2 Haziran 2016 Perşembe

Maarif Sultan Veled

FASIL: 23
O müminler ki namazlarında huşu üzeredirler, beyhude ve boş sözlerden yüz çevirirler. (Sûre: 23,
Âyet: 1-2-3). Namazla huşu içinde bulunan ve zevk duyan müminler ikbale, saadete ve felaha erdiler. Çünkü
huşu, tanımaktan, korkudan ve heybetten doğar. Henüz süt emen bir çocuğu, bir padişahın yanına götürsen korkmaz
ve tavrını değiştirmez; çünkü her şeyden habersizdir. Fakat akıllı bir kimse, bu durumda korkar ve derhal tavrını
değiştirir. İşte bu sebepten küçüklere büyüyünceye kadar namaz kılmak ve oruç tutmak farz değildir; onlar emir
ve nehiylerle mükellef olmazlar. Çünkü akılları henüz noksandır ve onlarda, Allah'ın kulluğunu lâzım geldiği gibi
yapabilmek kabiliyeti yoktur. Bilme ve kabiliyet aklın sıfatıdır. Noksan akıldan noksan marifet meydana gelir. O
halde, her kimin korkusu ve duyduğu huşu fazla ise, akı I ve marifeti de o nispette fazladır. Binaenaleyh namazda
büyük bir huşu ve korku içinde bulunan kimseler, Allah'ın katında daha aziz ve daha makbul olurlar. Meselâ bir
padişahı ne kadar çok tanırlar ve bilirlerse, o ölçüde de ondan korkar ve çekinirler. Aynı zamanda onun kulluğundan
büyük bir zevk de alırlar. Allah buyurmuştur ki: Onlar namazlarında huşu üzeredirler (Sûre: 23, Âyet: 2, bunlar
namaz kıldıkları, oruç tuttukları, zekat verdikleri halde, salatlarında huşu içindedirler. Diğer bir yerde de şöyle
buyurur: Namazlarına devam ederler. (Sûre: 70, Âyet: 23); O ilk namaz, Müminlerin, mükelleflerin vasfı ve
makamı idi. Bu daimi salat, evliyanın vasfıdır. Çünkü onlar, daima, namazdadırlar ve hiçbir zaman namazdan hali
değildirler. Bu tıpkı, bir balığın sudan ayrılmaması gibidir. Hiçbir vakit bir balığa: "Her gün bir müddet sudan çık
veya suyu sev, sudan tad al!" diye emretmezler. Balık esasen sudan başka bir şey bilmez ve onun dışında her şey
onun için bir ölüm ve bir zehirdir.
Bir insan ancak beşeri vasıflardan ve tabiattan kurtulduğu, yok olduğu ve ölmeden evvel ölünüz (H.)
emri ile öldüğü zaman, hakiki bir melek olur. Çünkü o, ilk önce bir yılan balığı idi. Onun yılan olan kısmı, onu
toprağa, balık olan kısmı da suya çekiyordu. Pek çok çalışarak yılan olan kısmını, kendinde öldürdü ve sırf balık
oldu. Böylece onun toprakla artık hiçbir ilgisi kalmadı. Bundan sonra onun hayatı, daima suda geçti. Ondan emir ve
nehiy teklifleri kalktı. Çünkü o emir ve nehyi denize doğru koşması, denizle eğlenmesi içindir. Artık, toprağa ve
toprağa mensup olanlara koşmadı. Balık olunca o, bu ma'razda da kalamaz ve bunların zikri onun için doğru
olamazdı.
www.semazen.net
Arapça beyit:
Kalbim sizi sevmek günahından nasıl tövbe eder?
Halbuki siz gittikten sonra kalbim daimi Surette tövbekardır.
Beyit:
Hastayım, bunu biliyorsun; fatiha da okuyorsun.
Ey dost! benim fatihadan rahatsız olduğumu bilmiyor musun?
Balığa: "Denize gel" diye bağınrsan balıkda bana: "Ey kör! denizde olduğumu görmüyor musun? Ben denizin
dışında nasıl kalabilirim ki tekrar denize döneyim. Beni kendin gibi görüyorsun" cevabını verir.
Sözün kısası, Allah adamı, içinde bulunduğu her halde tâattedir. Çünkü Peygamber, âlimin uykusu, cahilin
ibâdetinden daha hayırlıdır (H.) buyurur. O halde onun bütün hareketleri, öbürlerinin tâatinin üstündedir. Çünkü o,
her ne yaparsa kendisi için değil, Allah İçin yapar. Onun yemesi, uyuması emirledir. Barışı emirle, savaşı emirle,
konuşması emirle, susması ve sükunu yine emirledir. Bunların sevgileri de, nefretleri de Allah içindir. Mümin olan
bütün insanlar bile bu dünyadan aldıkları bütün nimetleri, helak olmamak için, hepsini Allah'nın rızası için elde
ederler Zira Allah, kendinizi tehlikeye atmayınız (Sûre: 2, Âyet: 191) buyurmuştur. Hepsi ibadet edebilmek
niyetiyle besin alırlar.
Bunun gibi bu niyetle uyurlar ve bu niyetle evlenirler. Allah: Evleniniz, İçinizden evli olmıyanları, köle ve
cariyelerinizden nikâha layık olanları evlendiriniz (Sûre: 24, Âyet: 32), diye buyurmuştur.
Mustafa (Allahnın Selâmı O'nun üzerine olsun) bu husustaki düşüncesini Şu sözlerle anlatmıştır; Nikâh,
sünnetimdir; sünnetime rağbet etmiyen benden değildir (H.) ve yine: Nikahlanınız, çoğalınız (H.) buyurmuştur.
Bu, senden bir oğul meydana gelmesi ve senden sonra Allah'nın kulluğunu yapması niyetiyle verilen bir
emirdir. Meselâ bir insan dünyada, hayır, şer, rahat ve sıkıntı olarak yaptığı her işi ve her hareketi, eğer Allah için
yapmışsa, bunların hepsi tâat sayılır. Şu halde Allah için bir kimsenin gösterebileceği bütün bu fâaliyet ve bunları
yaparken Allah'dan korkması ve kendini günaha batmış olarak görmesi, tamamen tâattir. Fakat, her ne kadar bu,
kolay gibi görünürse de, hakikatte çok güçtür. Zira Allah dostu ve aşığı olmayan bir insan bunu yapamaz. Ancak
Allah aşığı ve dostu olduğu zaman, yapabileceği her şeyi, Allah için yapar, bunun dışında bir şey yapamaz; kendi
kendinin aşığı olur ve kendi etrafında döner ve yapabileceği her şeyi kendisi için yaparsa, bu durumda bütün
bunları Allah için yapmış nasıl olabilir?
Mısra :
Aşk öğrenilmez, kendiliğinden doğar.
Allah'yı bulan ve her şeyden müstağni kalan bir kimse, hiç kimseden yârdım istemez. Bilakis herkes ondan
yârdım görür. O, nur bağışlayan bir güneş gibidir. Verir ve almaz. Gönül kendi manevi lezzetini (hazzını) tamamen
bulunca, artık hiçbir şeye bakmak lüzumunu hissetmez. Yani görmeğe, söz işitmeğe muhtaç değildir. Bu beş duygu
olmadan da mahzuz olabilir. Hatta beş duygu, onda gark olurlar. Haz ve yârdım istemezler. Zira bu beş duygu, her
ne kadar görünüşte, ayrı ayrı ve çok iseler de mana bakımından toplu, hatta bir tek nurdur. Meselâ bir kimse, bir
kaleyi zahireyle doldurmak istese buğday, hububat ve diğer birtakım zahireyi getirmeleri için her bir taraftan
haberciler, memurlar ve birtakım adamlar gönderir. Ambar dolunca da maksat hasıl olmuş olur ve artık zahire
istemeğe gitmezler; belki zahire istemeğe giden bu adamlar zahirenin etrafında toplanıp otururlar. Bunun gibi göz,
kulak ve diğer dıştan ve içten hisler de gönül kalesine zahire taşırlar. Eğer hala zahire taşımakta devam ediyorlarsa
bu, hazzın kemale ermediğine delâlet eder. Çünkü bir his için haz, kemale ermişse, diğer bütün hisler, onda gark
olmuş olurlar. Hisler, mana bakımından ayrı nurdandırlar. Birinin gark olması, hepsinin gark olmasıdır. Meselâ,
gözün bir şekilden duyduğu haz, en son haddini bulur ve o, zevke gark olursa, geri kalan hisler işe yaramaz olurlar
ve onda gark olurlar, O arada kulakta işitme ihtiyacı, dilde konuşma zarureti ve dudakta tadma isteği hissedilmez.
Elde dokunma ve sürtme kuvveti, burunda koklama gücü kalmamıştır Bunun gibi kulak da güzel bir ses işittiği ve
zevki tamama erdiği zaman göz göremez, dil söyleyemez olur. Bütün hisler onda gark olmuş ve işe yaramaz bir
hale gelmişlerdir. Çünkü bunlar hakikatte bir ve ayrı nurdandır. Yalnız görünüşte çok ve ayrılmış görünürler. Ulu
Allah, bir insanın Suretinde, her bir parçaya bir hassa vermiştir. Can nuru, o parçalardan birine erişince ondan
başka bir iş ve başka bir hareket meydana gelir. Tıpkı erganun gibi. Onun tellerinden ve şeklinden bir erganun
yapılmıştır. Bir defa onda ahenkli bir nefes kımıldamağa başlayınca her telinden ve her tarafından başka bir ses
çıkar. Yahut bülbül, serçe, doğan, karga, papağan, kumru ve leylek gibi çeşitli on kuşa veya on tane ölü hayvana
İsa'nın nefesi dokunursa, bunların hepsini bir anda diriltir. Her biri bu bir tek can veren şeyden, başka türlü
www.semazen.net
hareket, hassa, tabiat ve ses hasıl ederler. Bunun gibi vücutta bulunan canın ve gönlün nuru da göze gelince
Suretleri görme, kulağa gelince sesleri işitme, burunda koklama, dilde söyleme, kemiklerde kuvvet ve elde, tutma;
ayakta, yürüme haline gelir.
Hülâsa o tek nur, eriştiği her parçada başka bir iş meydana getirir. Tıpkı baharın nefesi gibi. Baharın nefesi
de bir tek nefestir. Bir lütuf ve bir keremdir. Ağaçlara ve hububata tesir edince türlü türlü siyah, sarı, yeşil, beyaz
gibi yüz bin renk hasıl eder ve tanelerden ağaçlardan ekşi, tatlı ve acı gibi çeşitlimeyveler yetiştirir. Bunun gibi
alemin varlığını bir bağ ve Hakkın nurunun feyzini de bahar olarak bil! Çünkü göğün ve yerin, ayın ve güneşin,
yıldızların; dağların ve denizlerin, meleklerin ve insanların, perilerin ve şeytanların ve türlü türlü canlıların eczası
üzerine tesir eden bu feyiz, her birine bir türlü hareket verir. Bir şahısta işitme, görme, koklama dokunma, şehvet
ve tadınla, barış ve mücadele, cömertlik ve hasislikten ibaret çeşitli haller gibi gördüğün ve müşahede ettiğin,
sayılamıyacak kadar çok olan binlerce şeyden, o şahsı tanıyor ve bu suretle onunla olan aşinalığını artırıyor ve onun
bütün hünerlerine Ve marifetlerine vakıf oluyorsun. İcabında başkalarına: "Ben bu adamı gayet iyi tanıyorum;
çünkü onun birçok hareket ve hallerine, aşina ve vakıfım" diyebiliyorsun. Bu ölçü, sayılı birtakım hareketlerden bir
şahsı tanıdığın gibi, yaratılışı, yeri, göğü, yaratıkları, cinleri, melekleri, canı ve gönlü, onu gelmiyecek kadar çok
türlü türlü hareketleri de müşahede edersen bütün bunlardan Hakkın birliğinin zahir olduğunu görür ve sen de arifi
Hak, olursun. Sende bu görme ve bu bilme, hâsıl olduktan sonra, senin önünde yüzbin, bir olur. Çünkü senin
gözünde yiizbin, bir şey olmuştur. Allah daha iyisini bilir.
FASIL: 24
Bütün alem, Allahya kulluk ediyorlar; fakat bunu bazısı bilerek, bazısı bilmiyerek yapıyor. Zira ikiniz de,
isteyerek, istemiyerek gelin (Sûre: 41, Âyet: 10) buyrulmuştur. Allah, dünyayı yarattı ve dünyanın mamur olmasını
da ister. Dünya inşa ve imar edilmiştir. Onda birtakım sanatlar ve çiftçilik, bahçıvanlık, ayakkabıcılık, terzilik,
çuhacılık vesaire gibi işler vardır. Eğer; bunlar olmasa idi, dünya da olamazdı. Binaenaleyh bunlarla uğraşmak
Allahya kulluk etmek olur. Yalnız, onların bu işlerden maksatları mal, mevki ve kendi menfaatleri olmayıp, Allah'nın
kulluğunu yerine getirmek olmalıdır. Bu mal, yer ve fayda düşüncesiyle çalışmak da gerçekte Allahya kulluk
etmekten başka bir'şey değildir; fakat onların bundan haberleri yoktur. O halde istemiyerek, Allah'nın mutîi ve
kuludurlar. Bunun kulluk olduğunu bilenlerinki ise isteyerektir. Karıncadan Süleyman'a, balıktan aya kadar olan her
şey, dağlar, sahralar, alemin bütün zerreleri hepsi Allah'ya kulluk ederler. Allah, denizlerin var olmasını ister.
Binaenaleyh böyle bir var oluş da O'na kulluk etmek sayılır. Bunun gibi bulutlar, rüzgarlar da kulluk ederler.
Bulutlar; susamış yerlere sevkeden rüzgar, böylece Allah'nın arzusunu yerine getirmiş olur. Bu, o hadde varmıştır
ki halkın asi ve yol kesen dedikleri şeytan bile, bu halde iken Allahnın kulluğunu yapar. Allah'nın kulları türlü
türlüdür. Bazısı sebatlı, bazısı sebatsız, kimi sözünde durur, kimisi durmaz; biri sadık, biri kâziptir. Allah, bunların
belli olmasını ve naktin kalptan ayrılmasını ister. İşte bunları birbirinden ayırmakla şeytan bile Allahnın kulluğunu
yapmış olur.
Bir padişah, cariyelerinden birine: "Kendini süsle ve kölelerime, adamlarıma göster; onları eğlendir" diye
emrederse bu iş, doğru olmamakla beraber padişahın, emini hainden ayırmak için istediğinden aynı sevaptır. Ve
bendelik sayılır. Şu halde hakikatte, iyice bakarsan çirkin, gizli, açık ve kapalı olarak insandan, şeytandan,
perilerden ve meleklerden yer ve gökten sadır olan bütün hareketlerin gayelerinin, Allah'nın kulluğu olduğunu
görürsün. Bunu bazısı bilerek, bazısı bilmeyerek yapar.
Beyit:
Yaş, kuru, yeşil, kırmızı, renk ve koku gibi alemde mevcut olan her şey,
Allah'nın sanatına ve Allah ya aşıktır.
Allah daha iyisini bilir.
www.semazen.net
FASIL: 25
O gün gökler kitaplar, kâğıtlar tomar olup nasıl bükülürse, öyle bükeceğiz. Önce varlığı nasıl icadettiysek,
onu gene iade ederiz. Bu bizim (hak olan) vadimizdir, onu mutlaka yapacağız. (Sûre: 21, Ayet: 104). Allah, bu
Âyet ile: Bir gün gelir ki o günde, sen kağıdı nasıl dürer, açar ve tekrar dürersen biz de gökleri öyle açar ve düreriz,
demek istiyor. Fakat bunun manası, halkın anladığı gibi değildir. Esasen ilk önce gökler yoktu. Allah'nın kudreti ile
varoldu. Allah; "Evvelce açtığımız gibi dürdük, bükdük" buyuruyor. Gökler evvela yoktu. O halde onları dürmek ve
bükmekten maksat, yok etmek, demektir. Çünkü aslında yoktu. Allahdan başka her şey yok olur, (Süre: 28, Ayet:
88), gereğince bütün eşya yok olur. Allah'dan başka her şey fena bulur. Bu cihetten surî varlığı olan şeye,
meyletme, gönül bağlama! Çünkü onun sonu, yok olmaktır. Yoğu elde et. Yokluk denizine dal, orada yüz. Yokluk
esastır. Yok olmak muhakkaktır. Varlık arada iğreti ve ölümlüdür.
Her şey aslına döner, buyrulmuştur. Varlığın aslı yokluk İdi. İşte bunun için varlık, yine yokluğa döner.
Evvela var olduğu gibi, sonunda yine yok olur. Bu sebepten yokluğa göz açmalısın, yokluğun yüzünü görmiye
çalışmalısın ve varlığın, yokluk bağından bir dal ve yokluk denizinden bir köpük olduğunu bilmelisin. Aşk ile, bu
varlık köpüğünden geçip, kendi ihtiyarın ve aşkın vasıtasıyla yokluk denizine, kendi aslına kavuşmağa çalışmalısın.
Eğer vaktiyle bunu ihtiyarın ile yaparsan, gönlün bu surî âleme ve o alemin süslü, aldatıcı şeylere bağlı iken, yokluk
denizi, ölüm veya kıyamet suretiyle dalgalanırsa seni, zorla alır, götürür. Eğer bu manadan "Bana ne!" der ve
surete aşık olursan, bu deniz seni tamamiyle yok eder. Yok olup gider ve, gerçek dirilikten ebediyen yoksun
kalırsın.
Beyit:
Bu sureti bırakıp, mana ile ülfet etmeyenlerin,
yokluk denizinden kurtulamayacaklarını ben biliyorum.
Bir padişah, bir vilâyeti elde etmek ve ahalisini kılıçtan geçirmek için hücum ettiği vakit, onu kılıç ve kefenle
karşılamağa çıkıp, padişaha niyaz ve kulluk göstererek, canlarını kurtaran kimseler mutludur. Bunlar padisahın
hediye ve hilatine de nail olup, onun kahır kılıcından kurtulurlar.
"Ölmeden evvel ölünüz" (H.) sözünün manası şudur:
Beyit:
Ey arkadaş! Eğer gerçek dirilik istiyorsan, ölmeden evvel öl.
Çünkü İdris, bu ölümle öldü ve bizden evvel cennetlik oldu
O bahtiyarların aksine olarak, padişahı karşılamağa çıkmayıp, bulunduğu şehrin kalelerine güvenerek,
padişaha karşı koyan bir bahtsız, padişahın askerleri şehre girdiği vakit, başını bunların kılıcından kurtaramaz. Zira:
Onların canlarının eceli geldiği vakitte, bundan ne bir saat evvel, ne de bir saat sonra alırlar (Süre: 7, Ayet: 32)
buyrulmuştur.
FASIL: 26
Vaizler: "İnsanlar öldükten, sonra, onların mezarlarında gidecekleri yere doğru birer pencere açarlar. Eğer
ölü cennetlikse "benim yerim burası olacaktır." diye sevinmesi ve emin olması için penceresi cennete doğru açılır.
Cehennemlikse, cehennemin azaplarını ve sıkıntılarını görmesi için penceresi, cehenneme açılır ve bu cehennemlik
ölü, sonunda yerinin orası olacağını bilir." derler. Evet bu vakidir. Fakat bunun asıl manası, şudur: Bizim bugün
sahip olduğumuz bu ceset, bir mezar ve ruhumuz da mezarın içindeki bir ölüye benzer. Eğer ruhumuz, mutlu
ruhlardan ise, onun önünde açılan pencere, cennete; mutsuz ise, cehenneme açılmıştır. Cennet ve cehennem
manevidir. Bununla beraber Allah, cennetin nimetlerine birer suret vermiş, manevi cennete yol bulmaları, onu
anlamaları için onları güzel kadın, erkek, bağ, çimen, akarsular, altın, süs, inci, mülk, taht, padişahlık, içki ve
www.semazen.net
eğlence meclisleri, nağmeler, çalgıların türlü türlü sesleri, aşık ve sevgili ve bunlara benzer Suret aleminden olan
şeylerle göstermiş; ve Kur'anında bu suretlerle tasvir etmiştir. Yoksa, cennetin nimetleriyle, bu Suretler arasında
hiçbir ilgi yoktur. Manevi cennetin nimetleri nerede! Bu surî şeyler nerede! Bu, denizden bir damla, güneşten bir
zerre bile değildir İnsan, Suret aleminde yaşadığından, manevi lezzetlerin ve nimetlerin keyfiyetini bilemez. Ona,
böyle suret aleminin şeyleriyle, anlatmak lâzımdır. Meselâ, henüz yetişmemiş bir çocuğa, bir güzelin dudaklarını
bala ve şekere benzetirler. Hakikatte bir güzelin dudağıyla bal ve şeker arasında hiçbir benzerlik yoktur. Bununla,
çocuk kendi kendine bir karşılaştırma yapar, bal ve şeker tatlıdır; bir güzelin dudağının da böyle olması lâzım,
diyerek bir fikir edinir. Bir ana çocuğunu severken: "Ey benim helvam, şekerim, gözümün ışığı, canım, hayatım,
bağım, bahçem." der, hakikatte o çocuk helva, şeker, bağ ve bahçenin aynı değildir. Bunların hepsinden daha
güzeldir ve annesinin gözünde bunların hepsinden daha kıymetlidir. Onun bir parmağını, yüzbinlerce helva, şeker,
bağ ve bahçeye değişmez. Bu yönden hakikî cennetin güzellikleri tavsif olunamaz. Açıklama ve anlatmaya sığmaz,
anlatışın dışındadır.
Onun açıklaması ve tavsifi hakkında ne kadar mübalağa edilse, cennet ondan yüzbin defa daha güzeldir.
Onun güzelliklerinin sayısı ve sınırı yoktur. Cehennem de bu cennet gibi manevidir; onun da elem ve azabının sonu
yoktur. Allah, kullarının onun manevî elem ve azabını anlamaları için, ondan bir nebze anlatmak maksadiyle, bu
suret âleminin işkencesi, asılmak acısı, zahmetleri, hastalıkları, türlü türlü dertleri, can çekişmesi, tasası, sıkıntısı,
emelsizliği, dostlarından ve akrabalarından ayrılığı gibi surî şeylerle tasvir etmiştir. Kur'anı Kerim'inde de kulların
bilmeleri ve anlamaları maksadiyle, cehennemin ateşlerini, azaplarını ve bunların keyfiyetini, böyle türlü türlü sürî
vasıtalarla göstermiştir. Şimdi bilmeliyiz ki suretler fânidir, onlarda ise fena kabiliyeti yoktur. Sonu yok olmaktır.
Dünyanın güzelliği, çirkinliği geçicidir. Çünkü suret âlemindendir. Dünya da bu suretlerin evidir, o da bir gül gibi
fânidir. Hepsinin sonu yok olmaktır. Nitekim Allah: "O gün arz başka bir arz olup değişecek, gökler de değişecek,
hepsi de bir ve hâkim olan Allah'nın karşısına çıkacak." (Sûre: 14, Âyet:49) buyuruyor.
Binaenaleyh beka, mânaya mahsustur; ahretin lezzet ve nimetleri, ebedî ve baki bir cennettir, zahmet ve
azabı da cehennemdir ve o da baki ve sonsuzdur. İnsanın vücudu ki bir mezar gibidir, yukarda söylediğimiz gibi bu
mezardan, cennet ve cehennemden ibaret olan gayb âleminde bir pencere açılmıştır. Eğer bir kimse, içinde rahat,
lezzet, açlık,ferahlık duyuyor ve görüyorsa o, onun dünyalığından, dünyaya olan sevgisinden değildir. Bu hal,
dünyadan tamamiyle yüz çevirdiğindendir. Hakkın aşk ve sevgisinden ruhunun en derinliğinden, o keyfiyeti
anlatılmayan âleme, bakıyor; açılan bu pencereden "İşte bunların hepsi senin olacak!" diye müjde erişiyor
demektir. Eğer bu hali yaşıyan mü'min, cennetin mânasının şerhi olan bağ, bostan, güzel yüzler ve musiki gibi,
dünyanın sûrî manzaralarına bakar, onlardan hoşlanırsa o, görünüşte dünya ile meşgulmüş gibi görünürse de
manen cennetle meşgul sayılır. Meselâ bir kimse, sevgilisini nazım veya nesir ile tavsif etse; bu onun hoşuna gider
ve bununla kendinden geçer. Bu sözleri yazar, okur ve bunları dinlemekten doymazsa o âşık, sevgiliden başka,
herhangi bir şeyle meşgul sayılmaz. Çünkü bu sûrî şeylerin hepsi, sevgilinin ahvalini şerh ediyor ve onu âşıkın
gözünde canlandırıyor, demektir. Bu bakımdan, bu dereceye gelmiş bir müminin de gözünde dünya ve ahiret,
birdir; iki değildir.
Rubai:
Ben derdimde devamı ve sevgilinin kahır ve cefasında,
onun lütuf ve vefasını görüyorum.
Bu feleğin altında, yeryüzünde her neye baksam,
senden başkasını göremiyorum.
Rubaî:
Herhangi toprağa başımı koysam secde ettiğim o,
her ibâdetimde taptığım odur.
Gül, bülbül, musiki ve dilber hep teferruattır,
dilediğim ve istediğim odur.
Vücudunda, penceresi cehenneme açılan insan ise yukarıda zikrettiğimiz mü'minin aksinedir. Bu insan, kendi
içinde her zaman korku, gam, kasvet, ölüm, bedbahtlık ve karanlıklar görür ki bunların hepsi, cehennemin ona
görünen eserleridir. Bu hal, onun için "işte senin lâyığın budur; sonunda gideceğin yer burası olacaktır" demektir.
O, içindeki bu kasvetten, bu karanlıktan ve bu hüsrandan kaçmak için, kendi âleminden çıkıp dünya âlemine girer.
www.semazen.net
Gökler, yer, bağ çimenlikler, güzeller, dostlar, musiki vesaireye dalar, içindeki çirkinliği unutmak için, bunlarla
kendisini oyalar. Sonunu göremez. Dünya lezzetlerinden, nimetlerinden daha çok faydalanmak için kendisini böyle
hayalî ve yabancı şeylerle oyalar. Aynı hâl Fir'avun'un da başına gelmişti. O da rüyada, yükseklerden baş aşağı
düştüğünü sefalete duçar olduğunu, birtakım kötülüklerle karşılaştığını görmüştü. Uyandığı zaman kendisini teselli
etti. "Bu rüyadır, hayâldir!" diye aldırmadı. Fakat sonunda bunun, tamamen hakikat olduğunu gördü. Musa (Selâm
O'nun üzerine olsun)'nın zuhuru ile tahtı ve saltanatı elinden gitti. Rüyada gördüğü sefalet ve kötü sonuç aynen
oldu. Nil'in karanlık sularında boğuldu ve Her şey aslına döner. Kötü şeyler kötü kimseler içindir. (Sûre:24, Âyet:
26) hakikati meydana çıktı ve aslı olan cehenneme döndü.
Bununla, güzel yüzü olan ve aynaya baktığı zaman yüzünün güzelliğini görerek "Allahya çok şükür! Ne
kadar güzel yüzüm var" diye sevinen bir mü'min, arasında fark vardır. Söylediğimiz gibi dünya güzellikleri ahiret
güzelliklerinin açıklanmasıdır. Allah bununla insanların, ahiretin güzelliklerini anmaları, bir fikir edinmeleri için
bunları, burada onlara gösteriyor. Şimdi mümin aynı mânadır. Cehennemlik insanın aksine olarak, bu sürelerde
kendi yüzünü görür. İç yüzü çirkin olan cehennemlik kendi iç yüzünü görmekten kaçınır. Cennetlik müminlere
mahsus olan göz, suretlerden hoşlanmaz, onlardan nefret eder; bu güzelliklerin tamamiyle yabancısıdır. Çünkü
hakikatte çirkindir. Onun dönüp gideceği yer de o çirkinliklerdir. Bu güzellikler, onun mülkü olmadığından bunları,
ona bırakmazlar; sonunda onun bunlardan ayrılması, kaçıp sığındığı çirkinliklere ulaşması muhakkaktır. Eğer o, akıllı
ve talihti olsaydı, kendi iç âleminden çıkıp bu güzel suretler âlemine kaçmazdı. İçindeki çirkinliklere bakıp acı acı
ağlarlar, daima feryad ve figan ederek, sadakatle Allah'ya: "Ey mutlak olan Kaadir! Sen yoğu var ve varı yok
ediyorsun; her şeye kaadirsin, ölüyü diriltir ve diriyi öldürürsün; şeytanı melek, meleği şeytan yaparsın. Ben çirkin
şeytana, sonsuz kereminden merhamet et, bu çirkinliği benden uzaklaştır" diye yalvardı ve yaslılar gibi yanarak,
ağlıyarak, mezarlıkları dolaşır, bağırırdı. Allah'nın velilerinin ve azizlerinin ayakları altında toprak olurdu ve daima
bu feryad ve figanla, ağlayıp yalvarmakla, yokluğunu arttırır, mecazî varlığını eksiltirdi. Eğer o, bu yalvarmaya,
yakarmaya devam etse, hayırlı işler yapmakla beraber, aynı zamanda daima böyle ağlasa, inlese idi, Allah'nın
rahmet denizi coşarak onun elinden tutar ve bulunduğu kötü durumu, iyi bir duruma çevirirdi.
Ulu Allah, onların kötülüklerini iyiliklere çevirirdi. (Sûre:25, Ayet: 70) buyrulduğu gibi, onun varlık bakırı, o
rahmet iksiriyle, altına çevrilir ve onun bir damla olan ruhu vücut saadetinden içinde bir inci olur ve Göklerin, yerin
bütün hazineleri Allahnındır, (Sûre:63, Ayet:7), âyetindeki hazinelerde bir yer tutar ve kendisi de böyle bir
şekavetten kurtulur, saadete nail ve Allah'nın has kullarından olurdu.
Beyit:
Dostu biz de istiyoruz, başkaları da;
bakalım talih kime yardım edecek, dost kimi sevecek?
FASIL 27
Müminin niyeti, işinden daha hayırlıdır (H.), buyruimuştur. Bazıları demişlerdir ki âmel, niyetin, niyet de
kalbin vazifesidir. Bu yüzden kalbin âmeli, bedenin âmelinden daha yüksektir. Nitekim kalbin derecesi ve
büyüklüğü, bedeninkinden daha yücedir. Çünkü beden sadeftir, kalb inci; beden, deri ve kabuktur, kalb özdür; deri
ve kabuktan, özü elde etmektir. Deri ve kabuk bir esvap, özde şahıstır. Esvap bir şahsı soğuk ve sıcaktan korur. Bu
hadis hakkında verilen mâna ve bu yorum doğru olmakla beraber, bunun şöyle bir mânası daha vardır: Bir kul,
sadakatli ve efendisine karşı muhabbetli olursa, efendisi hakkında ne kadar hizmette bulunursa, onun uğrunda
malını, mülkünü feda etse, bunu kendi yüreğindeki niyete göre az bulur. Eğer imkân olup da onun bu sadakati
www.semazen.net
fiilen görünse ve surete girseydi yüreğindeki iyi niyetin, bu gösterdiğinden binlerce defa daha çok, belki sonsuz,
ölçüsüz olduğu görülürdü. Fakat, ne yapsın ki açıktan bundan fazlasını göstermeye gücü yetmez. Meselâ akan bir
sel, bir çeşmenin veya havuzun içine dolsa, onun lülesinden hep birden çıkıp, akmaz. Çünkü, lüle dardır. Ondan
azar azar akar. Peygamber (O'na selâm olsun) de insanın niyet ve himmetini akan bir sel ve suretini bir lüle gibi
görmüştür. Akan bir selin birdenbire lüleden çıkması mümkün değildir. Asıl sel içeride, lülenin arkasındadır. İç
âlemden habersiz olanlar, sûrî âmeli görürler. Batınî ameli göremezler, Peygamber: (O'na selâm olsun) "Biz zahire
hükmederiz; sırları bilen Allahdır." (H), sözü ile: siz, sakın bir müminin amelini zahirde gösterdiğinden ibaret
zannetmeyin! Onun içinde olan, gösterdiğinden yüzbin defa daha fazladır Binaenaleyh, o sayısız ve hudutsuz olan
çok, bu gösterdiği azdan iyidir. İşte bunun İçin müminin niyeti, âmelinden iyidir. Bundan başka Allah'nın nazarı
suret ve amele değildir, niyet kalbedir. Ameller niyetledir, herkes niyetiyle cezalanır (H.) sözü de buna delalet eder,
bununla da Peygamber (O'na selâm olsun) Allah'nın kullarına; "Ey benim kullarım, siz müminsizin, bana kullukta
himmetiniz yüksektir; sizin sûreten yaptığınız ibâdet ve taât kalbinizdeki himmet ve niyetinize göre azdır" demek
istediğini bildiriyor.
Allah sizin suretinize ve âmellerinize bakmaz; lâkin sizin kalblerinize ve niyetlerinize bakar (H.) sözü ile bu
manâyi kuvvetlendirmek istemiştir. Bununla beraber Peygamber (Allahnın selâmı O'na olsun) Allahnın: "Ey benim
kullarım" ben sizin bu zahirde gösterdiğiniz aza bakmıyorum; halktan gizli, içinizdeki himmet ve niyetinize
bakıyorum" demek istediğini söylüyor. Gizli sözü de, daha saklısını da bilirim (Sûre: 20, Âyet:6) âyetinde Allah:
"Yüreğinde olan şeyi bilirim" diyor. Ve daha gizli'nin mânası ise: "Ben senin içinde olan, senin bile bilmediğin sırrı
da bilirim" demektir. Bu sözlerle Allah müminlere: "Ey mümin, sana müjdeler olsun! Benim bu sözlerden
maksadım, benim nazarımın niyete olduğunu, suret ve âmele olmadığını bildirmektir. Ben, senin mükâfatını,
dışardan gösterdiğin tâat ve ibâdet Ölçüsünde vermiyeceğim; kalbindeki himmet ve niyetin kadar vereceğim. Sen
onu, açığa çıkar çıkarma; ben keremimden, niyetin ve himmetine göre ibâdet ve tâatte bulunmuş gibi kabul
edeceğim. Senin mükâfat, sevap ve hilâtini, ona göre vereceğim. Çünkü, niyet ve himmetin ölçüsünde tâat ve
İbâdet etmek istiyordun. İşte mükafatın da o himmet ve niyet nispetinde olacaktır, zahirde gösterdiğin tâat ve
ibâdet ölçüsünde değil" demek istemiştir.
FASIL: 28
Vaizin biri. Hakkın civarına göçmüştü. O devrin vezirleri, onun cenazesinde hazır bulundular. Hepsi onun
ölüsüne hitaben: "Ey vaiz! Biz senden çok vaazlar dinledik; fakat bugün bu halinle ettiğin vaaz gibi bir vaaz
vermemiştin. Vaazlarının en etkilisi ve esaslısı bugünkü yaptığın vaazdır. Asıl, budur; şimdiye kadar yaptıklarının
teferruatı idi" dediler.
Buhara'da hiçbir cenazenin, medresenin önünden geçmesine müsaade etmezler. Bunu görüp de öğrenciye
soğukluk gelmesinden korkarlar; çünkü öğrenciler, şan ve şeref sahibi olmak, arkadaşları ve benzerleri arasında
yükselmek, halk arasında büyük mevkilere geçmek, herkesin üstünde bulunmak, parmakla gösterilmek, servet ve
mansıp kazanmak, kadılık ve müderrislik gibi mevkiler işgal etmek maksadiyle okuyorlar.
Bunların hepsi, Allah yoluna girmeğe, onu bilmeğe engeldir. Varlıkla yokluk birbirinin zıddıdır. Varlık
kuvvetlendiği zaman, ecel kılıcı onun üzerine yürür; çünkü ecel, varlığı yoketmek için, yokluktan gelen bir
yokluktur. Kim ki yok olursa, ecel kılıcından kurtulur; hattâ ecel ona yardım etmiş, onu kuvvetlendirmiş olur. Çünkü
su suya ulaşırsa, o su ötekinden kuvvet bulur, artar. Su, suyla takviye edilir.
Mısra:
Gören bakmakla görür.
Âlim, ilmi birtakım emellere ulaşmak için öğrenir. Eğer medresenin kapısından cenazeyi geçerken görürse,
kendi kendine: "Mademki ben de öleceğim, bu zahmetleri neye çekeyim"! deyip okumaktan vazgeçer. İnsan oğlu,
aklını başına alıp düşünse, bunların hepsi doğru yoldan sapmaktır. Ömür zayi etmektir. Bir zelzele olsa, yahut
denizde bir gemi batacak bir hale gelse veyahut ölüm tehlikesi bulunan herhangi bir hâdise zuhur etse, bu
www.semazen.net
medreselerde öğrenilen nükteler, incelikler, hendese, nücum, mantık, münazara vesair ilimlerin hiçbir faydası
olmaz. Belki insan o anda hepsini unutur. Yalnız Allah'yı anmağa, O'ndan yardım istemeğe başlar. Candan,
yürekten O'nun adını söyler. Gönül, ne zaman parlak olur ve gaflet uykusundan uyanırsa, kurtuluşu nerede ise
oraya el uzatır, ona yapışır. Bu yönden akıllı ve talihli bir adam, yalnız başına böyle bir belâ geldiği zaman değil,
her zaman Allah'nın ismini anar. Bu dehşetli anı, her zaman kendisinden uzak görmez.
Şiir
Ölüm, yolda oturmuş bekliyor.
Efendi ise bundan habersiz gezmeğe, eğlenmeğe gidiyor.
Ölüm bize, düşüncemizden daha yakındır.
Düşüncemiz ise nerelerde dolaşıyor?
Ne hayaller kuruyor?
Bu vücudu besleme; bu, ölüme kurban olur.
Gönlü besle ki gönül, yüce âlemlere gider.
Sen bir kere bak! Peygamberler ki Allah tarafından insanları bu gaddar, hunhar âlemden kurtarıp dar-ül
karar olan beka âlemine göndermek, kılavuzluk etmek için geldi. Onlarda bulunan ilim nasıl bir ilimdi? Bize
onlardan nasıl bir ilim kaldı? İşte asıl ilim budur; bundan başkası, para kazanmak için bir hüner ve sanattır. Sen
kendine tapanlardansın. Herkesin sana âlim demesi için ilim öğreniyorsun. Basiret gözü gören, hakikati bilen Allah
adamı ve öteki âleme mensup olanlar, senin gibi insanlara, "alim" demezler. Bu gibi insanlar, âlimleri yoldan
çıkaranlardır; eğer bir insan bu sûrî ilimleri, mânevi ilimleri öğrenmeğe bir vesile olması niyeti ve itikadı ile
öğrenirse o, bundan ayrılır. Bu niyet ve itikat ile öğrenen insan şöyle olur: meselâ, kendisi gibi bir insandan
peygamberlerin ilimlerini işitir ve ondan, zâhîri ilimlere ait hiçbir şey sormaz, bir kulun efendisinden, bir öğrencinin
hocasından öğrendiği gibi, tam bir itikat İle candan ve gönülden bunları ondan dinler; bu nebilerin ilimlerini bilen
adamı, kendine öncü yapar, onun eteğine yapışırsa işte bu kimse, makbul kullardan olur. Onun böylelikle veliler
mertebesine ermesi umulur. Bu kimse evvelden okumuş olduğu zahirî ilimlere bu mânevi ilimlere nispeten hiçbir
değer vermez.
Şafiî için şöyle rivayet ederler: Şafiî ödevi olan dersi talebelerine okuttuktan sonra, yalnız başına kalkar,
şehirden çıkar, koyun güden ümmî, kırık dökük farsça bilen bir çobanla buluşmak için bağlara, dağlara giderdi.
Onun karşısında iki dizi üzerine çöker, bütün bildiklerini hatırından çıkarır, zihnini yıkamış bir tahta gibi her şeyden
siler, kalbinde bulunan nakışlar ve sıfatlardan temizler, o azizlerin ilhamına muntazır olurdu. Onun bütün
işaretlerini, döktüğü sırları basiret gözüne sürme yapardı. İşte herhangi bir âlim de böyle yaparsa Ona: ilim tahsil
etmiştir, denilebilir. Bu ilim, sonunda ona fayda verir. O hakikat yolunun hazırlığını yapmış, demektir. Bu, tıpkı kılıca
benzer. Bir gazinin elinde, dini yükseltmek için bir âlettir; fakat bir kâfirin elinde bunun aksindedir; eğer bir kâfirin
ilim kazanmasından maksadı, Allah ve ahiret ise ve dünya değilse, onun kazandığı ilimler, onun can kuşunun birer
kanadı, eğer dünya için kazanmışsa o ilimler, can kuşunun tuzağı olur. Sen, Allah'nın adını, başkalarından
işitiyorsun. Bunun üzerine kendiliğinden O'nu anlamak ve bilmek için birtakım girişler düzenliyorsun. Ona suretler
veriyorsun. Bundan bir netice elde etmek istiyorsun. Bu Allah'yı bilmek, O'na yaklaşmak değil, bilâkis O'ndan
uzaklaşmaktır. Sen böyle, kendine bir varlık vermek ve O'nu anladığını zannetmekle, O'nu büsbütün kaybetmiş
oluyorsun. O'nu bulmak için de yine aynı vasıtalara başvuruyorsun. Tabiî yine bulamıyorsun! O'nun hakkında bir
netice elde edemiyorsun. Bu mümkün değildir. Bu, kanı yine kanla temizlemeğe kalkmaktır ki, bu da imkânsızdır.
Beyit:
Bu hakikati ve bu hakikat hakkında bilgiyi elde etmek,
ancak bilgisizlikle mümkün olabilir.
Dilin müşterisi ancak kulaktır.
Söz, ancak kulakla işitilebilir. Göz, ağız ve yanakla değil. O cemal ve kemali, akıl ve bilgi ile bilmek olmaz.
Bu gizli sırların kulağı, akıldan ve bilgiden tecerrüt etmektedir. O keyfiyeti anlatılamıyan hal insana, tamamiyle
habersizlikten malûm olur.
www.semazen.net
Allah: "Sen kendini, benliğini bırak, ondan sonra gel" (H.K.), buyuruyor. Benlikten maksat, bu vücut değil,
bu vücuttaki benlik, varlık ve bilgi zannıdır. Bunlar kar ve buz gibidir. Bunların güneşle birleşmesi, eriyip
mahvolmasıdır. Kar ve buzun varlığı, bütün lezzetlerin ve güzelliklerin aslı olan mâna güneşinden uzak
bulunduğuna delildir. Bu güneş, yüzünü gösterirse, o varlık ve bilgiyi eritir ve onlar tamamiyle asıl ve öz olurlar.
Beyit:
Sen varlığını mahvetmedikçe,
mutlak yoklukta kanatlı bir kuş olamazsın.
Beyit:
Sen bize geldiğin vakit biz, bizden gittik..
Ey sevgili gel, hoş geldin!
Beyit:
Benim ay yüzlü sevgilim, yüzünü gösterdiği vakit, ben kim oluyorum ki ben olayım?
Ben, ancak benlikten geçtiğim zaman ben olurum.
Öyleyse bilginler varlık ve bilgi ile, bilgisizliklerini arttırıyorlar. Bilgi ve hüner sahibi olmaktan kendilerini
uzaklaştınyorlar. Yolsuzluğu doğru yol zannediyorlar. Bu bakımdan ne kadar ilerleseler maksattan daha çok
uzaklaşıyorlar ve daha çok mahrum oluyorlar. Nitekim bu hususta söylenmiştir;
Kıta:
Sen, bu gidişle menzile, bu gafletle maksada nasıl erişeceksin?
Sen bu kadar ağır canlı ve deve yürekli olduğun halde, gönlü hafif olanlara nasıl yetişebileceksin?
Allah, bu alemi ve bu alemin suretlerini, insanların bunlarla meşgul ve bunlara aşık olmaları için yaratmıştır.
Belki O, gösterdiği bu sanatları, sanatkarın varlığını, büyüklüğünü bilmeleri için yaratmıştır. Meselâ, bir damın
üzerinde bulunan bir güzel, aşağı bir taş atsa; herkesin yukarı bakıp taşı atanı görmesidir. O attığı taşa bakıp,
onunla meşgul olup: Bu taş nedir? Ne işe yarar? Ne özelliği var? Kadir ve kıymeti nedir? yahut: Onun attığı bu
tuğla parçası veya başıma düşüp beni inciten bu elma nedir? Yenir mi? Pişirilebilir mi? diye onlarla meşgul olmaları
için değildir. İşte bu, gökler, yerler, yıldızlar, güneş, ay ve bütün varlıklar, tasavvur veya vehmedilen şeyler, suret
ve manadaki bütün arızalar, o can sevgilisi tarafından, bu nitelik ve nicelik alemine, o niteliği ve niceliği belli
olmayan alemden atılmış taşlar vesaire gibidir. Bu toprakların hakiki faydası, bizim bunları görmemiz, tanımamız ve
sanattan sanatkara doğru bakmamız içindir. Bundan başkası faydasızdır. Maksuttan uzak düşmektir, gaflette
kalmaktır. Yetmiş iki millete bak! Hepsi, bu eserlerle uğraşıyorlar. Kimi, nücuma dalmış, kimi kozmoğrafya, kimi
yıldızların ahkamını bildiren, kimi cevherler, madenler vesaire gibi yüz binlerce had ve hesaba gelmiyen ilimler ve
marifetlerle uğraşırlar. Her biri, ilim ve marifetiyle bir kısım halkı, kendisine bağlıyor. Dikkat olunursa, herkesin bir
ilim ve bir sanat, tarikat ve mezhebi seçtiği görülür. Meselâ, meyhaneye baksan, orada kiminin bir kadına, kiminin
bir Çocuğa aşık olduğunu ve bir kuş gibi onların tuzağına düştüğünü görürsün. Alemde de böyle faydasız,
sonuçsuz, yanlış, mahrumiyeti ve maksattan uzaklığı gerektiren ne kadar ilimler ve bunlarla uğraşan ne kadar
alimler vardır ve ne kadar da tatlı nimetler vardır ki ötedenberi yüzbinlerce halk, bu denizin her bir dalgasıyla
bunların içinde kaynamış gitmişlerdir. Ve bunların hepsi de bu nimetler içine daldılar. Kendi hallerinden hoşnut,
memnun ve kendilerinden geçmiş idiler, bu memnuniyet ve kendinden geçmeklik ile, Her kavim, kendi elinde
bulunan şey ile sevinir (H.), buyrulduğu şekilde: "Benim gibi mutlu olan, kimdir? Ben dünyada bütün insanlardan
daha, mutluyum!" dediler. Fakat hakikati, fayda yönüne giden yolu bulanlar ve faydalananlar; yapılan şeyden, onu
yapan ve atılan taştan atanı bulup ona bakan kimseler, alemin canı ve Adem'in özü olan doğru, Allah'nın has
kullarıdırlar. Bunun alimleri, vilâyetleri, mülkleri, yaşayışları ve saltanatları tarif olunamaz.
Şiir
Perde, böyle güzel ve hoş olursa, saray ve burada oturan sevgilinin yüzü kimbilir ne kadar güzel olur?
Vücut böyle süslü ve güzel olursa, gayb aleminde olan can kimbilir daha ne kadar güzeldir!
Her işi gören, Allah'dır. Geri kalanlar hep âlettir. Her kim Allah'nın hakikî ve külli fail olduğunu bilirse o, iş ve
güçten kalır; işe yaramaz olur ve bu sebepten bu mana ile ölü sayılabilir. Allah'nın bu alemdeki umumi ve külli
tasarrufundan haberdar olmak, ölmek demektir. İşte Ölmeden evvel ölünüz! (H.) sözünün anlamı budur.
www.semazen.net
Beyit:
Ey dost, eğer dirilik istersen ölmeden evvel öl!
Çünkü İdris (Selâm Onun üzerine olsun) böyle ölmekle bizden evvel cennetlik olmuştur.
Bütün varlıklar Allah'nın tasarrufu altında, birer âlettirler. Kim, bu hakikatten haberli olmuşsa o, Allah'ya
ulaşmıştır. O'nun velisi olmuştur. Bundan haberi olmayan ise O'ndan uzak kalanlardandır. O halde bu hakikati bilen
bir ölüdür. O kendisinin bir fiil ve hareket sahibi olmadığını bilir. Allah'dan başkasını görmez. Kendi kendiliğinden
geçmiş ve ölmüş, arada yok olmuştur.
Şiir:
Onlar kendilerinden yok, Allah ile var olmuşlardır.
Şu tuhaftır ki bunlar hem var, hem de yoktur.
Meselâ bir insanın elinde bir kalkan bulunsa, akıllı olan bir kimse: "Bu kalkan kendiliğinden hareket ediyor
veya dönüyor!" demez. Kalkanın hareketi, onu tutanın hareketine bağlıdır. Müminin kalbi, Allah'nın parmaklarından
iki parmağının arasındadır, Allah onu istediği gibi çevirir. (H.).
Binaenaleyh bir müminin yüreğinden ne gelirse, onun iyi ve övülmeğe yakışır bir hareket olduğunu bilmek
lâzımdır. Meselâ, kaza ve kaderin yaptığı her iş birdir. Onda hayır ve şer beraberdir. İnsanın: "Allah bu işi iyi, onu
kötü yapmıştır" demesi doğru değildir. Meselâ Allah, tutar bir peygamberi yok eder, yahut türlü türlü belalara
müptela kılar; bir kâfire veya bir zalime de hayat, sağlık, kuvvet, ömür, saadet, mülk ve saltanat bağışlar. Bunun
her ikisi de Allah'nın işidir, her ikisini de iyi görmek lâzımdır. Kim ki Allah'nın işlerine karışır: "Bunu iyi, onu kötü
yaptı" gibi tenkidlerde bulunursa kâfir olur. Allah'nın tasarrufu altında bulunan Mü'min de aynı hükmü taşır. Onun
bütün işleri birdir ve makbuldür. Onun yaptığı işlere karşı koymak, onları tenkid etmek doğru değildir. Allah, Attığın
zaman, sen atmadım, lakin onu Allah attı (Sûre: 8, Ayet: 17) buyuruyor. Bunun manası şudur: "Ey Muhammed!
senin yayından çıkan her ok, sûreten senin yayından çıkmıştır. Fakat o, manen bizim tarafımızdan atılmıştır. Hatta
senin varlığın bile bizim elimizde bir yay gibidir. Senden çıkan oklar, Hak tarafından atılmıştır. İnsan bu kalıptan
ibaret değildir, bir kervansaraydır. Her an, o kervansaraya yeni yeni kişiler gelir ve tekrar giderler. Eğer bu
kervansaray sahibi, akıllı ve uyanık bir adam ise, o kervansaraya daima gelip giden ve daima tasarruf eden, türlü
türlü insanları temaşa eder. Onlar gökten, yerden, arşdan ve ferşden midir? Kimlerdir? Bütün bunları gözden
geçirir; her gelen düşünce, bir kişidir. Vücut, bir siper ve âlettir; düşünce o âlete istediği gibi tasarruf eder. Bir
düşünce gelir, seni harekete getirir; onun arkasından başka bir düşünce gelir, seni sakinleştirir. Bu yüzden vücut,
düşünce elinde bir âletten başka bir şey değildir..;
Hazret-i Mevlânâ (Allah O'nun sırrını aziz etsin!) şöyle buyuruyor:
Ey kardeş! Sen düşünceden başka bir şey değilsin. Bu düşünce senden alınsa, kemik ve sinirden başka
sende bir şey kalmaz. Eğer bu düşünce bir gül ise, sen bir gülistansın. Eğer dikense batmaktan başka bir şeye
yaramazsın.
İnsanın içinde şeytan ve periden, yerden, gökten, arştan ve ferşten, sayısız, sonsuz ne kadar düşünceler
vardır. Göklerle yerin orduları Allahnındır. (Sûre: 48, Âyet: 4.) Allah: "Göklerin ve yerlerin askerleri benimdir."
buyuruyor. Allah'ya ve O'nun bilgisine ait olan düşünceler, göğün askerleridir. Dünya ve dünyada rızık edinmek
İçin gelen düşünce, yerin askerleridir. Bunların hepsi benim hükmüm altındadır. Kimse onlara karışamaz. Eğer ben
bir kimseye bir düşünce ilham etsem, bütün yeryüzünün yaratıkları bir yere toplansalar" onu uzaklaştırmağa güçleri
yetmez. Ben işaret etmeden kimse onu insandan uzaklaştıramaz. Korku ve kuvvet Ulu Allahya mahsustur (Sûre:6
-7, Âyet: 68, 163.) Manası: "Bende kötü bir düşünceyi kovmağa kuvvet ve kudret yoktur. Ey Allahm! bu yalnız yine
senin emir, irade ve kuvvetinle uzaklaşır gider" demektir.
Hakîmler: 'Yer, gök ve bütün varlık büyük, insanın vücudu ve varlığı ise, küçük alemdir derler. Veliler ise
bunun aksini iddia ederler. Onlar: "Hakîmler, yalnız görünüşe bakmışlar; yeri, göğü büyük, insanı küçük görmüşler;
insan bu alem denilen ağacın meyvesidir. Hakimler düşünmüyorlar ki sûreten ne kadar küçük şeyler vardır ki
manen büyüktür ve ne kadar zahiren büyük olan şeyler de vardır ki manen küçüktür. Bir dirhem gümüş, yüz tane
puldan görünüşte azdır. Fakat, manen kıymeti büyüktür. Bir inci ve cevher on bin, yirmi bin gümüşten ve altından
hacim, suret, vezin ve miktar itibariyle küçüktür, fakat manen büyüktür. Meselâ insanın sırtı, karnı, kalçası, baldırı
ve gözbebeğinden, kulağındaki delikten ve kemikten büyüktür; fakat göz bebeğinde bulunan ve kulakta olan mâna,
karın, kalça, ve baldırda yoktur. Hatır da gözbebeğinden daha küçük ve daha lâtiftir ve göze görünmez. Fakat bu
saydıklarımızın hepsinden büyüktür. Belki hepsi onunla kaimdir ve onunla vardır. Onunla diridir. Peygamberler de
böyledir: Bir peygamber, yalnız başına bütün yeryüzünün insanlarına karşı koyabilir. Gönderildiği insanlar sûreten
www.semazen.net
ondan çoktur, ama o tek başına olan peygamber, manen onların hepsinden çoktur. Belki karşısındakiler bir hiçtir,
gerçekte o vardır. Nitekim bir iş zuhur ettiği vakit, o bir kişi, bin kişidir. Onlar sayıldığı vakit azdırlar; fakat
hükmetlikleri vakit çokturlar. Veliler ise, hakimlerin aksine olarak manaya baktılar. İnsanın vücudu, her ne kadar
yerden, gökten halk olunmuşsa da gök insanın manasından, ilminden zahir olmuştur. Binaenaleyh ilim, insandan
doğmuştur. Bu ilimden maksat, umumi olan ilim değildir. Bu ilimden maksat, insan kendinden fena bulduktan
sonra ondan akacak olan, Allah'nın ilmidir. Attığın zaman sen atmadın; lakin onu Allah attı (Sûre: 8, Âyet: 17),
nitekim bu kitapta bundan evvel bu mananın şerhi birçok yerde zikrolundu.
Gök ve yer, cisimler, bedenlerin evidir. İnsanın kalıbı olan bedenler de bu ruhun ve aklın evidir. O halde
beden, mananın evidir. Dünya ise suretin evidir. Suret ise sınırlıdır; mananın ise sınırı yoktur. Bu yönden insanın
kalıbı olan beden, büyük âlemdir. Gök ve yer ise küçük alemdir. İnsanın vücudu, bir hayvan ve merkeptir. Nitekim
Peygamber, (Selâm O'nun üzerine olsun) nefsin senin binek hayvanındır; ona iyi bak (H.), buyurmuştur. Eğer
vücut, merkep olursa, gök ve yer de merkepler olurlar. Çünkü bunlar suret ve bedenlerin evidirler. O halde, ruhun
sarayının bu alemin dışında başka bir alemde olması lâzım gelir. Elbette akıbet, başlangıçtan daha hayırlı olacaktır
(Sûre 93, Âyet: 4) buyrulduğu gibi ahret, bu dünyadan daha hayırlıdır. Ruhun keyfiyeti olmaz; onun sarayı da
keyfiyetten münezzehtir. Beden ise surettir. Onun evi de suret âlemidir.
Beyit:
Senin yanaklarının etrafını şeytan ve peri orduları çevirdi;
Süleyman'ın mülkü senindir; Süleyman'ın mührü olan yüzüğünü kaybetme.
Ukba düşüncesi melekler; dünya düşüncesi perilerdir. Küfür ve zulüm düşünceleri, şeytanlardır. Allah öyle
bir varlıktır ki bunların hepsi, O'nun hükmü altındadır ve bu düşünceleri insanlara O gönderir. Çünkü insan O'nun
naibi ve halifesidir. Zira Allah: Ben yeryüzüne hükümran olacak birini yerleştireceğim (Sûre: 2; Âyet: 28)
buyurmuştur.
Allah evden çıkmadığından, peygamberler onun halife ve naipleridirler. Ben hata ettim! Naip mensup ile
birdir. Eğer sen, bunları biribirinden ayırırsan bu çirkin bir hareket olur; güzel bir şey olmaz.
O halde her veli, vaktin Süleyman'ı, şeytan ve peri, onun mahkûmu ve Süleyman'ın yüzüğü parmağında
olduğu halde, devlet tahtına oturmuştur. Talihsiz o kimsedir ki ondan mahrumdur, onu görmez, bilmez ve onun
yanında geçmişleri anar. O, ismini zikrettiği geçmişlerin yanında oturduğu halde, bundan haberi yoktur. Ekmek
onun önündedir; o ise eşekliğinden ekmek nerededir? diye bağırır. Falan iklimle, falan yüzyıldan ekmek varmış,
der.
Şiir:
Bu dünyada ne kadar Eshab-ı Kehf vardır ki
onlar senin şu anda yanındadırlar.
Yâr, gar hem birbiri ile coşup kaynaşmadadır;
fakat ne çare ve ne fayda ki senin gözün ve kulağın kapalıdır.
Bütün peygamberler, veliler, vâsıllar, birdirler; onlardan birini görmek, hepsini görmektir; aynı zamanda
birini reddetmek de hepsini reddetmek demektir. Bir peygambere düşmanlık etmek, hepsine düşmanlık etmek
sayılır. Bir insan herhangi bir peygambere küfretse, kâfir olur. Bununla beraber başka bir peygamberi övse, hiçbir
faydası olmaz. Bir peygambere düşmanlık eden şaşı bir adama benzer. Aynı peygamberi hem sever, hem de ona
düşmanlık eder. Halbuki bunların hepsi, hakikatte birdir. Bu aynen şunun gibidir: Bir usta şaşı olan çırağına: "falan
odaya git, falan şişeyi getir" diye emretmiş, şaşı çırak odaya girince, orada bir yerine iki şişe görmüş, dönüp
ustasının yanına gelerek ona: "Odada iki tane şişe var, hangisini getireyim?" diye sormuş. Usta: "Orada şişe bir
tanedir" demiş, çırak: "hayır iki tanedir" cevabını vermiş ve bunun üzerine usta: "Öyle ise birini kır, ötekini getir"
demiş. Şaşı çırak, bu gördüğü şişenin bir tanesini kırınca, öteki gördüğü şişe de ortadan kaybolmuştur. İşte velinin
yanında geçmişlerden bahsetmek de tıpkı bunun gibidir. Bir şişeyi, iki görmektir. O adam da geçmişten
bahsetmekle, kendi şaşılığını ortaya koymuş olur. O, bununla şeyhleri ve velileri taklidi öğrenmiştir. Aynı zamanda
hakikati öğrenmemiştir; yalnız onların cisimlerini, Suretlerini anlamıştır. Onların ruhlarını, hakikatlerini
anlayamamıştır. Meselâ sen bir mukallidin, ekmeğin ne olduğunu bilmeyen bir şahsın önüne, uzun, pide şeklinde
yapılmış bir ekmek koysan, ekmeğin tadını tatmadığından o habersiz adam: "Senin ekmek dediğin, yuvarlak olur.
Bu getirdiğin ise uzun. Eğer bu ekmek olsaydı, benim istediğim gibi bunun da yuvarlak olması lâzımdı," der. Yahut
suyun ne olduğunu bilmeyen bir adamın önüne bir kâse ile su koysalar, o adam: "Bu su değildir, su denilen şey
www.semazen.net
testide olur." derse bundan da belli olur ki bu adam, sudan testiyi anlamıştır. Suyun ne olduğundan haberi yoktur.
Meselâ parmak gibi, uzun bir şekilde yapılmış şeker, şekerin ne olduğunu bilmeyen bir adamın önüne konulsa o da:
"Şeker bir batman ağırlığında ve kalıp halinde olur, iki üç dirhemlik bu uzun şekilli şey nedir? Şeker değildir" diye
inkar eder. Bunun örnekleri, benzerleri çoktur. İşte bu söylediğimiz gibi taklitçi olan adam, surete bağlıdır.
Mânadan haberi yoktur. Nebilerin, velilerin gerçeklerini bilmez. O, işittiği ve tasavvur edebildiği şeyde kalmıştır.
Yalnız geçmişlere bağlanmıştır. Asrın şeyhlerine itikad etmez; yalnız hikâyeler ve efsanelerle oyalanır. Buğday
yememiş, tatmamıştır; yalnız adını işitmiştir. Nebiler de tıpkı "muma" benzerler. Vahi nuru ise, o mumların
parıltılarıdır. Bir yerde, bin tane mum yakılsa hepsinin vasfı birdir; hepsinin hükmü aynıdır. Onlar, sayı itibariyle çok
olsalar da vasıf bakımından birdirler.
Beyit:
Sen, görünüşe bakarsan gözlerin, ikidir,
fakat onların nuruna baktığın zaman onun bir olduğunu görürsün.
Bu imtihana evvelâ gökte melekler çekilmiştir. Allah, Hazret-i Adem'in suretinden tecelli etti. İblis: "Allahnın
tecellisi arştan olur; burada bu, toprak yığınında tecelli ediyor; ben toprağa nasıl secde ederim?" dedi. Gözleri şaşı
olmayan melekler ise bunun, doğrudan doğruya Allah’nın tecellisi olduğunu bildiler ve Hakka secde ettiler. İblis de
evvelâ melekler zümresindendi. Bu hareketiyle onun, onlarla ayın cinsten olmadığı anlaşıldı. Bu bakımdan
meleklerden ayrıldı. Bu imtihan yapılmadan, bu mihenge vurulmadan evvel, nakit ile karışmıştı. Halis altını kalp
altınla bir tutmak, haksızlıktı. Adem' (O'na selâm olsun) in vücudu, ona secde etmek meselesi, bir mihenk taşı oldu.
Bununla kalp altın, halis altından ayrıldı. İşte her yüzyılda yeni bir peygamber geldiği vakit, ona iman edenlerin,
halis altın, etmeyenlerin kalp oldukları anlaşıldı. Her nebinin vücudu, bir güneş, bir lamba gibidir. Beyaz yüzlü
Rumlar ve siyah yüzlü Habeşlerle dolu, karanlık bir ev tasavvur edelim. Bu evde, bu karanlık yüzlerin hepsi,
kendilerini beyaz yüzlü ve güzel tasavvur ederler. Fakat bu güneş ve lâmbalar evi aydınlatırlarsa o zaman beyaz
yüzlüler, kara yüzlülerden ayrılırlar.
Mesnevi:
Kalp ve halis bu alemde haşr u neşr oluyorlardı. Her taraf karanlık bir gece, biz de gece giden yolcular gibi
idik. Güneş gibi olanı peygamberler geldiler; onların nurları ile âlem doldu. O zaman hâtıf-tan bir ses gelerek: Ey
kalp git! ey saf sen buraya gel! diye çağırdı.
Sen, şunu bil ki Âdem'den evvel Hakkın tecellisi vardı; fakat iyi, kötüden ayrılmamıştı. Kalp ve saf birdiler.
Hepsi Adem'in vücudundan sonra, birbirlerinden ayrıldılar. Bir derviş: "Ben her gün Allah'yı kırk kere görüyorum."
dedi. Bir şahıs da ona: "Sen git Beyazıt'ı gör" dedi, derviş: "Sen ne söylüyorsun? Ben her gün Beyazıt'ın Allahsını
kırk kere görüyorum. Sen beni nereye gönderiyorsun?" cevabını verdi. Sonunda bu derviş gitti ve Bayazıd 'ı bir
defa gördü, dayanamadı, ruhunu teslim etti, kalıbını dinlendirdi. Allah'yı tanımak, velileri tanımaktan daha kolaydır.
Bütün alem Allah'ya taparlar, O'na secde ederler; fakat bu yüz binlerce insandan bir kişi, layıkıyla bir veliyi
tanıyamaz. Musa (selâm O'nun üzerine olsun) Allahnın elçisi değil mi idi? Allah O'nunla konuşmamış mı idi? Asası
elinde ejderha olmuyor mu idi? O asa ile âsilere galip gelmiyor mu idi?
Bununla beraber o, velilerin yüzünü görmek, onları tanımak için Allah'dan niyazda bulundu; O'na yalvardı.
Nihayet Allah onun, duasını kabul eti ve ona: "Kendi ümmetinin arasından çık, seyahata git!" buyurdu. Sonra Musa
seyahata çıktı. Kullarımızdan öyle bir kul buldular. (Sûre: 18, Âyet: 64) buyrulduğu veçhile Hızır'ı tanıdı. Bundan
sonra, Hızır'ın gemiyi kırması, o çocuğu öldürmesi, yetimlerin duvarını düzeltmesi Sure-i Kehfin sonunda
zikrolunmuştur. Bununla beraber Musa Hızır'ın; ahvali hakkında hayran kaldı. Onun ruhunun "Sırlarına erişemedi.
Hızır (O'na selâm olsun) her ne yaptıysa Musa, Onun sırrını bilemediği için her zaman Onun bu hareketlerine itiraz
etti. Sonunda: "Artık bundan sonra senden ne zahir olursa ses çıkarmıyacağım, can ve gönülden kabul edeceğim!"
diye tövbe etti.
Şimdi biz yine konumuza dönelim: Peygamberler tek nefestirler. Her ne kadar, sûreten sayılı iseler de, mâna
bakımından bir zat ve bir nefestirler, bir nurdurlar. Çünkü Kur' an da: Onları birbirinden ayırtetmeyiz, biz yalnız
Allahya ram olmuş müslümanlarız (Sûre: 2. Âyet: 130), buyrulmuştur. Sen bir manayı. Türkçe, Farsça, Arapça,
Kürtçe gibi türlü türlü dillerle söylesen, fakat mana bakımından birdir. Yalnız söylendiği diller çeşitlidir; çünkü
Türkçe, Arapçadan başkadır. Fakat mânada ayrılık yoktur. Bu, çeşitli dillerle söylenilen aynı manadır. Sen, veliler ve
nebileri de bu diller gibi bil! Surette çok ve çeşitli, fakat manada bir ve birleşmiştirler. Elif harfini, hangi renk
kalemle, hangi kağıda yazsan elif yine eliftir. Elif, Hakkın tecellisidir. Kağıt, kalem bunlar velilerin suretleri gibidir.
Suretler değişirler; fakat mana her halde birdir, değişmez. Bir padişah at, deve, katır veyahut herhangi bir hayvana
binse, çokluk, merkepte olur.Binen, yine aynı padişahtır ve değişmez. Her kim padişahı, çok olarak görürse onun
bakışı binilen hayvana çevrilmiş demektir, binene değil. Nitekim Mevlânâ böyle buyuruyor,
www.semazen.net
O kırmızı esvaplı, ay gibi güzel, yine geldi. Bu yıl, yeşil hırka giymiş; o yıl, yağma edici gördüğüm ,Türk, bu
yıl Arap şeklinde geldi. O şarap aynıdır. Her ne kadar kadeh değişmişse de o değişmemiştir. Bak ki şarapçının
başına ne güzel, ne hoş tesir etti!
Madem ki peygamberler bir tek nefes, bir mana ve aynı kimselerdir o halde, eğer bir peygamber, bir mucize
veya bir veli bir keramet gösterse, o mucize o peygamberin, bu mucize, bu peygamberindir, demek doğru değildir.
Bizim öyle itikadetmemiz lâzımdır ki Peygamber, her mucizeyi, göstermeğe muktedirdir. Eğer o mucizeyi, belli bir
kavim için göstermişse, başka mucizeler göstermekten de acizdir, denilemez. Meselâ bir doktor, safra derdini, öteki
doktor kuluncu, başka bir doktor da sersamı, başka bir doktor ise sıtma veya verem yahut zatülcenp hastalığını
iyileştirirse, bu doktorlar başka hastalıkları iyileştiremezler, demek doğru olamaz. Bunlar bu hastalıklara tutulmuş
hastalarla karşılaşmışlar, tesadüfen bu hastalıkların tedavisi ellerine düşmüş ve bunları tedavi etmişlerdir. Meselâ bir
müftü, bir yerde bulunmuş, orada bir boşanma meselesi çıkmış, boşanma hakkında hüküm vermiştir; başka bir
müftü de bir nikah meselesiyle karşılaşmış, nikah hakkında karar vermiş olabilir. Yoksa müftü, bütün şer'i meseleler
hakkında hüküm verebilir. Meselâ müminin kalbini, Allah, istediği gibi çevirir, müminin kalbi, Allah 'nın elinde bir
âlettir. Fail gerçekte Allahdır. Böyle olmakla Allah bazı şeylere kadirdir, bazı şeylere kaâdir değildir. Bazı şeyler bilir,
bazı şeyler bilmez, nasıl denilebilir? Allah her şeye kaadirdir. Sûre: 2, Âyet: 19.) Ne yerde, ne gökte zerre kadar bir
şey Allahnın ilminden gizli kalamaz. (Sûre: 10, Âyet: 62.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder