2 Haziran 2016 Perşembe

ibtidaname Sultan Veled

710, Ama mal - mülk verecek kerem ıssı değil; söz kaabiliyeti ve hâl verecek kerem ıssı,
Elbise verecek, ekmek sunacak kerem ıssı değil; gönül verecek, can ihsan edecek kerem ıssı,
Çocukları o adamdan yetim kalmışlardı; ama altınları gümüşleri de çoktu,
O konağın divan eğilmişti; bir solukta yıkılıp harab olacak bir hale gelmişti,
Hızır, o divan düzeltti; ikisinin de gönüllerindeki gamı giderdi,
Çocukları dertten kurtardı; hapis ve zahmet kuyusundan çıkardı,
Ondan sonra da yemek, azık almadan Kelîm'le çabucak yola düştü,
Musa, Hızır'ın yüzüne karşı sert bir tavırla, seninle sohbet güçleşti dedi; bizi bu yoldaşlık öldürdü - gitti,
O yetimlerin altınları var, zenginler; o işi yaptın diye seni överler mi ki? Ne kazandın yâni?
Açlığımızı, ziyanımızı ne diye söylemedin? O iki çocuktan biraz altın alırdın,
 720, Hızır, hadi git artık dedi, ayrılığı seç; iyice bil ki bu, üçüncü suçun,
Musa, ayrılık sözünü duyunca, o özlem çeken kişi, bu söze muhatap olunca, dertten ağlamaya başladı19
,
Coştukça coştu; bir hayli feryâd etti; sonunda gamdan aklı başından gitti, yere yığıldı,
Kendine gelince Hızır, ona dedi ki: Ey bir Allah'nın Peygamberi,
Artık seninle sohbet etmeme imkân yok; Allah'dan rızkın bu kadarmış,
Geri dön, yurduna git; benimle bulunman artık uygun değil,
Değil mi ki ayrılacağız, dönüp gideceksin; şimdi sana yaptığım işlerin sırrını açayım, hikmetini anlatayım,
Geminin sırrı şu; dinle: Aşağılık bir kâfir, o gemiyi elde etmek istiyordu,
Onu ordusu için zaptetmek, ansızın da inananlara saldırmak niyetindeydi,
İslâm şehrini yakıp yıkmayı, inananları sulara garketmeyi kurmuştu,
 730, Onların vannı-yoğunu yağmalayacak, kadınlarını, çocuklarını tutsak edecekti,
Ben onun maksadını bildiğimden, almasın diye elimden geldiği kadar gemiyi kırıp döktüm,
Ey Allah'ın Kelimi, hikmeti buydu; fakat sen o sırrı anlamadın,
O çocuğun kanına girdim; onu tutup bir köşeye çekerek öldürdüm,
Babası, anası, erenlerdendi; ikisi de gerçeklikle, dinle dopdoluydu,
O çocuktaysa itaat ve îman ehli olmaya kaabiliyet yoktu,
O çocuğun yüzünden babası da sonunda kâfir olurdu, anası da din yolundan kalırdı,
Çünkü canlarında ona karşı bir sevgi vardı; o sevgi yüzünden Allah yolu onlara gizlenir, kapanırdı,
İkisi de ondan kurtulsunlar diye onu öldürdüm, sırrı buydu, dinle,
Divan doğrultmam da o iki yetim için yerinde bir işti,
 740, Ataları temiz kişilerdendi; hurilerin de özüydü - özetiydi onlar, insanların da, cinlerin de,
Nasıl olurdu da dinsizler, mezhepsizler gibi onlardan ücret isterdim?
İnci definelerim bile olsaydı o iki hür çocuğa saçar - dökerdim,
Bu üç işin de sırrını ona söyledi; sonra da hadi dedi, hakkını helâl et, sen Allah'yı ara,
Hızır, güneş de, gök de kendisine kul - köle olacak kadar büyüklüğüyle beraber
Gene de o erenin çocuklarına, Allah'dan rahmet elde etmek için bu çeşit hizmet etti,
Sen yanlışlıklarla, günahla dolu olduğun, bu çeşit lâyık olmayacak berbat bir halde bulunduğun halde,
Artık bak da gör, ne yapman gerek? Çünkü sen, boğazına dek suça garkolmuşsun,
Şüphe yok ki Allah erenlerinin evlâdı, iki dünyada da Allah amanındadır,
Kim onlara burda hizmet ederse, karşılığında Hak'tan binlerce ihsana nail olur,
 750, Babaları; ataları, oğulları senin yüzünden kutluluğa erdikleri için senden hoşnûd olurlar,
Hattâ Âdem'in belinden gelen temiz yaratılışlı peygamberlerin, erenlerin hepsi, bu yüzden sevinirler; canla -
gönülle seni severler,
Çünkü Ahmed, onlara, bir tek kişi dedi; sen de onları bir bil, sayıdan geç,
Bir canda sayı olmadığından onlara bir dedi,
XVIII
Esenlik ona, Musa, peygamber olduğu halde, peygamberliğin ululuğuna sahipken gene de, esenlik ona, Hızır'ı aradı,
Allah, üstün sırrıyla bizi kutlasın, Mevlânâ da o kadar üstünlüklere, güzel huylara, makamlara, kerametlere, nurlara,
sırlara sâhib olduğu, zamanında, onun makamının eşi - benzeri bulunmadığı halde, Allah aziz sırını kutlasın, Tebriz'li
Şemseddîn'i aramıştı,
Kelîm'den maksadım, eşi - benzeri bulunmayan Mevlânâ'dır,
Dünya, dünya olalı dünyada onun gibi bir kişi yoktur, Y
üce erenler, ona nispetle, Allah haslarının yanındaki avam gibiydi,
Ona karşı erenlerin hepsi de çocuk gibiydi; onun lûtfima, temizliğine nispetle ağırdı, yoğundu onlar,
Cüneyd, onu uzaktan görseydi, bir nüktesini işitmekle ona avlanır giderdi,
 760, Ebû - Saîd, tek bir şeyhi ama onu görseydi, mürid olurdu ona
O, yoklukta da tekti, aşkta da tek; mekânı, dâima mekânsızlık âlemiydi,
Öyle bir erdi ki ruhu, iki kanadını açıp uçsaydı yere de bir titremedir gelir - düşerdi, göğe de,
Öyle bir erdi ki çağlar içinde onun gibisi gelmez; felek de ona benzeri doğurmaz,
Öyle bir erdi ki bilgilerde üstündü; şeyhlerin başı olmaya lâyıktı,
Seçilmiş müftüler, onun şagirdiydi; hepsi de canla - başla, çevresinde saf kurmuşlardı,
Hâl sahibi olan erenlerin hepsi de onun yüzündeki bendi adetâ,
Bendeki alımlı güzellik, yüzden değil midir? Erenlerin hepsi bendi de o, yüzdü ,
Onun her müridi, Bâyezîd'den üstündü; her biri kendinden geçişte yüzlerce Zün - Nûn'a değerdi,
Bunca yücelikle, bunca üstünlük ve olgunlukla gene de boyuna Abdal'a ulaşmayı isterdi,
 770, Dileyen, sevgilisine aşkı gerçekse, sonunda dileğine ulaşır,
Çünkü arayan bulur; ne mutlu o kişiye ki ona kul olmuştur,
Kul, gerçekse, padişah demektir; çünkü sevgili, ona âşık olur,
Onun da Hızır'ı, Tebriz'li Şems'ti; o, öyle bir erdi ki ona kavuşsan, onunla buluşsan,
Hiçbir kimseyi bir arpa tanesine bile almazsın; karanlıklar perdelerini yırtar - geçersin,
O, gizlilerden de gizli bir erdi; bütün ulaşanların padişahıydı o,
Erenler, halktan gizlidir; halk bedendir, erenlerse can,
Beden, nerden can görecek? Can yolu, canla aşılabilir ancak,
Bu çeşit erenler, görürler, ezelden bilgileri vardır, yücedir onlar,
Öyle olduğu halde onlar bile arayışta her yanı dönüp durmuşlardı ama Tebriz'li Şems'i görememişlerdi,
 780, Allah gayreti onu gizliyordu; vehimlerden, şüphelerden uzak tutuyordu,

XIX
Şemseddm'le Mevlânâ'nın buluşmaları
Mevlânâ, Allah katında, gerçeklik, temizlik bakımından herkesten daha ileriydi, daha hastı,
Allah, Şems'in ona yüz göstermesine, o suretle de yakınlığının daha da artmasına razı oldu,
Diledi ki artık başkasına tamah etmesin, başkasının sevgisini gönlünden atsın;
Âlemde, tek kişi olsa, çağının özü - özeti bulunsa bile ondan başka hiç kimseyi aramasın;
Kimseye bu ihsandaki özellik nasîb olmasın, bu buluşmaya ancak o nail olsun,
Bir hayli bekleyişten sonra Şems'in yüzünü gördü; sırlar, ona gün gibi aşikâr oldu,
Görülmesi mümkün olmayanı gördü; kimseden duyulmayacak şeyleri duydu,
Niyaz ederek onun kokusunu aldı da perdesiz olarak yüzünü gördü,
Ona âşık olup elden çıktı; yanında yücelikle alçaklık bir kesildi,
 790, Onu evine çağırdı; padişahım dedi, bu sözü şu dervişten işit;
Evim sana lâyık değil ama gerçek olarak sana âşıkım ben,
Kulun nesi varsa, ne elde ederse, şüphe yok ki hepsi, efendisinindir,
Bundan böyle ev, senin evin; tam bir inançla dosdoğru hareket et,
Bundan sonra ikisi de hoş bir suretle yürüdüler; sevinerek, gülerek eve doğru yol aldılar,
Bir zaman beraber kaldılar; bir - iki yıl rahat ve huzura daldılar,
Allah gayreti ansızın belirdi; bütün dillere bir dedi - kodudur, bir fısıltıdır düştü,
XX
Mevlânâ mürîdlerinin Şems'e haset etmeleri
Hepsi de kötüleştiler, sürüye benzeyen o mürîdlerin hepsi de bozuldular,
Birbirlerine, Şeyhimiz ne yüzden onun için bizden yüz çevirdi diyorlardı;
Biz hepimiz de soy - boy bakımından ünlüyüz; küçükten beri temiziz, Rabb'i dilemedeyiz,
 800, Şeyhin yolunda gerçek kuluz, hepimiz de Şeyh'in yolunda âşıklarız,
Hepimiz ondan kerametler, herbirimiz, ondan burhanlar gördük,
Bizce gerçekten de anlaşıldı ki seksiz - şüphesiz o, Allah mazharıdır; ondan ders almadayız biz;
Onun yüzünden bilgi sahibi olduk; hepimiz ondan ihsanlar elde ettik,
Yolumuz, anlayıştan da öte, akıldan da; bütün padişahların padişahı, bizim padişahımız,
Bizim gördüğümüzü az kişi gördü; herkesin kulağı, işittiğimiz sözleri işitmedi,
O, bizim, gözümüzü açtı, bizi görür bir hâle getirdi; hepimizin gönüllerini Tûrusînâ'ya çevirdi,
Hepimiz de onun vaazlariyle öyle bir hâle geldik ki, başkalarının gönüllerine de onun aşkını ektik,
Hepimiz de doğan gibi avlar avladık; onları padişaha getirdik,
Âlem halkının hepsi, bundan önce de mürîdti ona; ama sayemizde herkes, irâdesini tümden ona verdi,
 810, Şeyh, dünyâda bizim yüzümüzden ün kazandı; dostu sevindi; düşmanı kahroldu - gitti,
Bu adam kim oluyor ki Şeyhimizi, ırmağın bir saman çöpünü kapıp sürüklediği gibi kaptı da bizden ayırdı,
O ne biçim ırmaktır ki öylesine bir dağı yerinden etti, bir saman çöpü gibi alıp götürdü,
Onu bütün dünya halkından gizledi; hiç kimse yerinin - yurdunun nişanını bile bulamıyor,
Artık onun yüzünü göremiyoruz; önce olduğu gibi yanına varıp oturamıyoruz,
Bu adam büyücü olmalı ki büyüyle, afsunla Şeyhi kendisine bağladı,
Yoksa o kim oluyor, ne var onda ki bunca düzenle geçinip yaşamada,
Bizim en aşağımız bile ondan iyi; ama o, kendisinden daha ulu kimse olmadığını sanıyor, kafasında bu
düşünce var,
Ne soyu belli, ne boyu; nerden, nereli olduğunu da bilmiyoruz,
Yazıklar olsun, bu ne yaradır ki şu düzen, şu töre, onun yüzünden harab oldu - gitti,
 820, Bütün halk vaazından mahrum kaldı kutlu taliimiz, onun yüzünden şomlaştı,
Derken hepsi de onun kanma susadı; hepsi de onu öldürmek için bir hançer hazırladı,
Arada bir onu gördüler mi, kılıç çekiyorlardı, hem de yüzüne karşı,
Önünde, ardında ona sövüyorlar, bütün gece, onun gamıyla uyumuyorlardı,
Hepsi de ne vakit şehirden gidecek; ya gider, ya kahırdan yok olur diyordu,
Boyuna bu çeşit gürültü ediyorlar, coşup köpürüyorlar, dertle adetâ kendi kanlarını içiyorlardı,
XXI
Peygamberlere ve erenlere nefis ve beden ehli düşmandır; Çünkü onlar, peygamberlerin, erenlerin cinsinden değildir;
«iki zıt birleşmez,»
Peygamber'in zamanındaki kâfirler gibi hani; O'na düzenle, kötülükle kastetmişlerdi,
Ahmed-i Muhtar, onların düşünceleri yüzünden Ebû - Bekr'le mağarada gizlenmişti,
Mesîh de çıfıtların derdinden gizlice gökkubbeye ağmıştı,
Firavun da Musa'ya kastetmişti de Hak'tan yardım görmemiş suya garkolup gitmişti,
 830, Halil'i de Nemrud, ateşe, dumana atmayı kurmuştu,
Ama ateş, ona gülle nesrine dönmüştü; o dinsiz Nemrut da bir sivrisinekle kahrolup gitmişti,
Hûd'un, cömert Nuh'un toplumları da, Taıın'dan azap çağı gelip çatınca yok olmuşlardı,
Hepsi de yelle, suyla yok oldu; çünkü çarpılmaya, yere batmaya la>ıkö onlar,
O eğri, o per - perişan toplumların niyetleri kötüydü,
O yüzden de belâ, döndü de onların başlarına geldi; çünkü lâyıktılar o kahra o toplumlar,
Ondan dolayı da kendi kendilerine kılıç vurdular, kanları sel gibi aktı,
Yoksa ne diye kendilerini kahredeceklerdi; ne diye kanlar-, ırmak gibi akacaktı
Kendisini öldüren, öfkelenip kendi boğazını kılıçla kesen ahmağı kim görmüştür
Ahmak, başkasını yaralıyorum sanır; sonunda görür ki kendi ciğerini yaralamış,
XXII
Allah bir toplumu helak etmek dilerse düşmanları, çok olsalar bile, onlara hor - hakıyr, değersiz ve az gösterir, «Sizi
onların gözlerine az gösterdi Allah, yerine gelmesini irâde buyurduğu işi yapmak için,»
 840, Tâlii şom toplum, işitmişsindir ya, herkesin toplandığı mescidin damına bakan
Bir kaleye sığınmışlardı; o kale pek yüceydi ama Tatar, kalenin çevresini sarmış, topluluğu kuşatmıştı,
Onlar da korkularından dama pek büyük bir mancınık yerleştirmişlerdi,
Tatara taş atıyorlardı; fakat attıkları taş dönüp onlara geliyordu,
Evlerinin üstüne düşüyor, hepsinin kökünü kazıyordu,
Akıllılardan biri, onlara, böyle bir savaşla dedi, kimse başını kurtarmaz,
Taş dönüp size geliyor: attığınız taşların biri bile düşmanlara gitmemekte,
Düşmanınızın tâlii pek kuvvetli, pek kutlu; ne diye gök gibi gürleyip bağırıyorsunuz?
Değil mi ki Allah o topluma yâr olmuş, onların en aşağılık saman çöpleri bile dağ kesilir,
 850, Duymadın mı ki küçücük Ebabil kuşcağızları, küçük taşlarla yüzlerce fili helak etti,
Bir fındıktan bile daha küçük olan taşcağızları gagalarından atıyorlardı;
Öylesine bir ordunun başına düşen o taşlarla bey de helak oluyordu, kul da,
Ne mutlu kendisine Hakk'ın yâr olduğu kişi; onun pazarı boyuna sıcaktır, işi iştir,
Hak'tan gelen azacık fayda, pek çok menfaate bedeldir; onlara karşı güneş bile hordur - hakıyrdir,
Âlemde her peygamber, tek başına çabucak padişah oldu,
Herbiri, binlerce kişiye üst oldu; çünkü onlar, gerçek bir özle Allah'yı
dilemekteydiler,
Bütün âlem, Peygamber'e zebûn oldu; kim ondan baş çektiyse öldürüldü - gitti,
Bütün bunlar, işin Allah yardımıyla olduğunu, güçle - kuvvetle, büyük orduyla düzene girmeyeceğini bilmen içindir,
O ulu sahâbî, Peygamber'in sözünü rivayet etmiş, doğru söylemiştir,
 860, Kim Allah yardımından bir koku aldıysa ona karşı kedi de birdir, arslan da,
Oğul, aklını başına al; onca bir dirhem de birdir, bir dînar da,
Çünkü Hak, bir dirheme bereket verir, o dirhem, altından daha fazla iş görür,
Ama altından bereketi kaldırdı mı, altın, bir dirhemin gördüğü işi bile göremez,
Allah, sana kediyi musallat ederse, kedi seni paramparça eder, sağ bırakmaz,
Ama dilerse arslan bile sana zarar veremez: onu kementle bağlasan bile seni ısıramaz,
Kediye yardım ederse de güçte - kuvvette, arslana bile üst olur,
Nemrud, bir sivrisinek yüzünden ölmedi mi? Hiçbir asker, hiçbir ordu, ona fayda vermedi,
Allah, bunun gibi yüzbinlerce burhan göstermiştir ama bunlara rağmen yol yitirenlerin ancak körlükleri artmıştır,
XXIII
Allah anılısını yüceltsin, tekrar Şemseddîn'in hikâyesine dönüş,
Bu uzun sözden gene döndük; Şemseddîn'in hikâyesini söylemeye başlayalım:
 870, Onların aşırı gidişleri haddi aşınca, düşmanlıkları sayıyı sınırı geçince
Tebriz'li Şems, Damaşk ve Şam, aşkla dopdolu bir hale gelsin diye Damaşk ülkesine gitti,
Bu çeşit aşağılık mürîdlerden kurtuldu; onların düzenlerinden canını satın aldı,
O imansız topluluktan kurtulduğundan dolayı da Allah'ya canla - başla şükretti,
Mevlânâ, ayrılığından hüzünlere battı; o bilgin eri onların hepsinden de çekildi,
Onlarla dostluğu kesti, sevgi kuşu, onların yuvasından uçtu,
Onların her birerinin isteği tersine çıkmış, dilekleri olmamıştı,,
Onlar, Şems burdan, giderse padişahımız yalnızca bize kalır;
Önceden olduğu gibi ihsanlarına ereriz; dudaksız - damaksız şekerlerini yeriz:
Gene onun güzelim ögutleriyle beş duygudan, ata yönden ibaret dünyadan sıyrılırız,
 880, Kuş gibi gene bu kafesten uçarız, yardımıyla perdeleri yırtarız diyorlardı,
Bu olmadı ya, önce, ona kastettikleri zamandaki yakınlıkları bile kalmadı; gönüllerinin örüp dokuduğu kumaşın ne
argası kaldı, ne arışı,
Hepsi de tövbe ederek eyvahlar olsun bize dediler; ey Allah, bu suçumuzdan dolayı bağışla bizi,
Körlüğümüzden kadrini bilemedik onun; o kılavuzmuş, bilemedik,
Yol çocuklarıydık, taksiratımıza bakma; yârabbi, o Pîrin gönlüne ilham et de
Suçumuzdan tümden geçsin; bu yüzden iki büklüm olduk biz,
Elif gibi dümdüz boyumuz şimdi dala döndü; ağlayıp inlememiz de buna delil,
Bu anda gözlerimiz, sizi görmüyor, gözyaşlanmız bir kaynak gibi coşup akıyor,
Ben bedenden ibaretim, ruhum sizsiniz; ey benim Nuh'um, şu denizlerde tut elimi,
Sizden başkası, şu elemden dolayı kınamamakta beni; gönlüm, sizin ayrılığınızdan uğradığım zararı neyle,
nasıl kıyaslayabilir?
 890, Beni öldüren, kılıçsız olarak size de saldırdı; nasıl ağlayıp inliyeyimki kendimde de değilim,
Aşk ağacı bir ağaç ki mekânı yok; aşk meyvası, bir meyva ki zamanı yok,
Onun meyvalarını ruhlar yer; yeyiş zamanı içinse ne akşam çağı var, ne sabah çağı,
Sevgilinin aşkından başka şey bence ayıptır, ardır; onun havasına düşüp şaşırıp kalmamsa ne güzel bir bezenti,
Buluşmamız da imkânsız hani; sözün doğruluğu, şüpheden de arı,
Bundan gaflettedir onlar; uykudalar ama gene de farsça söyle de hepsi anlasın,
Gafletle olan, aptallıklarından bu işe girişen o topluluk,
Şeyhin tapısına ağlaya - yalvara geldiler de, artık ayrılığı gider, bağışla bizi dediler;
Tövbeler ediyoruz, acı; bundan sonra gene böyle birşey yaparsak o vakit cezamızı ver,
Lütfet, bilgisizlikle suçlar işledik ama tövbemizi kabul et,
 900, Feryâd ederek defalarca bu sözleri söylediler; aylarca, gece - gündüz, bu çeşit yalvardılar,
Şeyh, onların bu hâlini görünce, yollarını düzene soktu; o incinmeden vazgeçti,
XXIV
Allah aziz sırrıyla bizi kutlasın, Mevlânâ'nın, Veled'i, Allah antlısını ululasın, Tebriz'i! Şems'i davet için Damaşk tarafına
elçi olarak göndermesi
Padişahın Veled'e teveccühü vardı, gizlice, iç yüzden de, dıştan da Veled'ı severdi,
Onu çağırdı, hadi dedi, o makbul padişaha tarafımdan elçi olarak git,
Şu gümüşleri de ayaklarına saç da tarafımdan de ki : Ey Tebriz padişahı,
O mürîdler, suçlarda bulundular ama ettiklerinin hepsinden de pişman oldular,
Hepsi de candan - gönülden, varımızı - yoğumuzu o padişaha feda ederiz dediler,
Hepsi de, ona dediler, gerçeklikle kul olalım; ardında, başımızı ayak yapalım da koşalım,
Zahmet et de gene bu yana ayak bas; birkaç günceğiz gel de bağdaş bizimle,
Bizim yaptığımızı sen yapma; çünkü sen sürmesin, bizse tozuz,
 910, Çünkü sen lûtufsun, bizse gerçekten de tümden kahiriz; zehir nasıl olur da şeker tadını verir?
Ne yaptıysak yaptığımız bize lâyık; çünkü biz, adamı dalayan tikene benzeriz,
Sense gül bahçesisin; gel, kavuştur bizi kendine; Ay gibi ayrılık bulutundan çık, görün,
Bu çeşit sözler söyle, yalvar-yakar da onun gönlünü almaya çalış,
Bahtım yaver olursa belki bu sözler ağır gelmez kendisine, gönlü yumuşar;
Lütfeder de buluşmaya razı olur; ayrılığı bırakır, hiddetini yener, vazgeçer,
Veled de babasına karşı baş eğdi, bir Allah'ya şükretti,
O padişahı, o Allah sevgilisini getirmeye gidiyorum dedi,
Canla - başla Damaşk yolunu tuttu aşkla yol almaya koyuldu,
Yorgunluk duymadan o çölde, o ovada koşup gidiyor, her dağ, ona bir saman çöpü görünüyordu,
 920, O yolun tikenleri, ona gül bahçesi görünmedeydi, her ziyandan binlerce fayda elde etmedeydi,
Yazın sıcağı, kışın çetinliği, ona şeker gibi, hurma gibi görünmedeydi
Aşk yolundaki zahmet, definedir; çünkü aşk, ölüyü bile diriltir,
Âşıklar, yaralanmayı canla - gönülle ararlar da o yüzden melhemin bulunduğu yana koşmazlar,
Baş olmaktan da bezmişlerdir, başbuğ olmaktan da; yüzlerim boyuna yokluk yanına tutarlar,
Böylece de varlıklarından tümden kurtulmayı dilerler; can şarabını dudaksız - kadehsiz içerler,
Bu bahsin ne sonu vardır, ne başlangıcı; sırra dâir sözler söylemeyi bırak da olanları anlat,
Veled, Şemşeddîn'in huzuruna, temkinli erenlerin padişahının tapısına varınca,
Gök gibi yere baş koydu da ey meleklerin kendisine kul - köle kesildiği padişah dedi;
Ondan sonra edeple oturdu, O padişah lütfedip iki dudağını açtı;
 930, Söze geldi, inciler yağdırdı; cana - gönüle yepyeni aşklar ekti,
Hadîsin, Kur'ân'ın sırlarının sırlarından bahsetti, gizli sırrı açtı,
Veled'i kolsuz - kanatsız göklere uçurdu; bedensiz olarak Arş'ın çevresinde
Gönül gözünden perdeleri açtı da kapkaranlık geceyi kuşluk çağı gibi gösterdi,
Bedenden karanlığı giderdi; candan - gönülden coşkun akan sel gibi aktı,
Ucu - bucağı olmayan denize ulaştırdı: oraya varınca da aman buldu,
Tuzaktan kurtulmuş kuş gibi yokluktan da tümden kurtuldu tehlikeden de,
Denize ulaşamayan katrenin yolunu ovada yol kesiciler vurur,
Toprak, onu bir yana götürür, hava bir yana savurur; güneşin ışığıysa onların yaptığının yüz mislini yapar ona,
Böylesine yol kesiciler vardır, sense gaflettesin; aklın başına gelsin diye senden seni alıp götürürler,
 940, Bedenin testiye benzer, canınsa suya: sebepler de yoldaki yol kesenlerdir, haramilerdir,
Dünya mevkii, dünya makamı ve nimeti, seni âhıretten mahrum eder,
Bütün bunlar, seni o nimetlerden mahrum bırakır da her kötülükle anılır bir hâle gelirsin,
Beden seni cehennemin dibine çeker; onun dileklerini dinlemede nimetlere er, nimetler yurdunun baş köşesine geç,
Öğüdü bırak da Şemseddîn'den bahset, o gökyüzü güneşinin, o yeryüzü kutbunu ahvâlini anlat, Şemşeddin,
Veled'in elçiliğini duyunca sözlerini hoş bir surette kabul etti,
XXV
Veled'in, Şemseddîn'in maiyetinde Konya'ya dönmesi
İmama uyan kişinin imama erişmesi için Veled, Damaşk ilinden Rum iline döndü,
Onun maiyetinde, zorla değil, gerçeklikle, canla - gönülle yelip yöpürmedeydi,
Padişah ona, sen de filan güzel, iyi yürüyüşlü ata bin dedi,
Veled, ey padişahlar padişahı dedi; seninle aynı tarzda olmak elimden gelmez,
 950, Hem padişah ata binsin, hem kul; lâyık değil bu, sakın söyleme bunu, nasıl olabilir bu,
Atlı olmak sana değer padişahım; çünkü sen sevgilisin, bense âşıkım,
Sen, gerçekten de efendisin, bense kulum; hattâ sen cansın, ben seninle diriyim,
Benim yaya gitmem, senin ardında başımı ayak yapıp koşmam gerek,
Böylece Veled, bir aydan fazla bir müddet yayan - yapıldak yürüdü: kimi inişte, kimi yokuşta, durmaksızın yol aldı,
Yol, yolculuk güçtü ama kolay göründü; çünkü o zahmet, definenin kapısındaki kilidi açmıştı,
Yolda O'ndan binlerce sır duydu; göğün de ardında yüzlerce âlem gördü,
Hiç kimseye bu, nasib olmamıştır; onun her ihsanından yeniden yeniye sevinmedeydi,
Mevlânâ'nın tapısına eriştikleri zaman, Mevlânâ'nın çektiği bütün zahmetler, eziyetler, kutluluğa döndü,
İki padişah da secdeye vardı; beden, canı görünce ne hâle gelir, nasıl olur; tıpkı onun gibi,
 960, Görünüşte ikiydiler ama sen bir bil; anlam yönüne gidersen bir can olduklarını anlarsın,
İki dostun arasındaki sevgi yüzünden onlar, sazdaki iki tel gibi birleşir - giderler,
Tek tel, bir iş göremez; tel iki oldu mu daha hoş olur,
Bir adamın yarısını kessen, onun varlığından birşey elde edemezsin,
Birbirinin olgunluğunu tamamlayan iki oluş, onun iç yüzüne bakarsan birliktir,
Dostluk, aynı cinsten oluşa delildir; cin nasıl olur da insana meyleder
Gökte her melek, meleği arar; şeytan, nasıl olur da hurinin peşinde koşar?
Aşk erleri, bölük - bölüktür ama hepsi de bir denizin dalgalarıdır,
Gürünüşe kapılırsan sayı meydana çıkar; ama anlama erersen hepsi de bir olur,
Beden yönünden, aşk bakımından sayılıdır onlar, ama can yolunda hepsi de bir bahardır ancak,
 970, Bahar mevsimi gibi ruhları birdir de bedenleri, sayılı ağaçlara, yapraklara benzer,
Şu halde cana bak, bedene değil; bak da birlik dünyâsında çadır kur,
Erenlerin hepsi de bir candır, bir zattır, bir sıfatta incilerdir onlar: hepsi de, ışığın parıltısıyla bir Ay'dır ancak,
Oğul, yolları çeşit - çeşittir ama bundan geçneliği-niteliği bırak; neliksizdir- niteliksızdir onlar,
Alem halkı erenlerin sırlarına erişemez; halk yer ehlidir, Göğe ağamaz,
Erenlerin yolları, candan da ötedir, bedenden de; onların aşk denizinde ne biz vardır, ne ben,
Hoş bir tarzda, birbirlerini kucaklamışlardır onlar; öpüşlerine de bir son yoktur
XXVI
Hasetçilerin, yaptıklarına tövbe etmeleri, bağışlanma dilemeleri
O suçlu topluluk, o gökyüzü kutbunu inkâr edenler,
Tümden bağışlanma dileyerek canlarını saçtılar da baş eğdiler, ey ulular ulusu dediler;
Hepimiz de tövbe ettik, yaptıklarımıza pişman olduk; gerçeklikle sana yüz tuttuk,
 980, Herbiri, kapısına secde etti; o cömert ere karşı, gözyaşları dökerek yerlere kapandılar,
Padişah, bunu görünce, onların tövbelerini kabul etti; iltifatta bulundu, onları yatıştırdı,
Bundan sonra da aşağılık - yüce, hepsi, o lütuf sahibi padişahın çevresinde halka oldu,
Mevlânâ, o padişahın yanına oturdu; adetâ gökten doğan, baş gösteren iki güneşe dönmüşlerdi,
Tebriz'li Şems söze geldi; anlayan, o sözlerle dirildi,
Herbiri, o sözlerle Arş'a uçtu; herbiri, varlığından tamâmiyle geçti,
Sonra da herbiri semâ meclisi kurdu; herbiri, ayrı bir sofra getirdi,
Beyden, zenginden, yoksuldan kim varsa, herbiri, kudretince,
Bağışlar sundu, konukladı; dost olabilmek için dostluklar gösterdi,
Zaman, bir müddet böyle geçti; iki âlem de, o padişahların huzûrundaydı sanki,
 990, Herkes kadehti de o iki padişah da şaraptı adetâ; herkes geceydi de o iki padişah sabaha benziyordu,
O iki padişah bahardı sanki de onlar ovaydı; her yeşeren, tâzeleşen, onlardan yeşerdi, tâzeleşti,
Tikensiz dallar, yapraklar verdi; içleri meyvalarra doldu; her yan, gül bahçesine döndü,
Böyle bir yaşayışta, böyle bir buluşmada herkes nurlarla dolmuştu, rahmetlere batmıştı,
Göz, perdesiz olarak boyuna onun yüzünü görüyordu; herkes o âlemde bu işe dalmış-gitmişti,
XXVII
Tövbe ettikten, bağışlanma dileğinde bulunduktan sonra
mürîdlerin gene küstahlaşmaları, haset etmeleri
Derken gene Şeytan, başka bir bulantı saldı onlara,
Bunca arılıktan, keşiflere mazhar oluştan, ihsanlar elde edişten, yücelere ağıştan sonra
Bak da gör, Şeytan, gene onları namazdan, niyazdan bezdirdi,
Bütün kulluk pılılarmı - pırtılarını aşırdı; herbiri, inancından döndü,
Önceki gibi döndüler gene; ne şarap kaldı, ne sarhoşluk, Kala - kala bir baş ağrısı, bir mahmurluk kaldı,
 1000, Gönüldeki aydınlık karanlığa döndü; beden sağlığı, rahmete, arıklılığa dönüştü,
Kıskançlık yüzünden, bütün halka ibret olsun diye kem göz değdi,
Din yolunda korksunlar, lanetlenmiş İblis'ten emin olmasınlar,
Çekinmelerine, kulluklarına dayanmasınlar, ibâdetlerinden dolayı sevinmesinler diye bu hâle döndüler,
Onlar, kullukta deniz kesilmişlerdi ama hepsinin de korkup bir kurtuluş aramaya düşmeleri gerekti,
Bu yolu acze bürünerek aşmaları lâzımdı; uyanıklığı elden bırakmamalıydılar,
Kılavuzsuz bir adım bile atmamalıydılar; onun eteğini ellerinden salmamalıydılar,
O şarap, onları sevindiriyordu ama aptallıklarından da buna inanmaları gerekmezdi,
O topluluğun halini hatırlamalıydılar; korkuları her solukta artmalıydı,
Onlara Haklan yüzlerce ihsan gelse bile kaza tuzağından emin olmamalıydılar,
 1010, Güç-kuvvet onları ağlatmalıydı; ibâdetten kalmamalıydılar,
Nimete eriştiler mi yoksullaşmalıydılar; zevk ve neşe çağında da gamlı bulunmalıydılar,
Nazara uğramaktan gece - gündüz korkmalıydılar, feryâd etmeliydiler,
Hele ey geceleri uyumayan zahitler; hele ey sözleri güzel bilginler;
Hele ey yol alan ihtiyarlar, gençler; hele ey eşsiz gerçekler;
Hele ey o huzurun kulları; hele ey o devleti isteyenler;
Hele ey cihandan geçenler; böylesine amansız bir tuzaktan kurtulanlar;
Hele ey tertemiz gelenler; herbiri avlamşta alıcı doğana dönenler;
Hele ey halka aldırış etmeyenler; hele ey eski-püskü bir hırkayı yeter bulanlar:
Hele ey yemeden - içmeden doyanlar; hele ey bu çeşit ormanda herbiri bir arslan kesilenler;
 1020, Hele ey kendilerine ateş, gül gibi güzel, taze ve hoş gelenler;
Hele ey tufan bile kendilerine yol alınacak bir köprü kesilenler,
Hele ey beden bakımından iri oldukları hâlde hafıfleşenler, havada uçanlar,,,
Evet, bunlar bile bu yolu korka - ürke almalıydılar ki o padişahın yüzünü görsünler,
Değil mi ki can düşmanınız Şeytan; insan olanın emîn olmaması gerekti,
O, küçük, mühimsenmeyecek bir düşman değildir: korkun,, Onun düzenini yolculara sorun,
O, yağmalamak için bizim gibi yüzbinlercesine kastetmiştir,
Asıl atamız olan, her inananın, her çekinenin atası bulunan Âdem bile;
Peygamberler, erenler, ister Mısır'dan, ister Irak'tan, ister Rey'den olsun, O'nun soyundanken;
Allah Halîfesi olduğu, her meleğin kendisine canla - başla secde ettiği hâlde,
 1030, Böylesine bilgi sahibi tertemiz Adem'e, böylesine dosta, vefalı yol kılavuzuna bile,
Düzenler kurdu da sonunda onu, konaklanacak bir yurt olan cennetten çıkardı,
Gizlendiği yerden, ahdı-mîsâkı bir meze gibi sundu; baldan önce buğday gösterdi ona,
Kuş avlar gibi onu avlamak için tuzağı yemin altına gizledi,
Ona böyle yaparsa, bir sivrisinekten daha âciz olan sana ne yapmaz; bir düşün; ne diye mağrur olursun ki?
O, Âdem'e de, çocuklarına da düşmandır; nerde o kişi ki Şeytan, onu perişan etmemiş olsun?
Şemseddîn bunu, o topluluğun gene kinle dolduğunu anladı, bildi,
O sevginin, gönüllerinden uçup gittiğini, kalblerinin o gül bahçesine düştüğünü,
Akıllarının, nefis ve istek esiri olduğunu, inananların hevâ ve heveslerine uyup gavurlaştıklarım,
Pis nefislerinin kaynayıp coştuğunu, gene o padişahı ortadan kaldırmaya uğraştıklarım anladı,
 1040, Veled'e dedi ki: Gördün ya, azgınlıkla nasıl da birbirlerine solukdaş oldular,
Doğru yolu göstermekte, bilginlikte eşi olmayan Mevlânâ'nm tapısından beni
Ayırmak, uzaklaştırmak, sonra da sevinmek istiyor hepsi,
Bu sefer öylesine bir gitmek istiyorum ki hiç kimse benim nerde olduğumu bilmesin,
Aramakta herkes acze düşecek, kimse benden bir nişan bile bulamayacak,
Böylece birçok yıllar geçecek de gene kimse izimin tozunu bile göremeyecek,
Bunu anlatmaya kalkışırsam uzar - gider, Ona düşmanlıkları gerçekleşince,
Bu sözleri kaç kereler söyledi; tekrar - tekrar bunu bildirdi,
Derken herkesin gönlündeki keder geçip gitsin diye ansızın herkesin ara y itiverdi,
Birkaç gün görünmez olunca Mevlânâ, dertle feryada başladı,
 1050, Bunun üzerine onu, adam - akıllı, her yanda, her yerde aradılar,
Hiç kimse ondan bir haber alamadı; ne kimseye bir koku geldi, ne kimse buldu,
Şeyh, onun ayrılığıyla deliye döndü, başsız-ayaksız Zün-Nûn'a benzedi,
Fetva veren Şeyh, aşkla şâir oldu; zahitti ama meyhaneciye döndü,
Ama üzümden olan şarapla değil; nura mensûb olan can, nur şarabından bir şarap içmez,
XXVIII
Erenlerin şiiri, tamâmiyle tefsirdir, Kur'ânın sırlarıdır; çünkü onlar, kendi varlıklarından yok olmuşlardır, Hak'ladır
varlıkları; onların işleri - güçleri, duruşları Hak'tandır; netekim «İnananın kalbi, Rahmân'ın kudret parmaklarından iki
parmak arasındadır, dilediği gibi çevirir» buyurulmuştur, Onlar, Allah'nın kudret elinde âlettir ancak; akıllı kişi, âletin
hareketini, âletten bilmez, Onların şiirleri , şâirlerin düşünceyle hayâllerle örüp söyledikleri, mübalağalarla yalan-dolan
laflardan uydurdukları şiirlere benzemez, Şâirlerin niyetleri, üstünlüklerini göstermek, kendilerini belirtmek içindir;
hani puta tapan gibi Putu kendisi yonar, sonra da kendisine mâbııd eder, «Yonduğunuza mı tapıyorsunuz»
buyurulmuştur ya, Erenlerin şiirleriyse hırsı terketmekten, nefsi yok etmekten meydana gelmiştir, Öbür şâirler,
onların şiirlerini de kendi şiirleri gibi sanırlar, O çeşit şâir, bilmez ki onların işleri de, sözleri de Yaratıcı'dandır;
mahlûkun bir ilgisi yoktur, o işlerle şiirlerde, Çünkü onların şiirleri kendilerini değil, Allah'yı gösterir, Bu iki çeşit şiirin
örneği şudur: Yel, gül bahçesinden esip gelir, gül kokusu getirir, Ama külhandan eser-gelirse kötü bir koku iletir, Yel
birdir ama geçtiği yer yüzünden kokusu başkadır, Kimde koku almak duygusu varsa, ikisinin arasını ayırdeder,
«İnanan zekîdir» denmiştir, Birisi sarımsak çiğnese, misk çiğnedim dese de burunlara sarımsak kokusu gelir; ama
aksine, misk çiğneyen, sarımsak yedim dese bile karşısındaki misk kokusu duyar,
Âşıkın şiiri tamâmiyle tefsirdir; şâirin şiiriyse gerçekten de sarımsağın verdiği hararetten meydana gelir,
Şâirin şiiri varlık sonucudur; âşıkın şiiriyse hayretten, sarhoşluktan doğar,
Onun şiirinden Hak kokusu gelir-durur; bununkindense Şeytan vesveseleri doğar,
Onun şiirinin parlaklığı yalandandır; bunun şiiriyse doğrudur,
O, her solukta mübalağa yapmaya çalışır; böylece de ağır bir paraya satmak ister onu,
 1060, Buysa şiir söylemeye, kafiye bulmaya yönelince çok sözden pek azını söyler,
Onun denizi, söylemeye, dile soluğa sığmaz: sığmaz ama
O soluktan her kör kişinin de gönül gözü açılır
Eseri böyle olan şiiri can gibi çek de gönlüne al;
Al da Allah senden hoşnûd olsun; seni yerden alsın, göğe ağdırsın,
Çünkü bu şiir, Kur'ân'm tefsiridir; ruhun huzurudur; îmânın nurudur,
Şiirleri böyle olanların sözleri, halkı küfürden din yoluna çeker,
Hattâ ondan da öte, herkesi Allah'ya ulaştırır; bunun sırrını bil de bir soluk kendine gel,
Onların şiirlerini, herkesin, şiiri gibi okuma, her iki bölüğün şiirini bir sayma,
Bu meyva, cennetten gelmededir; oysa cehennemden kopan bir kıvılcımdır,
 1070, Onların şiirleri tümden iksirdir; bu yüzden de bakırın, altın olur; onları canla - başla kabul et,
Bu erlerin övüşleri, Hakk'ı övmektir; çünkü onların gönülleri Hakk'ın çevresinde döner
Onları, dâima Hak över; buna tanık da Kur'ân âyetleridir,
Bütün Kur'ân, onların övgüsüdür; kulluk edenleri, îman ehlini anlıştırır30
,
Kur'ân, bütün peygamberleri anlatır; Kur'ân'da, erenlerin manevî yakınlıkları anlatılır,
Onların sözleri, hâllerinin sonucudur; onların şiirleri, ululuk ışığıyla dopdoludur,
Ama kendilerine tapanlar, nefis ve Şeytan şarabıyla sarhoşturlar,
Onların bakışları, Allah için değildir; yalandan - dolandan, gösterişten doğmadır,
Böyle aşağılık adamlar, münafıklıkla, pek büyük bir hırsla dolu olan kişiler hakkında,
Neliksiz-niteliksiz Allah, «Şâirlere akılsızlar, ziyankârlar uyarlar» buyurmuştur,
 1080, Onların işleri-güçleri, kendilerini göstermektir; dervişlerin sırlarından bir koku bile yoktur onlarda,
Derviş kişi, Allah "dan söyler, kendinden geçmiştir; Allah yolunda koşar-durur,
Çünkü o, kendisinde değildir, Allah yolundadır; bütün hür kişiler, ondan ders alırlar,
O, kendi varlığım yok etmiştir; varlıksız bir halde de yüzünü Allah'ya çevirmiştir,
Onların şiirleri nurdan doğar; neşe dünyasından gelir,
Onların şiirlerini, isa'nın afsunu bil; çünkü o şiirlerle ölü, can bulur, dirilir,
Her aşağılık kişi, bu ikisini nerden ayırdedecek? Gönül bilgisinin yolu yoktur ki,
Onca boncuk da birdir, inci de; o bilgisiz, sarraf değildir ki,
Aşıklık, İhlasın sonudur; âşıkların kanları için kısas yoktur,
Aşıkları öldürmek, yaşatmaktır; onların öldürülmeleri; ölüm değildir,
 1090, O çeşit öldürülüşe karşılık olamaz; o öldürüş, kârın ta kendisidir, ziyan değil,
Hattâ bu bu suretle düşman nefisten kurtulduğu için âşıkın şükretmesi vaciptir,
Aşıkların öldürülmeleri, yokluktan kurtulmaktır, dosta kavuşmaktır,
Çünkü âşık, bu suretle tümden «La» olup varlığından, benliğinden geçer; tümden, «îllâ» ya ulaşır,
Âşıklar, varlıklarını bırakırlar; boyuna Allah'ya yüz tutarlar,
Âşıkların yürüyüşleri böyledir; zahitlerin yürüyüşleriyse kulluğa yönelmektir, hayra gidiştir,
Bu, yüklüdür, oysa yüklenmiş; bu kabul edicidir; oysa kabul edilmiş,
Aşk denize benzer, zâhitlikse katreye; aşk güneştir, zâhitlikse sanki zerre,
Zâhitlik, akılla buraya dek gelir; âşıklıksa, ey arayan, seninle beraber gelir - durur,
Çünkü her âşık, Allah şehididir; âşık, canını - başını verdi mi, sırlara sahip olur,
 1100, Baş veren âşık sırra erer; baş vermeyense, yelle savrulur - gider,
Burda ölen kişidir diri; dertsiz olansa tortu gibi atılır ancak,
Zahidin meyli, testideki suya benzer; âşıkın meyliyse sel gibidir, kaynak gibi, ırmak gibi,
A bilgin, bu ikisini ayırd et de ahmaklıktan her boncuğa inci deme,
Âşıkların şarabından ıçtiysen arı-duru suya tortulu deme, tortu adını takma,
Zahit, sana der ki: Namazla ulaşırsın, hacla, oruçla, niyazla kavuşursun:
Âşıksa der ki: A iyi yoldaş, şu denizin önünde çal testiyi taşa,
Kendini arılık denizine kap-koyver de ŞU denizin, işini görsün gitsin
Senin elinden ayağından ne gelebilir ki; yahut aklından, anlayışından karârından ne meydana çıkar ki?
Bir sinek denizleri aşamaz, Kafdağına, Zümrüdüankadan başka kuş uçamaz,
 1110, Meğer ki burda Zümrüdüankaa kanadıyla kanatlansın da kendisim bir yere ulaştırsın,
Âşık, Zümrüdüankaa gibidir, sense sineksin; onunla solukdaş olmaya hiç çabalama,
Elini, ayağını oynatıp durma; ona el at, ona yapış da ağa - tuzağa benzeyen şu dünyâdan kurtul,
Bunu iyice bil ki işini ancak o onarır; seni varlıktan, mekândan o kurtarır,
Şüphesiz olarak seni o tapıya ulaştırır o, sana padişahlık, saltanat devlet verir o
Başka bir yere havale etmesem; bakır, onunla altın olur - gider,
XXIX
Arifin bakışı, görüşü, Allah'yadır, zâhidinse kendi âmeline; zahit, ne yapayım der; ârifse, bakalım, Allah ne yapacak
der; o, kendini unutmuştur, hattâ varlığı kalmamıştır; Allah'da yok olup gitmiştir, «Arifin dileği, gayreti, Rabbinedir;
zâhidinse nefsine,» Bunu anlatış
Şu iki görüşü anlatışta, o baş olandan, o başbuğdan şu dosdoğru sözü dinle: Zahit, korkusundan, ben ne yapayım
der; bu kadar mihnet içinde ne edeyim Ârifse aşkla, O ne yapacak, acaba Allah, benim için ne örecek der, Onun
bakışı, görüşü, kendinedir; iyilik edeyim, der, kötülüğe yönelmeyeyim,
 1120, Bunun bakışı, boyuna Allah'yadır; boyuna Allah cemâline bakar,
Zahitlerin, bakışları, işleredir; ariflerin bakışları, dağılıp yok oluşadır31
,
Zahidin kendine gelişi, ibâdetler yüzündendir; arifin sarhoşluğu, Allah ululuğuna dalıştandır,
Hayırda bulunmaktır, ibâdet etmektir zahidin dayancı; Allah'ya ulaşmaktır arifin dileği,
Bu, hayır işlerde kendini görür; oysa gizli âlemde Allah'ya dalar,
Bunun ihsanı, zamana, sayılara bağlıdır; Allah ârifıyse sayıyı-sınırı yıkar,
Bu, yeryüzünde ömrünü yok eder; Allah ârifiyse ebedîlikte yok olur-gider,
Zahit, korkuyla ümit arasındadır; Allah ârifiyse ikisinin yücesinde uçar,
Zahitlerin yeri - yurdu yeryüzündedır; ariflerin himmetleriyse Arş sahibinin katında
Bu söze son yoktur; gene sen o padişahın ayrılıktan ne hâle geldiğini anlat,
XXX
Allah azîz sır r ly la bizi kutlasın, Mevlânâ'nın, Allah anılışmı ululasın,
Tebriz'li Şemseddîn'in sevgisiyle, evvelce olduğu gibi kararsız bir hâle gelip coşması,
 1130, Gece-gündüz, semâ'a düştü; yeryüzünde gök gibi dönüp durmadaydı,
Sesi, ağlayışı Arş'a ağdı; feryadını büyük de duydu, küçük de,
Gümüşü, altını çalıp söyleyenlere vermekte, neyi varsa hepsini onlara saçıp dökmekteydi,
Bir soluk bile semâ etmeden durmamakta, gece-gündüz, bir soluk bile dinlenmemekteydi,
Bir derecede ki, neşîdeler söyleyenlerden hiçbiri kalmamıştı ki söylemekten dilsiz, sessiz bir hâle düşmesin,
Hepsinin de söylemekten dilleri-damakları kurumuştu; hepsi de paradan- puldan bezmişti,
Hepsi bitmiş, hastalanmıştı; şarapsız mahmurlaşmıştı hepsi,
Mahmurlukları şaraptan olsaydı, elbette gene arı-duru şarapla ayılırlardı,
Fakat söylemekten, çalıp çağırmaktan yorulmuşlar, feryâd edip uykusuz kalmaktan perperîşan olmuşlardı,
Eziyetten hepsinin de canı dudağına gelmişti; gönül ateşi olmaksızın hepsi de zahmetle pişmişti,
 1140, Böyle derde deva olamaz; meğer ki Allah yardım ede,
Şehri bir gürültüdür, kaplamıştı, Şehir de nedir ki? O gürültüyle zaman da dolmuştu, mekân da,
Böylesine bir kutup, böylesine bir İslâm müftüsü ki iki âlemde de onun gibi bir şeyh, bir imam yoktu;
Delicesine coşkunluklar ediyor, kimi gizli, kimi apaçık coşup köpürüyordu,
Halk, onun yüzünden şeriattan, dinden olmuş, herkes aşka rehin olup gitmişti,
Hafızların hepsi, şiir okumaya başlamıştı; hepsi de çalıp çağıranlara koşuyordu,
İhtiyar, genç, herkes semâ'a düşmüştü; sevgi burâkına binmişti,
Virtleri beyitti, gazeldi artık; bundan özge ne namazları kalmıştı, ne ibâdetleri,
Yollan - yordamları âşıklık olmuştu; onlarca aşktan başka herşey saçmaydı artık,
Yollarında ne küfür vardı, ne İslâm; Tebriz'i! Şems, padişahlar padişahı olmuştu,
 1150, İşleri-güçleri, mest oluştu, kendinden geçişti; aşk inancı, inançlardan dışarıdır çünkü,
İnkarcı, inkârın son haddine varır da bu iş der, şerîata, dîne uymaz,
O aşağılık kişi, dînin canını küfür sayar; tüm akla delilik adını takar,
Ona bu söz ters gelir; ama erkek arslanm karşısında bir güvercin ne yapabilir ki?
Böylesine sarhoşluk, böylesine coşkunluk, bu çeşit aşk, bu çeşit zevk içinde,

XXXI
Mevlânâ'nın Şemseddîn'i aramak için Şam'a gitmesi
Yola düştü, Şam'a gitti; pişkin-ham, herkes de ardına düştü,
Bu yolculukta Şam'a erişince halkı aşk ateşine yaktı-yandırdı,
Herkesi coşturdu, aşka düşürdü; herkes kendinden geçerek yürüdü-gitti,
Herkes canla-gönülle ona âşık oldu; onun derdinde yüzlerce derman olduğunu gördü;
Varım-yoğunu ona feda etti; buyruğunu canla yerine getirdi,
 1160, Herkes candan mürîd oldu, kul kesildi ona; gölge gibi ardına düştü onun,
Çoluk-çocuk, ihtiyar-genç, herkes onu dilemekteydi; herkes canla-gönülle onu seçmişti,
Şamlılar da ona uydular, hayran oldular; böylesine Peygamber huylu bir üstün er diyorlardı,
Neden böyle âşık oldu, akıldan kaldı; oysaki yüzlerce Zün-Nun onun varlığına bürünmüş,
Bilgin-bilgisiz, zengin-yoksul, bu feryada, bu figana şaşırdı-kaldı,
Bu ne şeyh, bu nasıl mürîd ki hiçbir çağda onun benzeri yok;
Dünyâ, Âdem devrinden beri, dünyâ olalı böyle bir aşk görmedi de, Duymadı da,
Kimin gönlünde bir gevher varsa, onun yüzünde binlerce belirti gördü,
Her solukta, ondan, güneş gibi apaçık kerametlere tanık oldu,
Herkese, geçmişin, içinde bulunduğumuz zamanın, geleceğin sırlarını, sürçmeden-yanılmadan söylüyordu,
 1170, Herkes, bu ne şaşılacak şey ki diyordu, Allah tesellisine mazhar böylece bir göz sahibi,
Eşini, benzerini çağlar içinde duymadığımız, zamanede benzerim görmediğimiz böyle bir er;
Böyle bir er ki dünyâda ondan daha iyisi yok; ululukta, üstünlükte ondan büyüğü görülmemiş;
Böyle bir er, onu bu çeşit aramakta; şaşırmış bir halde her yana koşmakta;
Tebriz'li Şems, nasıl bir adammış ki böyle bir tek er, ardına düşmüş onun,
Şaşılacak şey; Şeyh, ondan ne aramakta ki ardınca her yana koşuyor,
Ey Allah, bu ne sırdır? Bize de göster; perdesiz olarak güneş gibi göster,
Bu düşünceye düşen bilmiyordu ki aralarında bir fark yok;
Mevlânâ'nın, kendisinden başkasına özlemi olamaz,
O, Şems'te ancak kendisini görüyordu; akıl, bir başkasını seçmemişti de, seçmez de,
Akıl der ki: Ben aklı aramaktayım; boyuna akıllılardan söz rivayet etmedeyim,
 1180, Birşeyin cinsinden olanı, onun aynı bil; şeker nerden ekşi nara benzeyecek?
Alemde iki görme; ikimiz de biriz: ikide bir şüphe vardır, bizse şüpheden arıyız,
Garibiz biz, garîb olarak gideriz; sonunda da varır, dosta ulaşırız,
Şüphe yok ki doğan, doğana eş olur; kuzgun da varır, kuzgunla buluşur,
Sen beni, Şemseddîn'den başka sanma; canımız birdir bizim; suretlerden geç,
Dört olsun, beş olsun, Allah kudretiyle cihan nasıl var olduysa hepsi de bir candan var olmuştur,
Toprak kalıp haline gelmiştir ama önce yeryüzünde dağınıktı,
O dağmılık, canla bir oldu; bunda kimsenin şüphesi yoktur,
Sonra tekrar ruh bedenden ayrılınca, o hünerli er, beden nasıl önce topraksa gene toprak olur,
Önceden olduğu gibi o parça - buçuklar, gene dağılır - gider,
 1190, Göz, kulak, baş, iki el, iki ayak, hepsi de gözünü aç da gör, bir candan meydana gelmiştir,
Can bedenden çıkıp gitti mi, aşağılık bedenden olanların hepsi de birbirinden ayrılır,
Herbiri bir yana dağılır; ayak bir yana gider, baş bir yana,
Baş bir yana gider, el bir yana; hepsi de o varlıktan soyunur da yok olur,
Yerin, göğün zerreleri de böylece, güneş, Ay, dağ, deniz;
Hepsi bir can yüzünden toplanmıştır, hepsi onun sayesinde diridir, oynar, durur,
Âlemi bir şahıs, ruhla duran, yaşayan bir şahıs tut;
Kıyamette ondan can gitti mi, gök de yıkılır gider, yer de,
Ay'la yıldızlar yerlere dökülür; aşağıyla yukarı birbirine karışır,
Ne dünya kalır, ne yer, ne gök,, hepsi de yok olur, ancak O kalır,
 1200, Can, sayıları bir beden haline getirmekte; öyİeyse can nasıl olur da iki şey olur? Söyle bana
Neden at atı arar; neden devenin yanına koşup gitmez? Şöyle, Bu söz, bilgi sahibine apaçık meydandadır,
Aramak, nispetten, cins oluştandır; aynı cinsten olmayanların varlıkları ayrı -ayrıdır,
Bunun sırrı sonsuzdur, uçsuz - bucaksızdır; sayıya sığmaz, A sarhoş bu anlamlardan geç de hikâye nereye vardı; onu
anlat,
XXXII
Allah aziz sırrıyla bizi kutlasın, Mevlânâ, Şam'da, suret bakımından Tebrizli Şemseddîn'i bulamadı ama anlam
yönünden onu, kendisinde buldu; çünkü Şemseddîn'deki hâl, onda da meydana geldi,
Tebriz'li Şems'i Şam'da görmedi ama Şems'i kendi varlığında gördü, Ay gibi kendi varlığında belirdi o,
Beden bakımından dedi, ondan ayrıyız ama bedensiz, cansız, ikimiz de bir nuruz,
İster onu gör, ister beni; ben oyum ey arayan kişi, o da ben,
Şu gökkubbe dönmeye başlamadan önce ikimiz de bedensiz, cansız birdik
 1210, Ne gök vardı, ne Ay, ne güneş; oysa bana candı, bendeydi,
Gök yokken zevkler sürdük, safâlar sürdük; padişah elinden şaraplar içtik,
Yersiz, zamansız beraberdik, dünya var olduktan sonra da aynı birlikteyiz biz,
Cihanda eşimiz - örneğimiz yok; anlayışlar, bizim hâlimize nerden erecek?
Zengin olsun, yoksul olsun, düşman, yahut dost, hepsi de deridir ancak, iç biziz,
Dostum, biz şu yaratıklardan değiliz; bizi şu cihan ehlinden sayma,
Bu cihan, bize şaşırmış - kalmıştır; yer halkı da bizi istemektedir, gök halkı da,
Hâlimiz kimseye benzemez; hâllerimizi apaçık bilen kimdir ki?
Ne yüzden ben, o deyip duruyorum? Zâti ben oyum, o da ben,
Varlığımdaki tamamiyle o, gelirim de ondan, giderim de,
 1220, O sanki insan da ben gölgesiyim; insan olmadıkça gölge olamaz ki,
O olmadıkça varlığım yok: onsuz ne arışım var benim, ne argadım,
Benim hareketim, hep onun hareketinden; onsuz ne yüzüm var benim, ne ardım,
Şu halde bende dâima onu gör; iyilikte de, kötülükte de, katılıkta da, yumuşaklıkta da onu seyret,
O güneş gibi, bense zerreyim sanki; o deniz gibi, bense katreyim adetâ,
Katrenin yaşlığı denizden değil mi? Zerrenin varlığı güneşten değil mi
Kendimi övmem o yüzdendir ki ben küpüm, o ırmağın suyuyla dopdolu,
Şu halde gerçekte övüşüm, hep onu övmek; sen aslı al da ayrılıktan geç -gitsin,
XXXIII Mevlânâ'nın Şam'dan Rum diyarına dönüşü
Döndü, tekrar Rum diyarına geldi; keklik gibi gitti, alıcı doğan gibi döndü, Katresi çoğaldı, deniz kesildi; yüceydi, Allah
lûtfuyla daha da yüce oldu,
 1230, İş böyle olunca artık, onu bulamadı deme; aradığı kendisine belirdi,
Çalgıcıları, elsiz - ayaksız, damına - kapısına yeniden çağırdı
Coşup güçle - kuvvetle naralar attı; bu köpürüşle aşk denizi coştu - dalgalandı,
Halk, bu ne coşkunluk, bu nasıl kükreyiş diye büsbütün şaşırdı - kaldı,
Ayrılık derdiyle kararsızlığından da daha artık kararsız bir hale geldi,
Herkes, onun bu hali yüzünden çıldırdı sanki; kimsede ne karar kaldı, ne sabır,
İhtiyar da, genç de o aşk güneşine karşı, candan - yürekten oynarrîaya koyuldu,
Her çeşit töre, göze soğuk göründü de herkese aşk ve âşıklık töre kerüdi artık,
XXXIV
Mevlânâ'nın tekrar Şam'a gidişi
Birkaç yıl durduktan sonra tekrar aşkla ve bir bölük halkla Damaşk'a gitti,
Gene ortaya yüzlerce kavga saldı; herkes ne de şaşılacak aşk diyordu,
 1240, Bir zaman şaşılacak coşkunluklarda bulundu; halk diyordu ki: Yârabbi, bu nedir?
Biz ne böyle bir aşk, böyle bir coşkunluk işittik, ne kimsede böyle bir özlem gördük,
Aylarca Şam'da oturdu; bir âşıktı ki aşkla düşüp kalkıyordu, aşkla oturup duruyor,
Gece-gündüz, bir soluk bile karârı yoktu; kadehsiz aşk şarabını içip durmadaydı,
XXXV
Allah azîz sırrını kutlasın, Mevlânâ'nın, Allah anılısını ululaşını,
Tebriz'li Şems'i ikinci kez Damaşk'ta aradıktan sonra Konya'ya gelişi
Bundan sonra tekrar, arslanın bile alnına damgalar vurmak için Rum diyarına döndü,
O güneş, Zühre'nin nağmeleriyle kâseleri doldurmak üzere can göğünden baş gösterdi,
Değil mi ki ben oyum dedi, ne arıyorum,? Onun tıpkısıyım, artık kendimden bahsedeyim,
Güzelliğini övdükçe överdim; ama o güzellik, o lütuf bendim zaten, Gerçekten kendimi arıyordum; üzüm şırası
gibi küpün içinde kaynayıp coşuyordum,
Şıra, bir başkası için coşup köpürmez, kendi güzelliğine uyar, onun için işe girişir,
 1250, Kendisinde gizli olan güzelliğin görünmesine gayret eder,
Murtazâ, onun içindir ki özündeki gevheri övmeye koyuldu da,
Kim kendim bildiyse Allah'yı da bildi; peygamberler ne dediyse anladı buyurdu,
Ama bu durağa dedi - koduyla erişemezsin; bunun sırrını hâl yolunda ara,
Bu, nefs-i emmârenin değişmesidir; böylece de yıldız, Ay olur,
İnsan, kendini tam bildi mi, o zaman Rabbini de bilir,
Ham bakırın kimya yüzünden altın olması, yahut katrenin denize kavuşması, deniz kesilmesi gibi,
Yeniayın dolun-Ay, bilgisiz kişinin bilgiyle bilgin olması gibi,
Yahut koruğun olgun üzüm haline gelmesi, yahut da erlik suyunun huriye dönmesi,
Anlam bakımından böylece yüceldi mi de ard, ona ön kesilir;
 1260, Allah'mn üstünlüğünü ondan sonra anlar, bilir de şükür bineğini canla, başla sürer,
Şükür, bağışlara değer, bunu böyle bil de geri kalanın gönül levhinden oku,
İnsan, bu hâle gelmeden dâvaya kalkışırsa, bil ki dâvası manasızdır,
Netekim Mevlânâ, bu sırrı anlatırken, o bilgin er, demiştir ki:
Semâ'dan sarhoş olmayan, hoşluktan, zevkten, şevkten birşey elde edememiştir,
Yücelmiş bile olsa, sen onu münkir bil, sözünü bir arpaya bile alma,
A benim canım, bir başka anlam var ya, budur o; gönülde gizli bir ışık vardır,
Öyle bir ışık ki Allah'nın zâtından ayrı değildir; güneşin ışığının, güneşten oluşu gibi,
Herşeyi insan onunla ayırdediyor; böyle kişiden de dünyâdan hiçbir şey gizli değildir,
Böylesi bir ışık, o kişide boyuna vardır; bilgisiz, ham kişiyse ondan hep gaflettedir,
 1270, O arayan, kendi nurunu gördü mü, Allah'yı da apaçık görmüş demektir:
Bir başka anlamı da şu ki eren, dâima irfanla ganîdir, bilgiyle doludur,
Zâtı baştan başa nurdur o; hem cennetin bezentisidir; hem hurinin bezentisi,
Alemde, Hakk'a mazhar olan odur, Adem gibi padişahtır, Halîfedir o,
Ayağı, meleklerin secde yeridir; soluğundan ululuk nuru ışır, görünür,
Bilgisi, Allah bilgisidir; kendine bakma hiç; onu tanı, onu bil,
Boyuna onu gör, başkasını değil: onu gör de Allah'ya doğru yol al,
Şeyhini o arılıkla bilirsen, perdeler kalkar, Allah'yı da bilirsin,
Allah bilgisi mukadder olur sana; karanlıklar kalkar; baştan başa her yan nur olur,
Allah sırları, pek büyük ve kudretlidir; halk da o sırları yüklenmiştir,
 1280, O sırlardan biri, iyice dinle, şudur; dinle de keşfin, anlayışın, bu yüzden yenilensin,
XXXVI
«Gerçekten de biz, emâneti göklere, yeryüzüne, dağlara arzettik;
onu yüklenmekten çekindiler; ondan korktular; İnsan yüklendi o emâneti;
gerçekten de pek zâlimdi, insan, pek bilgisiz» âyet-i kerîmesinin tefsiri,
Allah'nın Kur'ân'da bildirdiği, insanın, bilgisizliği dolayısıyla yüklendiği o emânet,
Bil ki Allah buyruğudur; kim o buyruğu kabul ederse yücedir Mühimsemeyip bırakansa, pek bilgisiz kalır; şeytanlar
gibi aşağılıklara yönelir - gider,
Hak, Âdem'i, dilediğini yapar, her işte güçlü yarattı, İnsan, düzgünlüğe, iyiliğe de gidebililir, kötülüğe de eş olabilir,
İyiyi de, kötüyü de yapmaya gücü yettiğindendir ki buyruklar ona verildi, Cansız olsun, bitki, yahut hayvan olsun,
insandan başka bir yaratığın buna gücü yoktur,
Yeryüzünden, gökten, güneşten tut da Ay'a, burçlara, Zühre yıldızına dek, Herşeyin herbirini Allah bir işe koştu;
insandan başka hiç biri, dilediğini yapamaz, hiçbirinin irâdesi, ihtiyân yoktur,
 1290, İnsan, o emânete dikkat ederse, dîni de kendinde görür, dindarlığı da kendinde bulur,
Arş'ı, göğü de kendinde görür; hattâ Arş da nedir? Allah'mn ululuk nurunu seyreder,
Senin gönlün, adetâ bir aynadır; o tertemiz, o aparı ayna sende gizlenmiştir,
İyiyi de onda görürsün, kötüyü de; sonra da dilediğini canla - gönülle kabullenirsin,
O suretler, gönülden gitmez; adetâ halıdaki nakışlar gibi gönüldedir,
Peki, öyleyse neden başkasına muhtaç olursun? Nerde olursan ol, o, seninledir, sendedir,
Şeyh de Şemseddîn'in aşkında böyleydi işte; Şeyh, o aşkı gece - gündüz izhâr eder - dururdu,
XXXVII
Allah aziz sırrıyla bizi kutlasın, Mevlânâ'nın, Tebrîzli Şemseddîn'den sonra,
Allah anılışını ululasın, Konya'lı Kuyumcu Salâhaddîn'i seçmesi,
Şeyh bu coşkunluk âlemindeyken mürîdlerinden biri, onun yakınlığına erişti; yakınlık atına bindi,
Binicilik de ne, beylik de ne? Padişah oldu, konağa da hâkim kesildi, yola da,
Yol alanlar, onun yüzünden azık elde ettiler; konaklayanlar, ondan ihsanlara eriştiler,
 1300, Allahya ulaşmada güçlü bir olgunluk elde etti o; bakışı, taşa bile feyiz verir oldu,
O, yedi göğün de, yedi yerin de kutlusuydu; lâkabı da padişah Salâhaddîn'di,
Güneşin nuru bile yüzünden utandı onun; onu gören herkes, gönül ehli oldu,
Hat sahibi Şeyh, onu gördü, Abdal bölüğünden onu seçti,
Yüzünü ona tuttu, herkesi bıraktı; ondan başkasıyla görüşüp konuşmayı yanlış saydı,
Şemseddîn diyordum ya dedi; ne diye uyuduk biz? Geldi işte gene,
Elbisesini değiştirdi de yüzünü göstermek, salma - salına yürümek için gene geldi,
Tastan içtiğin şarap, tas gittiyse de gene o şarap değil mi?
Tas da, kâse de kadehe benzer; er, şarabı tanıyan, bilen kişidir,
O, şaraptan mahrum kalmaz o rahmete ulaşmış kişi,
 1310, Ama beden kadehlerine bakan, onları gören kişinin kör gönlü, can şarabını içemez,
A bilgin, bu sözün sonu - kıyısı yoktur; sen Mevlânâ'nın ne dediğini açıkla,
Dostlara sevgiyle dedi ki: Benim dünyâda kimseden pervam yok,
Sizinle de işim yok; hepiniz Salâhaddîn'in çevresinde toplanın,
Başımda şeyhlik sevdası yok benim; hiçbir kuş, benimle beraber uçamaz,
Kendi âlemimde hoşum, kimseyi istemiyorum ben; bana yönelen, sinek gibi zahmet verir bana,
Bundan böyle hepiniz de onun yanına vann; hepiniz de canla başla onunla buluşmaya çalışın,
Böylece de hepiniz doğru yola girin, yürüyün, arpa bile olsanız buğdaydan iyi bir hâle gelin,
Buğday da nedir ki? inci olun; ondan uzaksınız ama, onun bakışına erişin, onun sayesinde bakış sahibi olmaya
savaşın,
O, halka yönelir, salınarak yürürken cilveler eder,
 1320, Anlayışlı kişilerseniz hepiniz de Allah'a şükürler edin,
Şükürlerde bulunun ki size acıdı da baktı; seher yeli gibi size esti,
Böyle bir defineyi bulan zengindir: bundan mahrum kalansa kör olarak kalakaldı; aşağılık kişidir o,
Dostlara teveccühü pek büyüktür onun; onları, iyi işlerde bulunanlara katmak ister,
Gece-gündüz, bütün gayretiyle bu iştedir o; eyvanlar olsun inkâra düşen kişiye,
Böyle bir padişah, sizi arayıp istemekte; ama ne çâre ki hırs, hevâ ve hevese düşkünlük üst olmuş size,
Hırsa, hevâ ve hevese uymak, Allah perdesidir; siz de bizim gibi hırsı, hevesi boşlayın,
Sapıklık ehli, koyu küfür ehli değilseniz, o güzelim yüze bakın,
Melekseniz, onun önünde yere baş koyun,; yoksa şeytansanız, onda şüpheniz var demektir,
Güneş gibi onun nuru ortada apaçık; kimde gönül varsa, ona delidîvânedir,
 1330, Ama münafık olan, iki yüzlü olan, o defineden yanm habbe bile elde edemez,

XXXVIII
Allah, yüce sırrıyla bizi kutlasın, Mevlânâ'nın Veled'e
lûtufları vardı da bu yüzden boyuna onu, erenleri ululamaya yöneltirdi,

Sonra Mevlânâ, Veled'i çağırdı da, duy ve anla dedi; çünkü sen bilginsin,
Veled, baş eğdi de, bu kuldan ne istiyorsun dedi; maksadın ne, söyle,
Mevlânâ, Salâhaddîn'in yüzüne bak dedi; ne zâttır o Allah sırlarım gören padişah, bir gör hele,
Can âleminin, kendisine uyulacak kişisidir o; mekânsızlık mülkünün sahibidir o,
Evet dedim; ama onu her aşağılık kişi göremez ki; onu, ancak senin gibisi görür,
Bana, Şemseddîn, o atsız, eğersiz padişah budur dedi,
Ben, de böyle görüyorum dedim; ondan başka can denizi görmüyorum,
Canla - gönülle onun kuluyum; onun kadehiyle sarhoşum, kendimden geçmişim,
Bana ne buyurursan onu yaparım; padişahım, canla itaat etmişim sana,
 1340, Dedi ki; Bundan böyle Salâhaddîn'e, o dosdoğru padişahlar padişahına uy,
Bakışı, sana düşerse, kimyadır; ululuk ıssı Allah'nın rahmetidir,
Denizi, katreyi inci hâline getirir; eritti mi, toprağı bile altın eder,
Porsumuş gönlü diriltir; sana tertemiz, ebedî bir can bağışlar,
Seni ölümden, yok olmaktan kurtarır; ebedîlik saltanattım tahtına oturtur seni,
Sır bilgilerine bilgin eder seni; bütün sırlar, ondan belirir,
Yeryüzüysen, seni gök hâline kor; can gibi mekânsızlık yönüne ulaştırır seni,
Bunu kabul ettim dedim; Salâhaddîn'e kul - köle olayım,
Ayağının tozunu gözüme çekeyim de o Allah nuruyla gerçek görüşe erişeyim,
Gerçeklikle, niyaz ederek ona yüz tuttum: aşkla, niyaz ederek ona kul oldum,
 1350, Beni görünce baktı, beni, iki dünyâda da kendine kul olmuş gördü,
Sarhoş oldum ama üzümden yapılmış şarapla değil; canım da nura garkoldu, cismim de,
Adamı yok eden garkoluş değildi bu; öylesine bir olgunluk veriyordu ki onun üstünde bir olgunluk olamaz,
Canım bir katreydi, derya kesildi; gönlüm, aşağılık âlemden yücelere ağdı,
O anda düşündüklerim, gözümün önüne geldi; salt ruh, bir beden gibi şekle büründü,
Peygamberler, başı, elleri, ayaklan olan insan şeklinde, o anda gözümün önünde belirdi,
Herbiri, dille, işaretle, uyanık olarak sırlara ait sözler söyledi,
Başkalarıysa adetâ uykudaydılar; sanırını ki bundan azacık birşeyi; onu da serap gibi görebildiler,

XXXIX
Erenlerin gözlerinin açılmasının belirtisi şudur: Gaybe ait şeyleri sır gözüyle görürler,
sır kulağıyla sözler duyarlar, Hani cisim ehlinin rüyada şehirler, bağlar - bahçeler,
çeşit- çeşit insanlar gördükleri gibi erenler de uyanıkken rüya görürler;
Meryem'in Cebrail'i bir genç kılığında, esenlik ona, Lût'un,
melekleri delikanlılar şeklinde gördüğü gibi; böylece hepsi de çeşitli suretlerde
gayb âlemine ait şeyler görmüşlerdir,

Çocuk rüyada ekmek görür, çünkü dünyadan dileği odur,
Dinle din olanların hepsi de uyanıkken rüya görürler,
 1360, Uyanıkken hatırına gelen şeydir rüyada, sana görünen,
Senin aksine, gönül ehli de Yaratan'ın yolunda rüyalar görür,
Kervan, binek, azık olmaksızın göz yumup açacak kadar bir zaman içinde
Damaşk'a, Hicaz'a giderler,
Seninle oturmuşlardır, iki gözleri de açıktır; ama Rey gibi, Ebhaz gibi şehirler görürler,
Dağ, ova, gemi, deniz, güneş, Ay, yıldızlar, yer, gök,
Hepsini, geçmiş peygamberleri, bunun gibi yüzlerce göğü seyrederler,
Cebrail de kendini Meryem'e bir delikanlı şeklinde göstermedi mi?
Meryem onu görünce kaçtı; örtülü, ırz ehli bir kızdı, ondan pek korktu,
Cebrail Meryem'e, benden korkma dedi; meleğim ben, beni tanı,
Allah, sana üfurmemi, yeniden üfiirerek ruh bağışlamamı emretti bana,
 1370, Korkup kaçma; Mesih'e yüklü olacaksın; bunun üzerine Meryem, peki dedi, kerem et, üfle,
Cebrail, hemencecik ona üfürdü; Meryem de bu soluktan yüklü oldu,
Dokuz ay sonra o çocuğu doğurdu; onu beşiğe koydu,
Bütün akrabası başına toplandı; kız oğlan kızdın, kullukta bulunurdun, Hakk'ı arardın dediler;
Senden bu eşi görülmemiş kötü iş nasıl meydana geldi? Adın - sanın halk arasında iyiydi,
Başımız yüceydi, alçaldı şimdi; söylemez misin, bu ne iştir?
İşaret etti de, bu çocuğa sorun; Allah'dan korkuyorsanız kötü söylemeyin demek istedi,
Hepsi de, yeni doğmuş bir çocuk bu; ona ne soralım dediler;
Bu yaptığın ne biçim düzen'? Bizim başımıza, sakalımıza gülüyorsun demek,
İçlerinden biri, akıllılardandı; gönlünde gerçeklik, temizlik nuru belirdi de
 1380, Bu hâli çocuktan sordu; o da hemencecik bir güzelce söze geldi,
Isa beşikte o topluma dedi ki: Ben sıfatlar bakımından Musa gibiyim,
Varlığım, babasız meydana geldi, ruhtan var oldum; Hûd'un,
Lût'un, Nuh'un özüyüm - özetiyim ben,
Bir yönden Adem'e benzerim; her yönden de o soluğu taşımaktayım,
Öyjesine bir kulum ki iki dünyâda da Allah beni kılavuz etti, padişah etti,
Bana hem kitap verdi, hem kendine has bir kul etti; böylece de her gama, her
derde deva vermemi sağladı,
Bana, hem kulluk etmeden peygamberlik verdi, hem Âdem gibi ululuk ihsan etti,
Anadan doğma sağır, benim \iizumden duyar, işitir; kör, gören iki göze kavuşur,
Çolağın eli açılır; belâya uğramış, iyileşir; sihhatli kişiden daha iyi bir surette her yana yürür - gider,
Soluğumla ölüleri diriltirim; baş çekenleri canla - gönülle kul -köle ederim,
 1390, Hükmedersem toprak altın olur; kırık taşlar altın kesilir,
Periyi, şeytanı melek ederim; onları nur denizine kaparım,
Kara topraktan uçar kuş belirtirim de insanlar da buna şaşakalırlar, cinler de41
Mucizelerime son yoktur; sözüm, nakil, rivayet değildir,
Ben, aranızda Allah ruhuyum; ey arayanlar, sizin bezentinizim ben,
Âlemde Kelîm'in sırrıyım ben; her peygamber nasıl benim hâllerime, sırlarıma erecek?
Benim babam, ustam, hocam, Allah nurudur; aslında doğru yola yönelmem, onun delâletiyledir,
Size rahmet olarak geldim; itaat edin bana; sizi devlete eriştirmeye kefilim; uyun bana,
Bâkıy olan benim; sizin ömrünüzse geçer-gider; nefsin dileğince koşan kâfirdir; cinayet işler,
Ben soluğumla canları diriltirim; kâseler, kadehler sunar, onları suya kandırırım,
 1400, Çağımda Bengisuyum ben; gönül bahçelerinizde akar giderim,
Neliksiz - niteliksiz Allah'nın tercemâmyım; başka gözle bakma bana,
Sözüm, onun sözüdür, kulağını aç; dosttan ayrı değilim, iki görme,
Ölmüş doğan ses verirse o ses, diri kişidendir; doğandan değil ölünün sesi mi çıkar, öter mi ölü kuş ?
A beyim, o ses, o ötüş, bil ki avcının sesidir; avcının ötüşü,
Öter ki kuş gelsin, bu ölü kuşun yanına konsun da onu kapıp avlasın,
Bu düzenle kuşcağızlar tutar; Hak da halkı behâneyle böyle avlar,
Erenler, ölümlerinden önce ölmüşlerdir; ne onları kimsenin kabul etmesine aldırış ederler, ne reddetmesine,
Hak, onlardan seslenir; ölümsüzdür Hak, halkın ona yönelmesini diler,
Çünkü halk, kendi cinsini görünce kaçmaz, onu bırakmaz; tez uzlaşır onunla,

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder