey söylüyor, sen cevap vermiyorsun, hep susuyorsun.
Nihayet sen evde benim ne kadar güvenli olduğumu görüyorsun, halimi biliyorsun. Dışarıdan biri bir
söz söylese,
«Ben bunu açıkça görüyorum,» demiyorsun. Hattâ güneşten daha parlak bir şekilde gözlerimle
görmekteyim.
Dedi ki: Eğer yanlış bir söz söylersem, yahut hatalı bir iş yaparsam, Şeyhinin suretini başkalaşmış
görürsün. Sana
çirkin görünmeye başlar. O zaman halktan gizli olarak gece yarılarında Haktan iyi ameller
dilemekten, ona yalvarıp inlemekten
başka çare yoktur. «Allahım şu hali bizden gideriver, gözümüzün önündeki perdeleri uzaklaştır,»
dersin. Nihayet beklediğim
rahatlığı görür ve gönül hoşluğuna kavuşursun. Çünkü o geçen hal, başka renkte görünen bir perde
idi. Şimdi yalvarmak
gerektir ki o perde yansın da hiç kimse bizden bir fayda elde edemesin. Hiç bir şey; ne dinde, ne
dünyaya ait işlerde, ne
hesapta ne kitapta bir şey elde edemesin!
Onun sözlerine cevap verebilir ve diyebilirsin ki: «Mademki onda bir kudret, bir nur ve mahabet vardır,
o nasıl olur da
batıl şeylere inanır? Bu nasıl bir kudret ve nurdur?» Buyuruyorsun ki: «Efrad zümresinden elli Allah
velisi onun dizginini
çekmeye lâyıktır. Ama bir körün arkasından kim gider?»
Diyorsun ki: «Allah velilerinin nişanları vardır.» «Sen velilerin zatındaki nişanı bilmez misin?» Veliler
âciz kalınca o
güçsüzlüklerinden dolayı onlarda ya gönül aydınlığı hasıl olur, yahut ruhlarına bir bulanıklık gelir.
Nasıl ki, îblis güçsüzlüğü
yüzünden karanlıkta kaldı, melekler ise aynı sebepten aydınlığa kavuştular. Mucize böyle olur.
Hakkın âyeti de öyle. Âciz
kalınca derhal secdeye kapanırlar.
O, «İnsanı ilk gördüğüm zaman tanırım,» diyordu. Büyük bir hata içindedir. Önce kadı ile bir şey
konuşamaz, vezir
ile.de bir şey yapamaz. Sen önce yola gel ve otur. Eğer, «Senden başkalarını da senin için severim,»
derse, sen bundan
başkasını söyle. De ki: «Mevlânâ Şemseddin-i istiyorsan o zaman gönlüm yerine gelir. Beni ondan
dolayı seversin derim.» O
her ne söylerse cevap ver söylemezse sen konuşmaya başla. Seninle birlikte korkunç, sıkıntılı bir
yerdeyiz. O, filan yerde otuz
haydut öldürdü, otuz kişiyi de tutsak etti. Gördüğün şu adam, başı yarılmış, kanlar içinde. Ben ise
dünyayı gayet güzel sakin,
güvenli gösteriyorum; gönül açıcı şiirler okuyorum. Hiç bir şeyden korkum yok. Bana soruyor: «Sen
hangi şeyden hoşlanırsın?
Otuz kişi gelse de ananı boğazlasa, 'Git seni de boğazlasınlar ki, ruhun parıldasın' der misin? 'Ha-' yır,
nasıl gideyim?' dersin.»
O halde, gitme de otur. Bu îmad bana ne sanat öğretti? Nefsimle ilgili işlerde ne yapabilirim? (Onu)
aldı ve sakalını birer birer
yoldu. Artık konuşamıyor dük.
(M. 64) Buna emir gelmeden önce, «Beni döver misin?» dedi. Müritler zararlı bir iş yaptıkları zaman
dövün, hattâ her
saatte cezaya hazır bulundurun. Çünkü onun yaptığı işlerde, bana zararlı olduğunu tecrübe ettim.
İsterse o benim ruhum
olsun. Çünkü nefsim onu düşünmeden elde etmiştir. Allah beni hangi şey için
yarattı? Söyleyeceğim şu ki, benden sonra
damat isteme! Emanet doğru çıktı. O sözleri konuştuğum zaman yüzüm bu âlemdeydi. Bu takdirde
eğer, «O âlem daha
hoştur,» derlerse doğru söylemişlerdir. Şu halde o âlem nerede? Öyle ise sen niçin birlikte dışarı
çıkmıyorsun diyorum.
Bir toplulukla birlikte oturuyorduk. Orada bir de Arap vardı. Ben dışarı çıktım. Allahya emanet olun
dedim. Sordu:
«Bana hoş geldin, sefa geldin mi diyorsun?» «Güzel!» dedim. «Benim de maksadım sizinle birlikte
dışarı çıkmak ve
konuşmaktı.» Yolda ona, «Gözlerim yağmur bulutu gibi ıslandı,» anlamına gelen mısraı okudum.
«Niçin dışarı çıkmazsın ki,
beraber konuşalım?» diyordum.
Şahap hoş bir kâfircikti. Nişabur dili konuşurdu. Derdi ki: «Bir iş yapıyorsan kendini üzme. Çünkü sen
erkekten de
dişiden de el çekmişsin! Ama bizim Mu-hammedimiz Mecusîdir. Kendi zatı ile varlığı vaciptir. Bir daha
kurcalarsan 'Allah'
dersin. Ona ne isim vermişler diye gülersin. Ondan kıl ucu kadar bir nokta kalmadı ki, açıkça görmüş
olmayayım.» Onun bu
apaçık inancı, hoş hali zaman zaman nedendir? «Neden böyle geveliyor?» dedim. Hiç bir şey
anlayamadım; hayli araştırdım.
Onun bazı kırıntılarını satan bir çömezi ki hiç kimseye iltifat etmezdi, bana yakınlık gösterdi. «Hayırdır
inşallah!» dedim.
Çömez bana sordu: «Sen ne yapıyorsun ki, bunların böyle inanç ve itikatını sağlıyorsun?»
Mevlânâ'ya, «Muhammed, Allanın Resulüdür,» diyorum. Gece yanıma gelince üzülüyorum. O bana,
«Sus,» diyor.
Şirin bir kimse var. Diyelim ki Muhammedi arayan bir cahildir o. Mevlânâ'ya, «Bari ne yaptın?» dedi.
Dedim ki: «Benim,
âlemde bu cahillerle bir alış verişim yok. Ben onlar için gelmedim.» O âlemde hakkı ile yol
gösterenleri, parmakla gösteririm.
Kadın ve şehvetle meşgul olmak elbetde zayıf yaratılanların işidir. Aklın fetvası budur, diyorsun.
Muhammed ona, «Bu
akıl, fetva hususunda hiç hata etmez,» demişti. «Hayır, akıl hata etmez, hata ancak başka şeylerdir,»
dedi.
İmanda tatlılık, gelip gelip gitmesinde değildir'.
Zeyneddin Sadakayı gördüm boş lâflar ediyordu. Başı boş bir at üzerinde yabanlara koşan, yolunu
şaşırmış bir süvari
gibiydi. Bu îmad ise bin kere ondan daha iyidir. Nahiv'den (Sentaks), lügattan anlar. Gidip gelmek
Muhabbetyi arttırır, derler. Bu
senin işin değil. Ey kahpe bacılı. Sen kimsin ki, Yahya'ya «veli,» dediğin için o çok ağlamıştı. Eğer
(senin yerinde) ben
olsaydım onun gözlerini silerdim. Çünkü o günahsızdı. Ağlamayı gerektiren de ancak günahtır. Bu veli
kimdir? Kuran'da
nebilere asla velî denilmemiştir. Onların benim halimden haberleri yoktur. (M. 65) Onlar, «Şam'dan
kervan gelsin de yoldan
haber getirsin, bekle!» derler. Sözlerimi böyle dinleyeceklerse yani yalnız tartışma ve karşılıklı
konuşma yoluyla beni
dinlerlerse, onlar Şeyhlerin sözlerinden, hadisten, Kuran'dan bir şey anlayamazlar. Benden de
memnun kalmalarına imkân
yoktur. Ama eğer benden faydalanmak veya feyiz almak yolunu seçerlerse, ki bu yol niyaz
sermayesidir; kendileri için faydalı
olur. Yoksa ne bir gün ne on gün, belki yüz yıl bile söyleseler biz elimizi çenemizin altına koyar
dinleriz, derler.
Saklanması gerekli olan bir mücevheri, gayet kalın bir kutu içine koyarak siyah bir mendille sarmakta
ve bunu on kat
bir bohça içinde gizlemekte, deriler içine sarmakta hayret edilecek bir şey yoktur. Nasıl ki,
Peygamber Efendimize, ruh kokusu
ve ruhun güzelliği belirtildiği vakit kendi ruhunu görmüş değildi. Ruhun güzelliğinden ona bir haber
erişmesi ve onun ruhu
görmesi uzak bir mertebedir. Allah yoluna buradan yürümek gerektir ki, onu gözle görebilmek
mümkün olsun. Hem bu
hayatta, hem de dünyada Allahı görebilmek mümkündür, diyorum. Yukarda sözü geçen mücevher,
her ne kadar o perdelerle
gizlenmiş olsa bile onda öyle bir ışık vardır ki kendini dışarı vurur. Görüşü mükemmel olan kimseler
onu dışarı vurmadan da
görebilirler. Ama o ışık dışarı vurmadan bilmeyenlere, görmeyenlere hayret edilemez. Asıl hayret
edilecek nokta şudur ki, ışığı
açığa çıkarır, elinin içine koyarsın da yine göremez. O, ne Sokrat'ın sözünü, ne thvanı Safa hikâyeleri
ile Yunan felsefesini,
Hazreti Muhammed'le (S. A.) onun evlâdını; candan gönülden sevdiği çocuklarının ahvalini bilir. Öyle
bir insan, toprağın ve
suyun evlâdı ve Allahnın kulu sayılmaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder