2 Haziran 2016 Perşembe

Mesnevi Hz Mevlana Celaleddin

Fakat iki parmağını iki gözünün üstüne koy: bir şey görebilir misin? İnsaf et!
   Sen görmesen de dünya yok değildir. Kusur, ancak şom, nefsin parmağında.
   Kendine gel! Gözünden parmağını kaldır da ne istiyorsan gör.
   Nûh’un ümmeti, Nûh’a “Nerede sevap?” dediler. Nûh “duymamak, görmemek için elbisenize büründüğünüz cihette.

1405. Elbiselerinize bürünüp yüzünüzü, başınızı sardınız; ondan dolayı gözünüz olduğu halde görmediniz” dedi.
   İnsan gözden ibarettir. Geri kalanı bir deridir. Göz de, dostu gören göze derler.
   İnsan, dostu görmeyince kör olsun, daha iyi. Böyle adam Süleyman bile olsa, karınca ondan yeğdir. "
   Bu yepyeni sözler, Rum elçisini semaa getirdi, Ömer’i görmek iştiyakı arttı.
   Gözünü o padişahı aramaya dikti, eşyasını da kaybetti, atını da.

1410. O iş erinin ardına düşmüş, her tarafa koşmakta, delicesine onu aramaktaydı.
   “Dünyada böyle adam da olur mu ki cihandan can gibi gizlenmiş” diyordu.
   Candan kul olmak için onu aradı. Şüphesiz, arayan bulur.
   Bir bedevi karısı, onun yabancı olduğunu gördü; Ömer’i aradığını anlayıp “İşte şuracıkta, şu hurma ağacının altında ;

        Elçinin Emîrülmü’minin Ömer’i – Allahı ondan razı olsun – bir ağaç altında uyur bulması

   Hurma ağacının dibinde, halktan ayrılmış, yapayalnız, gölgelikte uyuyan Allahı gölgesini gör” dedi.

1415. Elçi oraya gelip uzakta durdu. Ömer’i görünce titremeye başladı.
   O uyuyandan elçiye bir heybet, gönlüne hoş bir hal geldi.
   Muhabbet ve heybet birbirinin zıttı iken gönlünde bu iki zıttın birleştiğini gördü.
   Kendi kendine “Ben nice Padişahlar gördüm; büyük sultanların makbulü oldum.
   Onlardan korkmaz, ürkmezdim. Bu adamın heybeti aklımı başımdan aldı.

1420. Aslanlar, kaplanlar bulunan ormanlara daldım, yüzümün rengi bile kaçmadı.
   Bir çok savaşlarda bulundum; savaş başlayınca
   Bir hayli ağır yaralar aldım, düşmanları ağır bir surette yaraladım. Bütün bu ahvalde kalbim, diğerlerinden daha kuvvetli idi.
   Bu adam silâhsız, kuru yerde yatıyor; benim yedi âzam tir tir titremekte; bu ne?
   Bu heybet  Hak’tan halktan değil; bu heybet, şu abalı adamdan gelmiyor” dedi.

1425. Bir kişi Hak’tan korkup takva yolunu tuttu mu: cin olsun, insan olsun, onu kim görse korkar.
   Bu düşünce içinde hürmetle ellerini bağladı. Bir müddet sonra Ömer, uykudan uyandı.

                    Ömer’in uykudan uyanması ve Kayser elçisinin ona selâm vermesi

   Elçi, Ömer’i tâzim etti, ona selâm verdi. Peygamber “önce selâm sonra söz” demiştir.
   Ömer, selâmını alıp onu yanına çağırdı, onu teskin etti, karşısına oturdu.
   Korkanı, emin ederler, gönlünü yatıştırırlar.

1430. “Korkmayın” sözü, korkanlara sunulan hazır yemektir. Ve bu yemek tam onlara lâyıktır.
   Korkusu olmayana nasıl ”korkma” dersin? Niye ona ders veriyorsun? O, derse muhtaç değil ki!
   Ömer, o yüreği oynayan kimseyi sevindirdi, yıkılmış gönlünü yaptı.
   Ondan sonra en güzel bir yoldaş olan Allahı’nın tertemiz sıfatlarına dair ince bahislere daldı;
   Elçiye, makam nedir? Hâl neye derler? Anlasın, bilsin diye Allahı’nın Abdallara gönderdiği lûtuf ve ihsanları nakletti.

1435. Hâl güzel bir gelinin cilvesidir; makam ise o gelinle halvet olup vuslatına erişmektir.
   Gelinin cilvesini padişahta görür, başkaları da. Fakat onunla vuslat, ancak aziz padişaha mahsustur.
   Gelin, havassa da cilve eder, avama da. Ama onunla halvete giren ancak padişahtır.
   Sûfîler içinde hâl ehli çoktur, fakat aralarında makam sahibi nadirdir.
   Ömer, elçiye can menzillerini söyledi, ruh seferlerini anlattı.

1440. Zamandan dışarı olan, zamana sığmayan bir zamandan, azamete mensup kutsiyet makamından,
   Ruh simurgunun, bu âleme gelmeden önceki geniş uçuşlarından bahsetti.
   Ruhun, o âlemde bir uçuşu, ufukları aşıyordu; iştiyak çekenlerin ümitlerinden de ileri gidiyordu, hırslarından da!
   Ömer, o yabancı çehreli zatı tam dost buldu, canının Allahı sırlarını dilediğini anladı.
   Şeyh, kâmildi, talibin de tam bir isteği vardı. Yolcu çevikti, at da kapıdaydı.

1445. O mürşid, onun irşad edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; tertemiz tohumu, temiz yere ekti.

                          Rum Kayseri elçisinin Emîrülmü’minin Ömer’den suali

   Elçi “ ya Emirülmü’minin! Can yücelerden yere nasıl indi?
   Hiçbir şeyle mukayyet olmayan can kuşu nasıl kafese girdi?” diye sordu. Ömer dedi ki: “Hak, ona afsunlar okudu, hikâyeler söyledi.
   Allahı; gözü kulağı olmayan yokluklara afsun okuyunca onlar, coşmaya başlarlar; varlık âlemine konarlar.
   Yok olanlar, onun afsuniyle varlık diyarına takla atarak ve derhal gelirler.

1450. Sonra var olana yine bir afsun okuyunca onu yokluğa derhal ve iki çifte atla sürer.
   Gülün kulağına bir şey söyledi, güldürdü. Taşın kulağına bir şey söyledi, akik ve maden haline getirdi.
   Cisme bir âyet okudu, can oldu. Güneşe bir şey söyledi, parladı.
   Sonra yine güneşin kulağına korkunç bir şey üfler, yüzüne yüzlerce perde iner.
   O kelâm sahibi Allahı, bulutun kulağına bir şey okur; gözünden misk gibi yaşlar akıtır.

1455. Toprağın kulağına ne söyledi ki murakebeye vardı, dalgın bir halde kaldı!
   Tereddüt içinde kalan, hayretlere düşen kişinin kulağına da Hak, bir muamma söylemiştir.
   Bu suretle onu iki şüphe arasında hapseder. “Ey yardımı istenen Allahı! Şunu mu yapayım, bunu mu?” der.
   İki şıktan birini üstün tutar, üstün tuttuğunu yaparsa o da yine Hak’tandır.
   Can aklının tereddüt içinde bocalamasını istemezsen o pamuğu can kulağına tıkma,

1460. Ki Allahı’nın o muammalarını anlayasın, gizlice ve açıkça söylenen sözleri idrak edesin.
   Böyle yaparsan can kulağı vahiy yeri olur. Vahiy nedir? Zâhiri duygudan gizli söz.
   Can kulağı ile can gözü, zâhirî duyguya yabancıdır; o duygu, bu duygudan bambaşkadır. Akıl ve duygu kulağı, bu hususta müflistir.
   Cebir meselesi, aşkımı ihtiyarsız bir hale getirdi, sabrımı elden aldı. Âşık olmayansa cebri hapsetti, onu inkâr yahut takyid eyledi.
   Halbuki bu, Hak’la beraberlik ve birliktir, cebir değil... Bu, ayın tecellisidir bulut değil.

1465. Cebir bile olsa, herkesin bildiği cebir; yalnız kendi menfaatini gözeten Nefsi Emmarenin cebri değildir.
   Ey oğul! Allahı, kimlerin gönül gözünü açtıysa bu cebri onlar anlar.
   Gayb ve istikbal onlara apaçık görünmektedir. Maziyi anış onlarca değersiz bir şeydir.
   Onların ihtiyarı da başka türlüdür, cebri de. Yağmur damlaları sedeflerin içinde inci olur.
   Sedeften dışarıda küçük, büyük damlalar var, sedefin içinde ise küçük, büyük inciler.

1470. Onlarda misk ahusunun göbeğindeki kabiliyet vardır. Dışarıdaki kan damlaları, bunların içlerinde misktir.
   Sen, dışarıdaki kan, göbeğin içinde nasıl misk olur? Deme!
   Bu bakır, dışarıda âdi ve bayağı bir şeyken iksîrin içinde nasıl altın olmuş da deme!
   İhtiyar ve cebir, sende bir hayalden ibarettir. Onlardaysa Allahı azametinin nuru haline gelmiştir.
   Ekmek, sofrada durduğu müddetçe cansızdır. Fakat insan vucudunda neşeli ruh kesilir.

1475. Sofranın ortasında duran o ekmeğin can olması imkânsızdır. Fakat can, sel sebil suyu ile o olmayacak şeyi yapar, ekmeği ruh haline getirir.
   Ey doğru okuyup doğru anlayan! Bu can kuvvetidir; bir düşün, o canlar canının kuvveti ne olabilir?
   İnsanın bir tek kolu, candan gelen kuvvetle dağı, denizle, madenlerle yarıp delmekte.
   Dağ yaran (Ferhâd) ın candan gelen kuvveti taş delmek, canlar canının kuvveti de kameri ikiye bölmektir.
   Gönül, Allahı sırları dağarcığını açarsa can, arşa doğru süratle koşar gider.

Âdem Aleyhisselâm’ın “ Rabbenâ zalemnâ “ diye hatayı kendisine isnadetmesi, İblîs’in “ Bimâ agveyteni “ diyerek suçu Allahı’ya yüklemesi

1480. Hak’kın yaptıklarını da gör, bizim yaptıklarımızı da. Her ikisini de gör ve bizim yaptığımız işler olduğunu bil, zaten bu meydanda.
   Ortada halkın yaptığı işler yoksa, her şeyi Hak yapıyorsa, şu halde kimseye “bunu niye böyle yaptın” deme!
   Allahı’nın yaratması, bizim yaptığımız işleri meydana getirmektedir. Bizim işlerimiz, Allahı işinin eserleridir.
   Söz söyleyen kimse, ya harfleri görür, yahut mânayı. Bir anda her ikisini birden nasıl görebilir?
   İnsan, konuşurken mânayı düşünür, onu kastederse harflerden gafildir. Hiçbir göz, bir anda hem önünü, hem ardını göremez.

1485. Şunu iyice bil! Önünü gördüğün zaman ardını nasıl görebilirsin?
   Madem ki can, harfi ve mânayı bir anda ihata edemez, nasıl olur da hem işi yapar, hem o iş yapma kudretini yaratır?
   Ey oğul! Allahı, her şeye muhittir. Bir işi yapması, o anda diğer bir işi yapmasına mâni olamaz.
   Şeytan, “Bima ağveytenî ” dedi; o alçak ifrit, kendi fi’lini gizledi.
   Âdem ise “Zalemna enfüsena” dedi; bizim gibi Hak’kın fiilinden gafil değildi;

1490. Günah ettiği halde edebe riayet ederek Allahı’ya isnad etmedi. Allahı’nın halk ettiğini gizledi. O suçu kendine atfettiğinden ihsana nail oldu.
   Âdem, tövbe ettikten sonra Allahı, “Ey Âdem! O suçu, o mihnetleri, sen de ben yaratmadım mı?”
   O benim taktirim, benim kazam değil miydi; özür getirirken niye onu gizledin?” dedi.
   Adem “Korktum, edebi terk etmedim” deyince Allahı, “İşte ben de onun için seni kayırdım” dedi.
   Hürmet eden, hürmet görür. Şeker getiren badem şekerlemesi yer.

1495. Temiz şeyler, temizler içindir; sevgiliyi hoş tut hoşluk gör; incit, incin!
   Ey gönül! Cebirle ihtiyarı birbirinden ayırt etmek için bir misal getir ki ikisini de anlayasın:
   Titreme illetinden dolayı titreyen bir el, bir de senin titrettiğin el...
   Her iki hareketi de bil ki Allahı yaratmıştır; fakat bu hareketi onunla mukayeseye imkân yoktur.
   İhtiyarınla el oynatmadan pişman olabilirsin; fakat titreme illetine müptelâ bir adamın pişman olduğunu ne vakit gördün?

1500. Anlayışı kıt biriside şu cebir ve ihtiyar meselesine yol bulsun, bu işi anlasın diye söylediğimiz bu söz, aklî bir söz, aklî bir bahistir. Fakat zaten bu hilekâr akıl, akıl değildir ki.
   Aklî bahis, inci ve mercan bile olsa can bahsi, başka bir bahistir.
   Can bahsi başka bir makamdır, can şarabının başka bir kıvamı vardır.
   Akıl bahisleri hüküm sürdüğü sırada Ömer’le Ebülhakem sırdaştı.
   Fakat Ömer, akıl âleminden can âlemine gelince can bahsinde Ebülhakem, Ebucehil oldu.

1505. Ebucehil, cana nispetle esasen cahil olmakla beraber his ve akıl bakımından kâmildi.
   Akıl ve bahsi, bil ki eser, yahut sebeptir (Onunla müessir ve müsebbip anlaşılır). Can bahsi ise büsbütün şaşılacak bir şeydir.
   Ey nur isteyen! Can ziyası parladı; lâzım, mülzem, nâfî, muktazî kalmadı. Bir gören kişinin.
   Nuru doğmuş parlamaktayken sopa gibi bir delilden vazgeçeceği meydandadır.
   Yine hikâyeye geldik; zaten ne zaman hikâyeden ayrıldık ki?

“ Ve Hüve maaküm eynemâ küntüm “ âyetinin tefsiri

1510. Cehil bahsine gelirsek o Allahı’nın zindanıdır; ilim bahsine gelirsek onun bağı ve sayvanı.
   Uyursak onun sarhoşlarıyız; uyanık olursak onun hikâyesinden bahsetmekteyiz.
   Ağlarsak rızıklarla dolu bulutuyuz; gülersek şimşek!
   Kızar, savaşırsak bu, kahrının aksidir, barışır, özür serdedersek muhabbetinin aksidir.
   Bu dolaşık ve karmakarışık âlemde biz kimiz? Elif gibiyiz. Elifinse esasen, hiç ama hiçbir şeyi yoktur!

Elçinin Ömer’den - Allahı ondan razı olsun - , ruhların bu balçığa müptelâ olmalarının sebebini sorması

* Ömer’den, bu sözleri işitince elçinin gönlünde bir parlaklık belirdi.
* Sual de mahvoldu cevapta... Hatadan da kurtuldu, doğrudan da.
* Aslı anladı, ferilerden geçti. Ancak bir hikmete erişip, faydalanmak için sormaya başladı:
1515. Ömer’e “O duru suyun bulanık yerde hapsedilmesinin hikmeti ne, bunda ne sır var?
   Duru su, toprakta gizlenmiş; sâf can cisimlerde mukayyet olmuş, sebebi nedir?” dedi.
   Ömer dedi ki: “Sen derin bir bahse dalıyorsun. Meselâ mânayı harflerle takyid eder(bir söz söylersin).
   Serbest olan mânayı hapsettin, nefesi bir kelime ile takyid eyledin.
   Sen faydadan mahçup iken; ruhun bedene gelmesindeki faydayı bilmezken; bunu, bir fayda elde etmek için yaparsın da.

1520. Fayda, kendisinde zuhur eden Allahı, bizim gördüğümüzü nasıl görmez?
   Mânanın kelimelerle söylenmesinde yüz binlerce fayda var. Bu faydaların her biri, canın cesede girmesindeki faydaya nispetle pek değersiz.
   Cüzilerin cüz’ü olan senin bu nefesin, bu söz söylemen, küllî bir fayda temin ederse ruhun bedene girmesiyle meydana gelen küll, neden faydasız olsun?
   Sen bir cüz iken fayda görüyorsun. O halde neden kınama elini külle uzatıyor, onu neden kınıyorsun?
   Sözün faydası yoksa söyleme, varsa itirazı bırakıp şükretmeye çalış!

1525. Allahı’ya şükretmek herkesin boynunun borcudur. Kavga etmek, suratını ekşitmek, şükür değildir.
   Şükretmek surat ekşitmeden ibaretse sirke gibi şükreden hiç kimse yok!
   Sirke, ciğere gitmek için yol arıyorsa ona “şekerle karış da sirkengübin ol” de!
   Mânayı şiire sıkıştırmaya çalışmak, haptolmakla müsavi, ondan gayrı bir şey değil. Şiirde mâna, sapan gibi… istenen yere gitmesine imkan yok.

“ Allahı ile oturmak dileyen tasavvuf ehliyle otursun “ sözünün mânası

   Elçi, bu bir iki kadehle kendinden geçti; hatırında ne elçilik kaldı, ne getirdiği haber!

1530. Allahı kudretine hayran olup kaldı; makam erişip sultan oldu.
   Sel denize kavuştu deniz oldu. Tane ekinliğe vardı, ekin oldu.
   Ekmek Âdem Atanın vucuduna karıştı, ölü iken dirildi, haberdar oldu.
   Mum ve odun, ateşe can verip yanınca nursuz vücutları nurlandı.
   Sürme taşı, (döğülüp) gözlere çekilince iyi görmeye sebep oldu, gözcü kesildi.

1535. Ne mutlu o adama kendisinden kurtulmuş, diriye ulaşmıştır!
   Yazık o diriye ki ölü ile oturmuş, ölmüş; hayatını kaybetmiştir!
   Allahı Kur’an’ına kaçar, sığınırsan Peygamberlerin ruhlarına karışırsın.
   Kur’an; Peygamberlerin, Allahı’nın temiz ululuk denizindeki balıkların halleridir.
   Fakat okur da dediğini tutmazsan farzet ki peygamberleri, velileri görmüşsün (inanmadıktan onlara uymadıktan sonra ne fayda !).

1540. Kur’an’ın hükümlerini tutar, kıssalarından hisse alırsan can kuşuna ten kafesi dar gelir.
   Kafeste mahpus olan kuşun kurtulmak istememesi cahilliktendir.
   Kafeslerden kurtulan ruhlar, Allahı’ya lâyık ve halka rehber olan peygamberlerdir.
   Onların sesleri, kafeslerin dışından ve din makamından gelir: “Sana kurtuluş yolu ancak budur, bu!
   Biz bu daracık kafesten bununla kurtulduk. Bu kafesten kurtulmanın bundan başka çaresi yok!

1545. Kazandığın şöhretten kurtulman için inleyip duran bir hasta haline gir!
   Zaten halk arasında meşhur olmak, sağlam bir bağdır. Bu bağ bu yolda demir bir bağdan aşağı mıdır ki?”

Bir tâcirin ticaret için Hindistan’a gitmesi ve mahpus dudusunun, onunla Hindistan dudularına haber yollaması

   Bir tacirin bir dudusu vardı, kafeste hapsedilmiş, güzel bir duduydu.
   Tacir, Hindistan’a gitmek üzere yol hazırlığına başladı.
   Kerem ve ihsan dolayısıyla, kölelerinin, cariyeciklerinin her birine “Çabuk söyle, sana Hindistan’dan ne getireyim?” dedi.

1550. Her birisi ondan bir şey diledi. O iyi adam hepsine, istediklerini getireceğini vadetti.
   Duduya da “Sen ne armağan istersin, sana Hindistan elinden ne getireyim?” dedi.
   Dudu dedi ki: “Oradaki duduları görünce benim halimi anlat.
   Dedi ki: Sizin müştakınız olan filan dudu, Allahı’nın takdiriyle bizim mahpusumuzdur.
   Size selâm söyledi, yardım istedi; sizden bir çare, bir kurtuluş yolu diledi.

1555. Dedi ki: Reva mıdır ben iştiyakınızla gurbet elde can vereyim.
   Sıkı bir hapis içinde olayım da siz gâh yeşilliklerde, gâh ağaçlarda zevk ve sefa edesiniz.
   Dostların vefası böyle mi olur? Ben şu hapis içindeyim, siz gül bahçelerinde.
   Ey Ulular! Bir seher çağı şarap meclisinde bu inleyen garibi de hatırlayın!
   Dostların sevgiliyi anması, sevgiliye ne mutludur. Hele anan ve anılanın biri Leylâ, öbürü Mecnun olursa.

1560. Ey güzel endamlı sevgilinin mahremleri! Kendi kanımla doldurduğum peymaneleri içmem reva mı?
   Sevgili! Bana da bir nasip vermek istersen beni anarak bir kadeh iç! İçerken bu yerlere serilmiş düşkün âşığı yâd ederek toprağa bir yudum şarap dök!
   Şaşılacak şey! Nerde o ahit, nerde o yemin? O şeker gibi dudağın verdiği vaadler hani?
   Bu kulun ayrı düşmesi, fena kulluktansa... kötüye kötülükle mukabele edersen aramızda ne fark kalır?

1565. Fakat hiddetle, şiddetle senden gelen kötülük, sema’dan, çengin nağmelerinden daha zevkli, daha neşeli.
   Ey cefası devletten daha güzel, intikamı candan daha sevimli dilber!
   Ateşin bu... acaba nurun nasıl? matem, bu olunca düğünün nice?
   Cevrinde öyle tatlılıklar var ki...malik olduğun letafet yüzünden kimse seni hakkıyla anlayamaz.
   Hem inlerim, hem de sevgili inanır da kereminden o cevri azaltır diye korkarım.

1570. Kahrına da hakkıyla âşığım, lûtfuna da. Ne şaşılacak şey ki ben bu iki zıdda da gönül vermişim.
   Allahı hakkı için bu dikenden kurtulur, gül bahçesine kavuşursam bu sebepten bülbül gibi feryat ederim.
   Bu ne şaşılacak şey bülbüldür ki ağzını açınca dikeni de gül bahçesiyle beraber yutar, ikisini de bir görür!
   Bu bülbül değil, ateş canavarı! Onun aşkıyla bütün kötü şeyler, kendisine hoş gelmekte!
   Güle âşık, halbuki esasen kendisi gül, kendisine âşık, kendi aşkını aramakta!”

İlâhî akıl kuşlarının kanatlarının evsafı

1575. Can dudusunun hikâyesi de bu çeşittir. Fakat nerede kuşlara mahrem olan kişi?
   Nerede zayıf ve suçsuz bir kuş ki onun içine Süleyman, askeriyle ordu kurmuş olsun!
   Şükür yahut şikâyetle feryat edince yere, göğe zelzeleler düşsün!
   Her demde ona Allahı’dan yüz mektup, yüz haberci erişsin; o bir kere “Ya Rabbi” deyince Hak’tan altmış kere “Lebbeyk” sesi gelsin!
   Hatası, Allahı indinde ibadetten daha iyi olsun; küfrüne nispetle bütün halkın imanı değersiz kalsın!

1580. Öyle kişiye her nefeste hususi miraç vardır. Allahı, onun tacının üstüne yüzlerce hususi taç koyar.
   Cismi topraktadır, Canı Lâmekân Âleminde, O Lâmekân Âlemi, saliklerin vehimlerinden üstündür. (vehimlere sığmaz.)
   O Lâmekân Âlemi, vehmine gelen bir âlem olmadığı gibi hayaline de doğmaz.(ne idrâk edebilirsin, ne tahayyül !)
   Cennetteki ırmak, nasıl cennettekilerin hükmüne tâbi ise mekân âlemiyle Lâmekân Âlemi de, o âlemin hükmüne tâbidir.
   Bu ilâhî akıl kuşlarına ait olan bahsi kısa kes, bu sözden yüzünü çevir, sükût et! Doğrusunu, Allahı daha iyi bilir.

1585. Dostlar biz yine kuş, tacir ve Hindistan hikâyesine dönelim:
    Tacir, Hindistan’daki dudulara, dudusundan selam götürmeyi kabul etti.

             Tâcirin, kırda Hindistan dudularını görüp onlara dudusundan haber götürmesi

   Hindistan uçlarına varınca kırda birkaç dudu gördü.
   Atını durdurup seslendi, dudunun selâmını ve kendisine emanet ettiği sözleri söyledi.
   O dudulardan birisi, bir hayli titredi ve düşüp öldü, nefesi kesildi.

1590. Tâcir, bu haberi verdiğinden dolayı pişman oldu, dedi ki: “Bir cana kıydım,
   Bu dudu, olsa olsa o duducağızın akrabası olacak, galiba bunların cisimleri iki, canları bir.
   Bu işi neye yaptım, o haberi neye verdim? Bu münasebetsiz sözle biçareyi yaktım, yandırdım.”
   Bu dil, çakmak taşıyla çakmak demiri gibidir. Dilden çıkan da ateşe benzer.
   Mânasız yere gâh hikâye yoluyla, gâh laf olsun diye çakmak taşıyla demirini birbirine vurma!

1595. Zira ortalık karanlıktır, her tarafta pamuk dolu. Pamuk arasında kıvılcım nasıl durur?
   Zalim onlardır ki gözlerini kapamışlar, söyledikleri sözlerle bütün âlemi yakmışlardır.
   Bir söz, bir âlemi yıkar, ölmüş tilkileri aslan eder.
   Canlar aslen İsâ nefeslidir; bir anda yara, bir anda merhem olurlar.
   Canlardan perde kalkaydı; her canın sözü, Mesih'i’ sözü gibi tesir ederdi.

1600. Şeker gibi söz söylemek istersen sabret, haris olma , bu helvayı yeme!
   Feraset sahiplerinin iştahları sabradır, onlar sabretmek isterler. Helva ise, çocukların istediği şeydir.
   Sabreden, göklerin üstüne yükselir; helva yiyense geriler, kalır!

                        Ferideddîn-i Attâr’ın – Allahı ruhunu takdis etsin – sözünün tefsiri

   “Ey gafil! Sen nefis ehlisin, toprak içinde kan yiyedur! Fakat gönüle sahip olan kişi , zehir bile yese o zehir bal olur.”
   Gönüle sahip olan kişi, apaçık öldürücü bir zehir bile yese ona ziyan gelmez.
   Çünkü o, sıhhat bulmuş, perhizden kurtulmuştur. Fakat zavallı talip (kemale ermemiş salik), henüz hararet içindedir.

1605. Peygamber buyurdu ki:”Ey cüretli talip! Sakın hiçbir matlûp ile mücadele etme!”
   Sende Nemrûd’luk var, ateşe atılma, atılacaksan önce İbrahim ol!
   Madem ki sen ne yüzgeçsin, ne de denizci... aklına uyup kendini denize atma!
   Yüzgeç ve denizci, denizden inci çıkarır, ziyanlardan bile bir hayli fayda elde eder.
   Kâmil, toprağı tutsa altın olur; nâkıs, altını ele alsa toz toprak kesilir.

1610. O gerçek er, Allahı’ya makbul olmuştur, bütün işlerde onun eli Allahı elidir.
   Nâkıs kimsenin eli ise Şeytan’nın, ifritin elidir. Çünkü Şeytan’nın teklif ve hile tuzağına tutulmuştur.
   Kâmile göre bilgisizlik bile bilgi olur, nâkısın bildiği bilgi ise bilgisizlik kesilir.
   İlletli kimse, ne tutarsa illet olur. Kâmil kâfir bile olsa o küfür, din ve şeriat haline gelir.
   Ey yayan olduğu halde süvari ile yarışa girişen! Sen bu müsabakada kazanmayacak , onu geçmeyeceksin, iyisi mi, dur!

Sihirbazların “ Ne buyurursun, asâyı önce sen mi atarsın, yoksa biz mi atalım? “ diyerek Mûsa Aleyhisselâm’a hürmey edip onu ağırlamaları, Mûsâ’nın da “ Siz atın “ demesi

1615. Melûn Firavun’un zamanında sihirbazlar Mûsâ ile kin güderek mücadeleye giriştiler.
   Fakat onu büyük tuttular, öne geçirdiler, ağırladılar.
   Zira ona “Ferman senin.  İstiyorsan önce sen asânı at” dediler.
   Mûsâ “ Hayır, ey sihirbazlar, önce siz büyülerinizi meydana koyun” dedi.
   Mûsâ’ya karşı gösterdikleri o kadarcık hürmet , din sahibi olmalarına sebep oldu; inat yüzünden de elleri ayakları kesildi.

1620. Sihirbazlar Mûsâ’nın hakkını anladıklarından evvelce işledikleri suça karşılık olarak ellerini, ayaklarını feda eylediler.
   Yemek yemek ve nükte söylemek, kâmile helâldir; madem ki sen kâmil değilsin yeme ve sükût et!
   Çünkü sen kulaksın, o dildir; o senin cinsinden değil, Allahı, kulaklara “Ansitû” buyurdu.
   Çocuk önce, süt emme kabiliyetinde doğar, bir müddet susar ve tamamı ile kulak kesilir.
   Lâkırdı söylemeyi öğreninceye kadar bir zaman dudağını yumması, söz söylememesi gerekir.

1625. Kulak vermezse “ti ,ti “ diye mânasız sözler söyler; kendisini âlemin dilsizi yapar.
   Anadan sağır doğan ise hiç dinlemediği için dilsiz olur; nasıl dile gelsin?
   Çünkü söz söylemek için önce dinlemek gerektir. Söze, kulak verme yolundan gir.
   Evlere kapılardan girin; rızıkları, sebeplerine teşebbüs ederek arayın!
   Dinleme ihtiyacı olmaksızın anlaşılan söz, ancak tamahsız ve ihtiyaçsız olan Allahı’nın sözüdür.

1630. Allahı, yarattığını eşsiz, örneksiz yaratır; üstada tâbi değildir. Herkes ona dayanır; onun dayanacağı bir varlık yoktur.
   Ondan başka bütün mahlûkat; hem sanatında, hem sözünde üstada tâbidir, örneğe muhtaçtır.
   Bu söze yabancı değilsen bir hırkaya bürün, bir viraneye çekil ve gözyaşı dök!
   Çünkü Âdem, Allahı itabından ağlamakla kurtuldu; tövbekârın nefesi ıslak göz yaşlarıdır.
   Âdem, yeryüzüne, ağlamak için, daima feryadetmek, inlemek ve mahzun olmak için gelmiştir.

1635. Âdem, Firdevs’ten, yedi kat göklerin üstünden ayakları dolaşarak en âdi yere, tâ kapı dibine, özür dilemek için gitti.
   Eğer sen de Âdemoğluysan onun gibi özür dile, onun yolunda yürü!
   Gönül ateşiyle göz yaşından çerez düz. Bahçe, bulutla güneş yüzünden yetişmiş, yeşermiştir.
   Sen gözyaşı zevkini ne bilirsin? Görmedikler gibi ekmek âşığısın!
   Bu karın dağarcığından ekmeği boşaltırsan ululuk incileri ile doldurursun.

1640. Önce can çocuğunu Şeytan sütünden kes de sonra onu meleklere ortak yap.
   Sen karanlık, mükedder ve bulanık oldukça bil ki melûn Şeytan’la süt kardeşisin!
   Nur ve kemali arttıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır.
   Çırağımıza katılınca söndüren yağa yağ deme, çırağı söndüren yağa su de!
   İlim ve hikmet helâl lokmadan doğar; aşk ve rikkat helâl lokmadan meydana gelir.

1645. Bir lokmadan hasede uğrar, tuzağa düşersen; bir lokmadan bilgisizlik ve gaflet meydana gelirse, sen o lokmayı haram bil!
   Hiç buğday ektin de arpa verdiğini gördün mü? Hiç attan eşek sıpası olduğunu gördün mü?
   Lokma tohumdur mahsulü fikirlerdir. ; lokma denizdir, incileri fikirlerdir.
   Hizmete meyletmek ve o cihana gitmek azmi, ağıza alınan lokmanın helâl olmasından doğar.
 
                         Tacirin Hindistan dudularından gördüğünü duduya söylemesi

   Tacir alışverişi bitirip muradına nail olarak evine geri geldi.

1650. Her köleye armağan getirdi, her halayığa ihsan da bulundu.
   Dudu “ Bu kulun armağanı hani? Ne gördün ve ne dedinse söyle” dedi.
   Tacir, “Söylemem, zaten elimi çiğneyip parmaklarımı ısırarak,
   Cahilliğimden, akılsızlığımdan böyle saçma haberi niye götürdüm diye hâlâ pişman olup durmaktayım” dedi.
   Dudu, “Efendim, pişmanlık neden, bu hiddete bu gama ne sebep oldu?” dedi.

1655. Tacir dedi ki: “Şikâyetlerini sana benzeyen dudulara söyledim.
   İçlerinden biri senin derdini anlayınca ödü patladı, titreyip öldü.”
   Ben “Ne yaptım da bu sözü söyledim” diye pişman oldum ama bir kere söylemiş bulundum. Pişmanlık ne fayda verir?
   Ağızdan bir kere çıkan söz, bil ki yaydan fırlayan ok gibidir.
   Oğul, o ok gittiği yerden geri dönmez, seli baştan bağlamak gerek.

1660. Sel önce bir kere coşup da etrafı kapladıktan sonra dünyayı harap etse şaşılmaz.
   Yapılan işin Gayb Âleminde eserleri doğar, o meydana gelen eserler, halkın hükmüne tâbi değildir.
   Onların bize nispeti varsa da hepsi, ancak tek Allahı tarafından yaratılmıştır.
   Meselâ Amr’e Zeyd bir ok atar; o ok, Amr’i kaplan gibi yaralar.
   Yara, bir yıl kadar Amr’ın vücudunda ağrılar, sızılar meydana getirir. O dertleri, Hak yaratmıştır, insan değil.

1665. Oka hedef olan Amr, o anda korkudan ölürse, yahut ölümüme kadar bedeninde yaralar, bereler vücuda gelir de,
   O ağrılardan, o illetlerden ölürse Zeyd’e; ilk sebepten, ok attığından dolayı katil de!
   Hepsi, Allahı’nın icadı ise de o ağrıları Zeyd’e nispet et!
   Ekin ekmek, nefes almak, tuzak kurmak, çiftleşmek de böyledir. Onların sesleri hep Hak’ka mutîdir (eken, nefes alan, tuzak kuran, çiftleşen kuldur; bitiren, yaşatan, tuzuğa düşüren, doğurtan yahut bunların aksini meydana getiren Hak’tır).
   Velîlerde Allahı’dan öyle bir kudret vardır ki atılmış oku yoldan geri çevirirler.

1670. Allahı velîsi, pişman olursa sebeplere eserlerin kapılarını kapar (fiilleri neticesiz bırakır). Fakat bunu, Allahı eliyle yapar.
   Allahı kudretiyle; söylenmiş bir sözü söylenmemiş hale getirir. Bir halde ki ne şiş yanar ne kebap!
   Bütün kalplerdeki nükteleri işitir, gönüllerden o sözü yok eder.
   Ey ulu kişi! Sana delil ve huccet gerekse “Min âyetin ey nünsiha” âyetini oku.
   “Ensevküm zikrî ” âyetini de oku velîlerin kalplere nisyan koyma kudretini anla!

1675. Velîler, hatırlatma ve unutturmaya kadirdirler; şu halde herkesin gönlüne hâkimdirler.
   Velî, unutturma kudretiyle bir kişinin istidlâl yolunu bağladı mı, o adamın hüneri bile olsa bir iş yapamaz.
   Siz, yüce kişileri alaya aldınız, bundan bir şey çıkmaz sandınız ama Kur’an’da “Ensevküm” âyetini bir okuyun!
   Şehir ve köye sahip olan, cisimlerin padişahıdır. Gönül sahibi ise gönüllerinizin sultanıdır.
   Hiç şüphe yok ki işler, görüşlerin fer’idir. Şu halde insan, ancak göz bebeğinden ibarettir.

1680. Ben bunu, tamamı ile söyleyemiyorum, çünkü merkez sahipleri (Peygamberler) men ediyorlar.
   Madem ki halkı unutması, ve hatırlaması onun elindedir, imdatlarına da o, erişir.
   O güzel huylarla huylanmış olan zat, her gece gönüllerden yüz binlerce iyi ve kötü hâtırayı giderir;
   Gündüzün gönülleri, yine o hâtıralarla doldurmakta; o sedefleri, incilerle dopdolu bir hale getirmektedir.
   Evvelki düşüncelerin hepsi, Allahı’nın hidayetiyle sahiplerini tanırlar.

1685. Uyanınca, sanat ve hünerin, sebepler kapısını açmak üzere yine sana gelir.
   Kuyumcunun hüneri demirciye gitmez, bu güzel huylunun huyu, öteki kötüye mal olmaz.
   Hünerler ve huylar, kıyamet günü, çeyiz gibi sahibine döner.
   Güzel olsun, çirkin olsun... bütün huylar ve hünerler, sabah çağında sahiplerine gelir;

1690. Nitekim posta güvercinleri, gönderilen mektupları, yine uçtukları şehre getirirler.

           Dudunun, duduların hareketlerini duyması ve kafeste ölümü, tacirin ona ağlaması

   Dudu, o dudunun yaptığını işitince titredi, düştü, kaskatı oldu.
   Sahibi, onun böyle düştüğünü görünce yerinden sıçradı, külâhını yere vurdu.
   Onu, bu renkte, bu halde görerek yerinden fırlayıp yakasını yırttı.
   Dedi ki: “ Ey güzel ve hoş nağmeli dudu! Sana ne oldu, niçin bu hale geldin?

1695. Vah yazık, benim güzel sesli kuşum! Vah yazık, benim gönüldeşim, sırdaşım.
   Yazık, benim güzel nağmeli kuşum; ruhumun neşesi, bahçem, çiçeğim!
   Süleyman’ın böyle kuşu olsaydı hiç başka kuşlarla uğraşır mıydı?
   Vah yazık; ucuz bulduğum kuştan ne çabuk ayrıldım!
   Ey dil, sen bana çok ziyan veriyorsun! Söyleyen sen olduktan sonra ben sana ne diyeyim?

1700. Ey dil, sen hem ateşsin, hem harman! Ne vakte kadar harmanı ateşe vereceksin?
   Can, ne dersen onu yapmakla beraber gizlice yine senin elinden feryad etmektedir.
   Ey dil, sen hem bitmez tükenmez bir hazinesin; hem dermanı olmayan bir dertsin!
   Hem kuşlara çalınan ıslık, yapılan hilesin; hem yalnızlık ve ayrılık zamanının enisisin!
   Ey aman bilmez! Bana hiç aman vermiyorsun. Sen, yayını beni öldürmek için kurmuşsun.

1705. İşte benim kuşumu uçurdun. Zulüm ve sitem otlağında az otla!
   Ya bana cevap ver, yahut insafa gel, yahut da bana neş’e ve sevinç sebeplerinden birini an!
   Eyvah benim karanlığı yakıp mahfeden nurum; eyvah, benim gündüzü aydınlatan sabahım!
   Vah benim güzel uçan; tâ sondan başlangıca kadar uçup gelen kuşum!
   Cahil insan ilelebet mihnete âşıktır. Kalk, “Fî kebed” e kadar “Lâ uksimü” yü oku!

1710. Senin yüzünü gördüm de mihnetten kurtuldum; senin ırmağında köpükten, tortudan arındım.
   Bu eyvah demeler, bu acınmalar onu görmek, peşin ve elde olan kendi varlığından kesilmek hayaliyledir.
   (Bu kuşun ölümüne sebep) Allahı’nın gayreti (kıskanması) idi. Hak’kın hükmüne çare bulunmaz. Nerede bir gönül ki Allahı’nın hükmünden yüz parça olmamış olsun!
   Gayret (kıskançlık) de her şeyden gayrı olan; vasfı söze ve sese sığmayan Allahı gayretidir (kendisinden başka her şeyi kıskanır).
   Ah keşke gözyaşım deniz olsaydı da o güzel dilberimin yoluna saçaydım!

1715. Benim dudum, benim anlayışlı kuşum; düşüncelerimin, sırlarımın tercümanı!
   Rızkını vereyim, vermeyeyim... benim enisimdi. İlk söylenen sözlerden onu hatırlarım benimle ezelî bir âşinadır.
   O öyle bir duduydu ki sesi, vahiden gelirdi; varlığı varlık meydana gelmeden önceydi.
   O dudu, senin içinde gizlidir. Sen, şunda bunda onun aksini görmüşsün.
   O, kuş senin neş’eni alır, fakat yine sen ondan neş’elenirsin. Onun yaptığı zulmü, adalet gibi kabul edersin.

1720. Ey ten uğruna canını yakıp duran! Canını yaktın, tenini aydınlattın.
   Ben yandım, kavını tutuşturmak isteyen bana gelsin, benden tutuştursun da çerçöpü alevlensin, yaksın!
   Kav, ateş alma kabiliyetindendir, şu halde ateşi cezbeden kavı al!
   Vah vah vah; yazıklar olsun... öyle bir ay bulut altına girdi!
   Nasıl bahsedeyim? Gönül ateşi şiddetle alevlendi; ayrılık aslanı çıldırdı, kan döker bir hale geldi.

1725. Ayıkken bile titiz ve sarhoş olan, kadehi ele alınca nasıl olur?
   Anlatılamayacak derecede sarhoş olan bir aslan, çayırlığa gelince oraya yayılmış yeşilliklerden neşelenir, sarhoşluğu büsbütün fazlalaşır.
   Ben kafiye düşünürüm; sevgilim bana der ki: “Yüzümden başka hiçbir şey düşünme!
   Ey benim kafiye düşünenim! Rahatça otur, benim yanımda devlet kafiyesi sensin.
   Harf ne oluyor ki sen onu düşünesin! Harf nedir? Üzüm bağının çitten duvarı.!

1730. Harfi,  sesi, sözü birbirine vurup parçalayayım da seninle bu üçü de olmaksızın konuşayım!
   Âdem’den bile gizlediğim sırrı, ey cihanın esrarı olan sevgili, sana söyleyeyim.
   Halil’e bile söylemediğim sırrı, Cebrail’in bile bilmediği gamı,
   Mesih’in bile dem vurmadığı, hatta Allahı’nın bile kıskanıp biz olmadıkça kimseye açmadığı sırrı sana açayım.”
   Biz (mâ) kelimesi, lûgatte nasıl bir kelimedir? İspata ve nefye delalet eden bir kelime. Halbuki ben ispat değilim; zatım, varlığım yoktur ki ispat edilebilsin. (Varlığım olmadığından ) Nefiy de değilim (yokun varlığı nefiy de edilemez, esasen olmadığı için yoktur da denemez).

1735. Ben varlığı yoklukta buldum, onun için varlığı yokluğa feda ettim.
   Padişahların hepsi kendilerine karşı alçalana alçalırlar. Bütün hak, kendisine sarhoş olanın sarhoşudur.
   Padişahlar, kendilerine kul olana kul olurlar. Halk umumiyetle kendi yolunda ölenin yolunda ölür.
   Avcı onları ansızın avlamak için kuşlara av olmaktadır.
   Dilberler; âşıkları, canla, başla ararlar. Bütün mâşuklar âşıklara avlanmışlardır.

1740. Kimi âşık görürsen bil ki mâşuktur. Çünkü o, âşık olmakla beraber mâşuk tarfından sevildiği cihette mâşuktur da.
   Susuzlar âlemde su ararlar, fakat su da cihanda susuzları arar.
   Madem ki âşık odur, sen sus artık. Madem ki o, kulağını çekmekte, sen tamamıyla kulak kesil !
   Sel akmaya başlar başlamaz önünü kes, yolunu bağla. Yoksa âlemi perişan ve harap eder, her tarafı yıkar.
   Fakat harap olmaktan niye gamlanayım? Harebenin altında padişah hazinesi var!

1745. Hakka dalan kişi daha ziyade dalmak, can denizinin dalgası altüst olmak ister.
   Denizin altı mı daha hoştur, yoksa üstü mü? Onun oku mu daha ziyade gönül çekici ve güzeldir, o oka karşı siper tutmak mı?
   Şu halde ey gönül! Neşe ve sefayı cefa ve belâdan ayırt edersen vesveseye zebun olmuş olursun.
   Tutalım ki senin isteğinde şeker tadı var; sevgilinin isteği, isteksizlik murat ve maksadı terk etme değil mi?
   Onun her bir yıldızı yüzlerce hilâlin kan diyetidir. Ona, âlemin kanını dökmek helâldir!

1750. Biz değeri de bulduk kan diyetini de. Ve o yüzden can vermeye koştuk.
   Ey âşık ! âşıkların hayatı ölümledir. Gönlü gönül vermeden başka bir suretle bulamazsın.
   Yüzlerce nâz ü işveyle gönlünü almak istedim; sevgili bana istiğna yüzünü gösterdi, bahaneler etti.
   “Bu akıl, bu can, senin aşkına gark olmuş değil mi ki?” dedim, dedi ki: “Git, git; bana bu efsunu okuma!
   Ben, senin ne düşündüğünü bilmez miyim? Ey iki gören! Sen, sevgiliyi nasıl gördün; buna imkân mı var?

1755. Ey ağır canlı! Sen onu hor gördün; çünkü çok ucuz aldın!
   Ucuz alan ucuz verir. Çocuk bir inciyi bir somuna değişir.
   Ben öyle bir aşka gark olmuşum ki evvel gelenlerin aşkları da benim bu aşkıma batmış, yok olmuştur, sonra gelenlerin aşkları da!
   Ben, o aşkı kısaca söyledim, tamamıyla anlatmadım. Anlatacak olsam hem dudaklar yanar hem dil!
   Lep (dudak) dersem maksadım leb-i derya (deniz kıyısı) dır; Lâ (hayır) dersem muradım illâ (ancak, evet) dir.1760. Tatlılıktan dolayı yüzümü ekşitmiş olarak otururum; fazla sözden dolayı sükût etmekteyim.
   İsterim ki bu suretle tatlılığımız, yüzümüzün ekşiliğiyle iki cihandan da gizli kalsın;
Bu söz, her kulağa girmesin. Onun için yüz ledün sırrından ancak birini söylemekteyim.
 
    Hakîm-i Senâî’nin “ Seni yoldan alıkoyan şey; ister küfür sözü olsun, ister iman…Seni dosttan
uzak düşüren nakış; ister çirkin olsun, ister güzel… ikisi de birdir” sözü ve Peygamber Sallâllahu
Aleyhi Vessellem’in “ Sa’d,çok kıskançtır, ben Sa’d’dan daha kıskancım, Allahı ise benden de
kıskançtır.Kıskançlığından dolayı görünür, görünmez bütün kötülükleri haram etmiştir “ hadîsi

   Hak kıskançlıkta bütün âlemlerden ileri gittiği içindir ki bütün âlem kıskanç oldu.
   O, can gibidir, cihan beden gibi. Beden; iyiyi, kötüyü, canın tesiriyle kabul eder.

1765. Kimin namazında mihrap ve kıblesi Ayn (Allahı’nın zatı, cemali) olursa onun tekrar iman tarafına gitmesini ayıp ve kusur bil.
   Padişaha esvapçıbaşı olan kişinin, padişah hesabına ticarete girişmesi ziyankârlıktan ibarettir.
   Padişahla birlikte oturan kimsenin padişah kapısında oturması yazıktır, aldanmaktır.
   Bir kimseye padişaha elini öpmek fırsatı düşer de o, ayağını öperse bu, suçtur.
   Her ne kadar ayağa baş koymak da bir yakınlıktır, fakat el öpme yakınlığına nispetle hatadır, düşkünlüktür.

1770. Padişah, birisi yüzünü gördükten sonra başkasına meylederse kıskanır.
   Allahı’nın gayreti buğdaya benzer, harmandaki saman da insanların kıskançlığıdır.
   Kıskançlıkların aslını haktan bilin. Halkın kıskançlıkları, şüphe yok ki Allahı kıskançlığının fer’idir.
   Bunu anlatmayı bırakayım da o, on gönüllü hercai sevgilinin cefasından şikâyet edeyim.
   Feryadedeyim, çünkü feryat ve figanlar, hoşuna gidiyor. İki âalemden de ona ancak feryat ve figan lâzım.

1775. Onun macerasından acı acı nasıl feryad etmiyeyim ki sarhoşlarının halkasına dahil değilim.
   Onun gözünden ayrı, güne gün katan yüzünün vuslatından mahrum bir haldeyken nasıl gece gibi kapkara olmam?
   Onun hoş olmayan şeyi de benim canıma hoş geliyor. O gönül inciten sevgilime canım feda olsun!
   Naziri olmayan tek padişahımın hoşnut olması için ben, hastalığıma da âşığım, derdime de.
   İki deniz gibi olan gözlerimin incilerle dolması için gam toprağını gözüme sürme gibi çekmekteyim.

1780. Halkın onun için döktüğü gözyaşları incidir; halk gözyaşı sanır.
   Ben canlar canından şikâyetçi değilim, hikâye etmekteyim.
   Gönül,” ben ondan incindim” dedikçe, gönlün bu asılsız ve ehemmiyetsiz nifakına gülmekteyim.
   Ey doğruların medar-ı iftiharı! Doğrulukta bulun. Ey baş köşe! Ben senin kapında eşiğim. Mâna âleminde baş köşe nerede, eşik nerede? Sevgilimizin bulunduğu yerde biz ve ben nerede?

1785. Ey canı biz ve ben kaydından kurtulan! Ey erkekte kadında söze ve vasfa sığmaz ruh!
   Erkek, kadın kaydı kalkıp bir olunca o bir, sensin. Birler de aradan kalkınca kalan yalnız sensin.
   Kendi kendinle huzur tavlasını oynamak için bu “ben” ve “biz”i vücuda getirdin.
   Bu suretle “ben” ve “sen” ler, umumiyetle bir can haline gelirler, sonunda da sevgiliye mustağrak olurlar.
   (Ben, biz, ben ve bizim, varlıkların varlığı ve yokluğu, hulâsa) söylediklerimin hepsi vardır, vâkıdir. Ey kün emri, ey gel denmekten ve söz söylemekten münezzeh Allahı, sen gel!

1790. Ten gözü, seni görebilir mi; senin gamlanman, neşelenip gülmen hayale gelir mi?
   Gama, neşeye merbut olan gönüle, onu görmeye lâyıktır, deme!
   Keder ve neşeye bağlanmış olan; bu iki ariyet vasıfla yaşar.
   Halbuki yemyeşil aşk bağının sonu, ucu, bucağı yoktur. Orada gamdan ve neşeden başka ne meyveler var!
  Âşıklık bu iki halden daha yüksektir; baharsız, hazansız terütazedir.

1795. Ey güzel yüzlü! Güzel yüzünün zekâtını ver; yine pare pare olan canı şerh et, onu anlat (dedim!).
   Fettan gözünün ucuyla ve nazla bir baktı da gönlüme yeni bir dağ vurdu.
   Kanımı bile dökse ona helâal ettim. Helâl sözünü söyledikçe o, kaçmaktaydı.
   Mademki topraktakilerin feryadından kaçmaktasın. Kederlilerin yüreğine niye gam saçarsın?
   Her sabah; doğudan parlayınca seni, doğu pınarı (güneş) gibi coşmak ta, zuhur etmekte buldu.

1800. Ey şeker dudaklarına paha biçilmeyen güzel! Divanene ne bahaneler buluyorsun?
   Ey eski cihana taze can olan! Cansız ve gönülsüz bir hale gelmiş olan tenden çıkan feryat ve figanı işit!
   Allah aşkına olsun, artık gülü anlatmayı bırak da gülden ayrılan bülbülün halini anlat!
   Bizim coşkunluğumuz gamdan neşeden değildir; aklımız irfanımız, hayal ve vehimden meydana gelmemiştir.
   Nadir bulunur bir halettendir; inkâar etme ki Hak’kın kudreti pek büyüktür.

1805. Sen bu hali insanların ahvaline kıyas etme, cevir ve ihsan menzilinde kalma!
   Cevir, ihsan, mihnet ve neşe, gelip geçicidir. Gelip geçenlerse ölürler; Hak onlara vâristir.

   Sabah oldu, ey sabahın penahı Allahı! (Ben özür serd edemiyorum), bize hizmet eden Hüsâmettin’den sen özür dile!
   Aklı-ı Küll’ün ve canın özür dileyeni sensin; canların canı, mercanın parıltısı sensin.
   Sabahın nuru parladı, biz de bu sabah çağında senin Mansur şarabını içmekteyiz.

1810. Senin feyzin bizi böyle mest ettikçe şarap ne oluyor ki bize neşe versin!
   Şarap, coşkunlukla bizim yoksulumuzdur; felek; dönüşte aklımızın fakiridir.
   Şarap bizden sarhoş oldu, biz ondan değil... Beden bizden var oldu, biz ondan değil!
   Biz arı gibiyiz, bedenler mum gibi. Allahı, bedenleri bal mumu gibi göz göz ev ev yapmıştır.
   Bu bahis çok uzundur, tacirin hikâyesini anlat ki o iyi adamın ne hale geldiği, ne olduğu anlaşılsın.

                                                 Tacir hikâyesine dönüş

1815. Tacir, ateşler, dertler, feryatlar içinde, böyle yüzlerce karmakarışık sözler söylüyordu.
   Gâh birbirini tutmaz sözler söylüyor, gâh naz ediyor, gâh niyaz eyliyor; gâh hakikat aşkını, gâh mecaz sevdasını ifade ediyordu.
   Suya batan adam fazla debelenir, eline geçen ota tutunur.
   O tehlike zamanında elini kim tutacak diye can korkusuyla şuraya, buraya elini sallar durur, yüzmeye çalışıp çabalar.
   Sevgili, bu divaneliği, bu perişanlığı sever. Beyhude yere çalışıp çabalamak, uyumaktan iyidir.

1820. Padişah olan; işsiz, güçsüz değildir. Hasta olmayanın feryat ve figan etmesi, şaşılacak şeydir!
   Allahı, ey oğul, onun için “Külle yevmin hüve fi şe’n “ buyurdu.
   Bu yolda yolun, tırmalan, son nefese kadar bir an bile boş durma!
   Olabilir ki son nefeste bir dem inayete erişirsin. O inayet, seni sırdaş eder.
   Padişahın kulağı, gözü penceredir; erkeğin canı olsun, kadının canı olsun... bir can neye çalışırsa, onu duyar, görür!

                         Tacirin, ölü duduyu kafesten dışarı atması ve dudunun uçması

1825. Tacir ondan sonra duduyu kafesten dışarı attı. Duducuk, uçup bir yüksek ağacın dalına kondu.
   Güneş, ufuktan nasıl süratle doğarsa o dudu da, o çeşit uçtu.
   Tacir, hiçbir şeyden haberi yokken kuşun esrarını bu işe şaşırıp kaldı.
   Yüzünü yukarı çevirip “Ey bülbül! Halini bildir, bu hususta bize de bir nasip ver!
   Hindistan’daki dudu ne yaptı da sen öğrendin, bir oyun ettin, canımızı yaktın!” dedi.

1830. Dudu dedi ki: “O, hareketiyle bana nasihat etti; “Güzelliği, söz söylemeyi ve neşeyi bırak;
   Çünkü söz söylemen seni hapse tıktı” dedi. Bu nasihati vermek için kendisini ölü gösterdi.
   Yani “Ey avama karşı da, havassa karşı da nağme ve terennümde bulunan! Benim gibi öl ki kurtulasın.
   Taneyi gizle, tamamı ile tuzak ol. Goncayı sakla damdaki ot ol.

1835. Kim güzelliğini mezada çıkarırsa ona yüzlerce kötü kaza yüz gösterir.
   Düşmanların kem gözleri, kin ve gayızları, hasetleri; kovalardan su boşalır gibi başına boşalır.
   Düşmanlar kıskançlılarından onu parça parça ederler; dostlar da ömrünü heva ve hevesle zayi eder, geçirirler.
   Bahar zamanı, ekin ekmekten gafil kişi, bu zamanın kıymetini ne bilsin!

1840. Allahı lûtfunun himayesine sığınman gerektir. Çünkü Allahı, ruhlara yüzlerce lûtuflar döktü.
   Allahı’nın lûtfuna sığınman gerek ki bir penah bulasın. Ama nasıl penah? Su ve ateş bile senin askerin olur.
   Nûh’a ve Mûsâ’ya deniz dost olmadı mı? Düşmanlarını da kinle kahretmedi mi?
   Ateş, İbrahim’e kale olup da Nemrut’un kalbinden duman çıkartmadı mı?
   Dağ, Yahya’yı kendisine çağırarak ona kastedenleri taşlarıyla paralayıp sürmedi mi?
   Ey Yahya! Kaç, bana gel de keskin kılıçlardan seni kurtarayım, demedi mi? “ dedi” diye cevap verdi.

                                          Dudunun tacire veda edip uçması

1845. Dudu ona hoşa gider bir iki nasihat verdi, sonra “Allahaısmarladık, artık ayrılık zamanı geldi” dedi.
   Efendisi dedi ki: “Allah selâmet versin git. Sen bana yeni bir yol gösterdin”.
   Tacir, kendi kendine dedi ki: Bu bana nasihatti. Onun yolunu tutayım, o yol aydın bir yol.
   Benim canım neden dududan aşağı olsun? Can dediğin de böyle iyi bir iz izlemeli.”

Halkın, bir kişiyi ululamasının ve halk tarafından parmakla gösterilmenin kötülüğü

   Ten kafese benzer. Girenlerin, çıkanların, insanla dostluk edenlerin aldatmasıyla can bedende dikendir.

1850.Bu, “Ben senin sırdaşın olayım” der. Öbürü “Hayır, senin akranın, emsalin benim”der.
   Bu der ki: “Varlık âleminde güzellik fazilet, iyilik ve cömertlik bakımından senin gibi hiçbir kimse yok.”
   Öbürü der ki: “İki cihan da senindir. Bütün canlarımız senin canına tâbidir.”
   O da, halkı, kendisinin sarhoşu görünce kibirlenir, elden, avuçtan çıkmağa başlar.
   Şeytan onun gibi binlerce kişiyi ırmağa atmıştır!

1855. Dünyanın lûtfetmesi ve yaltaklanması, hoş bir lokmadır, ama az ye. Çünkü ateşten bir lokmadır!
   Ateş gizlidir, zevki meydanda. Dumanı sonunda meydana çıkar.
   Sen “Ben o medihleri yutar mıyım? O, tamahından methediyor. Ben, onu anlarım” deme!
   Seni metheden, halk içinde aleyhinde bulunursa onun tesiriyle gönlün, günlerce yanar.
   Onun; mahrumiyetten senden umduğunu elde edemeyip ziyan ettiğinden dolayı aleyhinde bulunduğu halde,

1860. O sözler, gönlüne dokunur, onun tesiri altında kalırsın. Medihten de bir ululuk gelir, dene de bak!
   Medihin de günlerce tesiri altında kalırsın. O medih canın ululanmasına, aldanmasına sebebolur.
   Fakat bu tesir, zâhiren görünmez, çünkü methedilmek tatlıdır. Kınanmak acı olduğundan derhal kötü görünür.
   Kınanmak, kaynatılmış ilâç ve hap gibidir; içer, yahut yutarsa uzun bir müddet ızdırap ve elem içinde kalırsın.
   Tatlı yersen onun zevki bir andır, tesiri öbürü kadar sürmez.

1865. Zâhiren uzun sürdüğü için de tesiri, gizlidir. Herşeyi, zıddıyla anla!
   Medhin tesiri, şekerin tesirine benzer; gizli tesir eder ve bir müddet sonra vücütta deşilmesi icabeden bir çıban çıkar.
   Nefis çok öğülmesi yüzünden Firavunlaştı. Alçak gönüllü, hor, hakîr ol; ululuk taslama!
   Elinden geldikçe kul ol, sultan olma! Top gibi zahmet çekici ol, çevgân olma!
   Yoksa; senin bu letafetin, bu güzelliğin kalmayınca o, seninle düşüp kalkanlar, senden usanırlar.

1870. Evvelce seni aldatıp duranlar, o vakit seni görünce “Şeytan” adını takarlar. Seni kapı dibinde görünce hepsi birden “Mezarından çıkmış hortlak” derler;
   Genç oğlan gibi. Ona önce Allahı adını takarlar, bu yaltaklıkla tuzağa düşürmek isterler.
   Fakat kötülükle adı çıkıp da zaman geçince bu kötülükte sakalı çıkınca; artık ona yaklaşmaktan Şeytan bile utanır.
   Şeytan, adamın yanına bir kötülük için gelir; senin yanına gelmez. Çünkü sen Şeytan’dan da betersin.

1875. Şeytan, sen insan oldukça izini izler, ardından koşar, sana şarabını tattırırdı.
   Ey bir işe yaramaz adam! Şeytan huyunda ayak direyip şeytanlaşınca senden Şeytan da kaçmaktadır.
   Eteğine sarılan kimse de, sen bu hale gelince senden kaçar!

                                        “ Mâşâllahu Kân “ sözünün tefsiri

   Bunların hepsini söyledik ama Allahı inayetleri olmadıkça Allahı yolunda hiçiz, hiç!
   Allahı’nın ve Allahı erlerinin inayetleri olmazsa...melek bile olsa defteri kapkaradır.

1880. Ey Allahı, ey ihsanı hacetler reva eden! Sana karşı hiçbir kimsenin adını anmak lâyık değil.
   Bu kadarcık irşat kudretini de sen bağışladın, şimdiye kadar nice ayıplarımızı örttün.
   Ezelde bağışladığın irfan katrasını, denizlerine ulaştır.
   Canımdaki, bir katra ilimden ibarettir; onu ten havasından, ten toprağından kurtar!
   Bu topraklar, onu örtmeden; bu rüzgârlar, onu kurutmadan önce sen halâs et!

1885. Gerçi rüzgârlar, onu kurutsa, mahvetse bile sen, onlardan tekrar kurtarmağa ve almağa kâdirsin.
   Havaya giden, yahut yere dökülen katra, senin kudret hazinenden nasıl kaçabilir?
   Yok olsa, yahut yokluğun yüz kat dibine girse bile sen onu çağırınca başını ayak yapıp koşar.
   Yüzbinlerce zıt, zıddını mahveder; sonra senin emrin yine onları varlık âlemine getirir.
   Aman ya Rabbi! Her an yokluk âleminden varlık âlemine katar katar yüz binlerce kervan gelip durmakta!

1890. Hele her gece, bütün ruhlar, bütün akıllar, o ucsuz bucaksız derin denizde batar, yok olurlar.
   Yine sabah vakti, o Allahı’ya mensup ruhlar ve akıllar, balıklar gibi denizden baş çıkarırlar.
   Güz mevsiminde o yüz binlerce dallar, yapraklar; bozguna uğrayıp ölüm denizine giderler.
   Kara kuzgun; yaslılar gibi siyahlar giyinerek bağlarda, yeşilliklerin matemini tutar.
   Varlık köyünün sahibinden, yokluğa, “Yediklerini geri ver” diye tekrar ferman çıkar.

1895. “Ey kara ölüm; nebattan, ilâç olacak otlardan, köklerden, yapraklardan ne yedinse geri ver!” (diye emredilir) Kardeş, bir an için aklını başına al! Sende de her an hazan ve bahar var.
   Gönül bahçesinin yemyeşil, terütaze, goncalar, güller, serviler ve yaseminlerle dolu olduğunu gör!
   Yaprakların çokluğundan dal gizlenmiş; güllerin fazlalığından kır ve köşk görünmüyor.
   Akl-ı Külden gelen bu sözler de, o gül bahçesinin, o servi ve sümbüllerin kokusudur.

1900. Gül olmayan yerden gül kokusu geldiğini, şarap olmayan yerde şarabın kaynayıp çoştuğunu hiç gördün mü ki?
   Koku sana kılavuz ve rehberdir. Seni tâ ebedî Cennete ve kevser ırmağına götürür.
   Koku, göze ilâçtır, nurunu artırır. Yakub’un gözü, bir kokudan açıldı.
   Kötü koku gözü karartır. Yusuf’un kokusu ise göze nur verir.
   Yusuf değilsen bile Yakup ol; onun gibi matlûbuna erişmek için ağla!

1905. Hakîm-i Gaznevî’nin şu nasihatini dinle de eski vücudunda bir yenilik bul:
   “Naz için gül gibi bir yüz gerek. Öyle bir yüzün yoksa kötü huyun etrafında dönüp dolaşma, nazlanma!
   Çirkin ve sarı bir yüzün nazı da çirkindir. Gözün hem kör, hem de hastalıklı oluşu müşküldür.
   Yusuf’a karşı nazlanma, güzellik iddia etme! Yakub’casına niyaz etmek ve ah eylemekten başka bir şey yapma!
   Dudunun ölümünün mânası niyazdı. Sen de niyaz ve yoksullukta kendini ölü yap!

1910. İsâ’nın nefesi seni diriltsin, kendisi gibi güzel ve mutlu bir hale getirsin!
   Baharların tesiriyle taş yeşerir mi? Toprak ol ki renk renk çiçekler bitiresin.
   Yıllarca gönüller yırtan, kalblere elem veren taş oldun; bir tecrübe et, bir zaman da toprak ol!

Allahı razı olsun, Ömer zamanında yoksulluk gününde gidip mezarlıkta çenk çalan ihtiyar çalgıcının hikâyesi

   (Bilmem) işittin mi? Ömer zamanında pek güzel, pek lâtif çenk çalan bir çalgıcı vardı.
   Bülbül onun sesinden kendini kaybeder; bir namesini dinleyenlerin şevki, yüz misli artardı.

1915. Meclisleri, cemiyetleri, onun nağmeleri süsler; onun sesinden kıyametler kopardı.
   Sesi, israfil gibi mucizeler gösterir, ölülerin bedenlerine can bağışlardı.
   Yahut İsrafil’e yardım ederdi; onun nağmelerini dinleyen fil bile kanatlanırdı.
   İsrafil, birgün nağmesini düzer ve yüzlerce yıllık çürümüş ölüye can verir.
   Peygamberlerin de içlerinde öyle nağmeler vardır ki o nağmelerde isteyenlere, değer biçilmez bir hayat erişir.

1920. Fakat o nağmeleri his kulağı duymaz, çünkü his kulağı , kötülükler yüzünden pis bir haldedir.
   İnsanoğlu perinin nağmesini işitmez; çünkü perilerin sırlarına yabancıdır.
   Gerçi perinin nağmesi de bu âlemdedir ama gönül nağmesi her iki sesten de yüksektir.
   Zira peri de, insan da mahpustur; ikisi de bu bilgisizlik ve gaflet zindanındadır.
   Rahman Sûresinden “Yâ ma’şaralcinn” âyetini oku; “Tenfüzû testa’tîû “ nun mânasını iyice bil!

1925. Velîlerin içi nağmeleri evvelâ der ki: “Ey yokluk âleminin cüzüleri!
   Kendinize gelin; nefis yokluğundan baş çıkaran; bu hayali, bu vehmi bir tarafa atın!
   Ey Kevn ü fesat âleminde tamamiyle çürümüş canlar! Ebedî canlarınız ne vücuda geldi, ne doğdu!”
   O nağmelerden pek az, pek cüzi bir miktarını söylesem canlar, mezar ve merkatlerinden baş kaldırırlar.
   Kulak ver! O nağmeler uzakta değil; fakat sana söylemeğe izin yok.

1930. Agâh ol ki velîler, zamanın israfil’idirler. Ölüler, onlardan can bulur, gelişirler.
   Ölü canlar, ten mezarında kefenlerine bürünmüş yatarlarken onların sesinden sıçrayıp kalkarlar
   Derler ki: Bu ses, öbür seslerden bambaşka; çünkü diriltmek Allahı sesinin işidir.
   Biz öldük, tamamiyle çürüdük, mahvolduk. Fakat Allahı sesi gelince hepimiz dirildik, kalktık.
   Allahı sesi ister hicab ardından, ister hicabsız gelsin...Cebrail, Meryem’e, yakasından üfleyerek ne verdiyse Allahı sesi de insana onu verir.

1935. Ey derileri altında yokluğun çürütüp mahvettiği kimseler! Sevgilinin sesiyle yokluktan dönün, tekrar var olun!
   O ses, Allahı kulunun boğazından çıksa da esasen ve mutlaka Padişahtan gelmektedir.
   Allahı ona dedi ki: “Ben dilim, sen vücutsun. Ben senin hislerin, memnuniyet ve gazabınım,
   Yürü! Benimle duyan, benimle gören sensin. Sır sahibi olmak da ne demek? Bizzat sır sensin.
   Sen mademki hayret âleminde “Lillâh” sırrına mazhar oldun, ben de senin olurum. Çünkü “Kim, Allahı’nın olursa Allahı onun olur.”

1940. Sana bazen sensin derim, bazen de benim derim. Ne dersem diyeyim, ben aydın ve parlak bir güneşim.
   Her nerede bir çırağlıktan parlasan orada bütün âlemin müşkülleri hallolur.
   Güneşin bile gideremediği, aydınlatamadığı karanlık, bizim nefsimizden kuşluk çağı gibi aydınlanır.
   Âdem evlâdına esmasını bizzat gösterdi. ( Âdem’i, isimlerine mazhar etti); diğer mevcudata esma, Âdem’den açıldı.
   Nurunu, istersen Âdem’den al, istersen ondan...şarabı, dilersen küpten al, dilersen testiden!

1945. Çünkü bu testi, küple adamakıllı birleşmiştir; o iyi bahtlı testi, senin gibi   ( zâhiri zevklerle şad değil, hakiki neşeyle neşelenmiş) tir.
   Mustafa, “Beni görene benim yüzümü gören kişiyi görene ne mutlu” dedi.
   Bir mumdan yanmış olan çırağı gören, yakînen o mumu görmüştür.
   Bu tarzda o mumdan yakılan çırağdan başka bir çırağ, ondan da diğer bir mum yakılsa ve ta yüzüncü muma kadar, hep o ilk mumun nuru intikal etse, sonuncu mumu görmek, hepsinin aslı olan ilk mumu görmektir.
   İstersen o nuru, son çırağdan al, istersen ilk çırağdan...hiç fark yok.

1950. Nuru, dilersen son gelenlerin mumundan gör, dilersen geçmişlerin mumundan.

 “ Zamanınızdaki günlerde Rabbinizin güzel kokuları vardır. Kendinize gelin; o güzel kokuları almaya çalışın “ hadîsinin tefsiri

   Peygamber, “Hakkın güzel ve temiz kokuları ,bu günlerde esecek,
   O vakitlere kulak verin, aklınız o vakitlerde olsun ki, bu çeşit güzel kokuları alasınız, bu fırsatı kaçırmayınız dedi.
   Güzel koku geldi, sizin haberiniz yokken esip, esip gitti... Dilediğine can bağışlayıp geçti.
   Başka bir koku daha erişti; uyanık ol ey arkadaş, uyanık ol ki bundan da mahrum kalmayasın.

1955. Ateş meşrepli olan can, ondan ateş söndürme kabiliyetini kazandı. Hoş olmayan can, onun lûtfu ile hoş bir hale geldi.
   *Ateşli can, onun yüzünden söndü. Ölü, onun aydınlığından kaftan giyindi.
   Bu tazelik, Tûbâ ağacının tazeliği; bu hareket, Tûbâ ağacının hareketidir. Halkın hareketlerine benzemez.
   Eğer bu ebedî nefha, yere göğe nazil olsa…  yer ehliyle gök ehlinin ödleri su kesilirdi.
   Esasen bu nihayeti olmayan nefhanın korkusundan, gökler, yeryüzü ve dağlar o emaneti yüklenmekten çekindiler. “Feebeyne en yahmilnehâ” âyetini oku da gör.
   Korkusundan dağın yüreği kan olmasaydı “Eşfakne minhâ” denir miydi?

1960. Bu Allahı kokusu dün gece bize bir başka türlü zuhur etti, fakat birkaç lokma geldi, kapıyı kapadı.
   Lokma için bir Lokman, rehin oldu. Şimdi Lokman'ın sırası; ey lokma sen çekil.
   Bu mihnet ve meşakkat lokması yüzünden Lokman'ın ayağına batan dikeni çıkarın.
   Onun ayağında diken değil, gölgesi bile yok. Fakat siz, hırstan onu fark edemiyorsunuz.
   Hurma olarak gördüğünü diken bil. Çünkü, sen çok nankör, çok görgüsüzsün!

1965. Lokmanın canı, Allahının bir gül bahçesindeyken neden can ayağı bir dikenden incinsin.
   Bu diken yiyen vücut, devedir. Mustafa’dan doğan da bu deveye binmiştir.
   Ey deve! Sırtında öyle bir gül dengi var ki kokusundan sende,  yüzlerce gül bahçesi meydana gelmiştir.
   Halbuki sen, hâlâ mugeylân dikenine ve kumsala meylediyorsun. Bu arta kalası dikenden gülü nasıl toplayacaksın?
   Ey bu arama yüzünden taraf  taraf, bucak bucak dolaşıp duran!  Ne vakte kadar “Nerede bu gül bahçesi” diyeceksin?

1970. Ayağındaki bu dikeni çıkarmadıkça gözün görmez. Nasıl dönüp dolaşabilirsin?
   Ne şaşılacak şey, cihana sığmayan Âdemoğlu,  gizlice bir dikenin başında dolaşıp durmakta!
   Mustafa bir hemdem elde etmek için geldi; “Kellimînî yâ Humeyrâ” dedi.
   “Ey Humeyrâ! Nalı ateşe koyda bu dağ, lâl haline gelsin” buyurdu.
   Humeyrâ kelimesi, müennestir, can da müennsi semâidir. Araplar cana müennes demişlerdir.

1975. Fakat canın müenneslikten pervası yok. Çünkü, ruhun ne erkekle bir alakası var, ne kadınla!
   Müzekkerden de yükselir, müennesten de. Bu, kurudan yaştan meydana gelen ruh (-u hayvanî) değildir ki.
   Bu can, ekmekten kuvvetlenen, yahut kâh şöyle, kâh böyle bir hale gelen can değildir.
   Bu ruh hoşluk verir, hoştur, hoşluğun ta kendisidir. Ey maksadına erişmek için vesilelere baş vuran! Hoş olmayan, insanı hoş bir hale getiremez.
   Sen şekerden tatlı bir hale gelsen bile o tat bazen senden gidiverir, bu mümkündür.

1980. Fakat fazla vefakârlık sebebiyle tamamen şeker olursan buna imkân yoktur. Nasıl olurda şekerden tat ayrılır, imkânı var mı?
   Ey hoş arkadaş! Âşık, halis ve sâf şarabı, kendisinden bulur, onunla gıdalanırsa bu makamda artık akıl kaybolur, (bu sırra akıl ermez).
   Aklı cüzi sırra sahip gibi görünürse de hakikatte aşkı inkâr eder.
   Zekidir bilir; fakat yok olmamıştır. Melek bile yok olmadıkça Şeytandır.
   Aklı cüzi sözde ve işte bizim dostumuzdur. Ama hal bahsine gelirsen orada bir hiçten, bir yoktan ibarettir.

1985. Varlıktan fâni olmadığı için o, hiçtir, yoktur. Kendi dileğiyle yok olmayınca nihayet zorla, istemediği halde yok olacaktır. Bu da ona yeter.
   Can, kemaldir, çağırması sesi de kemaldir. Onun için Mustafa “Ey Bilâl bizi dinlendir ferahlandır;
   Ey Bilâl! Gönlüne nefhettiğim o nefhadan, o feyizden dalga dalga coşan sesini yücelt.
   Âdem’i bile kendinden geçiren, gök ehlinin bile akıllarını hayrete düşüren o nefhayla sesini yükselt!” buyurdu.
   Mustafa o güzel sesle kendinden geçti. Ta’rîs gecesinde namazı kaçtı.

1990. O mübarek uykudan baş kaldırmadı; sabah namazının vakti geçip kuşluk çağı geldi.
   Ta’rîs gecesi, o gelinin huzurunda tertemiz canları, el öpme devletine erişti.
   Aşk ve can... her ikisi de gizli ve örtülüdür. Allahıya gelin dediğim için beni ayıplama.
   Sevgili, benim sözüme darılsaydı susardım; bana bir lâhzacık mühlet verseydi sükût ederdim.
   Fakat “Söyle, bu söz ayıp olmaz. Senin sözün, gayb âlemindeki kaza ve kaderin zuhurundan başka bir şey değildir” demekte.

1995. Ayıptan başka bir şey görmeyene ayıptır. Fakat gayb âleminin pâk ruhu, hiç ayıp görür mü?
   Ayıp cahil mahlûka nispetle ayıptır; makbul Allahıya nispetle değil.
   Küfür bile yaratana nispetle bir hikmettir. Fakat bize nispet edecek olursan bir âfet, bir felâkettir.
   Birisinde yüzlerce faziletle beraber bir de ayıp bulunsa o ayıp nebatatın sapı mesabesindedir.
   Terazide her ikisini de birlikte tartarlar. Çünkü, nebatat ve sap… ikisi de bedenle can gibi bağdaşmıştır.

2000. Şu halde büyükler, bu sözü boş yere söylemediler: Temiz kişilerin cisimleri de, can gibi saftır.
   Onların sözleri de nişanı olmayan ve bir kayda gelmeyen can olmuştur, nefisleri de, suretleri de.
   Onlara düşman olanların canları ise sırf cisimdir. O düşman, tavla oyununda kırılmış zar gibi faydasızdır, ancak bir addan ibarettir.
   Düşman toprağa girdi, tamamı ile toprak oldu. Bu ise tuzlaya düşüp tamamı ile arındı.
   O tuz, öyle bir tuzdur ki Muhammed, ondan meslâhat kazanmış, o yüzden melih sözü fasih olmuştur.

2005. Bu tuz, bu melâhat, ondan miras kalmıştır; vârisleri de seninledir, ara bul!
   Vârisler senin huzurunda oturuyorlar, fakat nerede senin huzurun? Senin önündedirler, fakat nerede önü sonu düşünen can?
   Eğer sen, kendinde ön, art olduğunu sanıyorsan cisme bağlısın, candan mahrumsun.
   Alt, üst, ön, art; cismin vasfıdır. Nurani olan can ise bunlardan münezzeh ve cihetsizdir.
   Kısa görüşlüler gibi zanna düşmemek için gözünü, o pâ padişahın nuruyla aç!

2010. Sen madem ki zâhiri önü, sonu düşünmektesin... Ancak ve ancak bu gam ve neşe âlemindesin. Ey hakikatte yok olan! Yok olan nerede ön, nerede son?
   Yağmurlu gündür, gece çağına kadar yürü! Bu yağmur, bildiğimiz yağmur değil! Allahı yağmurlarından.

Ayşe’nin -Allahı ondan razı olsun- Mustafa Sallâllahu aleyhi vessellem’e “ Bugün yağmur yağdı. Sen mezarlığa gittiğin halde niçin elbisen ıslak değil? “diye sorması

    Mustafa, bir gün, dostlarından birinin cenazesiyle ve dostlarla mezarlığa gitti.
   Onun mezarına toprak doldurdu, tohumunu yeraltında diriltti.
   Bu ağaçlar, toprak altındaki insanlara benzerler. Ellerini topraktan çıkarıp;

2015. Halka doğru yüz türlü işaretlerde bulunurlar, duyana söz söylerler.
   Yeşil dilleriyle, uzun elleriyle toprağın içindeki sırları anlatırlar.
   Kazlar gibi başlarını su içine çekmişler...Karga gibiyken tavus haline gelmişlerdir.
   Allahı, onları kış vakti hapsetmişse de baharda o kargaları tavus haline getirir.
   Kışın onlara ölüm vermişse de bahar yüzünden yine diriltip yapraklandırır, yeşertir.

2020. Münkirler der ki: “Eskiden beri olagelmiş bir şey. Neden bunu kerem sahibi Allahı’ya isnad edelim?”
   Onların körlüğüne rağmen Allahı, dostların gönüllerinde bağlar, bahçeler bitirmiştir.
   Gönülde kokan her gül, kül sırlarından bahisler açar.
   Onların kokuları, münkirlerin burunlarını yere sürtmek için perdeleri yırtarak dünyanın etrafını dönüp dolaşırlar.
   Münkirler, o gönül kokusuna karşı kara böcek gibidirler; dayanamazlar. Yahut davul sesine tahammül edemeyen beyni zayıf kimseye benzerler.

2025. Kendilerini meşgul ve müstağrak gösterirler. Şimşek parıltısından gözlerini yumarlar.
   Göz yumarlar ama, onların bulundukları makamdaki göz değildir ki. Göz odur ki bir sığınak görsün.
   Peygamber, mezarlıktan dönünce Sıddîka’nın yanına giderek konuşup görüşmeye başladı.
   Sıddîka’nın gözü, Peygamber’in yüzüne ilişince önüne gelip elini onun üstüne,
   Sarığına, yüzüne, saçına, yakasına, göğsüne, kollarına sürdü.

2030. Peygamber, “Böyle acele acele ne arıyorsun?” dedi. Ayşe “Bugün hava bulutluydu, yağmur yağdı.
   Elbisende yağmurun eserini arıyorum. Gariptir ki üstünü, başını yağmurdan ıslanmamış görmekteyim” dedi.
   Peygamber “O sırada başına ne örtmüşsün, baş örtün neydi? Diye sordu. Ayşe senin ridanı başıma örtmüştüm”dedi.
   Peygamber dedi ki: “Ey yeni yakası tertemiz Hatun! Allahı onun için temiz gözüne gayb yağmurunu gösterdi.”
   O yağmur, sizin bu bulutunuzdan değildir. Başka bir buluttan, başka bir göktendir.

Hakîmi Senâî’nin “ Can elinde cihan göklerine iş buyuran gökler var. Can yolunda nice inişler, nice yokuşlar, nice yüksek dağlar ve denizler var “ beyitlerinin tefsiri

2035. Gayb âleminin başka bir bulutu, başka bir yağmuru, başka bir göğü, başka bir güneşi vardır.
   Fakat o, ancak havassa görünür, diğerleri “ Öldükten sonra tekrar yaratılıp diriltileceklerinden şüphe ederler.”
   Yağmur vardır, âlemi beslemek için yağar. Yağmur vardır âlemi perişan etmek için yağar.
   Bahar yağmurlarının faydası, şaşılacak bir derecededir. Güz yağmuruysa, bağa sıtma gibidir.
   Bahar yağmuru, bağı nazü naim ile besler, yetiştirir. Güz yağmuruysa bozar, sarartır.

2040. Kış, yel ve güneş de böyledir; bunların tesirleri de zamanına göre ve ayrı ayrıdır. Bunu böyle bil, ipin ucunu yakala!
   Tıpkı bunun gibi gayb âleminde de bu çeşitlilik vardır. Bazısı zararlıdır, bazısı faydalı. Bazı yağmurlar berekettir, bazıları ziyan.
   Abdâlin bu nefesi de işte o bahardandır. Canda ve gönülde bu nefes yüzünden yüzlerce güzel şeyler biter.
   Onların nefesleri, talihli kişilere bahar yağmurlarının ağaca yaptığı tesiri yapar.
   Fakat bir yerde kuru bir ağaç bulunsa cana can katan rüzgârı ayıplama!

2045. Rüzgâr, işini yaptı, esti. Canı olan da, rüzgârın tesirini candan kabul etti.

“ Bahar serinliğini ganimet bilip istifade edin. Çünkü o, ağaçlarınıza ne yaparsa bedenlerinize de onu yapar v.s hadîsinin mânası

   Peygamber, “Dostlar, bahar serinliğinden sakın vücudunuzu örtmeyin.
   Çünkü bahar rüzgârı, ağaçlara nasıl tesir ederse sizin hayatınıza da öyle tesir eder.
   Fakat güz serinliğinden kaçının. Çünkü o, bağa ve çubuklara ne yaparsa sizin vücudunuza da onu yapar “dedi.
   Bu hadîsi rivayet edenler, zâhirî mânasını vermişler ve yalnız zâhirî mânasıyla kanaat etmişlerdir.

2050. Onların halden haberleri yoktur. Dağı görmüşler de dağdaki madeni görmemişlerdir.
   Allahı’ya göre güz, nefis ve hevadır. Akılla cansa baharın ve ebedîliğin ta kendisidir.
   Eğer senin gizli ve cüzi bir aklın varsa cihanda bir kâmil akıl sahibini ara!
   Senin cüzi aklın, onun külli aklı yüzünden külli olur. Çünkü Akl-ı kül, nefse zincir gibidir.
   Binaenaleyh hadîsin mânası teville şöyle olur: Pak nefesler bahar gibidir, yaprakların ve filizlerin hayatıdır.
2055. Velîlerin sözlerinden, yumuşak olsun, sert olsun, vücudunu örtme çünkü o sözler, dininin zâhirîdir.
   Sıcak da söylese, soğuk da söylese, hoş gör ki sıcaktan, soğuktan ( hayatın hâdiselerinden) ve cehennem azabından kurtulasın.
   Onun sıcağı, hayatın ilkbaharıdır. Doğruluğun, yakînin ve kulluğun sermayesidir.
   Çünkü can bahçeleri, onun sözleri ile diridir. Gönül denizi, bu cevherlerle doludur.
   Eğer gönlün bahçesinden cüzi bir zevk ve hal eksilse aklı başında olan kişinin gönlünü, binlerce gam kapladı.

            Sıddîka’nın –Allahı ondan razı olsun- “ Bugünkü yağmurun sırrı neydi? “ diye sorması

   *Sıddîka’nın aşkı çoşup edebe riayetle Peygamber’e sordu:

2060. “Ey şu varlığın hülâsası, vücudun zübdesi! Bu günkü yağmurun hikmeti neydi?
   Bu yağmur, rahmet yağmurlarından mıydı, yoksa tehdit için mi yağıyordu, pek yüce, pek azametli Allahı’nın adaletinden miydi?
   Bu yağmur, bahara ait lûtuflardan mıydı, yoksa âfetlerle dolu güz yağmuru muydu?”
   Peygamber dedi ki: “Bu yağmur musibetler yüzünden insanın gönlüne çöken gamı yatıştırmak için yağıyordu.”
   Eğer Âdemoğlu, o keder ateşi içinde kalıp duraydı ziyadesiyle harabolur, eksikliğe düşer, ( hiçbir şey yapamaz bir hale gelir) di.

2065. O anda bu dünya harap olurdu, insanların içlerinde hırs kalmazdı.
   Ey can, bu âlemin direği gaflettir. Akıllılık, uyanıklık, bu dünya için âfettir.
   Akıllılık o âlemdendir, galip gelirse bu âlem alçalır.
   Akıllılık güneştir, hırs ise buzdur. Akıllılık sudur, bu âlem kirdir.
   Dünyada hırs ve haset kükremesin diye o âlemden akıllılık, ancak sızar, sızıntı halinde gelir.

2070. Gayb âleminden çok sızarsa bu dünyada ne hüner kalır, ne de ayıp.
   Bu bahsin sonu yoktur. Başlamış olduğun söze dön, tekrar çalgıcının, hikâyesine devam et.

                    Çalgıcı hikâyesinin söylenmedik kısmı ve çalgıcının kurtuluşu

   O, öyle çalgıcıydı ki âlem, onun yüzünden neşeyle dolmuştu. Dinleyenler sesinden garip garip hayallere dalıyorlar, şaşılacak hallere düşüyorlardı.
   Gönül kuşu onun nağmesiyle uçmakta; canın aklı, sesine hayran olmaktaydı.
   Fakat zaman geçip ihtiyarlayınca evvelce doğan kuşu gibi olan canı, âcizlikten sinek avlamaya başladı.

2075. Sırtı, küp sırtı gibi eğrildi, kamburlaştı. Gözlerinin üstünde kaşlar, âdeta eyer kuskununa döndü.
   Onun cana can katan lâtif sesi fena, iğrenç , çirkin yürek tırmalayıcı geldi.
   Zühere’nin bile haset ettiği o güzel sesi, kart eşeğin sesine benzedi.
   Zaten hangi hoş vardır ki nahoş olmamıştır? Yahut hangi tavan vardır ki yıkılmamış, yere serilmemiştir.
   Ancak Sûr’un üfürülmesi, nefeslerinin aksinden ibaret olan yüce azizlerin sesleri, bundan müstesnadır; onların sesleri bakidir.

2080. Onların gönülleri, öyle bir gönüldür ki gönüller, ondan sarhoştur. Yoklukları öyle bir yokluktur ki bizim varlıklarımız, o yokluktan varolmuşlardır.
   Her fikrin, her sesin kehlibarı (fikirleri ve sesleri çeken) o gönüldür. İlham, vahiy ve sır lezzeti yine o gönülden ibarettir.
   Çalgıcı bir hayli ihtiyarlayıp zayıflayınca kazançsızlıktan bir parçacık yufka ekmeğine bile muhtaç hale geldi.
   Dedi ki: “Allahım, bana çok ömür ve mühlet verdin, hakîr bir kişiye karşı lûtuflarda bulundun.
   Yetmiş yıldır isyan edip durdum. Benden bir gün bile ihsanını kesmedin.

2085. Bugün kazanç yok, senin konuğunum. Çengi sana çalacağım, gayrı seninim.”
   Çengi omuzlayıp Allahı aramağa yola düştü; ah ederek Medine Mezarlığına doğru yollandı.
   “Allahı’dan kiriş parası isteyeceğim. Çünkü o kendisine karşı halis olan kalplere kerem ve ihsanıyla eder” dedi.
   Bir hayli çenk çalıp ağladı ve başını yere koydu, çengi yastık yaptı bir mezara yaslandı.
   Çalgıcıyı uyku bastırdı, can kuşu kafesten kurtuldu; çalgıyı da bırakıp sıçradı.

2090. Sâf bir âleme, can sahrasına vararak tenden ve cihan mihnetinden kurtuldu.
   Canı, orada macerasını şöyle terennüm etmekteydi: Beni burada bıraksalardı.
   Canım bu bahçede, bu bahar çağında ne hoş bir hale gelir, bu ovanın bu gayb lâleliğinin sarhoşu olurdu.
   Başsız, ayaksız seferler eder, dişsiz, dudaksız şekerler yedim.
   Felek sakinleriyle zahmetsiz, mihnetsiz zikre, dimağsız fikre dalar, onlarla lâtifeler ederdim.

2095. Gözleri kapalı olarak bir âlem görür; elsiz, avuçsuz güller, reyhanlar devşirirdim...
   Çalgıcı, bir su kuşuydu; bu âlem de bir bal denizi. Bu bal Eyyub Peygamber’in içtiği ve yıkandığı pınardı.
   Eyyub, o pınarda yıkanarak tepeden tırnağa kadar doğu nuru gibi bütün hastalıklardan arındı, pirüpak oldu.
   Mesnevi hacım bakımından felekler kadar bile olsa yine bu âlemin, hattâ küçük bir cüz’ünü ihata edemezdi.
   Halbuki çok geniş olan o yerler gök, darlıktan gönlümü paramparça etti.

2100. Bu bir âlemdir ki bana rüyada göründü; açıklığıyla kolumu, kanadımı açtı.

AÇIKLAMALAR  ( Beyitler  1401 - 2100 )

B. 1404. -1405. Nuh Peygamber diyor ki: "Ben, onları yargılamam için ne vakit çağırdıysam parmaklarını kulaklarına tıkadılar; elbiselerini başlarına çektiler, libaslarına büründüler; inatlarında ısrar ettiler; inadettikce ettiler, ululandıkça ululandılar." (Sure: 71 — Kur, âyet: 7).


B. 1427.   (Feyz-al Kadir IV. 149).

B. 1479. dan sonraki başlık: Adem'le Havva. Allahı tarafından yemişinden yememeleri emir buyurulan ağacın yemişini Şeytan'a uyup yeyince suçlu oldular ve Allahı'dan "Rabbena zalemnâ — Rabbimiz. biz nefsimize zulmettik" diye yarlıganma dilediler (1250 - 1255) inci beyitlerin izahına bakınız). Şeytan'sa Kur'an'ın 7 inci suresi olan A'raf suresinin 16 ve 17 nci âyetlerinde bildirildiği veçhile "Febimâ agveyteni — Beni iğva ettiğin, rahmetinden uzaklaştırdığın için kullarını senin doğru yolundan azdıracak, sonra önlerinden, artlarından, sağlarından, sollarından gelip onları yoldan çıkaracağım..." demiş ve bu suretle suçu Allahı'ya bulmuştur. Bu başlık altında bilhassa bundan halledilmektedir.

B. 1495. "Pis şeyler pislerin, pisler de pis şeylerindir. Temiz şeyler temizlerin, temizler de temiz şeylerindir..." (Sure: 24 — Nur, âyet: 26).

B. 1507. Lâzım, melzum, nâfî, muktazi. Bunlar aklî delillerdir. Lâzım olan, yani gereken şeyler bir melzum, yani gerekli aranır. Meselâ iyi insanda iyilik gereklidir, iyilik için de iyi insan gerektir. Nâfi ile muktaziye gelince: Bunlar birbirinin karşılığıdır. Her muktaziye bir muktaza lâzımdır. Meselâ yapılan bir işte muktazi, yani o şeyi iktiza ettiren, yaptıran arandığı gibi yapılan, meydana gelen iş de iktiza etmiş de vücut bulmuştur. Yapılmadığı takdirde o işin yapılmamasına sebebolan bir nâfî vardır, yapılmıyan, meydana gelmiyen şey ise menfidir, vücut bulmamıştır.

B. 1508. den sonraki başlıktaki cümle, Kur'an'-ın 57 nci suresi olan "Hadid" suresinin 5 inci âyetindendir.

B. 1528. den sonraki başlıkta bulunan söz hadîs değildir. Peygamber zamanında sofi ve tasavvuf sözleri yoktu. Nitekim Mevlâna da bunu hadîs olarak söylemiyor. Fakat muahhar tasavvuf kitaplarının bazılarında bu sözün hadîs olduğu yanlış olarak kayıtlıdır.

B. 1564.   Hayyâm'm şu rubaisini hatırlatır:

No herde günâh der cihan kist bigu
Van kes ki güneh nekerd çün zîst bigu
Men bed kunem-u tu bed mükafat kuni
Pes fark-ı miyan-ı men-u tu çist bigu

(Dünyada günah etmiyen kimdir? Söyle. Günah etmiyen kişi nasıl doğdu? Anlat. Ben kötülük eder, sen de kötülüğüme karşı bana kötülük verir, azabeylersen... Peki. söyle, benimle senin aranda ne fark var?) Abdullah Cevdet tab'ı, s. 368.

B. 1(03. Başlıkta söylendiği gibi Ferideddin-i Attâr'ın bir beytidir.

B. 1615. Ve sonraki beyitler. Kur'an'ın 20 nci suresi olan Tâhâ suresinin 65 inci âyetinden alınmadır.


B. 1622. "Kur'an okununca dinleyin ve susun de merhamet edilmişlerden olasınız."
(Sure: 7 — A'raf. âyet: 204) bu beyitteki "Ansitû — susun" sözü, bu âyetten alınmadır.

B. 1628. "Evlere ardından girmek iyi değildir. İyilik, Allahı'dan korkan ve haramdan çekinen kişinin işidir. Siz, evlere kapılarından girin. Allahı'dan çekinin ki kurtulasınız."
(sure: 2 — Bakara, âyet: 189).

B. 1673 - 1676. "Bir âyetin hükmünü değiştirir, -yahut o âyeti unutturursak yerine ondan daha hayırlı bir âyet, yahut ona benzer bir âyet getiririz. Allahı'nın her şeye kaadir olduğunu bilmez misin" (Sure: 2 Bakara, âyet 106), 1673 teki arapça sözler bu âyetten alınmadır. .

B. 1674. "Siz. iman edenlerle alay ettiniz. Nihayet size beni anmayı unutturdum. Siz, müminlere gülerdiniz" (Sure 23 — Müminun - âyet: 110) bu beyitteki Arapça cümle, bu âyetten alınmadır.

B. 1709. Kur'an'ın 90 inci suresi olan ve Beled suresi denen bu surenin "fi kebed" e kadar olan 1-4 üncü âyetlerinin meal bakımından mânası şudur: "Bu şehre (Mekke'ye) ant olsun ki sen, bu şehirlisin. Babaya <Âdem Peygamber'e) ve oğula (Peygamberlere) ant olsun ki biz, insanı zahmet ve meşakkat için yarattık."

B. 1732. Halil, dost manasınadır ve İbrahim Peygamber'in lâkabıdır.

B. 175S. La ve İllâ'dan murat "La ilahe illallah — ister elle yapılma olsun. İster vehimle icadedilmiş bulunsun, ibadete lâyık hiçbir mabut yoktur. İbadete lâyık mabut, ancak Allahı'dır" sözündeki nefiy ve ispattır.

B. 1762. nci beyitten sonraki başlıktaki şiir, Hakim-i Senâî'nindir.

B. 1807 - 1809. Bu beyitlerden apaçık anlaşılıyor ki Mevlâna, bu bahisleri sabaha kadar söylemiş. Çelebi Hüsameddin yazmıştır. Burada Mevlâna, gün ışığını görünce Çelebi'yi uykusuz bıraktığından üzülüyor ve kendisinden tatlı bir dille özür diliyor. 1809 daki adı geçen Mansur, Abâ-al Mugıys Huseyn-ibn-i Mansûr al Hallac'dır ki hicrî 309 (922) de Bağdad'da idam edilmiştir. Şeriata aykırı sözleri yüzünden idam edilen Mansur, birçok sofilerce makbul sayılmıştır. Aynı zamanda bu beyitteki "Senin Mansur şarabın" sözünde iham da vardır. Çünkü "Mansur" yardım edilmiş; mânasına geldiğinden "Mansur şarabın" yardım edilmiş şarabın, feyzin ve lütfün mânalarına da gelir Mansur'la en fazla meşgul olan L. Massignon' dur. Onun hakkında "Al-Hallaj, Martyr mystique de l'İslâm" adlı bir eser yazdığı gibi (Paris 1922) ayrıca "Ahbâr al Hallaj'ı (Paris 1936 ve Mansur'un “Kitâb al-Tavvâsîn"ini de bastırmıştır (Paris 1913).

B. 1877. den sonraki başlık. "Allahı'nın dilediği olur, dilemezse olmaz" diye bir hadîs rivayet edilir.

B. 1898. Akl-ı Küll, Akl-ı Cüzi karşılığıdır. Akl-ı Cüzi, dünya işlerine eren akıldır ki buna geçim aklı mânasına "Akl-ı Maaş" da denir. Aynı zamanda akl-ı Küll, Hükema felsefesince yaratıcı kudretin faal tecellisidir. Bu faal tecelliye karşılık bir de  münfail tecelli vardır. Buna da Nefs-i Kül derler. Akl-ı Kül'le Nefs-i Külden felekler ve anasır meydana gelmiş, feleklerle unsurların birleşmesinden üç çocuk (Mevlâlîd-i Selâse) yani cemat, nebat ve hayvan vücut bulmuştur. Tasavvufu Hükema felsefesiyle birleştiren sofilerce Akl'ı Kül şeriat dilinde Cebrail'dir.

B. 1905. Hakîm-i Gaznevî, Senâî'dir ve bu beyitten sonraki iki beyit onundur.

B. 1924. Bu beyitteki cümleler., Kur'an'ın 55 inci suresi olan Rahman suresinin 33 üncü âyetinden alınmadır. Âyetin mânası şudur: "Ey cinler ve insanlar, göklerin ve yeryüzünün sınırlarından dışarı çıkabilirseniz çıkın! Çıkamazlar, ancak Allahı kudretiyle."

B. 1934. Allahı, Cebrail'i Meryem'e göndermiş, Cebrail de Meryem'in yakasından üfürmüş, Meryem bu suretle gebe kalmış ve İsa Peygamber'i doğurmuştur. İncil'de de aşağı yukarı aynı olan bu rivayet, Kur'an'ın birçok surelerinde vardır. Hattâ 19 uncu suresi, bilhassa İsa Peygamber'i ve doğumunu anlatır. Bu yüzden de "Meryem suresi" adiyle anılır.

B. 1938. "Kul farzlardan başka ibadetlerle meşgul oldukça bana yaklaşıp durur. Nihayet ben, onun kulağı gözü. dili, eli ayağı olurum. Benimle duyar, benimle görür, benimle söyler, benimle tutar, benimle yürür" diye bir Hadis-i Kudsî rivayet edilir ki sofiler, buna bilhassa ehemmiyet verirler. Bu mertebeye "Kurb-i Nevafil — Nafileler yüzünden Allahı'ya yakın olmak" mertebesi derler.

B. 1939. H. Muhammed'in "Bir kişi, Allahı'ya mal olur, kendisini Allahı'ya verirse.. Allahı da onun için, olur" dediği rivayet edilmiştir.

B. 1953 - 1959. Bu iki beyitteki Arapça sözler. Kuran'ın 33 üncü suresi olan Ahzâb suresinin 72 nci âyetinden alınmıştır. Âyetin manâsı şudur: "Şüphe yok. ki biz emaneti göklere, yere ve dağlara arzettik.. yüklenmekten çekindiler, ondan korktular.. İnsan yüklendi, yüklendi ama çok zalim ve bilgisiz." 1959 daki "Feebeyne en yahmilnehâ" yüklenmekten çekindiler; "Eşfakne minhâ" da ondan korktular demektir.

B. 1972. "Ey beyaz kadıncağız, benimle konuş!" H. Muhammed'in Ayşe'ye böyle dediği rivayet edilmiştir. Sofilere göre Peygambere ruhaniyet galebe edince dünya ile meşgul olmak, oyalanıp o halden kurtulmak için. zevcesine böyle hitabeder, onunla konuşur görüşürdü. Beşeriyet galebe edince de müezzinleri olan Bilâl'e "Ezan oku, bizi ferahlandır" derlerdi.
1986 ncı beyitte de buna işaret edilmektedir.

B. 1973. Eskiden sihirle uğraşanlar, birisinin sevgisini kazanmak için bir nala sevgilisinin adını yazıp ateşe korlar, bazı şeyler okurlardı. Güya bu suretle sevgilinin kararı kalmaz, âşıka ram olurmuş. "Nalı ateşe-koymak" edebiyatta sevgiye delâlet eder. Bu beyitteki söz, hadîs, yani H. Muhammed'in sözü değildir.

B. 1986 - 1988. 1972 nci beytin izahına bakınız.

B. 1989 - 1991. H. Muhammed'in bazı savaşlarda bütün gece yürüdüğü, sabaha karşı, sabahleyin konaklayıp uyuduğu, bu suretle gün doğup kuşluk çağı geldiği ve sabah namazı vaktinin geçtiği, uyandıktan zaman namazı cemaatle kaza ettikleri rivayet edilmiştir. Yolcunun sabaha kadar yürüyüp sabaha karşı uyku ve istirahat için konaklamasına Arapça "Ta'ris" denir.

B. 2004. Arapçada milh tuz demektir. Melâhat de tuzluluktur. Yemeğe tuz çeşni verdiği cihetle Melâhat güzellik ve alım mânalarına kullanılagelmiştir. Biz, Melâhat kelimesini kullandığımız halde "tuzluluk" kelimesini güzellik, şirinlik mânalarına kullanmayız. Azerîlerde ise "tuzlu kişi" güzel ve melih adam yerine kullanılır H. Muhammed'in "Ben, kardeşim Yusuf'tan daha melihim, Yusuf benden daha güzeldi" dediği rivayet edilmiştir.

B. 2096. Eyyub Peygamber, Allahı tarafından sınanıp birçok belâlara uğradıktan sonra hastalanmış, vücudu yaralar, bereler içinde kalmıştı. Sonra ona "Ayağını yere vur. Şu yıkanacak soğuk çeşme; şu kaynak da içilecek su" denmiş (sure: 73 Sâd, âyet: 42). O da ayağını yere vurmuş, yerden çıkan iki kaynağın birinde yıkanmış, vücudundaki hastalıklar iyileşmiş, öbüründen içmiş, içindeki hastalıklar geçmişti.
Bu âlemle bu âlemin yolu meydanda olsaydı dünyada pek az kimse, ancak bir lâhzacık kalırdı.
   İhtiyar çalgıcıya “Burada kalmaya tamah etme, mademki ayağından diken çıkmıştır, haydi git” diye emir gelmekte.
   Canı ise orada, Allahı’nın rahmet ve ihsanı meydanında “Durakla, bekle” demekteydi.
 
   Hâtif’in ruyada Ömer’e “ Beytülmalden şu kadar mal al, mezarlıkta yatan o adama ver “ demesi

   O sırada Hak Ömer’e bir uyku verdi ki kendini uykudan alamadı.

2105. “Bu mûtat bir şey değildi. Bu uyku, gayb âleminden geldi. Sebepsiz olamaz” diye taaccüpte kaldı.
   Başını koydu, uyudu. Rüyasında hak tarafından bir ses geldi, bu sesi ruhu duydu.
   O ses öyle bir sesti ki her sesin nağmenin aslıdır. Asıl ses odur, o sesten başka sesler, aksi sedadır.
   Türk, Kürt, Zenci, Acem, Arap bütün milletler kulağa, dudağa muhtaç olmadan bu sesi anlamışlardır.
   Hattâ Türk, Acem ve Zenci şöyle dursun... o sesi dağlar taşlar bile işitmiştir.

2110. Her dem Allahı’dan “ Elestü” sesi gelir, cevherlerle arazlar da o sesten var olmaktadırlar.
   Gerçi bunlardan zâhiren “Belâ” sesi gelmezse de onların yokluktan gelmeleri, var olmaları “Belâ” demeleridir.
   Ağacın, taşın anlayışını söyledim ya. Hemen şimdicik bunu anlatan şu hikayeyi dinle!

“ Cemaat çoğaldı, vâzettiğin zaman mübarek yüzünü göremiyoruz “ diye Peygamber Sallâllahu Aleyhi vesellem için mimber yaptıkları vakit (evvelce dayanıp vâzettiği) Hannâne direğinin inlemesi ve Peygamber’le sahabenin o iniltiyi işitmeleri, Mustafa Sallâllahu Aleyhi vesselem’in o direkle açıkça sual ve cevabı

   Hannâne direği, Peygamberin ayrılığı yüzünden akıl sahipleri gibi ağlayıp inliyordu.
   Peygamber, “Ey direk, ne istiyorsun?” dedi. O da “Canım, ayrılığından kan kesildi.

2115. Bana dayanıyordun, şimdi beni bıraktın. Mimberin üstüne çıktın” dedi.
   *Bunun üzerine Peygamber ona dedi ki: “Ey iyi ağaç, ey sırrı bahta yoldaş olan!
   Söyle ne istersin? Dilersen seni yemişlerle dolu bir hurma fidanı yapayım ki doğudakiler de, batıdakiler de senin hurmanı yesinler.
   Yahut Allahı, seni o âlemde bir servi yapsın da ebediyen terü taze kal” dedi.
   Hannâne “Daim ve baki olanı isterim” dedi. Ey gafil, dinle de bir ağaçtan aşağı kalma!
   Peygamber, kıyamet günü insanlar gibi dirilmesi için o ağacı yere gömdü.

2120. Bunu duy da bil ki Allahı, kimi kendisine davet ettiyse o kimse bütün dünya işlerinden vazgeçmiştir.
   Kim, Allahı’dan tevfika mazhar olursa o âleme yol bulmuş, dünya işinden çıkmıştır.
   Bir kimsenin Allahı sırlarından nasibi olmazsa cemadın inlemesini nasıl tasdik eder?
   Evet, der ama yürekten değil. Kendisine münafık demesinler diye tasdik edenlere uyar, zâhiren tasdik eder.
   Eğer cemadat Allahı’nın “Kün-ol” emrine vakıf olmasalar ( ve bu emri duyup, bu emre uyup, varlık âlemine gelmemiş bulunsalardı) bu söz âlemde o vakit reddedilirdi.

2125. Yüz binlerce taklit ve istidlâl ehlini, pek cüzi bir vehim, şüpheye düşürür.
   Çünkü taklitleri de istidlâlleri de, hattâ bütün kolları, kanatları da zanla kaimdir.
   O aşağılık Şeytan, bir şüphe meydana getirir. Bütün bu körler tepe takla düşerler.
   İstidlâlcilerin ayakları tahtadır. Tahta ayaksa pek kudretsiz pek karasızdır.
   Sebatiyle dağları bile hayran eden ve basiret sahibi olan zamanın kutbu ise böyle değildir. (İstidlâle değer vermez).

2130. Çakıl üstüne baş aşağı düşmemek için körün ayağı sopadır sopa.
   Askerin, yani din ehlinin üstünlüğüne sebep olan o binici kimdir! Gören padişah!
   Her ne kadar körler sopa ile yol görmüşlerdir ama yine gözlükler sayesinde.
   Dünyada gözlükler ve padişahlar olamasaydı bütün körler ölürlerdi.
   Körlerin elinden ne ekmek gelir, ne biçmek gelir, ne alışveriş gelir, ne de kâr ve kazanç.

2135. Allahı onlara merhamet ve inayet kılmasaydı onların istidlâl değnekleri hemencecik kırılırdı.
   Bu sopa nedir? Kıyaslar, deliller. O sopayı onlara kim verdi? Gören Allahı!
   Sopa, mademki savaş ve kavga âletidir; ey kör, o sopayı kır, paramparça et!
   O size sopa verdi de öyle meydana çıktınız. Sonra da kızgınlıkla o sopayı yine ona vurdunuz.
   Ey körler güruhu! Ne iştesiniz, ne yapıyorsunuz? Aranıza bir gören kişi alın!

2140. Sen de sana sopa verenin eteğini tut. Bak bir kere Âdem Peygamber istidlâl ve isyan yüzünden neler çekti?
   Mûsâ ve Muhammed’in mucizelerine dikkat et. Sopa nasıl yılan şekline girdi, direk nasıl irfan sahibi oldu?
   Sopa yılan şekline girdi, direkten de inilti duyuldu. Bu mucizeleri, dini izhar için günde beş kere ilân ederler.
   Bu din lezzeti eğer akla aykırı olmasaydı bunca mucizeye hacet var mıydı?
  Akıl akla uygun olan her şeyi; mucizesiz, keşmekeşsiz kabul eder.

2145. Bu bâkir yolu, akla aykırı (akıl hududundan hariç, kıyas ve istidlâle sığmaz) gör ve bu görüş, her devlet sahibine makbuldür; buna da dikkat et.
   Şeytanlarla canavarlar, nasıl insan korkusundan ve hasetlerinden ürküp adalara, ıssız yerlere kaçtılarsa,
   Münkirler de Peygamberlerin mucizelerinden korkup başlarını otların içlerine sokmuşlar.
   Bu suretle müslümanlık ediyle anılarak yaşamak, kim olduklarını, ne inanışta bulunduklarını sana bildirmemek istemişlerdir.
   Kalpazanlar, kalp paraya nasıl gümüş sürerler ve üstüne padişahın adını kazırlarsa,

2150. Onları sözlerinin dış yüzü de tevhit ve şeriattir; fakat iç yüzü, ekmekteki delice tohumuna benzer.
   Felsefecinin, dini inkâra, yahut din ehliyle mübahaseye kudreti yoktur. Böyle bir şeye girişirse Hak din, onu mahveder.
   Onun eli, ayağı cansızdır. Canı ne derse ikisi de fermanına uyar, dediğini yapar.
   Felsefeciler, dilleriyle cansız şeylerin hareketini, seslenmesini inkâr ederlerse de elleriyle ayakları, bunun imkânına şehadet edip durur.

 Peygamber Aleyhisselâm’ın mucizesi, Ebucehil Aleyhillâne’nin elinde taş parçalarının dile gelerek
                    Muhammed Sallâllahu Aleyhi Vesellem’in doğruluğuna şehadet etmeleri

   Ebucehl’in elinde taş parçaları vardı. Dedi ki: “Ey Ahmed, şu avucumdaki nedir? Çabuk söyle!
   Mademki göklerin sırlarına vâkıfsın, peygambersen avucumda ne saklı?”
   Peygamber “Onlar nedir, ben mi söyleyeyim; yoksa onlar mı doğru olduğumuzu söylesin, bizi tasdik etsinler; hangisini istersin? Dedi.
   Ebucehil “Bu ikincisi daha garip” deyince Peygamber dedi ki: “Evet, Allahı ondan daha ilerisine de kadirdir.”
   Derhal Ebucehl’in avucundaki taşların her biri, şahadet getirmeye başladı.
   “İbadete layık hiçbir şey yoktur, ancak Tek Allahı’ya tapılır” dedi ve “Muhammed, Allahı elçisidir” incisini deldi.

2160. Ebucehil, taşlardan bu sözü işitince hiddetle taşları yere vurdu.

              Çalgıcı hikâyesinin sonu ve Emirülmüminîn Ömer’in –Allahı ondan razı olsun  
                                    kendisine Hatifin söylediğini alıp ulaştırması

   Bunu bırak da yine çalgıcının hikâyesine kulak ver. Çalgıcı, beklemekten bunalınca.
   Ömer’e yine ses geldi! “Ey Ömer, kulumuzu ihtiyaçtan kurtar!
   Has, muhterem bir kulumuz var; mezarlığa kadar gitmek zahmetini ihtiyar et.
   Ey Ömer, kalk. Beytülmâlden yedi yüz dinar al, hepsini onun avucuna say!

2165. O parayı huzuruna götürüp “O parayı huzuruna götürüp “Ey makbulümüz olan! Şimdilik bu kadarcığı al ve bizi mazur gör.
   Bu kadarcık para sana ancak ibrişim (kirşi) parasıdır. Harcet, bitince yine buraya gel” de.
   Bunun üzerine Ömer, sesin heybetinden sıçrayıp kalkarak bu hizmet için belini bağladı.
   Koltuğu altında para kesesi olduğu halde koşarak çalgıcıyı arayıp taramak için mezarlığa yüz tuttu.
   Mezarlığın etrafını bir hayli döndü, dolaştı; orada o ihtiyardan başka kimseyi göremedi.

2170. “Bu olmasa gerek” deyip bir kere daha koştu. Nihayet yoruldu, fakat yine o ihtiyardan başkasını göremedi.
   Kendi kendisine “Hak, bana dedi ki: bizim sâf, makbul ve mübarek kulumuz var;
   İhtiyar bir çalgıcı, nasıl olur da Allahı haslarından olur? Ey gizli sır, ne hoşsun sen, hoş ve garip!”
   Ava çıkan aslanın dönüp dolaşması gibi bir kere daha mezarlık etrafını dolaştı.
   Orada o ihtiyardan başka kimsenin olmadığını iyice anlayınca “ karanlıklar içinde parlak gönüller çoktur” dedi.

2175. Gelip edebe fazlasıyla riayet ederek oraya oturdu. Bu sırada Ömer aksırdı, ihtiyar uyanıp sıçradı.
   Ömer’i görünce şaşırdı, kaldı. Gitmek istedi, fakat titremeğe başladı.
   İçinden dedi ki: “Yarabbi senin elinden elemân! Şimdi de çalgıcı ihtiyarcağıza
muhtesip geldi, çattı.”
   Ömer, o ihtiyarın yüzüne bakıp da onu utanmış çehresini sararmış görünce,
   “Benden korkma, ürkme; çünkü sana Hak’tan müjdeler getirdim.

2180. Allahı, senin huylarını o derece methetti ki nihayet Ömer’i, senin cemaline âşık etti.
   Otur şöyle önüme; uzaklaşmağa kalkışma. Kulağına devlet ve ikbal âleminden bazı sırlar söyleyeyim.
   Allahı sana selâm söylüyor; halini, hatırını soruyor. Hadsiz hesapsız zahmetlerden, kederlerden, ne haldesin? Buyuruyor.
   Şimdilik şu birkaç dinarı ibrişim parası olarak al, harca da bitince yine buraya gel!
   İhtiyâr, bunu işitince kendini yerden yere vurup ellerini ısırmağa, elbisesini yırtmaya başladı.

2185. “Ey naziri olmayan Allahı! Ziyade utancından zavallı ihtiyar su kesildi” diye bağırmağa koyuldu.
   Bir hayli ağlayıp eleme düştü. Nihayet çengi yere çalıp parça parça etti.
   Dedi ki: “Ey benimle Rabbimin arasında perde olan, ey beni ana yoldan azdırıp sapıtan!
   Ey yetmiş yıldır kanımı emen, kemal sahibine karşı yüzümü kara eden!
   İhsan ve vefa sahibi Allahı, cefalarla, suçlarla, geçen ömrüme sen acı!

2190. Allahı bana öyle bir ömür verdi ki o ömrün bir gününün kıymetini bile cihanda kimse bilemez.
   Bense bütün o ömrü, her nefeste zir ve bem perdelerine harç ederek yele verdim.
   Ah! Arap ve Acem tarzını anmaktan, Irak perdesiyle meşgul olmaktan acı ayrılık zamanı hatırımdan çıktı.
   Eyvallah olsun ki Kûçek makamının tazeliği yüzünden gönlümün ekini kurudu, gönlüm öldü.

2195. Eyvahlar olsun bu yirmi dört makamın sesinden ki kervan geçti, gündüz de bitti!
   Ey, Allahı, bu feryat edenin elinden feryat! Hiç kimseden değil, bu medet
isteyen medet! Şikâyetim en çok kendimden...
   Kimseden medet yok. Yalnız ve ancak bana, benden yakın olandan medet var.
   Çünkü bana bu varlık, her an ondan gelmekte... Varlığım mahvolunca da ancak onu görürüm, başkasını değil.”
   Birisi sana para verse, altın saysa sen ona bakarsın, kendine değil; bu da ona benzer.

Ömer’in –Allahı ondan razı olsun- ihtiyar çalgıcının nazarını varlık âlemi olan istiğrak âlemine çevirmesi

   Bunun üzerine Ömer, çalgıcıya dedi ki: “Senin bu ağlaman, aklının başında olduğuna delâlet eder.

2200. Yok olanın yolu, başka yoldur; çünkü aklı başında olmak da başka bir günahtır.
   Aklı başında oluş, geçmişleri hatırlamaktan ileri gelir. Geçmişin de Allahı’ya perdedir,geleceğin de.
   Her ikisini de ateşe vur. Bu ikisi yüzünden ne vakte kadar ney gibi boğum boğum olacaksın?
   Neyde boğum bulundukça sırdaş değildir; dudağın, sesin mahremi olamaz.
   Sen, kendi tarafından tavaf edip durdukça nasıl tavafta olursun, kendinde oldukça nasıl olur da Kâbeye gelmiş sayılırsın?

2205. Haberlerin haber vericiden bihaberdir; tövben günahından beterdir.
   Ey geçen hallerden tövbe etmek isteyen! Bu tövbe etmekten ne vakit tövbe edeceksin, söyle! Gâh zir nağmesini kıble edinirsin; gâh ağlayıp inlemeyi öper durursun.”
   Faruk, sırlara ayna olunca ihtiyar çalgıcının canı da cisminde uyandı.
   Artık can gibi, ağlamadan gülmeden kurtuldu. Canı gitti, bambaşka bir canla dirildi.

2210. O zaman gönlüne öyle bir hayret geldi ki yerden de dışarda kaldı, gökten
de ( bütün âlemi unuttu).
   Ona arayıp tarama hududu ardında öyle bir arayıcılık düştü ki ben bilmiyorum; sen biliyorsan söyle!
   Halden de öte, kaalden de ileri şöyle bir hale, öyle bir kaale erişti; ululuk sahibi Allahı’nın cemaline dalıp kaldı.
   Ama tek bir kurtuluş imkânı bulunsun... Yahut denizden başka onu bir tanıyan, gören olsun... Hayır bu çeşit dalış değil.
   Bu sözler, her an zuhura gelmeseydi, durmadan zuhur ediş, bu sözlerin söylenmesine sebep olmasaydı aklı cüzi, külle ait sözler söylemezdi.

2215. Fakat birbiri ardınca durmadan zuhur ettikçe zuhur ediyor. Bundan dolayı da denizin dalgaları buraya gelip durmakta.
   İhtiyar çalgıcının hikâyesi buraya varınca ihtiyarda yüzünü perde arkasına çekti, ahvali de.
   İhtiyar, eteğini dedikodudan silkti; ona ait bizim ağzımızda ancak yarım bir söz kaldı.
   Bu ayşü işreti düzüp koşma uğrunda yüz binlerce can feda edilse değer.
   Can ormanındaki avcılıkta doğan ol; cihanın güneşi gidip canla oyna!

2220. Yüce güneş, can vere gelmiştir; her nefeste boşaldıkça (nurla ) doldururlar.
   Ey mânevi güneş, can ver de eski cihana yenilik göster.
   İnsanın vücuduna akıl ve ruh, gayb âleminden akar su gibi gelmekte.
 
     Her Pazar yerinde “ Yarabbi, muhtaçları doyuranların her birerine verdiklerine karşılık mükâfat
 ihsan eyle. Yarabbi, vermeyip saklayanların mallarını da telef et, onları zararlandır” diye dua eden  
 iki meleğin dualarını tefsir ve o verici kişinin Allahı yolunda mücahit olduğu, heva ve heves yolunda
                                                              müsrif olmadığı

   Peygamber dedi ki: “Öğüt vermek üzere iki melek hoş bir surette nida ederler:
   Ey Allahı, muhtaçlara ihtiyaçları olan şeyi verenleri doyur, verdikleri her dirheme karşılık yüz bin ihsan et!

2225. Yarabbi, malını esirgeyenlere de ziyan içinde ziyandan başka bir şey verme!”
   Fakat nice esirgemeler vardır ki vermeden iyidir. Allahı malını Allahı’nın buyurduğu yerden gayriye verme,
   Ki hadde hesaba sığmaz hazine elde edesin ve bu suretle kâfirlere, küfranı nimet edenlere katılmayasın.
   Kâfirler; kılıçları, Mustafa’ya üstün olsun diye develer kurban edenlerdi.
   Allahı emrini, Allahı’ya ulaşmış birisinden sor, öğren. Her gönül, Allahı emrini anlayamaz.

2230. (Yersiz ihsan), âsi bir kölenin, gûya adalet ediyorum, ihsanda
bulunuyorum diye padişahın malını âsilere dağıtmasına benzer.
   Kur’an’da “onların bütün ihsanları hasretten ibarettir” diye gaflet ehlini korkutan bir âyet vardır.
   Şu âsinin adlü ihsanı, onu padişahtan daha ziyade uzaklaştırır, gözden düşürür ve ancak yüzünü kara eder.
   Mekke ulularının Peygamberle harp ederken kurban kesmeleri de , Allahı tarafından kabul edilir ümidiyleydi.
   İşte bunun için mümin tevfika mazhar olamamak korkusundan daima namazda “İhdinas sıratal mustakim” der.

2235. O para veriş cömert kişiye lâyıktır. Can vermekse esasen âşıkın vergisidir.
   Hak uğruna ekmek verirsen sana ekmek verirler; Hak uğruna can verirsen sana da can bahşederler.
   Şu çınarın yaprakları dökülürse Allahı, ona yapraksızlık azığı bağışlar.
   Dağıtmaktan dolayı elinde mal kalmazsa Allahı’nın inayeti, seni hiç ayaklar altında çiğnetir mi?
   Bir adam ekin ekince ambarı boşalır ama bu işin iyiliği, tarlada belli olur.

2240. Fakat tohumu ambara kor, biriktirirse zaman geçtikçe bitler, fareler, o tohumu yiyip bitirirler.
   Bu cihan tamamiyle fânidir; aradığını sebatlı, kararlı âlemde ara! Sûretin sıfırdan ibarettir; dilediğini mâna âleminde dile!
   Acı ve tuzlu canı kılıç önüne koy, feda et de tatlı bir deniz gibi olan canı al!
   Eğer bu kapıdan bunu almaya kudretin yoksa bari şu hikâyeyi dinle!

Zamanında Kerem ve ihsanda Hatemi Tai’yi geçen ve nazirî bulunmayan Halifenin hikâyesi

   Eski zamanda bir halife vardı ki, Hâtem’i cömertliğine köle etmişti.

2245. İhsan ve adalet bayrağını yüceltmiş, dünyadan yoksulluk ve ihtiyacı kaldırmıştı.
   Deniz ve inci, onun vergisine nispetle ehemmiyetsiz bir hale gelmiş lûtuf ve ihsan Kaf’tan Kaf’a yayılmıştı.
   O padişah, topraktan ibaret olan şu yeryüzünde bulut ve yağmurdu. İn’am ve ihsan sahibi Allahı’nın vericiliğine mazhardı.
   Deniz ve maden, onun ihsanına karşı zelzeleye düşmüş, onun cömertliğine doğru kafile kafile gelip duruyordu.
   Kapısı, hacet kıblesiydi. Şöhreti, cömertlikle bütün âleme yayılmıştı.

2250. Onun vergisinden, onun cömertliğinden Acem de şaşırmıştı,Rum da. Türk de hayrete dalmıştı, Arap da.
   Hayat suyu, kerem deniziydi. Onun yüzünden Arap da dirilmişti. Acem de!

        Yoksul Arap bedevisinin hikâyesi ve yoksulluk yüzünden karısıyla arasında geçen şey

   Bir gece bir bedevi karısı, dedikoduyu hadden aşırarak kocasına dedi ki:
   “Bütün bu yoksulluğu, bu cefayı biz çekmekteyiz. Âlemin ömrü hoşlukla geçiyor. Sade biz kötü bir haldeyiz.
   Ekmeğimiz yok, katığımız dert ve haset... Testimiz yok suyumuz gözyaşı.

2255. Gündüzün elbisemiz güneşin ziyası... Geceleyin döşek ve yorganımız ay ışığı.
   Açlığımızdan değil mi ayı, okkalık ekmek sanıp elimizle gökyüzüne saldırıyoruz.
   Yoksullar bizim yoksulluğumuzdan ve gece gündüz yiyecek düşünmemizden arlanıyorlar.
   Sâmirî’nin halktan kaçtığı gibi akraba, yabancı... herkes, bizden kaçıyor.
   Birisinden bir avuç mercimek isteyecek olsak bize “Sus, geber, babalar çıkarasıca!” diyor.

2260. Arabın iftiharı, savaş ve ihsandır. Sence Arap içinde yazıda kazınıp yok edilecek bir yanlışa benziyorsun.
   Ne savaşı? Zaten biz savaşsız öldürülmüş, bitmişiz; yoksulluk kılıcıyla başımız uçurulmuş, gitmiş!
   İhsan nerede? Yoksulluğun etrafında dönüp dolaşarak ağ örmekte, havada uçan sineğin damarını sokup kanını emmekteyiz.
   Hele bize misafir gelsin... Geceleyin uyuyunca elbisesini soymazsam ben de adam değilim!

  Muhtaç ve müştak müritlerin yalancı, düzenci dâvacılara aldanmaları ve onları Hakk’a ulaşmış, yüce  şeyh sanmaları, veresiyeyi peşinden, hileyle yapılmış çiçeği hakikî, bitmiş ve yeşermiş çiçekten farketmemeleri

   Bundan dolayı bilenler, hikmetle dediler ki: ihsan ve kerem sahiplerine konuk olmak gerek.

2265. Halbuki sen, öyle birisinin müridisin ki hasisliği yüzünden kendisi galip değil, seni nasıl galip edecek?
   Sana nur vermesi şöyle dursun... bilâkis kapkara bir hale koyar.
   Kendisinin nuru yok, onunla görüşüp konuşanlar nereden nurlanacak?
   Bu çeşit şeyh, gözü akan ve görmeyen kişiye benzer. Gözüne ilâç çeker ama zararlı ilâçtan başka bir şey çekemez ki.
   Yoksulluk ve meşakkatta bizim halimiz de böyledir. Bize aldanıp da hiçbir konuk gelmez.

2270. On yıllık kıtlığı mücessem olarak görmedinse gözünü aç da bize bak!
   Görünüşümüz dâvacı adamların içi gibi gönlü kapkara, fakat dili şâşaalı!
   Allahı’dan onda ne bir koku var, ne bir eser. Fakat dâvası Şit’ten de ileri, Âdem’den de!
   Hattâ ona, Şeytan bile kendisini göstermez. Böyle olduğu halde o “Biz Abdallardanız, hattâ daha ileriyiz “ der durur.
   Kendisini adam sansınlar diye dervişlerin bir hayli sözünü çalmış çırpmıştır.

2275. Söz söylerken lâfı Bayezid’den ziyade inceler, onu bile kusurlu bulur. Halbuki onun içyüzünden Yezid arlanır.
   Gökyüzünün ekmeğinden, sofrasından nasipsizdir. Hak, önüne bir kemik bile atmamıştır.
   O ise “Sofrayı yaydım, Hakk’ın vekiliyim, halife oğluyum” diye bağırıp
durmaktadır.
   “ Ey aşağılık sâf kişiler, gelin... gelin de ihsan keremimin sofrasından, kimse mâni olmaksızın yeyin” demektir.
   Onlar da onun başına toplanırlar. Nimet ve ihsan istedikçe yalancı şeyh “ Yarın” der. Fakat bir türlü o yarın gelip çatmaz.

2280. Âdemoğlunun, az çok sırrı meydana çıkabilmek için uzun zamanlar lâzımdır.
   Tek duvarın altında define mi var, yoksa yılan karınca ejderha yuvası mı?
   O yalancı şeyhin hiçbir şey olmadığı meydana çıkıncaya kadar tâlibin de ömrü tükenmiş olur: artık anlamanın ne faydası var?

 Bazen bir mürit, dâvacı ve yalancı bir şeyhe adamdır diye sadkatle inanır, itikat eder. Bu itikat yüzünden öyle bir makama erişir ki şeyhi, o makamı ruyada bile görmemiştir. Bu suretle müride su ve ateş bile zarar vermez. Halbuki şeyhe zararlıdır. Fakat bu. nadirdir

    Fakat nadir olarak tâlibin itikadındaki parlaklık yüzünden şeyhin yalanı tâlibe faydalı olur.
   Şeyhi, can sanır, ceset çıkar ama tâlip, kendi iyi niyeti yüzünden öyle bir makama erişir ki...

2285. Hali, tıpkı gece ortasında kıble arayana benzer. Kıble bulunmasa bile namazı caizdir.
   Dâvacı ve yalancı şeyhin can kıtlığı gizlidir. Fakat bizdeki ekmek kıtlığı meydanda.
   Niçin bunu, dâvacı şeyh gibi gizleyelim? Neden fayda olmadığı halde utanıp arlanarak can çekişelim?”
 
       Bedevinin, karısına sabretmesini buyurması ve ona sabır ve yoksulluğun faziletini söylemesi

    Kocası dedi ki: “Daha ne vakte kadar gelir ve mahsul arayıp duracaksın; zaten ömrümüzden ne kaldı ki? Çoğu geçip gitti.
   Akıllı kişi, artığa, eksiğe bakmaz; çünkü ikisi de sel gibi geçer.

2290. Sel ister sâf olsun, ister bulanık... Mademki baki değildir, ondan bahsetme?
   Bu âlemde binlerce canlı, sıkıntısız, hoş bir halde yaşamakta, geçinip gitmektedir.
   Üveyk kuşu, geceki rızkı henüz meydanda olmadığı halde ağaçta Allahıya şükreder.
   Bülbül “Ey duaya icabet eden Allahı, rızık hususunda itimadımız sana” diye Allahıya hamdeyler.
   Doğan, rızkını padişahın elinden umduğundan bütün pis şeylerden ümidini kesmiştir.

2295. Böylece sivrisinekten tut da file kadar bütün mahlûkat Allahı ailesidir; Hak da ne güzel aile reisi.
   Gönlümüzdeki bütün bu gamlar, heva ve hevesimizin, varlığımızın tozundan, dumanından meydana gelir.
   Bu kökümüzü söken gamlar, ömrümüzün orağına benzer. Bu böyle oldu kuruntuları da vesveselerimizdir.
   Bil ki her hastalık ölümden bir parçadır. Çaresi varsa, ölümün bir cüz’ünü kendinden kov!
   Ölümün bir cüz’ünden bile kaçamadığın halde onun hepsini başından aşağıya dökecekler, bunu iyice bil!

2300. Ölümün cüz’ü olan hastalık sana taht geliyorsa bil ki Allahı küllü, yani ölümü de sana tatlılaştırır.
   Hastalıklar, ölümden elçi olarak gelmektedir; ey boşboğaz, ölümün elçisinden yüz çevirme!
   Tatlı yaşayan, sonunda acı öldü. Ten kaydında olan canını kurtaramadı.
   Koyunları kırdan sürer getirirler; hangisi daha besli ise onu keserler.
   Gece geçti, sabah oldu. Sen ne vakte kadar bu altın masalını yeni baştan söyleyip duracaksın?

2305. Gençken daha kanaatliydin; şimdi altın istiyorsun, halbuki sen önceden altındın.
   Üzümlerle dolu bir asmaydın; nasıl oldu da kesada uğradın; üzümün tam olacakken bozulup gittin?
   Meyvanın günden güne daha tatlı olması lâzım.İp eğirenler gibi gerisin geriye gitmenin lüzumu yok!
   Sen bizim eşimizsin; işlerin başarılması için eşlerin aynı huyda olmaları lâzımdır.
   Eşlerin birbirine benzemesi lâzım. Ayakkabı ve mestin çiftlerine bir bak!

2310. Ayakkabının bir teki ayağa biraz dar gelirse ikisi de işine yaramaz.
   Kapı kanadının biri küçük, diğeri büyük olur mu? Ormandaki aslana kurdun çift olduğunu hiç gördün mü?
   Bir gözü bomboş, öbürü tıka basa dolu olsa hurç, devenin üstünde doğru duramaz.
   Ben sağlam bir yürekle kanaat yolunda gidiyorum; sen neye kınama yolunu tutuyorsun?”
 
 Bedevi karısının, kocasına “ Lime tekulûne mâ lâ tef’alûn denmiştir.Haddinden fazla söz söyleme. Bu sözler doğru olmakla beraber bu tevekkül makamı, senin makamın değildir. Makamından ve işinden yukarı söz söylemek, sana ziyan verir. “ Kebüre makten indallah “ hükmü zuhur eder, diye
                                                              nasihat vermesi

   Kanaatkâr adam ihlâsla, yüreği yanarak sabaha kadar karısına bu yolda sözler söyledi.

2315. Kadın ona haykırdı: “Ey namustan gayri bir şeyi olmayan, artık bundan fazla senin afsununu istemem.
   Yürü git. Gayri bu davadan bahsetme; kibir ve azamete dair saçma sapan şeyler söyleyip durma!
   Ne vakte kadar bu tumturaklı sözler, bu işler güçler? Kendi halini, kendi işini gör de utan!
   Kibir çirkindir ama dilencilerden olursa daha çirkin. Soğuk gün ortalık kar... Bir de elbise ıslak olursa...
   Ey örümcek ağı gibi evi olan! Ne vakte kadar dava, çalım; Ne vakte kadar kibir, azamet!

2320. Sen kanaatten ne vakit canını nurlandırdın ki? Kanaatten ancak bir ad öğrendin.
   Peygamber “Kanaat nedir? Hazinedir” dedi. Sen hazineyi mihnet ve
meşakkatten ayırt edemiyorsun.
   Bu kanaat daimî bir hazineden başka bir hazineden başka bir şey değildir. Ey gönüle gam ve elem veren artık beyhude sözlere dalma!
   Yürü bana “Eşim” deme, az koltukla. Ben insafın eşiyim, hilenin değil.
   Neden padişahtan, beyden dem urup durmaktasın? Yoksulluktan havada sivrisineği bile avlamaktasın.

2325. Bir kemik parçası için köpeklerle dalaşmakta, içi boş ney gibi inleyip durmaktasın.
   Bana öyle horlukla kötü kötü bakma ki damarlarının içinde dolaşan sırları söylemeyeyim.
   Kendi aklını benden fazla görüyorsun; Ya şu az akıllı olan beni nasıl gördün? ( Büsbütün aşağı değil mi?)
   Çirkin kurt gibi üstümüze atlama. Senin gibi insanı utandıracak akla sahip olmaktansa akılsızlık daha iyi!
   Aklın, insanlara ayak kösteği olunca o akıl, akıl değildir, yılan ve akreptir.

2330. Senin hile ve zulmünün hasmı Allah olsun; hile elin bize uzanmasın!
   Ne şaşılacak şey ki sen hem yılansın, hem afsuncu... Ey Arap, sen yılansın, hem de çirkin yılan!
   Eğer karga kendi çirkinliğini anlasaydı, derdinden kar gibi erirdi.
   Afsuncu düşman gibi, yılana afsun okur, yılan da onu afsunlar.
   Yılanın afsunu, yılancıya tuzak olmasaydı yılanın afsununa aldanır, onunla meşgul olur muydu?

2335. Afsuncu, kazanç hırsına düşünce yılanın kendisini afsunladığını anlamaz.
   Yılan “ Ey afsuncu, kendine gel. Kendi hünerini gördün, bir de benim afsunumu gör!
   Sen beni Hak’kın adıyla afsunladın, bu suretle de beni halka rüsvay etmek istedin.
   Beni Hak’kın adı bağladı, senin tedbirin değil. Hakk’ın adını tuzak yaptın, yazıklar olsun sana!
   Senden benim hakkımı Allahının adı alacak. Ben canımı da Allahı adına ısmarladım, tenimi de.

2340. Allahı adı, beni yaraladığın için ya can damarını koparsın, yahut seni de benim gibi mahsup etsin!” der.
   Kadın bu yolda sert sözlerle genç kocasına tomarlar okudu.

  Erkeğin, karısına “ Yoksullara hor bakma, Allahı’nın işine noksan isnadetme, kendi yoksulluğunla vehimlenip hayallenerek yoksulu ve yoksulluğu kınama “ diye nasihat etmesi

   Bedevi dedi ki: “ Ey kadın, sen kadın mısın, yoksa hüzün ve keder atası mı? Yoksulluk, benim için iftihar edilecek bir şeydir; başıma kakma!
   Mal ve para başta külâh gibidir. Külâha sığınan, keldir.
   Kıvırcık ve güzel saçları olan kişiye gelince: külâhı giderse ona daha hoş gelir.

2345. Allahı eri göz gibidir. Gözün kapalı olmaktansa, açık olması daha iyidir.
   Esirci, esiri satarken ayıp örten elbiseyi soyar.
   Esirin bir kusuru olursa hiç onu soyar mı? Soyması şöyle dursun, bir hile ile ne yapıp yapar, onu elbiseyle gösterir.
   “Bu; iyiden, kötüden, olur olmaz şeyden utanır. Soyarsam utanıp senden ürker” der.
   Zengin, kulağına kadar ayıp içine dalmıştır: fakat malı vardır ve mal ayıbını örter.

2350. Tamahkâr tamahı yüzünden zengin ayıbını görmez. Tamahkâr bütün gönülleri kaplar.
   Yoksul, halis altın gibi sevilse yine kumaşı, dükkâna yol bulmaz, sözünü kimse dinlemez.
   Yoksulluk, senin anlayacağın şey değildir; yoksulluğa hor bakma;
   Çünkü yoksulların, mülkten, maldan öte ululuk sahibi Allahı’dan pek büyük bir rızıkları vardır.
   Ulu Allahı âdildir; âdiller, nasıl olur da çaresiz biçarelere zulmederler?

2355. Birisine nimet, mal, matrah verip öbürünü yansın diye ateşe atarlar mı?
   Böyle bir iş, Allahı’dan, iki cihanı yaratan umulur mu?
   “Elfakru Fahri” hadîsi, saçma ve asılsız bir söz mü; bu sözde binlerce yücelik, binlerce naz ve nimet gizli değil mi?
   Hiddetle bana lâkaplar taktın; ben sevgilimin dostuyum, onu elde ederim. Halbuki sen bir yalancı, afsuncusun dedi.
   Yılan tutsam bile dişini söker, bu suretle onu başı ezilmekten kurtarırım.

2360. Çünkü o diş, onun can düşmanıdır; ben, düşmanı da bu suretle kendime dost ederim.
   Ben asla tamahtan afsun okumam. Ben bu tamahı baş aşağı etmişimdir.
   Allahı göstermesin... Benim halka karşı tamahım yok. Gönlümde kanaatten bir âlem var. Sen armut ağacı tepesinden böyle görüyorsun. Aşağı in de sende o şüphe kalmasın.
   Biraz dönersen başın dönmeğe başlar; evi dönüyor görürsün... Halbuki dönen sensin!

Herkesin hareketi, görüşü, bulunduğu makama göredir. Herkes, âleme kendi görüş dairesinden bakar. Mavi cam, güneşi mavi gösterir; kızıl cam kızıl. Camların rengi olmazsa beyaz olurlar. Beyaz cam, öbür camların hepsinden daha doğru gösterir, hepsinin de başı, imamı odur.

2365. Ebucehil, Ahmed’i görüp “Beni Hâşim’den çirkin bir çehre zuhur etti” dedi.
   Ahmet ona dedi ki: “ Haddini tecavüz ettinse de doğru söyledin.”
   Sıddîk görüp “Ey güneş! Ne doğudasın, ne batıdan. Lâtif bir surette parla, âlemi nurlandır” dedi.
   Ahmet dedi ki: “Ey aziz, ey değersiz dünyadan kurtulan! Doğru söyledin.”
   Orada bulunanlar “ Ey halkın ulusu, ikisi birbirine zıt söz söyledi, sen ikisine de doğru söyledin, dedin... “Neden?” diye sordular.

2370. Peygamber “Ben Allahı eliyle cilâlanmış bir aynayım. Türk, Hintli nasılsalar, bende o sûreti görürler” dedi.
   Kadın! Eğer beni tamahkâr görüyorsan bu kadınca arayıştan yüksel!
   Kanaate dair söz söylemek, tamaha benzer ama hakikatte rahmettir. O nimetin bulunduğu yerde tamah ne gezer?
   Sen de bir iki günceğiz yoksulluğu sına da yoksulluktaki iki misli zenginliği gör.
   Yoksulluğa sabret, bu gamı, gussayı bırak. Çünkü ululuk sahibi Allahı’nın yüceliği yoksulluktur.

2375. Sirke satmada kanaat yüzünden bal denizine gark olmuş binlerce can gör.
   Yoksulluk acılığı çeken yüz binlerce cana bak... Gül gibi gülbeşekere karışmış, o lezzetle lezzetlenmişler.
   Ah yazık; sende kavrayacak kabiliyet olsaydı da, canımdan gönül şem’ası zuhur etseydi!
   Bu söz can memesinde süttür. Emen olmadıkça güzelce akmıyor.
   Dinleyen susuz ve arayıcı olursa vâzeden ölü bile olsa söyler.

2380. Dinleyen yeni gelmiş ve usanmamış olursa dilsiz bile sözde bülbül kesilir.
   Kapımdan içeri namahrem girince harem halkı, perde arkasına girer, gizlenir.
   Zararsız ve mahrem birisi gelince de o kendilerini gizleyen mahremler, yüzlerindeki peçeleri açarlar.
   Bütün güzel, hoş ve yaraşan şeyler, gören göz için yapılır.
   Çengin zir ve bem nağmeleri, nasıl olurda sağır kulak için terennüm edilir?

2385. Allahı, miski beyhude yere güzel kokulu yapmadı? Koku duyan için yarattı; koku almayan için değil.
   Hak, yeri, göğü yaratmış, aralarında da bir çok nur ve nâr yüceltmiştir.
   Bu yeri yerdekiler için yaratmış, göğü de göktekilerin yurdu yapmıştır.
   Aşağılık kişi yükseğin düşmanıdır. Her şeyin müşterisi meydana çıkar.
   Ey kapalı örtünüp bürünmüş kadın, sen hiç kör için süslendin mi?

2390. Dünyayı en değerli incilerle doldursan nasibin yoksa ne yapayım?
   Ey kadın, kavgayı, darılmayı bırak; bırakmayacaksan beni bırak!
   Ben, iyiyle, kötüyle, kavga edemem; kavga ile işim yok. Savaşmak şöyle dursun; gönlüm barışlardan bile ürkmekte.
   Susacaksan ne âlâ; yoksa öyle bir iş yaparım ki şu anda hemen kalkar, evimi, barkımı bırakır, giderim.”

                               Kadının yola gelip söylediklerinden istiğfar eylemesi

   Kadın onu titiz ve hiddetli görünce ağlamaya başladı. Zaten ağlamak, kadının tuzağıdır.

2395. “Ben, senden bunu mu umardım? Senden başka ümidim vardı” dedi.
   Kadın yokluk yoluna girip dedi ki: “Ben senin karın değil, ayağının toprağıyım.
   Cismim, canım, nem varsa senindir; hüküm de senin, ferman da!
   Yoksulluk yüzünden sabrım tükendiyse bu da kendim için değil, senin için.
   Sen, bana dertli zamanlarda deva oldun; muhtaç olmanı istemiyorum.

2400. Canın için, bu kendim için değil. Bu ağlayış bu inleyiş hep senin için.
   Ben, Allahı hakkı için varlığımı her nefeste huzurunda feda etmek isterim.
   Canım sana kurban olsun... Ne olurdu ruhun bana vâkıf olsaydı.
   Fakat sen hakkımda böyle kötü zanna düşünce candan da usandım, tenden de.
   Ey canımın rahatı! Sen bana böyle aykırı olunca altına da toprak saçtım, gümüşe de( artık ikisi de gözümde değil).

2405. Canımda da sen varsın, gönlümde de sen. Öyle olduğu halde bu kadarcık bir şeyden dolayı benden ayrılmaya kalkışıyorsun.
   Kudret senin elinde, ayrılabilirsin; fakat senin bu niyetine karşılık candan özürler dilemekteyim.
   O zamanları hatırla ki ben put gibi güzeldim, sen de karşımda puta tapan şamana benzerdin.
   Bu kul sana tâbidir; gönlü, senin dileğine göre aydınlanmış, yanmıştır. Neyi “pişir, hazırla” dersen hemen “pişti, yandı bile” derim.
   Ben senin ıspanağınım. İster ekşili pişir, ister tatlılı...

2410. Küfür söylemiştim; işte imana geldim. Can ve gönülle hükmüne tâbi oldum.
   Senin şahane huyunu takdir edemedim. Huzuruna küstahça eşek sürdüm.
   Fakat affından bir mum düzüp yakınca tövbe ettim; itirazı bıraktım.
   Kılıçla kefeni huzuruna koyuyorum; önüne boynumu uzatıyorum; vur!
   Acı ayrılıktan gem vuruyorsun. Ne istersen yap, fakat bunu yapma!

2415. Gönlünde benim için gizlice bir özür dileyici vardır ki o, ben olmasam da bana şefaat edip durur.
   Gönlündeki o özür dileyicim senin huyundur. Ona güvendiğimden gönlüm, kendisine suç aradı.
   Ey ahlâkı yüz batman baldan daha güzel, daha tatlı olan kızgın adam! Sen de bana gönlünden ve gizlice merhamet et.”
   Bu suretle güzel, açık açık söylerken kadına bir ağlamadır geldi.
   Ağlaması bile yüzünün güzelliğiyle gönülleri cezbeden o güzelin, hüngür hüngür ağlaması haddinden aşınca.

2420. O gözyaşı yağmurundan bir yıldırım zuhur etti, o naziri bulunmayan erin gönlüne bir kıvılcım sıçradı.
   Adamın, güzel yüzüne kul olduğu dilber, kulluğa başlarsa hal ne olur, insan ne hale gelir?
   Azametinden yüreğini oynatan, kibirinden seni tir tir titreten sevgili, gözünün önünde ağlamaya başlarsa ne hale girersin?
   Naz ve istiğnası ile can ve gönülleri kan haline getiren güzel, niyaza girişirse hal ne olur?
   Cevrü cefası, bize tuzak olan dilber, özür dilemeye kalkışırsa biz ne mazeret bulabilir, ne söyleyebiliriz?

2425. Züyyine linnâs, hükmünce Allahı’nın insanlar için bezediği şeylerden halk, nasıl kurtulabilir?
   Allahı; kadını erkeklere munis olmak üzere yarattı. Âdem nasıl olurda Havva’dan ayrılabilir?
   Kişi yiğitlikte Zâloğlu Rüstem bile olsa Hamza’dan bile ileri geçse yine hükmetme hususunda karısının esiridir.
   Âdem sözlerinden âlemin sarhoş olduğu Muhammed bile “Kellimîni ya Humeyrâ” derdi.
   Gerçi zâhiren su, ateşten üstündür; fakat bir kaba konunca ateş, onu fıkır fıkır kaynatır.

2430. İkisinin arasında bir tencere, bir çömlek oldu mu ateş, o suyu yok eder, hava haline getirir.
   Görünüşte su nasıl ateşten üstünse, sen de kadından üstünsün; fakat hakikatte ona mağlûpsun, sen onu istemektesin.
   Böyle bir hassa ancak Âdemoğlundadır. Çünkü insanda muhabbet vardır. Hayvanın muhabbeti azdır ve bu da onun nâkıs olmasından ileri gelmiştir.

                   Kadınlar, akıllı kişiye galebe ederler, fakat cahil kişi onlara galip olur

   Peygamber dedi ki: “Kadınlar; akıllı kişilere ehli dil olanlara fazlasıyla galip olurlar.
   Fakat cahiller, kadına galebe ederler.” Çünkü onlar sert ve kaba muameleli olurlar.

2435. Onlarda acıma, lûtfetme, sevme azdır. Çünkü tabiatlarında, yaradılışlarında hayvanlık üstündür.
   Sevgi ve acıma, insanlık vasfıdır; hiddet ve şehvetse... hayvanlık vasfıdır.
   Kadın, Hak nurudur, sevgili değil... Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değildir!
 
 O adamın kendisini karısına teslim etmesi, kadının istek ve itirazını Hakk’ın emri bilmesi… Dönen
                          bir şeyi bir döndürenin bulunduğu, her bilene göre alken sabittir

   Avamdan olan birisinin ölüm anında avamlıktan pişman olması gibi o bedevî de söylediğine pişman oldu.
   “Canımın canına nasıl oldu da düşman kesildim; canımın başına nasıl oldu da tekmeler savurdum?” dedi.

2440. Aklımız baştan ayağı fark etmesin diye kaza geldi mi, gözümüzü örtüyor.
   Kaza geçince, insan kendisini yemeğe başlar. Perdesi yırtılan, sırrı meydana çıkan, yakasını yırtar.
   Bedevî dedi ki: “Ey kadın, pişman oluyorum. Kâfir olmuşsam bile müslüman olmaktayım.
   Sana karşı suçluyum bana acı; beni kökümden, dibimden kâmilen söküp atma!”
   İhtiyar kâfir, pişman olursa özür getirmeye başlar ve müslüman olur.

2445. Allahı tapusu, rahmet ve keremlerle dopdoludur. Varlık da ona âşık yokluk da.
   Küfür de o ululuk sahibi Allahı’ya âşıktır, iman da; bakır da o kimyanın kuludur, gümüş de!

Zehirle panzehir, zulmetle nur nasıl Allahı dileğine müsahharsa Mûsâ ve Firavun da Allahı dileğine müsahhardır. Firavun’un, şerefine halel gelmemesi için Allahı’ya yalnızca münacatı

   Mûsâ’nın da mâna cihetinden bir yolu vardır, Firavun’un da. Fakat, zâhiren Mûsâ yolludur, Firavun yolsuz.
   Mûsâ , gündüzün Allahı huzurunda ağlayıp inledi; Firavunda gece yarısı ağladı,
   Dedi ki; “Ey Allahı, boynundaki bu demir zincir nedir? Boynumda demir zincir olmasa kim “ Ben, benim” der (asılsız dâvaya. Benliğe kalkışır? )

2450. Şüphe yok ki Mûsâ’yı nurlandıran iradenle beni de karanlıklara daldırdın.
   Mûsâ’yı, ay yüzlü bir hale getirten dileğinle canımın aynı kara yüzlü bir hale getirdin.
   Yıldızım aydan daha iyi, daha talihli değil ki. Tutulursa ne çarem var?
   Halk, benim nöbetimi Allahı diye, Sultan diye tutuyor ama doğrusu ay tutulmuş, tas çalıyorlar!
   Onlar tas çalıp gürültü ediyorlar ama o gürültüyle ayı rüsvay etmektedirler.

2455. Ben ki Firavun’um, şöhretten elâman! “Enerabbüküm-ül â’lâ demem de beni rüsvay eden tas gürültüsüdür.
   Mûsâ’da, ben de aynı kapının kuluyuz. Fakat senin ormanında senin baltan işliyor; dalları senin baltan kesmektedir;
   Bir dalı yetiştiriyor, öbürünü kesip atıyor.
   Baltaya karşı dalın eli var mı? Ne gezer! Hiç dal baltanın elinden kurtulabilir mi?
   Balta senindir, o kudret hakkı için kereminden bu eğrilikleri doğrult!”

2460. Firavun yine kendi kendine “Ne şaşılacak şey! Ben bütün gece “Ey Rabbimiz” diye yalvarmıyor muyum?
   Yalnızken mütevazi bir hale geliyor, düzeliyorum. Neden Mûsâ’ya karşı öyle oluyorum?
   Kalp altının rengi halis altından on derece daha parlak olsa ataşe karşı nasıl yüzü kara bir hale gelir!
   Kalbim de kalıbım da onun hükmünde değil mi? Bir zaman, beni iç haline kor, bir zaman kabuk haline.
   Bir zaman beni ay haline kor, bir zaman karartır. Allahı’nın işi, bundan başka nedir ki?

2465. Ekin ol der beni yeşertir. Çirkinleş der, sarartır.
   Varlığı emriyle yaratan Allahı’nın çevgânları önünde mekân âleminde de koşup duruyoruz. Lâmekân âleminde de.
   Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Mûsâ öbür Mûsâ ile savaşa düştü.
   Renksizlik âlemine ulaşırsan Mûsâ ile Firavun’un karıştığı âleme erişirsin.
   Bu nükte yüzünden hatırına “renk, nasıl olur da kıylü kalden kurtulur?
   Şaşılacak şey... Bu renk, renksizlik âleminden zuhura geldiği halde, renksizlikle nasıl savaşa girişir?

2470. * Yağın aslı sudandır ve su ile artar. Sonunda nasıl olur da suya zıt olur?
   Mademki yağı su ile yoğurdular; yağ sudan oldu; su ile yağ neden birbirine zıt oldu?
   Gül dikenden meydana meydana gelmiştir, diken de gülden... böyle olduğu halde niçin savaşa, maceralara düşmüşlerdi?.. gibi bir sual hatıra gelirse (bil ki bu)
   Ya hakikatta savaş değildir, bir hikmet içindir, eşek satanların kavgaları gibi bir hiledir. Bir sanattır;
   Yahut ne savaş ne hikmet...Hayretten ibarettir. Bu, viraneliktir, içinde define aramak gerek.

2475. Sen define sandığın şey yüzünden, o vehminden defineyi kaybediyorsun.
   Sen vehmi de, tedbirleri, düşünceleri de mamure bil, mamur yerlerde define olmaz.
   Mamur yerlerde varlık, didişmek olur. Yok olan, varlıklardan utanır, arlanır.
   Varlık, yokluktan feryad etmemiştir. Yokluk, o varlığı, kendisinden uzaklaştırmış, gidermiştir.
   “Ben yokluktan kaçıyorum” deme. Hakikatte o, senden yirmi kere daha fazla kaçmakta!

2480. Görünüşte seni kendisine çağırmaktadır ama içinden seni reddetme sopasıyla sürmektedir.
   Bu işler, kovalayanı yanıltmak için ata çakılan ters nallardır; ey sâf kişi! Firavun’un, Mûsâ'dan nefretini, sen Mûsâ'dan bil.

        ” Hasiret dünya vel âhire “ hükmünce şakilerin, iki cihanda da mahrumiyetlerinin sebebi

   Tabiata inananlar; gök bir yumurtadır, yer de onun sarısı diye itikat etmişlerdir.
   Birisi, “Bu yeryüzü, yeri kaplayan göğün ortasında nasıl duruyor?
   Havaya asılmış bir kandil gibi ne aşağıya gitmekte, ne yukarı çıkmakta” dedi.

2485. O hakîm, “Altı cihetten de göğün çekmesi yüzünden hava ortasında kalır.
   Mıknatıstan bir yuvarlak olsa ortasına konan demir, ortada kalır” diye cevap verdi.
   Öteki hakîm de “Sâf gök, kara toprağı kendisine çekmez.
   Onu altı taraftan da iter. Ondan dolayı da yeryüzü, kuvvetli yeller ortasında muallâkta kalmıştır” dedi.
   Kemâl ehlinin gönülleri de firavunların canlarını böyle defeder de, onlar dalâletde kalırlar.

2490. Onları bu cihan da defeder, o cihan da. O yolsuzlar da bu yüzden o cihandan da mahrum kalırlar, bu cihanda da.
   Ululuk sahibi Allahının kullarından, velîlerden baş çeker, uzaklaşırsan bil ki onlar senden hoşlanmıyorlar, onlar seni istemiyorlar.
   Onların kehlibarları vardır, meydana çıkarırlarsa senin saman çöpü gibi olan varlığını deliye döndürür, kendilerine çekerler.
   Kehlibarlarını saklarlarsa derhal seni azgınlığa teslim ederler.
   Hayvanlık mertebesi nasıl insanlığa esir ve mağlûpsa.

2495. İnsan mertebesinin de Allahı velîlerinin elinde hayvan gibi mağlûp olduğunu anla ey yoksul!
   Ahmed, irşadederken halka “Kullarım” dedi. Allahı bütün âlemi “ Kul yâ ibâdî” diye çağır” buyurdu.
   Senin aklın deveciye benzer, sen de devesin, Akıl, seni, ister istemez hükmünce çekip durmaktadır.
   Velîler, akılların aklıdır. Akıllar da ta en sonuncusuna kadar develere benzer.
   Onlara ibretle bak: bir kılavuz, yüz binlerce can!

2500. Ne kılavuzu ne deveciyi! Sen, güneşi gören gözü bul da sonra bak!
   Bütün cihan, gece içinde kalmış, karanlıklara mıhlanmış, güneşi ve gündüzü bekleyip durmakta.
   İşte sana zerrede gizli güneş, işte sana kuzu postuna bürünmüş erkek aslan.
   İşte sana saman altında gizli bir deniz! Kendine gel, o samana şüphe ile ayak basma!
   Ama yol gösterici hakkında içe gelen şüphe, Allahı rahmetidir.

2505. Her peygamber dünyaya tek gelmiştir. Tektir ama içinde yüzlerce âlem gizli.
   Âlem-i Kübra, kudretle sihir yaptı da cirmini, küçücük bir suret içinde gizledi.
   Ahmaklar onu tek ve zayıf gördüler. Hiç padişahın dostu olan zayıf olur mu?
   Ahmaklar, "O, ancak bir tek kişiden ibaret!” dediler. Vay âkıbeti düşünmeyen!

His gözünün Salih Peygamber’i ve devesini hakîr görmesi… Ulu Allahı, bir orduyu helâk etmek isterse, düşmanları, galip olsalar bile onlara hor ve pek az gösterir “ Ve yukallilüküm fî a’yünihim liyakdiyallahu ermen kâne mef’ûlâ “

   Salih’in devesi görünüşte deveydi, o zâlim kavim, bilgisizlik yüzünden deveyi kestiler.

2510. Su için deveye düşman olduklarından kendileri, mezara su ve ekmek oldular. ( helâk olup mezarı doyurdular).
   Allahı devesi, ırmaktan buluttan su içmekteydi. Onlar, Hakk’ın suyunu Hak’tan esirgediler.
   Salih’in devesi, salih kişilerin cisimleri gibidir; onlar kötülerin helâki için tuzaktır.
   Neticede” Allahı devesinden ve içeceğinden çekinin” hükmü, o ümmeti ne dertlere uğrattı, onları nasıl helâk etti!
   Allahı kahrının şahnesi, bir devenin kanına diyet olarak onlardan bütün bir şehri diledi.

2515. Ruh, Salih gibidir,ten de deveye benzer. Ruh vuslattadır ten ihtiyaç içindedir.
   Temiz ruha zarar vermenin imkânı yoktur. Allahı yaralanmaz.
   Böyle ruha sahip olanlara kimse galip gelemez. Zarar gelse bile sedefe gelir, inciye değil.
   Temiz ruha zarar vermenin imkânı yoktur. Allahı’nın nuru, kâfirlere mağlup olmaz.
   Can, toprağa mensup cisme, kötü kişiler, incitsinler de Allahı imtihanını görsünler diye ulaştı, bu yüzden cisimle bağdaştı, birleşti.

2520. Canı inciten kişinin, bu incitmenin Allahı’yı incitme olduğundan haberi yoktur. Bilmiyor ki bu küpün suyu ırmak suyu ile birleşmiştir.
   Allahı bütün âleme penah olsun diye bir cisme alâka bağlamıştır.
   *Onların gönüllerine kimse muzaffer olamaz. Sedefe zarar gelir, inciye gelmez.
   Allahı velisinin cisim devesine kul ol ki Salih Peygamberle kapı yoldaşı olasın.
   Salih peygamber, “ Madem ki haset ettiniz, bu işi yaptınız… üç gün sonra Allahı’dan azap erişecek.
   Ondan üç gün sonra da can alıcı Allahı’dan başka bir âfet gelecek ki onun üç alâmeti vardır:

2525. Hepinizin yüzünüzün rengi değişir. Birbirinize bakınca yüzlerinizi türlü türlü renklerde görürsünüz.
   İlk günlerde yüzleriniz safran gibi sararır; ikinci günü erguvan gibi kızarır.
   Üçüncü günü yüzleriniz tamamı ile kararır, ondan sonra da Allahı’nın kahrı gelir, çatar.
   Eğer bu tehdide benden delil isterseniz devenin yavrusunu daha doğru kovalayın!
   Eğer tutabilirseniz derdinize çare bulunur. Tutamazsanız ümit kuşu uzaktan kaçtı, gitti!” dedi.
   *Bu sözü duyunca hepsi birden köpek gibi onun ardından seğirtmeğe başladılar.

2530. Kimse yavruya erişmedi; dağlar arasına dalıp kayboldu.
   *Temiz ruh gibi ten ayıbından, nimet ve ihsan sahibi Allahı’ya kaçıp gitmekteydi.
   Salih dedi ki: “Gördünüz mü Allahı’nın bu kazası nasıl geldi? Artık ümidin boynunu vurdu.”
   Devenin yavrusu nedir? Salih? Peygamberin gönlü. Onun hatırını ele alın, onun isteğini yerine getirin.
   Onun gönlünü alırsanız azaptan kurtuldunuz; yoksa, pişman olduğunuzun, ümitsizliğe düştüğünüzün günüdür.
   Salih’ten bu bulanık vâdi duydukları gibi azaba göz dikip beklemeye başladılar.

2535. Birinci gün yüzlerinin sarardığını gördüler.Ümitsizlikle soğuk soğuk ah etmeye başladılar.
   İkinci günü hepsinin yüzü kızardı. Artık ümit ve tövbe nöbeti kayboldu.
   Üçüncü gün hepsinin yüzü kapkara kesildi. Salih Peygamberin hükmü: cenksiz, cidalsiz doğru çıktı.
   Hepsi de ümitsiz bir hale gelince kuşlar gibi ayaklarını altlarına alıp iki dizlerinin üstlerine çöktüler.
   Cibril-i Emin, bu diz çökmeyi Peygambere “Câsimîn” âyetini getirerek Kur’an’da anlattı.

2540. Sana diz çökmeyi öğrettikleri ve seni bu çeşit diz çökmeden korkuttukları vakit, yani belâ gelmeden diz çök!
   Salih’in kavmi, Allahı kahrının zahmını beklediler: o kahır ve azap da gelip o şehri yok etti.
   Salih, halvetten çıkıp şehre doğru gitti; gördü ki şehir duman ve ateş içinde.
   Onların hâk ile yeksân olmuş cüzülerinden bile feryat ve figanlarını duyuyordu; feryat duyulmaktaydı ama ortada feryat eden yok!
   Kemiklerinden iniltiler, sızıntılar duydu; canları çiğ taneleri gibi yaş döküyor, ağlıyordu.

2545. Salih bunu duyup ağlamaya başladı: feryat edenlere feryat etmeye koyuldu:
   ”Ey bâtıl yolda yaşayan kavim! Ben sizin çevrinizden Allahı’ya şikâyet etmiş ağlamıştım.
   Allahı, bana “Onların eziyetlerine sabret; onlara nasihat ver. Zaten devirlerinden çok bir zaman kalmadı” demişti.
   Ben, “ Cefaları eziyetleri yüzünden onlara nasihat edemiyorum. Nasihat sütü sevgiden, sâflıktan coşup akar” demiştim.
   Bana o kadar eziyetler ettiniz ki nasihat sütü damarlarımda dondu.

2550. Allahı, bana “Ben sana lûtuf ve inayet eder, o yaralara merhem koyarım” buyurdu.
   Hak, gönlümü gök gibi sâf bir hale getirdi. Gönlümden, sizin cefalarınızı sildi, süpürdü.
   Yine size nasihatler vermeye, şeker gibi temsiller getirmeye , sözler söylemeye başladım.
   Şekerden taze süt çıkarıp balla şekeri sözlerime katmaya, size tatlı tatlı öğütler vermeye koyuldum.
   O sözler, size zehir gibi tesir etti. Çünkü siz baştan aşağı zehir membaı, zehir madeniydiniz, zehirden ibarettiniz.

2555. Nasıl gamlanayım ki gam baş aşağı yuvarlanıp gitti. Ey inatçı kavim! Gam sizdiniz.
   Gamın ölümüne ağlayıp feryat eden olur mu? Baştaki yara iyileşince bu yüzden saçını sakalını yolan bulunur mu?”
   Salih, yüzünü kendine çevirip dedi ki: “Ey feryat eden, onlar feryat etmeye değmez!”
   Ey Kur’an’ı doğru okuyan! Eğri okuma. Zâlim kavmin ardından nasıl yas tutayım?
   Fakat yine gözünden, gönlünden yaşlar akmaya başladı. Onda sebepsiz bir merhamet hâsıl oldu.

2560. Gözyaşı damarları (yağmur gibi) yağmaktaydı, kendisi de şaşırmıştı. Bu katralar, cömertlik ve kerem denizinin sebepsiz akan katralarıydı.
    O ağlarken aklı diyordu ki: “Bu ağlama neden? Seninle eğlenen o çeşit bir kavme ağlamak reva mı?
   Neye ağlıyorsun, söyle. Yaptıkları işlere mi? O gidişleri kötü kin askerine mi?
   Onların paslı karanlık gönüllerine mi, yılan gibi zehirli dillerine mi?
   Onların Segsar’larınkine benzeyen nefes ve dişlerine mi? Akrep yatağı olan ağız ve gözlerine mi?

2565. İnatlarına mı, alaylarına mı, kınamalarına mı? Şükret; bak, Allahı onları nasıl hapsetti, helâk eyledi!
   Elleri eğri, ayakları eğri, gözleri eğri, bakışları eğri, savaşları eğri, öfkeleri eğri...
   Onlar, geçmişleri taklit edip naklettikleri reylere uyduklarından bu akıl pîrinin başına ayak bastılar.
   Birbirlerine görünmek ve duyulmak kaygısı ile hür ihtiyar olmadılar, kart eşek oldular.
   Allahı cehennemlikleri göstermek üzere dünyaya cennetten kullar getirdi...”

Allahı iki deniz yarattı,birbirlerine kavuştukları halde aralarında bir perde vardır,birbirlerine karışmazlar“  âyetlerinin mânası

2570. Cehennemlikler, cennetlikler bir dükkânda otururlar. Aralarında bir perde vardır, birbirlerine karışmazlar.
   Nâr ehliyle nur ehli, görünüşte karışıktır ama aralarında Kaf dağı çekilmiştir.
   Bunlar, madende toprakla altının birbirine karışmasına benzerler. Toprakla altın karışıktır ama aralarında yüzlerce ova, yüzlerce konak var!
   Bu, bir dizide hakikî inci ile yalancı incinin bir gecelik konuk gibi misafir olmasına benzer.
   Denizin yarısı şeker gibi tatlı, lezzetli, rengi ay gibi parlak;

2575. Diğer yarısı, yılan zehiri gibi acı,lezzetsiz, rengi de katran gibi kara.
   Cennetlikle cehennemlik olanlar da deniz gibi alttan üstten, dalgalanıp dururlar.
   Dar ve küçük bir cisimden dalgaların birbiri ardınca zuhuru da canların barışta, savaşta birbirlerine karışmalarına benzer.
   Barış dalgaları kopar, gönüllerden kinleri giderir.
   Bunun aksine savaş dalgaları kopar, sevgileri altüst eder.

2580. Sevgi, acıları tatlıya çeker, tatlılaştırır. Çünkü sevgilerin aslı, doğru yola götürmedir.
   Kahır ise, tatlıyı acılığa çekmektedir. Acı, tatlı ile bir arada bulunur, bağdaşır mı?
   Acı tatlı; bu gözle görünmez. Basiret ehli, onları, akıbet penceresinden görmeyi bilir.
   Akıbeti gören göz, doğruyu görebilir. Âhiri gören göz ise gururdan, körlükten ibarettir.
   Nice tatlılar vardır ki şeker gibidir, fakat o şeker içinde zehir gizlidir.

2585. Aklı en üstün, anlayışı en keskin olan, kokudan anlar. Öbürüyse ancak dudağına, dişine değince fark eder.
   Şeytan “Yiyin” diye bağırır ama o adamın dudağı zehri, boğazına varmadan reddeder.
   Başka biri boğazına varınca anlar, bir başkası yer, bedenini berbat edince anlar.
   Zehir; diğer birisinde abdest bozarken yanış yapar; zaman zaman ciğerini delen bir acı peyda eder.
   Bir başkasında zehrin eseri; günler, aylar geçtikten sonra görünür. Diğer birisinde ise ölümden ve Sûr üfürüldükten sonra meydana çıkar.

2590. Eğer o kişiye mezarda mühlet verirlerse mutlaka mahşer günü azap ederler.
   Her otun, her şekerin zamanede bir oluş müddeti vardır.
   Lâlin, güneşin tesiriyle renk, parlaklık ve letafet elde etmesi için yılların geçmesi gerektir.
   Alelâde otlar, iki ay içinde yetişir. Fakat kırmızı gül, ancak bir yılda yetişir gül verir.
   Yüce ve Ulu Allahı, bunun için eceli, yani her şeyin müddetini En’am sûresinde anlatmıştır.

2595. Bunu duydun ya; her kılın kulak kesilsin... Bu duyduğun âbıhayattır, afiyet olsun!
   Bu söze söz deme, âbıhayat de. Bu sözü, eski harfler teninde yepyeni bir ruh olarak gör.
   Arkadaş; başka bir nükte daha duy. Bu nükte can gibi hem apaçık, meydandadır, hem gayet ince ve gizli.
   Bir yer olur ki bu yılan zehri, Allahı’nın tasarruflarıyla gayet tatlı ve lezzetli bir hale gelir.
   Bir yerde zehirdir, bir yerde ilâç... Bir yerde küfürdü, bir yerde tam lâyık ve yerinde.

2600. Orada cana zarar verir ama burada derman kesilir.
   Su, koruk içinde ekşidir; fakat üzüme gelince tatlılaşır, güzelleşir.
   Sonra küpün içine girince acır, haram olur...Sirke olunca ne güzel katıktır!

Müridin, küstahlık ederek kâmil vlî ne yaparsa yapması lâyık değildir. Çünkü helva, hekime ziyan vermez ama hastaya ziyan verir. Soğuk ve kar, olmuş üzüme dokunmaz, fakat koruğa dokunur. Çünkü koruk, daha kemâle gelmemiştir; yoldadır; “ Liyağfire lekellâhu mâ tekaddeme min zenbike ve ma teahhar “ haline gelmemiştir

   Velî, zehir yese bal olur, fakat talip yese aklı kararır zarara uğrar.
   Süleyman ”Rabbi hebli” demiş, yani “”Benden başkasına bu saltanatı verme.”

2605. Yahut benden başkasına bu lûtufta, bu ihsanda bulunma” diye niyaz etmiştir. Bu hasede benzer ama değildir.
   Lâ  yenbağı nüktesini candan oku.  Benden sonra bu saltanatı kimseye verme sırrını onun nekesliğinden bilme.
   Hattâ o, saltanatta yüzlerce zarar ve tehlike gördü. Cihan saltanatı, kıldan kıla, baştanbaşa can kaygısından, baş korkusundan ibarettir.
   Baş korkusuyla can ve din korkusu... Bize bunun gibi bir imtihan daha olamaz.
   Süleyman himmetli birisi gerektir ki bu yüz binlerce renkten, kokudan vazgeçsin.

2610. Kuvvet ve kudretiyle beraber o saltanatın dalgası Süleyman’ın bile nefesini tıkıyordu.
   Bu keder yüzünden üstüne toz, toprak konunca bütün cihan padişahlarına acıdı da.
   Şefaat edip ”Bana verdiğin bu saltanatı, kemal sahibi olanlara da ver.
   Bu saltanatı, kerem edip kime verir, kime bağışlarsan Süleyman odur, o da benim.
   O benden sonra kimseye verme hükmüne dahil değildir; benimledir. Hattâ benimle ne demek? O kişi, davasız, nizasız benim” dedi.

2615. Bunu anlatmak farzdır. Ama biz, yine karıkoca hikâyesine dönüyoruz.

                                         Arapla eşine ait hikâyenin sonu

    Bir Muhlis’in (Çelebi Hüsameddin’in) gönlü, o karı ve koca hikâyesinin neticesini istemekte.
   Karıkoca hikâyesi, bir masaldan ibaret. Fakat onu nefsinle aklının misali bil.
   Bu kadınla erkek nefisle akıldır. İyi kişiye de mutlaka lâzımdır, kötü kişiye de.
   Bu ikisi, toprak yurtta esir ve mahpusturlar. Gece gündüz savaşta macera içinde.

2620. Kadın durmadan evin ihtiyaçlarını ister, evin şerefini, yani eve lâzım olan ekmeği, yüceliği, hürmeti diler durur.
   Nefis, kadın gibi her işe bir çare bulmak üzere gâh toprağa döşenir, tevazu gösterir; gâh ululuk diler, yücelir.
   Aklınsa, bu düşüncelerden zaten haberi yoktur. Fikrinde Allahı gamından başka bir şey yoktur.
   Hikâyenin içyüzü, bu tane ve tuzaktır, nefisle akıl arasındaki maceradır, fakat sen dış yüzünün tamamını dinle.
   Eğer yalnız mânaya ait anlatış kifayet etseydi âlem halkı, tamamı ile işten güçten kalır, âlemin nizamı bozulur giderdi.

2625. Sevgi, düşünce ve mânadan ibaret olsaydı senin oruç ve namazının zâhiri suretleri de kalmaz, yok olurdu.
   Dostların birbirine armağan sunmaları, dostluğa nazaran ancak görünüşe ait şeylerdir.
   Fakat bu suretle o armağanlar, gönüllerde gizli bulunan sevgilere şahadet eder.
   Çünkü, ey ulu kişi, zâhiri iyilikler gizli sevgilere şahittir.
   Şahidin de bazen doğrucu, bazen yalancı olur. Sarhoş, bazen şaraptan olur, bazen de ayrandan!

2630. Ayran içen de kendisini sarhoş gösterebilir. Gürültü eder, sarhoş görünür.
   O murai de, kendisini muhabbet sarhoşu sansınlar diye oruçlu görünür, namaz kılar.
   Surete ait işlerden meydana gelen şey bambaşkadır. Fakat gönülde gizli olan şeye alâmettir. Ya Rabbi, duamızı kabul et, bize bu temyizi ver de o eğri, yalancı alâmeti,doğrusundan ayırt edelim.
   Hiç, bu temyize nasıl malik olur? Allahı nuru ile bakar, görürse o zaman bu temyizi elde eder.

2635. Eser olmasa bile sebep onu meydana çıkarır. Akrabalık gibi...Akrabalık sevgiyi bildirir.
   Fakat imam ve muktedası Allahı nuru olan kişi, ne eserlere kul olur ne sebeplere.
   Sevgi gönülde şûlelendikçe büyür, nihayet sevgi sahibi, eserden kurtulur.
   Sevgisini bildirmeye ihtiyacı yoktur. Çünkü sevgi nurunu bütün kâinata yaymıştır.
   Bu sözün tamamlanması için hayli tafsilât var ama sen ara.

2640. Gerçi mâna, bu suretten zâhir olmaktadır ama bir cihetten mânaya yakındır, bir bakımdan mânaya uzak!
   Delâlet hususunda mâna ile suret, su ile ağaç gibidir. Mahiyetlerine bakarsan birbirlerinden tamamı ile uzaktırlar.
   Sen mahiyetleri de bırak, hasasları da. O iki rızık arayan karıkocanın ahvalini anlat.

O Arabın, karısının dileğine uyması ve “ Bu inkıyatta bir hilem var, ne de imtihan yoluyla yapıyorum “ diye yemin etmesi

   Arap dedi ki: “Ayrılıktan vazgeçtim. Hüküm senin… Kılıcı kından çek, emret.
   Ne dersen ben sana tâbiim; emrin, ister iyi olsun, ister kötü... ona bakmam.

2645. Senin uğruna feda olayım; çünkü seni seviyorum. Sevgi; insanı kör eder, sağır yapar.”
   Kadın “Sahiden beni seviyor musun, yoksa hile ile sırrımı öğrenmek mi istiyorsun?” dedi.
   Erkek dedi ki: “Gizli sırları bilen ve Âdem Safi’yi yaratan Allahı hakkı için (Seni seviyorum).
   Allahı, Âdem’e üç arşın bir boy verdiği halde ruhlarda, levhlerde ne varsa hepsini gösterdi.
   Allahı, ona ezelden ebede kadar ne varsa ve ne olacaksa, önceden ve “Allemelesmâ” sından ders verdi, öğretti.

2650. Bu suretle melekler, onun ders vermesine hayran oldular, kendilerinden geçtiler. Onun takdisiyle başka bir mukaddesliğe eriştiler.
   Âdem’in yüzünden nail oldukları fütuhata, göklerde bile erişememişlerdir.
   Âdem’in o pak ruhunun fezasına nispetle yedi gök sahası bile dardı.
   Peygamber “Allahı; ben, yücelere, aşağılara yere, göğe, hatta arşa sığmam. Bunu, ey aziz, yakînen bil.

2655. Fakat şaşılacak şeydir ki inanan kişinin kalbine sığarım. Beni ararsan inanan gönüllerde ara buyurdu” dedi.
   Allahı dedi ki: “Ey haramdan, şüpheli şeylerden sakınan! Kullarımın arasına gir ki bu suretle beni görme cennetine erişesin.”
   Arş, bile o nuriyle, o genişliğiyle beraber Âdem’ görünce yerinden kalktı.
   Arşın sonsuz bir büyüklüğü var, fakat mânaya karşı suret nedir ki?
   Her melek diyordu ki: Bizim bundan önce yeryüzüyle üfletimiz vardı.

2660. Hizmet ve ibadet tohumunu yere ekiyorduk. Yere olan bu meylimize, bu alâkamıza da şaşmaktaydık.
   Gökten yaratıldığımız halde yeryüzüne bu alâkamız nedir?
   Biz nurlarız, karanlıklarla ülfetimiz neden? Nur zulmetlerle yaşayabilir mi?
   Ey Âdem! O ülfet, senin kokundanmış. Çünkü cisminin nesci yeryüzü.
   Topraktan olan cismini yeryüzünde dokudular; pak nurunu burada buldular.

2665. Şimdi canımızın ruhundan bulduğu ülfet, bundan önce cisminin yoğrulduğu topraktan parlıyordu.
   Yeryüzündeydik ama yerden gafildik, orada gömülü olan defineden haberimiz yoktu.
   Allahı da bize oradan göklere sefer etmeyi emredince, bu yurt değiştirme, acı geldi.
   O yüzden Allahı’ya deliller getirerek “Ey Allahı! Bizim yerimize kim gelecek?
   Bu tesbih ve tehlinin nurunu, dedikoduya satıyorsun” dedik.

2670. Allahı hükmü, bize rahmet yaygısını döşedi:”Açıkça istediğinizi söyleyin.
   Tek evlâtların babalarına söyledikleri gibi ağzınıza ne gelirse çekinmeden deyin.
   Çünkü bu sözler, yaraşmasa bile rahmetim, gazabımdan artıktır.
   Ey melek! Bunu meydana çıkarmak için gönlünüze şüpheler salmaktayım;
   Sen söyleyesin; ben darılmayayım, gazaplanmayayım. Bu suretle de benim hilmimi inkâr eden ağız açamasın.

2675. Her nefeste bizim hilmimizden yüzlerce baba yüzlerce ana doğar, yokluğa dalıp mahvolur.
   O babaların, o anaların hilmi, şefkati, bizim hilim ve şefkat denizimizin köpüğüdür. Köpük gider gelir ama deniz bâkidir dedi.”
   Hayır, ne dedim? O inciye karşı bu sedef, köpük değil, köpüğünün köpüğüdür.
   İşte o köpük hakkı için, o sâf deniz hakkı için bu söz bir sınama, bir lâf değil.
   Sevgiden, vefadan, boyun büküp teslim olmadan ileri gelmiştir. Huzuruna varacağım Allahı hakkı için.

2680. Bu hevesim, sence sınamadan ibaretse bu sınamamı sına.
   Sırrını saklama ki sırrım meydana çıksın. Elimden geleni; gücümün yettiğini buyur!
   Gönlündekini benden gizleme de benim gönlümdeki de ortaya çıksın bu suretle ne yapabileceksem kabul edeyim.
   Fakat nasıl edeyim; elimde ne çare var? Bir bak hele, canım ne işe yarar ki?
   
                    Kadının kocasına rızık isteme yolunu göstermesi, onun da kabul etmesi

   Kadın dedi ki:”Bir güneş doğmuş, bütün cihan ondan aydınlanmıştır.

2685. O Allahı vekili, Allahı halifesidir. Bağdat şehri, onun yüzünden bahar gibidir.
   O padişaha ulaşabilirsen padişah olursun. Ne vakte kadar ikbal sahibi olmayanların yanına gidip duracaksın?
   İkbal sahiplerinin dostluğu kimya gibidir. Onların nazarına benzer kimya nerede?
   Ahmed’in gözü Ebubekir’e değince o bir tasdik yüzünden Sıddıyk olmuştur.”
   Kocası, “Ben padişah huzuruna nasıl kabul olunurum; bir bahanesiz onun yanına nasıl giderim?

2690. Buna bir münasebet, bir vesile gerek. Hiçbir sanat aletsiz meydana gelir mi?
   Mecnun gibi ki, birisinden Leylâ’nın bir parça hastalandığını duydu.
   Eyvah, dedi; bahanesiz nasıl gideyim? Gitmezsem, hatırını sormazsam ne hale gelirim?
   Keşke hazık bir hekîm olaydım...O vakit Leylâ’ya koşa, koşa giderdim.
   Allahı, bize “Ya Muhammed, gelin de” buyurdu da bu davet, utanmamızın giderilmesine sebep oldu.

2695. Gece kuşlarının gözleri ve kabiliyetleri olsaydı gündüzün uçup gezerler, dönüp dolaşırlardı” dedi.
   Kadın cevap verdi: “Kerem sahibi padişah meydana girer, kendisini gösterirse aletsizlik, aletin ta kendisi, vesileden mahrum oluş, vesilenin aynı oldu.
   Çünkü alet, vesile… dâvaya düşmektir, varlık alâmetidir. Asıl hüner aletsizliktedir, alçalmadadır."
   Arap “Aletsiz nasıl alışveriş edeyim de aletsizliği elde edeyim?
   Müflisliğime de bir delil gerek ki padişah halime acısın.

2700. Sen, bana dedikodudan ve hileden başka bir şahit göster de o şen padişah merhamete gelsin.
   Çünkü sözden ve kötü hileden ibaret olan bu şahitlik o hâkimler hâkiminin yanında mecruhtur.
   Müflisin şahidi doğruluk olmalı ki nuru, söylemeden parıldasın (halini arzetmeden hali anlaşılan)” dedi.

Arabın, orada su kıtlığı var sanarak çölleri aşıp Bağdat’a, halifeye bir testi yağmur suyu hediye götürmesi

   Kadın dedi ki: “Doğruluk varlığından tamamı ile çıkıp arınarak, isteğini terk etmendir.
   Testimizde yağmur suyu var. Malın, mülkün, sermayen bundan ibaret.

2705. Bu su testisini al, git; padişahlar padişahın huzuruna var, armağan götür.
   De ki: Bizim bundan başka hiçbir malımız, mülkümüz yok. Çölde de bundan iyi su hiç yoktur.
   Padişahın hazinesi ağır elbiselerle doluysa da bunun gibi suyu yoktur. Bu su az bulunur.
   O testi nedir? Bizim mezar gibi cismimiz, içinde de bizim acı ve hislerimizin suyu var.
   Ey Allahı! “Allahı, cennet karşılığına iman edenlerin canlarını, mallarını satın aldı” âyetindeki fazıl ve kereminden bizim bu küpümüzü, bu testimizi kabul et!

2710. Bu beş duygudan meydana gelme beş lüleli testideki suyu her türlü murdar şeylerden, her çeşit pisliklerden temiz tut.
   Bu suretle şu testinin denize bir menfezi olsunda testim deniz huyuyla huylansın.
   Armağanı padişaha tertemiz götürünce onu görür, anlamak ister.
   Ondan sonra da artık testinin suyu nihayetsiz bir dereceye gelir. Testinin suyundan yüzlerce dünya dolar.
   Lüleleri kapa, testiyi de küpten doldur. Allahı” Gözlerinizi heva ve hevesten yumun” buyurdu.

2715. Arap, kimin böyle bir hediyesi var? Hakikaten bu armağan, öyle bir padişaha lâyık diye gururlanmaktaydı.
   Kadın da bilmiyordu ki, orada yol üzerinde şeker gibi Dicle akıp durmakta.
   Şehrin ortasından gemilerle, balık ağlarıyla dolu, deniz gibi akıp gitmekte.
   Padişahın huzuruna var da şevketi, azameti gör; altından nehirler akan bahçeler diye övülen yerlere bak!
   O saffet denizine nispetle bizim, anlayışlarımız bir katradan ibarettir.

                         Arabın su testisini keçeye sarıp dikmesi ve ağzını kapatması

2720. Arap, evet, dedi. Testinin ağzını kapa, hakikaten armağan, bize faydalı.
   Keçeye sar, sarmala. Padişah, orucunu armağanla açsın.
   Çünkü dünyada bunun gibi su yoktur. Bu halis şarap, zevk ve sefa kaynağı!
   Çünkü onlar acı tuzlu suları içmekten daima hastadırlar, yarı kör olmuşlardır.
   Durağı, yatağı acı subaşı olan kuş; sâf berrak suyu ne bilsin?

2725. Yurdun acı su kaynağı; Şatt’ı, Ceyhun’u nereden bileceksin?
   Ey şu fâni konaktan kurtulmayan! Sen yokluğu, sarhoşluğu ve neşeyi ne bilirsin ki!
   Bilsen bile babandan, atandan nakil ve rivayet yoluyla bilirsin. Senin yanında bu adlar ebced gibidir.
   Ebced, hevvez. Bunlar, bütün çocuklara apaçık ve meydandadır, fakat mânası yok.
   Hulâsa, Arap testiyi alıp yola düştü. Gece, gündüz onu taşımaktaydı.

2730. Testiye bir ziyan gelecek diye korkusundan titreyerek çölden ta... şehre kadar götürdü.
   Kadın da evde seccadesini yaymış, namaz kılıp dua etmekte;
   “Suyumuzu, bayağı kişilerden koru...Ya Rabbi, bu inciyi o denize ulaştır.
   Her ne kadar kocam uyanıktır, hünerlidir ama incinin binlerce düşmanı olur.
   Cevher dediğin de nedir ki... Bu su Kevser suyudur. İncinin aslı, bunun bir katrasıdır” diyordu.

2735. Kadının ağlayıp yalvarması; erkeğin derdi ve ağır yükü bereketiyle,
   Arap, testiyi hırsızlara kaptırmadan, taşla kırdırmadan durup dinlenmeksizin ta Hilâfet Şehrine kadar götürdü.
   Orada bir tapu gördü ki nimetlerle dolu. Haceti olanlar oraya tuzaklarını yaymışlar?
   Zaman, zaman her tarafta bir haceti olan o tapudan ihsana nail olmuş, hil’atler elde etmiş.
   O kapı; kâfire, Müslüman’a, güzele, çirkine güneş gibi… Hattâ cennet gibi.

2740. Bir bölük halk gördü, huzurda bezenmiş duruyor. Bir bölük halk gördü ayakta, hizmet bekliyor.
   Süleyman’dan karıncaya kadar herkes, neşe içinde... Hepsi Sûr üfürülmüş te dirilmiş canlar gibi.
   Görünüşe aldananlar, cevherlere gark olmuşlar... İç yüzüne ehemmiyet verenler, mâna denizini bulmuşlar.
   Himmetsizler, himmete erişmiş... Himmet sahipleri nimete erişmiş!

Yoksul, nasıl ihsana ve ihsan sahibine âşıksa ihsan sahibi de yoksula âşıktır. Yoksulun sabrı çoksa ihsan sahibi onun kapısına gelir. İhsan sahibinin sabrı fazlaysa yoksul, onun kapısına varır. Fakat yoksulun sabrı, kemalidir, ihsan sahibinin sabrı ise noksanı

   Kapıdan ses gelmekteydi: Ey istekli, gel! Cömertlik, yoksul gibi, yoksullara muhtaçtır.

2745. Cilalı ve tozsuz ayna arayan güzeller gibi cömertlik de yoksul ve zayıf kişileri arar.
   Güzellerin yüzü ayna ile güzelleşir. Onlar aynaya bakıp bezenirler. İhsan ve keremin yüzü de yoksula bakmakla görünür.
   Bundan dolayı Hak “Vedduhâ” sûresinde “ Ey Muhammed, yoksula bağırma” buyurdu.
   Mademki yoksul, cömertliğin aynasıdır, iyi bil ki ağızdan çıkan nefes aynayı buğulandırır.
   Allahı’nın bir çeşit cömertliği, yoksulları meydana çıkarır, bir başka cömertliği de onlara bol bol ihsanda bulunur.

2750. Şu halde yoksullar, Allahı cömertliği aynalarıdır. Hak ile Hak olan ve varlıktan tamamı ile geçen hakikî yoksullarsa mutlak nur olmuşlardır.
   Bu iki çeşit yoksuldan başkaları (yani varlığı olmayanlarla varlıktan geçenlerden başkaları) esasen ölüdür. Bu çeşit adam bu kapıda değildir, perdedeki, nakıştan, suretten ibarettir.

Allahı’ya muhtaç ve susamış kişiyle Allahı’ya ait bir şeye sahip olmayan ve ondan başkasını dileyen kişi arasındaki fark

   O kişi, yoksulun resmidir, canı yoktur, ekmek yemez. Köpek resmine kemik atma.
   O, Allahı fakiri değil, lokma fakiridir. Ölü resmin önüne yemek tabağını koyma.
   Ekmek yoksulu, karada balıktır. Şekli balık şeklidir ama denizden ürküp kaçar.

2755. O evde beslenen kuştur, havada uçan Sîmurg değil. Nefis şeyler yiyip içer, gıdası Hak’tan değildir.
   Yemek, içmek için Allahı âşığıdır; canı güzelliğe âşık değildir.
   Allahının zatına âşık olduğunu vehmetse bile sevdiği zat değildir; vehmi, esma ve sıfâtın verdiği vehimdir.
   Vehim; vasıflardan, hadlerden doğar. Hak ise doğmamıştır, doğurmaz.
   Kendi tasvir ettiği şeye, kendi vehmine aşık olan kişi, nereden nimet ve ihsan sahibi Allahı âşıklarından olacak?

2760. O vehme âşık olan, doğrucuysa mecazi sevgisi, kendisini nihayet hakikate çeker, götürür.
   Bu sözü iyice anlatmak, açmak lâzım; fakat eski düşüncelilerden, onların köhne anlayışlarından korkuyorum.
   Kısa görüşlü köhne anlayışlar, fikre yüz türlü kötü hayaller getirirler.
   Herkesin doğru işitmeye kudreti yoktur. Her kuşcağız, bir inciri bütün olarak yutamaz.
   Hele ölmüş, çürümüş, hayallere dalmış kör bir kuş olursa...

2765. Balık resmine ister deniz olmuş, ister toprak. Kara yüzlüye ha sabun, ha kara boya!
   Kâğıda gamlı bir adam resmi yaparsan o resmin ne gamla alışverişi vardır, ne neşeyle.
   Resim, görünüşte gamlıdır ama, kendisi gamla alâkasızdır. Görünüşte gülen bir resmin de neşeyle münasebeti yoktur.
   Gönülde bir haletten başka bir şey olmayan bu dünya gamı bu dünya neşesi; hakiki neşeye hakiki gama nispetle resimden ibarettir.
   Resmin gamlı bir surette görünüşü, o resim yüzünden mânanın doğrulması, hakiki gamı anlaman içindir.

2770. Bu hamamlardaki resimler camekânın dışından bakılırsa elbiseler gibidir; cansız, hareketsiz durup durmaktadırlar.
   Sen, ancak dışardan elbiseleri görürsün. Elbiseni çıkar, soyun da bir içeriye gir arkadaş!

         Halife adamlarının bedeviyi ağırlamak üzere karşılamaları ve armağanını kabul etmeleri

   Çünkü elbiseyle içeriye yol yoktur. Ten elbiseden, elbise de tenden haberdar değildir.
   O bedevi Arap uzak çöllerden Hilâfet Şehrinin kapısına vardı.
   Kapıcılar, bedeviyi karşılayıp üstüne lûtuf gülsuyunu serptiler.

2775. Bedevi söylemeden ihtiyacını, dileğini anladılar. Zaten onların işi istetmeden ihsan etmekti.
   Ona “Ey Arab’ın en asili, en yücesi! Hangi diyardansın, yolla,  yol yorgunluğuyla nasılsın?” dediler.
   Bedevi dedi ki: “Eğer bana yüz verirseniz asîlim, yüceyim. Fakat ardınıza atar mühimsemezseniz ne asaletim var ne yüzüm!
   Ey yüzlerinde ululuk nişanesi olanlar, ey şevketleri Câferi altından daha hoş kişiler!
   Sizi bir kerecik görmek, sizinle bir kerecik buluşmak, yüzlerce kişileri görmeye, yüzlerce güzellerle buluşmaya bedeldir. Sizi görmek için mal, mülk, servet... hepsi feda olsun!

2780. Ey Allahı nuruyla bakanlar, bu dereceye erişmiş olanlar, padişahlar padişahının ahlâkıyla ahlâklanmış kişiler!
   Kimya gibi olan bakışı nızla bakıra benzer insanlara bakar, onları altın haline getirirsiniz.
   Ben garibim, padişahın lûtfunu umarak çöllerden geldim. Onun lûtfunun kokusu çölleri tuttu, kum zerrelerini kapladı, o zerreler bile lûtfiyle canlandı.  
   Buralara kadar paraya kavuşmak için gelmiştim, fakat ulaşınca sizin yüzünüzden sarhoş oldum.

2785. Birisi, ekmek almak için ekmekçi dükkânına koştu, fakat ekmekçinin güzelliğini görünce canını verdi.
   Birisi, gezip eğlenmek üzere gül bahçesine gitti, bahçıvanın yüzü teferrüç yeri oldu.
   Kuyudan su çekerken Yusuf’un yüzünden âbıhayat içen bedevi gibi...
   Mûsâ ateş elde etmek için gitti, öyle bir ateş gördü ki ateşten vazgeçti.
   İsa düşmanlardan kurtulmak için kaçtı. O kaçış, onu dördüncü kat göğe kadar çıkardı.

2790. Buğday başağı, Âdemin tuzağı oldu da bu suretle varlığı, insanlara başak oldu; bütün insanlar ondan var oldu.
   Doğan kuşu, karnını doyurmak üzere tuzağa tutulur, fakat bu yüzden devlet ve kuvvet bulur, padişahın kolu, durağı olur.
   Çocuk, babası lûtfedecek, kendisine kuş alacak ümidiyle, fakat hakikatte hüner sahibi olmak için mektebe gider.
   Mektepten çıkınca yücelir, en yüksek mevkiye sahip olur. Hocaya aylık verirken âlemi aydınlatan bir bedir haline gelir.
   Abbas, kin güderek eski dinin öcünü almak ve Ahmed’i ortadan kaldırmak üzere harp etmeye gelmişti.

2795. Öyle olduğu halde o ve evlâtları, hilâfet makamında kıyamete dek dine arka oldular, o makama şeref verdiler.
   Ben, bu kapıya bir şey dilemek için geldim; daha dehlizde baş köşe oldum, yüceldim.
   Ekmek ümidiyle armağan olarak su getirdim; ekmek kokusu, beni ta cennetin baş köşesine kadar çekti, götürdü.
   Ekmek, bir Âdem’i cennetten sürdürdü; beni ise cennetliklerle kaynaştırdı.
   Melek gibi sudan da vazgeçtim, ekmekten de. Bu kapıda gök gibi ihtiyarsız dönmekteyim.

2800. Âşıklarının cisimlerinin, âşıkların canlarının dönmesinden başka dünyada garezsiz bir dönüş yoktur. Her şey bir maksatla hareket eder, her şey bir maksatla dönüp dolaşır.”

AÇIKLAMALAR  ( Beyitler  2101 - 2800 )



B. 2110.    1241  inci beytin izahına bakınız.

B. 2112 - 2119. "Peygamber, hutbe okurken bir hurma ağacı dalına dayanırdı. Mimber yapılınca Peygamber, üstüne çıkıp oturduğu zaman mescidin direklerinden olan o hurma dalından bir inilti çıkmıya başladı. Nihayet Peygamber mimberden inip elini direğe koyunca direk sustu." (Sahîh-i Buhari, Bulak tab-ı 1312, Kitab-al Cumua, C. 2, S. 9). Bu hadis, biraz daha mufassal olarak da rivayet edilmiş ve Peygamberi'n direği koçtuğu, direğin ağlarken susturulan bir küçük çocuk gibi kesik kesik inlemiye başlayıp sonra sustuğu, Peygamber'in Allahı zikrini duyardı. Ondan ayrıldığı için ağladı" dediği de ilâve olunmuştur (Ankaravi şerhi, Matbaa-i Âmire tab'ı, s. 426).

B. 2138. Kıyas, herhangi bir şeyle diğer bir şeyi mukayese etmek, istidlal de mukayeseden bir delille netice elde eylemektir. Kıyası, şer'î hüccet bilenler, yani dinî bir hükmü, kıyas üzerine verenler olduğu gibi kıyası kabul «etmiyenler de »ardır. Mevlâna, bir müçtehit  olduğundan kıyas ve istidlali kabul etmez, münasebet düştükçe onların çürüklüğünden bahseder.

B. 2207. Sazın alt perdesine "zir", üst perdesine "bem" denir.

B. 2222. den sonraki başlıktaki söz hadîstir (Buhârî ve Müslim: Ankaravî, S. 444).

B. 2231.    8 inci sure — Enfâl, âyet: 36.

B. 2244. Hâtem-i 'Tâî, Abdullah-ibn-i Sa'd'in oğuludur ve Tay kabîlesindendir. Cömertliğiyle meşhur olduğu gibi yiğitliği de ilerideydi. Yol kaybedenler gelsin, kendisine misafir olsun diye geceleri civardaki tepelere ateşler yaktırırdı. Hicretten aşağı yukarı 17 yıl önce (604) ölmüştür.

B. 2258. Kur'an'ın 20 nci suresi olan Tâhâ suresinin 84-98 inci âyetlerinde Musa Peygamber, Tûr'day-ken Sâmirî'nin İsrailoğullarını yoldan çıkardığı, onların, altınlarından bir buzağı yapıp "İşte bu, sizin Allahınız ve-Musa'nın Allahısı, dediği ve hepsinin o buzağıya tapmıya başlayıp Harun'u dinlemedikleri, bu buzağının ses vermesi, inanışlarını büsbütün kuvvetlendirdiği, nihayet Musa'nın gelip Sâmirî'yi sorguya çektiği, onun da Cebrail, Mısırlıları denize gark etmek üzere gelirken görüp ayağının bastığı yerden aldığı bir avuç toprağı buzağının altınına karıştırdığını, o yüzden ses verdiğini söylemesi, Musa'nın Sâmirî'yi hudut haricine sürüp buzağıyı da ateşe atması hikâye edilmektedir.

B. 2272. Şit, Adem Peygamber'in oğullanndandır. Şîs de denir.

B. 2275. Bâyezîd-i Bistâmî, Melâmetîlerden büyük bir sofidir. Hemen bütün tarikatlar, silsilelerini bu zata bağlarlar. Adı Tayfur'dur. Bir rivayete göre Hicri 261 de (876), diğer rivayete göre de 234 te (848) vefat etmiştir. Yezid, Emevi Hanedanını kuran Muaviyye'nin oğlu ve Emevî halifelerinin ikincisidir. Hicrî 60 ta (679) halife olmuş, senesinde Kerbelâ vak'ası vukubulmustur. Yine bu adamın zamanında Medine isyanı üzerine Peygamber'in camii ve türbesi birkaç gün ahır olarak kullanılmış, şehirde birçok zulüm ve ahlâksızlıklar yapılmış, sonra Mekke muhasara edilmiş ve Kabe yakılmıştı. Mekke zap-tedilmeden 64 tarihinde (683) Yezid ölmüş, Mekke de kurtulmuştu.

B. 2314. ten sonraki başlıkta bulunan sözün mânası "Yapmadıklarınızı niye söylersiniz?" dir. Aynı başlıkta ikinci Arapça cümle "Bu, Allahı yanında büyük bir gazaba uğramanıza sebebolur" mânasına gelir. Her iki cümle de 61 inci surenin (Sâff) 2-3 üncü âyetlerindedir.

B. 2357. "Yoksulluk, benim öğünmemdir. Öbür peygamberlere onunla öğünürüm" diye bir hadîs rivayet edilir. Sofiler, bu hadîse çok ehemmiyet verirler ve Buradaki yokluk ve yoksuzluğu mevhum varlıktan soyunmak. Allahı varlığiyle var olmak mânasına alırlar.

B. 2363. Bu beyit, bir hikâyeye dayanmaktadır; Kadının, biri, sevgilisini bahçede bir otluğa gizlemiş, kocasiyle gezmiye çıkmış. Otluğa yaklaşınca "Dur, canım şu armut ağacına çıkmak istiyor" deyip ağaca çıkmış. Ağaçtan kocasına "O yanındaki kadın kim? Onunla gözümün önünde sevişmekten utanmıyor musun? diye bağırmıya başlamış. Adam, her ne kadar "Öyle bir şey yok" demişse de kadın feryadı basmış. Kocası aşağı inip bakmasını söylemiş, kadın inmiş "Hakikaten bir şey yok. Sen de çık bakalım, bir şey görecek misin?" diye adamı çıkarmış ve sevgilisiyle oynaşmağa koyulmuş. Bu sefer adam bağırmağa başlamış. Kadın bir müddet sonra "hele aşağı in de bak, bir şey var mı" demiş. Adamcağız aşağı ininceye kadar oynaşı kaçıp gitmiş. Bunun üzerine asağıda karısından başka kimseyi göremiyen adam, bu ağaçta bir sır olduğuna kani olmuş. Birisi bir şeyi doğru görmezse Farsça "Armut ağacından in de şüphen kalmasın" derler. Bu bir atalar sözü olup kalmıştır.

B. 2365. Hâşim. H. Muhammed'in dördüncü atasıdır. Kureyş kabilesinin Hâşim soyundan gelenlere-"Beni Hâşim — Hâşimoğullan" denir.

B. 2367. Sıddıyk, tamamiyle inanan, tasdik eden demektir. Ebubekir'in lâkabıdır.

B. 2425. "Kadınlardan, oğullardan, altın ve gümüşe ait toplanmış mallardan, damgalanmış atlardan, diğer hayvanlarla ekim biçimden olan şehvetlere meyil ve sevgi, insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar, dünya yaşayışına ait kanaatlerdir. Dönülecek iyi makam ise Allahı indindedir." (Sure: 3 — Âl-i İmran. âyet: 14) Bu beyitteki "Züyyine linnâs — İnsanlar için ziynetlendirildi, onlara güzel gösterildi" cümlesi, bu âyetin başlangıcıdır.

B. 2427. Zâloğlu Rüstem, İran'ın meşhur esatiri kahramanıdır. Hamza, Peygamber'in amcasıdır. ve kahramanlığiyle meşhurdur. Uhud harbinde şehit düşmüştür.

B. 2428.    1972 nci beytin izahına bakınız.

B. 2453.    Ay  tutulunca halk sahan,  fincan gibi şeyler çalarlar.  Hattâ  tüfek,  tabanca atarlardı.  
Bu  suretle ayı tutan şeytan korkup kaçarmış!

B. 2455.    "Ene Rabbüküm-ül a'la" ben, sizin en yüce Allahınızım demektir. Kur'an'ın 79 uncu suresi olan. Nâziât  suresinin   15-26 ncı âyetlerinde  Firavun'un  kötülüğü anlatılırken 24 üncü âyette böyle dediği de hikâye edilmektedir.

B. 2481. den sonraki başlıktaki cümle "Dünyada da ziyan eder. Ahrette de" demektir. 22 nci surenin (Hac) 11 inci âyetinden alınmadır. Ayetin mânası şudur: "İnsanların bazısı Allahı'ya dille ibadet eder; bir hayra uğrarsa inanır, bir sınanmaya düşerse dinden yüz çevirir. Bu çeşit adam dünyada da ziyan eder, ahrette de, işte görünür ziyankârlık budur."

B. 2508. den sonraki başlıktaki cümle 8 inci surenin (Enfâl) 44 üncü âyetinden alınmaktadır. "Sizi de onların gözlerine az gösterdi. İşler, nihayet Allahı'ya döner, onun dediği olur" demektir. Âyetin tamamının mânası şudur: "An o zamanı ki Allahı'nın takdir ettiği şey, yerine gelsin diye düşmanla karşılaştığınız vakit Allahı, onları sizin gözünüze azlık gösterdiği gibi sizi de onların gözlerine az gösterdi. İşler, nihayet Allahı'ya döner, onun dediği olur."

B. 2513. ten itibaren Salih Peygamber'den ve mucizelerinden bahsedilmektedir. Bu bahis, bilhassa Kur'-an'ın 91 inci üresi olan Şems suresinin 10-15 inci âyetlerinde vardır. 2513 üncü beytin ikinci mısraı, bu surenin 13 üncü âyetinden aynen ve lâfzen alınmıştır.

B. 2539. Bu kelime "diz çökmüşler" manasınadır. Kuran'da Semud kavminin helaki anlatırken "Salih Peygamber'in gönderdiği Semud kavmini yer deprentisi ve korkunç bir ses, tamamiyle helak etti. Onlar, evlerinde diz çökmüş olarak öldüler ve bu suretle sabahladılar" deniyor (7 nci sure — A'râf, âyet: 78).

B. 2558. "Zalim kavmin ardından..." Şuayb Peygamber, kavminin helakinden sonra böyle demiştir
(7 nci sure — A'râf, âyet: 93).

B. 2569. dan sonraki bahis, 297 nci beytin izahına bakınız.

B. 2594. "Allahı, öyle bir Allahı'dır ki sizi topraktan yaratmış, sonra belli olmıyan bir müddet hayatta kalmanızı takdir etmiştir. O müddetin, yani ecelinizin ne vakit ve ne suretle geleceğini ve kıyametin ne vakit kopacağını Allahı bilir. Siz bunları bilirsiniz de sonra •yine şüpheye düşersiniz."
(Sure: 6 — En'âm, âyet: 3).

B. 2692. den sonraki başlıktaki Arapça söz. 48 inci surenin (Feth) 2 nci âyetinden alınmadır ve "Allahı, suçlarından yapılıp geçmiş onları da yarhgar, geleceklerini de" demektir.

B. 2604. "Süleyman, Rabbim, beni yarlıga ve bana öyle bir saltanat ver ki benden sonra hiç kimseye nasibolmasın. Sen, şüphe yok, verici Allahısın dedi" (38 nci sure — Sâd. âyet: 35). Bu beyitteki Arapça cümle "Rabbim, bana ver" demektir. 2606 ncı beyitteki cümle de "nasibolmasın" manasınadır. Her iki cümle de aynen bu âyetten alınmada.

B. 2610 - 2611. Süleyman Peygamber'in, kendisine gösterilen atlara dalıp ibadet zamanını geçirdiği 38 inci surenin (Sâd) 31-33 üncü âyetlerinde bildirilmektedir.

B. 2654. "Ben yerime, göğüme sığmadım ama bana inanmış, benden korkan temiz ve haramdan çekinen kulumun gönlü beni aldı, oraya sığdım." Kudsi hadîs.

B. 2656.    568 inci beyitin izahına bakınız.

B. 2694. "Ya Muhammed. de ki: gelin..." Bu cümle birkaç âyette vardır (3 üncü sure — Âl-i İmran. âyet: 64,  6 ncı sure — En'âm, âyet: 151.

B. 2709.    9 uncu sure — Tevbe, âyet: 111.

B. 2714.    24 üncü sure — Nur, âyet: 30.

B. 2728. Arap alfabesindeki 28 harf iki türlü tertibe tâbidir. Birincisi yazı bakımından birbirine benzer harfler yanyana getirilerek yapılmıştır. İkincisi harflerin terkiplerinden meydana gelmiştir. Ebc (e) d, H (e) v (ve) z... gibi. Bu ikinci tertibe "Epçet" denir. Epçet hesabı da bu harflere göredir. Bu harflere, yani Epçede mâna verenler ve Adem Ataya inen sahifelerin bunlar olduğunu söyliyenler de vardır.

B. 2734. Kevser, fazla nesil ve zürriyet, bir de cennette H. Muhammed'e mahsus bir havuzdur. Kur'an'-ın 108 inci suresinin adı da Kevser suresidir.

B. 2747. Kur'an'ın 93 üncü suresi "Vedduhâ — kuşluk çağına and olsun" diye başlar ve "Duhâ suresi" diye anılır. Bu beyitteki âyet, bu surenin onuncu âyetidir.

B. 2758. Kur'an'ın 112 nci suresi olan İhlâs suresinin 3 ve 4 üncü âyetlerinden alınmadır.

B. 2787. Yusuf Peygamber’i kardeşleri kuyuya atmışlar, bir kafile geçerken kuyudan su çekmek üzere kuyuya kova salmışlar, Yusuf bu suretle çıkmıştır. (12 nci sure, Yusuf, âyet: 19).

B. 2788. Musa Peygamber. Şuayb Peygamber'in kızını ve kendisine verilen hayvanları alıp bir yurt kurmak üzere giderken Eymen - Tuvâ vadisinde karşıdan bir ateş görmüş, yol sormak yahut ısınmak üzere biraz ateş almak için oraya doğru gidince çalılardan, ağaçlardan ateş çıktığını, fakat çalılarla ağaçların yanmadığmı görmüş, ilerleyince ateşin de ilerlediğini, gerileyince ateşin de gerilediğini görerek şaşırmış bir haldeyken bir ağaçtan "Ben senin Rabbinim, sen mukaddes Tuvâ vâdisindesin, çıkar ayakkabılarını!" diye bir ses gelmiş. Asasının ejderha olması, koynuna soktuğu elin parıl parıl yanar bir hale gelmesi (Yed-i Beyzâ) mucizeleri, kendisine burada verilmiştir. Tevrat'ta anlatılan bu vak'a, Kur'an'ın da birçok surelerinde geçer (meselâ sure: 20 — Tâhâ, 9 uncu âyetten itibaren).

B. 2794 - 2795. Bu beyitlere göre Mesnevi'nin birinci cildi yazılırken Bağdad'da henüz Abbasoğulları halifeliğinin bulunduğuna hükmetmek icabeder. Bağdad, Hulâgû tarafından hicrî 656 da zaptedilmiş, Abbasoğulları imparatorluğu bu suretle tarihe karışmıştır. Buna nazaran Mesnevi'nin birinci cildi, nihayet 656 (1258) yılında ve bu beyitlerin, cildin sonlarında olduğuna göre herhalde Bağdad'ın zaptından önce tamamlanmıştır. Mevlana, ikinci cildin başlarında, bu cilde 662 recebinin on beşinci günü başlandığını ve birinci cildin bitmesinden sonra Mesnevi yazılmasının bir müddet durakladığını bildirir. Eflâki, bu duraklamanın. Çelebi Hüsameddin'in karısının ölümü ve yeniden evlenmesi yüzünden olduğunu ve iki yıldan ibaret bulunduğunu söylerse de ikinci cilde, birinci cildin bitmesinden aşağı yukarı altı sene sonra başlandığı yukardaki hesaptan açıkça meydana çıkmaktadır. Salih Ahmet Dede, "Mecmua-al Tavârîh-al Mevleviyye" de birinci cilde 659 cümadelâhırası sonlarında başlandığını, hiçbir kaynak göstermeden söyler. Herhalde bu hesabı, Eflâkî'nin iki yıl duraklama kaydını gözeterek ve nihayet bir cildin bir yılda biteceğini tahmin ederek yapmıştır. Halbuki arzettiğimiz gibi birinci cildin sonlarında henüz Abbasoğulları İmparatorluğu vardır. Şu halde bu kayıt da tamamiyle yanlıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder