2 Haziran 2016 Perşembe

ibtidaname Sultan Veled

5410, Oluyor ama bu da cinsiyle oluyor; odunun külhanda ateş kesilmesi gibi,
Cinsinden başkasıyla olmaz bu: suyla ateş, söner - gider,
Katreler birike - birike sel olur, akar, denize gider,
Çünkü onlar, birbirlerinin cinsidirler; halleri de çoğaldıkça daha hoş olur,
Birbirine karışırlar; birikip hayat bulurlar; koca bir ırmak hâline gelirler,
Bu buluşmak, onları ölümden emîn eder; sayıdan kurtulurlar, birliğe ererler,
Hepsi de yol kesicilerden kaçıp kurtulur; umman kalesine sığınıp esenliğe erer,
Ama onları ateş, toprak, yel yeseydi, hepsi de kurur, yok olur - giderdi,
Katre, güneşin kılıcından nasıl kurtulabilir? Ancak öbür katrelerle birleşince güçlenir;
Bu arkadaşlıkla o çeşit yol kesenlerden kurtulur da uçsuz - bucaksız denize kavuşur,
 5420, Canları da katreler gibi bil; dünyâyla oyalanmaksa hâin yol kesicilere benzer,
Hepsinin ömrü, bu oyalanmakla geçer de zevali olmayan Allah'dan uzak kalırlar,
Dön de gene o hikâyeyi söyle: söyle de dinleyen hisse alsın,
Allah velîlerinin kıssalarını anlat: onlarla buluşmayı canla gönülle ara,

CXX
Her velî, önce bir katreydi; gerçekliğin; sevginin çokluğu, Allah'yı dilemenin, sevmenin sonsuzluğu yüzünden,
sonunda bir deniz oldu, Demek ki her veli, bir denizdir ki ucu - bucağı yok, Bu denizdekilerin her bireri de Hakk'ın
ulu mu, ulu, rahmetle dolu denizinde birer dalgaya benzer, Denizdeki dalgalar da derece bakımından
değişiktir, Allah bizi aziz sırrıyla kutlasın, Mevlânâ'nın dalgası, bütün dalgalardan uludur, daha öndedir; kimin himmeti
yüceyse o,
daha ulu olur; daha öne geçer,

Her velî, önce denizi arayan bir katreyken sonra Hakk'ın lûtfuyla bir deniz kesilmiştir,
Testiye benzeyen bedeninde derya kesilmiş, altı - üstü olmayan en yüce bir mertebeye ağmıştır,
Her velînin, kendine lâyık bir durağı vardır; kerametleri de kendine, mertebesine
uygundur,
Denizlerden maksat, duraklardır; herbirinin de onca kerametleri vardır,
Her denizin kerameti, dalga gibi kabarır; bölük - bölük baş gösterir, yücelere ağar,
O denizler de Allah denizinden dalgalar gibi belirmededir,
 5430, O dalgalar, denizden ayrı değildir; îsâ ile Meryem gibi denizle beraberdir, biledir,
Deniz, onu yücelere ağdırıp saçsa da dalga, nerden denizden ayrı olacak?
Ayrı görünse bile bil ki o bir tek canda ikilik olamaz,
Ummansa denizlerin başıdır; kim ona dalar, garkolursa umman kesilir,
Kimde himmet varsa onu arar; ucu - bucağı olmayan ummana gider,
Bütün bu denizler, Allah denizinden, dalgalar gibi coşup kabarmış, yücelere baş çekmiştir,
Ama birbirinden de farklıdır onlar: bunun coşup köpürüşü, öbürünü aşmaktadır,
Biri orta, öbürü daha yüce; öbürüyse ortanın altında, aşağı bir derecede,
Hepsinin de başı, üstünü Mevlânâ'dır; onun, can denizinden kabaran dalgası, daha güçlü kabarıp coşmada,
Onun ulu mu, ulu dalgasına karşı öbür dalgalar, güneşe karşı mum gibi esersiz kalmada,
 5440, Dünyâya Mevlâna gibisi; gizli - açık gelmemiştir: Mevlâna gibisi, onun benzeri yoktur,
O yüce padişah, kutupların kutbuydu: ona bütün sırlar açıktı
Hiçbir şey, ondan gizli değildi: o sultan, hasların da hasıydı,
Bu kitapta o anlatılmaktadır ama ona nispetle gene de güdük kalmadadır, âciz olmadadır bu kitap,
Onun övgüsü nerden dile sığacak, söze gelecek? Deniz, oluktan akıtılabilir mi?
Onların hepsi de ona kul olmakla övünür: tüm akıl, onun himmetine mazhar olmuştur,
Ölümsüzlük aleminin uluları, ona hayran olmuşlardır; hepsinin de dükkânı - tezgâhı, onun
 yüzünden yıkılıp gitmiştir,
Hepsi de onun aşkıyla darına - duman olmuş, hepsi de kendisini tehlikelere atmıştır,
Hepsi de onun gamıyla, ne olursa olsun demiş, dînini de, dünyâsını da yele vermiştir,
Seçkin, gözde zahitler, onun aşkıyla meyhaneci kesilmişlerdir
 5450, Ama üzümden çekilmiş şarapla değil, adı «Tertemiz» olan şarapla sarhoş olmuşlardır;
Oruçluların hepsi, o manevî şarabı içmeye koyulmuşlar, zikir yerine şiirokumaya düşmüşlerdir;
Ama geçici aşkın söylettiği şiiri değil, sırrın da özü - özeti olan şiiri:
Görünüşü şiir, özüyse tefsîr, Allah yolunu en iyi anlatış,
Cennet düşüncesinden de geçmişlerdir, cehennem düşüncesinden de: onlarda ne sırat korkusu kalmıştır, ne berzah
endîşesi,
Sûfîcesine eldeki vaktin peşin akçasını almışlar, veresiyeyi halka döküp saçmışlardır,
Gerçek bir görüşle, tam bir ayırd edişle herşeyi bırakmışlar, Allah aşkını seçmişlerdir,
Onlar, Allah'ya ihlâslarıyla, yeyip içmeden dağ gibi semirmişlerdir, İhlasın ta kendisi olmuşlar, hattâ
 daha da ileri gitmişler, tüm aklı delilik perdesiyle gizlemişlerdir,
Dînin nakşını değil, canını bulmuşlar, dînin canı olmuşlar, gönül sahipleri katında seçkin bir
 mertebeye ulaşmışlardır,
 5460, Can suyunun yüzünden tozu, çer-çöpü gidermişler, sonradan olma şeylerin
dedi-kodusundan arınmışlardır,
Aşk bilgisini dilsiz söylerler; can yolunda ağızsız bahsederler, Mevlânâ, irşâd eden bir şeyhti; onun irşâdiyle mürid de
kolayca yüceldi, irşâd sahibi oldu,
Soluğu kutbuydu, yomluydu: onun her mürîdi, Zün - Nün'u da geçmişti, Attâr'a benzeyen, Senâî'ye dönen
 yüzlerce kişi, onun tarafından seçilen kişinin kokusunu bile alamamıştı,

CXXI
Gerçek mürid, şeyhin Allah'yla olan hâllerini, ona yakınlığını, hem zahirde, hem bâtında elde eden, şeyhin
makamlarına eren kişidir; görünüşte, makaamı dolayısiyle ona mürîd derler ama gerçekte o, şeyhtir; bu , çeşit
mürîdi, geçmiş erenlerden üstün tutarız; ama şeyhin yolunu gerçek olarak tutmayan, o yola gitmeyen, arayışta gevşek
davranan, zahmetlerden kaçınan, tembellik eden, kendini tümden Hakk'a feda etmeyen nefis dileklerinin boynunu
vurmayan, savaşta nefsini öldürmeyen, hayvanlık sıfatları, meleklik sıfatlarından üstün olan ve melek sıfatları alt
olan nakıs mürîdi değil, Bu çeşit kişiye de ad bakımından mürîd derler ama bu, sahibi olmayan bir addır ancak;
anlayıver,

Bu, inad edip' şeyhin yolundan sapan, nasipsiz, şeyhten haberi bile olmayan mürîd değildir,
Bu çeşit mürîd, tahttan, bahttan hiçbir şey duymamıştır; ham bir halde kalakalmıştır,
Böyle bir işten - güçten, böyle bir yüce mertebeden, ancak bir masaldır,
duymuş, eşekliğini yeter bulmuştur o kişi,
Böylesi mürîd, filan gün padişah şöyle buyurdu; Hak yolunu bize açıkça gösterdi;
Filan bahçede beraberce ne hoş da gezip tozduk; öğüt tohumunu canımıza ektik;
 5470, Aşı, tutmacı yedik, herbirerimiz, ondan yüzlerce nîmet derdik, devşirdik;
Filan evde geceleyin beraberdik; gündüze dek bir soluk bile dinlenmedik, uyumadık;
Kimi oynadık, kimi el çırptık; kimi de padişahtan bilgi belledik, sözler dinledik der;
Bu çeşit laflar eder; o, padişahın tümden görünüşüne kapılmıştır, sırrından, tertemiz zâtından
 haberi bile yoktur,
Ondan, ancak boş laflar kapmıştır; bu çeşit kişiler, bu yüzden sörpüyüp kalmışlardır,
Ama onlar, şeyhten feyzaldık, onun tertemiz şarabını içtik sanırlar,
Sözün tadına dalarlar; sanırlar ki tortusuz, arı - duru şarap budur,
Onların sözlerindeki hararet, öyle bir yola götürür ki onları, Allah'a kavuşmaktan kalırlar,
Yalnız söz, bil ki meyva vermez; baş vermeyen kişi, gerçeğe ermez,
Bu yol, ölmek yoludur, söylemek yolu değil; öldün mü, sevgiliye kavuştun,
 5480, Dünyâda hiç kimse, birinin ekmek demekle doyduğunu duymamıştır,
Hiç birinin, şarabın adıyla sarhoş olduğunu, yahut sızıp yıkıldığını gördün mü?
Dıvara çeşit - çeşit ağaç, yaprak, meyva resimleri yaparlar,
Ama duvardaki resim gölge salar mı; yahut birisi o ağaç resminden odun toplamaya kalkışır mı?
Yahut birisi ondan meyva devşırebilir mi? yahut da birisi, gölgesinin altında oturabilir mi?
Halsiz sözü de böyle bil; ondan birşey elde edilemez, o yana gitme,
Sana verebileceği şey ancak şudur: Anlar bilirsin ki zemânede öyle bir kişi vardır ki,
Söylediği sözler tamamiyle hâlidir, hatta hâli sözlerinden de üstündür,
Söylediğinin yüzlerce mislidir; ne mutlu o cana ki onun peşine düşer, onun izini izler,
Ama onun hâlini sözle nasıl söyleyeyim; bu, nasıl belirir sana?
 5490, Bir âlem, bir çuvalın içine sığarsa onun hâli de söze sığar,
Söz yoluyla onu anlayamazsın; denizi bir testi sudan idrâk edemezsin,
Hâl, sözle anlaşılabilseydi gönülden şüphe kiri - pası arınırdı,
Ama hâle sâhib olan, sözle, şüphe yok ki buluşma şehrine erişebilir,
Hani dıvardaki resimlerden ağaçlar, meyvalar anlaşılır ya, onun gibi,
Çünkü her resmin bir aslı vardır: birinin; birşeyin resmidir o; hiç kimse, ayrılık olmadan buluşmayı göremez,
Hakıykatsiz mecaz olur mu: zora düşmeden yalvarılır mı?
Kalp akça, geçer akçaya, sen doğrusun, bense yanlışım, hiçbir işe yaramam diye tanık olur,
Aşk derdi yoldaşın olursa padişah olursun, dert de ordun olur,
Ölümsüzlük âleminde tek padişah olur, hüküm yürütürsün; aşk beyi oldun mu nerden öleceksin?
 5500, Meydandan topu kaptın mı, bil ki artık bütün varlık sensin, senden ibaret,
Ona aşkla mürîd olan, onun yardımıyla Hak yolunu aştı - gitti,
Melek gibi göğe yüceldi; Hakk'a canla - gönülle, ben seninim dedi,
Onların biri Hüsâmeddîn'di ki yakıyn ehlinin uyduğu er olmuştu,
Ondan önce padişahları, bütün velîleri mertebe bakımından geçmiş olanları,
Bundan önce anlattık: az - çok, bu hususta söylenecek sözler,anlatışa da sığmaz zâti,
Onların yaratılışlarını, huylarını söyledik, onlardan gördüklerimizi hiç gizlemedik,
Bizce mürîd onlardır, ruhlara nur saçarlar onlar,
Onların yollarını tutmayan mürîd, nerden onlar gibi şeyhe makbul olacak?
Yollarını tutmayan, boyuna bedenlerinin isteğini arar; böylesi kişi nerden can
mülküne koşup erecek?
 5510, Bedenini besleyen hayvan olur; canını geliştirendir insan olan, Uykuyla, yemekle - içmekle
 diri olan, beden eşeğine canla kul olur - gider,
Hazırı görür, ona aldanır: çocuk gibi oyunla sevinir,
Gaflete düşer de tuzaktan yem devşirmeye kalkışır; peşini veresiyeden iyi sanır,
Ahmaktır, pek akılsızdır o: aşk yolcularının kapısından kovulur,
Allah'yı arayanın bedeni de terketmesi gerektir, canı da,
İkisini de yele vermedikçe Allah'ya eremez, varlığından kurtulamaz,
Ölmedikçe nerden dirilecek de iki âlemde de aşk gibi ebedî olacak?
Ama ölürse bey olur, baş kesilir, melekler gibi Hakk'a vaiz tutar,
Bedense tümden can olur: adsa ad sahibi kesilir,
 5520, Buysa, baştan başa o olur: küfürse bundan böyle dindir artık,
Bakır, iksirle altın olmuyor mu: katreler, deniz yüzünden inci olmuyor mu?
Allah en, şüphe yok ki Allah'dan söz söyler: onun gönlü, Hak'tan gayrisini nerden arayacak'?
Hak'tan geldi, gene Hakk'a gider o: dalga, denizden başka yere yüz tutar mı hiç
Kardeş, beni hor görme: gül bahçesi tikenden bitmiyor mu ki?
Bedenim tikendir, aşkımsa gül gibi: aşk şehriyim ben; dünyâsa sanki köprü,
Var olan hep biziz: bu cihansa hiç mi, hiç: bil ki bizden başkası hiçtir, hiçliktir,
Dünyânın güzelliği, güzelliğimizin aksidir: varlık da parlaklığı, güzelliği bizden kazandı, mekân da,
Cisimlerin parlaklığı, güzelliği, candan değil mi: şişenin, kadehin kızıllığı, şaraptan değil mi?
Cansız bedeni, dünyâdakiler, onun kokusundan, kurtulsunlar diye kabre gömerler,
 5530, Duygu, canı göremez: ama gene de onun yüzünden tazedir, güzeldir, göze görünür,
Alem de canın tedbiriyle, re'yiyle her solukta özenip bezenmez mi?
Dünyâ, bir padişah yüzünden onarılır: âlem halkının gönlü, onun adaletiyle neşelenir,
Bu sıfatlar, hayvanı ruhun sıfatlarıdır: oysa ölümden sonra yok olur - gider,
Vahye, ilhama mazhar olan ruhsa Allah nûaıdıır: bundan yüzbinlerce, milyonlarca daha üstündür,
Yok olup giden ruh böyle olursa, ebedî olan ruh nice olur, bak da gör artık,
O nur, ne doğudandır, ne batıdan: iki âlem de onunla onarılmıştır,
Gök de onunla diridir, yer de: güneş, onun bağışıyla parlar, ışık verir,
Gök, Ay, yıldızlar, onun yüzünden dönerler: onun işleri yüzünden halkın başı dönmüştür,
Şu hâlde delille de, anlatışla da apaçık belli ki dünyânın canı, velîlerdir,
 5540, Gök, insanların bedenlerinin üstünde: gök dilenen, istenen: insanların bedenleriyse onu
 dileyen, isteyen,
Bunun aksine erenlerin nıhları,binlerce âleme, binlerce göğe hâkim: melekler bile onlara gıpta etmekte,
Gökler, onların buyruğuyla dönüyor: istemezlerse onları dürüverirler onlar,
Onların herşeye güçleri yeter: dervişler hâkimdirler, Allah naipleridir onlar,
Suretleri küçücektir, arıktır ama canları büyüktün yücedir,
Güneş, bir zerrede gizlenmiştir: deniz, bir katrede yürür - gider,
Yüzlerce deniz de senin küçücük iki gözünün nuruna sığmıyor mu?
Aparı nur, o küçücük yerde coşup dalgalanmada,
Dalgalan göğe yücelmede, dağları, ovaları, çölleri kaplamada,
A bilgili er, denize benzeyen o nur, senin küçücük gözüne sığarsa
 5550, Rabb'in inâyetiyle denizlerin, bu kalıba sığmasına şaşılır mı ki?

CXXII
Evliya ve onların içyüzdeki saltanatları, neliksiz -niteliksiz ruhlarının güzelliği, duygu gözünden gizlidir; o
saltanatın, o güzelliğin, görünen şeyler gibi bedeni, şekli yoktur, gizli kalmıştır; âlemin görünüşteki varlığı, onların
içyüzdeki âlemlerinden bir zerredir, Çünkü bu görünen dünyâ, duyguyla anlaşılır, pek korkunç, pek büyük ve
güzel görünür ama onların iç âlemlerinden bir zerre, duyguyla bilinip görünseydi, âlem, küçücük, hor - hakıyr
görünürdü, Netekim, akıl, duyguyla bilinseydi, gözle görünseydi, aydın güneş, geceden daha karanlık
görünürdü; ahmaklık, duyguyla anlaşılsaydı, karanlık gece, gündüzden daha aydın görünürdü demişlerdir,
İnsan, suretten ve anlamdan, Şeytanî ve Rahmanı sıfatlardan meydana gelmiştir; soluktan suluğa, içinden,
cennet hurileri, cehennem şeytanları baş çıkarır, yüz gösterir; böylece de hangi damarı, hangi sıfatı üst olursa,
hangi suret, ona daha uygunsa insan, ona rağbet eder de kıblesi, sevgilisi o olur hâsılı sonunda onun tıpkısı kesilir de
onunla kopuşur,

Evliyanın nuru belirseydi gök de rezil olur - giderdi, yer de,
Gökle yer pek küçük, pek önemsiz bir hâle gelir, hamur çanağındaki kıla dönerdi,
Demişlerdir ki: Akıl görünseydi, gökteki güneş, gece gibi simsiyah olurdu,
O tertemiz, güzel mi güzel nurun karşısında pek kara, pek yoğun görünürdü,
Ahmaklık da beden gibi görünseydi, ona karşı gece, gündüze dönerdi,
O denizin karşısında da gökle yer, bir köpük gibi küçücük, önemsiz bir hâl alırdı,
Duygu gözüyle anlama bakmaya kalkışma; Hak'ta mahvol da dâvadan geç,
Can yoluna canla gidilebilir; o yola bedenle gidilebilir mi hiç?
Bil ki anlam ülkesinin ne sonu vardır, ne sınırı; görünüş, ona hem perdedir, hem engel,
 5560, Anlam kanadını aç, ayakla yürümeyi bırak: yerden - yurttan vazgeç, yersizliği ara da,
Anlam yüzünü gör; hayalden, dâvadan vazgeç - gitsin,
Anlam, gökteki güneşe benzer; sûretse Ülker yıldızı gibi hordur - hakıyrdır,
İyice bak, ikisi de sende; a üstün er, dikkat et bakalım, hangisi daha iyi?
Bilginler gibi daha iyi olanı seç de başına buyruk kesilenler gibi kötü bir hâlde kalma,
Sen buna sahipken ne diye haberin yok; ömrünü ne diye karşılıksız veriyorsun?
Kendini bil, nesin sen? Hor bir hâlde oturup kalma, pek yücesin sen,
Allah nuru, senin vücûdundadır; ne mutlu o kişiye ki Allah nurunu arar;
Pek lâtif olduğundan gizlidir o nur ama kendinin o nur olduğunu gene görür,
Kendini iyice tanıyan kişi, şüphe yok ki Tann'yı da tanımıştır,
 5570, Şeytana doğru koşa koşa - gidersen, gerçekte, şüphe yok ki osun sen,
Aksine, Rahmân'ı dilersen, işin sonunda yerin - yurdun, Allah'nm râzılığıdır,
Her soluğunda, içinden, kimi yüce bir suret görünmededir, kimi aşağılık bir suret,
Kimi melek görünmededir, kimi şeytan,, çeşit - çeşit, kimi ondan bir tecellî var sende, kimi bundan,
Hangisini seçersen, sonunda onunla hasredilirsin,
Hak sana isyan yolunu da açıkça göstermiştir, itaat, ibâdet yolunu da,
İstersen cennet ehlinin nurlu yoluna git; istersen cehennem ehlinin ateş yoluna,
Değil mi ki aslında, seçilmiş aşk yolunu tutacak güç - kuvvet yok sende,
Gönül ehlinin eteğine yapış da sana, ölümsüzlük sarayının kapısına varan yolu göstersin,
Arıksan kuvvet versin sana; zayıfsan, onunla geliş, 5580, Sana göz versin de göresin; seni, kitapsız üstâd etsin,
Onun bakışı şüphe yok ki kimyadır; onunla altın olursun, ayıbın kusurun kalmaz,
Kendi durağına doğru götürür seni, perdesiz olarak dostun yüzüne gösterir sana,
Onun sohbetini seç de o sohbetle hasta gönlün sağlığa esenliğe kavuşsun,

CXXHI
Şeyhin vesile olması, kılavuzluk etmesi, mutlaka lâzımdır; şeyhsiz Hakk'a erişmeye imkân yoktur, Olsaydı yüce Hak,
peygamberleri, şeyhleri göndermezdi, Pek nâdir olarak şeyhsiz yetişen de vardır ama şeyhle yetişen, daha olgun
olur, Bunun delili de şudur: Birisi hergûn, kırk kere yüce Allah'nın tecellîsine mazhar olurdu, sarhoşlukla da hâlini
halka söylerdi, Olgun biri ona, ersen dedi, bir kere de Bâyezîde git de onu gör, O, ben Bâyezîd'in Allahsının
tecellisine günde kırk kere mazhar olmadayım, ne diyegidecekmişim diye cevap verdi, Bu olay uzadı,
sonunda adam Bâyezîd'in yanma gitti, Bâyezîd'e bu malûm oldu, Korkunç bir ormandaydı Bâyezid; ormandan çıkıp
adamı karşıladı, Adam Bâyezîd'i görünce dayanamadı; hemencecik oluverdi, Çünkü o, Allah tecellîsine,
kendi gücü kadarınca mazhar olmadaydı; Bâyezîd'ın gücüne durağına göre tecelliye mazhar olunca hemen can
verdi, Ormandan maksat, Bâyezîd'in düşüncesi ve bilgisidir, O arayan kişi, kendi durağından çıkmasaydı, yüzbin
yıl geçerdi de gene onun yüceliğine, onun mertebesine erişemezdi, «İnsanlarla, onların akılları mikdârınca
konuşun, kendi aklınız mikdârınca değil» hükmünce Bâyezîd , o arayan dileyen kişinin görebilmesi ,
anlayabilmesi için kendi durağından indi,

Şeyhle sohbet, nafile ibâdetlerden yeğdir: onun zahmetinde bile rahmetler gizlidir,
Bilginin, ibâdetin sırrı da onun yardımıdır; onun bağışı denizdir, senin çalışmansa testi,
Şeyhin bakışı, cennetler, bilgi ve tanıyış elbiseleri giydirir çıplak kişiye",
Karada lütfeder, ihsanda bulunur; denizden inciler çıkarır da bağışlar,
Gözü Allah nuruyla bakar, görür: haşri, Allah Sûr'uyla neşir izhâr eder,
Tertemiz gönlü, Allah aracıdır; o araç, lûtfuyla senden görünse de onundur,
 5590, Dünyâda, velînin bedeninden meydana gelen iş, yüceler yücesi Rabb'inin emr
 âlemindendir,
Aşağılığın da, yüceliğin de yaratıcısı birdir: odur zaman içinde bulan isteyici,
Şeyhin bakışı, iki gözü de açar; iki âlemi yaratanın tecellîsine mazhar eder seni,
Senin ondan, her solukta elde ettiğini bir kişi, yıllarca uğraşsa elde edemez,
Kılavuzsuz giden, yol yitirmiştir; kumandanı olmayan ordu, bir iş yapamaz,
Kılavuzsuz yol alan, nefis perdesini yırtan kişi pek az bulunur,
Ama tuzaktan kurtulan o kişi de şu pişkinliğe karşı gene hamdır,
Nerde bahçıvanın diktiği ağaç, nerde kendi kendine biten ağaç;
Bunun meyvası acıdır, öbürünün tatlı; bu koruğa benzer, öbürüyse olmuş incire,
Şeyhsiz giden de iyidir ama şeyhle yol alan, ondan daha da iyi,
 5600, Burda şu hikâyeyi dinle de ondan yeni bir sırra ulaş,
Birisi, sarhoşlukla halka dedi ki: Bedenimle şu aşağılık yerdeyim ama,
Canım gökten de yüce; çünkü* boyuna Halc'la buluşmada,
Sınıkları onaran Allah, her gün, geceye dek tam kırk kere bana tecellî ediyor,
Allah sırrından haberdâr olan biri orta, güzellikle dedi ki:
Bir kerecik de Bâyezîd'e git de onu gpr, böylece de Allah'ya ulaşanlar katında seçilmiş erenlerden ol,
Adam inkâr etti de geç bu sözden dedi; ben perdesiz olarak Hakk'ı görmedeyim,
Allah'ya ulaşmışım, sen ne söylüyorsun? Benim işim tamamlanmış, ne arıyorsun benden?
O kişi, tekrar ona cevap verip sen dedi, Şeyh Bâyezîd'in yanına koş;
Azizim, bir kerecik onun yüzünü görmen, daha da iyidir sana; aklını başına al;
 5610, Öğüdümü tut da haberdar ol; bu, Allah tecellîsine kırk kere mazhar olmandan yeğdir,
Aralarındaki bu konuşma uzadı; nihayet o adamı niyaz yoluna çekmeyi başardı,
Adam, canla - başla onun sözünü kabul etti; Bâyezîd'in bulunduğu yere doğru yola düştü,
Bâyezîd, bir ormandaydı; Allah'yla dost olmuştu, onunla düşüp kalkıyordu,
O adamın hâli; kendisine malûm oldu; gözü gören kişiden birşey gizlenebilir mi?
O şeyh, ormana yaklaşınca eşsiz Bâyezîd, o tek er, ormandan çıktı,
Çünkü onun hâlindeki zayıflığı, ormana giremeyeceğini biliyordu,
Arslanlarla dolu olan öyle bir ormana bir tilki girebilir de orda dolaşabilir mi hiç?
O arayan kişinin helak olmaması için ormandan çıkması gerekti,
Ormandan çıkıp yüzünü gösterince, konuşup görüşmeye vakit kalmadı;
 5620, Şeyh ona bir baktı; bakar bakmaz da o adam dayanamadı, hemen can verdi,
O dileyen er öldü, cansız bir hâlde yere serildi; evi yıkıldı, yıkıntıyı da sel götürdü,
Bâyezîd'i görecek gücü yoktu onun; seher vaktinin harareti, kuşluk çağına benzer mi?
Ona da Hak tecellî ediyordu ama, gücü ne denliyse o denli tecellî ediyordu,
Bâyezîd'in gücü kadar tecellî edince, Turdağı gibi tecellî nuruyla yarılıp parçalandı;
O dağ gibi zerre - zerre oldu; ondan ne bir renk kaldı, ne bir koku,
Öyle bir ölümle yeniden dirildi; hem de muradına ererek ebedî hayâta kavuştu,
Halk da Allah tecellîsine erer ama velîler gibi nerden erecek?
Sonra her seçilmiş velî de Allah tecellîsine, manevî yakınlığı kadar erer,
Mustafa, Cebrâil-i Emîn'e Hak yolunda eş olmadı mı?
 5630, Ama Mi'rac gecesi, Arş'ın ötesinde, hiçbir şeyin bulunmadığı yerde, aralarında iki yay kadar, belki de daha yakın
bir mesafe kalınca,
Cebrail orada kaldı: Ahmed ona, beri gel:
Beni bu yana sen, çağırmadın mı: ne engel var, niçin yoldan kaldın?
Bu yolda elçiydin bana: neden geri kaldın, söyle bana, ne oldun deyince,
Cebrail, a benim canım dedi, benim gidebileceğim sınır burası: durağım burası benim, burdan ileriye
gidemem,
Bir parmak ucu ileriye ayak basarsam yanarım: bu sözü eksiksiz, fazlasız kabul et,
Bundan sonra gitmek sana düşer: çünkü tümden can oldun, bedenin kalmadı
Her velî Allah tecellîsine mazhar olur ama bu mazhariyet birbirinden çok üstündür,
Anlamak için Kur'ân'dan «Bâzılarını dereceler bakımından bâzılarına üstün ettik, yücelttik»
âyetini oku,
Bâyezîd'in nuruyla ölen, aradığını ölümünden sonra buldu,
 5640, Canını - başını şeyhine veren, ölümsüzlük âleminde yücelir, baş kesilir,
Bâyezîd'in ormanı, ruhanî ormandı: arslanla, kurtla, hayvanla dolu orman değil,
Ormandan maksat, bilgileridir onun; o orman ağaçlarının dallan, yaprakları, meyvaları, daimî diri
olan Allah'dan yeşerip gelişir,
Oturup kendi düşüncesine dalsaydı, aklın ayağı mı basabilirdi o ormana?
Kendi hallerinden çıktı da dileyen, onunla uzlaşabilsin diye,
Dileyenin hâlince söz söyledi: kendini, onun tahammül edebileceği nıikdarca ona gösterdi,
Bütün bu ihtiyatlara riâyet ettiği hâlde gene de o kişi takat getiremedi:
Hemencecik yok oldu, can verdi; pilisini - pırtısını sevgilinin diyarına taşıdı,
Onun değerince göründü ama adamcağız dayanamadı: o şarabın bir
yudumcuğuna tahammül edemedi,
Çünkü o güzelim şarabın bir yudumcağazı, yüz testi, yüz küp şaraptan daha
fazla tesîr eder,
 5650, O şarabın bir yudumcağzı bile bu kadar tesîr ederse artık sen, azını azımsavıp da hor görme,
Ormana bir zerrecik ateş düşse, ağaçların ne köklerini, kor, ne dallarını - yapraklarını,
Bir zerre, bir âlemi yok ederse, aldanıp da onu hor görmeye, küçümsemeye kalkışma.
Değinilen taşı yüz batman ağırlığında olsa, bir dirhem ağırlığındaki lâ'l, değer bakımından, ondan ağırdır,
Yüce kişiler, az bile olsalar çok sayılırlar;aşağılık kişiler,çok olsalar da ne çıkar, değerleri nedir ki?
Görünüşte dağ gibi büyük, iri, sarp kayalar vardır ki
Küçücük bir lâ'l, onlardan üstündür, değerlidir; ona karşı büyüklükleri görünmez bile,
Şu hâlde bön kişiler gibi görünüşe kapılma; can gözünü aç da gör, anla,
Velîden doğan birkaç sözceğiz, binlerce hitaptan üstündür,
Yıllarca söz duysan, onun vaazından duyduklarına bir söz bile katamazsın,
 5660, O, azacık söz söyler ama gizli sırrı açar sana: onun o az sözünün biri bile, öbür sözlerden yeğdir,
Demek ki çok olan budur, söz bakımından çok olan değil: asıl bu söz pek çok görünmededir, pek değerlidir,
Anlam âleminde de bu böyledir; az, çoktur da çok, azdır,
Bir adamda, öyle bir hâl vardır ki gece - gündüz, tenhâda, kalabalıkta o adam, hep o hâldedir,
Birisi de iki günde, üç günde bir aşk ateşine düşer, yanar - erir,
Gerçi bu azdır, oysa çok, ama sen değerine bak da sayıdan vazgeç,
Seni bir tiken bo\oına dalaşa, yahut bir kedi tırmalayıp yaralasa,
Bir defâcık da yılan soksa, bu, öbüründen pek üstün, pek fazla birşeydir,
Yılanın sokması azdır ama çok sayılır; tikenin dalaması çoktur ama buna göre önemsizdir,
Kâfir, canla - başla ibâdet etse, bir ânını bile namazsız geçirmese,
 5670, Mü'minin arada bir ibâdeti, Allah'yi anısı, Allah katında, kâfirin ibâdetinden yeğdir,
Bu, bir örnektir, onun dengi değil: bunu bil de bu örnekle öbürünü de anla,
Velîlere de böyle bak, onları da böyle gör; gözünü aç, bu hususta şaşırma,
Az birşey, bire nispetle pek çoktur; tikenin dalaması, yılanın sokmasına karşı hiçbirşey sayılmaz,
Allah hası olan velînin bir duası, binlerce duadan daha değerlidir,
Sözde beliren bu fark, söz bakımından değil, hâl bakımındandır,
Söz, hâlden doğar; hanı yelden ovanın tozuması gibi,
Suretlerde gördüğün her ayrılık; iyice dikkat edersen görürsünki anlamdan belirmektedir,
Denize benzeyen sözsüz hâllere gelince: Onlar, Abdâl'in gönüllerinde gizlidir,
Hepsi de güzeldir, dengelidir ama değerleri birbirinden üstün
 5680, Herbirinin ayrı bir durağı vardır: biri bal gibidir, öbürü şeker gibi,
Biri güneşe benzer, öbürü Ay'a; biri buyruk yürütür sanki, öbürüyse asker,
Birinden sana bir hâl gelir ki öbüründen, yüzyıllar geçer de o hâli bulamazsın,
Bu, seni bir bakışta görür bir hâle getirir; istersen anadan doğma kör ol,
O, gözünün ağrısını ilâçla iyileştirir; buysa sana, ilâçsız iki göz bağışlar,
Bu, hasta bedenden illeti giderir; oysa Sûr üfurülmüş gibi ölüyü diriltir,
O, kaabiliyeti olanları ilâçla iyileştirir; buysa kaabiliyeti olmayanlara bile yüz can verir,
Mümkün olan herşey, onun elinden gelir; buysa mümkün olmayanı bile kolayca yapıverir,
O, dilediğini yapar; Mesîh gibi ölüye can bağışlar,
Ama bu, pek nâdirdir, az bulunur; bunu yapan, velîlere, kutuplara kıble
kesilmiştir,
 5690, Bu kudret, Tebriz'li Şems'te vardı;ondan başkaları, bu çeşit yardımda bulunamadı,
Ey ümidini kesmiş kişi, beri gel, suçu, hatayı hiç düşünme,
O, seni bütün suçlardan arıtır; ihrama büründürmeden hac sevabı verir sana,
Bunu iyice bil ki arılık - duruluk dünyâsında Allah velîleri, Allah haşlan
Vardır ki aralarında, ululuk bakımından, batıyla doğu kadar fark var,
Biri Süleyman'dır, öbürü karıncaya benzer; bu Ülker yıldızıdır, öbürüyse güneş,
Aklını kullanırsan bunun sayısız örnekleri vardır,
Geri kalanlarını da bununla kıyasla; yalnız sâkıylik edeni hep bir bil,
Cansızlarda da bu mertebeler var; biri değerce üstün, öbürü aşağı,
Toprakla taş, bakırdan çoktur; bakır da gümüşten, altından çok,
 5700, Gümüş de altından, altın, lâ'ldan, inciden fazla,
Daha az olan, değerce daha fazla; sen anlama bak, suretlerden geç,
Değerce üstün olan azı ara; değersiz çoğu bırak,
Akıllı biriyle bir soluk konuşmak, bilgisizle yüzyıl konuşmaktan yeğ,
İncinin cürmi küçücüktür ama o, binlerce büyükten üstündür,
Para - pul, sayıca çok olsa bile inciye karşı değersizdir,
Evliyanın mertebelerini de böyle bil; altınla mercan gibi hani,
Bu sözler de nâdirdir, bulunmaz sözlerdir; bunlara hiç kimsecik, ne son buldu, ne bitim,
CXXIV
Bâzı velîler ünlüdürler, tanınırlar, bâzılarıysa gizli, Gizli olanların mertebeleri, bilinenlerden üstündür, Bunun içindir
ki büyük veliler dâima o gizli erenlerden birini bulmak isterler, Peygamberlerde de bu istek vardır, Musa ve Hızır'ın
hikâyesi, Kur'ân'da anılmıştır; ikisine de selâm olsun, Mustafâ'nın, selâm ona, gerçek bir surette, aşkla «Ah,
kardeşlerimle buluşsam» demesi, yalvararak yüce Hak'tan bunu istemesi, Yüce Hakk'ın, haslarından biri sana
gelecek buyurması, Selâm olsun, Mustâfa'nın bunu, Allah ondan razı olsun, Ayişe'ye, Allah haslarından biri kapımıza
gelecek evde bulunmayabilirim; onu ağırla, gönlünü al, ben gelinceye dek evde konuk et; bu, ona güç gelirse, bunu
kabul etmezse, hiç olmazsa, ne kadar mümkünse, o derecede, onun şeklini, kıyafetini belle de geldiğim zaman
bana anlat; çünkü onların şekillerini, kılıklarını duymakta da büyük fayda var buyurması,

Orta derecede bulunan velîler meşhurdur; tek, eşsiz velîlerse gizlidir,
Onların koruyucusu, Allah gayretidir; o yüzden de gözlerden gizlidir onlar,
 5710, Hiçbir şeyh yoktur ki onlarla buluşmayı istemesin Allah'dan,
Allah, bu istek karşısında, isteyene binlerce bağışta bulunur da buna dâir bir istekle dudaklarını açma buyurur,
Der ki: Benim güzellerimi kimse göremez; görürse de o solukta yok olur - gider,
Kulların sevdikleri güzeller, yaratılmış kimselerdir; birkaç günceğiz için geçici sevgililerdir;
Öyle olduğu hâlde âşıklar, onları gizlerler; herkesin, onların yüzlerini görmesini istemezler,
Geçici aşkta bile kıskançlık olursa artık ey bilen kişi, sen öbürünü bununla kıyasla da,
Allah'nın gayreti nicedir; kendi güzelini nasıl gizler anla,
Muhammed, peygamberlerin padişahı, kutlu, halkı doğru yola götüren, yollara kılavuzluk eden değil mıydı?
Ayişe'ye dedi ki: Ben Allah hassıyla buluşmak için dua ettim;
Bir hayli yalvarıp yakardıktan sonra Allah duamı kabul etti,
 5720, Has kulum buyurdu, lütfedip kapma gelecek diye vaatte bulundu,
Olur ya, ben burda bulunmam, sen onun hâlini - tavrım, kılığını - kıyafetini iyice belle,
Gerçeklikle eve çağır onu; çünkü o, aşk kaynağının özünden gelmededir,
Kılığını - kıyafetini, şeklini - hâlini iyice gönlüne nakşet de ben gelince o dervişi bana anlat,
O geldiği zaman Peygamber, mescidde, namazdaydı,
Mustafa'nın kapısını çaldı: o Allah huyuyla huylanmış olan, o bizi isteyen padişah nerde dedi,
Ayişe kapıya geldi, niyaz ederek binlerce iltifatta bulundu, ağırladı onu, Padişahım dedi, bir soluk içeriye gir de
seni perdesiz göreyim, O, hayır dedi, a hanım, işim var: sen selâmımızı söyle ona, Ayişe, şeklini, kıyafetini,
ağzının, gözünün, kaşının biçimini belledi,
 5730, Rasûl mescidden dönüp evine, dinlenmeye gelince,
Evden onun kokusunu aldı: Âyişe'ye, tez söyle dedi;
Onun şeklini, kıyafetini anlat da gönlüm, canım, kayıttan kurtulsun,
Ayişe, onun şeklini, kıyafetini anlatınca Ahmed'in gözyaşı, ırmak gibi aktı,
O hoşlukla kendinden geçti; deniz gibi coştu - köpürdü,
O kendinden geçişten sonra kendine geldi; katresi, sırlarla dolu bir deniz kesildi, Dilinden sırlar akmaya
başladı; duyan, o nurlara gark oldu - gitti,

CXXV
Selâm ona, Mustafâ hergün, güneş batarken şehrin dışına çıkar , yüzünü Yemen tara fına döndürür , «Ben
Yemen'den Rahman kokusunu duyuyorum» buyururdu; o kokuyla aşk oyununa girişir, coşar, o hoşlukla
kendinden geçer, başını sahabeden birinin dizine kor, uyurdu, Bundan ötesini söylememe izin yok, «Arife bir
işaret yeter,» «Evde kimse varsa bir tek söz de kâfi,» Allah rabmet etsin, Cüneyd, yalnızken, yüce Hak'tan bir
makam diledi, O makam, yüz çileyle de elde edilemez; ama filan şehre, Ahmed-i Zındıyk'a git; onun yüzünden
muradına erersin diye cevap geldi, O şehre gitti, ama gönlü, Ahmed-i Zındıyk diye sormaya razı olmadı:
Ahmed-i Sıddıyk şehrin neresinde diye soruşturmaya koyuldu, Yıllarca başı dönmüş bir halde gezdi,
dolaştı, onun belirtisini bulamadı, Sonunda gücü - kuvveti kalmadı; Ahmed-i Zındıyk diye sordu, Yerini
gösterdiler, Onunla buluşunca Ahmed-i Zındıyk, beni bulmak için evinden çıktığın
zamandan beri bütün ahvâlinden haberdârım hâline lâyık nasıl bir söz söyleyeyim dedim, bunu düşündüm;
düşündüm ama hiçbir söz bulamadım, Çünkü benim
sözüm pek büyüktür; iyisi mi, yolu şu: Kalkayım, senin önünde bir çark atayım; sen de benim yüzüme bak; muradına
erersin dedi,

Gene o, zamane ehlinin uydukları er, Yemen'den Üveys'in kokusunu koklardı,
Her solukta yüzünü Yemen'e döndürür, onun vasfını dile getirirdi,
Ahmed'in çekişi, onu da çeker - dururdu; çünkü o da onun kokusunu duyardı,
 5740, Fakat bir anası vardı, erenlerdendi, gitmesine ondan başka bir engel yoktu,
Üveys, Rasûl'ü görmeye gideceği zaman o Allah makbulü kadın onu men'ederdi,
Yalnızken de, herkesin yanında da ona, oraya gitme, bana hizmet et;
Bana hizmet etmen, Peygamber'le buluşmayı istemenden yeğdir diye öğüt verirdi ona,
O da anasına hizmet eder - dururdu; çünkü o kadın, Allah haslarındandı,
Anası dünyâdan göçünce anlamla dolu Üveys, Rasûl'ü görmeye yola düştü,
Mekke yörelerine varınca halktan Mustafa'nın göçtüğünü duydu,
O özlem çeken, sahabenin yanma vardı; onlarla buluştu,
Sahabe onun yalvarışım gördü; hepsi de onun hâlini - hatırını sordu,
Sözlerini bellediler, hâli - ahvâli nedir, öğrendiler,
 5750, Birisi ona, bunca yıldır ne diye gelmedin, neydi ahvâlin dedi,
O, anam ihtiyardı, güçsüzdü; onu o halde bırakamazdım diye cevap verdi,
Sahabenin bu söze gülesi geldi; gizli sırdan haberleri yoktu ki,
Herbiri, biz dedi, babamızı, anamızı Peygamber'in uğrunda öldürdük,
Âşık kişi dinle de gör, ne diyor; insan sevgiliyle buluşmayı böyle arar, böyle ister,
Onların kendini alaya aldıklarını anladı; onlara öfkeyle baktı da Peygamber'in hâlini - şanını
 sordu; herbiri çeşit - çeşit söyledi,
Biri boyunu anlattı; yüzünü, gözünü, başını vasfetti,
Öbürü, anlatışını, bilgisini söyledi; öbürü, güzelim huyundan, hoş sıfatlarından bahsetti,
Bir başkası, mucizelerinden, Ay'ın bölünmesinden söze koyuldu; bir ötekisi de
geceleyin göğe ağmasını,
 5760, Yeryüzünden yedi kat göğe yücelmesini anlattı; bir ötekisiyse Allah'ya yakınlığından,
 Allah'yla buluşmasından söz açtı,
O, bunlar dedi, Peygamber'in vasıfları değil; bana Peygamber'in canından, özünden haber verin,
Hepsi de, biz dediler, bildiğimiz kadar söyledik; gücümüz yettiği kadar anlattık sana,
Sen bizden iyi biliyorsan çabucak söyle; ağır davranma,
O, içim dedi, sözle, incilerle doldu; herkesin gönlünü şirkten anlayım,
Peygamber'den bir belirti söylemeye, o iki cihan padişahının sırrından bahsetmeye niyetlenir
 niyetlenmez,
Daha söze başlamadan, onlara öylesine bir nur vurdu ki hepsi de o sevinçle kendisinden geçti,
Sarhoş bir halde yere yıkıldılar; akıllarını da yele verdiler, fikirlerini de,
Hepsinin de varlığı tümden yanıp eridi; Ay yüzünden bulut çekildi,
Varlıklarından yokluk yöresine at sürdüler; gönüllerinin kanatlarından tozu - toprağı silktiler,
 5770, Yüz yıllık yolu bir anda, o alanda alıp aştılar,
Hepsi de can denizinin dalgıcı kesildi; hepsi de halka inciler saçmaya koyuldu,
Hepsinin araştırması bir başka şekle döndü; hepsinin gözlerinin ışığı arttı,
Hepsi, ayrılık âleminden buluşma diyarına erdi; parça - buçuktular, tümü de asıl kesildi,
Hepsi yıldızdı, Ay oldu; hepsi kuldu, padişahlığa erdi,
Önce ümmetti onlar; sonunda herbiri, seçilmiş bir halîfe oldu - gitti,
Böyle bir hâl, Cüneyd'in de başına gelmişti; o gerçek er çiledeydi,
Çok binlik, çok yüce bir hâle ermek için yalvarış kemendini atmadaydı ki,
Allah'dan apaçık bir ilham geldi; apaçık harfle, sesle duydu ki,
Ona, böyle bir hâle ermeyi istiyorsan deniyordu, bil ki çalışmakla - çabalamakla elde edemezsin
 o hâli,
 5780, O hâle ancak olgun bir padişahla sohbet yüzünden erebilirsin,
A gerçek er, filan şehre git, Ahmed-i Zındıyk'ın yerini - yurdunu sor;
Onu bulursan muradına erersin; bu yorgunluktan, bu zahmetten, savaştan kurtulursun,
Cüneyd, bunu işitince Allah buyruğunu canla - gönülle tutup yola düştü,
Derdine derman bulmak için koşan haber çavuşu gibi yürümeye koyuldu,
Arayan bulur denmiştir; o da Ahmed'in bulunduğu şehre doğru koşmadaydı,
O şehirde her yana gitmede, onun sevgi tohumunu canının içine ekmedeydi,
Ama gönlü ona zındık demeye razı olmuyordu; Ahmed-i Sıddıyk diye soruşturmadaydı,
Kimdir burda o kişi diyordu; ama kimsenin ondan haberi yoktu; tundan tuna aradı - durdu ama
 bulamadı,
Başı dönmüş bir hâlde bir aya yakın bir müddet aradı, döndü, dolaştı;
Sıddıyk'ten hiç kimse bir nişan vermedi - gitti,
 5790, Nihayet âciz oldu da beni dedi, gönlümü alan sevgiliye kavuşturmayan edepten bezmişim,
Ahmed-i Zındıyk nerde, ne biçim adamlardan diye sormaya başladı,
Birisi, dur dedi, hemencecik yerini - yurdunu haber vereyim sana,
Nerde oturduğunu, evini ona tarif etti; o da muradına erişmek için oraya vardı,
Kapıyı vurdu; Ahmed, gir dedi, a bilgili kişi, zâti senden gaafil değilim,
Uğradığın hâllerin, geçirdiğin olayların hepsini de biliyorum; hiçbiri gizli değil bana,
Hani Allah'dan o hâli istemiştin de, Allah, ona kavuşmayı nâsib etmemişti sana;
Lûtfundan, kereminden, seni o durağa ulaştırmam için bana havale etmişti,
Şunu bil ki o andan, böyle bir kulluğu dilediğin zamandan beri Sana birşey söylemeyi aklımdan - fikrimden geçirip
duruyorum;
Ledün bilgisine dâir ne biçim söz söyleyeyim diyorum;
 5800, Ama canına huzur verecek hiçbir söz hatırıma gelmedi,
Sözüm, hâline uygun değil ki özetleyip de birşey söyleyeyim,
Ama karşında bir çark atayım da o sır, sana keşfolsun,
Gözün yüzüme düşer - düşmez hâlden hemen haberdâr olursun
Dilediğini elde edersin; şimdi uzak olduğun yakınlık âlemine erersin,
Onun önünde birkaç çark attı; o da bu semâ'ı görüp dilediğini buldu,

CXXVI
Ehli olmayana sır söylemek doğru değildir; çünkü bu, ona ziyan verir, Her sözün bir sırrı, her sırrın da başka bir
sırrı vardır, Sözü bilen, ama sözdeki sırrı bilmeyen kişi, çaresiz eğri yola düşer, Sır da sırrın sırrına karşı, söz
gibidir, Sırrın sırrını bilmeyen kişiye sır, ziyan verir, Bu yüzdendir ki, selâm ona, Musa'dan birisi, insana
alışmamış hayvanlarla kuşların dillerini öğrenmek istemişti de Musa, ondan men'etmişti bunu; Süleyman
gerek ki demişti, kuşların dilini bilmek, ziyan vermesin ona; bunu öğrenmek, öldürücü zehirdir sana, O, gene
yalvarmaya, Musa, engel olmaya koyulmuştu, Bu istek vebu cevap, haddi aşınca adam, Musa'ya, hiç olmazsa
demişti, bahçede, kapı dibinde bulunan horozla köpeğin dillerini öğret de mahrum dönmeyeyim, Musa, onların
dillerini öğrenince neler olacağını görüyordu da men'ediyordu; fakat ne kadar men1
 ettiyse mümkün olmadı;
adam, Musa'nın öğüdünü kabul etmedi; sonunda bu iki hayvanın dillerini ona öğretti ve iyice bil ki dedi, bu bilgiden
ziyana düşeceksin,

Bu çeşit anlamı ince, derin hikâyeler çoktur; bunlar, bilgili kişi tarafından sevilir, istenir;
Fakat böyle hikâyelerden, işin sırrını bilen kişi hisse alır;
Bunlardan, herkese faydalar erişir; bunlar, herkesi, dilediği şeye götürür,
Bunlar, can kuşuna binlerce kanat verir de o kuş, melekten de daha yücelere uçar,
 5810, Ama o kapıyı bilmeyen kişi de, körlüğünden kuyuya düşüverir,
Öyleyse bilmeyenlere, gönlündeki sırrı açma, dilini düğümle,
Her cansıza gönül sırrını söyleme; çünkü cansız, bu yüzden ıztırâba düşer, çırpınır - durur,
Onu dinlemek, duymak, öyle ziyanlar verir ona ki dille anlatılması mümkün değildir,
Herkesin, sırları duymaya kaabiliyeti yoktur; hür kişiler, sırları câhillerden gizlerler,
Nasılsa ona bir sır söylerlerse, o ahmak, onu kimseden gizleyemez;
Ondan fayda elde edemez; sonsuz, sayısız ziyana düşer,
Sırrın da çok gizli bir sırrı vardır ki o, altın kesintisidir, buysa mâdene benzer,
Sırrın sırrını bilmeyen ahmak, onu duyunca yolunu yitirir,
Sırrın hükmünü bilemez; çünkü sırrın sırrını anlayamaz,
 5820, Onu bilip anlamak, onun işine yaramaz; çaresiz gerçek yolda eğri yürümeye koyulur,
Sırrın hükmüne aykırı hareket eder; böylece de ondan mahrum olur - gider,
Onun kılıcıyla kendim yaralar; gönlünü de, canını da cehenneme sürükler,
Kendisine bir cehennem düzer - koşar; bilgisizlikten sırrın sırrını da yitiriverir,
Böyle kişi, sırrı bilmezse, orucuyla, namazıyla hayır ve ihsan sahibi olur, onlardan hayır görür
Demek ki ona aciz, itaat, ibâdet yeğdir; itaati, onu rahata kavuşturur,
Ayağını kilimine göre uzatan, pilisini - pırtısını Kelîm'in yanına çeker - götürür,
İki elini duaya açar; yüzlerce yalvarışla kulluğa koyulur,
Acizce işe sarılır; sonunda da yaralanıp berelenmez,
Güç - kuvvet sahibi olmak, bilgisiz kişinin harcı değildir de Allah, onun için herkese vermemiştir,
 5830, Çünkü güç - kuvvet, elde silahtır: bilgisiz kişiyse onunla kendini öldürür,
Ama aklı - fikri olan kişi, kılıçla savaşa girer: düşmanlara saldırır,
Yaşamaması gerekeni öldürür, yok eder, paramparça doğrar; çaresize çâre bulur,
Herşeyi lâyık olduğu yere kor; düşmanları, düşmanca dileklerine bırakır,
Ne yapılması gerekse onu yapar; cihanda zahmet, fitne bırakmaz,
Âlemi lûtfuyla onarır: bütün iyi kişiler, onun yüzünden muratlarına ererler,
Allah, mü'minlere güç - kuvvet vermiştir de işleri bilerek yaparlar,
Onların yüzünden herkes rahata kavuşur; güçlerini, kullukta bulunarak hayra harcarlar,
Ama o gücü - kuvveti kötü kişiler elde ederlerse küfrü, isyanı arttırırlar,
Güç - kuvvet, orda tümden rahmet olur, buraya gelince de zahmet kesilir,
 5840, Birisi Kelim Musa'ya, senin dedi, gerçekliğinde hiç şüphe yok,
İki kulağımı da şüpheden arıt ey iki âlemde de akla gerçeklik bağışlayan'"",
Süleyman gibi Allah'ın bağışıyla bana dilleri bellet de,
Herkesin ne dediğini arılayayım: kuzgunun, akbabanın söylediklerini bileyim,
Bütün kuşların dillerini öğreneyim: Süleyman'ın elde ettiğini elde edeyim,
Bütün kuşların dilleri malûm olsun, sırları gizli kalmasın benden,
Adama alışmamış hayvanların, şeytanlarla perilerin söyledikleri nedir; güzelim
ceylan ne diyor, ne nağmelerle nağmeleniyor:
Bütün bunları bileyim de can kuşum kol kanat açsın,
Böylece de Allah'ın, cömertlikle, vergiyle, bağışla,
Yeryüzündeki bütün inananlardan, esenliğe erişmiş tertemiz dilek sahiplerinin hepsinden,
 5850, Bütün halktan, yardımlarıyla, lûtfuyla o ihsan sahibinin, beni seçtiğini anlayayım,
Musa ona dedi ki: Vazgeç bundan; Allah'ndan din yolunu iste,
Oğul, sana fayda verecek şeyi, meyva yiyeceğin fidanı ara da
O ölümsüz dünyâda diril, şu ölümlü, geçip gidici dünyâdan kurtul,
Karanlığını tümden nûrlandır: ondan sonra da boyuna sevinçle yaşa,
Küfrün, şirkin, tümden îman kesilsin; sapıklıktan, nankörlükten kurtul,
Aklın varsa bunu iste: öbür istekten vazgeç; çünkü o istek, pek kötüdür,
Adam yalvardı, yakardı; Allah için dedi, ne olur, benim için dua et de bunu iste,
Senin işin - gücün lûtuftur, Keremdir; bu kuldan çekinme, dinle sözünü,
Musa gene ona, vazgeç bundan dedi; bu dilek, korkulu, tehlikeli bir dilek,
 5860, Bundan bir fayda elde edemezsin; hattâ bu, sana binlerce ziyan verir; yum ağzım,
O adam ayak diredi; inadından, Musa'nın eteğini bir an bile elinden bırakmadı,
Ona birçok yalvardı; gözyaşları döküp ağladı - sızladı,
Bu yakarış sırasında, a kılavuz dedi, evde, kapımızda bir horozla bir köpek var,
Hiç olmazsa bu ikisinin dilini öğret bana da anlayayım, bu yüzden sevineyim,
Bu kadarını olsun esirgeme benden; güneş gibi, yüzünü bulutsuz göster,
Süleyman, her mahlûkun dilini, sırrını bilmiyor muydu; bu lütuf, aşağılık bir kişiye de nasîb olsa
 ne çıkar?
Onun nail olduğu sırlardan bir - ikisini bana da bağışla da yüzümü Hakk'a yönelteyim,
A yüce kişi, a varlığın övüncü; cömertliğinle bir ıslaklığı deniz hâline getirirsen ne olurki?
Onun denizinden bir katrecik içersem, onun ihsanından bir zerre elde edersem,
 5870, Pek sevinirim, şükrederim; şarapsız, kadehsiz, mezesiz sarhoş olurum,
Musa, onun için Hak'tan dilekte bulundu; o kaltabanı sevindirdi,
Musa'dan kolayca dileğini elde etti; önünde yere baş koyup ayağa kalktı,
O ahmak, evin yolunu tuttu; ama o bağışın sırrından haberi bile yoktu,
Hâsılı o yolu tutup gitti ama baş aşağı da kuyuya düştü,
Sırrın, yerinde, adamına göre iyi olduğunu, ama ona lâyık olmayanın can
düşmanı bulunduğunu bilmen, anlaman için oldu bu iş,
Her aşağılık kişi, nerden sırra lâyık olacak? Kötü, alçak kişiye iyilik etmeye gelmez,
Ahmak, sırrı anladı mı, bilgisizliği artar; yokluğa düşer, yok olur - gider,
O sır, öldürücü zehir olur da onu öldürür; sapıklık yoluna çeker onu,
Adam, sabahleyin evinden, bir parça ekmek almak için çıkınca
 5880, Köpek ekmeği kapmak istedi; hergiin olduğu gibi ekmeği yemek kaydına düştü,
Derken horoz seğirtip ekmeği kaptı; köpek bu işe bozuldu da,
Ona, a zâlim dedi, sen her solukta yüzlerce yem yemedesin,
Bilirsin ki ben yem yiyemem; ne diye ekmeğimi kaptın benim?
Benim nzkım, gıdam ekmek; onu da sen kaptın; benim derdime derman nedir şimdi?
Horoz ona, a yoksul dedi, sana hoş gelmedi mi bu? Bu yüzden gam yeme;
Yarın ev sahibinin atı sakatlanacak, ondan iyice yer, semirirsin; sözümü dinle,
Ev sahibi bu sözü duyunca atı sattı; yüzü, ferahından Ay gibi parladı,
Ziyandan kaçındım, böyle bir mihnetten, böyle bir dertten kurtuldum diye sevindi,
Ertesi günü köpek horozu görünce konuşmaya başladı; bir hayli konuştular,
 5890, Köpek, artık yalan söyleme de canla - başla doğruya koş;
At ölecek demedin miydi? Yalanından gönlüm pek incindi dedi,
Horoz, hayır-hayır dedi; ben ancak doğruyu söyledim; bu yolda doğrudan başka bir yola sapmam,
O, hemencecik atı sattı, kendini gamdan kurtardı,
Derdi başkasına savurdu; düzen - hîle bayrağını yüceltti,
Kendini ziyandan kurtardı; başkasını ziyana attı,
Ama bu eğrilik tersine döndü; bu, din yolunda, onun ziyana düşmesinin ta kendisi,
Sonunda bunu anlar da bu iş yüzünden elini dişlemeye koyulur,
Bundan haberi olan horoz, köpeğe, sevin dedi, zahmete, derde boş ver,
Çünkü yarın katırı sakatlanacak; katır, attan da semiz,
 5900, Artık gece - gündüz ye, doy da semirip arslana dön,
Ev sahibi bu sözü de işitti; eşekliğinden katıra eğeri vurdu, satmaya götürdü,
Hemencecik satılığa çıkardı; pazarda yüz dmâra sattı katırı,
Gümüş paraları aldı; düşe - kalka, sevinerek eve döndü,
Bir oyuna girdim, çift mi, tek mi oynayıp üttüm; artık neşeli bir sûrett î rahatça oturayım;
Kâr - ettim, ziyandan kurtuldum; çevikçe sıçradım, dertten de halas oldum, aldanıştan da dedi,
Eşekliğinden gücü kolay gördü; ahmaklığından zahmeti ziyan saydı,
Oysa bir kârda yüz ziyan var; ama bunu göremedi de noksana düştü,
Ertesi günü köpek horoza, niceye bir bu düzen, bu yalan, bu kandırmak dedi;
Niceye bir beni aldatacaksın; bu yalan, bu düzen ne vakte dek sürecek?
 5910, A kendine güvenen, bari Allah'tan kork da sonunda kahra uğrama,
Horoz, benim hakkımda kötü zanna düşme dedi; hayır mâdeniyim ben, benden şer zuhur etmez,
Canım, Rahmân'ın müezzinidir; dünyâya doğruluktan haber veririm ben,
Allah'a kulluk etmek vakti geldi der de öterim; müezzinler benden ders alırlar da
Hepsi de minareye çıkar, benden duyduklarını halka haber verirler, duyururlar,
Bu haber verişte bir yanlışa düşersem, ağlata - inlete keserler beni,
Çünkü yalan söylemem lâyık değildir; horozun yan» iması, yanlışa düşmesi nâdirdir,
Ben ezelden, güneşin tercemânıyım; güneş yücededir, ben aşağıdayım ama bu, böyledir,
İçimden güneşe bir yol verdiler bana; Allah lûtfuyla herşeyi anlayan bir canım var,
Baş - aşağı bir tas geçirseler başıma, kapkaranlık gecede bile gönül yoluyla,
 5920, Güneş ne yana gidiyor, gökteki hangi burçta, görürüm,
Gene de böyle, gün batınca, yerin altında da, gece - gündüz onunlayım: bunu iyice bil,
Gün batarken de onunlayım, doğarken de: o nereye giderse, önünde koşarım onun,
Ona, gönülden bir yol bulan kişi, nasıl olur da kapısından uzak kalır onun?
Onun yolunda ne perde vardır, ne engel: bir soluk bile bir olan Allah'dan ayrılmaz o,
Hattâ gönlünde o denizin dalgası, suyu vardır; bedeni kıyıya benzer, canıysa denize,
Sen tümden bedensin de onun için denizden uzaksın: ama can âlemine yardın mı, nur olursun,
Sevgiliye can yolundan git; durağa varıncaya dek koşarak yürü
Ey arayan, perde surettedir: anlama erersen deniz kesilirsin,
İç âlemde yürü, dışa bakma: çünkü can denizdir, bedense gemi,
 5930, Gemiyi bırak da şu denize dal: kapı dibindeki desteği bırak da kapıya gel,
Gönlümden görüyorum, onun içinde herkese dosdoğru kılavuzluk ederim,
Yarın o aldanmış kişinin kölesi, bir kazaya uğrayacak: kendi de k,^hra düşecek,
Her taraf ekmekle, yemek artıklarıyla dolacak; iyi söyleyen de yiyecek, kötü söyleyen de,
Çoluk - çocuk, genç - ihtiyar, o nimetten zahmetsizce yiyecek, artanını alıp götürecek,
Yürü, cinsinden olan olan köpekleri de çağır, yarın ziyafete gelsinler,
O yolunu yitirmiş kişi, böyle bir hâlden de ibret alıp kendine gelmedi, tövbeye yanaşmadı,
O eğri görüşlü, sapıklıkta kalakaldı da küfrü, din gibi kabul etti,
Gönülde, gözde, kulakta Allah mührü var; herkes doğru yolu bulamaz,
Allah, yollarını azıtmış: küfrü yol - yordam edinenlere kim çâre kılabilir ki
 5940, Analarından kötü olarak doğanların yeri - yurdu, gerçekte cehennemdir ancak,
Bunu tam olarak söylemeye gerek yok; dön de sözü tamamla,
Efendi, kölenin öleceğini duyunca, onun ziyanından da kurtardı kendini,
Hiç durmadan kölesini sattı; o ziyana müşteriyi düşürdü,
Pek sevindi, bugün dedi, mihnetten kurtuldum, kutluluğa erdim,
Bu iki dili öğrenmekle faydalandım da üç ziyandan halâs oldum,
Bu üç kazadan kurtuldum ya: bundan böyle her yanda işim - gücüm aydın olur artık,
Şükretti, düzenle kendimden şu üç kazayı uzaklaştırdım dedi,
Kazanın gözünü bağladım, kendimden belâları ırak ettim,
Musa'nın bağışıyla faydalandım, kendimi tavus gibi bezedim
 5950, Bundan böyle nerde dünyâda benim gibi her işi kâr kesilen, kârı artıp duran,
ziyana düşmeyen?
Dördüncü günü köpek, horozun iki kanadını da çırparak gelmekte olduğunu uzaktan görünce,
Ona, a yalancıların padişahı, a aldatıcıların emîri, reisi dedi:
Hiç kimseye senin kadar kızmamışımdır; senin kadar yalancı horoz da görmemişim ben,
Afsunun, düzenin, yalanın mâdenisin sen; vay sana kanıp da ayran tasına düşenin hâline,
Ne söylediysen hepsi de yalan: vaadettiklerinden biri bile doğru çıkmadı,
Bundan sonra da ne söylesen, gizli - açık, hep onlar gibi olacak,
Artık a aşağılık mahlûk, yalan sözlerini kabul eder miyim senin?
Senin eğri, ham vaatlerinden öldüm; ters selâmında mihnetten başka birşey yok,
Horoz, köpeğe, a solukdaş dedi, ne söylediysem, ne artıktı, ne eksik,
 5960, Hak bilir ki hepsi de doğruydu; bu zandan Allah kurtarsın seni,
Kurtarsın da benim bu huydan uzak olduğumu, Allah'nın katında suçsuz ve yarlıganmış
 bulunduğumu anla,
Bu hususta haklısın ama bu yoksul hakkında da zannın kötü,
Artık - eksik, sözlerimi yalan, düzen sanıyor, beni yalancı, hilekâr biliyorsun,
Verdiğim vaatler çıkmadı; bu yüzden de gönlünden oldum, gözünden çıktım,
O dâvadan biri bile doğru çıkmadı diye benden nefret ediyorsun,
Ama bil ki benim üç vaadim de, a bilgili, hünerli er, dediğim gibi çıktı,
Üçü de bu bilgisiz eşekten satın alanların yanında ölüp gitti,
Bu adam da ahmaklığından derdi derman gördü; kendini kurtardığını, başkalarına ziyan verdiğini
sandı,
Anadan doğma kör, nerden görecek: her aşağılık pis kişi, nasıl İbni Sina olacak?
 5970, Her taş nerden la11 kesilecek? Bir çavuş nasıl padişah olacak?
Bir Deccâl nerden Mesîh olur: bir bakkal nerden Keykubâd'a döner?
Katrenin deniz olduğunu, yahut sineğin ankaa gibi uçtuğunu, gördün mü hiç?
Horoz köpeğe, ev sahibi ölecek dedi: vakti geldi, canını kurtaramayacak,
Bu dünyâdan göçecek: altından, gümüşten, evden - barktan olacak,
Dediğimi göreceksin: güneş gibi görünecek sana,
Bu vaatte hiç yalan - yanlış yok: incitme k'lıcını şimdicek kınına sok,
Yürü, yarın vaadedilen gelip çatacak; seksiz - şüphesiz sözüm yerine gelecek,
Hatsiz, hesapsız nimetler, her yana akıp giden sadakalar göreceksin,
 5980, Ekmek, pişmiş, pişmemiş etler, yemek artıkları, sayısız olarak dökülüp saçılacak murada ereceksin,
İyi - kötü, aşağılık - yüce, küçük - büyük, güçlü - arık,
Herkes yarın yiyecek, doyacak; tam bir hafta halk, bu evden, bu yöreden ayrılmayacak,
Soluktan soluğa, baş sağlığı için yücelere de, aşağılara da çeşit - çeşit yemekler verilecek,
Bütün köpeklere doğru haber ver: Yarın ekmek yiyecekler,
İyice inansınlar ki bu vaat doğrudur ve en iyi de vaattir bu,
Hepsi de o yemekten - yiyecekten doyacak, herbiri arslana dönecek,
Onların ölümü, kaza ve kaderi çevirecekti; sahiplerini ziyandan kurtaracaktı,
O, başkalarını ziyana soktu, ama asıl kendisine kuyu kazdı,
O kuyuya baş - aşağı düştü de öldü; ziyandan, ölümden başka bir fayda elde edemedi,
 5990, Başkalarına ziyan verdim, kendimi o gamdan kurtardım sanıyordu,
Bilmiyordu ki sonunda, çaresiz, bütün o ziyanlar canına değecek,
Nice ziyan vardır ki soluğunu, keser, seni per - perişan eder ama onlarda sana fayda var,
Onun sırı sana belirse, Allah'ya şükreder, hamdedersin,
Ama o sır, açığa çıkmaz da o yüzden seni yakar - eritir, zahmete düşürür,
Dünyâda ziyan ettiğine ağlama; yürü, onda gizli kârlar var,
Bir ziyan, yüzlerce ziyanı savuşturur; sağlığa, esenliğe sebep olur,
Atın öldüyse gam yeme; yahut hırsız, derip devşirdiğini çaldıysa üzülme,
Yol kesen, hatırını, malını - mülkünü aldıysa, yahut kölen pencereden düştüyse,
Sabret bunlara, şükret; o ziyandan, o zahmetten hiç sızlanma,
 6000, Çünkü o zahmet, senin faydan içindir; o yüzden sana yüzbinlerce kâr gelir,

CXXVII
« S i z i k o r k u y a , a ç l ı ğ a , m a l l a r d a k i , c a n l a r d a k i , mey valardaki eksikliğe ait birşeyle sınarız; müjdele
sabredenlere» âyetiyle O «Nice istemediğiniz şeyler vardır ki onlar, sizin için hayırlıdır ve nice istediğiniz şeyler
vardır ki onlar, sizin için serdir;
Allah bilir, siz bilmezsiniz» âyetinin tefsîri,

Bunun sırrını Kur'ân'dan dinle: Allah halka buyurdu ki :
Sizi, kimi gizli, kimi açık bir belâya uğratırsam;
Kimi sıkıntıya düşürür, kimi ferahlatırsam; kimi size tatlılık verir, kimi acılık verirsem:
Kimi gönüllerinize, canlarınıza korku salarsam, kimi sizi açlığa düşürür, dermansız
 bırakırsam:
Kimi mallarınıza noksan verir, kimi canlarınıza, bedenlerinize noksanlık verirsem;
Kimi tarlanızın mahsûlünü, meyvalannızı, gelirinizi eksiltir, fidanlıklarınızı yakarsam;
Sayısız olaylar verir, her solukta gökten bir belâ indirirsem;
Bu olaylara sabredin de size yüzbinlerce lûtuflarla karşılık verilsin,
Verdiğim zahmete, eziyete sabreden, hazînemden çok - çok mal alır;
 6010, O âlemde din zenginlerinden olur; bizden ne umarsa bulur,
Sabredenlere pek büyük müjde var; sabırdan sonra nimetlere ererler onlar,
Belâdan şikâyet etmeyenlere, bizden inayetler gelir,
Bütün kahrımda lütuf görürler de denizimde inci kesilirler,
Hakkımda iyi bir zanna düşerler de canla - gönülle bana kavuşurlar,
Ben, tümden rahmetim; kadın - erkek, hiç kimse benden asla kötülük görmez,
Benden ne gelirse yerindedir; hepiniz de kendinize orda kaçıp sığınılacak yer arayın,
Bütün varlık, bu hâle tanıktır; dilsiz - dudaksız, bunu söyler - durur :
Ben dâima tüm lûtfum, keremim: bütün varlık, benimle vardır,
İrem Bağı gibi hoş bir halde duran bedeni, cam, sebepsiz - illetsiz her solukta
ben ihsan ederim,
 6020, Her solukta erkeğin de, dişinin de bedenine, canına yüzbinlerce nimetler veririm,
Beden, bir şehre benzer; gömüşe padişaha; akıl da iyi bil ki vezirdir o ülkede,
Düşünceler, askerlere benzerler; bedenlerin hallerini belirtir onlar,
Bedenlerde ne saltanatlar, ne tedbirler var; her beden, göklerden de üstün,
Bedende neler var, neler: söylesem iki cihan da karışır, âlemde fitneler kopar ,
Hak, göğe, yere sığmaz da kin gütmeyen bir gönüle sığar,
Gerçekten de kin gütmeyen kişinin gönlü kadri en yüce Arş mesabesindedir:
Hakk'ın tecellî konağıdır o gönül,
Böyle bir gönül sahibinin, balçıktan yoğrulmuş bedenine bakma, hor görme onu,
Hor görme de lanetlenmiş Şeytan gibi kötü olma; gökten tâ yerin dibine sürülme,
İblis'ten ibret al da kork; korkunca da Allah'ya sığın, ondan ders al,
 6030, Korkanları Allah emîn eder de ıztırâba düşmezler, esen kalırlar,
Allah'tan korkan, eminliğe erişir; ey korkusuzca yola düşen, kendine gel,
Korkmayandır korkuya düşen; ders almayan, nasıl âlim olur
Ne mutlu canında korku olana; çâresini Allah'ya sorana,
Hak dedi ki: Beden için yenecek, içilecek şeylerden, etten, kebaptan,
Ekşiden, tatlıdan; ayrandan, helvadan tut da say; daha nice binlerce şeyler,
Meyvalar, bağlar - bahçeler, akar sular, insanların esenliği için neler, neler yarattım,
İstenmeden bu keremde bulundum; herkesi dadı gibi besledim, yetiştirdim,
Bundan kıyaslasınlar da bilsinler: istenince neler vermem ben?
İstenmeden veren cömert, istenince nasıl ve neler ihsan eder
 6040, Dostum, bu anlatışın sonu yoktur; gene ev sahibinin ölümüne gel, onu anlat,
Ev sahibi, horozun sözünü duyunca elden çıktı: yalın ayak evden dışarıya fırladı,
Çarpına - çırpma Musa'ya gitti; önce semizdi ama arıklaştı şimdi,
Yüzü korkudan sapsarı kesilmişti; ağlaya - ağlaya ey kerem sahibi Kelîm dedi:
Ey sahibimiz, ey Allah'ın Rasûlü, bir soluk, benden razı olarak tut elimi,
Lûtfünla öğüt verdin; bense ahmaklığımdan dinlemedim de kuyuya düştüm,
Akıl, baht dost olsaydı bana, buyruğunu, hükmünü tutardım
Dileğine ermek pahasına bile olsa buyruğundan dışarıya bir adım bile atmazdım,
Sen inayet ettin, sevgiden, rahmetinin sonsuzluğundan esirgedin beni,
Bense eşekliğimden duymadım, dinlemedim bunu; buna karşılık da can vereceğim şimdi,
 6050, Musa'ya olan - biteni anlattı; yaralı gönlüne melhem koymasını diledi,
Önünde, elini dişleyerek, elbisesini yırtarak topraklara serilip yuvarlandı,
Gamla, dertle yanıp yakılarak ağlıyor, gözlerinden kanlı yaşlar saçıyordu,
Musa, sonunda ona dedi ki: Ok yaydan fırladı; feryadı bırak,
Bu ölümden kurtulmana hiçbir çâre yok; âh hilebaz nefsin elinden, âh,
A yoksul, ister kalk, git; ister otur; can vereceksin,
Ama Hak'tan îmanla ölmeni isteyeyim de hurilere katıl, Allah râzılığına kavuş,
Ahiret, dünyâdan yeğdir; Allah sana cenneti ebedî yurt eder,
Burası geçicidir, orası ölümsüz; Hak cennetlerde sâkıy olur sana,
îmansız ölürsen, o vakit böylesine ölümden feryâd et,
 6060, Yoksa îmânı da beraber götürdün mü, hoş ol, kolayca can ver - gitsin,
Böylesine ölüm, bil ki dirimdir; böyle bir dirime de canını feda et,
Hattâ bir can da nedir? Binlerce canın olsa bile sevgilinin yoluna oynaman gerek,
Bir zerrenin karşılığında güneşlere nail ol; bir katreye karşılık denizlere sahip ol,
Can, o hamıandan bir tanedir ancak: sevgiliye karşı can da nedir ki?
Ne mutlu canını - başını oynayıp da kendini kavuşma âlemine atana,
O, bu gıllügışla dolu dünyâdan kurtuldu; balçığı bıraktı, gönül elde etti,
Mevlânâ gibi yok olanı terketti de gerçek varlık deryasında dalgıç kesildi,
O efendi de hemencecik can verip öldü; Kelîm'in vaadine sevinerek göçtü,
Yerden, yersizlik âlemine gitti; o vaadi canına sığınak yaptı,
 6070, Nelik - nitelik âleminden neliksiz - niteliksiz âleme gitti; vaadedileni, hattâ daha da fazlasını buldu,
Öyle bir zahmetten kurtulup o rahmete eş olmasından dolayı da Hakk'a şükretti,
A akıllı kardeş, şu hâlde bil ki her gönül, sırlara kaabıliyetli değildir,
Sırrı biliş, başını kesti onun; o eşek, bilgisizliğinden kılıcı kendisine çaldı,
Gizli sır, Hakk'ın hazinesidir; bir hazîne gibi Hakk'ın definesıdir o,
Yere gömülmüş defineyi sana vermezler; Hakk'ın emîni olmadıkça onu sana bağışlamazlar,
Nerden öyle bir tapının hazinedarı olacaksın sen; nerden o padişahtan öyle bir elbiseyi
 giyeceksin sen?
Bu devlet, hâinlere nasîb olmaz; her aşağılık kişi, böyle bir nimeti yiyemez,
Sır, ansızın bir hâine ulaşsa bile o ahmak gibi o da tezce yok olur - gider,
Ona saray hazinedarlığını, belâya uğrasın diye verirler,
 6080, Dilerler ki hainliği bilinsin de o hainlik yüzünden taşlanıp gebertilsin,
Ama emin kişinin durağı yücedir; o, ağızlara şeker gibi tad verir,
Nefsi kendinden sürüp atarsan, bu savaş yerinde erlerdensin sen,
Herşeyin sırrını evliya bilir; ama gene de söylemezler; dudakları yumuludur onların,
Dünyâda Sûr'un üfurülüşüdür onlar; ölüye can verirler dervişler,
Köre görüş bağışlarlar şüphesiz; haberi olmayanı haberdâr ederler,
Ruh odur ki onlardan gelir; başkalarından gelen ruh, tulumdaki yele benzer,
Tulumdaki yel yanıp gitmeye mahkûmdur; yeli bırak da ruha rehin et kendini,
Yelden olan ruh, hayvanların nasibidir; vahye; ilhama mazhar olan ruhsa abıhayattır,
Arıyor, istiyorsan Hüsâmeddîn Çelebi gibi vahye, ilhama mazhar olan ruhu iste,
 6090, O, tümle, tümden ayrılmasına imkân bulunmayan parça - buçuk gibiydi; bunu gerçek bil
 de şüpheden vazgeç,
Öylesine bir dolun - Ay bizden gizlendi; dünyâdan bir Kadir Gecesi yıttı,
Biz uyumuştuk; oysa hemencecik yürüyüp gitti; bir şimşek gibi gökleri aşıp geçti,
Öyle bir define, gizlendi bizden; canlarda bir hicrandır kaldı,
Bir hicran ki devasını Allah bilir ancak; Allah'dan başka kimsecik bu derde ilâç olamaz,
Gözden gizlendi: bundan sonra âh etmekten, feryâd etmekten başka çâre yok,
Can, ayrılığından yıkıldı, tenimizde, o olmayınca can kalmadı,
Canımıza can, onun cemâliydi; derdimize derman, onun visaliydi,
Sende, insanların hayırlısı'nın nuru varsa böyle bir yitirişi ölüm tanı,
Evliyanın şaşılacak bir âlemi vardır; onların kokularını, ancak edep sahibi alır,
 6100, Onların topraktan karılmış bedenlerine bakmaz; can gözüyle onların temizliğini görür,
Canla - gönülle onların ayaklarına toprak kesilir de Çigil güzelinden başkasına yüzünü döndürmez bile,
Onların toprağını, gönülden de üstün bilir; onları topraktan da öte bilir, gönülden de öte,
Gönüller, onları toprak olarak gösterir ama o toprağa karşı şu gönüllerin ne değerleri var,
Onun gönlü, aparı nurla dopdoludur; ondan başkalarının gönülleriyse tümden helak olur - gider,
Çünkü onlar akreple, yılanla doludur; a gönül alan sevgili, her gönüle gönüldeme,
Gönül de odur, can da o; başkalarıysa toz - toprak; o deniz gibidir, başkalarıysa kıyı,
Onun gönlü Allah hazinesidir; orda sonsuz defineler var,
Hattâ o uyanık gönül Arş'tır: topraktan olan bedeniyse o nurların yayıldığı yer,
Aşağılık halktan gizlidir ama onun sureti, cismi, öylesine bir nuru taşımaktadır,
 6110, Bedeni balçıktandır ama gönül sâhib Allah, haslarının hasıdır,
Canı, canandan uzak değildir, uçsuz - bucaksız denizdeki dalga gibi hani,
Hak, güneş gibi, velîyse sanki gök; o güneşin nuru, insanlara da vurmakta, meleklere de,
Herbiri, ondan bir nura mazhar: şeytan bile bağışıyla huri kesilmede,
Bir sineği zümrüdüankaa, bir katreyi derya hâline getirmede,
Nefsinin boynunu vurmadan onun sıfatlarını nerden, nasıl anlatabilirsin'7
Bilgide, irfanda beysin ama ölmedikçe ona kavuşamazsın,
A diri, hak yolu, ölmektir; hiç gülmeden boyuna ağlamaktır;
Uykuyu, yeyip içmeyi, mezeyi, şarabı bırakmaktır, Bu defineyi elde etmek için tümden harâb ol,
Harâb ol da seni o denize çeksin; eşsiz, paha biçilmez bir inci hâline getirsin,
 6120, Senin işini o görür, sen bir hoşça otur: gözünü aç da kendinde onu gör,
Ne mutlu o cana ki makbul olur; istemeden her dileğini elde eder,
Şu dünyâda ona benzer bir dost yoktur; ondan başkası düşmandır, yabancıdır,
Değil mi ki zemânede benzeri yok; artık her aşağılık kişinin eteğine hırsa düşüp de sarılma,
Şunu bil ki Allah'dan ona erişen lütuf, ihsan, başkalarına nasîb olmamıştır,
Bilgide insanların en üstünü olduğundan, âlemde eşi yoktur onun,
Alem beden gibidir, oysa can, sanki; özün de özüdür o, gizli sırrın da sırrı,
Hem de benlikten, senlikten dışarıdır: ona âşık olursan ikilikten kurtulursun,
Allah velîleri, bir asıldandır; dünyâda güneş gibi parlamaktadır onlar,
Nur, nurdan ayrılır mı hiç? Gülün kokusu, gülle beraberdir,
 6130, Erenlerin herbiri, o denizin dalgasına benzer; coşup baş çekmiştir; göğün yücesine
 ağmıştır,
Melek gibi yemeden - içmeden diridir onlar; güneş gibi, Ay gibi göktedir onlar,
Felek de kuldur onlara, melek de; gök onlann çevresinde döner - dururlar,
Allah nuru sanki sudur da onların bedenleri ırmak: Hak, onlardan yüz gösterir hep,
Onların dirilikleri candan değil, Hak'tandır; onların gönülleri,
Allah'nın iki kudret parmağının arasında oynar - durur,

CXXVIII
Mü'minin gönlü, Allah'nın kudret parmaklarının arasındadır o gönül, ne yana dönerse onu Hak döndürür,
«Mü'minin kalbi, Rahman'in parmaklarından iki parmak arasındadır, onu dilediği gibi çevirir» buyurulmuştur, Allah
âşıkları üç mertebededir; sevgilileri de üç mertebede: Birinci, orta ve son mertebe, Mansûr-ı Hallaç, Allah ona
rahmet etsin, âşıklık mertebesinin ilkindeydi, Ortadaki mertebe, ondan büyük, son mertebeyse ondan da büyük tür ,
O üç mer tebeye ait sözler ve haller , âlemdekilere apâşikârdır, kitaplara yazılmıştır, Fakat sevgililerin üç
mertebesi gizlidir, Onların ilk mertebesinin adını, olgun ve ulaşmış âşıklar, ancak işitmişlerdir; onları görmeyi dilerler,
Ortadakilerin adını - sanını kimse işitmemiştir; son mertebedekileriyse hiç duymamışlardır, Allah antlısını ululasın,
Tebriz'li Mevlânâ Şemseddîn, son mertebedeki sevgililerin başı ve padişahıydı; Allah aziz sırrıyla bizi kutlasın,
Mevlânâ, bundan dolayı buyururlar:

Kuşluk çağının kuşları bile onun parıltısına dayanamazlarken
Gece kuşları, onu görmeyi nasıl umabilirler?

Mustafâ, Mü'minin kalbi buyurdu, Râhman'ın iki parmağı arasında döner durur,
O, o gönlü, korku ve ümit arasında, nereye dilerse döndürür,
Hareketi Hak'tan olan gönülden herkes, yüzlerce bet - bereket bulur,
O, kalem gibi, yalnızca bir araçtır; resimler, rakamlar, yazılar kalemden değildir,
Yazılan, yapılan şey, ne parmaktandır, ne kalemden; onu kâtip yazar, ressam yapar,
 6140, Her bedeni bir ev bil; kadın-erkek, çoluk-çocuk, genç-ihtiyar, herkesin bedeni, bir evdir,
Bak da gör, her bedende ne biçim adam var? Birinde şahne oturuyor, öbüründe ases,
Birinde hırsız var, öbüründe kapıcı; birinde bey oturuyor, öbüründe padişah,
Birinde nur var, öbüründe ateş; birinde küfür var, ötekinde îman,
Çeşit-çeşit hepsi; melekten, şeytandan tut da herşeyden münezzeh Allah'ya dek sayısız
varlıklar var onlarda,
Evliyanın gönüllerinde Allah vardır; o yüzden de halkla eş - dost olmuşlardır onlar,
Bütün işleri Allah buyruğuyladır; onlar soluktan soluğa Allah bilgisinden ders alırlar,
Allah'yla düşüp kalkarlar; onun haslarıdır onlar; bütün sırları bilirler,
Ne dilerlerse hemen oluverir; söz söylenmeden söyleneceği duyarlar,
Elsiz - avuçsuz kılıç yürütürler; yazılmamış kitabı okurlar,
 6150, Böylece de yüce Hakk'm, iki dünyâda da bu çeşit velîleri olduğunu bilmeni sağlar,
Öylesine velîlerdir onlar ki seçilmiş peygamberler bile canla - gönülle âşık olmuşlardır, o hasları ararlar,
Öyle gizli velîlerdir onlar ki, olgun kişiler bile canla - gönülle onlara kul - köle olmuşlardır,
Onlar, Şemseddîn'e ulaşmayı istemişlerdi; onu dilemekte bir soluk bile dinlenmemişlerdir,
Bil ki âşıkların üç mertebesi vardır, Biri yüce, biri orta, öbürü de aşağı,
Böylece sevgililerin durakları da üç mertebedir ama, pek gizli,
Yaratan; âşıkların mertebelerini bütün âleme açıkladı;
Ama mertebeleri bilinmez; çünkü o hâl, pek gizlidir,
Âşıkların hepsi de görünüşte ünlüdür, tanınırlar ama iç yüzde ne adlar vardır, ne sanları, gizlidir onlar,
 6160, Allah gibi hem apaşikârdır onlar, hem gizli; bu yüzden de halk onları bilmez,
Ama sevilenleri Allah, ne gizli, ne açık, hiçbir suretle tanıtmadı,
Maşukun hâli, iki âlemde de, ileri kişilerden de gizlidir, geri kalanlardan da,
Maşuku ne veli görmüştür, ne düşman; Hak o yüzü, gayretinden gizlemiştir,
O maşukun hâli böyledir işte; ileri gidenden de gizlidir o, geri kalandan da,
Maşukların ilk mertebesi, âşıkların haslarmca bellidir,
İkinci mertebe belirmemiştir; hiç kimse o mertebinin adını bile işitmemiştir,
Tebriz'li Şems, Allah'nın gayretiyle gizlediği o padişahlardandı,
Bu sebeple kendini Mevlânâ'ya gösterdi; çünkü o da onun cinsindendı,
 6170, Her ikisi de aynı sırra sahipti, ikisi de bir mayadandı; ikisi de erkeksiz,
kadınsız, bir nurdan doğmuştu,
Mertebeler bakımından hepsini geçmişlerdi; gece - gündüz birbirlerine eş - dost olmuşlardı,
Erenlerden hiç kimse bu çeşit velînin adını işitmemiş, hiç kimse bunu
Riyasında bile görmemişti,
Hattâ birinin bu dereceye erişeceğini, evliyadan birinin aklına, hayâline bile gelmemişti,
İlk gelen âşıkların en yüce ve haslarından kimisi, bâzı -- bâzı böyle bir derecenin adını duyardı,
Ama sonradan gelenlerden bu derecenin adını bile duyan yoktu; bundan dolayı da o rütbenin
 çevresinde ne dönen olmuştu, ne dolaşan,
Mevlânâ, bir gün mest bir hale demişti ki; Yarın, kıyamet gününde,
Evliya, bölük - bölük hasredilir, neşeli bir halde kalkarlar, birbirleriyle buluşurlar,
Peygamberler de takım - takım, neşeli, kedersiz bir hâlde hasredilirler,
Mü'minler de her yandan, denizin dalgalanması gibi dalga - dalga baş gösterirler,
 6180, Onar - onar, yüzer - yüzer, biner - biner, cinsi cinsiyle kopuşur o soru - hesap günü,
Şemseddîn'le ben, hepsinden ayrı olarak, eşsiz - örneksiz bir hâlde hasrediliriz,
Gerçi oraya ikilik, yol bulamaz; onun saltanatında bey - kumandan da odur, asker - ordu da o,
Güneşin ordusu, ışığıdır; o, kendiliğinden aydındır, lâtiftir, diridir,
Birliğine kimsenin aklı - fikri ermez; buna dâir bir düşünce, vehme bile sığmaz,
Ben, o diyorum ya, bu âleme göre söz söyleyebilmek için diyorum,
Yoksa iki âlemde de bir mayadanız; biziz biz; hiçbir suretle de ayrılmamışız,
İnsan, kendisinden nasıl ayrılır; ister yerde olsun, ister göğü dolansın,
Bu ayrılık, söz bakımındandır; yoksa bire sayı sığmaz da sığmaz,
Çünkü sayılar, ayrılık karıdır; temmuza benzeyen bire karşı erir - giderler,
 6190, Mutlak birlik meydana çıkınca ne sayı kalır, ne yer kalır, ne gök kalır,
Önce o vardı, sonunda da varlığı, varlığı yok eder, gene o kalır,
Birde mahvolmayan sayı mezarın toprağı altında çürür - gider,
Kim ölümden önce ölmediyse, odur ölen: ölümden önce ölen aparı olur, tortusu kalakalır,
Kim Allah aşkıyle tümden ölmediyse, pişkin erlere karşı çiğdir, hamdır,
Ağızda acıdır, ekşidir, dilden - damaktan, ağızdan - boğazdan hoş bir halde geçmez, yutulup sinmez,
Ölüm, zâti diriliktir: bunu bilirsen ölümden yüz çevirmezsin,
Tohum, yerde yok olunca varlığa erer, yaşayışa yüz tutar,
Diri bir hâlde yerden baş gösterir de, ölümdür bu hünerleri gösteren der,
Varlığım der, yok olsaydı, dünyâda adım mı duyulurdu?
 6200, Bir tohuma karşılık, sevgilinin cömertliğiyle yüzlerce tane mi çıkardı?
Yaratan, lûtfuyla bana dal - budak, yaprak, meyva verdi, yetiştirdi beni,
Tohumun varlığı yok olmasaydı, topraktan baş gösterip yücelemezdi,
Anbarda kurt yerdi onu: âlemde eseri mi kalırdı hiç?
Şu hâlde iyice bil ve anla ki ölüm, diriliktir: padişahlık kullukta gizlidir?
Soluktan soluğa şu varlıktan yok ol da hoşluğun da artsın, sarhoşluğun da,
Göğe ağmada melek bile kesilsen, orda kalma, göğü de aş,
Yoklukta varlığı bulursan bir cana karşılık yüz can elde edersin,
Ne korkuyorsun'? Her solukta oyna canınla: güneş gibi nur saç
Yürü, varlığında kalma ki var olup kalasın: can ver, ağır canlılık etme,
 6210, Ne mutlu varlığından geçene: o bedenim yok etti ama canım arttırdı, güçlendirdi,
O, kendim Hak için kurban etti de Kur'ân'ın vaadettığı bayrama erişti,
Sayılı ömrünü feda etti de Allah ona sayısız - hesapsız ömür verdi,
Allah senin iyiliğini diledi de o huyu lütfetti, bağışladı sana,
Boyuna nefsini alçaltmada, onu arıklaştırmada, illetli bir hâle getirmedesin:
Ona toprak olmayı öğretmedesin: aşağılık hırkasını dikmedesin ona;
Dünyâda yoksulluğu seçmedesin: öylesine ki şu adamlar, aşağılık kişilerden sayarlar seni,
Ama ad - san, yola perdedir; ikisini de bırak, onlar, Ay'ın yüzünü örten buluttur,
Tanınmak isteyen kişi, bil ki iki dünyâda da haktan yüz çevirmiştir,
Adı - sanı yok olan kazanır: şu benlik - bızlık perdesini aşandır ad- san sahibi,
 6220, Onda insanlık sıfatı yok olmuştur; bir kıl kadar bile eseri kalmamıştır,
Bakır iksirle nasıl değişir, altın olursa, yahut da kan nasıl süte dönerse,
Yahut da hayvan, hayvanken nasıl tuzlaya düşüp tümden tuz olursa o da varlığından böyle
 geçmiştir,
Nefsin ateşli oluşu nura dönünce de insanın nefsi Zebur gibi vahiy kesilir,
Onda Hak'tan başka birşey kalmayınca, ondan ne zuhur ederse, o daimî diri'den zuhur eder,
Bundan sonra ad - san dilerse, Allah'dan yardım erdi ya, ada - sana da nail olur,
Ona, ad - san dilemek caizdir; çünkü ona ne gelirse Allah'dan gelir,

CXXIX
Allah azız sırnyla bizi kutlasın, Mevlânâ, gayb âleminde bir kutbu gördü; dörtbin mürîd vardı; hepsi de velî olmuş,
Hakk'a ermişti, Çilede yüce Hak'tan henüz elde edemediği bir hâli , bir durağı dilemek te , yârabbi , yârabbi
demekteydi, Öylesine yârabbi diyordu ki bütün yerin, göğün zerreleri, yüce ve aşağılık ruhlar da onunla beraber,
ona uyup yârabbi demedeydi, Yüce Allah'nın nûruysa, Allah antlısını ululasın, Tebriz'li Mevlânâ Şemşeddîn'in
kulağına Lebbeyk-Lebbeyk sesini ulaştırıyordu, Şemseddîn, nâz yüzünden, yârabbi dedi; o şeyh yârabbi
diyor, ona Lebbeyk de, Bu sözü söyler söylemez, birbiri ardınca Tebrîz'li Mevlânâ Şemşeddîn'in kulağına erişti:
Lebbeyk, Lebbeyk, Lebbeyk,

Şemseddîn'den bahsediyorduk: onun sır incilerini deliyorduk,
Perde ardında kalmış topluluğun anlamaması için o sevgiliyi anmayı bıraktık,
Gene yoldan, konaktan kaldık; gene ipin ucunu elden bıraktık,
 6230, Ne yapılabilir ki? Aşağılık topluluk gümüşün peşine düşer de inciyi bırakır -gider,
Bırgün Mevlânâ, gayb âleminde, apaçık olarak yüce bir padişah gördü,
Dörtbin müridi vardı: hepsi de bilgindi, ermişti, seçilmişti,
Binlerce yal varışla, özlemle, edeple dileğini istiyor, yârabbî diye sesleniyordu,
Gizli, aşikâr, bütün varlık da bu sözde ona eş olmuştu,
Böyle bir mertebeye sahipken Allah, istiğna göstermekte, bir tek cevap bile vermemekteydi,
Hakk'ın nuru, insan duygusunun ötesinde, güneş ve Ay değirmisi gibi, parlamakta;
O nur, Şemseddîn'ın başına, yüzüne, kulağına, sağdan - soldan olmamak üzere cihetsız vurmakta:
O solukta, o tertemiz, lâtîf nur, ağızsız - dudaksız, sayısız Lebbeyk demekteydi,
Şemseddîn, o, yârabbi demekte, nur ne diye bana vurup duruyor dedi,
 6240, Bu sözü söyler - söylemez nur, hemencecik yüzlerce kez ona da vurmaya başladı,
O Allah çavuşu da binlerce gönül alçaklığıyla, binlerce Lebbeyk sözüyle Şemşeddîn'i ağırladı,
Sende herşeyi ayırd edecek nur ve sır varsa onun nasıl ki maşuk olduğunu bundan anla,
Gene Mevlânâ, gayb âleminde görmüştü: Bağdad'da bir Allah velîsi vardı,
Sayısız - hesapsız müridi vardı bu zâtın, can âleminde yüzlerce cihan gizliydi,
Kutuptu, iki dünyâda da tekti; zamanındaki velîlerin başıydı, ona uymuşlardı,
Bir hâle, bir mertebeye ulaşabilmek için titreyip duruyordu; çeşit - çeşit çabalara dalıyordu,
Mevlânâ ona, kereminden dedi ki: Bunu çalışmakla elde edemezsin,
O, peki dedi, ne yapayım? Çârem nedir, ne iş edeyim?
Mevlânâ, Tebriz'li Şems'e git; onunla buluşunca dilediğini bulursun dedi,
 6250, O, acaba nerde bulumm onu dedi; belirtisini söyle de bulunduğu yere koşup gideyim,
Mevlânâ, onu nerden görebileceksin dedi; böyle bir devlete kimse erişmedi ki,
Ama kalk, meydana doğru yürü; o seni görür, sana can bağışlar,
Çünkü çok defa o meydanda gizlice halkı gözler,
Kimsenin, kokusunu bile almadığı aştan doyasıya yedi; hiçbir zahmet de görmedi,
Sen ona, padişahlar padişahı dersen, yahut onu bundan da ileri, canın da canı bilirsen, daha da üstün tutarsan,
Yahut Arş'tan da üstün olduğunu söylersen, yahut da onu Allah birliğinin nurunda ararsan,
Gerçekten de öyledir, belki yüzlerce derece daha da üstündür, çünkü onun hiçbir eşi yoktur,
Yaratılışı da kimseye benzemez, huyu da: bilgismiyse Allah'dan başka bilen yoktur,
La'l dudakları inciler yağdırırdı onun; ölüye yeniden can bağışlardı o,
 6260, O da aradığına kolayca kavuşunca bir nâra attı da elbisesini paraladı,
Selâm vermeden, selâm almadan, hizmet etmeden bağışı gör, iltifatı seyret de derecesini anla,
Böyle şeyhe sen, şeyh deme; çünkü o, sebepsiz bağışlarda bulunmakta,
Kimse onu görmez; oysa her solukta yaralara melhem koymakta,
Ayaklardan bukağıları çözmekte; gözleri görür bir hâle getirmekte,
Herkesin ihtiyâcı, onun yüzünden giderilmekte; herkesin derdine o deva bulmakta,
Sohbetsiz bu çeşit ihsanda bulunan, aşağılık kişilere de, yücelere de böyle bağışlar veren,
Kendisini bulana, görene, canla - gönülle onu seçene,
Yıllarca sohbetine ulaşana, onun izine düşüp canla - başla koşana neler yapmaz'?
Sözle bunu anlatmaya, ona Ledün bilgisinden neler verildiğini söylemeye imkân mı var'?
 6270, Bunu ancak ve ancak Allah bilir; başka kimsecikler anlamaz bunu,
Ey akıllı, bilgili er, böyle bir bahta Mevlânâ'dan başka kimse ulaşmadı,
Bütün seçilmiş has evliyanın arasında, yalnız o, bu bağışa nail oldu,
O sebeple de yaşadığı yüzyılın tek kişisi oldu da bunca fetihler elde etti; bunca yardıma erdi;
 bunca orduya sahip oldu,
O tertemiz beden toprağa girince göklerde hiçbir nur kalmadı,
Alemin kalıbı, o Adem soyunun özünün - özetinin geçmesiyle dertle doldu,
Bu kadar bir diriliği varsa o da, gene onun yüzünden; yukarda, aşağıda ne varsa, ne duruyorsa,
 hep onun kereminden;
 6280, Sözü bala, şekere benzerdi; diri de yaşayışa ondan ererdi, ölü de,
Ölülerin tümü de o soluktan dirilirdi; dirilerse daha da diri bir hâle gelirlerdi,
Boyu - poşu, yanağı - yüzü, iki gözü, kaşları, huyu gibi güzeldi,
Yûsuf, onun güzelliğini, alımını görseydi sabır perdesini yırtardı,
Elini turunç gibi doğrardı; can kuşu bedeninden uçar - giderdi,
Alımlılığını, seçilmiş Muhammed, kereminden bağışlamıştı ona
Sıfatları anlatışa sığmaz; meğer ki onu Allah açıklasın, bildirsin

CXXX
Allah aziz sırrıyla bizi kutlasın, Mevlânâ, bu suret âlemindeyken nuru, da gökte de parlardı, yerde de, Dünyâdan
göçünce, güneşe benzeyen cemâli, dünyâdan gizlenince o nuru kendisiyle götürmek istedi; gök de mahrum
kalacaktı, yer de, Bu yüzdendir ki «Onlara gök de ağlamadı, yer de» buyurulmuştur, Gökle yerin kalmayacağından,
kıyametin kopacağından korkutabilirdi: ancak oğulları ve onun ardında kalanlar için bu âlem, olduğu gibi kaldı, Şimdi
âlem ve âlemdekiler bilseler de bilmeseler de, onun evlâdının, yakınlarının ve mürîdlernin yüzü suyu hürmetine
durmaktadır, onlara kuldur - köledir, «Ümmetimin Abdal'ı kırk kişidir; yirmi ikisi Şam'da, onsekizi Irak'tadır, Onların
biri öldü mü, Allah halktan birini onun yerine kor; kıyamet kopacağı zaman hepsi vefat eder» hadîsi, Şeytan,
pek büyük hilebaz ve gaddardır; Allah'tan başka kimse onun üstesinden gelemez, «Evirip çeviren ancak
Allah'tır» sözünün anlamı şudur: Benim ona üst olacak gücüm -kuvvetim yok; ancak yüce Hakk'ın gücüyle üst
olurum ona, Selâm ona, Adem, Hakk'ın halîfesiyken, «Adem'e bütün adları bellettik» hükmünce bilginken onu
bile aldattı, yolunu kesti; nice yıl onu cennetten dışarda, başı dönmüş bir halde bıraktı, Böyle bir düşmandan nasıl
gaflet edilir? Şu hâlde aklı olan herkesin, Şeytan'm düzeninden esen kalabilmesi için Allah'ya kaçıp sığınması
gerektir,

Şeyh, hemen meydana koştu; aşkla Şemseddîn'i araştırmaya başladı, Şemseddîn, onu uzaktan gördü, kendisine yüz
tuttuğunu anladı, Çileden boynu incelmişti; bedeni zayıflamış, yüzü sapsan kesilmişti, O hâle gülesi geldi; onun perişan
hâline acıdı,
Kereminden ona bir hoşça baktı; bir bakışla da onun hâlini düzene soktu, Onu meramına eriştirdi; o Allah arayanın gönlünü
şad etti,
 6290, Din yolunda ona mürîd olan şu birkaç yoksul âşıkın yüzü suyu hürmetine durmada,
Evlâdı dincelsin, rahat etsin, gidip geldikleri yere rahatça gidip gelsinler diye,
Yoksa bu da yok olup giderdi; hatta bu yapıyı yapan, yapıdan bir eser bile bırakmazdı,
Hele daha çevik çalışın, tez olun da şu hapis âleminden, şu körlük dünyâsından kurtulun,
Ey oğullar, onun izinden bir - birer sıçrayın; çıkın şu oluş - bozuluş dünyâsından,
Mürîdseniz şeyhin yolunda yürüyün; maşuka doğru âşıkçasına koşun,
Yolunuzu kesenler sayısız; hepsi de canınızın kanına susamış,
«Evirip çeviren odur ancak» kılıcını, genç - ihtiyar, hepiniz alın elinize,
Yol keseniniz nefistir; vurun boynunu da cennetlere doğru yürüyün,
 6300, O köpek huylu, diri kaldıkça Hak'tan bir koku almanıza meydan vermez,
Sonunda herkesi aşağılığa çeker de ondan sonra helak eder - gider,
O düzenci çok güçlü bir yol kesendir: can gözünü aç da akıllıca otur,
Adem'e, o meyvayı bir solukta yedirdi ve cennetten çıkarttı onu,
Adem, bir kuş gibi onun tuzağında kaldı; gözlerinden ırmak gibi yaşlar aktı,
Virdi, «Rabbimiz, nefislerimize zulmettik biz» sözüydü; bir zaman hep böylece dilekte bulundu,
Elbisesi, tacı gitti, çırçıplak kaldı; ayrılık ateşinde yanıp kavruldu,
Hak'tan elde ettikleri kalmadı: testideki su bitti de testi kaldı,
Testiye benzeyen bedeni ağlayıp inlemeye kaldı: aşkla suyunu aramaya koyuldu,
Allah, sızlayışını kabul etti: testisine denizleri boşalttı,

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder