2 Haziran 2016 Perşembe

Mesnevi Hz Mevlana Celaleddin

Fakat bu yüce ve adalet sahibi Mahmud’un merhametini bilsen sonu hayır olsun, Mahmut olsun dersin.
Ey gönlü korkup duran, yoksulluk sana göre Mahmut’tur. Seni yoldan çıkaran tabiatını pek dinleme.
Yoksulluğu adam akıllı avlasan o çocuk gibi kıyamete dek ağlarsın.
Beden, insanı besleme hususunda anaya benzer ama sana yüz düşmandan daha düşmandır.

1405. Bedenin hasta oldu mu sana ilaç aratır, kuvvetlendi mi seni şeytanlaştırır, bir put haline sokar.
Şu sitemlerle dopdolu olan bedeni bir zırh bil; ne kışa yarar ne yaza.
Sabredersen kötü arkadaş iyidir. Sabır, insanın göğsünü açar, insanı genişletir.
Ayın gece sabretmesi , onu apaydın bir hale kor. Gülün dikene sabrı, onu güzel kokulu bir hale getirir.
Aslanın pislik ve kan içinde kalıp sabretmesi , onu deve yavrularıyla doyurur.

1410. Peygamberlerin münkirlere sabretmesi onları Allah hassı yapmış , sahipkıran etmiştir.
Kimde bir düzgün esvap görsen bil ki onu sabretmek , uğraşıp kazanmakla elde etmiştir.
Kimi aç , çıplak görürsen bu hali , sabırsızlığına tanıktır.
Kim ürker , canı dertler içinde kalırsa mutlaka bir kötü kişiye arkadaşlık etmiştir.
Eğer sabretsen ülfetine tahammül edip vefa göstersen sevdiğinden ayrılmaz , başını dövmezdin.

1415. Balla sütün karıştığı gibi Allah huyuyla huylansaydın “Ben batanları sevmem” der,
Kervandan arda kalmış ateş gibi yol üstünde yalnız başına kala kalmazdın.
Sabırsızlıktan Allah’dan başkasına eş oldun mu onun ayrılığıyla dertlenirsin , hayrın kalmaz.
Sohbetin halis altınsa nasıl oluyor da haine emanet ediyorsun ?
Allahyla düş kalk, onun huylarıyla huylan da emanetlerin zâyi olmaktan da emin olsun, eksilmekten de.

1420. Huyları yaratanın huyuyla huylan,peygamberlerin ahlâkını yetiştirip besleyen Allah’nın ahlâkına bürün.
Ona bir kuzu versen sana bir sürü bağışlar.Her sıfatı , kemale götüren zaten Allah’dır.
Kuzuyu kurda emniyet edebilir misin?Sakın kurtla Yusuf’u yoldaş etme.
Kurt kurnazlıktan gelir, tilkilenirse sakın aldanma , ondan iyilik gelmez.
Bilgisiz adam bir müddet seninle gönül arkadaşlığında bulunsa bile nihayet cahillikten sana bir zahım vurur.

1425. Onun iki aleti vardır, o hunsadır.Her iki aletinin işi , nihayet meydana çıkar.
Erlik aletini kadınlardan saklar, onlara bir kız kardeş olur.
Erlerden de kadınlık aletini , eliyle örtüp gizler.Kendisini erkek gösterir.
Allah , “Onun gizli ayıbını meydana çıkarır, burnunun üstünde erlik aleti gibi gösteririz” de
Gözü olan kullarımız o işvecinin hilelerine aldanıp çuvala girmezler” dedi.

1430. Hâsılı her alet insanı erkek etmez. Eğer bilgin varsa kendine gel de bilgisizlikten kork.
Tatlı sözlü cahil dostun sözlerine pek kapılma.O sözler eskimiş,yıllanmış zehire benzer.
Anasının canı, gözümün nuru der ama günden güne artan duran dertten, hasretten başka bir şey vermez sana.
O ana, babaya açıkça, yavrucuğum mektepten bezdi, soldu sarardı der..
Başka karından olsaydı ona bu kadar cefada bulunmazdın.

1435. Doğrusunu istersen bu yavrucuk, senin oğlun olmasaydı ve ben doğurmasaydım, yine anası, bu sözü söylerdi!
Kendine gel, bu anadan , onun merhametinden kaç. Babanın sillesi, onun helvasından yeğdir.
Ana nefistir…Baba da cömert akıl. Akla uyan önce daralır ama sonunda yüzlerce genişliğe uğrar.
Ey akılları ihsan eden Allah, feryada yetiş. Sen bir şey dilemezsen hiç kimse dilemez.
İstek de sendedir, ihsan da. Biz kimiz ki? Evvel de sensin , âhır da.

1440. Hem sen söyle, hem sen dinle, hem sen ol. Biz bunca malımız mülkümüzle yine hiçbir şey değiliz.
Yarabbi, bize tekliflerde bulundun, lûtfet de secdeye rağbetimizi artır;bize cebir tembelliğini gönderip şevkimizi söndürme.
Cebir, kâmillerin kolu, kanadıdır.. Tembellerin bağı, zindanı.
Bu cebri, Nil suyu gibi bil. Mümine sudur, kâfire kan.
Kanat, doğan kuşlarını padişaha götürür, kuzgunları mezarlığa.

1445. Şimdi sen, yokluğu anlatmayı bırak. Çünkü panzehire benzer de zehir sanırsın.
Ey kapı yoldaşı, kendine gel. Hintli çocuk gibi yokluk Mahmudundan korkma sakın.
Şimdi bürünmüş olduğun varlıktan kork. O varlık hayali bir şey değildir, sen de bir şey değilsin!
Hiçbir şey olmayan bir şey, hiçbir şey olmayan bir şeye âşık olmuş; hiç var olmamış , hiç var olmamışın yolunu kesmiştir.
Bu hayaller, ortadan kalktı mı akla sığmaz şeylerin apaçık görünür sana!

“Geçip gitmiş olanlara ölüm yüzünden elem ve
sıkıntı yoktur; onlar ancak ellerinde olanı
kaybettiler, ona acınırlar”


1450.İnsanların başbuğu doğru söylemiştir: “Dünyadan geçip giden kişinin
Ölüm yüzünden bir derdi, bir acısı yoktur.Elindekini kaçırdığından dolayı, yüzlerce acıya düşer.”
Neden her devletin , her nimetin mahzeni olan ölümü kıble edinmedim?
Şaşkınlığımdan bütün ömrümce hayalleri kıble edindim, onlar da ecel gelince kaybolup gittiler der.
ölenlerin hasreti ölüm değildir. Neden suretlere kapıldık? Diye acınırlar.

1455. Bunların bir suretten, köpükten ibaret olduğunu görmedik. Halbuki köpük, denizden doğar, denizde gelişir ve hareket eder.
Deniz , köpükleri karaya attı mı mezarlığa git de o köpükleri seyret!
Nerde sizin hareketiniz, oynaşmanız? Deniz sizi mahvolmaya mı terk etti de.
Onlar sana dille,dudakla değil de hal diliyle bu soruyu bize sorma, denize sor desinler.
Köpük gibi olan suret de dalga olmadan nasıl oynar? Yel olmadıkça toprak nasıl olur da havalanır?

1460. Suret tozunu gördün ya, yeli de gör. Köpüğü gördün ya , icat denizini de seyret.
Gör, gör ki sende yalnız bu görüş, bu bakış işe yarar.Bundan ötesini sorarsan yağsın, etsin, ilik ve sinirden ibaretsin.
Fakat yağın mumları ışıklandırmaya yaramaz. Etin , sarhoşa kebap olmaz.
Bütün bu bedenini bakışta erit, bakışa yürü, bakışa git, bakışa var!
Bir vardır, iki fersahlık yolu görür; bir bakış vardır, iki âlemi görür, padişahın yüzünü de.

1465. Bu ikisinin arasında sayıya sığmaz fark var.Gizli şeyleri Allah bilir ama gözüne bir sürme ara.
Yokluk denizini anlattık, duydun ya. Çalış da daima bu denizde ol.
Çünkü tezgâhın aslı yokluk âlemidir;orada hiçbir şey yoktur, bomboştur, oranın nişanesi bulunmaz.
Bütün ustalar, işlerini göstermek için yokluğu ve sınıklık yurdunu ararlar.
Ustaların ustası Allah’nın da tezgâhı yokluktur.

1470. Nerde yokluk fazlaysa orası Allah tezgâhıdır, Allah işi oradadır.
Yokluk , en yüksek derece olduğundan yoksullar, oraya vardılar, ödülü aldılar.
Hele bedenini, malını yok etmiş derviş, hepsinden ileridir. Fakat iş beden yokluğundadır, dilencilikte değil.
Dilenci, malı bitmiş kişidir; kanaat sahibi ise, bedenine kıyan kişi.
Artık dertten şikâyet etme. Çünkü dert , insanı yokluğa sürüp götüren rahvan bir attır.

1475. Ben bu kadarını söyledim, ötesini sen düşün. Fikrin donmuşsa , düşünemiyorsan yürü, zikret.
Zikir, fikri titretir, harekete getirir. Zikri bu donmuş fikre güneş yap.
İşin aslı cezp eder. Fakat kardeş , işten kalıp o cezbeyi bekleme.
Çünkü işi bırakmak , nazlanmaya benzer. Canıyla oynayan hiç nazlanabilir mi?
Oğul,ne kabul edilmeyi düşün, ne reddedilmeyi. Sen daima emri, nehyi gör, gözet.

1480. Derken cezbe kuşu , birden bire çerden çöpten yapılmış yuvasından uçar, görünüverir. Onu gördün mü sabah oldu demektir, mumu o vakit söndür.
Gözler , perdeleri delip hakikati görmeye başladı mı bu nur, onun nurudur artık. Bu nura sahip olan , dışa bakar, içi görür.
Zerrede ebedî varlık güneşini görür, katrada bütün denizi.

Yine sofi hikâyesi,sofiyle kadı

Sofi dedi ki: Kafaya yenen bir sille yüzünden körcesine baş vermeye gelmez.
Teslim hırkasını giyinmişim, bana sille yemek kolay gelir.

1485. Düşmanını pek arık gördü, ben de düşmanca bir yumruk vursam.
Kalay gibi eriyip akıverecek. Derken padişah kısas emredecek.
Zaten çadır harap, direk kırık, yıkılmaya bahane arıyor.
Bu ölü herif için kılıç altına gitmek, kısasa razı olmak yazıktır doğrusu, yazık dedi.
Onu dövemediğinden kadıya götürmeyi kurdu.

1490. Çünkü kadı, Allahnın terazisidir. Kilesine şeytan hilesi giremez.
O, hasetlerin, çekişlerin makasıdır. İki düşmanın savaşını, dedikodusunu keser.
Afsunu ,şeytanı şişeye hapseder. Kanunu, fitneleri yatıştırır.
Tamahkâr düşman teraziyi görünce serkeşliği bırakır, onun hükmüne uyar.
Fakat terazi olmazsa çok bile versen payına razı olmaz.

1495. Kadı rahmettir, savaşı defeder, kıyametteki adalet denizinden bir katradır o.
Karta, küçük ve ayağı kısa bile olsa denizin letafeti, ondan belli olur.
Gözündeki tozu temizledin mi bir katra’dan Dicle’yi görebilirsin.
Cüzüler küllerin haline tanıktır. Gün battıktan sonra batıda beliren kızıllık, güneşin varlığını bildirir.
Allah “Güneş battıktan sonra batıda beliren kızıllığa and olsun” dediği zaman Ahmed’in cismine yemin etmiştir.

1500. Karınca, bir tanecik buğdayı görüp harmanı anlasaydı hiç o bir tane buğdayın üstüne titrer miydi?
Sen yine sözüne gel, sofi sabırsız. Yediği sillenin cezasını acele istemekte.
Ey zulümler eden, nasıl oluyor da gönlün hoş, yaptığını çekmeyeceksin mi sanıyorsun da gafil oluyorsun?
Yoksa yaptıklarını unuttun mu ki gaflet, perdelerini indirdi?
Ardında düşmanların olmasaydı kâinat sana haset ederdi.

1505. Fakat sende olan hukuk yüzünden hapistesin. Yaptığın isyanlar yüzünden azar azar özür dilemeye bak.
Bak da ceza veren seni birden tutmasın. Ey dost, suyunu durult.
Sofi kendisine sille vuran adamın yanına gidip dâvacı gibi eteğine yapıştı.
Onu çeke çeke kadının yanına götürdü. Bu ters eşeği ya eşeğe bindir, halka göstererek ceza ver.
Yahut da döverek cezalandır. Artık hangisini münasip görürsen onu yap.

1510. Senin verdiğin cezadan ölse bile ölür gider, soran bile olmaz.
Kadının şer’an vurduğu sopayla birisi ölürse kadı, onu ödemez. Çünkü şeriat’in emri oyuncak değildir.
O, Allah vekilidir, Allah adaletinin gölgesidir. Her hak sahibiyle cezaya müstahak olanın aynasıdır o.
O, mazlumun hakkını hak etmek için ceza verir, kendi ırzı için kızgınlığından yahut da bir şey kazanmak için değil.
Onun cezası, Allah içindir, kıyamet günü içindir. Bu ceza da bir hata olsa bile ona diyet lâzım gelmez.

1515. Çünkü birisini kendisi için döven borçludur. Allah için döven her şeyden emindir.
Baba oğlunu dövse de oğlu ölse kan diyetini vermesi lâzımdır.
Çünkü onu, kendi işi için dövmüştür. Oğlun, babaya hizmeti vaciptir.
Fakat çocuğu öğretmeni dövse de çocuk, bu dayaktan ölse korkma, öğretmene hiçbir şey olmaz.
Çünkü öğretmen Allah vekilidir, emindir. Her eminin hakkındaki hükümde böyledir.

1520. Talebenin öğretmene hizmeti farz değildir. Bu yüzden de üstat ona kendisi için bir ceza vermez.
Baba döverse kendi hizmeti için döver, bundan dolayı,kan pahasından kurtulamaz.
Ey Zülfikar, kendi varlığının, benliğinin başını kes. Kendinden geç, derviş gibi yok ol.
Kendinden geçtin, varlığını bıraktın mı, ne yaparsan Allah yapar. “Sen atmadın, Allah attı” hükmüne girersin, eminsin.
O diyet Allahyadır, emin olan adama değil. Bu, “Fıkıh” ta uzun uzadıya ve etraflıca anlatılmıştır.

1525. Her dükkânın ayrı bir sanatı, ayrı bir kârı vardır. Mesnevide yokluk dükkânıdır oğul.
Kunduracı dükkânında güzel deriler bulunur. Herhangi bir tahta parçası görürse bil ki kundura kalıbıdır.
Kumaş satanlarda kumaşlar, ipekliler bulunur, demir olsa olsa arşın olarak vardır.
Mesnevimiz vahdet dükkânıdır. Orada birden başka ne görürsen puttur.
Halkı tuzağa düşürmek için putu övmeyi “Onlar ak ve yüce kuşlardır” sözü gibi say.

1530. Peygamber, onu “Vennecmi” suresinde okudu ama o söz, surede bir âyet değildi, sınama için söylenmiş bir sözdü.
Sonunda bütün kâfirler de secde ettiler. Bu, bir sırdı, bu suretle onlar da yere baş koydular.
Bundan sonra anlaşılması güç, karışık bir söz vardır. Sen, Süleyman’la bulun, şeytanlara karışma.
Yine sofi ile kadı hikâyesine gel, o zayıf ve perişan, fakat zalim adamın hikâyesini anlat.
Kadı dedi ki: Oğul, önce tavanı durdur da ondan sonra ona hayır, şer bir resim yapayım.

1535. Vuran nerede? Vurduğu yer neresi? Yahu, bu, hastalıkla bir hayal olmuş!
Şeriat,dirilerle zenginler içindir. Hiç mezardaki ölülere şeriat hükümleri tatbik edilebilir mi?
Yoklukla kendilerinden geçmiş olanlar, o ölülerden yüz kat daha ölüdür.
Ölü, bir kere ölmüş, bu âlemden geçip gitmiştir. Halbuki sofiler, yüz taraftan ölmüşlerdir.
Ölüm, bir kere öldürülmedir. Halbuki bu, üç yüz ölümdür, her birine de sayısız diyet vardır.

1540. Allah, bunları defalarla öldürmüştür ama diyetleri için de ambarlar dökmüştür.
Bunların her biri hakikat âleminde Circis’e benzerler. Altmış kere öldürülmüşler, altmış kere dirilmişlerdir.
Bu çeşit adam, ihsan sahibi kılıcın zevkiyle öldürülmüştür; fakat bir kere daha vur diye yanar, sızlanır durur.
Vallahi şehit olan, o canlar bağışlayan varlığın aşkıyla ikinci defa öldürülmeye öyle bir âşıktır ki!
Kadı dedi ki: Ben dirilere hükmederim, mezarlıkta yatan ölülere değil.

1545. Bu, görünüşte mezarda alçalmış, ölü değil ama mezarlar onun varlığında gizli.
Mezarda ölüyü çok gördün, bir de ölüde mezarı gör ey kör adam.
Bir mezardan üstüne bir kerpiç düşse ne yaparsın, akıllılar kalkarlar, mezardan dâvacı olurlar mı?
Ölüye kızıp da kinlenmeye, öç almaya kalkışma. Hamam duvarındaki resimle kavgaya girişme.
Şükret ki sana bir diri vurmadı. Çünkü dirinin reddettiğini Allah da reddeder.

1550. Dirilerin kızgınlığı, Allah kızgınlığıdır, Allah zahmıdır. Çünkü o dışı temiz kişi, Allahyla diridir.
Allah onu öldürmüş, ayağından üflemiş, çabucak kasap gibi derisini yüzmüştür.
Allah’nın üfürmesi, ona ebedî olarak kalır. Allahnın üfürmesi kasabın üfürmesine benzemez.
Fakat Allah üfürmesiyle kasap üfürmesi arasında çok fark vardır. Bu, baştan aşağıya kadar lûtuftur, kemaldir, öbürü tamamıyla ayıp ve ar.
Bu dirilik,o üfürmeyle mahvolmuştur; o dirilik, o üfürmeyle gelmiştir, ebedîdir.

1555.Bu soluk, o soluk değildir ki söze sığsın, anlatılabilsin. Kendine gel de şu kuyunun dibinden köşkün üstüne çık, yücel!
Bunu eşeğe bindirmenin şeriatta yeri yok. Sopanın resmini eşeğe bindiren var mıdır hiç?
Onu eşeğe değil, tabuta bindirmek daha doğru, daha yerinde.
Zulüm nedir? Bir şeyi lâyık olduğu yere koymamak. Sen de onu, ona lâyık olan yerden başka bir yere koyup zâyi etme.
Sofi dedi ki: Peki, hiçbir suçum, günahım yokken bana bir sille vurmasını reva görüyor musun?

1560. Demek ki bir değirmen eşeği, hiçbir suçu olmayan sofiye bir sille aşk edebilir ha?
Kadı, zayıf adama, az çok paran var mı? diye sordu. Adam, dünyada yalnız altı kuruşum var, deyince,
Peki dedi, üç kuruşunu sen harcan, üç kuruşunu da hiç lâf etmeden ver bu adama.
O da zayıf, yok yoksul bir adam. Üç kuruşla kendine ekmek katık alır.
Hasta adamın gözü kadının ensesine ilişti. Baktı ki onun kellesi, sofininkinden daha hoş.

1565. Vurduğum sillenin cezası ucuz deyip vurmak için elini kaldırdı.
Kadının yanına gidip kulağına bir şey söyleyecek gibi yaptı, ensesine bir hudayi sille aşketti.
Dedi ki: Altı kuruşu bölüşün ben de hırıltıdan gürültüden kurtulayım!

Kadının bundan kızması,sofinin ona sitemde
bulunması

Kadı kızınca sofi, hey dedi. Şüphe yok ki senin hükmün adalettir, azgınlık değil.
Ey din şeyhi, ey emin adam! Kendine yapılmasını istemediğin şeyi kardeşine nasıl hükmediyorsun?

1570. Bilmiyor musun ki benim için kuyu kazarsan nihayet kendin düşersin.
“Kim kardeşine kuyu kazarsa kendi düşer” hadisini okumadın mı? Okuduysan a babasının kuzusu önce o hükme sen uy.
Kafana bir sille inmesine sebep olan şu tek hükmün yok mu? Eğer öbür hükümlerin de böyleyse,
Vay senin hükümlerine. Kim bilir onlar da başına, ayağına ne dertler getirir?
Bir zalime, sana harcamak için üç kuruş lâzım diye acırsın ha.

1575. Acımanın yeri mi? Zalimin elini kes. Halbuki sen, hükmü, dizgini o zalimin eline veriyorsun.
Sen ey adaleti bilinmez adam, kurt yavrusuna süt veren keçiye benziyorsun!


Kadının sofiye cevap vermesi




Kadı dedi ki: Kaza ve kaderden gelen her silleye her cefaya razı olmamız gerek.
Alnımızın yazısına içten razıyım, yüzüm ekşidi ama hoş gör; hak, acıdır.
Gönlüm bağdır, gözüm buluta benzer. Bulut ağladı mı bağ güler, neşelenir, hoş bir hale gelir.

1580. Kıtlık yılında gülüp duran güneşin yüzünden bağlar, bahçeler ölüm haline girer, can çekişirler.
Allah’nın “Çok ağlayın” emrini okumuşsundur. Peki, ne diye pişmiş kelle gibi sırıtıp kaldın ya?
Mum gibi daima göz yaşı dökersen mum gibi evi aydınlatmış olursun.
Ananın, yahut babanın ekşi suratı,çocuğu her zarardan korur.
Ey sersem sersem gülüp duran, gülmenin zevkini gördün, bir de ağlamanın zevkini seyret. O, şeker madenidir.

1585. Seni cehennem ağlatırsa onu anmak, sana cennetten hoştur.
Gülmeler, ağlamalarda gizlidir. Ey sâf ve temiz kişi, defineyi yıkık yerlerde ara.
Zevk gamlardadır. Onların izini kaybetmişler, abıhayatı karanlıklara çekip götürmüşlerdir.
Yolda konak yerine kadar tersine nal izleri var. İhtiyatlı ol gözünü dört aç.
İbret gözünü dört aç. Sevgilinin iki gözünü de kendi gözlerine dost et.

1590. Kuran’dan “Onlar, işlerini danışarak yaparlar” âyetini oku. Sevgiliyle dost ol, nazlanarak of deme.
Dost, yolda arkadır,sığınaktır. İyice bakarsan görürsün ki yol sevgiliden ibarettir.
Dostlara, sevdiklere ulaştın mı sus, otur. O halkaya kendini yüzük taşı yapmaya kalkışma.
Aklını başına devşir de Cuma namazına bak. Herkes toplanmıştır, bir düşüncededir, susup dururlar.
Varını yoğunu sükût diyarına çek. Nişan arıyorsan kendini nişane yapmaya kalkışma.

1595. Peygamber dedi ki: Bil ki karanlıkta yıldızlar nasıl yol gösterirse dostlar da elemler, sıkıntılar denizinde öyle yol gösterir.
Gözü yıldızlara dik, yol ara. Söz, bakışı bulandırır, sus, söylenme.
İki doğru söz söyledin mi, uydurma söz de ona uyar, ulanır gider.
Söz, sözü açar derler; hiç duymadın mı bu lâfı?
Sakın doğru söze de girişeyim deme. Çünkü söz, doğrudan eğriye gidiverir.

1600. Ağzını açtın mı artık söz, senin elinde değildir. Sâf sözün ardından bulanık söz de akar.
Fakat Allah vahyinin yolunda mâsum olanın sözleri, tamımı ile sâftır, onun için böyle dam ağzını açar, söze başlarsa caizdir.
Çünkü peygamber, kendi heva ve hevesinden söz söylemez. Allah mâsumundan heva ve heves doğar mı hiç?
Hal sahibi ol da söz söyle; bu suretle de benim gibi söze düşkün olma!


Sofinin, kadıdan sorusu


Sofi dedi ki: Mademki altın, bir madendendir. Neden bunda fayda var, onda zarar?

1605. Hepsi bir elden geldiği halde neden bunun aklı başında, öbürü sarhoş?
Bu ırmaklar, hep bir denizden akıyor da neden bu tatlı, öbürü ağza zehir gibi gelmede.
Bütün nurlar, ebedîlik güneşindedir de doğru sabahla, yalancı aydınlık nasıl meydana geliyor?
Bakanın gözüne çekilen sürme, aynı sürme. Doğru görüşle şaşı görüş nereden çıkıyor?
Para basılan yerin sahibi Allah iken nasıl oluyor da paraların bir kısmı iyi basılıyor, bir kısmı fena?

1610. Allah, yola “benim yolum” dedikten sonra neden bu ahde vefa etmede, öbürü yol kesmede.
Mademki hür kişiyle şaşkın kişi, bir karından doğmada, “Çocuk, babanın sırrıdır” sözü nasıl doğru oluyor?
Binlerce suretle görünen birliği kim görmüştür? Daimî olarak duran bir varlıktan nasıl oluyor da yüz binlerce hareket meydana geliyor?

Kadının sofiye cevabı

Kadı dedi ki: Ey sofi, şaşırma. Bunu bir örnekle anlatacağım dinle!
Âşıkların kararsızlığı da sevgilinin karar ve sebatından ileri gelir.

1615. O dağ gibi nazlanıp durur, âşıklar da yapraklar gibi titrerler.
Onun gülüşü ağlamalar koparır, yüzünün suyu yüz sularını yerlere döker.
Bütün bu keyfiyetler, köpük gibi denizin üstünde oynar durur.
Fakat denizin zatında da bir zıttı, bir ortağı benzeri yoktur, işinde de. Varlıklar, varlık libaslarını ondan giyerler.
Zıt, kendisine zıt olan şeye nasıl olur da varlık verir? Onu yaratması şöyle dursun belki ondan kaçar, uzaklaşır.

1620. Eş ne demektir? Misil demektir, iyinin kötünün misli. Misil kendisine misil yaratır mı hiç?
Ey Allahdan korkup çekinen, Allah, birbirine benzer, birbirinin misli iki varlık olsa yaratıcılıkta bu, neden öbürüne üstün olsun yani?
Bir bahçedeki yapraklar kadar birbirine eş ve zıt varlık olsa onlar, yine zıttı ve eşi olmayan denizin köpüklerine benzerler.
Denizin bu zıt görünüşlerini,bu sayısız tecellilerini , keyfiyetsiz olarak gör. Denizin varlığına keyfiyet nasıl sığar?
Onun en aşağı oyunu, canındır. Bu nelik ve nitelik cana nasıl sığar? Can nasıldır, nicedir diyebilir misin?

1625. Peki, her katradaki akıl ve can bile bedene bigâne olan böyle bir deniz,
Nasıl olur da sayı ve keyfiyetin daracık sahasına sığar? Aklıkül bile orada bilmeyenler arasına katılmıştır.
Akıl, bedene ey cansız şey der, hiç o dönüp varacağın denizden bir koku aldın, bir şey duydun mu?
Beden der ki: Ben ancak senin bir gölgenim. Gölgeden kim yardım ister ki?
Akıl da burası der, anlayabilecek kişinin, anlayamayacak kişiden daha âciz olduğu bir yerdir. Öyle bir hayret makamıdır burası ki,

1630. Burada parlak güneş bile bir zerreye kulluk etmede, köle gibi hizmetlerde bulunmaktadır.
Aslan burada ceylânın önüne baş kor. Doğan burada çil kuşunun yanında kanat çırpar.
Buna inanmıyorsan neden Mustafa yoksullardan dua ister durur du ya?
Bu, belletme içindi dersen bilgisizlik, nasıl olur da anlatma vesilesi kesilir?
O biliyordu ki padişahlara lâyık defineyi, padişah, yıkık yerlere gömer.

1635. O yıkık yerin her cüzü, defineyi gösterir ama kötü zan, o defineyi kaybetmek için tersine çakılmış nal izlerine benzer.
Hattâ doğrusu hakikat, hakikatte garkolmuştur da bu sebeple yetmiş fıkra, belki de yüz fıkra meydana çıkmıştır.
Sofi, can kulağını iyi aç, sana kendi saçma sözlerini anlatıyorum.
Takdir sana bir zahım vurdu mu bekle, ondan sonra bir ağır elbise giydirecektir.
Çünkü o, silleyi vurduktan sonra taç ve taht bağışlamayacak bir padişah değildi.

1640. Bütün dünya, onca bir sinek kanadı değerindedir. Bir silleye karşı da sonsuz ihsanlarda bulunur.
Boynunu, dünyanın şu altın boyunduruğundan çabuk kurtar da Allahdan sille satın almaya bak.
Peygamberler de dertlere, musibetlere sabrettiler de o yüzden başlarını yücelttiler.
Fakat yiğidim, hazırlan, bekle de gelince seni evde bulsun.
Yoksa eve geldim, kimsecikler yoktu diye getirdiği elbiseyi geri götürür ha!

Sofinin ,yine kadıya sorması

1645. Sofi dedi ki: Ne olurdu yâni, bu âlem, ebedî olarak insana gülseydi, hiç kaşlarını çatmasaydı.
Her an ortaya bir acılık katmasaydı, değişip durarak insana zahmetler vermeseydi.
Gündüzün nurunu gece çalmasaydı, zevk ve sefalar sürülen bahçeyi kış talan etmeseydi.
Sıhhat kadehi humma taşı ile kırılmasaydı, eminliği dert ve elem korkusu bozmasaydı.
Hâsılı nimetinde bir hırıltı, gürültü olmasaydı cömertliğinden, ne eksilirdi ki?

Kadının sofiye cevap vermesi ve Türkle terzi
hikâyesini örnek getirmesi

1650. Kadı, pek bomboş bir sofisin sen. Kûfî yazıdaki kef gibi bomboşsun, bir parçacık bile aklın yok.
Ağzından şekerler saçan hikâyeci, geceleri terzilerin hainliklerini anlatır, hiç duymadın mı sen?
Onların halkı nasıl soyup soğana çevirdiklerine dair geçmiş zamanlardaki hikâyeleri anlatır durur.
Kumaş keserlerken kumaşın bir parçasını nasıl çaldıklarını şuna buna söyler.
Hikâyecinin biri de geceleyin yine terzi masalı okumaya koyulmuştu. Halk başına toplanmıştı.

1655. Dinleyici bulunduğundan bütün cüzleri hikâye olmuştu âdeta.

Peygamber aleyhisselâm “Şüphe yok Allah,
dinleyenlerin himmetince vaiz edenlerin diline
hikmet telkin eder” buyurdu.

Birisinin sözü güzelse dinleyicidendir. Öğretmenin heyecanı ve işe iyi sarılması, çocuğun tesiriyledir.
Yirmi dört şubeden çalgı çalan bir çalgıcıya, dinleyen olmadı mı çalgısı bir yük olur.
Aklına ne bir yanık nağme gelir, ne bir güzel, ne de on parmağı, çalgının perdelerinde ve tellerde oynar!
Gayb haberlerini dinleyen bir kulak olmasaydı hiçbir muştucu gökten vahiy getirmezdi.

1660. Allah sanatlarını gören gözler olmasaydı ne gökyüzü dönerdi, ne yeryüzü gülerdi.
“Sen olmasaydın” sözü, keskin ve görür gözler içindir.
Fakat halk, kadın ve yemek aşkından nereden Allah sanatına bakacak, nereden Allah aşkına düşecek?
Yiyecek birkaç köpek olmadıktan sonra tutmaç suyunu köpeklerin yiyecekleri yere dökmezsin ki.
Yürü, Allah mağarasının köpeği ol da o, seni seçsin, bu yal yerinden kurtarsın.

1665. Hikâyeci, terzilerin insafsızca hırsızlılarını anlattı, çaldıkları kumaşları nasıl sakladıklarını söyledi.
Halk arasında Hıta’lı bir Türk vardı. Bu sırrın açılmasına pek kızdı öfkelendi.
Gece, kıyamet günü gibi o sırları, hakikat ehline açıp durmaktaydı.
Nereye gitsen de orada birbirlerinin sırlarını açan iki düşmanı savaşır görsen;
O anı, anılıp söylenen mahşer bil. O sır söyleyen boğazı da sur say.

1670. Allah, öfke sebeplerini hazırlamış, o kötülükleri ortaya atmıştır.
Hikâyeci, terzilerin bir çok hainliklerini sayıp döktü. Türk acıklandı, kızdı, dertlendi.
Dedi ki: Ey meddah, şehrinizde hilede, hıyanette en usta hangi terzi?

Türk’ün ,terzi benden bir şey çalamaz diye
bahse girişmesi

Meddah dedi ki: Ciğeroğlu derler bir terzi vardır, hırsızlıkta, çeviklikte halkı öldürür âdeta.
Türk, benden dedi, bir iplik bile çalamaz. Sizinle bahse giriyorum.

1675. Senden daha akıllı nice kişileri mat etti, bahse girişme, böyle kanatlanıp uçmaya kalkma.
Yürü, aklına böyle mağrur olma. Onun hileleriyle sen de kendini kaybedersin dediler.
Türk, büsbütün kızdı, benden ne yeni, ne eski hiçbir şey alamaz diye bahse girişti.
Tamah edenler de onu büsbütün kızdırdılar. Bahse girip ağzını açarak dedi ki:
Şu Arap atım rehin olsun. Benden hileyle kumaş çalabilirse at sizin olur.

1680. Fakat hile yapamaz, çalamazsa ben sizden bir at alırım.
Türk, o gece kızgınlığından uyuyamadı. Hırsızın hayali ile savaşıp durmaktaydı.
Sabah çağı bir atlas kumaşı koltukladı, çarşıya o hilebazın dükkânına gitti.
Terziye selâm verdi. Usta hemen yerinden kalkıp selâmını aldı, merhaba hoş geldin dedi.
Türk’e haddinden fazla saygı gösterdi, hal ve hatır sordu, kendisini sevdirdi.

1685. Türk, ondan bu bülbül gibi çilemeyi görünce o İstanbul atlasını terzinin önüne attı.
Bana, dedi, bundan savaş için bir kaftan biç. Belinden aşağısı bol olsun yukarısı dar.
Belden yukarısı dar olsun da güzel dursun, beni bezesin. Fakat aşağı tarafı bol olmalı ki savaşta ayağıma dolaşmasın.
Terzi, sevimli müşterim, sana yüzlerce hizmette bulunayım deyip elini gözünün üstüne koydu, baş üstüne dedi.
Kumaşı önce bir ölçtü, ne kadardan çıkacak onu anladı, sonra Türkü lâfa tuttu.

1690. Başka beylerin hikâyelerini söylemeye, onların lûtuf ve ihsanları övmeye koyuldu.
Nekeslerden, onların aşağılık huylarından bahsetti. Güldürmek için tuhaf tuhaf sözler söyledi.
Ateş gibi makasını çıkardı, kumaşı kesmeye başladı. Ağzıysa masallarla afsunlarla doluydu.

Terzinin güldürecek şeyler söylemesi,Türk’ün
kahkahalarla gülmesi ve küçücük, daracık
gözlerinin kapanması,terzinin de bu suretle
kumaşı çalmaya fırsat bulması




Türk, hikâyelere gülmeye başladı. Daracık gözü tamamı ile örtüldü.
Terzi, kumaştan bir parça çalıp oyluğunun altına gizledi. Allah’dan başka kimsecikler görmedi.

1695. Allah, her şeyi görür ama huyu, örtmektir. Fakat haddini aştın mı açan da odur ha!
Türk, onun masallarının lezzetinden giriştiği bahsi tamamen unuttu.
Atlas neymiş, bahis neymiş, rehin ne? Türk, o terzi beyinin lâtifesine kapıldı gitti, âdeta sarhoş oldu, kendinden geçti.
Allah için olsun, lâtifelerin canıma gıda oldu, gülünecek bir şey daha söyle diye yalvardı.
O hain gülünecek bir şey daha söyledi. Türk kahkahasından sırt üstü yere yıkıldı.

1700. Gafil Türk, gülüp dururken terzi kumaştan bir parça daha çalıp gömleğinin yakasından koynuna soktu.
Hıta’lı Türk, üçüncü defa, Allah aşkına gülünç bir şey daha söyle dedi.
Terzi, ikinci lâtifesinden daha gülünç bir şey söyledi, Türkü tamamı ile avladı.
Gözü kapanmış, aklı gitmiş şaşırmış kalmış, bahse giriştiği halde kahkahayla sarhoş olmuştu.
Bu sırada Türkün gülmesinden meydanı boş bulup kumaştan bir parça daha çaldı.

1705. Hıta’lı Türk, ustadan dördüncü defa olarak yine gülünç bir şey isteyince,
Herif rahme geldi, hilesini,düzenini başkalarına yapmaya niyetlenip,
Amma da gülünecek şeye harîs ha dedi, zararından, ziyanından haberi bile yok.
Türk, ustayı öperek; Allah aşkına bir hikâye daha söyle diye yalvarıyordu.
Ey masal, hikâye olmuş, varlıktan geçmiş adam, masalı ne zamana kadar deneyeceksin?

1710. Senden daha ziyade gülünecek masal yok. Yıkık kabrinin başına git de bir güzelce dur.
Ey bilgisizlik ve şüphe mezarına düşmüş kişi, feleğin lâtifesini, masalını niceye bir arayacaksın?
Ne vaktedek şu cihanın işvesini tadacaksın? Ne aklın düzenin de kaldı, ne canın.
Hor ve zalim bir arkadaş olan şu felek, senin gibi yüz binlerce kişinin yüz suyunu döktü.
Herkesin terzisi olan felek, yüz yaşındaki ham bebeklerin elbiselerini yırtar, diker!

1715. Lâtifesi, bahçelere bir letafet verir ama kış gelince verdiğin şeylerin hepsini yele verir!
Halbuki ihtiyar oğlancıklar, ihtiyaçları yüzünden onun kutlu, kutsuz devriyle alay etmek, eğlenmek için önüne oturmuşlardır!




Terzinin,kendine gel,sus,yoksa bir gülünecek
şey daha söylersem kaftanın dar gelir demesi.


Terzi dedi ki: A hadım ağası, vazgeç. Bir lâtife daha söylersem vay haline.
Sonra kaftanın dapdaracık olur. Hiç kimse kendi kendine böyle iş işler mi?
Gülüyorsun ama gülmenin yeri mi?Eğer bilseydin güleceğin yerde kan ağlardın.

İşsizlerle masal arayanlar, o Türk’e benzerler,
gaddar ve aldatıcı âlem de o terziye benzer.
Şehvetler ve kadınlar,bu dünyanın gülünç şey
söylemesidir .Ömür, ebedilik kaftanı ve takva
elbisesi dikilmek üzere o terzinin önüne veril-
miş atlas kumaştır.

1720. Ömrünün atlasını, ay makasıyla gurur terzisi kesip parça parça ediyor.
Sense yıldızım, hep beni güldürseydi, hep kutlu olsaydı der, bunu istersin.
Onun terbilerine pek kızar, cilvesinden, kininden, aletlerinden hiddetlenirsin.
Susmasından, kutsuzluğundan, tutukluluğundan, kinciliğinden incinirsin.
Neden Zühre çalıp çığırmıyor dersin. Fakat onun kutluluğuna, oynayışına, çağırışına pek güvenme.

1725. Yıldızın der ki: Lâtifeyi biraz daha fazlalaştırırsam seni tamamı ile aldatır, borçlu çıkarırım.
Bu yıldızların işvesine bakma da ey hor hakîr kişi, erkeklere olan aşkına bak!
Birisi yola düşmüş, dükkâna gidiyordu. Gördü ki kadınlar yolu kapamış.
Hızlı yürümeden ayağı yanmaktaydı. Yolsa ay gibi kadınlarla doluydu, yol açmaya âdeta imkân yoktu.
Bir kadına yüz çevirdi de dedi ki: A bayağı mahlûklar, a kızcağızlar, ne de çoksunuz.

1730. Kadın, ona yüzünü döndü, ey emniyet sahibi dedi, bizim bolluğumuzu kötü görme.
Bu kadar çoğuz ama öyle olduğu halde size bu çokluk bile az gelmede.
Kadın kıtlığından oğlancılığa düşüyorsunuz da yapan da dünyaya rezil rüsva oluyor, yaptıran da!
Zamanın hâdiselerine bakma. Feleğin acılıklarını, hazım olunmaz şeylerini görme.
Rızkın, geçimin darlığına, şu kıtlığına, korkuya, titreyişe bakma.

1735. Şuna bak sen: Bu kadar acılıklarıyla beraber yine de onun için ölüyor, ondan bir türlü kendinizi çekemiyorsunuz.
Acı imtihanı bir rahmet bil, Belh ve Merv ülkelerine sahip olmayı bir gazap say.
O İbrahim, telef olmaktan çekinmedi, ateşe atıldı, fakat yanmadı, bu İbrahim, şereften saltanattan kaçtı, kendisini ateşe attı.
Şaşılacak şey. Ateş onu yakmadı, bunu yaktı. İstek yolunda böyle tersine nallar vardır işte!

Sofinin tekrar sual sorması

Sofi dedi ki: Yardımı dilenen Allah, kârımızı ziyansız etmeye kadirdir.

1740. Ateşi gül ve ağaç haline getiren, bunu da zararsız bir hale getirebilir.
Dikenden gül çıkaran şu kışı da bahar edebilir.
Her serviyi hür bir halde sere serpe yücelten, derdi de neşe haline getirir.
Onun lûtfuyla her şey, yokluktan var oldu. Var ettiğini ebedî kılarsa nesi eksilir ki?
Bedene can verip dirilten, dirilttiğini öldürmezse ziyana mı girer?

1745. O cömert Allah, kulunun isteğini çalışmadan verse ne çıkar?
Artık kullarından pusuda bekleyen nefis hilesiyle melûn şeytanın hilesini uzak tutsa ne olur ki?

Kadının sofiye cevap vermesi

Kadı dedi ki: Acı emir olmasaydı, dünyada çirkin, güzel taş ve inci bulunmasaydı,
Nefis, şeytan heva ve hevese... Zahmet, meşakkat, savaş olmasaydı,
A perdesi, yırtılmış adam; padişah kullarına ne ad takardı?

1750. Nasıl ey sabırlı, ey hilim sahibi, ey yiğitlik, ey hikmet ıssı diyebilirdi?
Yol kesen ve melûn şeytan olmasaydı sabırlılar, doğrular ve yoksulları doyuranlar, nasıl belli olurdu?
Rüstem ve Hamza’yla namussuz, aynı ve bir olsaydı bilgi ve hikmet bâtıl olurdu.
Bilgi ve hikmet, doğru yolla yolsuzluğu göstermek içindir. Her taraf yoldan ibaret olsaydı hikmet, abes ve boş bir şey olurdu.
Sense bu acı sulu tabiat dükkânı için iki âleminde yıkılmasını hoş görüyorsun.

1755. Ben bilip duruyorum ki sen paksın, ham değilsin. Bu soruşunda aşağılık kişilerin anlaması için.
Devranın cefası ile âlemdeki bütün eziyetler, Allah’dan uzak olmadan ve gafil bulunmadan daha kolaydır.
Çünkü bunlar hep geçer de onlar geçmez. Devlet, ona derler ki insanın canı uyanık olsun!







Zahmete sabretmek ,sevgilinin ayrılığına sabret-
metken kolaydır.







Kadının biri kocasına dedi ki: Ey adamlığı bir adımda aşan!
Bana hiç bakmıyorsun, neden? Ne vaktedek bu horlukta kalacağım?

1760. Kocası dedi ki: Boğazına bakıyorum, çıplağım ama elim ayağım var, çalışıp çabalıyorum.
Güzelim, ere kadının boğazına ve elbisesine bakmak farzdır. Ben ikisine de bakıyorum. Bu hususlarda eksiğin, gediğin yok.
Kadın, gömleğinin yenini gösterdi. Pek kaba ve kirliydi.
Dedi ki: Kabalığından bedenimi yiyor. Kimse kimseye bu çeşit elbise verir mi?
Kocası, a kadın dedi, sana bir sorum var: Yoksul adamım ben, elimden bu geliyor.

1765. Doğru, bu çok kaba, çok çirkin, fakat ey düşünceli kadın, bir düşün.
Bu mu daha kötü, yoksa boşanmak mı? Bu mu sana daha kötü geliyor ,yoksa ayrılık mı?
Ey kınayıp duran belâ, yoksulluk, eziyet ve mihnet de böyledir işte.
Şüphe yok ki heva ve hevesi terk etmek acıdır ama Allahdan uzak olma acılığından elbette daha iyidir.
Savaş ve oruç güçtür, çetindir. Fakat bu güçlük ve çetinlik, Allahnın, kulu kendinden uzaklaştırmasından, böyle bir derde uğratmasından yeğdir.

1770. İhsan ve lûtuflar ıssı Allah, bir gün, ey benim hastam, ey benim mihnetime uğrayan kul, nasılsın? derse hiç zahmet ve eziyet kalır mı?
Hattâ böyle demese bile, böyle dediğini duymasan, anlamasan bile senin o zevkin yok mu? Allah’nın senin hatırını sormasıdır işte.
Gönül hekimleri olan güzeller, hastaların hatırını sormaya düşkündürler.
Utanır, söz olmasın derlerse bir çare bulurlar, yine haber gönderirler.
Haber bile göndermeseler bunu düşünürler ya. Hâsılı hiçbir sevgili yoktur ki âşıkından haberi olmasın?

1775. Ey duyulmamış, eşsiz hikâyeler arayan, âşıkların hikâyesini oku.
Bunca uzun zamanlardır kaynar durursun ama yine de tatar aşı gibi yarı pişman bir haldesin ey kadid olmuş adam!
Bir ömürdür Allah adaletini görmüş, o tadı almışsın da yine görmeyenlerden daha namahremsin.
Talebelik eden üstat olur. Öyle olduğu halde sen günden güne geri gitmişsin a inatçı kör.
Anandan,i babandan haberin yok, geceyle gündüzden de ibret almamışsın.

Örnek

1780. Bir ârif, papazın birine sordu: Sen mi daha yaşlısın sakalın mı?
Papaz dedi ki: Ben ondan önce doğdum. Sakalsız nice zamanlarım var.
Ârif dedi ki: Sakalın ağarmış, eski halini terk etmiş. Öyle olduğu halde yazıklar olsun, kötü huyun hâlâ dönmemiş!
O senden önce doğmuş seni geçmiş. Sense tirit sevdası ile böylece kala kalmışsın.
Önce doğduğun renktesin hâlâ. Ondan bir adım bile ileri atmamışsın.

1785. Hâlâ kaptaki ekşi ayransın. Hâlâ o yoğurdun yağını ayıramamışsın.
Hâlâ balçık küpteki hamursun, bir ömürdür ateşli tandırdasın ama hâlâ pişmemişsin.
Heves yeli ile başın dönüyor ama tepedeki ot gibi ayağın toprakta.
Musa kavmi gibi Tih çölünün ıssısında, durduğun yerde tam kırk yıl kala kalmışsın a akılsız adam!
Her gün, ta akşama kadar koşup duruyorsun. Fakat kendini yine de ilk konak yerinde görmedesin!

1790. O öküze âşık oldukça şu üç yüz yıllık uzaklıktan kurtulamazsın.
Onların da gönüllerinden öküzün hayali çıkmadıkça ıssı bir girdaba benzeyen o çölde kaldılar.
Bu öküzü bir tarafa bırak, Allahdan sonsuz lûtuflara ermiş, nihayetsiz nimetler görmüşsün.
Fakat öküz tabiatlısın, onun için o büyük büyük iyilikler, bu öküzün aşkı ile gönlünden gidiverdi.
Bâri şimdi bedeninin bütün cüzilerinden sor. Şu dilsiz uzuvlarının yüzlerce dili vardır.

1795. Âleme rızık veren Allah’nın nimetlerinin zikri, zaman yapraklarında gizlenmiştir.
Sen gece gündüz hikâye arar durursun. Halbuki senin cüzilerinin cüzileri, sana hikâyeler söyler durur.
Onlar yokluktan var olalı nice neşeler gördüler, nice gamlar tattılar.
Çünkü hiçbir cüzi lezzetsiz bitmez. Istıraplarla zayıflar, kuru kalır.
Halbuki senin cüzün kaldı da o iyilik, o nimet, aklından gitti. Daha doğrusu gitmedi,beş duygunla yedi endamından gizlendi.

1800. Yaz gibi hani. Yazın pamuk biter de o kalır, fakat yaz hatırlanmaz olur.
Yahut da buz gibi. Kışın olur da kış gizlenir, buz bize kalır.
Bu o güçlükten bir armağandır. Kışın da yazın armağanları şu meyvelerdir.
Ey yiğit bunun gibi senin her cüzün de bedeninde Allahnın bir nimetini söylemededir.
Şu kadın gibi yirmi oğlu vardı da her oğlu, bir güzel halini anlatmadadır.

1805. Sarhoşluk ve oynaşma olmadıkça gebe kalınmaz. Bahar olmayınca bahçelerde bir şey doğar mı?
Gebelerle kucaklarındaki çocuklar, baharın o kadınların aşkına delâlet eder.
Her ağaç, çocuklarını emzirmededir. Hepsi, Meryem gibi gizli bir padişahtan gebe kalmıştır.
Ateş suyla gizlenir ama üstünde yüz binlerce köpük coşar.
Ateş pek gizlidir, fakat köpük, on parmağı ile ateşin varlığına delâlet etmekdedir.

1810. Vuslat sarhoşlarının cüzleri de, bunun gibi hal ve söz timsallerinden gebe kalır.
Hal güzelliğine karşı ağızları açık kalmıştır onların. Gözleri, cihan nakşına örtülmüştür.
O doğanlar bu dört unsurdan doğmazlar. Onun için de bu gözlere görünmezler.
Onlar, tecelliden doğmuşlardır. Bu yüzden renksiz perdeyle örtülüdürler.
Doğmuşlar dedim ya, hakikatte doğmamışlar da. Bu söz, ancak anlatmak için söylenmiş bir sözdür.

1815. Sus da “Kul-söyle” padişahı söylesin. Bu çeşit güllere karşı bülbüllük satmaya kalkışma.
Bu gül, coşmuş köpürmüş, söylenip duran bir güldür. Ey bülbül, bana karşı sözü kes de kulak kesil!
Her ikisi de, yani hal de, söz de, tertemiz iki güzele benzer. Vuslat sırrına iki âdil şahittir bunlar.
Bu iki seçilmiş lâtif güzellik de gebeliklere ve geçmiş zamandaki haşirlere şahadet ederler.
Yeniden yeniye gelen temmuz ayında buzun, her an kış hikâyelerini söylemesi gibi.

1820. Hani buz da, soğuk rüzgârları, zemheriyi, yaz günlerinde o güç zamanları söyler ya.
Kışın meyve ve Allah lûtfunun hikâyelerini anlatır.
Güneşin gülümsediği zamanları, çimen gelinlerine dokunup eksiltmesini söyler.
İşte onun gibi senden de hal gitti, cüzün o halin armağanı olarak kaldı. Ya ona sor, yahut da hatırla.
Gama giriftar oldun mu çeviksen derhal sıçrar, o ümitsizlik deminden kurtulursun.

1825. Ona, ey hali, nimetleri o yüceliği inkâr eden gam, dersin...
Her dem baharda, neşede değilsin de gül yığınına benzeyen bedenin, neyin ambarı ya?
Gül yığını bedenin, düşüncen de gül suyu gibi. Gül suyu, gülü inkâr ediyor ha. Şaşılacak şey bu işte!
Nimetleri inkâr eden maymun huylulardan saman bile esirgenir. Fakat peygamber huylu kişilere güneş ve bulut, saçı olarak saçılır.
O küfür inadı, maymun âdetidir. Şu hamd-ü şükürse Peygamberin yoludur.

1830. Perdelerin yırtılması, maymun huylulara neler etti? Peygambere benzeyenlerse ibadetleri, ne faydalar verdi!
Mamur yerlerde kuduz köpekler vardır. Yücelik ve nur definesi, yıkık yerlerdedir.
Şu doğma, ayın tutulmasında olmasaydı bunca filozof, yolu kaybeder miydi hiç?
Akıllı fikirli kişiler, bu yol yitirme yüzünden burunlarının üstünde ahmaklık dağını gördüler!

Kazanmadan rızık dileyen yoksul hikâyesi

Çaresiz bir müflis, derde düşmüştü. Hiçbir şeyi yoktu, binlerce zehir yutmuştu.

1835. Namazlarda, dualarda yalvarmakta, ey Allahm, ey kurdu kuşu koruyan!
Sen, beni yorulmadan, çalışıp çabalamadan yarattın. Şu âlemde rızkımı da benim kazancım olmadan ver.
Başımda gizli olan beş inci verdin. Beş duygu daha ihsan ettin ki onlar da gizli.
Bu ihsanların sayıya sığmaz. Ben utanıyorum, anlatmadan âcizim.
Beni yaratan yalnız sensin. Rızkımı da sen düzene koy demekteydi.

1840. Yıllarca bu duada bulundu. Nihayet ağlayıp yalvarışı tesir etti.
Hani çalışmadan, yorulmadan helâl bir rızk isteyen adam vardı ya, onun gibi.
Nihayet Allah adaletine sahip Davut Peygamber zamanında bir öküz, onu kutluluğa ulaştırmıştı.
Bu adamda yüzünü yerlere sürdü, yalvarıp sızladı, nihayet meydandan icabet topunu çeldi.
Bazen duasının kabul edilmeyişine bakıp kötü zanlara düşüyor, niçin duam kabul edilmiyor diyor,

1845. Derken yine Allah’nın lûtuf ve keremi, gönlüne muştuluklar veriyor, duasının kabul edileceğine delil oluyordu.
Çalışıp çabalarken yorulup ümitsizliğe düşünce Allah tapısında gel sesini duyuyordu.
Allah alçaltıcıdır, yücelticidir. Bu ikisinden başka hiçbir işi yoktur.
Yerin alçalışına bak, göğün yücelişine bak. Kâinatın devranı bu ikisinden hâli değildir.
Şu yerin yücelip alçalışı da bir başka çeşittir. Yılın yarısında çorak bir hale gelir, yarısında yeşerir, tazeleşir.

1850. Mihnetle dolu olan zamanın yücelip alçalması, büsbütün başka bir tarzdadır. Yirmi dört saatin yarısı günden olur, yarısı gece.
Zıtlarla uzlaşan mizacın yükselmesi, alçalması da şudur: Gâh insan sıhhatli olur, gâh hastalanır, inler.
Dünyanın bütün hallerini böyle bil. Kıtlık, bolluk, barış, savaş, hep denemelerden meydana gelir.
Şu dünya, havada bu iki kanatla uçar. Canlar da bu ikisi yüzünden korku ve ümit yurtlarında yurt edinirler.
Böylece dünya, şimal rüzgârına benzeyen hayatla ve sam yeli gibi olan ölümle titrer durur.

1855. Nihayet İsa’mızın tek renge boyayan birlik küpü yüzlerce renkli küpleri kırar.
Çünkü o âlem, tuzlaya benzer. Oraya ne düşerse renkten arınır.
Toprağa bak. Çeşit, çeşit renkte bulunan insanları mezarlarda bir renge sokmada.
Bu, görünen bedenlerin tuzlası, mâna âlemine ait tuzlaysa bundan tamamı ile ayrıdır.
O mâna tuzlası mânevidir. O, ezelden ebede kadar yenilikler içindedir.

1860. Eskilik bu yeniliğin zıddıdır. Halbuki o âlemin yeniliği zıtsızdır, eşsizdir, sayıya da sığmaz.
Nitekim Mustafa’nın nurunun cilâsı ile yüz binlerce çeşit karanlık ışık kesildi.
O ulu er yüzünden Yahudilerin, Allah’ya şirk koşanların, Hıristiyanların, Mecusilerin hepsi bir renge boyandılar.
Yüz binlerce kısa ve uzun gölgeler o sır denizinin nurunda bir oldular.
Ne uzunluk kaldı, ne kısalık, ne genişlik. Çeşit, çeşit gölgeler, güneşe rehin oldu.

1865. Fakat mahşerdeki tek renge boyanış, iyiye de apaçık görünür, kötüye de.
O âlemde mânalar, surete bürünürler. Suretlerimiz, hülyalarımıza uygun olur.
O zamanda mektupların sureti açığa çıkar, elbiselerin astarı yüz olur, herkesin içi, dışına döner.
Şimdi gizli şeyler, alacalı öküze benzer. Söz iği, âlem içinde yüzlerce renkte bir iplik gibi görünür.
Şimdi yüzlerce renge boyanma, yüzlerce gönül sahibi olma devri. Tek renkli olma âlemi nereden tecelli edecek?

1870. Şimdi zencilik zamanı. Rum diyarına mensup olanlar, beyaz güzeller gizli. Şimdi gece, güneş gizli.
Kurdun devri, Yusuf kuyunun dibinde. Kıptilerin nöbeti, Firavun, padişah şimdi.
Bu suretle de herkese lüzumlu, lüzumsuz gülüp duran ve kimseden esirgenmeyen rızktan şu köpekler de birkaç gün rızıklansınlar, hisselerini alsınlar bakalım.
“Gelin” buyruğu verilinceye kadar aslanlar, orman içinde beklemedeler.
Bu emir geldi mi o aslanlar, yayıldıkları yerden çıkarlar. Allah, hicapsız olarak yayılacakları, geçinecekleri yeri gösterir.

1875. İnsanın mahiyeti, insanlık, karayı da kaplar, denizi de. Alacalı öküzler o kurban gününde kesilirler.
O kurban günü, korkunç bir kıyamettir. Müminlere bayramdır, öküzlere helâk olma günü.
O kurban gününde bütün su kuşları, gemiler gibi deniz üstünde akarlar, yüzerler.
Bu suretle de “Helâk olan apaçık delillerle helâk olur.” Kurtulan kurtulur ve yakıyne erer.
Doğan kuşları, padişaha giderler, kuzgunlar, mezarlığa.

1880. Kemikle ekmek gibi pis şeylerin cüzileri, bu cihanda kuzgunların mezesidir, gıdasıdır.
Hikmetin kadrini bilme nerede,kuzgun nerede?Gübrede yaşayan kurt nerede, bağ bahçe nerede?
Nefsiyle savaşmak, kahpe adama lâyık değildir. Eşeğin ardında öd ağacı yakılmaz, eşeğin ardına da misk sürülmez.
Kadınlara savaş yazılmamıştır. Nefisle savaşmaksa onların işi olamaz. Çünkü bu, büyük savaştır.
Ancak nadir olarak bazı kadında da bir Rüstem vardır. Meryem gibi gizlidir o.

1885. Nitekim erlerin bedeninde, yüreksizliklerinden kadınların gizlendiği vardır.
Kim, erliğe hazırlanmamış, er olmamışsa o dişilik, öbür âlemde surete bürünür.
O gün adalet günüdür. Adalet, her şeyi lâyık olduğu yere koymaktır. Ayakkabı ayağındır, külâh başın.
Bu suretle her isteyen isteğine erişir her batan batacağı yere kavuşur.
Hiçbir istek, isteyenden esirgenmez. Parlaklığın eşi güneştir, suyun eşi bulut.

1890. Dünya, Allah’nın kahır yurdudur. Kahrı seçtiysen kahır göre dur.
Kahır kılıcı, denize, karaya düşmüş. Kahrolanların kemiklerine, kıllarına bak.
Damın çevresinde kuşların kanatlarını, ayaklarını seyret. Bunlar, sessiz, sözsüz sana Allah kahrını anlatırlar.
Ölü, gömüldüğü yerde bir yığın toprak kaldı. Öldüğü zaman geçtikçe o yığın da düzeldi gitti.
Allah adaleti, herkesi eşiyle çift etmiştir; fili fille, sivrisineği sivrisinekle.

1895. Ahmed’e mecliste dört seçilmiş dost, enis olur, Ebucehl’e de Utbe’yle Zül-hımar!
Cebrail’le canların kıblesi Sidre’dir, karnına kul olanların kıblesi sofra.
Arifin kıblesi vuslat nurudur, filozaflaşan aklın kıblesi hayal.
Zâhidin kıblesi ihsan sahibi Allah’dır, tamahkârın kıblesi altınla dolu torba.
Mâna gözetenlerin kıblesi sabırdır, surete tapanların kıblesi taştan yapılan suret.

1900. Bâtın âleminde oturanların kıblesi lûtuf ve ihsan sahibi Allah’dır, zâhire tapanların kıblesi kadın yüzü.
Böylece eski yeni... Say dur. Usanırsan yürü, işine bak!
Bizim rızkımız, altın kâse içindeki şarap, köpeklerin rızkı, yal yedikleri yere dökülen tutamaç suyu.
Ne huyla huylandırdıysak ona lâyıksın. Seni o rızk için göndermişizdir.
Onu ekmeğe âşık ettik, o huyu verdik ona. Bunu sevgiliye âşık ettik, sarhoş yaptık, bu huyu verdik buna.

1905. Huyundan razıysan, hoşlanıyorsan neden ondan kaçıyorsun öyleyse?
Dişilik hoşuna gittiyse çarşafa gir. Rüstemlikten hoşlanıyorsan al hançeri!
Bu sözün sonu yoktur. O yoksul da yoksulluk derdiyle arıkladı, gücü kuvveti kalmadı.

Yoksulun üstünde “Bir kubbenin yanında dur,
yüzünü kıbleye çevir,bir ok at,nereye düşerse
orada define vardır” yazılı bir kağıdı ele
geçirmesi

Bir gece rüyasında gördü. Ne rüyası, rüya nerede? Doğru özlü sofi, uyumadan rüya görür.
Hâtif ona dedi ki: Ey bir çok yorgunluklar görmüş er, kâğıtçılarda bir kâğıt ara.

1910. Komşun olan kâğıtçıda gizlidir o. Kâğıtlarını ele al.
Onların arasında şu şekilde, şu renkte bir kâğıt var. Onu gizle bir yerde oku.
Oğul, onu kâğıtçıdan çaldın mı kalabalıktan, iyi kötü adamlardan bir kenara çekil.
Yalnızca oku. Okurken kimseyi yanında bulundurma.
İş yayılır, ortaya düşerse bile dertlenme. O defineden senden başka hiç kimsecik, bir arpa bile alamaz.

1915. Elde etmen uzarsa sakın ümitsizlenme. Her an “ Allahdan ümit kesmeyin” âyetini vird edin.
O muştucu, bunu söyleyip elini, adamın göğsüne koydu, hadi dedi, yürü, zahmet çek!
O genç, dalgınlık âleminden kendine gelince ferahından âdeta dünyaya sığmıyordu.
Allah’nın koruması ve lûtfu olmasaydı sevincinden çatlayacaktı doğrusu.
Öyle bir sevinmişti ki. Kulağı, altı yüz perdenin ardından Allah sesini duymuştu.

1920. İşitme duygusu, perdeleri aşmış, başını yüceltmiş, feleği geçmişti.
Öyle bir an olur ki insanın görüş duygusu, ibret ıssı olur, gaip perdesinden bile geçer.
Duyguları, perdeyi aştı mı artık birbiri ardına ve boyuna görür, duyar.
Adam, kâğıtçı dükkânına geldi. Meşk kâğıtlarına el attı.
O yazılı kâğıt, çabucak gözüne ilişti, Hâtif’in söylediği âlametlerin hepside o kâğıtta vardı.

1925. Kâğıdı koltuğuna koyup hayırlı pazarlar olsun usta, ben gidiyorum artık, dedi.
Tenha bir bucağa çekildi, kâğıdı okudu. Âdeta şaşırdı kaldı.
Bir definenin yerini göstermekte olan böyle bir değer biçilmez kâğıt, meşk kâğıtlarının arasına nasıl girmişti?
Sonra aklına şu geldi: Her şeyi koruyan, Allahdır.
Koruyucu Allah, nasıl olur da birisinin, abes yere bir şey aşırmasına müsaade eder?

1930. Ova, baştanbaşa altınla, para ile dolu olsa hiç kimse, Allahnın izni olmadıkça bir arpa bile alamaz.
Tutulmadan, kekelemeden yüzlerce kitap okusan Allah taktir etmediyse aklında hiçbir şey kalmaz.
Fakat Allah’ya kulluk edersen bir kitap bile okumadan yeninden, yakandan duyulmadık bilgiler bulursun.
Musa’nın avucu, koynundan ziyalandı, nurlar saçtı; nuru, gökyüzündeki aydan da üstündü.
Bu heybetli gökyüzünden dilediğin, ey Musa, koynundan baş gösterdi.

1935. Bil ki yüce gökler, insanın anladığı şeylerin aksidir; gökler, o akisten ibarettir.
Yüce ulu Allah’nın eli, iki âlemden de önce aklı yaratmadı mı?
Bu söz, hem apaçıktır, hem de pek gizli. Çünkü sinek, ankaya mahrem olamaz.
Oğul, yine hikâyeye dön de defineyle o yoksulun kıssasını tamamla.

Yoksul ve definenin bulunduğu yer

Kâğıtta şu yazılıydı: Bil ki şehrin dışında bir define var.

1940. İçinde mezar olan filân kubbe var ya. Hani arkası şehre, kapısı Ferkat yıldızına karşı.
O türbeyi ardına al, yüzünü kıbleye çevir. Sonra yayla bir ok at.
Kutlu kişi, yaydan oku attın mı okun düştüğü yeri kaz!
O yiğit kuvvetli bir yay aldı, oku boşluğa doğru attı.
Derhal kazma kürek getirdi. Sevine,sevine okunun düştüğü yeri kazmaya koyuldu.

1945. Hem kendi körleşti, hem kazması, küreği. Fakat gizli defineden hiçbir eser görünmedi.
Böylece her gün ok atıyor, düştüğü yeri kazıyor, fakat bir türlü definenin yerini bulamıyordu.
Bunu âdet edindi. Daima orayı burayı kazıp durduğundan şehre bir dedikodudur yayıldı, iş halkın ağzına düştü.

Definenin halkın ağzına düşmesi ve padişah
tarafından duyulması

Pusuda duran, fırsat gözleyen adamlar, bu işi padişaha haber verdiler.
Filân, bir define bildiren kâğıt bulmuş diye söylediler.

1950. Adam, padişah tarafından duyulduğunu anlayınca teslim olmadan, kadere boyun eğmeden başka çare görmedi.
Padişah kendisine işkence yapmadan, kâğıdı padişahın önüne koydu.
Dedi ki: Şu kâğıdı buldum ama defineyi bulamadım. Define yerine hadsiz, hesapsız zahmetlere girdim.
Defineden bir habbe bile meydana çıkmadı. Fakat ben yılan gibi bir hayli kıvrandım durdum.
Bir aydır ağzımın tadı yok. Bunun ziyanı da haram oldu bana, kârı da.

1955. Belki bahtın şu perdeyi açar ey savaşı kutlu olan kaleler fethetmiş padişahım!
Padişah da altı ay, belki de daha fazla ok attı,okun düştüğü yeri kazdırdı.
Nerede katı bir yay varsa buldurdu,o attı, her yanda define aradı durdu.
Fakat eziyetten, dertten, sıkıntıdan başka bir şey elde edemedi. Define âdeta ankaya benziyordu, ismi var, cismi yok!

Padişahın, defineyi bulmaktan ümidini kesip
aramaktan usanması

İşin eni, boyu uzayıp duruyordu. Padişah, nihayet o defineden usandı.

1960. Her tarafı yer yer eştirmiş,kuyu haline getirmişti. Günün birinde kâğıdı, herifin önüne atıp
Dedi ki: Al şu kâğıdı. Definenin eseri bile görünmedi. Senin işin yok, bu iş sana daha lâyık.
Bu işi olanın yapacağı şey değil. Gülü yakıp dikenin etrafında dolanmak akıl kârı değil.
Demirden ot bitmesini bekleyen olabilir ama bu hülyaya tutulan, az olur.
Bu iş için senin gibi yorulma bilmez bir adam gerek. Sen mademki yorulmuyorsun, var ara.

1965. Bulursan ne âlâ, onu sana helâl ettim. Bulamazsan yorulmazsın, kazar durursun!
Akıl, ümitsizlik yoluna gider mi hiç? Aşk lâzım ki o tarafa koşsun!
Hiç bir şeye aldırmayan aşktır, akıl değil. Akıl, faydalanacağı şeyi arar.
Aşk yılmaz, canını sakınmaz, utanma nedir bilmez. Değirmen taşının altına gitmiş gibi belâlara uğrar, sabreder.
Öyle pek yüzlüdür ki hiç arkasını dönmez. Bir fayda elde etmek ümidini öldürmüştür içinde.

1970. Neyi var, neyi yoksa ortaya kor, oynar, yutulur, bir ücret aramaz. Allah’nın aldığı gibi yine hepsini Allahya verir, tertemiz olur.
Allah, ona sebepsiz olarak bu varlığı vermiştir.O cömert er de sebepsiz olarak Allah vergisini Allahya bağışlar.
Cömertlik, sebepsiz olarak vermektir. Temizlik, her şeyi Allahya verip arınmak, her şeriatın dışındadır.
Çünkü şeriat, ya Allah ihsanına nail olmayı, yahut Allah kahrından kurtulmayı arar. Varlıktan arınanlarsa Allah’nın has kurbanlarıdır.
Onlar, ne Allahyı sınarlar, ne de ziyana, kâra aldırış ederler.

Padişahın,definenin yerini gösteren kâğıdı
”Al,biz bundan vazgeçtik” diye yoksula
vermesi

1975. O dertli definenin kâğıdını padişah, o dertlere uğramış fakire verince;
Yoksul adam, düşmanlarından, onların saçmasından emin oldu, gidip sevdalandığı şeye adamakıllı sarıldı.
İnsanı dertlere düşüren aşka yâr oldu. Köpek, yarasını yalaya yalaya iyi eder.
Aşk ıstırabına hiçbir yâr, hiçbir ortak yoktur. Âşığa âlemde bir tek mahrem bile bulunmaz.
Âşıktan daha deli kimse yoktur. Akıl, onun sevdasına karşı kördür, sağırdır.

1980. Çünkü bu, herkesin deliliğine benzemez ki. Hekimlik bilgisinde bunu iyileştirecek hükümler yoktur.
Bir hekim, bu çeşit deliliğe uğrasa hekimlik kitabını kanı ile yıkar, yazılanların hepsini silerdi.
Bütün akılların hekimliği, aşka göre çizilmiş suretlerden başka bir şey değildir. Bütün güzellerin yüzleri, onun yüzünün perdesidir.
Ey aşk mezhebine giren, yüzünü kendine çevir. Sana meftun olan, senden başkası değildir.
O adamda kendini kıble yapmış, dua edip durmuştu. “İnsan ancak çalıştığını elde eder.”

1985. Bundan önce bir cevap duymadan yıllarca dua etmişti.
İcabet edilmeden dua ediyor, Allah kereminden “Lebbeyk” sesini gizli olarak işitiyordu.
O illetli adam, ulu yaratıcının cömertliğine güvendiğinden tefsiz oynuyordu.
Ona ne bir hatif sesi gelmişti, ne bir haberci ulaşmıştı. Ümit kulağı, “Lebbeyk” sesiyle doluydu ama.
Ümidi, dilsiz, sessiz “gel” demekteydi. O dâvet, gönlünden usancı silip süpürüyordu.

1990. Dama gelmeyi öğrenen güvercini çağırma, kov, o bir yere gidemez, kanadı bağlıdır.
Ey hak Ziyası Hüsameddin, onu kovsan da seninle buluştuğu için can kanadı bitmiştir;
Kovsan da can kuşu, sebepsiz olarak senin damının etrafında döner dolaşır.
Onun yiyeceği ,içeceği, konacağı yer, hep senin damındır. Yücelerde kanat çırpar ama tuzağına âşıktır.
Hattâ ruh, bir an hırsızlamacasına o fütuhattan dolayı sana şükretmese, münkir olsa.

1995. Durup dinlenmeden kin güden aşk sahnesi, derhal o inkâr eden göğüse ateş dolu bir leğen koyuverir.
Aya gel, tozdan vazgeç. Aşk padişahı seni çağırmada, çabuk dön der.
Ben, güvercin gibi sarhoşçasına bu damın, bu güvercinliğin etrafında kanat çırpmaktayım.
Aşk Cebrailiyim, Sidre’m sensin. İlletliyim, Meryem oğlu İsa sensin bana.
O inciler saçan denizi coştur. Şu hastayı bu gün bir hoşça sor, soruştur!

2000. Çünkü sen, onunsun, deniz de onundur. Bu an, onun nöbet zamanıdır ama aldırma.
Zaten bu, onun meydana getirdiği bir feryattan ibarettir. Yarabbi, sen gizli olanı koru, onu meydana çıkarma.
Ney gibi iki ağzımız var. Bir ağız, onun dudaklarında gizli.
Öbür ağız, size görünmede, feryat etmede, havaya bir hay huydur salmada.
Fakat can gözü açık olan bilir ki bu baştan çıkan feryat da o baştan çıkmadadır.

2005. Neyin bu feryadı, onun soluklarından. Ruhun hay huyu, onun hay huylarından.
Ney, onun dudakları ile hemdem olmasaydı âlemi şekerle doldurabilir miydi?
Kiminle yattın, hangi tarafından kalktın da böyle deniz gibi coşup köpürmedesin?
Yahut da “Ben rabbime konuk olurum” hâdisini okudun, ateş denizinin ta içine atıldın.
Fakat “ey ateş, soğu” nârası, ey kendisine uyulan zat, senin canını korudu.

2010. Ey hak Ziyası, din ve gönlün Husam’ı! Hiç güneş, balçıkla sıvanır mı?
Bu toprak parçaları, senin güneşini örtmek istediler ama,
Dağların gönlündeki lâ’l madenleri, sana delâlet etmede. Bağlar, bahçeler, senin gülümsemelerinle dopdolu.
Senin erliğine mahrem olacak Rüstem nerede ki senin yüzlerce harmanından bir buğday tanesini söylemeye kalkayım.
Senin sırrından bir ah etmek istersem ancak Ali gibi bir kuyuya gitmeli, kuyunun içine ah etmeliyim.

2015. Kardeşlerin gönüllerinde kin olduğundan Yusuf’umun kuyu dibinde kalması daha iyi.
Sarhoş oldum, kendini ortaya atacağım artık. Kuyu nedir ki? Ben gidip ovanın ta ortasına çadır kuracağım.
Ateşli şarabı ver avucuma da ondan sonra benim sarhoşça debdebemi, azametimi seyret.
O yoksul, defineyi elde edemedi ama söyle, beklesin. Çünkü biz, bu anda neşeye gark olduk.
Ey yoksul, artık sen Allahya sığın. Ben gark oldum, benden yardım isteme!

2020. Artık o hikâyelerde işim yok benim. Ne kendimden haberim var, ne sakalımdan!
İçine bir kıl bile sığmayan şaraba gurur, izzeti nefis filân sığar mı hiç?
Sâki, büyük bir sağrak sun da şu zengini sakalından, bıyığından kurtar.
Gururundan bize bıyık buruyor, fakat bize hasedinden de sakalını yolup durmada.
Onun bütün riyalarını, düzenlerini biliyoruz. O mattır, mattır, mat.

2025. Pir, beş yüz yıl sonra, ondan ne doğacak? Kıldan kıla ve apaçık görür.
Halkın aynada gördüğünü, pir, pişmemiş kerpiçte görür.
Kaba sakallının evinde görmediği, köseye bir bir görünür.
Denize git, sen balık oğlusun. Neden çerçöp gibi sakalına düştün böyle?
Çerçöp değilsin sen, bu senden uzaktır. Sana inciler bile haset eder. Denizde, dalgalar arasında olman daha doğrudur.

2030. Deniz birdir. Eşi, ortağı yoktur. İncisi balığı da dalgasından başka bir şey değildir.
Ona eş, ortak olsun... Buna imkân yoktur. Böyle şey, o denizden, o denizin pak dalgasından uzaktır.
Denizde ikilik ve ıstırap yoktur. Fakat şaşıya ne söyleyeyim? Hiç, hiç!
Ey şemen, şaşılara arkadaşız madem, müşrikçe konuşmak gerek.
O birlik, vasıf ve hal bakımındandır. Fakat söz meydanına ancak ikilik gelebilir.

2035. Ya şaşı gibi bu ikiliği iç, yahut ağzını yum, güzelce sus!
Yahut da nöbetle gâh sus, gâh söyle. Hâsılı şaşıca davul döv vesselâm.
Bir mahrem gördün mü can sırrını söyle. Gül gördün mü bülbüller gibi nâra at.
Hileyle, geçici şeylerle dolu bir tulum görürsen dudağını kapat, kendini küp haline sok.
O, suyun düşmanıdır, onun önünde oynama. Yoksa bilgisizlik taşını atar, küpü kırar.

2040. Cahilin eziyetlerine sabretmek, ehil olanlara cilâdır. Nerede bir gönül varsa sabırla cilâlanır.
Nemrut’un ateşi, İbrahim’e bir ayna temizliği verdi, aynayı cilalâr gibi onu da arıttı, cilâladı.
Nuh kavminin cefası ile Nuh’un sabrı, Nuh’a ruh cilâsı oldu.

Allah,sırrını kutlasın Şeyh Hasan-ı Harkani’ye
ait hikâye

Bir derviş, Ebül-Huseyn-i Harkan’ın şöhretini duyup Talkan şehrinden yola çıkmıştı.

2045. Dağlar aştı, uzun ovalar geçti. Şeyh’i görmek için özü doğru olarak, Allahya yalvarıp yakararak bunca yol aldı.
Yolda gördüğü cefalar, çektiği eziyetler, anlatılmaya değer ama ben kısa kesiyorum.
O genç, yolu bitirip maksadına ulaştı. O padişahın evini sordu.
Öğrenip kapısına geldi, yüzlerce saygıyla kapı halkasını vurdu. Şeyhin karısı, kapıdan başını çıkardı.
Ey kerem sahibi, ne istiyorsun? dedi. Derviş, ziyaret için geldim deyince.

2050. Kadın kahkahayla gülüp dedi ki: Sakalına bak yahu. Hele şu yolculuğa, şu uğradığın derde bak.
Yerinde, yurdunda işin yok muydu da beyhude yere yollara düştün?
Bir ahmağı görmek hevesine mi düştün, yoksa yurdundan mı usandın?
Yahut da şeytan sana bir boyunduruk urdu, vesveseler verdi, sana bu yolculuk kapısını açtı.
Birçok kötü sözler söyledi, küfürlerde bulundu, dırıldandı durdu. Onların hepsini söyleyemem ben.

2055. Kadının sayısız gülümsemesinden, hikâyeler söylemesinden derviş, pek dertlendi, dertlere uğradı.

Derviş’in Şeyh nerede,onu nerede arayalım
diye sorması,Şeyh’in karısının da kötü kötü
cevap vermesi

Dervişin gözlerinden yaşlar aktı, dedi ki: Bütün bunlarla beraber o adı tatlı padişah nerede? Söyle bana!
Kadın dedi ki: O bomboş riyâkar bir hilebazdır. Ahmaklara tuzaktır. Yol azıtanlara kementlik eder.
Senin gibi sakalını değirmende ağartan yüz binlerce kişi azgınlıktan ona düşmüştür.
Onu görmez, esenlikle yerine yurduna dönersen senin için daha hayırlıdır. Onu görüp de azmazsın hiç olmazsa.

2060. Onun işi gücü lâftır, kâse yalayıcı, hazır sofraya oturucu bir heriftir. Fakat davulunun sesi, etrafa yayılmış nasılsa.
Bu kavim İsrail oğullarına benzer, öküze taparlar. Böyle bir öküze el vurup adarlar işte.
Bu hazır sofraya oturan adama kapılan, geceleyin bir leştir, gündüzün işsiz güçsüz bir adam.
Bunlar, yüzlerce bilgiyi, yüceliği bırakmışlardır da bir hileye, bir riyâya kapılmışlardır. İşte hal bu.
Nerede Musa’nın soyu? Gelse de şu öküze tapanların kanlarını dökse…yazık!

2065. Şeriatı, Allahdan ürküp sakınmayı ardına atmış. Nerede Ömer? Gelse de şiddetle doğruluğu emretse!
Bunlar, her kötü şeyi mübah biliyorlar. Bu ibahilik bunlardan yayıldı, fesatçı kalleşe de ruhsat oldu âdeta.
Nerede Peygamberle sahabesinin yolu. Nerede namaz, nerede tesbih, nerede onların edepleri.

Kadının küfürde bulunması ve saçma sözler
söylemesi üzerine o dervişin kızıp ona ağır
sözlerle cevap vermesi

Genç, yeter diye bağırdı, apaydın günde bekçinin ne lüzumu var?
Erlerin nuru doğuyu da tuttu batıyı da. Gökler bile hayrette kalıp secde ettiler.

2070. Allah güneşi Hamel burcundan doğdu da bu güneş utancından perde arkasına girdi.
Senin gibi bir şeytanın saçmaları, nereden beni bu kapının tokmağından döndürecek?
Ben bulut gibi yele kapılıp gelmedim ki beni bu kapıdan bir tozla çevirebilesin.
Öküz bile o kerem kıblesi olunca nur kesilir, fakat o nur olmadı mı kıble, küfürdür, puttur.
Heva ve hevesten gelen, ibahilik sapıklıktır, azgınlıktır, fakat Allah’dan gelen, ibahilik yüceliktir.

2075. O hesaba sığmaz nurun doğup parladığı yerde küfür iman kesildi,şeytan Müslüman oldu.
O, yücelik mazharıdır, Allah sevgilisidir. Bütün ileri meleklerden öndülü kapmıştır.
Melekten Âdem’e secde etmeleri ,ondan ileri olmalarındandır. Deri ,daima içe secde eder.
A kocakarı, sen Allah mumunu üflüyorsun ama hem sen yanıyorsun, hem başın, ey ağzı kokmuş!
Bir köpeğin ağzından deniz pislenir mi? Güneş, üflemekle söner mi?

2080. Eğer görünüşe göre hüküm veriyorsan bu aydınlıktan daha aydın, daha görünür ne var? Söyle.
Zâhirden olanların hepsi, bu zuhurun karşısında noksanın, kusurun en ilerisindedir.
Kim Allah mumunu üflerse o mum sönmez, üfleyenin ağzı yanar.
Senin gibi bir çok yarasalar rüya görürler ama bu âlem, güneşten yetim kalır mı?
Ruh denizlerinde öyle kuvvetli dalgalar olur ki Nuh tufanından yüzlerce defa üstündür.

2085. Fakat Kenan’ın gözünde kıl bitmiştir de o yüzden Nuh’u da bırakmıştır, gemiyi de. Dağa tırmanmaya kalkışmıştır.
Fakat derhal yarım bir dalga, dağı da aşağılıkların dibine atmıştır, Kenan’ı da.
Ay, nurunu saçar, köpek havlar durur. Hiç köpek, ayı kendisine ortak edebilir mi?
Ay ışığı ile geceleyin yol alanlar, köpek havlaması ile yollarından kalırlar mı?
Cüzü, külle doğru ok gibi gider. Kokuşuk kocakarının ardına düşer mi hiç?

2090. Şeriatın canı da âriftir, takvanın canı da. Marifet, geçmiş zamanlardaki zâhitliğin mahsulüdür.
Zâhitlik, ekmeye çalışmaktır. Marifet de o ekilenin bitmesidir.
Şu halde çalışmak ve inanmak, bedene benzer. Bu ekmenin canı da biten mahsuldür ve onu devşirmektir.

Doğruluğu emretmek de odur, doğruluk da o. Bu günümüzün de padişahıdır, yarınımızın da. Deri, daima lâtif içe kuldur.

2095. Şeyh “Ben Allahyım” dedi ama ileri gitti, bütün körlerin boğazını sıktı.
Kulun varlığı, Allah varlığında yok olunca ne kalır? Bir düşün a çıfıt!
Gözün varsa aç da bak. Lâ dedikten sonra artık ne kalır?
O göğe, aya tüküren dudağın, boğazın, ağzın kesilseydi keşke!
Şüphe yok ki o tükürük, göğe çıkmaz, döner, senin suratına gelir.

2100. “Ebuleheb’in ruhuna kıyamete kadar “Elleri kurusun” bedduası geldiği gibi o tükürük de kıyamete kadar Allah’dan, senin suratına gelir.
2101. Davulu var, bayrağı var, ülkesi var. Böyle bir padişaha hazır sofraya oturur diyen köpektir.
Gökler, onun ayına kuldur. Doğu da ondan ekmek dilemektedir, batı da.
Fermanında “Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım” hadîsi yazılı olan zat, bir zattır ki herkes, onun nimetlerine, onun rızk taksimine muhtaçtır.
O olmasaydı gökyüzü olmazdı, dönmezdi, nurlanmazdı, meleklere yurt kesilmezdi.



2105. O olmasaydı denizler olmaz, denizlerdeki heybet vücut bulmaz, balıklar ve padişahlara lâyık inciler meydana gelmezdi.
O olmasaydı yeryüzü olmaz, yeryüzünün içinde defineler, dışında yaseminler yaratılmazdı.
Rızklar da onun rızkını yemektedir. Meyveler de onun yağmuruna karşı dudakları kupkuru bir haldedir.
Kendine gel , bu işteki düğüm, tersine düğümlenmiştir. Sana sadaka verene sen sadaka ver!
Ey yoksul zengine zekât ver. Bütün altınlar, bütün ipekli kumaşlar, yokluktadır, yoksuldadır.



2110. Senin gibi bir kötü, o makbul ruha eş olmuş, Nuh’un nikâhındaki kâfir gibi âdeta.
Bu yurda mensup olmasaydın şimdi seni paramparça ederdim.
O Nuh’u da senden halâs ederdim, ben de kısasa uğrar, Şeyh’in yolunda ölmek şerefiyle yücelirdim.
Fakat zamanın padişahlar padişahının evinde bu çeşit küstahlıkta bulunamam.
Yürü, dua et ki bu yurdun köpeğisin. Yoksa şimdi yapacağımı yapardım sana.

Dervişin, Şeyh’in evinden dönmesi ve Şeyh’i halktan sorması, onların da filân ormana gitti diye haber vermeleri

2115. Ondan sonra derviş, herkese sormakta, Şeyh’i her tarafta araştırmadaydı.
Birisi dedi ki: O kutup, odun getirmek üzere ormana gitti.
O Zülfikâr düşünceli ve ateşli derviş Şeyh’in havasına uyup ormanın yolunu tuttu.
Şeytan, aklına ayı tozla örten bir gizli vesvese vermekteydi.
Bu din şeyhi neden böyle bir kadını evinde tutuyor, onunla düşüp kalkıyor?

2120. Zıt, nasıl olur da zıddıyla beraber bulunur? Halkın imamı olan bir zat nerede, maymun nerede? diyordu.
Sonra yine ateş gibi dönüyor, Lâ havle okuyor, ona itirazım küfürdür, kindir diyordu.
Ben kim oluyorum ki Allah’nın işlerine karışıyorum? Nefsimden neden böyle şüpheler, kınamalar geliyor?
Derken nefsi yine saldırıyor, bu yüzden, gönlünden kuyumcular potasından çıkar gibi duman tütüyordu.
Şeytan’la, diyordu, Cebrail’in ne münasebeti var ki onunla konuşsun, düşüp kalksın, beraber yatsın, uyusun!

2125. Azer, nasıl olur da Halil’le geçinebilir? Yol kesen, nasıl olur da kılavuzla beraber bulunur?

Müridin, muradını bulması, dervişin, ormana yakın bir yerde Şeyh’le buluşması

O, bu düşüncedeyken ünlü Şeyh, bir aslana binmiş, çıkageldi.
Kükremiş aslan odununu çekmekteydi. O kutlu zat da odunlarının üstüne binmişti.
Kamçısı bir yılandı. Yücelikle yılanı bir kamçı gibi eline almıştı.
İyice bil ki, her şeyh, sarhoş aslanın üstüne biner.

2130. O görünür, bu görünmez ama can gözünden gizli değildir.
Onların altında yüz binlerce aslan vardır, odun çeker durur. Gayp gözü, onu görür.
Fakat adam olmayan da görsün diye Allah, onları bir bir baş gözüne de gösterir.
O padişah, dervişi uzaktan görüp güldü. Sakın dedi, aldanma, şeytanı dinleme.
O ulu şeyh, gönlünün nuru ile dervişin içinden geçeni bildi. O nur, ne güzel bir delildir.

2135. O hünerli zat, dervişin yola düşmesinden o ana kadar aklından geçenleri bir bir söyledi.
Ondan sonra o güzel güzel çileyip şakıyan zat, kadını kınaması hususunda da ağzını açıp,
Dedi ki: O tahammül, nefis havasında değildir. Bu zan senin nefsinin havasıdır, orada durma!
Ben sabredip bu kadının yükünü çekmeseydim aslan, benim yükümü çeker miydi hiç?
Ben de Allah yükünün altında kendinden geçmiş sarhoş ve köpürmüş bir deveyim.

2140. Onun buyruğunda yarı ham bile değilim ki halkın kınaması, yermesini düşüneyim.
Bizim geri kalanımızda onun buyruğudur, ileri gidenimizde. Canımız yüz üstü koşarak onu aramadadır.
Bizim tekliğimiz, çiftliğimiz, hava ve hevesten değildir. Canımız, mühre gibi Allah elindedir.
O ahmağın nazını da çekeriz, onun gibi yüzlercesinin nazını da. Bu, renk aşkından, koku sevdasından değildir.
Bu kaza ve kader, bizim dersimizin talebeleridir. Artık savaşımızın debdebesi nereye varır, bir düşün.

2145. Nereye mi varır? Yere bile yol olmayan bir yere. Işığı, gözleri alan Allah ayına ancak!
O nur, bütün vehimlerden ve tasavvurlardan uzak olan nurun nurunun nurunun nurunun nurudur!
Dedikoduyu senin için aşağılattım. İbret al da kötü huylu arkadaşla arkadaş ol, uzlaş.
“Sabır, sıkıntının anahtarıdır” sırrına ermek için gülerek hoşlanarak onun derdini çek.
Bu aşağılık kişilerin aşağılığını çekersen sünnetlerin nuruna ulaşırsın.

2150. Peygamberler aşağılık adamların zahmetlerini çok çektiler. Bu çeşit yılanlardan nice ıstıraplara uğradılar.
Yargılayan Allah’ nın muradı, hükmü, ta ezelden tecelli ve zuhur etmekti.
Zıddı olmadıkça bir şey görünemez. O misli olmayan padişahın zıddı yoktur.

“Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” âyetindeki hikmet

Bunun için padişahlığına ayna olmak üzere bir gönül sahibini halife edindi.
Ona hadsiz, hesapsız arılığını ihsan etti, ondan sonra karanlıklardan da ona bir zıt verdi.

2155. Ak ve kara iki bayrak dikti. Birisi Âdem’di bunların öbürü yol kesen İblis.
O iki büyük ordu arasında savaşlar oldu, geldi geçti.
İkinci devre Habil geldi, onun pak nurunun zıddı Kaabil oldu.
Adalet ve zulümden ibaret olan bu iki bayrak, böylece devir devir, Nemrud’a kadar geldi dayandı.
O, İbrahim’in zıddı ve düşmanı oldu. O iki ordu birbirine kin güttü, savaştı durdu.

2160. Savaşın uzamasından hoşlanmayınca ikisinin arasını ateş ayırdı.
O iki taifenin müşkülü halledilsin diye ateşi, azabı hakem yaptı.
Devir devir zaman zaman bu iki fırka, Firavunla esirgeyici Musa’nın zamanına kadar
Yıllarca savaştı. Aralarındaki savaş bitmedi tükenmedi. Bu iş, haddi aşıp usanç verince de
Allah, denizi hakem yaptı; bakalım hangisi öndülü alacak dedi.

2165. Mustafa’nın devrine, onun zuhuruna kadar bu böyle gitti. O zuhur edince Ebucehil’le o cefa askerinin başbuğuyla savaştı.
Allah, Semud kavmi için, bir haykırış hizmetkâr tuttu, onların canlarını alıverdi.
Âd kavmi için tez kalkan ve hızlı giden bir hizmetkârı tuttu, yeli kullandı.
Kaarun’un halini de bildi, onu defetmek için de yeryüzünü kullandı. Yer, halim olmakla beraber ona kinlendi, onu yuttu.
Yerin halimliği âdeta kahroldu da Kaarun’u da dibine kadar sömürdü, hazinesini de.

2170. Bu bedenin direği lokmadır. Açlık kılıcına karşı ekmek, bir zırhtır.
Öyle olduğu halde Allah, senin ekmeğine bir kahır mayası kodu mu o ekmek boğaz illeti gibi kursağında durur, boğazını sıkar, seni öldürür.
Seni soğuktan koruyan şu elbiseye Allah, zemheri mizacını verir.
Bu güzelim cüppe buz gibi soğuk olur, kar gibi ziyan verir.
Kürkten de kaçarsın, ipekli elbisenden de. Ondan kaçar zemheriye sığınırsın.

2175. Sen iki dağ tepesi değilsin,bir dağ tepesisin, yalın kat bir adamsın sen. Zelle azabından gaafilsin.
Şehire, köye Allah emri geldi: Eve, duvara, onlara gölge verme,
Yağmura, güneşe mâni olma dendi. Bu suretle o ümmet peygamberlerinin yanına koştular.
Ey ulu kişi dediler, çoğumuz öldük. Artık arkasını tefsirden oku.
O eli sopalı er, sopayı yılan yaptı. Aklın varsa bu nükte sana yeter.

2180. Gözün var ama anlayışın yok. Âdeta donmuş bir kaynak, bir et parçası.
Bunun içindir ki düşünceleri meydana getiren, bezeyen Allah, ey kul, anlayışlı bir surette bak demektedir.
Soğuk demiri döv demiyor, bunu istemiyor, fakat ey demir, hiç olmazsa Davut’un yanında dön dolaş!
Bedenin ölmüş, İsrafil’in yanına koş. Gönlün donmuş, yürüyüp giden güneşe git.
Hayallerden öyle libaslara büründün ki neredeyse kötü zanlı Sofestailere karışacaksın.

2185. Sofestai’de zaten akıl yoktu. Bu yüzden duygudan da oldu, varlıktan da mahrum kaldı.
Kendine gel, şimdi söz çiğnemek devri. Söylersen halka rezil rüsva olursun.
İm’an ne demektir? Kaynaktan su akıtmak. Bedenden can gitti mi o cana “giden revan” derler.
Canı beden bağından çözüp kurtararak çayırlığa, çimenliğe salıveren hakîm.
Hayatla ruhu ayırt etmek için ona bu iki lâkabı taktı. Bunu fark edenin canına aferin!

2190. Bu suretle de Allah fermanına uyan, dilerse gülü diken, dikeni gül yapan kişideki ruhu anlattı.

Azap yeli estiği zaman Hûd Aleyhisselâm’ın inanmış Ümmetini kurtarması ve mucize göstermesi

İnananlar, o zararlı yelin elinden kaçmışlar, hepsi bir daire içine sığınmışlardı.
Yel, âdeta tûfandı, onun lütfu da gemi. Onun bu çeşit nice gemileri var, nice tûfanları.
Allah, bir padişahı gemi yapar. Hırsı ile kendisini saflara vurur.
Maksadı halkın emin olması değildir, ülke zapt etmektir.

2195. Değirmen beygiri koşar, döner durur. Maksadı da dayak yemeden kurtulmaktadır.
Su çekmekten, yahut susamdan şırlagan yağı çıkarmaktan haberi bile yoktur.
Öküz, arabayı çekmek eşyayı götürmek için değil, dayak korkusundan yürür, yeler.
Fakat Allah, ona öyle bir acı korkusu vermiştir de o yüzden işler de görülür gider.
Her kazanç sahibi de bunun gibi âlemi ıslâh için değil, kendisi için çalışır.

2200. Her biri derdine bir melhem arar. Derken bir âlem de bu yüzden düzene girer.
Allah korkuyu bu âleme direk yapmıştır. Herkes, can korkusu ile bir işe sarılmıştır.
Allah’ya hamd olsun ki böyle bir korkuyu mimar etmiş, onunla yer yüzünü düzene koymuştur.
Bunların hepside iyiden, kötüden korkarlar. Fakat hiçbir kimse yoktur ki kendi kendisinden korksun.
Şu halde hakikatte herkese hak3im olan birsidir ve o, duygularla duyulmaz ama çok yakındır insana.

2205. O, bir gizli yerde duyulur ama bu evin duyguları ile duyulmaz.
Allah’nın anlaşılacağı, duyulacağı duygu, bu cihanın duygusu değildir, o duygu, başka bir duygudur.
Hayvan duygusu, o suretleri görseydi öküzle eşek de vaktin Beyazıd’ı olurdu.
Bedeni, ruha mazhar eden, gemiyi Nuh’a burak yapan,
Dilerse ey nur arayan, gemiyi değiştirir, tûfan haline getirir.

2210. Ey yoksul, her an sana bir tûfandır, bir gemidir. Seni gama, neşeye ulaştırır durur.
Gemiyle denizi görmüyorsan bütün cüzilerindeki şu titreyişi, şu kaynaşmayı gör.
Gözler, korkunun aslını görmediğinden çeşit çeşit hayallerden korkar insan.
Sarhoş bir herif, körün birine bir yumruk indirir. Kör sanır ki kendisini deve tepti.
Çünkü o sırada deve sesini duymuştur. Körün aynası kulaktır, göz değil.

2115. Derken yine hayır, bu bir taş olacak. Belki şu çınlayıp duran kubbeden geldi der.
Bu da değil, o da değil, öbürü de değil. Bunları o korkuyu yaratan gösterir.
Korku ve titreyiş, mutlaka başkasındandır. Hiçbir kimse kendisinden korkar mı?
O filozofçuk, korkuya vehim der. O, bu dersi eğri anlamıştır.
Hakikati olmayan vehim olur mu hiç? Hiç gönül doğru olmayan bir yere akar mı?

2220. Yalancı, doğru olmasa bir yalan kıvırabilir mi? İki âlemde de her yalan doğrudan meydana gelir.
Doğrunun revacına, parlaklığına bakar da yalancı, o ümitle yalan söyler.
Ey yalancı, bu yalanın da doğru yüzünden geçmede. Nimete şükret de doğruyu inkâr etme.
Filozofluk taslayandan mı söyleyeyim, onun sevdasından mı bahsedeyim? Yoksa Allah’nın gemilerini denizlerini mi anlatayım?
Hadi onun gemilerinden bahsedeyim. Çünkü o bahis, gönle öğüt verir. Külden bahsedeyim. Çünkü cüz, küllün içindedir.

2225. Her velîyi Nuh ve kaptan bil, bu halkın sohbetini de tûfan say.
Aslandan ve erkek ejderhadan az kaç da âşinalarından, akrabalarından daha fazla sakın.
Onlar, seninle buluşup ömrünü ziyân ederler. Onları anma, gayb âleminden elde ettiğin mahsulü bitirir.
Susuz eşek gibi her birinin hayali, beden kabından düşünce şerbetini emer, sömürür.
O kovucuların hayali, abıhayattan elde ettiğin çiğ tanesini emiverir.

2230. Daldan suyun çekilmesine alâmet, o dalın kupkuru kalması, oynamamasıdır.
Hür uzuv taze dala benzer. Ne yana çekersen eğilir.
Dilersen ondan sepet, hatt3a çember bile yaparsın.
Fakat suyu çekildi mi, kökünden su almaz oldu, kurudu mu dilediğin gibi bükülmez.
Kur’an’dan “Namaza kalksalar da üşenerek kalkarlar” âyetini okusana. Dal kökünden meme emmiyor ki.

2235. Bu alamet, taş gibidir. Kısa keseyim de yoksulu, definesini onun hallerini söyleyeyim.
Her fidanı yakan ateşi gördün ya. Hayali yakan can ateşini de seyret.
Candan böyle bir ateş yalımlandı mı ne hayale aman vardır ne hakikate.
O, her aslanın, her tilkinin düşmanıdır. “her şey helâk olur, ancak onun hakikati bâkidir.”
Onun hakikatine var, varlığından geç. “Bismi” deki elif gibi kelimede kaybol.

2240. O elif, Bismi’de gizlenmiştir. O, hem Bismi’de vardır, hem yoktur.
Böyle ulanmak için hazfedildi mi kelimede yok olur.
O, ulanma içindir, be harfiyle sin harfi, onunla birbirine ulanmıştır. Fakat be harfiyle sin harfinin ulanması, elifin bulanmasına razı olmaz.
Bu ulanmada, bu buluşmada bir harf bile sığmazsa artık sözü kısa kesmem lâzım benim.
Bir harf bile sin’le be’yi ayırıyor. Burada susmak, en lüzumlu bir şey.

2245. Elif, varlığından yok olmuştur ama o harfi olmaksızın da be’yle sin, elifi söyler durur.
“Sen atmadın attığın vakit, o attı” âyeti Peygamberin varlığı olmadan inmiştir. Peygamber de kendi varlığından geçmiş, susmuş, Allah diliyle söylemeye koyulmuştur da ondan sonra “Allah dedi” demiştir.
İlâç, ilâç olarak kaldıkça tesirsizdir. Fakat içildi, yendi de varlığından geçti mi tesir eder.
Ormanlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa yine Mesnevi’nin biteceğini umma.
Toprak oldukça ve kerpiç dökücü, toprağı karıp dört sopadan meydana gelen kalıba döktükçe bu kitabın şiiri de uzar gider.

2250. Hatt3a toprak kalmasa, yapılan kerpiç kurusa yine onun denizi coşar, köpürür... Köpüklerden toprak düzer.
Orman kalmasa, ağaçlar tükense ormanlık, bu sefer denizin içinden biter, baş gösterir.
Onun için sıkıntıları gideren o zat, “Bizim denizimizden zuhur eden sözleri rivayet edin. Bu hususta size bir teklif yoktur” dedi.
Denizden dön, yüzünü karaya ko. Oyundan oyuncaktan bahset, çocuğa bu daha iyi!
Çocukluğunda oyunla oynarsa da yavaş yavaş akıl denizine âşina olur, o denize dalar, yüzer.

2255. Çocuk, oyunla akıllanır, oynaya oynaya aklı başına gelir onun. Oyun, görünüşte akla uymaz ama iş böyledir işte:
Deli çocuk, oyun oynar mı? Cüzü lâzım ki külle dönsün.

Kubbe ve define hikâyesi

İşte o yoksulun hayali, riyasız olarak gel, gel demekle beni âciz bıraktı.
Onun sesini sen duymazsın ama ben duyarım. Çünkü gizlilik âleminde onun sırdaşıyım ben.
Onu define arıyor sanma. Define kendisi. Dost, mânada dosttan başka bir şey olabilir mi?

2160. Her lâhza o, kendisine secde etmede. Yüzünü görmek için önüne bir ayna koymuş secde ediyor.
Aynada hakikati bir habbecik görseydi ondan bir hayalden başka bir şey kalmazdı.
Hayalleri de yok olurdu, kendisi de. Bilgisi, bilgisizlikte mahvolmak olurdu.
Bizim bilgisizliğimizden başka bir bilgi, şüphe yok ki benim diye apaçık baş gösterirdi.
Âdem’e secde edin diye ses gelip durmada. Âdem’seniz bir an olsun kendinizi görün!

2265. Bu ses, meleklerin gözünden şaşılığı giderdi de yeryüzü, onlarca lâcivert gökyüzünün aynı oldu.
Allah’dan başka tapacak yoktur dedi, tapacak yalnız Allah’dır demekle ondan başka varlık yoktur demiş oldu ve birlik açıldı.
O dostun, o doğru yolu bulmuş sevgilinin kulağımızı çekmesi zamanı geldi.
Kulağımızı tutup çeşmeye götürerek ağzını burada, bu suyla yıka, halktan gizlediğin şeyleri söyleme demesinin tam vakti.
Fakat söylesen de o meydana çıkmaz ki. Yalnız sen açmayı kastetmekle suçlu olursun, o kadar.

2270. Fakat ben, onların etrafında dönüp duruyorum işte. Bunu söyleyen de benim dinleyen de.
Yoksulun ve definenin suretini söyle. Bunlar, eziyet çekenlerdir, o eziyeti anlat bakalım!
Rahmet çeşmesi, onlara haram oldu. Öldürücü zehri kadeh kadeh içiyorlar.
Eteklerine toprak doldurmuşlar, şu kaynakları doldurmaya geliyorlar.
Denizden yardım gören bu kaynak, şu iyi kötü bir avuç toprağın çalışıp çabalaması ile dolar mı hiç?

2275. Fakat sizi bıraktım, size karşı kurudum, ebediyen de akmayacağım der…
Halk, iştah bakımından ters tabiatlıdır. Öyleleri vardır ki suyu bırakır, içmez de toprak yer.
Halk peygamberlerin tabiatlarına zıttır, tutar ejderhaya dayanır.
Allah’nın göze mühür vurmasını, gözü kapatmasını bildin, fakat neden göz yumdun, bunu da bildin mi?
Gözünü yumdun da onun yerine şu gözlerini neye açtın? Bir bir, bil ki kapadığın gözün yerine gelen kötü gözlerdir onlar.

2280. Fakat inayet güneşi parlayıp doğmuş, ümidini kesenlere lûtfetmiştir.
Rahmetiyle görülmemiş bir tavla oyununa girişir. Küfrün ta kendisini tövbe haline kor.
O cömert Allah halkın bu bahtsızlığını görüp iki yüz tane sevgi çeşmesi akıtmıştır.
O, koncaya dikenden sermaye verir, dikenden gonca bitirir. Yılan boynuzu ile yılanı süsler, bezer.
Gece karanlığından gündüzü çıkarır. Yoksulun elinden zenginlik izhar eder.

2285. Halil’e kumu un yapar, Davut’a dağı enis kılar.
O karanlık bulutların altındaki dağ, olanca vahşetiyle beraber ağız açar, zir ve bem perdelerinden çenk çalar.
Ey halktan nefret eden Davut, kalk. Onları terk ettin, yerine bizi dinle, beraber çalalım der.

O define isteyen yoksulun bir çok araştırmadan sonra âciz kalıp ey her şeyi meydana çıkaran, sen bu gizli sırrı meydana çıkar diye ulu Allah’ya yalvarması

O derviş dedi ki: Ey sırları bilen, bu define için ömrümü zây ettim.
Hırs şeytanı, acele ettirdi, bana. Ne yavaşlığım kaldı, ne tedbirim, ne ihtiyatım.

2290. Tencereden bir lokma bile yemedim. Yalnız avucum siyahlandı, ağzım yandı.
Bunu iyice bilmiyorum, bari bu düğümü bağlayana müracaat ederek çözeyim demedim.
Allah’nın sözünü de Allah sözü ile tefsire kalkış. Kendine gel de zannına uyup hezeyan etme a pek yüzlü!
Düğümü kim bağladıysa o çözer. Bu nükteleri, bu sırları, yine söyleyen açar.
Sana o çeşit söz, kolay anlaşılır gibi gelir ama Allah remizleri kolay anlaşılır mı hiç?

2295. Adam yarabbi dedi, bu işten tövbe ettim. Kapıyı sen kapadın, yine sen aç!
Duada da bir hünerim yokmuş, yine başımı hırkaya çekiyor, sana yalvarıyorum.
Hüner nerede, ben neredeyim, doğru bir gönül nerede? Bunların hepside senin aksin, hepsi de sensin.
Her gece rüyada bir tedbire girişmede, bir fikre düşmedeyim. Suda gark olan gemiye döndüm.
Ne ben kalıyorum, ne hünerim kalıyor. Beden de bir leş gibi bihaber olarak bir tarafa düşüyor.

2300. O yüce padişah, seher çağına kadar her gece “ Rabbiniz değil miyim?” diye sormada. “Evet” diye cevap vermede.
Nerede “Evet, Rabbimizsin” diyen? Hepsini de uyku seli aldı götürdü. Yahut da bir timsah, hepsini paraladı, yedi.
Sabah çağı, karanlıklar kınından parlak kılıcını çekip de,
Doğu güneşi, geceyi dürünce bu timsah da yediklerini kusar.
Yunus gibi o timsahın midesinden kurtulur, koku ve renk âlemine yayılırız.



2305. Halk, Yunus gibi Allahyı tesbih etti, o karanlıklar âleminde o yüzden rahat kaldı.
Her biri seher vakti, gece balığının karnından çıkınca der ki:
Yarabbi, ey kerem sahibi, o korkunç geceye rahmet definesini gömmüş, ona bunca tat vermişsin.
O üstü pul pul, yol yol olan ve bir timsaha benzeyen gece, gözlerimizi, kulaklarımızı kuvvetlendiriyor, bedenimiz rahatlaşıyor.
Bundan böyle senin gibi birisi, bizimle beraber olduktan sonra bize korkunç görünen şeylerden kaçmayız.



2310. Musa, onu ateş gördü ama nurdu. Biz geceyi bir zenci gibi gördük, halbuki o huridir.
Bundan böyle denizi, çerçöpün örtmemesi için senden bir göz isteyelim.
Büyüklerin gözleri açıldı da ellerini çırpmaya, oynamaya başladılar. Ama bu elle, bu ayakla değil.
Halkın gözünü, ancak sebepler bağlar. Sebepten korkup titreyen, eshaptan değildir.
Fakat bizim eshabımız; hakikat ehlidir. Allah, onlara kapı açmış, onları odanın baş köşesine geçirmiştir.



2315. Allah eline nispetle müstahak olan da Allah azatlısıdır, bağdan kurtulmuştur, müstahak olmayan da.
Yokluk âlemindeyken hak mı kazanmıştık da bu cana ulaştık, bu bilgiyi elde ettik?
Ey her ağyarı yar eden, ey dikene gül libası ihsan eyleyen!
Toprağımızı ikinci defa olarak yine süz de hiçbir şey olmayanı yine bir şey haline getir!
Bu duayı da önce sen emrettin, yoksa bir toprak parçasında sana dua etmeye kudret mi olurdu?



2320. Ey hikmetine hayran olduğumun Allahsı, mademki dua etmemizi emrettin, bu emrettiğin duayı sen kabul et.
Geceleyin anlayış ve duygular gemisi kırılır. Ne bir ümit kalır, ne korku, ne yeis.
Allahm, beni rahmet denizine daldırır, bakalım, ne hünerle doldurup geri gönderecek?
Birisini ululuk nuru ile doldurur, öbürünü vehimlerle, hayallerle.
Kendimde bir rey, bir tedbir olsaydı her yaptığım, her giriştiğim iş, kendi hükmümce olurdu.



2325. Geceleyin aklım, benim buyruğum olmadan gitmezdi. Kuşlarım, tuzağımda dururdu.
Can duraklarını bilir, uykumda da, uyanıkken de, sınandığım zaman da onları anlardım.
Bu işleri bağlayıp çözmek elimde değil, değil de yine de bu ululanmam, bu kendimi beğenmem nedir?
Gördüğümü görmemiş sandım da yine dua zembilini kaldırdım.
Ey kerem sahibi, elif gibi hiçbir şeyim yok... Mimin gözünden daha dar bir gönlüm var ancak.



2330. Bu elif, bu mim, varlığımızın anasıdır. Anamız olan mimin eli dardır, elifse ondan daha yoksul!
Elifin bir şeyi yok demek gaflettir, mim gibi gönlü daralmış bir hale gelmek akıl alâmetidir.
Kendimden geçtiğim zaman hiçim. Fakat aklım başıma geldi mi ıstıraplara düşer, kıvranır dururum.
Artık böyle bir hiçe bir şey yükleme. Böyle kıvrandıran şeye devlet adını takma.
Zaten beni iyileştirecek bir şeyim yok. Bu yüzlerce derde de vehimden uğradım.



2335. Hiçbir şeyim yok, o haldeyim işte. Bana lûtfet. Zahmetler çektim, rahatlaştır beni, rahatımı arttır benim.
Göz yaşlarıma gark oldum, üryan bir halde durmadayım. Senin kapını görecek göz yok bende.
Gözsüz kuluna rahmet et de gözyaşları, şu yazıda bir yeşillik, bir ot bitirsin.
Gözyaşım kalmazsa gözyaşı ihsan et. Peygamberin yaş dökücü gözleri gibi hani.
O bile bunca devletiyle, bunca ululuğuyla, bunca ileri oluşuyla beraber Allah kereminden gözyaşı istedi.



2340. Artık benim gibi eli boş bir kâse yalayıcı, nasıl olur da kanlı gözyaşlarını iplik gibi salmaz?
Öyle bir göz bile gözyaşına meftun olduktan sonra benim göz yaşlarım, yüzlerce ırmak olmalı.
Onun göz yaşlarının bir katrası, benim iki yüz ırmağımdan yeğdir. Çünkü o bir katrayla insanlar da kurtuldu, cinler de.
O cennet bahçesi bile yağmur isteyince çorak ve çirkin toprak nasıl istemez?
Kardeş, elini duadan ayırma. Kabul edilmiş, edilmemiş, bununla ne işin var senin?



2345. Ekmek bile bu göz yaşına mâni olursa elini ekmekten yumak gerek.
Kendine çeki düzen ver, çevikleş, yan yakıl da ekmeğini göz yaşlarınla pişir!

Hatifin, define arayan yoksula seslenmesi ve definenin hakikatini bildirmesi

O böyle dua edip dururken Allah’dan ilham geldi, bu müşküller açıldı.
Dendi ki: Hatif sana yaya bir ok koy, at dedi, yayın zıhını adamakıllı çek demedi ki.
Yayı iyice ta kulağına kadar çek demedi, bir ok koy,atıver dedi.



2350. Sen, ukalâlığından yayı çekmeye okçuluk hünerini göstermeye kalkıştın.
Bu katı yayı bırak da yürü, alelâde yaya bir ok koy, fazla gitmesine savaşma.
Düştüğü yeri kaz, defineyi orada bulmaya çalış, altınları elde et.
Allah, şah damarından yakındır insana. Halbuki sen ok gibi olan düşünceni uzaklara atmadasın.
Ey yayı kurup oku atan! Av yakında, sen uzağa düşmüşsün.



2355. Kim daha uzağa ok atarsa daha uzaktadır. Böyle bir defineden daha uzağa düşer o.
Filozof kendisini düşünceyle öldürdü. Koş de ona, zaten defineye arkasını çevirmiştir o.
Koş de. Ne kadar fazla koşarsa gönlünün muradından o kadar uzaklaşır.
Padişah, “Bizim için savaşanlar” dedi, bizden uzaklaşmaya çalışanlar demedi a kararsız adam!
Kenan gibi hani. O da Nuh’dan arlandı da o koca dağın tepesine çıkmaya kalkıştı.



2360. Kurtulmak için dağa ne kadar koştu, tırmandıysa kurtuluştan o kadar uzaklaştı.
Her sabah, daha katı bir yayla daha uzağa ok atıp define arayan bu yoksul gibi.
Daha katı olan her yayı, eline aldıkça defineden o derece mahrum olmaktaydı.
Bu atalar sözü, âlemde söylenir durur: Şeytanın canı azapta gerek.
Çünkü bilgisiz kişi hocadan utanır, kalkar, gidip yeni bir dükkân açar.



2365. Ustana danışmadan açtığın o dükkân, bil ki kokmuş bir dükkândır, akreplerle, yılanlarla doludur o suretten ibaret adam!
Çabuk yık bu dükkânı da yeşilliğe, gül fidanlarına, içilecek suların bulunduğu yere dön!
Kibrinden, işin iç yüzünü bilmediğinden gûya kendisini kurtaracak dağı kurtuluş gemisi yapmaya kalkışan Kenan’a benzemez.
O define arayana da okçuluğu hicap oldu. Halbuki isteği hazırdı, koynundaydı.
Nice bilgi, nice zekâ, nice anlayış vardır ki yolcuya bir gulyabani, bir harami kesilir.



2370. Cennetliklerin çoğu ahmaktır. Bu suretle de filozofun şerrinden kurtulur onlar.
Kendini faziletten de üryan bir hale getir, saçma şeylerden de... Böylece rahmet, her an sana insin dursun.
Anlayışlı olmak; sınıklığın, niyazın zıddıdır. Anlayışlı olmayı bırak, ahmaklıkla uzlaşmaya bak.
Anlayışı hırs ve tamah tuzağı bil. Temiz kişinin şeytan gibi akıllı olmakla ne işi var?
Aklı, fikri ileri olanlar, bir sanatla kanaat ederler. Fakat o kadar ileri anlayışlı olmayanlar sanatı görür, sanatkârı bulurlar.



2375. Ana, küçücük yavrusunu gündüzün kucağına alır, ona el ayak olur, onu her şeyden korur.

Biri Müslüman , öbürü Hıristiyan, üçüncüsü de Yahudi olan üç yolcu, bir konak yerinde yiyecek buldular. Hıristiyanla Yahudi tokdu, bunu yarın yiyelim dediler Müslüman, o gün oruçluydu, fakat onlarla başa çıkamadığından aç kaldı

Oğul, burada bir hikâye dinle de hünerine kapılıp belâlara uğrama.
Bir Yahudi, bir Müslüman, bir de Hıristiyan yolda arkadaş oldular.
Bir mümin, iki sapıkla yoldaş oldu. Aklın, şeytan ve nefisle arkadaş olması gibi.
Yol hali bu, bir de bakarsın, bir Maraga’lı ile bir Rey’li arkadaş olur. Beraber yerler, beraber içerler.



2380. Baykuş, karga ve doğan, bir kafese düşebilir. Hapiste bir temiz kişiyle bir beynamaz arkadaş olabilir.
Bir konaktaki kervan sarayda doğu ve batı halkıyla Maveraünnehir’li bir araya gelir.
Aşağılık ve yüce kişiler, kış ve kar yüzünden bir kervansarayda günlerce kalırlar.
Fakat yol açıldı, mâni kalmadı mı hepsi ayrılır, her biri, bir yana gider.
Akıl padişahı, kafesi kırdı mı kuşların her biri, bir tarafa uçar.



2385. Bundan önce neşelenerek, sevinerek kendi cinsinin havası ile geldiği yere uçar giderdi ya.
Kafeste ve zindan da iken de her an ağlayıp inleyerek kanat açar ama uçmaya yol ve imkân yoktur.
Fakat yol oldu mu her biri, anarak kanat açtığı yere uçar, yel gibi uçup gider.
Ağlayıp ah ettiği tarafa fırsat buldu mu koşar, uçup kavuşur.
Bedenine bak. Bu cüzüler, nereden toplanıp bedenine geldi.



2390. Kimisi suya, kimisi toprağa, kimisi yele, kimisi ateşe mensup. Kimi arştan gelmiş, kimi ferşten. Kimisi güzel, kimisi çirkin.
Her biri kar korkusundan bu kervansaraya sinmiş, geldikleri yere tekrar dönmeyi umuyor.
Çeşit çeşit kar var, her taraf donmuş, hiçbir yerde hayat kalmamış. O adalet güneşinden uzak kalmışlar, o uzaklık kışından buz kesilmişler.
Fakat o kızgın güneşin harareti bir geldi mi dağ bile kum ve yün kesilir.
Can verirken beden nasıl erirse kendilerinde candan eser olmayan cansızlar bile öyle erir.



2395. Bu üç yoldaş bir konağa vardılar. Orada bir devletli, kendilerine helva hediye etti.
Bir ihsan sahibi, “Ben yakınım”, sofrasından her üç garibe de helva götürdü.
Allah’dan sevap ümidi ile sıcak somun ve bal helvası hediye etti.
Şehirliler, edep ve zekâ ehli olurlar. Toy vermek yoksul doyurmak da köylülere verilmiştir.
Allah, garibe ziyafet çekmeyi köylülere vermiştir.



2400. Köylerde her gün Allah’dan başka imdadına yetişecek hiç kimsesi olmayan yeni bir misafir vardır.
Köylerde her gece yeni bir topluluk vardır ki onların Allah’dan başka kimseleri yoktur.
O iki yabancı, adamakıllı yemek yemişler, imtilâya uğramışlardı. O Müslüman ise oruçluydu.
Akşam namazı vakti o helva gelince Mümin, pek aç olduğundan yemek istediyse de,
İkisi de biz boğazımıza kadar tokuz. Bu yemeği bu gece bırakalım da yarın yeriz.

2405. Bu gece sabredelim, yemeyelim de helvayı yarına saklayalım dediler.
Mümin dedi ki: Sabrı bırakalım da bu gece yiyelim yarının sahibi var.
Ona sen, böyle hikmet satarak yalnız yemek istiyorsun galiba dediler.
Dedi ki: Dostlar, biz üç kişi değil miyiz? Bana razı değilseniz pay edelim.
Kimse ne düşerse diler yesin, diler saklasın.

2410. İkisi birden hayır dediler, pay etmeyi bırak, “her pay eden cehennemdedir” sözünü duy.
Mümin, burada pay eden, kendi havasına uyup pay edendir. Allah için pay eden değil.
Sen de Allahnınsın onun payısın. Onun payını başkasına verirsen ona şirk koşmuş olursun.
Eğer o kötü kişilerin zamanı olmasaydı bu aslan, köpeklere üstün olurdu.
Onların kasti o Müslüman’ın gam yemesi, o geceyi aç geçirmesiydi.

2415. Allah’ya teslim oldu, boynunu eğdi, dostlarım dedi, baş üstüne, dediğiniz gibi olsun.
O gece yatıp uyudular, sabahleyin kalkıp kendilerini bezediler.
Yüzlerini, ağızlarını yıkadılar. Her biri, kendi yolunca virdini okumaya koyuldu.
Bir zaman virtlerine yüz tutup Allah’dan lûtuf ve ihsan dilediler.
Müminde ulu padişaha yüz tutar, Hıristiyan da Yahudi de; Mecusi de.

2420. Hattâ taş, toprak, dağ ve suyun bile Allah’ya gizli bir duası, ilticası vardır.
Bu sözün sonu gelmez. Her üç dostta ibadetlerini bitirdikten sonra dostçasına birbirlerine yüz çevirdiler.
Biri dedi ki: Her birimiz gördüğü rüyayı anlatsın.
Kimin rüyası daha güzelse bu helvayı o yesin, üstün olan alt olanın payını alsın.
Aklı en üstün olanın yemesi herkesin yemesi demektir.

2425. Onun nurlarla dolu olan canı üstün gelmiştir, arda kalanların derdine o deva eder.
Akıllılar, ebediliğe ulaşmışlardır. Şu halde onların vücudu ile bu âlemde mâna bakımından bâkidir.
Bunu üzerine önce Yahudi gördüğünü söyledi, geceleyin ruhu nerelerde gezdiyse anlattı.
Dedi ki: Yolda önüme Musa çıktı. Öyledir, kedi rüyasında yağlı kuyruk görür.
Musa’nın ardında Tur dağına gittim. Ben de Musa’da Tur dağı da nura gark olduk, görünmez bir hale geldik.

2430. O güneşin nuru ile üç gölge de mahvoldu. Ondan sonra o nurdan bir kapı açıldı.
O nurun içinden bir başka nur göründü. O ikinci nur, çabucak yüceldi.
Ben de, Musa’da, Tur dağı da... Üçümüzde o nurun doğmasıyla kaybolduk.
Ondan sonra gördüm, Allah nuru, ona üfürünce dağ üçe ayrıldı.
Heybet sıfatı ona tecelli edince parçalar, birbirinden ayrıldı, her bir parçası bir tarafa gitti.

2435. Bir parçası denize doğru gitti. Zehir gibi acı olan deniz suyu, bu yüzden tatlılaştı.
İkinci parçası yere geçti, yerden tatlı sular, deva çeşmeleri kaynadı.
Tertemiz vahyin kutluluğundan o sular, bütün hastalara şifa kesildi.
Öbür parçası da derhal uçup da Kâbe’nin yanına gitti, Arafat dağı oldu.
Sonra tekrar o sesten kendime geldim, bir de gördüm ki Tur yerindeydi, ne eksiği vardı, ne fazlalığı.

2440. Fakat Musa’nın ayağı altında buz gibi eriyordu. Ne çukuru kaldı ne tepesi.
Heybetten yerle bir oldu, tepesi de o heybetle eteğiyle birleşti.
Derken yine kendime geldim, gördüm ki Tur’la Musa, eskisi gidi durmakta.
Yalnız dağın eteğindeki çölde yüzleri Musa’ya benzeyen bir alay halk var.
Onun gibi onların ellerinde de birer asâ var, hırkası, tıpkı onların hırkasına benziyor. Hepside eteğini çemremiş kendi turuna gitmekte.

2445. Hepsi ellerini duaya kaldırmış, “Rabbim bana görün” demeye koyulmuş.
Sonra yine o dalgınlıktan kendime geldim, her birinin sureti bana başka türlü göründü.
Hepsi de Allah âşığı peygamberdi bunların. Bu suretle bana peygamberlerin birliği anlatılmış oldu.
Bu sırada yine o ulu melekleri gördüm. Kardan meydana gelmişti bunlar.
Bunlardan başka yardım dileyen bir halka melek daha vardı ki onlarda ateşten yaratılmışlardı.

2450. O çıfıt böyle söyleyip duruyordu. Nice Yahudi vardır ki sonu iyi olur.
Hiçbir kâfiri hor görmeyin. Müslüman olarak ölebilir olur ya.
Ömrünün sonundan ne haberin var ki ondan tamamı ile yüzünü çeviriyorsun.
Ondan sonra Hıristiyan söze geldi. Dedi ki: Rüyada Mesih göründü..
Onunla dördüncü kat göğe âlemin güneşinin bulunduğu durağa çıktım.

2455. Gök kalelerinin şaşılacak şeylerini gördüm. Bu âlemdeki alâmetlere hiç benzemiyorlardı.
Oğulların gökçeği, herkes bilir ki gökyüzünün hüneri, elbette yeryüzünden üstündür.

Öküz, deve ve koç, yolda bir deste ot buldular. Her biri ben yiyeceğim dedi.

Bir deve, bir öküz ve bir koç, yolda giderlerken bir bağ ot buldular.
Koç dedi ki: Bunu paylaşırsak hiç birimiz doymayacağız.
Fakat kimin ömrü daha artıksa bu otu o yesin.

2460. Yaşlılara hürmet Mustafa’nın sünnetlerindendir çünkü.
Aşağılık kişilerin hükmettiği bu devirde ise halk, yaşlıları iki yerde öne geçirirler.
Ya ateş gibi sıcak yemeğe buyur derler, yahut bakımsızlıktan yıkılacak dereceye gelen köprüde ileri sürerler.
Aşağılık kişiler kötü bir maksatları olmadıkça bir şeyhi, bir büyüğü, bir kılavuzu ağırlamazlar.
Onların hayırları budur, artık kötülüklerini var sen kıyas et.

Örnek

2465. Bir padişah camiye gidiyordu. Yaverleri, sopalı memurları, halkı dövmedeydi.
Sopalı damlar, birinin başını yarıyor, öbürünün gömleğini yırtıyor, padişaha yol açıyorlardı.
O arada bir yoksul da yasakçılardan suçsuz olarak on sopa yedi.
Kanlar içinde kaldı. Padişaha yüz dönüp dedi ki: Şu apaçık zulme bak, gizlisini ne soruyorsun?
Camiye gidiyorsun gûya. Hayrın buysa şerrin ve kötülüğün nedir ey azgın?

2470. Bir pîr, aşağılık bir adamdan bir tek selâm işitmez ki nihayet ondan bir hayli derde uğramasın.
Böyle bir kötü kişinin veliye musallat olmasındansa kurdun musallat olması daha iyidir.
Kurt, çok zâlimdir ama hiç olmazsa hilesi, düzeni yoktur.
Hilesi, aklı fikri olsa hiç tuzağa düşer mi? Hile insandadır tamamı ile.
Koç, öküzle deveye arkadaşlar dedi, mademki böyle bir ota rastladık.

2475. Hadi bakalım her biriniz ömrünüzün başlangıcını söyleyin. Kim daha yaşlı anlaşılsın,öbürleri de sussun.
Benim vücuda gelişim, İsmail’in koçu ile başlar. O vakitten beri varım ben.
Öküz, ben dedi, Âdem peygamber, bir öküzle çift sürüyordu ya, işte o vakit küçücüktüm.
Halkın atası Âdem’in yeryüzünde çift sürdüğü öküzle eşim ben.
Deve, öküzle koçtan bu sözleri duyunca çok şaşırdı. Başını indirip otu aldı.

2480. Havaya kaldırdı. Hiçbir söz söylemeden o esrik deve,otu yedi, sonra dedi kİ:
Benim için doğum tarihine zaten hacet yok. Bende bu çeşit gövde ve bu uzun boy varken buna ne hacet?
Yavrum, herkes bilir ki ben, sizden küçük değilim.
Akıl, fikir sahipleri, bilirler ki yaratılışım sizden üstündür.
Hıristiyan da, hepiniz bilirsiniz ki dedi bu yüce gök, şu eski yeryüzünden yüzlerce defa geniştir.

2485. Nerede gökyüzünün acayip genişlikleri, nerede şu yerin köşeleri, bucakları?

Müslümanın, arkadaşları olan Yahudi ve Hıristiyana gördüğü rüyayı söylemesi ve onların hayıflanmaları

Müslüman, bunu üzerine dedi ki: Dostlar, sultanım Mustafa zuhur etti.
Bana dedi ki: Onların birisi Tur’a gitti, Allah Kelim’ine arkadaş oldu, aşk tavlası oynamaya girişti.
Öbürünü de sahip kıran İsa aldı, dördüncü kat göğe çıkardı.
Kalk a arda kalmış zarar görmüş adam! Bari o helva ile yahniyi sen ye.

2490. O hünerli, sanatlı kişiler, koştular; devlet ve mevki mektubunu okudular.
O iki faziletli er, lûtuf ve ihsanlar buldular, meleklere karıştılar.
Ey arda kalmış sâf ve bön! Kalk, sıçra da helva kâsesinin başına otur!
Bu sözü duyunca Hıristiyan’la Yahudi a haris dediler, yoksa helvayı yedin mi?
Müslüman, “O emrine itaat edilen padişah, emredince ben kimim ki buyruğuna uymayayım?

2495. Sen Yahudi’sin Musa’nın emrinden baş çekebilir misin? Seni iyi ve kötü bir şeye koşsa emrinden nasıl olur da dışarı çıkabilirsin?
Sen de Mesih’e tâbisin, hayır veya şer, herhangi bir işte Mesih’in emrine karşı durabilir misin?
E... Artık ben nasıl olur da peygamberlerin övündüğü Peygamberimin emrinden dışarı çıkabilirim? Helvayı yedim tabiî, şimdi de sarhoşum işte!” dedi.
Bunun üzerine vallahi dediler, rüya, senin rüyan. Bu gördüğün rüya, bizim yüzlerce rüyamızdan üstün.
Ey neşeli zat, senin uykun, uyanıklık. Rüyanın eserini uyanıklıkla bile görüyorsun.

2500. Sen de faziletten, yiğitlikten, hünerden geç, iş hizmette ve güzel huydadır.
Allah, bizi bunun için meydana getirdi. “İnsanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım, cinleri de” dedi.
Samiri’nin hüneri, neyini fazlalaştırdı ki? O hüner kendisini Allah kapısından sürdürdü.
Kaarun’un başına kimya bilgisinden neler geldi? Seyret de bak. Yer, onu ta dibine kadar çekti.
Ebülhakem, hünerinden ne elde etti? Küfrüyle inkârıyle baş aşağı cehenneme gitti.

2505. Hüner odur ki ateşi apaçık göresin; duman ateşe delalet eder demeyesin bunu böyle bil!
Senin delilin hakikatte hekimin delilinden daha kokmuştur.
Oğul, senin delilin bundan başka bir şey değilse pislik ye, sidiğe bak dur.
Delilin, asâya benzer senin. Elindedir de körlüğünden göremediğin şeyleri, güya onunla anlarsın. Bu gürültüyü, bu kap tutu göremiyorum, beni mazur tut diyorsun âdeta.

Tirmiz padişahı Seyyid’in “ Kim filân işi görmek üzere Semerkand’a üç yahut dört günde gidebilirse ona elbise, at, köle ce cariyeyle şu kadar altın vereceğim” diye tellâl çağırtması, köyde bulunan Delkak’ın bunu duyup “Ben gidemem, bu iş benim işim değil” diye padişaha müracaat etmesi

2510. Delkak, Tirmiz’de padişah olan Seyyid’in her şeyi bilen akıllı bir maskarasıydı.
Padişahın Semerkant’da mühim bir işi vardı. O işi derhal yapıp gelecek bir adam aradı.
“Beş günde oraya gidip gelecek ve bana haber getirecek olana hazineler vereceğim” diye tellal çağırttı.
Delkak, köydeydi. Bunu duyunca eşeğine bindi. Tirmiz’e doğru koşturmaya başladı.
Öyle koşturuyordu ki eşek sakatlandı. Ata bindi at da çatladı.

2515. Nihayet yol tozlarına bulanmış bir halde Tirmiz’e gelip divana girdi. Vakitsiz olmakla beraber padişahın huzuruna girmek istedi.
Divana bir fısıltıdır düştü. Padişah da vehimlendi âdeta.
Şehrin ileri gelenleri de ürktüler, geri kalanları da. Acaba diyorlardı, ne fitne ne kötülük çıktı?
Kuvvetli bir düşman mı kast etti bize, yoksa kaza ve kaderden helâk edici bir felakete mi uğradık?
Ne oldu da Delkak, köyden kalktı, böyle aceleyle yola düştü, yolda birkaç tane Arap atını çatlattı?

2520. Halk, padişahın sarayının kapısına toplandı. Bakalım Delkak, böyle acele niçin geldi diye bekliyorlardı.
Onun acelesinden, o telaşından Tirmiz’de bir gürültüdür koptu.
Biri iki eliyle dizlerini dövüyor, öbürü eyvahlar olsun, başımıza gelenler nedir, diye bağırıyordu.
Herkes, korkudan, gürültüden bir felaket düşünmede, bir başka çeşit düşünceye kapılmada, yüzlerce hayallere düşmedeydi.
Hırkamıza düşen bu ateş nedir, diye herkes aklınca bir şeyler kuruyordu.

2525. Delkak, huzuruna gitmek istedi. Padişah derhal izin verdi. Yeri öpünce padişah “Ne oldu yahu” dedi.
Kim, o ekşi suratlı adama bir şey sorduysa parmağını ağzına götürüp sus demekteydi.
Bu hareketinden halkın, vehmi artıyor, herkes derleniyor, şaşırıp kalıyordu.
Delkak, padişahın emri üzerine ey kerem sahibi padişahım dedi, bir an dur da nefes alayım.
Aklım başıma gelsin. Çünkü acayip bir âleme düştüm.

2530. Bir an geçti ama padişah da vehme, zanna kapıldı. Boğazı da acıdı, ağzının tadı da kaçtı.
Çünkü Delkak’ı hiç böyle görmemişti. Ondan daha hoş bir nedimi yoktu.
Daima hikâyeler söyler, lâtifeler eder, padişahı sevindirir, güldürürdü.
Huzurda oturdu mu öyle bir güldürürdü ki padişah, kahkaha atarken iki eliyle karnını tutmaya mecbur olurdu.
Kahkahadan terlere batar, yüzüstü yerlere yıkılırdı.

2535. Bu günse yüzü sapsarıydı, suratı asıktı. Parmağını ağzına götürüp sus padişahım diyordu. Bu ne haldi?
Padişah, ne felâket var acaba diye vehimlendikçe vehimleniyor, hayallendikçe hayalleniyordu.
Harzemşah, pek zâlimdi, pek kan dökücüydü. Padişahın gönlünde o yüzden zaten gam, gussa vardı.
O taraflardaki birçok padişahları ya hileyle, ya kuvvetle öldürmüş, yok etmişti o inatçı.
Tirmiz padişahı da bundan vehimleniyordu zaten. Delkak’ın halinden vehim büsbütün arttı.

2540. Dedi ki: çabuk söyle, ne var? Kimden bu derece perişan oldun?
Delkak cevap verdi: Köyde duydum ki padişah, her ana caddenin başında bir tellal bağırtmış.
Üç günde Semerkant’a kadar gidecek adama hazineler bağışlatacağım demiş.
Koşa, koşa aceleyle geldim ki ben de o kudret olmadığını söyleyeyim.
Benden böyle çeviklik gelmez. Hiç olmazsa bunu benden umma!

2545. Padişah hay canına lânet olsun dedi, şehre yüzlerce korku saldın.
A ham herif, bu kadar şey için ota da ateş saldın, otlağa da.
Şu davullu, bayraklı hamlar da, biz yokluk yurdundan haberciyiz diye bağırıp dururlar ya!
Hepsi dünyaya bir şeyhlik lâfıdır atmış, kendisini Beyazıd yerine koymuştur.
Kendi kendine yola girmiş, kendi kendine ulaşmış; bir dava yurdunda meclis kurmuştur.

2550. Kendi kendisine gelin güvey olan gibi. Kız tarafını hiç bundan haberi yokken güvey evi birbirine girer.
İş yarıdan yarıya düzeldi, biz, bize gereken şartları yerine getirdik.
Evleri süpürdük, bezedik. Bu hevesle âdeta sarhoş olduk, bu işe hoş bir surette giriştik der.
Fakat o taraftan bir haber geldi mi hayır.
O damdan bir kuş uçup bu yana ulaştı mı? Hayır!
Bu birbiri üstüne ulanan elçilikler, bu gürültü patırtı üzerine o taraftan size bir cevap geldi mi? Ne gezer?

2555. Gelmedi ama sevgilimiz biliyor ya. Mutlaka gönülden gönle yol vardır derler.
Peki ama umduğumuz sevgiliden niye mektubumuza cevap gelmedi, niye yol bomboş öyleyse?
Gizli aşikâr yüzlerce nişane var, fakat yeter, bu kapının perdesini bundan fazla açma.
Sen yine, zevzekliğinden kendi kendisini derde atan o ahmak Delkak’ın hikâyesini söyle.
Vezir dedi ki: Ey doğruya bir direk, bir dayak olan padişahım! Şu aşağılık kul bir söz söyleyecek, onu lûtfen dinle.

2560. Delkak, köyden bir iş için geldi. Bir şey söyleyecekti. Şimdi vazgeçti, pişman oldu.
Yağdan, baldan bahsetmede, söyleyeceğini gizlemede, maskaralıkla bu işten kurtulmaya savaşmada.
Kını gösteriyor, kılıcı gizliyor. Onu acımadan sıkıştırmak gerek.
Fıstığı, yahut cevizi kırmadıkça ne içi meydana çıkar, ne ondan bir yağ çıkarılır.
Onun bu saçma sözlerini, bu maskaralığını dinleme de titreyişine, yüzünün rengine bak.

2565. Allah, “Niyetleri yüzlerine görünüp durur” dedi. Çünkü yüz içteki sırrı söyler, açığa vurur.
Bu görünen şey, duyulan sözün zıddıdır. Çünkü insan şerle yoğrulmuştur.
Delkak, feryat ve figan ederek, coşup köpürerek vezir dedi, bu yoksulun kanına girmeye kalkışma.
Gönle nice şüpheler, vehimler gelir ki doğru ve yerinde değildir.
“Şüphe yok ki şüphenin bazısı suçtur, günahtır.” Sitem, hele yoksula olursa hiç doğru değildir.

2570. Padişah kendisini inciten kişiye bile kötülük etmezken nasıl olur da onu güldürene kötülük eder?
Fakat vezirin sözü, padişahın gönlüne yer etmişti.
“Delkak’ı zindana götürün, maskaralığına, riyasına pek kapılmayın.
Boş karnına davul gibi vurun da davul gibi nesi var, nesi yoksa bize haber versin.
Davul kuru olursa sesi başka türlü çıkar, yaş olursa başka türlü. İçinde bir şey olursa başka türlü bir ses verir, boş olursa başka türlü. Sesi ne halde olduğunu bildirir bize.

2575. Siz de onu dövün de zorundan içindekini söylesin, gönüllerimiz kabul edinceye kadar nesi var, nesi yoksa açığa vursun.
Parlak ve açık doğru söz, gönle rahatlık verir. Gönül, yalan sözle yatışmaz.
Yalan, çerçöpe benzer, gönül de ağza. Çöp ağızda gizlenmez.
Ağızda çöp oldu mu dil dolanır durur, nihayet onu ağızdan atar.
Hele göze bir çöp girerse göz yaşarır, kapanıp açılmaya başlar.

2580. Biz, bu çöpü, ağzımıza, gözümüze girmeden ayağımızın altında ezelim” dedi.
Delkak padişahım yavaş ol dedi. Yavaşlık ve yarlıgama yüzünü pek yırtma.
Beni azaba sokmak için neden bu kadar acele ediyorsun? Senin elindeyim, kuş değilim ki, uçayım.
Allah için verilen cezada acele etmek doğru değildir.
Fakat kendi kızgınlığından, kendi gelip geçici heva ve hevesinden verilen cezada acele edilir. Adam, kendini bir an önce razı etmeye bakar.

2585. Kaza ve kadere razı olursa kızgınlığı yatışır. Öç almadan geçer, o zevkten mahrum kalır. Bundan korkar işte.
Yalancı şehvet, yemeye atılır, onun lezzetini, zevkini kaybedivereceğinden korkar ki bu zaten derttir.
İştah varsa acele etmemek, yenen şeyin iyice sinmesi için ağır ağır yemek daha doğrudur.
Sen, benim belâmı defetmek, gördüğün gediği tıkamak istiyorsun.
O gedikten bir felâket gelmesin diyorsun ama kaza ve kaderin o gedikten başka daha nice gedikleri, nice delikleri var.

2590. Belâyı def etmenin çaresi, sitem etmek değildir. buna çare ihsandır, aftır keremdir.
Peygamber “sadaka belâyı defeder” dedi. Ey yiğit hastalığını sadakayla tedavi et.
Sadaka, yoksulu yakmak, hilim gözleyen gözü kör etmek değildir.
Padişah dedi ki: Hayır, yerinde yapılırsa iyidir. Yerinde bir hayırda bulunursan bu, doğru bir harekettir.
Ruh, yerine şah sürmek işi harap etmektir. Şah yerine atı sürmek de bilgisizliktir.

2595. Şeriatta ihsan da var ceza da. Padişah, baş köşeye geçer; at ahıra bağlanır.
Adalet nedir? Bir şeyi lâyık olduğu yere koymak. Zulüm nedir? Lâyık olmadığı yere koymak.
Allah’nın yarattığı bir şey abes değildir. Kızgınlık, hilim, öğüt, hile... hepsi doğrudur.
Bunların hiç biri mutlak olarak hayır değildir. aynı zamanda mutlak olarak şer de değildir.
Her birinin yerinde faydası vardır, yerinde de zararı. Onun için bilgi vaciptir, faydalıdır.

2600. Yoksula yapılan öyle cezalar vardır ki sevap bakımından ekmekten de yeğdir, helvadan da.
Çünkü helva, vakitsiz yenirse safra yapar. Halbuki helva verilecek yerde ona bir sille vurulsa kötülükten kurtulur.
Yoksula vaktinde bir sille vur da boynu vurulmaktan kurtulsun.
Vurmak, hakikatte kötü huyadır. Kilim dövülmez, tozu dövülür.
Meclis de var, zindan da. Her ikisi de lâzım. Meclis ihlas sahibi olana, zindan ham kişiye.

2605. Yarayı deşmek lazım. Deşeceğin yerde üstüne merhem korsan pisliği kökleştirmiş olursun.
Yaranın altındaki eti yer. Yarı faydası olsa elli tane ziyanı olur.
Delkak, beni bırak demiyorum dedi, işi ara, sor, tahkik et diyorum. Sabır yolunu kapama, acele etme. Sabret de birkaç gün düşün.
Bu düşünce esnasında bir şeye iyice karar verirsin de kulağımı bilerek çekersin.

2610. Neden yürüyüşte “Yüzü üstünde sürünme” sözü söylenir? Daima doğru yürümek gerekken yüzüstü sürünme neden?
İyi kişilerle danış, görüş. Peygamber “İşlerini meşveretle yapar onlar” dedi, bunu böyle bil!
İşleri meşveretle yapmak, şunun içindir: Meşveretten hata ve eğrilik, az meydana gelir.
Bu akıllar, aydın kandillere benzer. Elbette yirmi kandil bir kandilden daha ziyade aydınlık verir.
Belki aralarına gökyüzünün nurundan yanmış bir kandil düşüverir.

2615. Allah gayreti, ortaya bir perde salmıştır. Aşağılık ve yücelik âlemine mensup olanları birbirine karıştırmış, karmıştır.
“Yürüyün âlemi gezin” demiştir. Sen de gez, dolaş da bahtını, rızkını sınaya dur.
Meclislerde, peygamber de bulunan akıl gibi bir akıl ara.
Çünkü peygamberden, miras kalan ancak odur. Bu akıl, gaypları önden de görür, arttan da.
Bu kısa kesilen kitapta anlatılmasına imkan bulunmayan gözü de gözler arasında ara.

2620. İşte o azametli peygamber, rahipliği, dağlara çekilip yalnızca ibadet etmeyi bunun için menetmiştir.
İnsanlar birbirleri ile buluşsunlar diye bunu kaldırmıştır. Çünkü böyle bir göze sahip adamın bakışı bahttır, ebedilik iksiridir.
Temiz kişiler arasında tertemiz biri vardır ki padişah, onun fermanının üstüne “Şah” çekmiştir.
Onun duası, icabet edilir. İnsanların, cinlerin en ulularının içinde bile ona eşit yoktur.
Onunla inada girişen, ister tatlı olsun, ister ekşi; Allah’ya karşı hiçbir delili yoktur.

2625. Çünkü biz onu yücelttik... Özrü, delili ortadan kaldırdık.
Allah, kıbleyi ortaya apaçık bir surette çıkardı mı bil ki artık kıble aramak abestir.
Kendine gel, araştırmadan yüz çevir, başını döndürüp durma artık. Döneceğin yer ve konaklayacağın mekân, meydanda işte.
Bu kıbleden bir an gafil oldun mu her batıl kıblenin maskarası oldun gitti.
Sana temyiz verene hamd etmezsen kıbleyi tanıma kabiliyetini kaybedersin.

2630. Bu ambardan bir şey elde etmek, bir ihsana uğramak niyetindeysen seninle hemdert olanlardan bir an bile ayrılma.
Çünkü bu yardımcıdan ayrıldığın an kötü bir arkadaşın derdine uğrarsın.

Farenin kurbağayla arkadaş olması, ayaklarını uzun bir iple bağlamaları, karganın fareyi yakalaması kurbağanın da ona bağlı olarak havalanması, feryat ve figana başlaması, kendi cinsinden olmayan bir hayvanla dost olduğuna pişman olması

Tesadüf bu ya, bir fare, vefalı bir kurbağa ile su başında tanıştılar.
Her ikisi de bir buluşma zamanı tayin ettiler. Her sabah bir bucaktan çıkıyorlar,
Birbirleri ile gönül tavlası, oynuyorlar, gönüllerini vesveseden arıtıyorlardı.

2635. Bu buluşmadan ikisinin de gönlü ferahlıyor, birbirlerine hikâyeler anlatıyorlar, birini söylediğini öbürü dinliyordu.
Gâh baş diliyle, gâh hal diliyle sırlarını ortaya koyuyorlar. “Topluluk rahmettir” sözünü tevil diyorlardı.
O kötü mahlûk, kurbağa ile eş oldu mu neşeleniyor, beş yıllık vakaları hatırlıyordu.
Sözün coşması, ulanıp gitmesi, dostluk nişanesidir. Söz söyleyememekte ülfetsizliktendir.
Gönül, dilberi gördü mü nasıl olur da suratı ekşi bir halde kalır? Bülbül, gül görür de nasıl susar?

2640. Kızarmış balık bile, Hızır’ın himmetiyle dirildi, denize sıçradı, orada karar kıldı.
Sevgili, sevgilisiyle beraber oturdu mu yüz binlerce sır levhini bilir.
Sevgilinin alnı Levhi mahfuzdur. Dost, onun alnından iki âlemin sırrını da apaçık görür.
Dost kudümiyle âdeta yol kılavuzudur. Mustafa, bunun için, “Sahabem yıldıza benzer” demiştir.
Yıldız çölde de kılavuzdur, denizde de. Yıldıza göz dik, o kılavuzdur, yol gösterir.

2645. Gözünü onun yüzüne eş et. Onunla bahse girişmeye kalkma, bu çeşit hareketlerle toz koparma.
Çünkü o tozla yıldız, görünmez olur. Halbuki göz, sürçen dilden elbette daha iyidir.
Yalnız Allah’dan vahiy alan kişi söylerse o başka. Çünkü o toz koparmaz, tozu yatıştırır.
Âdem, vahiy ve sevgiye mazhar olunca sözü “Allemel esmâ” sırrını açtı.
Her şeyin adı nasılsa öylece gönül sahifesinden diline aktı, her şeyi bildirdi.

2650. Her şeyi gönül gözü görmüştü, onun için hepsinin hassasını ve mahiyetini apaçık söylüyordu.
Her şeye lâyık olan adı söyledi, puşta aslan demedi.
Nuh da tam dokuz yüz yıl doğru yolda vaaz etti. Her gün yeni bir öğüt verdi.
Lâal dudakları, kalplerin yakutuydu. Ne risale okumuştu, ne de “Kuutül kulûb!”
Vaazlarını şerhlerden öğrenmiyordu. Sözleri, keşifler kaynağından coşuyordu, ruh şerhiydi.

2655. Bir şarap var. O içildi mi söz suyu dilsizden bile kaynar, köpürür.
Yeni doğan çocuk fasih söz söyler bir edip olur, Mesih gibi, ergen adamların hikmetini okur.
O şaraptan içip dudağını hoş bir hale getiren dağ, Davut peygamber gibi yüzlerce gazel öğrenir.
Bütün kuşlar, cik cik ötüşlerini bırakmışlar, padişah olan Davut’a uymuşlar, ona dost olmuşlar, onunla ırlamaya başlamışlardı.
Kuş bile onu duyup sarhoş olduktan sonra demir, onun sesini duymuş, bunda şaşılacak ne var?

2660. Kasırga, Âd kavmini kırmış geçirmiş, fakat Süleyman’a hamal olmuş, onu sırtında taşımıştır.
Kasırga, o padişahın tahtını yüklenmiş, her sabah, her akşam bir aylık yol götürmüştür.
Hem ona hamal olmuş, hem casusluk yapmıştır. Uzakta olan birisini sözünü duydu mu,
Derhal gelir, o sözü Süleyman’ın kulağına fıslardı.
“Filan kişi, şimdi böyle söyledi ey Süleyman ey sahip kıran ay” derdi.

Farenin kurbağaya, “Seni görmek isteyince suya dalamıyorum. Aramızda bir vasıta lâzım. Su kıyısına gelip seni arayınca haber alabilmeliyim. Sen de benim deliğimin başına gelince bana haber verebilmelisin ve saire” demesi

2665. Bu sözün sonu yoktur. Fare, bir gün kurbağaya ey akıl kandili dedi;
Zaman oluyor ki sana bir sır söylemek istiyorum. Halbuki sen suyun dibinde bulunuyorsun.
Su kıyısında nâra atıyorum ama suyun içindeyken âşıkların nârasını duymuyorsun sen.
Ey yiğit er, ben bu muayyen buluşma vakitleri ile kanaat edemiyor, senin sohbetine doyamıyorum.
Namaz ve yol gösteren ibadet, beş vakit olarak farz edildi. Fakat âşıklar daima namazdadır.

2670. Ve sarhoşluk o başlardaki mahmurluk, ne beş vakitle yatışır, ne beş yüz bin vakitle.
“Beni az ziyaret et” sözü âşıklara göre değildir. Doğru özlü âşıkların canı, pek susuzdur.
“Beni az ziyaret et “sözü, balıklara göre değildir. Çünkü onların canları, deniz olmadıkça hiçbir şeyle ünsiyet edemez.
Bu denizin suyu pek korkunçtur ama balıkların mahmurluğuna göre bir yudumcuktur.
Âşığa bir an ayrılık, bir yıl gibi gelir. Bir yıllık vuslat bile onca bir hayalden ibarettir.

2675. Aşk susuzdur, susuzu arar. Bunlar, geceyle gündüz gibi birbirinin ardına düşmüşlerdir.
Gündüz geceye âşıktır, onsuz olamaz. Fakat bakarsan görürsün ki gece, ona, ondan ziyade âşıktır.
Onlar,birbirlerini aramadan bir lâhza bile durmazlar. Daima, birbirlerinin ardından koşup dururlar.
Bu onun ayağına yapışmıştır. O, bunun kulağına. Bu, ona hayrandır, o, buna âşık.
Sevgilinin gönlünce herkes âşıktır, herkesi âşık görür o. Azra'nın gönlünde daima Vamık vardır.

2680. Âşığın gönlünde de sevgiliden başka kimse yoktur. Onların aralarında ne az, ne çok fark edici bir şey olamaz, onları birbirinden ayıracak kimse bulunamaz.
Bu iki çan bir devededir. Artık buraya “Az ziyaret et” sözü nasıl sığar?
Hiç kimse,kendisine “Beni az ziyaret et” der mi? Hiç kimse kendisine nöbetle zamanla dost olur mu?
Bu birlik aklın alacağı şey değildir. Bunu anlamak, insanın ölümüne bağlıdır.
Eğer bu, akılla anlaşılsaydı, insanın nefsini öldürmesi neden vacip olurdu ki?

2685. Akıllar padişahı, bu kadar merhametliyken nasıl olur da zaruretsiz olarak insana “Kendini öldür” der?

Farenin, kurbağaya pek çok yalvarması ve arada bir vasıta bulmak için sızlanması

Fare dedi ki: Ey merhametli, sevgili dost, ben seni görmedikçe bir an bile karar edemiyorum.
Gündüzün nurum, kazancım, ışığım sensin; geceleyin kararım, neşem, uykum sen.
Beni sevindir, vakitli vakitsiz kerem eder anarsın lûtfedersin.
Ey iyiliğimi isteyen, buluşmak için yirmi dört saatte bir kuşluk çağını tâyin ettin.

2690. Fakat ciğerim yanıyor, beş yüz kere susuzum, her susuzluğumda bir öküz açlığı var âdeta.
Benim derdimden haberin bile yok. Mevkiinin zekâtını ver de bu yoksula bir bak.
Bu bîedep yoksul, buna lâyık değil ama senin umumî lûtfun, bundan çok üstün.
Herkese lûtfetmektesin. Lûtfetmen için bir lüzuma hacet yok. Güneş, pisliklere de vurur.
Fakat nuruna bir ziyan gelmez. O pislik, onun hararetiyle kurur, odun haline gelir.

2695. Bu yüzden de bir külhana girer, nurlanır, hamamın kapısını duvarını kızdırır, parlatır.
Pisken bezenir, nurlanır. Çünkü güneş, ona öyle bir afsun okumuştur işte.
Güneş yeryüzünün içini de kızdırır da artakalan pislikleri yer.
Bu pislikler, bu suretle toprağın cüzü olur, ondan otlar biter. İşte Allah da kötülükleri iyiliklere böyle çevirir.
Güneş en kötü şey olan pisliğe bunu yaparsa yeşilliklere, güllere, nergislere neler yapmaz?

2700. Bir düşün, Allah da ibadet güllerine karşılık ne vefada bulunur, ne mükâfatlar verir, ne ihsanlar eder.
Kötülüklere böyle elbiseler verirse temizlere neler bağışlar?
Allah onlara gözlerin görmediği şeyler verir. Dile, lûgata sığmaz lûtuflar eder.
Biz kimiz ki bu derece lûtfu hak edelim? Gel sevgili, güzel huyunla benim günümü de aydınlat.
Çirkinliğime, kötülüğüme bakma. Dağdaki yılan gibi zehirlerle doluyum ben.

2705. Ben çirkinim, huylarım da tamamı ile çirkin. Beni diken olarak dikti, artık ben nasıl gül olabilirim?
Dikene güldeki güzelliğin ilk baharını ver. Bu yılana tavus güzelliğini sen ihsan et.
Çirkinliğin son derecesine varmışım ben. Fakat senin lûtfun da ihsan etmede son derecededir.
Bu kötülüğün çirkinliğin son derecesine varmış olan kulun hacetini, son derecede olan lûtfunla reva et ey usul boylu selvilerin bile haset ettikleri güzel!
Ben ölürsem yine senin lûtfun, bana gözyaşı döker, kerem sahibisin, buna ihtiyacın yoktur ama yine sen ağlarsın bana.

2710. Mezarımın başında çok oturursun. O güzel gözlerinden çok yaşlar akar.
Mahrumiyetime ağlar, mazlumluğuma gözlerini yumup yaş dökersin sen.
İyisi mi o lûtufların birazcığını şimdi yap. O sözleri, şimdi benim kulağıma küpe et.
Toprağıma söyleyeceğin sözleri şu gamla kulağıma saç, şimdi söyle bana.

Farenin “ Bahaneler icadetme. İşi yarına bırakıp savsaklama. Bu hacetimi hemen yerine getir. İleriye atmada âfetler, tehlikeler vardır. Sofi, vakit oğludur. Oğul, babasının eteğinden el çekmez. Sofinin esirgeyici babası olan vakit de onu, yarına bakmaya muhtaş etmez, sağıncılık halka benzemez. O, gelecek zamanı beklemez. Nehre mensuptur, daima oluş halindedir, dehre mensup değildir, zamana mukayyet olmaz. Çünkü “ Allah yanında ne sabah vardır, ne akşam.” Geçmiş, gelecek, ezel ve ebed, orada yoktur. Geçmiş Âdem’le gelecek Deccâl oraya sığmaz. Bunlar, aklı cüzi’nin ve hayvanî ruhun sahasındaki şeylerdir. Mekânsızlık ve zamansızlık âleminde bunlar yoktur. Şu halde Allah birdir dendi mi, nasıl bir olan hakikatın değil, ikiliğin olmadığı anlaşılırsa sofi, vakit oğludur sözünden de geçmişin, içinde bulunduğumuz zamanın ve gelecek zamanın, ezel ve ebedin yokluğu anlaşılır” diyerek kurbağaya yalvarması.

Gümüş paralar veren bir ihsan sahibi, sofinin birine dedi ki: Ey ayaklarının altına canımı döşediğim zat.

2715. Ey padişahım! Bugün sana bir kuruş mu vereyim, yoksa yarın kuşluk çağında üç kuruş mu? Hangisini istersin?
Sofi dedi ki: Bugünkü de vaat, yarınki de. Dün yarım kuruş verseydin bugün elimde olsaydı. Buna, bugünkü vereceğin bir kuruştan da daha ziyade sevinirdim, yarın vereceğin yüz kuruştan da.
Peşin sille, veresiye keremden hayırlıdır. İşte kafam önünde, başımı eğiyorum, vur, tek peşin olsun!
Hele sille, senden geldikten sonra hiç gam yemem. Baş da o elin sarhoşudur, sille de.
Ey canımın canı, ey yüzlerce cihan değer dost, aklını başına devşir, bu peşin şeyi ganimet say.

2720. Ay gibi yüzünü gece yolcularından gizleme. Ey akar su, bu arktan baş çekme.
Hep buradan da ak da ırmak kıyısı bu akar suyla gülsün, kenarlarında yaseminler boy atsın.
Uzaktan ırmak kıyısında sarhoş yeşillikler gördün mü bil ki orada su vardır.
Allah “Gönüllerindeki yüzlerinden anlaşılır” dedi. Yeşillikte yağmuru suyu anlatır.
Yağmur gece yağarsa kimse görmez. Çünkü herkes uykuya dalmıştır.

2725. Ama her güzel gül bahçesi gizli bir yağmura delâlet eder.
Kardeşim ben toprak hayvanlarındanım, sen su hayvanlarından. Fakat rahmet ve ihsan padişahısın.
Öyle lûtfet, öyle bir ihsan da bulun ki arada bir huzuruna gelebileyim.
Irmak kıyısında seni canla başla çağırıyorum ama sen merhamet edip cevap vermiyorsun.
Suya dalmama imkân yok. Çünkü terkibim topraktan meydana gelmiş.

2730. Ya bir elçi gönder, yahut kerem et, bir nişâne ver de benim sesimi sana ulaştırsın.
Bu iş için o iki dost konuşup görüştüler. Nihayet şuna karar verdiler:
Bir uzun ip bulacaklardı. Bu ipin çekişi, onların sırrını birbirine duyuracaktı.
Fare, ipin bir ucunu sana karşı iki büklüm olan bu kulun ayağına bağlarız, öbür ucunu da senin ayağına.
Bu suretle ikimiz, birbirimize ulanmış, bağlanmış oluruz; bir bedendeki can gibi birbirimize karışırız dedi.

2735. Beden de canın ayağında bir ipe benzer, onu gökyüzünden yere çeker durur.
Can kurbağası, kendinden geçme suyuna hoş bir surette dalmışken, beden faresinden güzelce kurtulmuşken.
Beden faresi o iple yine onu çeker. Can, bu çekişten ne acılar tadar!
Beyni kokmuş farenin çekişi olmasaydı kurbağa, suyun içinde rahatça yaşardı.
Bunun ötesini, gündüz olup da ecel uykusundan uyanınca güneşe nurlar bağışlayandan duyarsın.

2740. İpliğin bir ucunu benim ayağıma bağla, öbür ucunu kendi ayağına düğümle
De bu kupkuru yerde iktiza edince ipi çekebileyim, sen de bu vesileyle benim derdimi anlayasın dedi.
Bu söz kurbağanın gönlüne acı geldi. Bu pis beni bağlıyor galiba dedi.
İyi adamın gönlüne kötü bir düşünce geldi mi bu boş değildir, bir aslı vardır bunun.
O anlayışı vehim sayma, Allah anlayışı bil. Gönüldeki nur, onu külli levihten okumuş, anlamıştır.

2745. Biliyorsun ya, filcinin o kadar çalışmasına, korkunç bir surette bağırıp çağırmasına rağmen fil, Allah evine gitmemişti.
Ayağı, o kadar köteğe rağmen az çok, Kâbe tarafına gitmiyordu vesselam.
Sanki ayakları kurumuştu, yahut da o saldıran canı, bedeninden çıkmıştı dersin.
Fakat başını Yemen tarafına döndürdüler mi o erkek fil yüz at süratinde koşmaktaydı.
Filin duygusu, gayb zahmını anlamıştı. Bu böyle olunca artık kendisine Allah’dan ilham gelen velinin duygusu nasıl olur?

2750. O güzel huylu Yakup peygamber de, kardeşleri, Yusuf için
Babalarından izin alıp onu birazcık sahraya gezmeye götürmek istedikleri zaman bir şeyler sezinlemişti.
Hepsi de ona, Yusuf’a bir zarar gelir diye düşünme. Bir iki günceğiz müsaade et baba.
Neden bize emniyet etmiyor, neden Yusuf’unu bizimle gezmeye, eğlenmeye göndermiyorsun?
Yeşilliklerde beraber gezip tozalım. Biz, onu çağırıyoruz ama emniyet ve ihsan sahibi kişileriz dediler.

2755. Yakup, şu kadar biliyorum ki onu benim yanımdan alıp götürmenizden gönlümde bir dert, bir elem peydahlanıyor.
Gönlüm, asla yalan söylemez. Çünkü o arş nurundan nurlanmıştır dedi.
Yakup’un şu gönlünün burkulması yok mu işte o, bu işte bir kötülük olduğuna katî bir delildi. Fakat kaza ve kaderden kaçmasına imkan yoktu.
Kaza ve kader hükmünü işleyecekti. Onun için Yakup da bu kadar nişaneler gördüğü halde yine de Yusuf’u gönderdi.
Körün, kuyuya düşmesine şaşılmaz, fakat yolu gören de düşer, buna şaşılır işte.

2760. Bu kaza ve kaderin çeşit çeşit işleri vardır. Adamın gözünü, Allah nasıl dilerse öyle bağlar.
Gönül hilesini hem bilir, hem bilmez. Mührünü vurmak için demiri bile yumuşatır, muma döndürür.
Gönül derdi ki: Mademki Allah taktiri böyle, bunu istiyor, ha olsun, ne yapalım?
Kendisini bundan gafil tutmaktaydı. Can da, onun ipiyle bağlanmış kalmıştı.
O yüce kişi, taktir yüzünden mat olursa bu, alt olma değildir, Allah kazasına uğramadır.

2765. Bir musibet, onu yüzlerce musibetten kurtarır. Bir iniş onu yüceliklere çıkarır.
Hani ham bir şuh, bir şen adam gibi. Gece içtiği şarap, onu sarhoş etti, yüz binlerce ham kişinin sarhoşluğundan kurtardı.
Nihayet o da pişti, usta oldu, cihanın esirliğinden kurtuldu, hürriyete kavuştu.
Zevali olmayan Allah şarabını içti, sarhoş oldu. Kendisine her şeyi, herkesi anlayacak bir kabiliyet geldi, halktan kurtuldu.
Onların gevşek ve taklitçi inanışlarından, görmez gözlerinin gördüğü hayalden halâs oldu.

2770. Şaşılacak şey! Onların anlayışı, bu nişanesiz denizin met ve cezrine ne yapabilecek ki?
Bu yapılmış, düzülmüş mamureler, o çölden geldi. Saltanat, padişahlık, vezirlik, oradan verildi.
Yokluk çölünden bu görünen âleme iştiyaklarla bölük bölük varlıklar gelip durmada.
Bu çölden her akşam, her sabah kervan üstüne kervan geliyor.
Geliyor, biz geldik, nöbet bizim, siz gidin diye yerimizi yurdumuzu alıyor.

2775. Oğul, akıl gözünü açtı mı baba, hemencecik yükünü kağnıya koyuyor.
Padişahım biz kimiz ki devlete, kutluluğa layık olalım? Sen gel, talihimi devlete döndür.
O âlemden buraya bir ana yol var. Oradan buraya geliyorlar, buradan oraya gidiyorlar.;
İyi dikkat et. Oturmuşuz ama gidiyoruz, yeni bir yere hareket etmişiz, fakat görmüyorsun sen.
Sermayeni ağzını bugün için değil, ilerisi için, ileride bir iş yapmak için hazırlarsın.
Ey yola tapan, yolcu odur ki yüzü ve gidişi, ileriyedir.

2780. Nitekim gönül perdesi ardından da anbean yorulmadan, usanmadan hayal alayı gelip durur.
O düşünceler, hep bir fidanlıktan kopup gelmese nasıl olur da hepsi yol bulur, gönle gelip çatar?
Bölük, bölük düşünce ordumuz, susamış bir halde gönül çeşmesine geliyor.
Testilerini doldurup gidiyorlar. Daima meydanda ve daima gizli bunlar.
Düşünceleri, gökyüzünün yıldızları say. Fakat bunlar, başka bir gökyüzünde dönmedeler.

2785. Kutluluk gördün mü şükret, ihsanda bulun. Kötülük gördün mü sadaka ver, yargılanma dile! Çark vur.
Ayın nuru ile ruhu parlat. Çünkü tutulma yerine geldi, zararlar gördü, can simsiyah oldu.
Onu yine hayalden vehimden, zandan kurtar. Yine kuyudan çıkar, cefa ipinden halâs et.
Bu suretle de bir gönül, senin güzel gönül alışınla kanatlansın, uçsun, şu balçıktan kurtulsun!

2790. Ey Mısır azizi, ey ahdinde duran zat,mazlum Yusuf, senin zindanındadır.
Onu kurtarmak için çabucak bir rüya görüver, Allah, ihsan sahiplerini sever.
Yedi arık ve hasta öküz, yedi semiz öküzü yutmada. Yedi kuru ve çirkin beğenilmeyecek başak, yedi taze ve yemyeşil başağı otlamada.
Ey aziz, gönül Mısırında kıtlık başlıyor. Aman padişahım bunu caiz görme.

2795. Padişahım, senin hapsinde bir Yusuf’um ben. Lûtfet, beni kadınlardan kurtar.
Arşta oturup duruyordum. Anamın şehveti “inin” emri ile beni buraya attı.
O tam yücelikten bir kocakarının hilesiyle rahim zindanına düştüm.
Ruhu ta arştan bu yurda getirdi. Hasılı kadınların hilesi pek büyük.
İnişim, önce de kadın yüzünden, sonra da kadın yüzünden. Ruhtum, nasıl oldu da bedene büründüm?

2800. Ya bu düşkün Yusuf’un ağlayıp inlemesini duy, yahut o âşık Yakub’a merhamet et.
2801. Kardeşlerimden mi feryat edeyim, kadınlardan mı? Âdem gibi cennetlerden düştüm ben!
Kış yaprağı gibi soldum, çünkü vuslat cennetinde buğday yedim.
Senin lûtfunu, ihsanını, o barış selâmını o güzel haberini duyunca,
Kötü göz değmesin diye ateşe çöreotu attım, fakat çöreotuma da kötü göz değdi.

2805. Önde de sonda da her kötü gözü def eden, ancak ve ancak mahmur gözlerindir.
Padişahın kötü gözü, senin güzel gözlerin mat eder, mahveder; ne güzel ilâç bu.
Hattâ senin gözünden kimyalar erişti mi kötü göz bile iyi göz olur.
Padişahın gözü, doğanın gözüne değdi mi doğan, yücelir, himmetli bir göze sahip olur.
O bakıştan öyle bir himmete sahip olur ki, öyle yücelir ki artık erkek aslandan başka bir şey avlamaz olur.

2810. Aslan da nedir ki? O mânevi yüce doğan, hem senin avındır, hem de seni avlar.
Din çayırında can doğanının ıslığı “Ben batan şeyleri sevmem” nâraları olur.
Senin izinden uçup duran gönül doğanı da sayısız ihsanlarla uğradı, gözün, bir kerecik ona düştü.
Burnu bir koku aldı, kulağı senin nağmelerini duydu. Her duygusu, muayyen olamayan nasipler elde etti.
Sen, hangi duyguya gayb âleminin yolunu açarsan o duygu, artık eskimez, yıpranmaz, ölmez.

2815. Mülk senindir. Duyguya bir şey ihsan edersin; o duygu, öbür duygulara padişahlık eder.

Sultan Mahmud’un bir gece, hırsızların arasına düşerek “ Ben de sizlerdenim “ demesi ve onların hallerini anlaması

Sultan Mahmut, bir gece yalnız başına şehri dolaşırken bir bölük hırsıza rastladı.
Hırsızlar ey vefalı adam dediler, sen kimsin? Sultan Mahmut, ben de sizlerden biriyim diye cevap verdi.
Hırsızların biri, ey daima hileye düzene baş vuranlar, hadi bakalım,her birimiz hünerini söylesin.
Yaratılışta ne hüner ne marifet var? Şu gece vakti arkadaşlarına anlatsın dedi.

2820. Birisi dedi ki: Ey hünerini göstermeye kalkışan kavim, benim kulaklarımda bir hassa vardır.
Köpek havladı mı, ne diyor, anlarım. Öbürleri, bu iki metelik eder ancak dediler.
Bir başkası ey altına tapanlar, benim bütün hassam gözümdedir.
Geceleyin karanlıkta kimi görsem, hiç şüphe yok, onu gündüz tanırım dedi.
Başka biri, benim hünerim kolumdadır. Kolumun kuvvetiyle duvarları delerim dedi.

2825. Başka biri dedi ki: Benim marifetim burnumda. İşim, toprakları koklamaktır.
“İnsanlar madenlere benzerler” sırrına ermişim. Peygamber, onu ne için söylemişti.
Ben, toprağın bedeninde ne kadar para var, ne madeni gizli anlarım.
Bir yerde sayısız altın gizli, öbür tarafın masrafı, gelirinden fazla meselâ, derhal bilirim.
Mecnun gibi toprağı koklarım, yanılmaksızın Leylâ’nın bulunduğu toprağı bulurum.

2830. Her gömleği koklar, içinde Yusuf mu var, şeytan mı anlarım.
Ahmet gibi hani. O da Yemen’den koku alırdı ya. Benim de şu burnum, o nasibe erişmiştir işte.
Hangi toprak altına komşu, hangisi sıfırdan ibaret. Beş para etmez? Bu, bana malûm olur.
Bir başkası da benim hünerim de dedi, elimdedir. Dağ tepesine kadar kement atarım.
Ahmet gibi... Onun canı da bir kement attı, kemendi ta göğe ulaştı.

2835. Allah dedi ki: Ey gökyüzündeki Beyt-i Mâmur’a kement atan, atışı benden bil. “Attığın vakit sen atmadın ben attım”
Nihayet dediler ki: Ey yüce ve vefalı dost, sen de söyle. Senin ne hünerin ne marifetin var?
Sultan Mahmut dedi ki: Benim hünerim sakalımdadır. Onunla suçluları cezadan eziyetten kurtarırım.
Suçluları cellâtlara verdiler mi, sakalım oynayınca onlar kurtuluverirler.
Acıyıp sakalımı oynattım mı öldürülmeden de kurtulurlar, dertten de, elemden de.

2840. Hırsızlar, bu sözü duyunca kutbumuz sensin dediler; minnet gününde kurtuluşumuz senden olacak.
Sonra hep beraber yola düzüldüler, o kutlu padişahın köşküne doğru hareket ettiler.
Bu sırada sağ taraftan bir köpek havladı. Köpek sesinden anlayan, köpek diyor ki dedi, padişah sizinle beraber.
Kokudan anlayan bir yandaki toprağı kokladı, bu dedi, bir dul kadının odasının toprağı.
Kement atan, kemendini attı, yüksek bir duvara ulaştılar.

2845. Koku alan bir başka yeri kokladı, dedi ki: O eşsiz padişahın hazinesi burada.
Delik delen, duvarı deldi, hazineye girdiler. Her biri bir şeyler aldı.
Bir hayli altın sırmalarla bezenmiş kumaş, ağır mücevherler alıp hemen gizlediler.
Padişah konakladıkları yeri, şekillerini, adlarını, yollarını iyice öğrendi.
Onlardan gizlenip geri döndü. Sabahleyin divanda bu macerayı anlattı.

2850. Hemen yiğit çavuşlar yolladılar. Hırsızları tutup bağladılar.
Hepsini eli bağlı olarak divana getirdiler. Can korkusu ile tir tir titriyorlardı.
Padişahın huzurunda durdular. O ay gibi parlayan padişah, geceleyin kendileri ile arkadaşlık eden adamdı.
Geceleyin kimi görse gündüz şüphesiz bir surette tanıyan,
Padişahı tahtında görünce bu adam dedi, geceleyin bizimle arkadaşlık eden adamdır.

2855. Sakalında o kadar hüner, marifet vardı ya hani; bu tutulmamızda yine ondan oldu.
Gözü, padişahı tanımış olduğundan bu tanışıklıkla ağzını açtı, tesirli bir suretle söze başladı;
Dedi ki: “Nerede olursanız olun, o sizinledir” dedikleri bu padişah işte. Bizim yaptığımızı görüyor, sırrımızı duyuyordu.
Gözüm, geceleyin padişahı tanıdı; Bütün gece onun ay gibi yüzü ile aşk oyununa girişti.
Ben, ondan ümmetimi dileyecek, şefaatte bulunacağım. O, hiçbir âriften yüz çevirmez.

2860. Bil ki ârifin gözü, iki âlemde de insana aman verir. Herkes, onunla yardıma nail olur.
“Gözü Allah’dan başka bir şeye kaymadı” da onun için Muhammed, her derdin şefaatçisi oldu.
Dünya gecesinde güneş, perde ardındayken o Allah’yı görüyordu, ümidi ondandı.
İki gözü de “Biz senin göğsünü açmadık mı, ferahlatmadık mı seni?” sürmesiyle sürmelemişti. Cebrail’in bile görmeye tahammül edemediğini o, gördü.
Allah bir yetime sürme çekti mi onu, doğru yola girmiş eşsiz, iri bir inci haline getirir.

2865. Nuru incilerden üstün olur. Öyle bir istenen, arzulanan, Allahyı ister, arzular.
Kulların duraklarını gördü; hasılı o yüzden Allah, onun adını “Gören tanık” taktı.
Şahidin aleti keskin gözle keskin kulaktır. Geceleri bile uyanıktır; sırlar ondan gizlenemez.
Binlerce dâvacı, davaya kalkışsa kadı, kulağını şahide verir.
Hüküm verirken kadıların hüneri budur. Onların aydın gözleri, tanıktır.

2870. Onun için şahidin sözü, göz yerine geçer. Çünkü o, garezsiz olarak sırrı görmüştür.
Dâvacı da görmüştür ama garezle görmüştür. Garez, gönül gözüne perdedir.
Allah diler ki sen zahit olasın; garezi bırakasın da tanık kesilesin.
Bu garezler göze perdedir. Göze perde indi mi insan, yukarı aşağı, bunca şeyi, göremez, “Sevdiğin şeyler seni kör ve sağır eder.”

2875. Fakat bir adamın gönlüne güneşin nuru vurdu mu onca yıldızın bir kadri, kıymeti kalmaz artık.
Sırları perdesiz olarak görür. Müminle kâfirlerin ruhlarının ne makamlarda bulunduğunu seyreder.
Allah’nın, yeryüzünde de, yüce gökte de insan ruhundan daha gizli bir şeyi yoktur.
Hak, kuru, yaş; her şeyi bildirdi de ruhu “O benim işimdendir” diye mühürledi, gizledi.
Yüce kişinin gözü, ruhu gördü mü artık ona hiçbir gizli şey kalmaz.

2880. O, her kavgada, şahadeti makbul bir şahit olur. Sözü, her baş ağrısını keser, sersemliğini giderir.
Allah’nın adı “adalet sahibi” dir, şahit de onun adamıdır. Onun için sevgilinin gözü adalet sahibi bir şahittir.
İki âlemde de Allah’nın baktığı yer, gönüldür. Padişah daima gönle bakar.
Allah’nın aşkı, onu şahidi “güzeli” sevmesi, bütün bu perdeleri düzüp koşmasına sebep oldu.
Onun için bizim şahit (güzel) seven Allahmız, Miraç gecesi, Peygamberle buluşunca “Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım” dedi.

2885. Bu kadı, iyiye de hüküm etmede, kötüye de. Fakat şahit, kadıya bile hüküm etmiyor mu?
Hüküm sahibi, şahide esir oldu. Sevin ey Allah rızasını kazanan kişinin keskin gözü.
Allahyı bilen, bilinen Allah’dan pek ziyade niyazda bulundu; ey sıcakta soğukta bizi gözleyen Allah dedi...
Sen hayırda da danıştığımız zatsın, şerde de. Fakat gönlümüz, senin remizlerinden, buyruklarından bihaberdir.
Biz seni görmeyiz, fakat sen gece gündüz bizi görürsün. Sebebi görmemiz bizim gözümüzü bağlar.

2890. Benim gözüm, gözler arasından seçildi de geceleyin güneşi gördü.
Ey yüce, ey ulu Allah, o, senin lûtfundu. Lûtfun yüceliği, tamamlanmasındandır.
Yarabbi, nurumuzu kıyamette de fazlalaştır, tamamla. Bizi kahredici kötülüklerden kurtar.
Gece dostuna gündüz ayrılığı verme. Yakınlığı görmüş canı uzaklaştırma.
Senden uzaklaşmak, dertli, veballi bir ölümdür. Hele bu ayrılık, bu uzaklaşma, buluştuktan sonra olursa!

2895. Seni göreni gözsüz bırakma, ondan gizlenme. Bitmiş, boy atmış yeşilliğine su serp.
Ben, yürüyüşte küstahlık etmedim, sen de ceza ve cefada aldırmazlıktan gelme.
Yüzünü göreni, lûtfet, cemalinden uzaklaştırma.
Senden başkasının yüzünü görmek, boğaza takılan bir zincirdir. “Allah’dan başka her şey bâtıldır, asılsızdır.”
Bâtıldırlar ama bana hak görünmedeler. Çünkü bâtıl, bâtılları çeker.

2900. Yeryüzünde, gökyüzünde ne varsa hepsi de zerre zerre kehlibar gibi kendi cinsini çekmededir.
Mide, ta dibine kadar ekmeği çekmededir, ciğerdeki hararet, suyu.
Güzellerin çekici gözleri de buralarda döner, dolaşır, gül bahçelerindeki kokuları arar durur.
Çünkü gözün duygusu, rengi çeker; beyin ve burun, güzel kokuları.
Bu çekilişleri de sırları bilen Allah’dan bil. Sen, kendi çekişinle bizi buralardan kurtar Yarabbi!

2905. Ey müşterimiz olan Allah, sen bu çekicilerden üstünsün. Âcizleri satın alırsan değer, yaraşır.
Kadir gecesi, o dolunayı tanıyan, susuz kişinin buluta yüz çevirmesi gibi yüzünü padişaha döndürdü.
Dili de onundu zaten, canı da. Onun olan, ona küstahça söz söylese ne çıkar?
Dedi ki: Biz can gibi balçığa kakılıp kaldık. Kıyamet gününde can güneşi sensin.
Ey gizlice yürüyen padişah, vakti geldi... Kerem et, hayırlısı ile bir sakalını oynat.

2910. Her birimiz hünerimizi gösterdik, fakat o hünerler, ancak bahtsızlığımızı arttırdı.
O marifetler, boynumuzu bağladı, o mevkiler yüzünden baş aşağı düştük, alçaldık.
O hünerler, boynumuza bağlanmış bir hurma lifi oldu. Ölüm günü, onların hiç birinden fayda yok.
Ancak geceleyin gözü padişahı tanıyanın o güzel duygusu işe yarar.
O marifetlerin hepsi yolda görünen adamın yolunu şaşırtan gulyabanidir. Yalnız geceleyin padişahın yüzünü gören göz başka.

2915. Padişah, hüküm gününde yalnız geceleyin yüzünü gören, kendisini tanıyan adamdan hayâ eder.
Muhabbet padişahını tanıyan köpeğe de Ashabı Kehf’in köpeği adını takmalıdır.
Köpeğin sesini anlayıp aslandan haber alan bir kulağa sahip bulunan kişinin hüneri de, iyi bir hüner.
Köpek, geceleri bekçiler gibi uyanık olduğundan padişahın geceleri uyanık olan kullarından da bihaber değildir.
Adı kötüye çıkanlardan utanmaya lüzum yok. Onların sırlarını anlamak gerek.

2920. Adı tamamı ile kötüye çıkana gelince artık onun hamlıkta bulunup iyi bir ad san aramaya kalkışmasına hiç lüzum yok.
Nice altın vardır ki yağma edilmekten, zarara uğramaktan kurtarmak için üstünü karartırlar.

Susığırı, denizin dibinden şımşırak taşını çıkarıp deniz kıyısına kor, onun ışığıyla otlar.Bir tâcir,
pusudan çıkar, sığır, taştan çok uzaklaşmış bulunduğundan o taşı balçıkla örter,kendisi de ağaçlığa gizlenir.

Susığırı, denizden bir mücevher çıkarır, onu kıyıya koyar, ışığı ile etrafını görür, otlamaya koyulur.
Mücevherin nuru ile aydınlanan sahadaki sümbül ve süsenleri hemencecik yer.
Böyle güzel kokulu çiçeklerle geçindiğinden, gıdası nergis ve nilüfer olduğundan da onun pisliği amberdir.

2925. Birini gıdası, ululuk nuru olursa artık nasıl olur da o adamın dudağından sihri helâl doğmaz?
Gıdası, arı gibi vahiy olan kişinin evi, nasıl olur da balla dolu bulunmaz?
Susığırı, yine o mücevherin ışığı ile otlar dururken ansızın mücevherden pek uzağa düştü.
Bir tâcir, bunu görüp otlağın, çayırın kararması için mücevheri balçıkla örttü.
Kendisi ağacın arasına gizlendi. Sığır kuvvetli boynuzları ile onu süsmek için bir hayli aradı.

2930. Düşmanı boynuzlamak için o çayırın etrafını belki yirmi kere döndü, dolaştı.
Düşmanını bulmadan ümit kesince mücevheri koyduğu yere geldi.
Fakat o iri, o padişahlara lâyık mücevherin üstündeki balçığı görünce şeytan gibi o da balçıktan korktu.
Şeytan bile toprağı anlamadıktan, toprağa karşı kör ve sağır kesildikten sonra artık toprakta mücevher olduğunu öküz, nereden bilecek?
"İnin" emri ile canı bu aşağılık yeryüzüne indirdi. Bu hayız hali, onu namazdan mahrum etti.

2935. Yoldaşlar, bu dertten kaçın, bu dedikodudan çekinin. Çünkü heva ve heves, erkeklerin hayzıdır.
“İnin” emri, canı bedene soktu da Âdem incisi, toprakta gizlendi.
Onu tâcir bilir, fakat öküz bilmez. Gönül ehli olanlar anlarlar, fakat her toprak kazan anlamaz.
İçinde mücevher bulunan topraktaki o mücevher, öbür toprağın da sırrını söylemektedir.
Fakat Allah rahmetinin saçısından bir nur elde etmemiş olan toprak, inciyle, mücevherle dolu olan toprakların sohbetini anlamaz.

2940. Bu söze son yoktur. Faremiz, ırmak kıyısında bizi bekliyor, kulağı bizde.

Farenin, ırmak kıyısında kurbağayı görmek isteyince ipi çekmesi

Fare, doğru yolu bulmuş olan kurbağa ile buluşmak isteyince o aşk ipini çekerdi.
Anbean elime böyle bir vasıta, böyle bir vesile geçirdim diye o ipe güvenirdi.
Can ve gönül de bu geçeli, görüşmek için artık bir ipliğe döndü âdeta derdi.
Derken ansızın bir alaca karga geldi, fareyi yakaladı. Kurbağa da onunla beraber havalandı.

2945. Fare karganın gagasında havalanınca kurbağa da ona bağlı olduğundan onunla beraber sudan çıktı.
Fare, karganın gagasındaydı, kurbağa da ipe bağlı olduğundan havalanmaktaydı.
Halksa hele bak diyordu, karga, hileyle suda yaşayan kurbağayı nasıl da avladı.
Nasıl suya girdi, nasıl da onu kaptı? Suda yaşayan kurbağa, nasıl olur da alaca kargaya avlanır?
Kurbağa, bu, suda yaşamayan susuz hayvanlar gibi, aşağılık bir mahluka eş olanın lâyığıdır.

2950. Feryat adamın kendi cinsinden olmayan dostundan, feryat. Ey “ulu” lar, sizinle düşüp kalkacak iyi bir dost arayın, diyordu.
Akıl da ayıplarla dopdolu bulunan nefisten feryat eder. Nefis, güzel bir yüzdeki çirkin buruna benzer.
Akıl, ona der ki: Cins oluş, iyi bil ki su ve toprak bakımından değil, mâna, bakımındandır.
Kendine gel de surete tapma, suret sözüne kapılma, cins oluşu surette arama.
Suret, cansız şeye, taşa benzer. Cansız şeyin, kendisiyle cins olandan, yahut olmayandan haberi var mıdır?

2955. Can, karıncaya benzer, beden de bir buğday tanesine. Karınca o buğday tanesini her an çeker durur.
Karınca bilir ki o kendi cinsinden olmayan buğdaylar, nihayet yenecek, kendisine karışacak. Bunlar, benim cinsimden olacaklar der.
Karıncanın biri, yoldan bir arpa tanesi bulur, çekip götürmeye koyulur. Öbürü, bir buğday yakalar, koşa koşa götürmeye başlar.
Arpa, buğdayın bulunduğu yere gelmez ama karınca, karıncanın bulunduğu yere gelir ya.
Arpanın gitmesi, buğdaya tâbidir. Karıncaya baksana, dönüp kendi cinsine nasıl geliyor.

2960. Buğday, neden arpaya doğru gidiyor deme. Gözünü aç da düşmanı gör, alınan, götürülen şeyi değil.
Kara bir karınca, siyah kilimin üstünde bir taneyi almış gitmekte meselâ. Tanenin gittiği görülür de karınca görünmez.
Akıl der ki gözünü iyi aç da bak. Hiç tane onu bir götüren olmasa gider mi?
Köpek bu yüzden Ashabı Kehf’in bulunduğu yere geldi, onlara katıldı. Suretler, tanelerdir ama karınca, kalptir.
İsa bu yüzden gökyüzündeki temiz meleklere karıştı. Kafesler ayrıydı ama kuş yavrusu bir cinsten.

2965. Bu kafes meydandadır da kuş yavrusu gizli. Fakat kafesi bir götüren olmasa kafes, kendi kendine nasıl gider?
Ne mutlu o göze ki akıl, onun başında buyruktur; işin sonunu görür, her şeyi bilir, aydındır, nurludur.
Çirkinle güzeli, akılla ayırt edin; şu karadır, bu ak diyen gözle değil.
Göz, pislikte biten yeşilliğe de aldanır. Fakat akıl, onu bir de bizim mehengimize vur der.
Yalnız isteği gören göz, kuşa bir âfettir; fakat tuzağı gören akıl, onu âfetlerden kurtarır.

2970. Ama bir tuzak daha vardır ki onu akıl da bilemez. İşte gayb âleminde bulunanları gören vahiy, onun için bu tarafa koşup geldi.
Cinse cins olmayanı akılla bilmek, tanımak gerek. Hemencecik suretlere koşmamalı.
Cins oluş, ne senin için suretledir, ne benim için. İsa, insan şeklindeydi, fakat melek cinsindendi.
Onun için gökyüzü kuşu, karganın kurbağayı havalandırması gibi onu alıp bu gök kubbenin üstüne çıkardı.

Abdülgavs’i perilerin kapıp götürmeleri,yıllarca periler arasında kalması, yıllardan sonra şehrine, çocuklarının yanına gelmesi, fakat perilerden olduğu ve mâna bakımından gönlü onlarda bulunduğu için dayanamayıp cinsiyet yüzünden yine perilerin yanına gitmesi

Abdülgavs da peri cinsindendi de peri gibi tam dokuz yıl gizlice kanat çırpıp uçtu.

2975. Karısı başka bir kocaya vardı, ondan çocukları oldu. Kendi yetimleriyse babalarının ölümünü konuşurlar;
Acaba onu kurt mu paraladı, yoksa eşkiya mı öldürdü; yoksa bir kuyuya mı düştü, yahut da bir pusuya mı uğradı? Derlerdi.
Çocuklarının hepsi de düşüncelere dalarlar, hiç biri babamız sağ demezdi.
Tam dokuz yıl sonra fakat yine iğreti olarak meydana çıktı, bir müddet sonra yine gözden kayboldu.
Bir ay oğullarına konuk oldu. Ondan sonra hiç kimse, bir daha onun rengini bile görmedi.

2980. Kılıç yarası, bedenden ruhu nasıl çalarsa peri cinsinden oluşu onu, insanlar arasından öyle kaptı işte.
Cennetlik, cennet cinsinden olduğu için bu cinsiyet bakımından Allah’ya tapar.
Peygamber “Hamd ve cömertlik, dünyaya uzanmış cennet dallarıdır” demedi mi?
Bütün sevgileri, lûtufları, sevgi ve lûtuf cinsinden bil, bütün kahırları da kahır cinsinden.
Küstahlık, küstahlığı doğurur, aldatan aldanır. Çünkü bunlar akıl bakımından birbirlerinin cinsidir.

2985. İdris yıldızların cinsindendi. Onun için sekiz yıl Zuhal’de kaldı.
Zuhal, doğularda da onun dostu oldu, batılarda da, herhalde onunla konuştu, onun sırlarına mahrem oldu.
Kaybolduktan sonra tekrar dünyaya gelince yeryüzünde nücum bilgisine dair ders verirdi.
Önünde yıldızlar güzelce saf kurarlar, dersinde bulunurlardı.
Bir derecede ki aşağılık yukarılık bütün halk, yıldızların seslerini duyarlardı.

2990. Cins olma çekişi, yıldızları ta yeryüzüne kadar çekmiş, onun yanına getirmişti.
Her yıldız, kendi adını, halini, nasıl rasat edileceğini ona açar, söylerdi.
Cinsiyet nedir? Bir çeşit bakış. Bununla bir cinsten olanlar, birbirlerine yol bulur, birbirlerine kavuşurlar.
Allah, birisine verdiği bakışı sana da verse sen de onun cinsinden olursun.
Bedeni her yana çeken nedir? bakıştır. Haberdar olan, nasıl olur da bihaberi bildiği tarafa çeker?

2995. Erkekte kadın huyu oldu mu puşt olur, namussuzluk eder.
Kadına erkek huyu verdi mi kadın, kadın arar, sevici olur.
Allah, sana Cebrail sıfatlarını verirse kuş gibi uçar, havalarda yol ararsın.
Gözün, havayı gözler durur. Yeryüzüne yabancı kesilir, gökyüzüne âşık olursun.
Fakat sana eşek huyu verirse yüzlerce kanadın olsa uçar, ahıra konarsın!

3000. Aşağılık fare, suret bakımından aşağı olmadı. Pisliğinden çaylağa zebun oldu.
Yemek peşinde koşan hain olan, karanlığa tapan, peynir, fıstık ve pekmezle sarhoş olur.
Eşsiz doğan kuşunda bile fare huyu olursa farelere ar olur, hayvanlar ondan utanırlar.
Oğul Harut’la Marut’a Allah insan huyunu verdi, melek huyları değişti.
“Biz Allahya ibadet için saflar kurmuşuz” makamından aşağıya düştüler, Bâbil kuyusuna baş aşağı asıldılar.

3005. Levhi mahfuz, gözlerinden uzaklaştı, levhleri büyü yapan ve büyülenen kişilerin bedenleri oldu.
Kanatları aynı, başları aynı, bedenleri aynı fakat birisi arz üstünde Musa, öbürü aşağılık yerlerde hor hakir Firavun.
Huy peşinde yürü, iyi huyluyla düş kalk. Gül bağına bak, nasıl gülün huyunu almış.
Mezar toprağı bile insanla şereflenir; gönül ona elini kor, yüzünü sürer.
Toprak bile temiz bir bedenle komşu olduğundan şereflenir, devlet bulursa,

3010. Artık sen “Önce komşu gerek sonra ev” de. Gönlün varsa yürü, bir gönül sahibi dost ara.
Onun toprağı bile can huyunu almış, aziz kişilerin gözlerine sürme olmuştur.
Nice toprak gibi mezarlarda yatanlar var ki faydaları, feyizleri bakımından yüzlerce diriden yeğ.
Gölgesini gizlemiş ama toprağı, gölge vermekte. Yüz binlerce diri, onun gölgesinde gölgelenmekte.

Bir adamın Tebriz muhtesibinden aylığı vardı. O aylığa güvenerek borç etmişti. Muhtesibin ölümünden haberi yoktu. Hâsılı onun borcunu kimse vermedi, yine o ölmüş olan muhtesip verdi. Nitekim demişlerdir: Ölüp rahatlaşan ölü değildir, Ölü, yaşadığı halde ölen kişidir

Bir yoksul borçlanmış, civar memleketlerden kalkıp Tebriz’e gelmişti.

3015. Dokuz bin altın borcu vardı. O vakit de Tebriz’de Bedrettin Ömer, muhtesipti.
Bu öyle bir erdi ki gönlü âdeta bir denizdi. Her kılı bir Hatem kesilmişti.
Hatem, dünyada olsa ona yoksul olur, önüne baş kor, ayağına toprak olmayı canına minnet bilirdi.
Birisine bir deniz dolusu iyi su verse o vergisinden utanırdı.
Bir zerreyi doğu güneşi haline getirse bu ihsanı bile kendisine lâyık görmezdi.

3020. O garip, muhtesipten bir kerem umarak gelmişti. Çünkü o, gariplere bir dost, bir hısım olmuştu âdeta.
O garip kişi de âdeta onun kapısına kapılanmış, ihsanını umarak tekrar borç vermeye başlamıştı.
O kerem sahibine güvenerek, onun vergilerini umarak borçlanmaktaydı.
O ümitle bir hayli borca girmede, o huyu kerem ve ihsandan ibaret olan zatın lûtuf denizine dayanarak şundan bundan borç almaktaydı.
Borç verenlerin suratları asılıyor, o ise o ululuklar, keremler bahçesinin lûtfuna güvenerek gül gibi gülüyordu.

3025. Birisinin sırtı, Arab’ın güneşinden kızışırsa artık ona Ebuleheb’in kızgınlığından ne gam?
Bir adam bulutla sözleşti mi sakaların suyuna muhtaç olur mu artık?
Allah elini bilen büyücüler, bu ele, bu ayağa el, ayak derler mi hiç?
Aslana güvenen tilki, yumruğu ile kaplanların bile kellesini kırar!

Allah razı olsun, Cafer’in, tek başına bir kaleyi zaptetmeye gelmesi, kaleye sahibolan padişahın onu altetmek için vezirle görüşmesi, vezirin padişaha “Kaleyi teslim et”. Bilgisizlikle hiddete kapılma. Çünkü bu adam, Allah’dan kuvvet bulmada. Allah onun ruhuna pek büyük bir ordu ihsan etmiş ve saire” demesi

Cafer, tek başına bir kaleyi zapt etti. Kale, onun sonsuz ve kurumuş dudağına bir yudumcuk suydu.

3030. Bir tek atlı, yürümüş, kaleye kadar gelmiş, savaşa hazırlanmıştı. Kaledekiler ürküp kapıyı kapattılar.
Kimsede karşı duracak cüret yoktu. Gemidekilerin ne hadleri vardı ki timsaha karşı koysunlar.
Padişah, vezire yüz çevirip “Seninle danışıyorum, böyle bir zamanda ne çare var, ne yapalım?” dedi.
Vezir dedi ki: Kibri, hileyi bırakıp eline bir kılıç al, boynuna bir kefen at, huzuruna git.
Padişah peki ama dedi, bu tek bir kişi değil mi? Vezir, doğru, fakat onun tek oluşunu görüp de bunu ehemmiyetsiz bulma.

3035. Gözünü aç, kaleye dikkat et. Önünde cıva gibi titreyip durmada.
O ise eyerin üstüne öyle bir oturmuş ki sanki doğudakiler de onunla berabermiş, batıdakiler de. Hiçbir şeye aldırmıyor.
Birkaç fedai, ona saldırdı; kendilerini onun önüne attılar.
Fakat hepsini de gürzüyle öldürdü. Hepsi de onun atının ayakları altına baş aşağı düştüler.
Allah kudreti, ona öyle bir ordu vermiş ki tek başına bir ümmete saldırıyor.

3040. Gözüm, o eri görünce sayı çokluğu gözümden düştü.
Yıldızlar çoksa da güneş birdir ve bütün yıldızlar da onun önünde darmadağın olur, görünmezler.
Binlerce fare baş kaldırsa kedi, ne korkar, ne çekinir.
Nasıl olur da fareler, toplanıp kedinin karşına çıkarlar? Onlarda böyle bir yürek yoktur ki.
Topluluk, suret bakımından olursa beyhudedir. Kendine gel de Allah’dan mâna topluluğu iste.

3045. Topluluk, bedenlerin çokluğundan meydana gelmez. Cismi de isim gibi yel üstünde durur bir şey bil!
Farelerin yüreklerinde topluluk kudreti olsaydı kızarlar, gayrete gelirlerdi de birkaç tanesi bir araya gelir;
Fedai gibi aman vermeden kediye saldırırdı.
Bir tanesi gözünü ısırır, oyar, öbürü kulağını dişleyip yırtar,
Bir başkası yanını delerdi. Kedi bu topluluktan kurtulamazdı.

3050. Fakat farede topluluk için yürek yoktur. Kedinin sesini duydu mu aklı başından gider.
Hilebaz kedinin önünde kuruyup kalır. İsterse farenin sayısı yüz bin olsun ne çıkar?
Koyun sürüsü çok olmuş kasaba ne gam? Akıl çokluğu uykuyu def edebilir mi?
Mülkün sahibi Allah’dır. Topluluğu o verir, bu yüreği o ihsan ederde aslan, yaban sığırı sürüsüne atılır.
On çatallı boynuzları olan yüz binlerce yiğit geyik aslanın saldırışına karşı, âdeta yok olur.

3055. Mülkün sahibi O’dur. Bir Yusuf’a güzellik saltanatını verir de onu ak buluttan yağan lâtif yağmura döndürür.
Bir yüze bir yıldız parlaklığı ihsan ederde koca bir padişah bir kızın kölesi kesilir.
Bir başkasının yüzüne kendi nurunu verir, o adam, gece yarısı her iyiyi her kötüyü görür.
Yusuf’la Musa, Allah nuruna sahip oldular, yüzlerinde, gönüllerinde o nur parladı.
Musa’nın yüzü, öyle bir nur saçtı ki nihayet yüzüne bir nikap tutunmaya mecbur oldu.

3060. Yüzünün nuru âdeta hücum eden yılanın gözünü zümrüt nasıl alırsa gözleri öyle almaktaydı.
Musa, o kuvvetli nuru örtmek üzere Allah’dan nikap istedi.
Allah da o nikabı, yürü, var, kiliminden yap. Çünkü o, emniyet sahibi bir ârifin elbisesidir.
O elbise Allah nurundan bir sabra nail olmuştur, dokumasında can nuru vardır.
Böyle bir hırkadan başka bir şeyle korunamazsın. Nurumuza, ondan başka hiçbir şey tahammül edemez.

3065. Kafdağı bile o nura mâni olmaya kalkışsa o nur, Kafdağı’nı da Tur gibi parçalar dedi.
Erlerin bedenlerine Allah kudretinin yüceliği öyle bir tahammül vermiştir ki neliksiz niteliksiz Allah nuruna dayanırlar.
Tur dağının zerresine tahammül etmediği nur, Allah kudretiyle bir sırçayı yer eder.
Kandil duracak yer ve bir sırça kandil, Kafdağı ile Tur’u paramparça eden nura mekân olur.
Onların bedenlerini kandil konacak yer, gönüllerini de sırça bil. Bu kandilin nuru, arşa da vurur, göklere de.

3070. Arşın ve göklerin nuru, bu nura karşı şaşırıp kalır, kuşluk çağındaki yıldız gibi yok olur gider.
Peygamberlerin sonuncusu, bunu hiçbir an zevali olmayan padişahlar padişahından nakletmiştir.
Allah demiştir ki: Ben göklere, boşluğa, yüce akıllarla nefislere sığmadım da,
Konuk gibi vardım, müminin gönlünde keyfiyetsiz, mahiyeti anlaşılmaz bir şekilde yurt tuttum, oraya konuk oldum.
Bu gönül vasıtası ile yücelerde bulunanlar da benden padişahlılar, baht ve devletler bulurlar, aşağıda bulunanlar da.

3075. Böyle bir ayna olmadıkça güzelliğinden hiçbir şey görünmez, ne yeryüzünde, ne de zaman içinde nurum tecelli etmez.
İki âleme de merhamet atını sürdüm de geniş bir ayna düzdüm.
Her an bu aynadan elli düğün halkı doyar. Aynayı işit fakat nasıldır? Sorma!
Hâsılı Musa’da bu elbiseden nikap yaptı, yüzünü örttü. Çünkü o yay gibi parlak nurun tesirini anlamıştı.
Elbisesinden başka bir şeyden nikap yapsaydı sağlam ve yüce bir dağ olsa, hatta dağdan da sağlam bulunsa yine paramparça olurdu.

3080. Allah nuru demir duvarlardan bile geçtikten sonra artık nikap ona ne yapabilir?
O nikap, hararetli bir ârifin coşkunluk zamanındaki hırkasına benziyordu âdeta.
Kav, önce yakılır, alıştırılır da ondan sonra ateş alır.
O doğru yolu gösteren nurun aşkıyla Safura, iki gözünü de yele verdi.
Önce bir gözünü kapatıp baktı, Musa’nın gözündeki nuru görünce o gözü uçtu, kör oldu.

3085. Ondan sonra sabrı kalmadı, o gözünü de açıp baktı, öbür gözünü de o ayın uğruna harcadı.
Savaş eri de önce yoksulara ekmek verir. Fakat ibadet nuru ona vurdu mu canını bağışlar.
Bir kadın Safura’ya, “O nergis gibi gözlerin elden gitti, acıklanıyor musun?” diye sordu.
Safura dedi ki: Yüz binlerce gözüm olsaydı da hepsini feda etseydim. Fakat ne fayda, yok ki! Buna acıklanıyorum.
Göz pencerem, ayın nuru ile yıkıldı ama ay, define gibi bu yıkık yeri yurt edindi.

3090. Define, artık bu yıkık yurdu, ev mi, dam mı, düşünmeye vakit bırakır mı?
Yusuf sokaktan geçerken yüzünün nuru her evin kafesinden içeri vururdu.
Evdekiler, Yusuf bir yere gidiyor yine derlerdi. Köşede bucakta oturanlarda duvarda bir nur gördüler mi Yusuf’un geçtiğini anlarlardı.
O tarafa penceresi bulunan ev, Yusuf’un geçişişinden ululanır, şeref bulurdu.

3095. Hadi Yusuf’un geçeceği tarafa bir pencere aç da oraya otur, seyrine bak!
Âşık olmak, o yana bir pencere açmaktır. Çünkü gönül, dostun cemali ile aydınlanır.
Şu halde daima sevgilinin yüzüne bak. Babacığım, dinle, bu senin elindedir.
Gönüllere girmeye yol bul, başkalarını düşünmeyi bırak.
Kimya elinde, deriyi bununla tedavi et de bu sıfatla düşmanları kendine dost edin!

3100. Güzelleştin mi o güzele ulaşırsın da o, ruhu kimsesizlikten kurtarır.
Onun rutubeti can bahçelerini besler, yetiştirir. Soluğu gamdan ölmüş kişiyi diriltir.
Yalnız aşağılık cihan saltanatını vermez, yüz binlerce çeşit çeşit saltanatlar bağışlar.
Allah, Yusuf’a güzellik saltanatını bağışlamakla beraber bir de ders vermeden, meşk etmeden rüya yorma saltanatını bağışlamıştı.
Güzelliği onu zindana çekti, bilgisi de Zuhal yıldızına dek yüceltti onu.

3105. Bu bilgi ve hüner yüzünden padişah, ona kul oldu. Bilgi padişahlığı, güzellik saltanatından da üstün oldu ve takdir edildi.

Borçlu adamın, o muhtesibin yardımını umarak Tebriz’e gelmesi

O dertlere uğramış garip de borç korkusu ile yola düştü, o esenlik yurduna hareket etti.
Tebriz’e gül bahçelerinin yurduna yöneldi. Ve gül bahçesinde sırt üstü yatarak ümit uykusuna dalmıştı.
Şimdi, yüce Tebriz ülkesinden, o saltanat yurdundan parlayıp aydınlanmakta, nura nur katmaktaydı.
O erlerin oturduğu bahçeyi görünce canı gülüyor Yusuf’un kokusunu alıyor, vuslat Mısrını duyuyordu.

3110. Dedi ki: Ey deveyi süren, devemi ıhlat, bana yardım geldi, yoksulluğun uçup gitti.
Çök ey devem, işler güzelleşti. Şüphe yok ki Tebriz, gönüllerin çöktükleri bir yurttur.
Ey devem bahçelerin kenarlarında yayıl. Tebriz, bize ne güzel de bir feyiz yeri ya!
Ey deveci develerin yükünü çöz. Burası Tebriz şehri, gül bahçelerinin bulunduğu yer.
Bu bağda cennet parlaklığı, cennet güzelliği var. Bu Tebriz’de arş nuru var.

3115. Her an Tebrizlilere arşın yücesinden cana canlar katan bir koku gelmededir.
O garip, muhtesibin evini arayınca halk dediler ki: O dost, vefat etti.
Evvelsi gün dünya yurdundan göçtü. Onun ölümü yüzünden erkeğin yüzü de sapsarı, kadının yüzü de.
O arş tavusuna hatiflerden arş kokusu geldi, o da arşa gitti.
Halk, onun gölgesine sığınırdı. Fakat güneş, o gölgeyi tez tez dürüverdi.
Evvelsi gün, bu kıyıdan gemisini sürdü. O büyük zat, bu gam yurduna doymuştu zaten.
Garip bunu duyunca bir nâra attı, kendisinden geçip gitti. Sanki o da, muhtesibin ardından can verdi.
Hemen yüzüne gül suyu serptiler, sular saçtılar. Yol arkadaşları, haline ağladılar.
Adam, geceye kadar kendisine gelemedi, gece yarısında gayb âleminden canı geri geldi, yarı ölü bir halde ayıldı.

Garibin, muhtesibin ölümünü duyunca mahlûka dayandığından, mahlûkun ihsanına güvendiğinden dolayı tövbe etmesi ve Allah nimetlerini anarak suçundan vazgeçip Allah’ya yüz tutması. “ Kâfir olanlar, bu kadar nimetleri görürler de sonra yine rablerinden dönerler.”

Aklı başına gelince dedi ki: Yarabbi, suçluyum. Halka ümit bağladım.

3125. Muhtesip cömertti ama cömertlikte hiç de senin eşin olamaz.
O külâh bağışlar, sen, akılla dolu baş verirsin. O kaftan verir, sen boy pos ihsan edersin.
O altın verir bana, sen altın sayan el. O katır verir bana sen ona binecek akıl.
O bana ışık verir, sen aydın göz. O meze verir, sen onu yiyecek kabiliyet.
O maaş verir, sen ömür ve yaşayış. Onun vaat ettiği şey altındır, senin vaat ettiğin, temiz şeyler.

3130. O oda verir, sen gök ve yer verirsin. Senin verdiğin sahada onun gibi yüzlercesi yaşar, semirir.
Altın senindir, altını o yaratmada. Ekmek senindir, ekmeği sen bağışlarsın.
Ona cömertliği merhameti veren de sensin. Cömertlik ederde neşelenir; bu neşeyi, bu sevinci veren de sensin.
Ben onu kendime kıble edindim de asıl kıble edilecek makamı bıraktım.
O din Allahsı aklı, suyla topraktan karılmış balçığa ekerken biz neredeydik?

3135. Gökyüzünü yokluktan meydana getirdi, bu yer döşemesini de yaptı döşedi.
Yıldızlardan kandiller yaptı, tabiatlardan kilitler ve anahtarlar.
Nice gizli, aşikâr yapıları şu tavanla şu döşemenin içine koydu, gizledi.
İnsan, yücelikler vasıflarının usturlabıdır. İnsan sıfatı onun âyetlerine mazhardır.
İnsanda ne görürsen onun aksidir. Irmak suyuna akseden ay gibi hani.

3140. Usturlabında örümcek ağı gibi nakışlar vardır, ezel vasıfları onlarla anlaşılır bilinir.
O usturlabın üstündeki ankebut, gayb göğü ile ruh güneşine ait şerhlerde bulunur, dersler verir.
Bu doğruyu bulan usturlapla ankebut, halkın eline müneccimsiz düşmüştür.
Allah bu yıldız bilgisini peygamberlere vermiştir. Gaybı görmek için o âlemi görebilen bir göz gerek.
Zamanlarca gelip geçen şu insanlar, dünya kuyusuna düşmüşlerdir. Her biri, kuyunun içinde kendi aksini görmüştür.

3145. Kuyuda sana görünen, bil ki dışarıdadır. Yoksa o aslan gibi sen de kuyuya düştün gitti.
Tavşan, onu “kuyuda kükremiş bir aslan var.
Kuyuya gir de ondan öç al. Sen ondan üstünsün kopar kafasını” diye yoldan çevirdi.
O mukallit de tavşana kandı, onun maskarası oldu. Kendi hayalleriyle köpürdü, coştu.
“Bu görünen şey, suyun aksettirmesinden ibaret değil mi? O her şeyi döndüren, çeviren Allah’nın bir hayal göstermesinden başka bir şey mi? Diyemedi.

3150. Sen de bir düşmana kinlendin mi, ey altı duyguya zebun olan, altı duygun da yanılır, yanlışlar içerisinde kalırsın.
Halbuki ondaki o düşmanlık, Allah’nın aksidir. Oradaki kahır, Allah’nın kahır sıfatlarından üremiştir.
Ondaki suç, sendeki suçun cinsindendir. Önce o huyu, kendi tabiatından yıkayıp arıtmak gerek.
Sendeki çirkin huy, onda göründü. Çünkü o, sana bir aynadır âdeta.
Güzelim aynada çirkinliğini görünce aynaya saldırma.

3155. Mesela yüce yıldız, suya vurur. Sen de yıldızın aksine toprak atarsın.
Bir kutsuz yıldız bizim kutluluğumuzu alt etmek için suya geldi mi dersin.
O aksi, yıldız sanır, kapansın diye üstüne toprak atar durursun.
Akis gizlenir, gayb âlemine gider. Sanırsın ki yıldız da söndü.
O kutsuz yıldız, gökyüzündedir. Başını o tarafa kaldırmak lâzım.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder