2 Haziran 2016 Perşembe

Mesnevi Hz Mevlana Celaleddin

MESNEVİ ŞERİF

ANA SAYFA

KİTAP-1

BEYİT 1-700

1. Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor:
   Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın… herkes ağlayıp inledi.
   Ayrılıktan parça parça olmuş, kalb isterim ki, iştiyak derdini açayım.
   Aslında uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar.

5. Ben her cemiyette ağladım, inledim. Fena hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de.
   Herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı.
   Benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak (her) gözde, kulakta o nur yok.
   Ten candan, can da tenden gizli kapaklı değildir, lâkin canı görmek için kimseye izin yok.
   Bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun!

10. Aşk ateşidir ki neyin içine düşmüştür, aşk coşkunluğudur ki şarabın içine düşmüştür.
   Ney, dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, haldaşıdır. Onun perdeleri, perdelerimizi yırttı.
   Ney gibi hem bir zehir, hem bir tiryak, ney gibi hem bir hemdem, hem bir müştak kim gördü?
   Ney, kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnun aşkının kıssalarını söylemektedir.
   Bu aklın mahremi akılsızdan başkası değildir, dile de kulaktan başka müşteri yoktur.

15. Bizim gamımızdan günler, vakitsiz bir hale geldi; günler yanışlarla yoldaş oldu.
   Günler geçtiyse, geçip gitsin; korkumuz yok. Ey temizlikte naziri olmayan, hemen sen kal!
   Balıktan başka her şey suya kandı, rızkı olmayana da günler uzadı.
   Ham, pişkinin halinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselâm.

                                                          *    *   *                                      

   Ey oğul! Bağı çöz, azat ol. Ne zamana kadar gümüş, altın esiri olacaksın?

20. Denizi bir testiye dökersen ne alır? Bir günün kısmetini…
   Harislerin göz testisi dolmadı. Sedef, kanaatkâr olduğundan inci ile doldu.
   Bir aşk yüzünden elbisesi yırtılan, hırstan, ayıptan adamakıllı temizlendi.
   Ey bizim sevdası güzel aşkımız; şadol; ey bütün hastalıklarımızın hekimi;
   Ey bizim kibir ve azametimizin ilâcı, ey bizim Eflâtun’umuz! Ey bizim Calinus’umuz!

25. Toprak beden, aşktan göklere çıktı; dağ oynamaya başladı, çevikleşti.
   Ey âşık! Aşk; Tûr’un canı oldu. Tûr sarhoş, Mûsa da düşüp bayılmış!
   Zamanımı beraber geçirdiğim arkadaşımın dudağına eş olsaydım ( sırlarına tahammül edecek bir

hemdem bulsaydım) ney gibi ben de söylenecek şeyleri söylerdim.
   Dildeşinden ayrı düşen, yüz türlü nağmesi olsa bile dilsizdir.
   Gül solup mevsim geçince artık bülbülden maceralar işitemezsin.

30. Her şey mâşuktur, âşık bir perdedir. Yaşayan mâşuktur, âşık bir ölüdür.
   Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir, vah ona!
   Sevgilimin nuru önde, artta olmadıkça ben nasıl önü, sonu idrak edebilirim?
   Aşk, bu sözün dışarı çıkıp yazılmasını ister; ayna gammaz olmaz da ne olur?
   Aynan, bilir misin, neden gammaz değil?
   Yüzünden tozu, pası silinmemiş de ondan!

 Padişahın bir halayığa âşık olup satın alması, halayığın hastalanması, onu iyi etmek için tedbiri

35. Ey dostlar! Bu hikâyeyi dinleyiniz. Hakikatte o bizim bu günkü halimizdir.
   Bundan evvelki bir zamanda bir padişah vardı. O hem dünya, hem din saltanatına malikti.
   Padişah, bir gün hususi adamları ile av için hayvana binmiş, giderken.
   Ana caddede bir halayık gördü, o halayığın kölesi oldu.
   Can kuşu kafeste çırpınmaya başladı. Mal verdi, o halayığı satın aldı.

40. Onu alıp arzusuna nail oldu. Fakat kazara o halayık hastalandı.
   Birisinin eşeği varmış, fakat palanı yokmuş. Palanı ele geçirmiş, bu sefer eşeği kurt kapmış.
   Birisinin ibriği varmış, fakat suyu elde edememiş. Suyu bulunca da ibrik kırılmış!
   Padişah sağdan, soldan hekimler topladı. Dedi ki: “İkimizin hayatı da sizin elinizdedir.
   Benim hayatım bir şey değil, asıl canımın canı odur. Ben dertliyim, hastayım dermanım o.

45. Kim benim canıma derman ederse benim hazinemi, incimi ve mercanımı  (atiye ve ihsanımı) o aldı

(demektir).”
   Hepsi birden dediler ki: “Canımızı feda edelim. Beraberce düşünüp beraberce tedavi edelim.
   Bizim her birimiz bir âlem Mesih’idir, elimizde her hastalığa bir ilâç vardır.”
   Kibirlerinden Allah isterse (inşaallah ) demediler. Allah da onlara insanların âcizliğini gösterdi.
   ”İnşaallah” sözünü terk ettiklerini söylemeden maksadım, insanların yürek katılığını ve

mağrurluğunu söylemektir. Yoksa ârızî bir halet olan inşaallah’ı söylemeyi unuttuklarını anlatmak

değildir.

50. Hey gidi nice inşaallah’ı diliyle söylemeyen vardır ki canı “inşaallah” la eş olmuştur.
   İlâç ve tedavi nev’inden her ne yapıldıysa hastalık arttı, maksat da hâsıl olmadı.
   O halayıkcağız, hastalıktan kıl gibi olunca padişahın kanlı göz yaşı ırmağa döndü.
   Kazara sirkengübin safrayı arttırdı. Badem yağı da kuruluk tesirini göstermeye başladı.
   Karahelileyle kabız oldu, ferahlığı gitti; su, neft gibi ateşe yardım etti.

 Halayığın tedavisinde hekimlerin âciz kalmalarını padişahın anlaması, Allah tapusuna yüz tutması ve

bir uluyu rüyada görmesi

55. Padişah, hekimlerin âciz kaldıklarını görünce yalınayak mescide koştu.
   Mescide gidip mihrap tarafına yöneldi. Secde yeri göz yaşından sırsıklam oldu.
   Yokluk istiğrakından kendisine gelince ağzını açtı, hoş bir tarzda medhü senaya başladı:
   “En az bahşişi dünya mülkü olan Allahım! Ben ne söyleyeyim? Zaten sen gizlileri bilirsin.
   Ey daima dileğimize penah olan Allahı! Biz bu sefer de yolu yanıldık.

60. Ama sen “Ben gerçi senin gizlediğin şeyleri bilirim. Fakat sen, yine onları meydana dök” dedin.
   Padişah, tâ can evinden coşunca bağışlama denizi de coşmaya başladı.  
   Ağlama esnasında uykuya daldı. Rüyasında bir pir göründü.
   Dedi ki:  “Ey padişah, müjde; dileklerin kabul oldu. Yarın bir yabancı gelirse o, bizdendir.
   O gelen hazık hekimdir. Onu doğru bil, çünkü o emin ve gerçek erenlerdendir.

65. İlâcında kati sihri gör, mizacında da Hak kudretini müşahede et.”
   Vade zamanı gelip gündüz olunca... güneş doğudan görünüp yıldızları yakınca:
   Rüyada kendine gösterdikleri zatı görmek için pencerede bekliyordu.
   Bir de gördü ki, faziletli, fevkalâde hünerli, bilgili bir kimse, gölge ortasında bir güneş;
   Uzaktan hilâl gibi erişmekte, yok olduğu halde hayal şeklinde var gibi görünmekte.

70. Ruhumuzda da hayal, yok gibidir. Sen bütün bir cihanı hayal üzere yürür gör!
   Onların başları da, savaşları da hayale müstenittir. Öğünmeleri de, utanmaları da bir hayalden

ötürüdür.
   Evliyanın tuzağı olan o hayaller, Allahı bahçelerindeki ay çehrelilerin akisleridir.
   Padişahın rüyada gördüğü hayal de o misafir pîrin çehresinde görünüp duruyordu.
   Padişah bizzat mabeyincilerin yerine koştu, o gaipten gelen konuğun huzuruna vardı.

75. Her ikisi de âşinalık (yüzgeçlik) öğrenmiş bir tek denizdi, her ikisi de dikilmeksizin birbirine

dikilmiş, bağlanmışlardı.
   Padişah: “Benim asıl sevgilim sensin, o değil. Fakat dünyada iş işten çıkar.
   Ey aziz, sen bana Mustafa’sın. Ben de sana Ömer gibiyim. Senin hizmetin uğrunda belime gayret

kemerini bağladım” dedi.

Muvaffakıyetler verici Ulu Allahı’dan muvaffakıyet ve bütün ahvalde edebe riayet dileyiş, edepsizlik

ve terbiyesizliğin pek fena zararları

   Allahı’dan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse Allahı’nın lûtfundan mahrumdur.

80. Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz. Belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur.
   Alışverişsiz, dedikodusuz Allahı sofrası gökten iniyordu.
   Mûsâ kavmi içinde birkaç kimse terbiyesizce “hani sarmısak, mercimek” dediler.
   Ondan sonra gökyüzünün sofrası, ekmeği kesildi; ekme, bel belleme, ortak sallama kaldı.
   Sonra İsa şefaat edince Hak, yemek sofrası ve tabaklarla ganimetler gönderdi.
   Yine küstahlar edebi terk ederek sofradan yemek artığını aşırdılar.

85. İsa bunlara yalvardı. “Bu devamlıdır, yeryüzünden kalkmaz.
   Bir ulu kişinin sofrası başında kötü zanna düşmek ve harislik etmek küfürdür” dedi.
   O rahmet kapısı, hırslarından dolayı bu görmedik dilencilerin yüzlerine kapandı.
   Zekât verilmeyince yağmur bulutu gelmez, zinadan dolayı da etrafa veba yayılır.
   İçine kasavetten, gussadan ne gelirse korkusuzluktan ve küstahlıktan gelir.

90. Kim dost yolunda pervasızlık ederse erlerin yolunu vurucudur, namert odur.
   Edepten dolayı bu felek nura gark olmuştur: Yine edepten dolayı melekler mâsum ve tertemiz

olmuşlardır.
   Güneşin tutulması, küstahlık yüzündendir. Bir melek olan Azâzîl de yine küstahlık yüzünden kapıdan

sürülmüştür.

                         Padişahın, kendisine rüyada gösterilen velî ile görüşmesi

   Kollarını açıp onu kucakladı, aşk gibi gönlüne aldı, canının için çekti.
   Elini, alnını öpmeğe, oturduğu yeri, geldiği yolu sormaya başladı.

95. Sora sora odanın başköşesine kadar çekti ve dedi ki: “Nihayet sabırla bir define buldum.
   Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden nişliğin anahtarıdır” sözünün mânası,
   Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden müşkül, konuşmaksızın, dedikodusuz hallolur gider.
   Sen, gönlümüzde, onların tercümanısın, her ayağı çamura batanın elinitutan sensin.
   Ey seçilmiş, ey Allahı’dan razı olmuş ve Allahı rızasını kazanmış kişi, merhaba! Sen kaybolursan

hemen kaza gelir, feza daralır.

100. Sen, kavmin ulususun, sana müştak olmayan, seni arzulamayan bayağılaşmıştır. Bundan

vazgeçmezse...”
   O ağırlama, o hal hâtır sorma meclisi geçince o zatın elini tutup hareme götürdü.

                            Padişahın hastayı görmek üzere hekimi götürmesi

   Padişah, hastayı ve hastalığını anlatıp sonra onu hastanın yanına götürdü.
   Hekim, hastanın yüzünü görüp, nabzını sayıp, idrarını muayene etti. Hastalığının ârazını ve

sebeplerini de dinledi.
   Dedi ki: “Öbür hekimlerin çeşitli tedavileri, tamir değil; büsbütün harap etmişler.

105. Onlar, iç ahvalinden haberdar değildirler. Körlüklerinden hepsinin aklı dışarıda.”
   Hekim, hastalığı gördü, gizli şey ona açıldı. Fakat onu gizledi ve sultana söylemedi.
   Hastalığı safra ve sevdadan değildi. Her odunun kokusu, dumanından meydana çıkar.
   İnlemesinden gördü ki, o gönül hastasıdır. Vücudu afiyettedir ama o, gönüle tutulmuştur.
   Âşıklık gönül iniltisinden belli olur, hiçbir hastalık gönül hastalığı gibi değildir.

110. Âşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk, Allahı sırlarının usturlâbıdır.
   Âşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten... âkıbet bizim için o tarafa kılavuzdur.
   Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim... asıl aşka gelince o sözlerden mahcup

olurum.
   Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır.  
   Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama aşk bahsine gelince; çatlar, âciz kalır.

115. Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı. Aşkı , âşıklığı yine aşk şerh etti.
   Güneşin vucuduna delil, yine güneştir. Sana delil lâzımsa güneşten yüz çevirme.
   Gerçi gölgede güneşin varlığından bir nişan verir, fakat asıl güneş her an can nuru bahşeyler.
   Gölge sana gece misali gibi uyku getirir. Ama güneş doğuverince ay yarılır (nuru görünmez olur).
   Zaten cihanda güneş gibi misli bulunmaz bir şey yoktur. Baki olan can güneşi öyle bir güneştir ki,

asla gurub etmez.

120. Güneş, gerçi tektir, fakat onun mislini tasvir etmek mümkündür.
   Ama kendisinden esîr var olan güneş, öyle bir güneştir ki, ona zihinde de, dışarda da benzer olamaz.
   Nerede tasavvurda onun sığacağı bir yer ki misli tasvir edilebilsin!
   Şemseddin’in sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi başını çekti, gizlendi.
   Onun adı anılınca ihsanlarından bir remzi anlatmak vacip oldu.

125. Can, şu anda eteğimi çekiyor. Yusuf’un gömleğinden koku almış!
   “Yıllarca süren sohbet hakkı için o güzel hallerden tekrar bir hali söyle, anlat.
   Ki yer, gök gülsün, sevinsin. Akıl, ruh ve göz de yüz derece daha fazla sevince, neşeye dalsın”

(diyor).
   “Beni külfete sokma, çünkü ben şimdi yokluktayım. Zihnim durakladı, onu öğmekten âcizim.
   Ayık olmayan kişinin her söylediği söz -- dilerse tekellüfe düşsün, dilerse haddinden fazla zarafet

satmaya kalkışsın -- yaraşır söz değildir.

130. Eşi bulunmayan o sevgilinin vasfına dair ne söyleyeyim ki bir damarım bile ayık değil!
   Bu ayrılığın, bu ciğer kanının şerhini şimdi geç, başka bir zamana kadar bunu bırak!”
   (Can) dedi ki: “Beni doyur, çünkü ben açım. Çabuk ol çünkü vakit keskin bir kılıçtır.
   Ey yoldaş, ey arkadaş! Sûfî, vakit oğludur (bulunduğu vaktin iktizasına göre iş görür). “Yarın” demek

yol şartlarından değildir.
   Sen yoksa sûfî bir er değil misin? Vara, veresiyeden yokluk gelir”.

135. Ona dedim ki: “Sevgilinin sırlarını gizli kapaklı geçmek daha hoştur. Sen, artık hikâyelere kulak

ver, işi onlardan anla!
   Dilbere ait sırların, başkalarına ait sözler içinde söylenmesi daha hoştur.”
   O, “Bunu apaçık söyle ki dini açık olarak anmak… gizli anmaktan iyidir.  
   Perdeyi kaldır ve açıkça söyle ki ben, güzelle gömlekli olarak yatmam” dedi.
   Dedim ki: “O apaçık soyunur, çırılçıplak bir hale gelirse ne sen kalırsın,ne kucağın kalır, ne belin!

140. İste ama, derecesine göre iste; bir otun, bir dağı çekmeye kudreti yoktur.
   Bu âlemi aydınlatan güneş, bir parçacık yaklaştı mı, her şey yandı gitti!
   Fitneyi, kargaşalığı ve kan dökücülüğü araştırma, Şems-i Tebrizî’den bundan fazla bahsetme.
   Bunun sonu yoktur; sen yine hikâyeye başla, onu tamamlamana bak.

        O velînin, halayığın hastalığını anlamak için padişahtan halayıkla halvet olmayı dilemesi

   (Hekim) dedi ki: “Ey padişah, evi halvet et, yakını da uzaklaştır.

145. Köşeden , bucaktan kimse kulak vermesin de ben bu cariyecikten bir şeyler sorayım.”
   Oda boşaldı, Hekim ile hastadan başka kimsecikler kalmadı.
   Hekim tatlılıkla, yumuşak yumuşak dedi ki: “Memleketin neresi? Çünkü her memleket halkının ilâcı

başka başkadır.
   O memlekette akrabandan kimler var? Kime yakınsınız; neye bağlısın?
   Elini kızın nabzına koyup birer birer felekten çektiği cevir ve meşakkati soruyordu.

150. Bir adamın ayağına diken batınca ayağını dizi üstüne kor.
   İğne ucu ile diken başını arar durur, bulamazsa orasını dudağı ile ıslatır.
   Ayağa batan dikeni bulmak, bu derece müşkül olursa, yüreğe batan diken nicedir? Cevabını sen

ver!
   Her çer çöp (mesabesinde olan,) gönül dikenini göreydi gamlar, kederler; herkese el uzatabilir

miydi?
   Bir kişi, eşeğin kuyruğu altına diken kor. Eşek onu oradan çıkarmasını bilmez, boyuna çifte atar.

155. Zıplar, zıpladıkça da diken daha kuvvetli batar. Dikeni çıkarmak için akıllı bir adam lâzım.
   Eşek, dikeni çıkarabilmek için can acısı ile çifte atar durur ve yüz yerini daha yaralar.
   O diken çıkaran hekim, üstaddı . Halayığın her tarafına elini koyup muayene ediyordu.
   Halayıktan hikâye yoluyla dostların ahvalini sormaktaydı.
   Kız, bütün sırlarını hekime açıkça söylemekte, kendi durağından, efendilerinden, şehrinden ve

şehrinin dışından bahsetmekteydi.

160. Hekim, kızın anlatmasına kulak vermekte, nabzına ve nabzının atmasına dikkat etmekteydi.
   Nabzı, kimin adı anılınca atarsa cihanda gönlünün istediği odur(diyordu).
   Memleketindeki dostlarını saydı, döktü. Ondan sonra diğer bir memleketi andı.
   “Memleketinden çıkınca en evvel hangi memlekette bulundun?”dedi.
   Kız bir şehrin adını söyleyip geçti. Fakat yüzünün rengi, nabzının atması başkalaşmadı.

165. Efendileri ve şehirleri birer birer saydı; o yerleri, yurtları, oralarda geçirdiği zamanları, tuz, ekmek

yediği kişileri tekrar tekrar söyledi.
   Şehir şehir, ev ev saydı döktü, kızın ne damarı oynadı, ne çehresi sarardı.
   Hekim şeker gibi Semerkand şehrini soruncaya kadar kızın nabzı tabiî haldeydi fazla atmıyordu.
   Semerkand’ı sorunca nabzı attı, çehresi kızardı, sarardı. Çünkü o, Semerkand’lı bir kuyumcudan

ayrılmıştı.
   O hekim, hastadan bu sırrı elde edip o dert ve belânın aslına erişince:

170. “Onun semti hangi mahallede?” diye sordu. Kız, “Köprü başında, Gatfer mahallesinde” dedi.
   Hekim, “Hastalığının ne olduğunu hemen anladım. Seni tedavi hususunda sihirler göstereceğim;
   Sevin, ilişik etme, emin ol ki yağmur çimenlere ne yaparsa ben de sana onu yapacağım;
   Ben, senin gamını çekmekteyim, sen gam yeme; ben sana yüz babadan daha şefkatliyim;
   Aman, sakın ha, bu sırrı kimseye söyleme; padişah senden bunu ne kadar sorup soruştursa yine

sakla;

175. Sırların gönülde gizli kalırsa o muradın çabucak hâsıl olur;dedi.
   Peygamber demiştir ki: “Her kim sırrını saklar ise çabucak muradına erişir.”
   Tohum toprak içinde gizlenince, onun gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesi ile neticelenir.
   Altın ve gümüş gizli olmasalardı... madende nasıl musaffa olurlar, nasıl altın ve gümüş haline

gelirlerdi?
   O hekimin vaitleri ve lûtufları hastayı korkudan emin etti.

180. Hakiki olan vaitleri gönül kabul eder, içten gelmeyen vaadler ise insanı ıstıraba sokar.
   Kerem ehlinin vaitleri akıp duran, eseri daima görünen hazinedir. Ehil olmayanların, kerem sahibi

bulunmayanların vaitleri ise gönül azabıdır.

O velînin, halayığın hastalığını anlaması ve padişaha arzetmesi

   Ondan sonra hekim, kalkıp padişahın huzuruna gitti, padişahı bu meseleden birazcık haberdar etti.
   Dedi ki: “Çare şundan ibaret: bu derdin iyileşmesi için o adamı getirelim.
   Kuyumcuyu o uzak şehirden çağır, onu altınla, elbise ile aldat.”
   *Padişah, hekimden bu sözü duyunca nasihatini, candan gönülden kabul etti.

185. O tarafa ehliyetli, kifayetli, âdil bir iki kişiyi elçi olarak gönderdi.

                   Padişahın, kuyumcuyu getirmek üzere Semerkand’e elçiler yollaması

   O iki bey, kuyumcuya padişahtan muştucu olarak Semerkand’e kadar geldiler.
   Dediler ki: “Ey lûtuf sahibi üstad, ey marifette kâmil kişi! Öğülmen şehirlere yayılmıştır.
   İşte filân padişah, kuyumcubaşılık için seni seçti. Zira (bu işte) pek büyüksün, pek kâmilsin.
   Şimdicek şu elbiseyi, altın ve gümüşü al da gelince de padişahın havassından ve nedimlerinden

olursun.”

190. Adam; çok malı, çok parayı görünce gururlandı, şehirden çoluk çocuktan ayrıldı.
   Adam, neşeli bir halde yola düştü. Haberi yoktu ki padişah canına kastetmişti.  
   Arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı!
   Ey yüzlerce razılıkla sefere düşen ve bizzat kendi ayağı ile kötü bir kazaya giden!
   Hayalinde mülk, şeref ve ululuk. Fakat Azrail “Git, evet, muradına erişirsin” demekte!

195. O garip kişi yoldan gelince, hekim, onu padişahın huzuruna götürdü;
   Güzellik mumunun başı ucunda yakılması için onu, padişahın yanına izzet ve ikramla iletti.
   Padişah, onu görünce pek ağırladı, altın hazinesini ona teslim etti.
   Sonra hekim dedi ki: “Ey büyük sultan o cariyeciği bu tacire ver;
   Ki visali ile iyileşsin, visalinin suyu o ateşi gidersin.”

200. Padişah, o ay yüzlüyü kuyumcuya bahşetti, o iki sohbet müştakını birbirine çift etti.
   Altı ay kadar murat alıp murat verdiler. Bu suretle o kız da tamamen iyileşti.
   Ondan sonra hekim, kuyumcuya bir şerbet yaptı, kuyumcu içti, kızın karşısında erimeye başladı.
   Hastalık yüzünden kuyumcunun güzelliği kalmayınca kızın canı, onun derdinden azat oldu, ondan

vazgeçti.
   Kuyumcu, çirkinleşip hastalanınca, yüzü sararıp solunca kızın gönlü de yavaş yavaş ondan soğudu.

205. Ancak zâhirî güzelliğe ait bulunan aşklar aşk değildir. Onlar nihayet bir âr olur.
   Keşke kuyumcu baştanbaşa ayıp ve âr olsaydı, tamamıyla çirkin bulunsaydı da başına bu kötü hal

gelmeseydi!
   Kuyumcunun gözünden ırmak gibi kanlar aktı, yüzü canına düşman kesildi.
   Tavus kuşunun kanadı, kendisine düşmandır. Nice padişahlar vardır ki kuvvet ve azametleri

helâklerine sebep olmuştur.
   Kuyumcu, ”Ben o ahuyum ki göbeğimin miskinden dolayı bu avcı, benim sâf kanımı dökmüştür.

210. Ah, ben o sahra tilkisiyim ki postum için beni tuzağa düşürüp tuttular, başımı kestiler.
   Ah, ben o filim ki dişimi elde etmek için filci benim kanımı döktü.
   Beni, benden aşağı birisi için öldüren, kanımı döken; bilmiyor ki benim kanım uyumaz!
   Bugün bana ise yarın onadır. Böyle benim gibi bir adamın kanı nasıl zayi olur?
   Duvar gerçi (günün ilk kısmında yere) uzun bir gölge düşürür; fakat o gölge, gölgeyi meydana

getirene avdet eder.

215. Bu cihan dağdır, bizim yaptıklarımız ses. Seslerin aksi yine bizim semtimize gelir” dedi.
   Kuyumcu, bu sözleri söyledi ve hemen toprak altına gitti. O cariyecik de aşktan ve hastalıktan

arındı, tertemiz oldu.
   Çünkü ölülerin aşkı ebedî değildir, çünkü ölü, tekrar bize gelmez.
   Diri aşk, ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan daha taze olur durur.
   O dirinin aşkını seç ki bakidir ve canına can katan şaraptan sana sakilik eder.

220. O‘nun aşkını seç ki bütün peygamberler, onun aşkıyla kuvvet ve kudret buldular, iş güç sahibi

oldular.
   Sen “Bize o padişahın huzuruna varmaya izin yoktur” deme. Kerim olan kişilere, hiçbir iş güç

değildir.

         Kuyumcuyu öldürme ve zehirlemenin Allahı emriyle olup padişahın isteğiyle olmadığı

   O adamın, hekimin eliyle öldürülmesi, ne ümit içindi ne korkudan dolayı.
   Allahının emri ve ilhamı gelmedikçe hekim, onu padişahın hatırı için öldürmedi.
   Hızır’ın o çocuğun boğazını kesmesindeki sırrı halkın avam kısmı anlayamaz.

225. Allahı tarafından vahiy ve cevaba nail olan kişi her ne buyurursa o buyruk, doğrunun ta

kendisidir.
   Can bağışlayan kişi öldürse de caizdir. O, nâibdir eli Allahı elidir.
   İsmail gibi onun önüne baş koy. Kılıcının önünde sevinerek, gülerek can ver.
   Ki Ahmed’in pâk canı, Ahad’la nasıl ebediyse senin canın da ebede kadar sevinçli ve gülümser bir

halde kalsın.
   Âşıklar, ferah kadehini, güzellerin elleri ile öldürdükleri vakit içerler.

230. Padişah o kanı şehvet uğruna dökmedi. Suizanda bulunma, münakaşayı bırak!
   Sen onun hakkında kötü ve pis iş işledi deyip fena bir zanda bulundun. Su süzülüp durulunca, berrak

bir hale gelince bu berraklıkta bulanıklık ve tortu kalır mı, süzülüş suda tortu bırakır mı?
   Bu riyazatlar, bu cefa çekmeler, ocağın posayı gümüşten çıkarması içindir.
   İyinin, kötünün imtihanı, altının kaynayıp tortusunun üste çıkması içindir.
   Eğer işi Allahı ilhamı olmasaydı o, yırtıcı bir köpek olurdu, padişah olmazdı.

235. Şehvetten de tertemizdi, hırstan da, nefis isteğinden de. Güzel bir iş yaptı, fakat zâhiren kötü

görünüyordu.
   Hızır, denizde gemiyi deldiyse de onun bu delişinde yüzlerce sağlamlık var.
   O kadar nur ve hünerle beraber Mûsâ’nın vehmi, ondan mahçuptu; artık sen kanatsız uçmaya

kalkışma!
   O, kırmızı güldür, sen ona kan deme. O, akıl sarhoşudur, sen ona deli adı takma!
   Onun muradı Müslüman kanı dökmek olsaydı kâfirim, onun adını ağzıma alırsam!

240. Arş kötü kişinin öğülmesinden titrer; suçlardan ve şüpheli şeylerden korunan kişi de kötü

methedilince, metheden kişi hakkında fena bir zanna düşer.
   O padişahtı, hem de çok uyanık bir padişah. Has bir zattı, hem de Allahı hası.  
   Bir kişiyi böyle bir padişah öldürürse onu, iyi bir bahta eriştirir,en iyi bir makama çeker, yüceltir.
   Eğer onu kahretmede yine onun için bir fayda görmeseydi; o mutlak lûtuf, nasıl olur da kahretmeyi

isterdi?
   Çocuk hacamatçının neşterinden titrer durur, esirgeyen ana ise onun gamından sevinçlidir.

245. Yarı can alır, yüz can bağışlar. Senin vehmine gelmeyen o şey yok mu? Onu verir.
   Sen kendince aklından bir kıyas yapmaktasın ama çok, pek çok uzaklara düşmüssün; iyice bak!

                Bakkal ve dudunun hikâyesi, dudunun dükkândaki gülyağlarını dökmesi

   Bir bakkal vardı, onun bir de dudusu vardı. Yeşil, güzel sesli ve söyler duduydu.
   Dükkânda dükkân bekçiliği yapar; bütün alışveriş edenlere hoş nükteler söyler, lâtifeler ederdi.
   İnsanlara hitap ederken insan gibi konuşurdu, dudu gibi ötmede de mahareti vardı.
   *Efendisi, bir gün evine gitmişti. Dudu, dükkânı gözetliyordu.
   *Ansızın fare tutmak için bir kedi, dükkâna sıçradı. Duducağız can korkusundan,

250. Dükkânın baş köşesinden atıldı, bir tarafa kaçtı; gülyağı şişesini de döktü.
   Sahibi, evden çıkageldi. Tacircesine huzuru kalple dükkâna geçti oturdu.
   Bir de baktı ki dükkan yağ içinde, elbisesi yağa bulaşmış. Dudunun başına bir vurdu; dudunun dili

tutuldu, başı kel oldu.
   Dudu, birkaç günceğiz sesini kesti, söylemedi. Bakkal nedametten âh etmeye başladı.
   Sakalını yolmakta, eyvah, demekteydi; nimet güneşim bulut altına girdi.

255. O zaman keşke elim kırılsaydı; o güzel sözlünün başına nasıl oldu da vurdum?
   Kuşu, yine konuşsun diye yoksullara sadakalar vermekteydi.
   Üç gün, üç gece sonra şaşkın ve meyus, ümitsiz bir halde dükkânda otururken,
   Ve binlerce gussaya, gama eş olup; bu kuş acaba ne vakit konuşacak; diye düşünüp dururken,
   Ansızın tas ve leğen dibi gibi tüysüz kafası ile bir Cevlaki geçiyordu.

260. Dudu, hemencecik dile gelip akıllılar gibi dervişe bağırdı:
   “Ey kel, neden kellere karıştın; yoksa sen de şişeden gülyağı mı döktün?! “
   Onun bu kıyasından halk gülmeye başladı. Çünkü dudu, hırka sahibini kendisi gibi sanmıştı.
   Temiz kişilerin işini kendinden kıyas tutma, gerçi yazıda (aslan mânasına gelen) şîr, (süt manasına

gelen) şîre benzer.
   Bütün âlem bu sebepten yol azıttılar. Allahı Abdallarından az kişi agâh oldu.

265. Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler (biz de onlar gibiyiz dediler); Velîleri de kendileri gibi

sandılar.
   Dediler ki: “İşte biz de insanız, onlar da insan. Bizde uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da.
   “Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilmediler.
   Her iki çeşit arı, bir yerden yedi. Fakat bundan zehir hâsıl oldu, ondan bal.
   Her iki çeşit geyik otladı, su içti. Birinden fışkı zuhur etti, öbüründen halis misk.

270. Her iki kamış da bir sulaktan su içti. Biri bomboş öbürü şekerle dopdolu.  
   Böyle yüzbinlerce birbirine benzer şeyler var, aralarında bulunan yetmiş yıllık farkı sen gör!
   Bu, yer; ondan pislik çıkar... o, yer; kâmilen Allahı nuru olur.
   Bu, yer; ondan tamamı ile hasislik ve haset zuhur eder... o, yer; ondan tamamı ile Tek Allahı’nın nuru

husule gelir.
   Bu temiz yerdir, o çorak ve pis yer. Bu temiz melektir o şeytan ve canavar!

275. Her iki suretin birbirine benzemesi caizdir, acı su da, tatlı su da berraktır.  
   Zevk sahibinden başka kim anlayabilir? Onu bul! Tatlı su ile acı suyun farkını işte o anlar.
   (Zevk sahibi olmayan) sihri, mucizeyle mukayese ederek her ikisinin de esası hiledir sanır.
   Mûsâ ile savaşan sihirbazlar, inatlarından ellerine onun asâsı gibi asâ aldılar.
   Bu asâ ile o asâ arasında çok fark var, bu işle o işin arasında pek büyük bir yol var.

280. Bu işin ardında Allahı lâneti var, o işe karşılık da vade vefa olarak Allahı rahmeti var.
   Kâfirler inatlaşmada maymun tabiatlıdırlar. Tabiat, içte, gönülde bir âfettir.  
   İnsan ne yaparsa maymunda yapar; maymun her zaman insandan gördüğünü yapıp durur.
   O, “Bende onun gibi yaptım” sanır. O inatçı mahlûk aradaki farkı nereden bilecek?
   Bu emirden dolayı yapar, o, inat ve savaş için. İnatçı kişilerin başlarına toprak saç!

285. O münafık; muvafıkla beraber, inat ve taklide uyup namaza durur; niyaz ve tazarru için değil.
   Müminler; namazda, oruçta, hacda, zekâtta münafıkla kazanıp kaybetmektedirler.
   Müminler için nihayet kazanç vardır, münafıka da ahirette mat olma.
   İkisi de bir oyun başındaysa da birbirlerine nispetle aralarında ne kadar fark var; biri Merv’li öbürü

Rey’li!
   Her biri, kendi makamına gider, her biri kendi adına uygun olarak yürür.

290. Onu mümin diye çağırırlar, ruhu hoşlanır. Münafık derlerse sertleşir, ateş kesilir.
   Onun adı, zatı yüzünden sevgilidir. Bunun adının sevilmemesi, âfetleri yüzünden, nifakla sıfatlanmış

olan zatından dolayıdır.
   Mim, vav, mim ve nun harflerinde bir yücelik yoktur. Mümin sözü ancak tarif içindir.
   Ona münafık dersen... o aşağılık ad, içini akrep gibi dağlar.
   Bu ad, cehennemden ayrılmış ve kopmuş değilse niçin cehennem tadı var?

295. O kötü adın çirkinliği harften değildir. O deniz suyunun acılığı “kab” dan değildir.
   Harf kabdır ondaki mâna su gibidir. Mâna denizi de “Ümm-ül-Kitap” yanında bulunan, kendisinde

olan zattır.
   Dünyada acı ve tatlı deniz var. Aralarında bir perde var ki birbirine taşmaz karışmazlar.
   Fakat şu var ki bu iki denizin her ikisi de bir asıldan akar. Bu ikisinden de geç, tâ... onun aslına

kadar yürü!
   Kalp altınla halis altın ayarda belli olur. Kalpla halisi, mehenge vurmadıkça tahminî olarak

bilemezsin.

300. Allahı kimin ruhuna mehenk korsa ancak o kişi, yakini şüpheden ayırdedebilir.
   Diri bir kişinin ağzına bir sıçrayıp girse o adam, onu dışarı çıkarıp attığı zaman rahatlaşır.
   Binlerce lokma arasında ağzına ufacık bir çöp girdi mi, diri kişinin hissi onu duyar, sezer.
   Dünya hissi, bu cihanın merdivenidir, din hisside göklerin merdiveni.
   Bu hissin sağlığını hekimden isteyiniz, o hissin sağlığını Habib’den (H.Muhammed’den) .

305. Bu hissin sağlığı, vücut sağlamlığındandır, o hissin sağlığı vücudu harabetmektedir.
   Can yolu, mutlaka cismi viran eder, onu yıktıktan sonra da yapar.
   * Ne mutludur ve ne kutludur o can ki mâna aşkıyla evini, barkını, mülkünü, malını bağışlamıştır.
   Altın definesi için evi harabetmiştir; fakat o altın definesini elde ettikten sonra o evi daha mamur bir

hale getirmiştir.
   Suyu kesmiş, suyun aktığı yolu temizlemiş, ondan sonra arka içilecek su akıtmıştır.
   Deriyi yarmış,termeni çıkarmış... ondan sonra orada yepyeni bir deri bitmiştir.

310. Kaleyi yıkıp kâfirden almış, ondan sonra oraya yüzlerce burç ve hendek yapmıştır.
   Hikmetinden sual edilmeyen Allahı'’nın işini kim anlayabilir, o işin hakikatine kim erişebilir? Bu

söylediğim sözler, ancak anlatmak için söylenmiş zaruri sözlerdir.
   Gâh böyle gösterir, gâh bunun aksini. Din işinin künhünü anlamaya imkân yoktur. Ona ancak hayran

olunur.
   Fakat din işinde hayrete düşen, arkasını ona çevirmiş ondan haberi olmayan bir hayran değil,

sevgiliye dalmış, onun yüzünden sarhoş olmuş, kendisinden geçmiş bir hayrandır.
   Birisinin yüzü sevgiliye karşıdır, öbürünün yüzü yine kendisine doğru.

315. Her ikisinin yüzüne de bak. Her ikisinin yüzünü de hatırında tut. Hizmet dolayısıyla yüz tanır

olman mümkündür.
   Zira nice insan suratlı şeytan vardır. Binaenaleyh her ele el vermek lâyık değildir.
   Kuş tutan avcı, kuşu avlamak için ıslık çalar, ötme taklidi yapar.
   Aşağılık kişi dervişlerin sözlerini, bir selim kalpli kişiye afsun okumak, onu afsunlamak için çalar.
320. Erlerin huyu açıklık ve sıcaklıktır. Aşağılıkların işi hile ve utanmazlıktır.
   Dilenmek için yünden aslan yaparlar. (yol aslanlarının şekline bürünür, onlar gibi görünürler),  Ebu

Museylim’e Ahmet lâkabı verirler.
   Ebu Müseylim’in lâkabı yalancı olarak kaldı, Muhammed’e de akıllar sahibi dendi.
   O, Hak şarabının mührü, şişesinin kapağı; halis misktir. Âdi şarabın mührü, şişesinin kapağı ise pis

koku ve azaptır.

                                           Yahudi padişahın hikâyesi

   Yahudiler içinde zâlim, İsa düşmanı ve Hıristiyanları yakıp yandırır bir padişah vardı.

325. İsa’nın devriyle, nöbet onundu. Mûsâ’nın canı oydu, onun canı Mûsâ.
   Şaşı padişah, Allahı yolunda o iki Allahı demsâzını birbirinden ayırdı.
   Usta, bir şaşıya “yürü, var, o şişeyi evden getir” dedi.
   Şaşı,”O iki şişeden hangisini getireyim? Açıkça söyle dedi.
   Usta dedi ki: “O iki şişe değildir. Yürü, şaşılığı bırak fazla görücü olma!”

330. Şaşı, “Usta, beni paylama. Şişe iki” dedi. Usta dedi ki: “O iki şişenin birini kır!”
   Çırak birini kırınca ikiside gözden kayboldu. İnsan tarafgirlikten, hiddet ve şehvetten şaşı olur.
   Şişe birdi onun gözüne iki göründü. Şişeyi kırınca ne o şişe kaldı, ne öbürü!
   Hiddet ve şehvet insanı şaşı yapar; doğruluktan ayırır.
   Garez gelince hüner örtülür. Gönülden, göze, yüzlerce perde iner.

335. Kadı kalben rüşvet almaya karar verince zâlimi, ağlayıp inleyen mazlûmdan nasıl ayırtedebilir?
   Padişah, yahudice kininden dolayı öyle bir şaşı oldu ki aman Ya Rabbi, aman!
   Musa dininin koruyucusuyum, arkasıyım diye yüz binlerce mazlûm mümin öldürttü.

                                         Vezirin padişaha hile öğretmesi

   Padişahın öyle yol vurucu, öyle hilekâr bir veziri vardı ki hile ile suyu bile düğümlerdi.
   Dedi ki: “Hıristiyanlar, canlarını korurlar ve dinlerini padişahtan gizlerler.

340. Onları az öldür, çünkü öldürmede fayda yok, Dinin kokusu çıkmaz; misk ve öd ağacı değil ki!
   Yüz tane kılıf içinde gizli sırdır. Dışı, sana malûmdur ama içi aksine.”
   Padişah : “Peki söyle bakalım, ne yapalım; bu hususta ne hile ve tezvirde bulunalım, çaresi ne?
   Ne yapalım ki dünyada ne açık dindar, ne gizli din tutar bir Hıristiyan kalmasın” dedi
   Vezir dedi ki: “Bana gazebederek hükmet, kulağımı elimi kestir; burnumu, dudağımı yardır!

340. Ondan sonra beni dar ağacına götür. O esnada bir şefaatçi suçumun affını dilesin.
   Bu işi dört yol ağzı bir yerde, tellâl pazarında yaptır.
   Ondan sonrada beni, huzurundan uzak bir şehre sür ki ben, onların arasına yüz türlü din kayıtsızlığı

sokayım.

                                            Vezirin Hıristiyanlara hilesi

   Bu halde diyeyim ki: ben gizli Hıristiyanım; ey sır bilen Allahı; sen benim gönlümü bilirsin!
   Padişah, benim imanımı anladı; taassuptan dolayı canıma kasdetti.

350. Dinimi padişahtan saklamak, onun dininden görünmek istedim.
   Padişah, benim sırlarımdan bir koku sezdi. Sözlerim huzurunda kusurlu göründü.
   Dedi ki: “ Senin sözlerin, içinde iğne olan ekmek gibidir. Benim gönlümden senin gönlüne pencere

var.
   Ben, o pencereden halini gördüm; artık lâfını dinleyemem.”
   Eğer İsa’nın ruhaniyeti bana imdat etmeseydi o, yahudicesine beni parça parça ederdi .

355. İsa için başımla oynar, canımı verir ve bunu canıma yüz binlerce minnet bilirim.
   İsa’dan canımı sakınmam, fakat onun din bilgisine iyiden iyiye vâkıfım.
   O pâk dinin cahiller arasında mahvolması, bana dokunmakta.
   Allahı’ya, İsa’ya şükrolsun ki biz, bu hak dine yol gösterici olduk.
   Belimizi zünnarla bağladığımızdan beri Yahudiden ve Yahudilikten kurtulduk.

360. Ey halk; devir, İsa’nın devridir. Onun dininin sırlarını candan dinleyin!”  
   *Vezir, bu hileyi, padişaha sayıp dökünce padişahın gönlünden endişeyi tamamiyle giderdi.
   Padişah, vezire, vezir ne dediyse yaptı.Halk, bu gizli ve hakikati meçhul hileden dolayı şaşırıp kaldı.
   Onu Hıristiyanların oturdukları tarafa sürdü.Vezir de ondan sonra halkı davete başladı.

                                         Hıristiyanların vezirin hilesine inanmaları

   Yüz binlerce Hıristiyan, azar azar ozun etrafına toplandı.
   O, onlara gizlice İncil’in, zünnarın ve namazın sırrını anlatmaktaydı.

365. Görünüşte din hükümlerini anlatıyordu; fakat bu anlatış, hakikatte onları avlamak için ıslık ve

tuzaktı.
   Bunun için (gizli hileyi anlamak müşkül olduğundan) bazı Eshab, Peygamber’den, azgın ve hilekâr

nefsin hilesini sorarlar;
   “ Nefis, ibadetlere ve candan gelen ihlâsa gizli garezlerden ne karıştırır?” derlerdi.
   Peygamber’den ibadetin faziletini ve sevabını arayıp sormazlar;”Apaçık ayıp hangisidir?”diye kötü

huyları sorarlardı.
   Gülü, kerevizden fark edercesine kıldan kıla,zerreden zerreye nefis hilesini tanır, bilirlerdi.

370. Eshab’ın kılı kırk yaranları, umumiyetle o vaız ve beyana hayran olurlardı.

                                         Hıristiyanların vezire uymaları

   Hıristiyanlar tamamıyla ona gönül verdiler. Zaten avamın taklidinin kuvveti ne olabilir ki?
   Kalplerinin içine onun muhabbetini ektiler, onu İsa’nın halifesi sandılar.
   O ise hakikatte tek gözlü melûn Deccâl’dı. Ey Allahı, feryadımıza yetiş; sen ne güzel yardımcısın!
   Ey Allahı, yüz binlerce tuzak ve yem var, bizler de yemsiz kalmış halis kuşlar gibiyiz.

375. Her an yeni bir tuzağa tutuluyoruz, istersek her birimiz, birer doğan ve simurg olalım.
   Sen bizi her zaman tuzaktan kurtarmaktasın. Ey gani ve müstağnî Allahı, biz yine bir tuzağa doğru

gitmekteyiz!
   Biz bu ambarda buğday biriktirmede, toplanan buğdayı yine kaybetmekteyiz.
   Biz, bu vahşi mahlûklar topluluğu, düşünmüyoruz ki buğdayın noksanlaşması farenin hilesindendir.
   Fare, ambarımızı deldikçe, hilesinden ambar harab olmuştur.

380. Ey can, önce farenin şerrini defet, sonra buğday biriktirmeye çalış, çabala!  
   O büyükler büyüğünün haberlerinden birini dinle: “Huzuru kalb olmadıkça namaz tamam olmaz.”
   Eğer bizim ambarımızda hırsız bir fare yoksa kırk yıllık ibadet buğdayı nerde?
   Her günlük azar azar sadikane ibadet taneleri niçin bu ambarımızda toplanmıyor?
   Çakmak demirinden birçok ateş yıldızı sıçradı, o yanmış gönül, onları kabul edip çekti.

385. Ama karanlıkta bir hırsız, gizlice kıvılcımlara parmak basmakta.
   Onları, felekte bir çırağ parlamasın diye, birer birer söndürmekte.
   *İnayetlerin bizimle oldukça o bayağı hırsızdan bize nice ve ne vakit korku olabilir?
   Bir adımda binlerce tuzak olsa, sen bizimle oldukça hiç gam yok!
   Her gece ten tuzağından ruhları kurtarmakta, tahtaları sökmektesin.
   Ruhlar, her gece bu kafesten kurtulurlar, ne kimsenin hâkimi,ne de mahkûmu olmayarak feragate

ulaşırlar.

390. Geceleyin zindandakilerin izndandan haberleri yoktur, sultana mensup davetliler, geceleyin

devletten haberdar değildirler.
   Ne gam var, ne kâr ve ne zarar düşüncesi.Ne bu filân kadının hayali, ne o filân erkeğin kuruntusu!
   Ârifin hali , uyanıkken de budur, Allahı”onlar uykudadırlar” dedi, bunu inkâr etme.
   Onlar, gece gündüz dünya ahvalinden uykudadırlar;Rabb’in elinde evirip çevirdiği kalem gibidirler.
   Yazı esnasında eli görmeyen kimse, kalemin hareketini, kalemden sanır.

395. Allahı, ârifin bu halinden halka pek az bir miktarını gösterdi; halkı ise hisse mensup uyku kapladı

(gaflete dalıp ârifi anlamadılar).
   Onların canı:sırrına akıl almaz sahraya gitti.Ruhlarıda istirahatte, bedenleri de.
   Sonra tekrar bir ıslıkla onları tuzağa çeker, hepsini teklif kaydine düşürürsün.
  *Sabah vaktinin nuru baş kaldırıp feleğin altın gerkesi kanat çırpınca,
   Sabahı zuhura getiren, İsrafil gibi, herkesi o diyardan sûret âlemine getirir;
   Yayılmış ruhları cisim yapar, her cismide tekrar gebe bırakır.

400. Can atlarını eğersiz kor; bu, “uyku ölümün kardeşidir”sırrıdır.
   Fakat gündüzün geri gelmeleri için ayaklarını uzun bir bağla bağlar.
   Tâ ki o çayırdan, onu geri çeke ve otlaktan yine yük altına getire.
   Keşki Eshâb-ı Kehf gibi, yahut Nûh’un gemisi gibi bu ruhu koruyaydı.
   Da bu fikir, bu göz ve kulak;şu uyanıklık ve akıl tufanından kurtulaydı.

405. Dünyada nice Eshab-ı Kehf vardır ki bu zamanda senin yanıbaşında ve önündedir.
   Mağara da , dost da onunla terennüm etmektir. Ne fayda, senin gözünde ve kulağında mühür var?

                                                 Halifenin Leylâ’yı görmesi

   Halife, Leylâ’ya dedi ki:”Sen o musun ki Mecnun, senin aşkından perişan oldu ve kendini kaybetti.
   Sen başka güzellerden güzel değilsin. ” Leyla, “Sus, çünkü sen Mecnun değilsin” diye cevap verdi.
   Uyanık olan daha ziyade uykudadır. Onun uyanıklığı uykusundan beterdir.

410. Canımız Hak ile uyanık olmazsa uyanıklık, bizim için iki dağ arasındaki boğaz ve geçit gibidir.
   Canın; her gün hayalin tekmesini yemeden, ziyandan, faydadan, elden çıkarma, kaybetme

korkusundan.
   Ne temizliği kalır, letâfeti, ne kuvveti, ne de göklere çıkacak yolu!
   Uyumuş ona derler ki o, her hayalden ümitlenir, onunla konuşur;
   Uykuda Şeytan’ı Hûri gibi görür, sonra şehvetle Şeytan’a erlik suyu döker.

415. Nesil tohumunu çorağa dökünce uyanır, kendine gelir, hayalde ondan kaçar.
   O rüyadan elde ettiği baş ağrısı, sersemlik beden pisliğidir. Ah, o zâhirde görünen, hakikatte

görünmeyen, aslı olmayan hayalden!  
   Kuş havadadır, gölgesi yerde kuş gibi uçar görünür.
   Ahmağın biri, o gölgeyi avlamaya kalkışır, takati kalmayıncaya kadar koşar.
   O gölgenin havadaki kuşun aksi olduğundan; o gölgenin aslının nerde bulunduğundan haberi yok!

420. Gölgeye doğru ok atar. Bu araştırma yüzünden okluk bomboş kalır.
   Ömrünün okluğu boşaldı. Ömür gitti; gölge avı ardında koşmada yandı eridi!
   Bir kişinin dadısı, Allahı gölgesi olursa onu gölgeden ve hayalden kurtarır.
   Allahı’ya kul olan, Allahı gölgesidir. O bu âlemden ölmüş, Allahı ile dirilmiştir.
   Fırsatı kaçırmadan ve şüphe etmeksizin onun eteğine sarıl ki âhir zamanın sonundaki fitnelerden

kurtulasın.

425. Allahı gölgeyi nasıl uzattı (âyeti) evliyanın nakşidir. Çünkü velî , Allahı güneşi nurunun delilidir.
   Bu yolda bu delil olmaksızın yürüme, Halil gibi “Ben batanları sevmem ” de!
   Yürü, gölgeden bir güneş bul. Şah Şems-i Tebrîzî’nin eteğine yapış!
   Bu düğün ve gelinin bulunduğu yerin yolunu bilmezsen Hak ziyası Hüsameddin’den sor!
   Haset, yolda gırtlağına sarılırsa... bil ki İblis’in tuğyanı hasettedir.

430. Çünkü o, haset yüzünden Âdem’den arlanır... Kutlulukla haset yüzünden savaşır.
   Yolda bundan daha güç geçit yoktur. Ne kutludur o kişi ki yoldaşı, haset değildir.
   Bu beden, haset evi olagelmiştir. Soy sop hasetten bulaşık bir hale düşer.
   Ten haset evidir ama Allahı, o teni tertemiz etmiş, arıtmıştır.
   “Evimi temizleyin” “âyeti” beden temizliğini bildirir. Bedenin tılsımı toprağa mensupsa da hakikatte

nur definesidir.

435. Sen (hakikatte) teni olmayana hile ve haset edersen o hasetten gönül kararır.
   Allahı erlerinin ayakları altına toprak ol! ,bizim gibi sen de hasedin başına toprak at!

                                                   Vezirin haset etmesi

   O vezirciğin yaratılışı hasettendi, onun için abes yere kulağını, burnunu yele verdi!
   O ümitle ki haset iğnesinden akan zehirle mahzunları tâ canlarından zehirliye.
   Hasetten burnunu koparan kişi, kendisini kulaksız ve burunsuz bırakır.

440. Burun, odur ki bir koku alsın ve kokuda, koku alanı bir yüzün bulunduğu tarafa götürsün.
   Kim koku almazsa burunsuzdur, koku da ancak din kokusudur.
   Bir koku alıp onun şükrünü eda etmiyen kimse, küfranı nimet etmiş ve kendi burnunu

mahveylemiştir.
   Hem şükret, hem şükredenlere kul ol. Onların huzurunda ölerek ebedî hayat kazan!
   Vezir gibi sermayeyi, yol vuruculuktan edinme. Allahı kullarını namazdan menetme.

445. O kâfir vezir, din nasihatçisi olarak hile ile badem helvasına sarımsak karıştırmıştı!
 
                                Vezirin hilesini aklı eren Hıristiyanların anlaması

   Zevk sahibi olanlar onun sözünde acılık karışmış bir tat sezdiler.
   O, garezle karışık lâtif sözler söylemekte, gül sulu şeker şerbetinin içine zehir dökmekteydi.
   Sözünün dış yüzü, yolda çevik ol, diyordu. Ardından da cana, gevşek ol demekteydi.
   Gümüşün dışı ak ve berraksa da el ve elbise ondan katran gibi bir hale hale gelir.

450. Ateş, kıvılcımlarıyla kızıl çehreli görünürse de onun yaptığı işin sonundaki karanlığa bak!
   Yıldırım, bakışta sâf bir nurdan ibaret görünür; (fakat) göz nurunu çalmak (gözü kamaştırmak) onun

hassasıdır.
   Vezirin sözleri, uyanık ve zevk sahibi olanlardan başkaları için bir boyun halkasıydı (onun sözlerini

kabul etmişler,ona uymuşlardı).
   Vezir, padişahtan altı ay ayrı kaldı, bu müddet zarfında İsa’ya uyanlara penah oldu.
   Halk, umumiyetle dinini de, gönlünü de ona ısmarladı. Onun emir ve hükmü önünde herkes, can

feda ediyordu.

                                       Padişahın vezire gizlice haber göndermesi

455. Padişahla onun arasında haber gidip geliyordu. Padişah, ona gizlice vahitlerde bulunuyordu.
   *Nihayet muradının hâsıl olması, hıristiyanların toprağını yele vermesi için.
   Padişah “Ey devletli vezirim, vakit geldi, kalbini gamdan tez kurtar”diye mektup yazdı.
   Vezir de “Padişahım; işte şimdicik İsâ dinine fitneler salma işindeyim” diye cevap verdi.

                                               Hıristiyanların on iki kısmı

   Hükümetleri zamanında, İsâ kavminin on iki emîri vardır.
   Her fırka bir emîre tâbiydi; kendi beyine tamah yüzünden kul olmuştu.

460. Bu on iki emîrler kavimleri, o kötü vezire bağlanmışlardı.
   Hepsi, onun sözüne itimad ediyordu, hepsi onun mesleğine uymuştu.
   O, öl, der demez her emîr hemen o anda ölürdü.

                                           Vezirin İncil ahkâmını karıştırması

   Vezir, her emîrin adına birer tomar düzdü. Her tomarın yazısı, başka bir olaydı.
   Her birinin hükmü başka bir çeşittir. Bu baştan aşağıya kadar ona aykırıdır.

465. Birinde riyazat ve açlık yolunu tövbenin rüknü, Allahı’ya dönüşün şartı yapmış.
   Birinde “Riyazat faydasızdır, bu yolda cömertlikten başka kurtuluş yoktur” demişti.
   Birinde demişti ki: “Senin açlık çekişin, mal verişin mâbuduna şirk koşmadır.  
   Gam ve rahat zamanında Allahı’ya dayanmak ve tamamiyle teslim olmaktan gayri hepsi hiledir,

tuzaktır.”
   Öbüründe demişti ki: “Vacip olan hizmettir, yoksa tevekkül düşüncesi suçtan ibarettir.”

470. Birinde; “Dindeki emir ve nehiyler, yapmak için değil, aczimizi bildirmek içindir.
   Tâ ki onlardan âciz olduğumuzu görelim de Allahı kudretini bilelim, anlayalım” demişti.
   Öbüründe, “Kendi âczini görme, uyan, kendine gel; o aczi görüş, küfranı nimettir.
   Kendi kudretini gör ki bu kudret ondandır.
   Kudretini, onun nimeti bil ki, kudret odur” demişti.
   Birinde demişti ki: “Bu ikisinden de geç, nazarına her ne sığarsa put olur!”

475. Öbüründe; “Bu mumu söndürme ki bu görüş, meclise mum mesabesindedir.
   Eğer nazardan ve hayalden geçersen gece yarısı visâl mumunu söndürmüş olursun” demişti.
   Birinde demişti ki: “Söndür, hiç korkma ki yüz binlerce karşılığını göresin.
   Çünkü nazar mumunu söndürmekle can mumu artar, kuvvet bulur. Sabrının yüzünden Leylâ’n

Mecnun olur!
   Kim, zâhitliği yüzünden dünyayı terk ederse dünya onun önüne çok, daha çok gelir!”

480. Başka birinde; “Hak sana ne verdiyse onu icat ederken tatlılaşmış.
   Kolaylaştırmıştır. Onu güzelce al; kendini zahmete sokma” demişti.
   Birinde demişti ki: “Kendine ait olanı terk et, çünkü tabiatının kabul ettiği, merduttur, kötüdür.
   Birbirine aykırı yollar, nefse kolaydır, herkese bir din, can olmuştur.
   Eğer Hak’kın din işlerini kolaylaştırması, doğru bir yol olsaydı her yahudi ve mecusi, Allahı’yı duyar,

anlardı” demişti.

485. Öbüründe demişti ki: “Kolay, odur ki gönlü hayatı ve canın gıdası ola.
   Tabiatın hoşlandığı her şey, vakti geçince, çorak yere ekilmiş tohum gibi mahsul vermez.
   Onun mahsulü, pişmanlıktan başka bir şey olmaz; onun kazancı, sahibine ziyandan başka bir şey

getirmez.
   O zevk, sonunda da önünde olduğu gibi kolay ve hoş görünmez; nihayette adı güç olur, güçlenmiş

bir hale gelir.
   Sen güçleştirilmişle, kolaylaştırılmışı, birbirinden ayırdet; bunun yüzünü de sonuna nazaran gör,

onun yüzünü de sonuna nazaran.”

490. Bir tomarda da; “Bir üstad ara. Âkıbeti görme hassasını nesepte (şunun bunun soyundan gelmiş

olmakta ve bununla öğünende) bulamazsın.
   Her çeşit din sâlikleri üstad aramaksızın, peygamberlere tâbi olmaksızın işlerin âkibetlerini

gördüler, kendi akıllarınca netice hakkında istidlâllerde bulundular da bu yüzden hata ve dalâlete

düştüler.
   Âkıbet görme; elle dokunmuş, örülmüş değildir. Böyle olsaydı dinlerde nasıl ayrılık olurdu?” demişti.
   Bir tanesinde demişti ki: “Usta da sensin; çünkü ustayı da sen tanırsın.
   Er ol, erlerin maskarası olma; kendi başının çaresine bak sersemleşme.”

495. Bir diğerinde; “Bunların hepsi birdir. İki gören kimse şaşı adamcağızdır” demiş.
   Bir tomarda da; “Yüz, nasıl bir olur, bunu kim düşünür, meğer ki deli olsun!
   Bunların her biri, öbürünün zıddıdır. Gayrı zehirle şeker nice bir olur?
   Zehirden de, şekerden de geçmedikçe vahdet bahçesinden nice koku alabilirsin? demişti.
   O İsâ dinine düşman olan vezir bu tarz da, bu çeşitte on iki tomar yazdı.

                              İhtilaf; gidiş tarzındadır, yolun hakikatinde değil

500. O, İsâ’nın bir renkte oluşundan koku almamıştı. O, İsâ küpünün mizacından huy kapmamıştı.
   Yüz renkli elbise, İsâ’nın sâf küpünden saba rüzgârı gibi sade ve lâtif bir hale gelir, tek bir renge

boyanırdı.
   Birlikteki bu tek renklilik, insana usanç ve sıkıntı veren tek renklilik değildir.
Belki o tek renk deniz gibidir, ona dalanlar da balık gibi hayat ve neşe içindedirler.
   Karada gerçi binlerce renk var, ama balıkların kurulukla cengi var!
   Misal olarak söylenen balık kimdir, deniz nedir ki yüce ve ulu padişah, ona benzesin!

505. Varlık âlemindeki yüz binlerce denizler ve balıklar, o ikram ve ihsan huzurunda secde ederler.
   Nice ihsan yağmuru yağdı da deniz, inciler saçıcı bir hale geldi.
   Nice kerem güneşi nur saçtı da bulut ve deniz, cömertlik öğrendi.
   Suya ve toprağa zatının ışığı vurdu da o sebeple yeryüzü, tane ve tohum kabul eder oldu.
   Toprak emindir; ona her ne ekersen ihanet görmeksizin onun cinsini toplar, devşirirsin.

510. Toprak bu eminliği o eminlikten bulmuştur, çünkü adalet güneşi ona nur saçmıştır.
   İlkbahar, Hak fermanı getirmedikçe, toprak sırrını nice açığa vurur?
   O, öyle bir cömert ve vericidir ki bu haberleri, bu eminliği ve bu doğruluğu bir cemada , kuru

yeryüzüne vermiştir.
   Fâzıl ve ihsanı, kuru toprağı haberdar eder, kahır ve celâli de akıllı insanları kör eyler.
   Canda, gönülde o coşmaya takat yoktur. Kime söyliyeyim? Cihanda bir tek kulak yok!

515. Nerede bir kulak varsa; onun yüzünden, göz oldu. Nerede bir taş varsa; onun lûtfiyle yeşim

taşına döndü.
   Kimyayı meydana getiren o dur, kimya ne oluyor ki? Mucize bağışlayıcıdır, simya ne oluyor ki?
   Benim bu öğüşüm, öğmeyi terk etmenin ta kendisidir; çünkü bu öğüş, varlık delilidir, varlık ise

hatadır.
   Onun varlığına karşı yok olmak gerektir: onun huzurunda varlık nedir? Mânasız bir şeyden ibarettir!
   Varlık kör olmasaydı... Ondan erirdi, güneşin hararetini tanır, anlardı.

520. Bu zâhiri vucudun Allah’ın varlığıyla var olduğunu bilmemesi körlüğüne delildir.

                                     Vezirin bu hilede ziyana uğraması

   Padişah gibi vezir de cahil ve gafildi. Varlığı vacip olan Kadim Allahı ile pençeleşiyordu.
   Öyle kudretli bir Allahı ile pençeleşiyordu ki bir anda yoktan bu âlem gibi yüz tanesini var eder.
   Senin gözüne kendini görmek hassasını verince nazarında âlem gibi yüzlerce âlem meydana getirir.
   Her ne kadar dünya senin yanında azametli ve nihayetsizse de bil ki kudrete karşı bir zerre bile

değildir.

525. Zaten bu âlem sizin canlarınızın hapishanesidir; uyanın, o tarafa gidin! Zira o taraf sizin sahranız,

mesire yerinizdir.
   Bu âlemin hududu vardır, o âlem ise esasen hadsizdir. Nakış ve sûret, o mânaya settir, mâniadır.
   Firavun’un yüz binlerce mızrağını tek bir Musa’nın bir tanecik asâsıyla kırdı.
   Yüz binlerce Câlînus’un yüz binlerce hekimlik hünerleri vardı; İsâ’nın ve nefesinin yanında bâtıl oldu.
   Yüz binlerce şiir defterleri vardı, bir tek Ümmi’nin kitabına karşı ayıp ve âr haline geldi.

530. Aşağılık olmayan kişi böyle galip Allahı huzurunda niçin ölmesin*
   Çok dağ gibi gönüller kopardı. Kurnaz kuşu, iki ayağından asakoydu.
   Akıl ve zekâda kemale ermekle Allahı’ya varılmaz. Padişahın fazıl ve ihsanı aczini bilen kişiden

başkasını kabul etmez.
   Hey gidi hey... Çok köşe, bucak kazıcı ve hazine doldurucular; o kurup duran kişiye, o öküze (vezire)

maskara oldular.
   Öküz kimdir ki sen onun maskarası olasın. Toprak nedir ki sen onun otu olasın.

535. Bir kadının kötü işten yüzü sararınca, utanınca Allahı, onu çarpıp Zühre yıldızı yaptı.
   Bir kadını Zühre yapmak çarpma oldu da balçık haline geliş, çarpılma değil midir? Be inatçı?!
   Ruh, seni en yüksek göklere çıkarırken sen en aşağılıklara, su ve çamura doğru gittin.
   Akılların bile imrendiği öyle bir varlığı, bu alçaklık yüzünden değiştin.
   Şimdi bak, bu senin kendini çarpman nasıl? O çarpılma yanında bu, gayet aşağı.

540. Himmet atını yıldız cihetine sürdün, nücum ilmi ile uğraştın da secde edilmiş Âdem’i tanımadın!
   Ey hayırsız evlât! Nihayet sen Âdemoğlusun, ne vakte dek alçaklığı şeref sayarsın.
   Niceye dek “ben âlemi zaptedeyim, bu cihanı kendi varlığımla doldurayım” dersin?
   Dünyayı baştanbaşa kar kaplasa güneşin harareti, bir görünüşte onu eritir.
   O vezirin vebalini de, daha onun gibi yüz binlercesinin vebalini de Allahı bir kıvılcımla yok eder.

545. O, aslı olmayan hayelleri, tamamıyla hikmet yapar; o, zehirli suyu şerbet haline getirir.
   O zan ve şüphe doğuran sözleri, hakikat ve yakîn haline getirir. Kin ve adavet sebeblerinden

dostluk ve muhabbet belirtir.
   İbrahim’i ateş içinde besler; korkuyu, ruhun emniyeti ve selâmeti yapar.
   Onun sebep yakıcılığına hayranım. Onun hayallerinde Sofestâî gibiyim!

                     Hıristiyanları azdırmak hususunda vezirin başka bir hile kurması

   O vezir kendince başka bir hile kurdu. Vaiz ve nasihati bırakıp halvete girdi.

550. Müritleri yakıp yandırdı. Tam kırk, elli gün halvette kaldı.
   Halk onun iştiyakından, hal ve tavrı ile sözünden, sohbetinden uzak düştükleri için deli oldular.
   Onlar yalvarıp sızlanıyorlardı, vezir ise halvette riyazattan iki büklüm olmuştu.
   Hepsi birden ”Biz sensiz kötü bir hale düştük, karışıklık içindeyiz. Değneğini yeden birisi olmadıkça

körün ahvali ne olur?
   İnayet et. Allah için olsun, bundan ziyade bizi kendinden ayırma!

555. Bizler çocuk gibiyiz, sen bize dadısın; sen bizim üzerimize o gölgeyi döşe” demişlerdi.
   Vezir dedi ki: “Ruhum dostlardan uzak değildir. Fakat dışarı çıkmaya izin yok.”
   Emirler rica ve şefaate, müritler dil uzatmaya başladılar:
   “Ey kerem sahibi! Bu ne kötü talih ki sensiz gönülden de yetim kalmışızdır, dinden de.
   Sen bahaneler ediyorsun, biz ise dertle yürek yangınlığından soğuk soğuk ah edip duruyoruz.

560. Biz senin sohbetine alışmışız. Biz senin hikmet sütünle beslenmişiz.
   Allah aşkına bize bu cefayı yapma; lûtfet, bugünü yarına bırakma!
   Gönlün razı olur mu, âşıkların, âkıbet istifadesiz kalsınlar?
   Hepsi de karadaki balık gibi çırpınıyorlar. Suyu aç, ırmağın bendini yık!
   Ey zamanede nazîri olmayan zat ! Allah aşkına halkın imdadına yetiş!”

                                              Vezirin müritleri defetmesi

565. Vezir dedi ki: “Dikkat ediniz, ey dedikodu düşkünleri! Dilden çıkan ve kulakla duyulan zâhiri

vaizleri arayanlar!
   Bu aşağılık duygu kulağına pamuk tıkayın, ten gözünden duygu başını çözün!
   O gizli kulağın pamuğu, baş kulağıdır, bu kulak sağır olmadıkça o can kulağı sağırdır.
   Hissiz, kulaksız, fikirsiz olur ki “İrciî - Allahına geri dön” hitabını işitesiniz.
   Sen uyanıklık dedikodusunda oldukça uyku sohbetinden nasıl olur da bir koku alabilirsin!

570. Bizim sözümüz işimiz, hariçte yürümektedir. Bâtınî yürümek ise gökler üzerinde olur.
   Cisim, kuruluğu (bu âlemi) gördü, çünkü kuruluktan (bu âlemden) doğdu; can İsâ’sı, ayağını denize

attı.
   Kuru cismin yürümesi, kuruya düştü, ama canın yürümesine gelince: Ayağını denizin ta ortasına

bastı.
   Ömür kuruluk yolunda; gâh dağ, gâh deniz, gâh ova aşarak geçip gittikten sonra...
   Abıhayatı, nerede bulacaksın; deniz dalgalarını nerede yaracaksın?

575. Kara dalgası, bizim kuruntularımız, anlayışımız ve fikrimizdir. Deniz dalgası ise kendinden geçiş,

sarhoşluk ve yokluktur.
   Sen bu sarhoşlukta oldukça o sarhoşluktan uzaksın. Bundan sarhoş oldukça o kadehten nefret

eder durursun.
   Zâhir dedikodusu toz gibidir. Kulak gibi bir müddet dinlemeyi âdet edin!”

                             Müritlerin, halveti terk et diye tekrar ısrarla yalvarışları

Hepsi  dediler ki: “Ey bahane arayan hakîm bu cefayı bize reva görme!
   Hayvana takati derecesinde yük yüklet. Zayıflara iktidarları nispetinde iş havale et!

580. Her kuşun yiyeceği lokma, kendine göredir. Nasıl olur da her kuş bir inciri (bütün olarak)

yutabilir?
   Çocuğa süt yerine ekmek verirsen zavallı yavruyu o ekmek yüzünden öldü bil!
   Ondan sonra dişleri çıkınca kendi kendine onun içi ekmek ister.
   Henüz kanadı çıkmayan kuş uçmaya kalkışırsa her yırtıcı kedinin lokması olur.
   Ama kanatlanınca o kendisinden teklifsizce, iyi ve kötü ıslık olmaksızın uçar.

585. Senin sözün Şeytan’ı susturur, senin lûtuf ve keremin, bizim kulağımıza akıl ve fehim verir.
   Söyleyen, sen olunca kulağımız, tamam akıldan ibarettir. Madem ki deniz sensin, kurumuz da

denizdir!
   Ey (sekizinci gökteki) Simak burcundan (denizin dibindeki) balığa kadar her şey, kendisinden

nurlanmış olan!
   Seninle olunca yer, bize gökten daha iyidir. Sensiz, biz göğün tâ üstünde bile karanlık içindeyiz.  Ey

ay! Gayrı bu felek, nedir ki seninle mukayese edilebilsin?  
   Göklerin sûreta yüksekliği var. Mâna yüzünden yükseklik, temiz ruhundur.

590. Sûreta yükseklik, cisimlerindir, fakat mâna huzurunda cisimler, isimlerden ibarettir.

                               Vezirin “ Halveti terk etmem “ diye cevap vermesi

   Vezir dedi ki: “Delillerinizi kısa kesiniz; nasihatimi, can ve gönülden dinleyiniz.
   Emin isem, emin adam ittiham edilmez göğe ver desem bile!
   Eğer ben mahzı kemâl isem kemâli inkâr nedir? Değilsem bu zahmet, bu eziyet ne oluyor?
   Ben bu halvetten çıkmayacağım çünkü, kalp ahvali ile meşgulüm.”

                                          Müritlerin vezire yalvarması

595. Hepsi birden dediler ki: “Ey vezir, inkâr etmiyoruz, bizim sözümüz ağyarın sözü gibi değildir.
   Ayrılığından göz yaşlarımız akmakta, canımızın tâ içinden ahu vahlar coşmakta!”
   Çocuk dadı ile kavga etmez. Gerçi ne kötüyü bilir ne iyiyi... Fakat boyuna ağlar durur!
   Biz çenk gibiyiz sen mızrak vurmaktasın; inleme bizden değil, sen inliyorsun!
   Biz ney gibiyiz, bizdeki nağme senden. Biz dağ gibiyiz, bizdeki seda senden.

600. Kazanıp kaybetmede satranç oyunu gibiyiz; ey huyları güzel! Bizim kazanıp kaybetmemiz

sendendir.
   Ey bizim canımıza can olan! Biz kim oluyoruz ki seninle ortada olalım, görünelim!
   Biz yokuz. Varlıklarımız, fâni sûretle gösteren Vücud-u Mutlak olan sensin.
   Biz umumiyetle aslanlarız ama bayrak üstüne resmedilmiş aslanlar! Onların zaman zaman

hareketleri, hamleleri rüzgârdandır.

605. Hareketimiz de, varlığımız da senin vergindir. Varlığımız umumiyetle senin icadındır.
   Yoksa, varlık lezzetini gösterdin. Yok olanı kendine âşık eylemiştin!
   O İn’am ve ihsanın lezzetini... mezeyi, şarabı ve kadehi esirgeme!
   Esirgersen kim arayıp tarıyabilir? Nakış nakkaşla nasıl mücadele eder?
   Bize, bizim ef’alimize bakma; kendi ikramına, kendi cömertliğine bak!

610. Biz yoktuk, mücadelemiz de yoktu. Senin lûtfun bizim söylenmemiş sırlarımızı da işitiyordu.
   Nakış, nakkaşın ve kaleminin huzurunda ama karnındaki çocuk gibi âciz ve eli bağlıdır.
   Kudret huzurunda bütün âlem mahlûkları, iğne önünde gergef gibi âcizdir.
   Kudret gergefe bazen şeytan resmi, bazen insan resmi işler; gâh neşe, gâh keder nakşeder.
   Gergefin eli yok ki onu def’ için kımıldatsın; dili yok ki fayda, zarar hususunda ses çıkarsın.

615. Sen beytin tefsirini Kur’an’dan oku Allahı “Attığın zaman sen atmadın” dedi.
   Biz bir ok atarsak, atış, bizden değildir. Biz yayız, o yayla ok atan Allahı’dır.
   Bu “cebir” değil, cebbarlığın mânasıdır. Cebbarlığı anış da, ancak Allahı’ya tazarru ve niyaz içindir.
   Bizim figanımız muztar ve kudretsiz olduğumuzun delilidir. Yaptığımızdan utanmamız da elimizde

ihtiyar olduğuna delildir.
   Yapıp yapmamada ihtiyarımız varsa utanma ne? Bu acıklanma, bu utanış, bu teeddüp ne?

620. Hocaların şakirtleri terbiye etmesi niçin; fikir, neden tedbirlerden tedbirlere dönüyor?
   Eğer sen: “O, cebirden gafildir. Hak’ka mensup olan ay, bulutta yüzünü gizliyor” dersen,
   Buna hoş bir cevap var; dinlersen küfürden geçer, dini tasdik eder, bana tâbi olursun:
   Hasret ve figan, hastalık zamanındadır. Hastalık zamanı tamamı ile uyanıklık zamanıdır.
   Hasta olduğun zaman günahından istiğfar eder durursun.

625. Sana günahın çirkinliği görünür; iyileşince yola geleyim diye niyet edersin.  
   Bundan sonra kulluktan başka bir iş ihtiyar etmiyeyim diye ahdeylersin.
   Şu halde bu yakinen anlaşıldı ki hastalık sana akıllılık, bahşediyor.
   Ey asıl arayan kimse! Şu aslı bil ki kimde dert varsa o, koku almış, dermana ermiştir.
   Kim daha ziyade uyanıksa o daha ziyade dertlidir. Kim işi daha iyi anlamışsa onun benzi daha

sarıdır.

630. Hak’kın cebrinden agâh isen feryadın nerede? Cebbarlık zincirini görüşün hani?
   Zincire bağlanan nasıl olur da neşelenir? Hapiste esir olan nasıl hürlük eder?  
   Eğer ayağını bağladıklarını, başına padişah çavuşlarının dikildiğini görüyorsan.
   Gayrı sende âcizlere çavuşluk etme. Çünkü bu vazife âcizlerin huyu ve tabiatı değildir.
   Madem ki görmüyorsun; Allahı’nın cebrinden bahsetme! Görüyorsan hangi gördüğünün nişanesi?

635. Hangi bir işe meylin varsa o işte kendi kudretini apaçık görür durursun;
   Hangi işe meylin ve isteğin yoksa... Bu, Allahı’dandır diye kendini Cebrî yaparsın!
   Peygamberler, dünya işinde Cebrîdirler, kâfirler de ahiret işinde.
   Peygamberlerin, ahiret işinde ihtiyarları vardır, cahillerin de dünya işinde.
   Zira her kuş, kendi cinsinin bulunduğu yere gider, bedeni, geride uçmaktadır, canı daha tez, daha

ileri gitmekte!

640. Kâfirler “Siccin” cinsinden olduklarından dünya zindanına rahat rahat gelmişlerdir.

Peygamberler, (İlliyyi) cinsinden olduklarından can ve gönül İlliyyine doğru gitmişlerdir.
   Bu sözün sonu yoktur, fakat biz yine dönüp o hikâyeyi tamamlayalım:

                             Vezirin, halveti terk etmede müritleri ümitsiz bırakması

   Vezir içerden seslendi: “Ey müritler, benden size şu malûm olsun.
   Ki İsâ bana “Hep yakınlarından, arkadaşlarından ayrıl, tek ol,

645. Yüzünü duvara çevirip yalnızca otur, kendi varlığından da halveti ihtiyar et” diye vahyetti.
   Bundan sonra konuşmaya izin yok, bundan sonra dedikodu ile işim yok.
   Dostlar, elveda! Ben öldüm, yükümü dördüncü göğe ilettim.
   Bu suretle de ateşe mensup feleğin altında zahmet ve meşakkatler içinde yanmayalım.
   Bundan sonra dördüncü kat gök üstünde, İsâ’nın yanında oturacağım.”

                                  Vezirin her emîri ayrı ayrı veliaht yapması

650. Neden sonra o emîrleri yalnız ve birer birer çağırıp her birine bir söz söyledi.
   Her birine “İsâ dininde Allahı vekili ve benim halifem sensin,
   Öbür emîrler senin tâbilerindir. İsâ, umumunu senin taraftarın ve yardımcın etti.
   Hangi emîr, baş çeker, tâbi olmazsa onu tut; ya öldür yahut esir et, hapse at.
   Ama ben sağ iken bunu kimseye söyleme, ben ölmedikçe, reisliğe talip olma.

655. Ben ölmedikçe bunu hiç meydana çıkarma. Saltanat ve galebe dâvasına kalkışma.
   İşte şu tomar ve onda Mesîh’in hükümleri... Bunu ümmete tasih bir tarzda oku!” dedi.
   O, her emîre ayrı olarak şunu söyledi: “Allahı dininde senden başka naib yoktur!”
   Her birini ayrı ayrı ağırladı. Ona ne söyledi ise buna da onu söyledi.
   Her birine bir tomar verdi, her tomar öbürünün zıddını ifade ediyordu.

660. O tomarların metni “Ya” harfinden “Elif” harfine kadar olan harflerin şekilleri gibi birbirine

aykırıdır.
   Bu tomarın hükmü, öbürünün zıddıydı, bu zıt diyeti bundan önce bildirdik.

                                      Vezirin halvette kendini öldürmesi

   Ondan sonra daha kırk gün kapısını kapadı. Kendisini öldürüp varlığından kurtuldu.
   Halk onun ölümünü haber alınca kabrinin üstü kıyamet yerine döndü.
   Bir hayli halk onun yası ile saçlarını yolarak, elbiselerini yırtarak mezarı üstüne yığıldı.

665. Arap’tan ,Türk’ten, Rum’dan, Kürt’ten oraya toplananların sayısını da ancak Allahı bilir.
   Mezarın toprağını başlarına serptiler. Onun derdini yerinde ve dertlerine derman gördüler.
   Bir ay ahali, mezarı üstünde gözlerinden kanlı yaşlara yol verdiler. Onun ayrılığı derdinden

padişahlar da, büyükler de, küçükler de ah u figan ediyorlardı.

                 İsâ Aleyhisselâm ümmetinin emîrlere “ İçinizde veliaht kimdir? “ diye sorması

   Bir ay sonra halk dedi ki: “Ey ulular! Siz beylerden o vezirin makamına oturacak kimdir.
   Ki biz o zatı, vezirin yerine imam ve mukteda tanıyalım. Elimizi de, eteğimizi de onun eline teslim

edelim.

670. Madem ki güneş battı ve bizim gönlümüzü dağladı, onun yerine çırağı yakmaktan başka çaremiz

yok.
   Sevgili, göz önünden kayboldu mu, onun visâlinden mahrum kaldık mı, yerine birisinin vekil olması,

birisinin bize yadigâr kalması gerekir.
   Gül mevsimi geçip gülşen harap olunca gül kokusunu nereden alalım? Gül suyundan!
   Ulu Allahı açıkça meydan da olmadığından, bu peygamberler Hakk'ın vekilleridir.
   Hayır yanlış söyledim. Vekil ile vekil edeni iki sanırsan (bu) hatadır, iyi bir şey değil.
   Sen sûrete taptıkça ikidir. Sûretten kurtulana göre ise birdir.

675. Sûrete bakarsan gözün ikidir. Sen onun nuruna bak ki o birdir.
   Bir adam, gözün nuruna bakarsa iki gözün nuru, birbirinden ayırdedilemez.

           Bütün peygamberler doğrudur. “ Allahı peygamberlerini birbirinden ayırdetmeyiz

   Bir yerde on tane çırağ bulundurulursa görünüşte her biri, öbüründen ayrıdır.
   Nuruna yüz çevirirsen şüphesiz ki birinin nurunu öbürlerinden ayırt etmeye imkân yoktur.

680. Yüz tane elma, yüz tane de ayva saysan her biri ayrı ayrıdır. Onları sıkarsan yüz kalmaz, hepsi bir

olur.
   Mânalarda taksim ve sayı yoktur, ayırma, birleştirme olamaz.
   Dostun, dostlarla birliği hoştur. Mâna ayağını tut (ona meylet), sûret serkeştir.
   Serkeş sûreti, eziyetle eritip mahveyle ki onun altında define gibi olan vahdeti göresin.
   Eğer sen eritmezsen onun (Allahı’nın) inayetleri, esasen onu eritir. Ey gönlüm, kulu olan Allahı!

685.O, hem gönüllere kendini gösterir, hem dervişin hırkasını diker.
   Hepimiz yayılmıştık ve bir cevherdik. Orada başsız ve ayaksızdık;
   Güneş gibi bir cevherdik, düğümsüz ve sâftık...  su gibi.
   O güzel ve lâtif nur sûrete gelince kale burçlarının gölgesi gibi sayı meydana çıktı.
   Mancınıkla burçları yıkın ki bu bölüğün arasından ayrılık kalksın.

690. Mutlaka ben bunu açar, anlatırdım, fakat bir fikir bile sürçmesin, (bundan) korkarım.
   Nükteler keskin bir çelik kılıç gibidir. Eğer kalkanın yoksa gerisin geriye kaç!
   Kalkansız bu elmasın karşısına gelme. Çünkü kılıca, kesmekten utanç gelmez.
   Ben bu sebepten kılıcı kına koydum; Ters okuyan birisi, aykırı mâna vermesin.
   Hikâyeyi tamamlamaya, doğrular topluluğunun vefakârlığından bahse geldik:

695. O reisin ölümünden sonra kalktılar, yerine bir vekil istedilerdi.

                         Emîrlerin veliahtlık için savaşları ve birbirlerine kılıç çekmeleri

   O emîrlerin birisi öne düşüp o vefalı kavmin yanına gitti.
   Dedi ki: “İşte o zatın vekili; zamanede İsa halifesi benim.
   İşte tomar, ondan sonra vekilliğin bana ait olduğuna dair burhanımdır.”
   Öbür emîrde pusudan çıkageldi. Hilâfet hususunda onun dâvası da bunun dâvası gibiydi.

700. O da koltuğundan bir tomar çıkardı, gösterdi. Her ikisinin de Yahudi kızgınlığı başladı.


AÇIKLAMALAR ( Beyitler 1 - 700 )

B. 1-18. En eski Mevlevi kaynaklarına göre Çelebi Husameddin; Mevlâna'dan Mesnevi'yi yazmasını

rica edince Mevlâna, "Bu daha önce bizim gönlümüze doğdu" diyip sarığının arasından bu on sekiz

beyti yazdığı kâğıdı çıkarmış. Çelebi'ye sunmuştur. Bu suretle bu beyitleri, bizzat Mevlâna yazmış.

Mesnevi'nin mütebaki kısmını Çelebi Hüsameddin'e yazdırmıştır. Mevleviler, bu on sekiz beyte büyük

bir ehemmiyet verir, bu beyitleri. Mesnevi'nin fatihası (başlangıcı) sayarlar ve bütün Mesnevi'nin bu

beyitlerde olduğunu söylerler. Hattâ Kur'an'ın ilk suresi olan "Fatiha" suresinin Besmele ile,

Mesnevi'nin de "Bişnev - dinle, duy!" diye "B" ile başladığını uzun uzuzadıya anlatırlar. Hemen her

şerhte bu tafsilâta raslanır. Ayrıca bu on sekiz beyit için şerhler «de yazılmıştır. Mevlevilerde nezir ve

niyaz sayısı on sekizdir. Yani bir Mevlevi dervişine, bir tekkeye, bir yoksula para verecek olan Mevlevi;

bu parayı, on sekiz .kuruş, on sekiz yarım lira, on sekiz lira... gibi daima on sekiz sayısına riayetle

verir. Mevleviler on sekiz sayısının "Ebcet hesabında Allahı adlarından "Hay-Diri" adına uyduğunu

söylerler. Fakat bu "Nezr-i Mevlâna" sayısında Mesnevi'nin ilk on sekiz beytinin tesiri de olsa gerekir.

Eski Türklerde dokuz sayısının kutlu olduğu ve on sekizin bu sayının iki misli bulunduğu da dikkate

değer.


B. 9. "Kimde bu ateş yoksa yok olsun."Bu cümlede; görünüşte bir ilenme varsa da sofilerde

"Yokluk-Fark, Fena", zahiri varlıktan geçmek olduğundan "Yok olmak", hakiki olmıyan varlıktan geçip

Allahı varlığıyle var olmaktır. Hattâ "Yokluk tamamlanınca Allahı kalır. Allahı varlığı meydana çıkar"

mealinde Arapça bir söz de vardır ve bu söze tasavvuf kitaplarında daima raslanır. Bu bakımdan

"Kimde bu ateş yoksa yok olsun" cümlesinin mânası, "o da bu ateşle yansın, erisin, yok olarak hakikî

varlığa ulaşsın" demektir ve bir hayır duadır.

B. 25. 26. Musa, Allahı'dan görünmesini dilemiş. Allahı, göremiyeceğini, fakat dağa tecelli edeceğini,

dağ yerinde durabilirse görmesi ihtimali olduğunu söyleyip Tûr'a tecelli etmiş. Tur, zerre zerre olmuş,

Musa da düşüp bayılmış, kendisine gelince tövbe etmiştir. 26 ncı beytin ikinci mısraı:

Tür mest-u hane Musa saika

dır ki "Ve harre Musa saika — Musa da baygın bir halde yere yığıldı" cümlesi, aynen Kur'an'dan

alınmadır (Sure: 7 — A'râf, âyet: 143).

B. 35. ten itibaren. Hikâyede "Hakikatta o, Bizim bugünkü halimizdir" deniyor. Padişah bir halayığa

âşıktır, halayık da başka birisini sevmekte. O sırada Allahı tarafından bir hekim geliyor. Bu veli hekim,

halayığın hastalığını anlayıp rakibi ortadan kaldırıyor, padişah da nihayet mecazi aşktan kurtulup

hakikata ulaşıyor. Acaba Mevlâna, birisine âşıktı da Şemseddin-i Tebrizî, o sırada mı geldi? Bu gelen

veli hekimin Şems'e işaret olması çok mümkün. Nitekim 118 inci beyitten itibaren açıkça Şemseddin

öğülmekte. 123 üncü beyitte adı da geçiyor.

B. 47 Mesih, Kur'an'ın 3 üncü suresi olan Al-i İmran suresinin 45 inci âyetinde, 4 üncü suresi olan Nisa

suresinin 171 ve 172 nci âyetlerinde, 5 inci suresi olan Mâide suresinin 17 ve 75 inci âyetleriyle 9

uncu suresi olan Tevbe suresinin 31 inci âyetinde İsa Peygamber, bu adla anılır. Çok gezen, yüce ve

şerefli, yahut vaftiz eden mânalarına geldiğini söyliyenler vardır.

B. 48. 49, 50. "İnşallah — Allahı isterse" demektir, Kur'an'da, hiçbir şeyin. Allahı dilemedikçe

olmıyacağı, onun için bir şey hakkında yarın yaparım denmemesi, bu sözün de söylenmesi bildiriyor

(Sure: 18 — Kehf. âyet: 23 24). Bu âyetten alınan "İnşaallah" sözü halk arasında kullanılagelmişir.

Anadolu'da, birçok yerlerde "Allah izin verirse" denir ki tam bunun karşılığıdır.

B. 53. Sirkencübin, Farsça Sirkengübin sözünün Arapçalaşmış şeklidir. Sirke ile baldan yapılan buzlu.

bir şerbettir. Yazın sıcak günlerde içilir, harareti keser. Aynı beyitte bademyağının da kuruluk verdiği.

yani. aksi bir tesirde bulunduğu söylenmektedir. Eski tıpta bademyağı yumuşatıcı bir ilâç olarak

kullanıldığı gibi bugün de yine kullanılmaktadır.

B. 54. Halk dilinde helile denen halilenin karası, mülâyimlik vermek, sarısı ishali kesmek için kullanılır.

Nebati bir ilâç olan helilenin Lâtincesi Terminaliadır.

B. 80-82. İsrailoğullarına çölde bulut gölgelik etmiş, gökten pişmiş, kebap olmuş kuşla kudret helvası

yağmıştır (Sure: 2 — Bakara, âyet: 57). İsrailoğulları Musa'dan sarmısak, mercimek, soğan ve saire

isteyip bir çeşit yemekten bıktıklarını söylemişler, bunun üzerine yokluğa, alçaklığa düşmüşler.

Allahı'dan gazap olarak veba hastalığına uğramışlardır.(aynı sure âyet:61)

B. 83-87. Havariyy un'un ricası üzerine İsa'nın duasiyle gökten yemek indiği Kur'an'da hikâye

edilmektedir. (Sure: 5 — Mâide. âyet: 112-114).

B. 88. Peygamber'in "Yağmur yağmadığını gördünüz mü bilin ki halk zekât vermemektedir. Allahı da

rahmetini onlardan esirgemektedir. Veba çıktığını gördünüz mü bilin ki dünyada zina çoğalmış, etrafa

yayılmıştır" dediği rivayet edilmiştir.

B. 92. Azâzil, Şeytan'nın eski adıdır. Melekler arasında Allahı'ya ibadet edip dururken. Âdem

yaratılmış. Allahı emrini dinlemeyip kendisini, ateşten yaratıldığı için daha hayırlı görmüş, Adem'e

secde etmemiş ve rahmetten uzaklaştırılmıştır. Kur'an'ın birçok yerlerinde
(o cümleden olarak sure: 18 — Kehf, âyet: 50, 7 — A'raf. 11). Adem - Şeytan hikâyesi tekrarlandığı gibi

Mesnevi'de de sırası geldikçe tekrarlanmaktadır.

B. 96. "Sabır, genişliğin anahtarıdır" mealinde bir hadîs rivayet edilir.

B. 100. İkinci mısrada Kur'an'ın 96 ncı suresi olan Alâk suresinin 15 inci âyetinin ilk kısmı aynen

alınmıştır. Bu ve bu âyetten önceki 14 üncü âyetin manaları şudur: "Ebucehil acaba Allahı'nın onu

görmekte olduğunu bilmez mi? Hayır, hiç de öyle değil; bilir. Bilir de bu işten vazgeçmezse biz onu

alnındaki perçemden yakalarız."

B. 107. Eski tıpta insanın vücudunda "Ahlat-ı erbaa"  -birbirine karışmış dört şey- vardır, bunlar da

kan, balgam, safra ve sevdadır. Bu dördünün kâfi miktarda oluşundan mizaç, yani sıhhat meydana

gelir. Hastalık, bunlardan birinin fazlalaşmasiyle başlar.

B. 110. Usturlap, üstüne gök küresinin haritası çizilmiş yarım daire şeklinde bir alettir. Bununla

gökteki yıldızların mevkii ve bilhassa güneşin doğuş ve batışiyle zeval vaktinin saati tâyin edilir.

B. 121. Esir, havanın bulunmadığı boşluğu dolduran, havadan lâtif gözle görünmez, elle tutulmaz ve

fevkalâde kuvvetli olan bir vasattır. Ziyanın, boşluktan geçip gelebilmesi için böyle bir vasatın lâzım

olduğu düşünülmüştür.

B. 125. "Can" diye Çelebi Hüsameddin'e hitabediliyor. Bu beyitten  143 üncü beyte kadar olan

konuşma, Mevlâna ile Çelebi Hüsameddin arasında geçmektedir.

B. 125. Yakup Peygamber'in Yusuf'tan ayrılınca ağlamadan gözlerine ak düşmüş, sonra kardeşleri

Mısır'a gidince orada maliye veziri olan Yusuf, onlara kendini tanıtıp babasına gömleğini göndermişti.

Kafile, Kenan eline yaklaşınca Yakup, Yusuf'un kokusunu almıya başlamış, nihayet gömlek, yüzüne,

gözüne sürülünce, gözleri görmeye başlamıştı (Sure: 12 — Yusuf, âyet: 93 — 96). Bu yüzden büyük bir

müjde, bir vuslat haberi, çok defa Yusuf gömleğiyle ve bu gömleğin kokusiyle ifade edilegelmiştir.

B. 133. Sofi "İbn-al Vakt — Vakit oğlu" dur. Yani geçmişle, gelecekle uğraşmaz. İçinde bulunduğu

zaman, neyi icabediyorsa onu yapar. Bu suretle de Allahı'nın tecellisine uymuş, hükmüne itiraz

etmemiş olur.

B. 142. Bizce. Şems-i Tebrizî'nin şehit edildiğine delildir.

B. 144-181. Aşkın bu tarzda teşhis edilmesi, XII nci asır büyüklerinden Nizâmî-i Arûzî'nin "Çar Makale"

sinde "İbn-i Sina"ya atfedilmektedir (Layden-1909 hikâye V. S. 76-80. haşiye 50-249. İbn-i Sina: Kanun,

Bulak basması C. 2. S. 71- 72).

B. 175. "Muradınızı elde etmek için işlerinizi, hareketinizi gizli tutun. Çünkü nimete erişen herkes,

hasede uğrar." Hadîs (Feyz-al Kadir. Mısır 1356-1938. I. 493).

B. 224. Kur'an'ın 18 inci suresinin (Kehf) 65-82 nci âyetlerinde Musa Peygamber'le Hızır arasında

geçen vaka hikâye edilir: Musa, Allahı'dan. kendisine bilgi ihsan edilmiş olan Hızır'la buluşur, onun

bilgisini elde etmek ister. Hızır, sabredemiyeceğini söylerse de Musa ısrar edince, kendisi

anlatıncaya kadar göreceği şeyleri sormamasını şart koşar. Bir gemiye binerler. Hızır, gemiyi deler.

Musa itiraz edince Hızır "Sabredemezsin demedim mi?" der. Musa derhal özür diler. Kıyıya çıkarlar.

Hızır, rasladıkları küçük bir çocuğu tutup öldürür. Musa, yine itiraz edince Hızır "Demedim mi" der,

Musa da yine özür diler. Tekrar yola düşerler. Bir köye gelip yiyecek isterler. Köylüler vermezler. Hızır,

yolda yıkılmak üzere olan bir duvarı tamir eder. Musa bu sefer "Buna karşılık bir ücret alabilirdin"

deyince Hızır der ki: "Artık ayrılmamız lâzım. Yalnız sana sabretmediğin şeylerin içyüzünü anlatayım:

Gemi, çok yoksul kişilerindi. İleride bir padişah var, yeni gemileri zaptediyor. Bu gemiyi delik görünce

almazlar, onun için deldim. Çocuğun anası, babası müslüman ve temiz insanlar, halbuki çocuk kâfir

olacak; bundan korktum, öldürdüm. Allahı onlara daha iyisini verir. Duvara gelince: Köydeki iki

yetimin olan o duvarın altında bir define var. Onların büyüyüp defineyi meydana çıkarmaları için

duvan tamir ettim. Yıkılsa zayi olacaktı." Bu batini bilgiye, anlattığımız hikâyeye telmihan ve Kehf

suresinin 65 inci âyetindeki "Ledün" sözünden alınarak "İlm-i Ledün “ Allahı'ya ait bilgi" demişlerdir.

Tasavvuf kitaplarında bu hikâye çok geçer ve Musa gibi ulu bir peygamberin bile batıni bilgiyi,

Hızır'dan öğrenmek istemesi delil getirilerek herkese bir mürşit lâzım olduğu söylenir. Mevlâna. bu

hızır ve gemi hikâyesini. Mesnevi'nin ikinci cildinin sonlarında da anlattığı gibi Sultan Veled

"Veled-Nâme" de yine bundan bahseder.

B. 227. İbrahim Peygamber, gördüğü bir rüya üzerine oğlunu (İsmail yahut İshak) Allahı'ya kurban

etmeye kalkmış, o sırada gönderilen bir koçu, yine Allahı  emriyle keserek rüyada aldığı emri yerine

getirmiş sayılmıştır (Sure: 37 — Sâffât, âyet: 100-105).

B. 236. Hızır - Gemi, 224 üncü beytin izahına bakınız.

B. 240. "Kötü kişi öğülürse Allahı gazaba gelir ve bu yüzden arş titrer" Hadîs (Feyz-al Kadir I. 441).

B. 259. Cevlâki: Cevlâk, Burhan'a göre Cevlah kelimesinin Arapçalaştınlması şeklidir ve bir cins yün

dokumaya denir ki yoksul kişilerle derviş ve kalenderler, bundan kalçın yaparlar. Arapçada Caelk,

baş tıraş etmeye denir. Her halde bu kelime, her iki kelime ile de münasebetlidir. Cevlâkî ve Cevâlıka,

Kalenderilere denir. XIII üncü asırda Anadolu'ya ve sonradan Rumeli'ye yayılan ve ekseriyetle toplu

bir halde davul, nefir, kudüm, ve bayraklarla gezen bu derviş taifesi Çâr-darb olurlar, yani saçlarını,

bıyık, sakal ve kaşlarını ustura ile tıraş ettirirlerdi. Hattâ bu yüzden dilimizde saçlan ustura ile taraş

ettirmiye "cascavlak olmak" denmiştir.

B. 264. Sofiler, Allahı velilerinde dereceler, rütbe ve makamlar kabul ederler. Velilerden yedi. yahut

kırk kişi vardır ki bunlar, bir anda birçok yerlerde görünebilmek kudretindedirler. Meselâ kendileri bir

yerdeyken başka bir yerde, yahut bir çok yerlerde görünürler, kendilerine bedel, birçok cesetler

gösterirler. Bu yüzden bunlara Abdal, yahut Büdelâ denmiştir. Halk arasında bu mertebe sahipleri

"Yediler" yahut "Kırklar" diye anılır. Ayrıca "Rum Abdalleri,. yahut sadece "Abdallar" diye anılır taife

vardır ki Kalenderîlere. çok benzerler. Anadolu ve Rumeli'de XVII nci asra kadar tesadüf edilegelen

bu dervişler zümresini Bektaşilik temsil etmiş, bu suretle abdallar, ortadan kalkmıştır. Mevlânâ'nın

kastettiği. Allahı velileri olan Abdalleridir.

B. 266. Müşriklerin Peygamber'e "Bu ne biçim Peygamber? Yemek yiyor, sokaklarda geziyor. Bir

melek gönderilseydi, onunla beraber halkı korkutsaydı ya. Yahut kendisine bir hazine verilseydi,

yahut da meyvalarından yiyeceği bir bağı. bahçesi olsaydı" dedikleri Kur'an'-da hikâye edilmektedir

(sure: 25 — Furkan. âyet: 7-8).

B. 278-279. Musa'nın mucizesine karşılık sihirbazlar. Firavun'un huzurunda ipleri, sopaları yere

atmışlar, iplerle sopalar yılan şeklinde görünmüş. Musa'nın attığı asa da bir büyük yılan şekline

girerek öbür yılanları yutmuş, sonra Musa. yılanı eline alınca sopa olmuş öbür iplerle sopalar ortada

görünmez olmuş, bunun üzerine sihirbazlar îmana gelmişlerdi. Tevrat'tan alınan bu vak'a Kur'an'ın

birçok surelerinde hikâye edilmektedir (sure: 26 — Şuarâ, âyet: 10-68. 42-47).

B. 296. Ümm-ül Kitap Kur'an'ın 13 üncü suresi olan Ra'd suresinin son âyeti olan 45 inci âyetinde "Ve

kâfir olanlar, sen peygamber değilsin derler. De ki: benimle sizin aranızda şahit olarak Allahı, bütün

mukadderatın hakikatini ve aslını bilen zat kâfidir" demektedir. Yine aynı surenin 39 uncu âyetinde

"Allahı, takdir ettiği şeylerden dilediğini bozar, dilediğini yapar. Takdirin aslı ve hakikati ona

malûmdur" deniyor. Bu âyetlere nazaran beyitteki mâna denizi, Allahı'dır. Fakat sofilerce "Vücud-u

Mutlak — Mutlak Varlık" olan. yani hiçbir suretle, hiçbir vasıfla kayıtlanamıyan Allahı için mertebeler

vardır. Allahı'nın ilk mertebesi, zatını bilmesidir ki buna "Zuhura olan meyil" ve "îktiza-yı Zatî. Akl-ı

Evvel, Kalem..." gibi adlar verirler. Bu mertebe; diğer mertebeleri yani Allahı'nın ilminde sabit olan

hakikatları, Allahı adlarını, Allahı sıfatlarını meydana getirmiştir. Bunların zuhuru da kâinattır. Bu

bakımdan kâinat, kâinat olarak yoktur, fakat Allahı ilminde sabit olan hakikatların zuhuru olmak

bakımından vardır. Her şey, Allahı'nın zuhura olan meylinde, yani ilminde mevcut olduğundan o

mertebeye "Ümm-ül Kitab — Kitabın, takdir edilen şeylerin aslı, anası" dedikleri gibi "Hakikat-ı

Muhammediyye" de derler. Bu mertebeye, her zaman âlemde tek bir kişi sahiptir ki bu zat.

yeryüzünde Allahı halifesidir. Buna "Kutb-Gavs" denir.

B. 297. "Allahı, biri tatlı, öbürü acı iki denizi akıttı. O iki deniz, birbirine ulaştı. Aralarında bir mania

var.. Birbirlerine tecavüz edip taşmazlar." (sure: 55 -Rahman, âyet: 19). Mevlâna burada olduğu gibi

bilhassa yine bu ciltte bu iki denizin hak ve bâtıl ehli, cennetlik ve cehennemlikler olduğunu

söylemektedir (2570 inci beyitten itibaren 2603 üncü beytin sonuna kadar bu âyet tefsir

edilmektedir).

B. 3I5. "Cennet ve cehennem ehlinin arasında bir perde vardır. O sınırın en yüce yerinde (A'raf) ta

öyle erler vardır ki onlar, herkesi yüzlerinden tanır, bilirler... (Sure 7 — A'raf, ayet 46) Ali'nin "Biz A'raf

erleriyiz,, dediği de rivayet edilir. Sofilerin bir kısmı, herkesi yüzünden tanıyan Araf erlerini, cennete

ve cehenneme bağlı olmıyan Allahı erleri olarak kabul ederler.

B. 321. Zaman zaman, dilenme için türlü türlü tarzlar icadedilmistir. Bir tepsiye mumlar dikip yakarak

dilenmek, sırta vurulan, yahut bele takılan meşin torbadan tos tos su dağıtarak, mersiye okuyarak

dilenmek, ilâhiler okuyup kapı kapı gezerek dilenmek gibi. Acaba o zamanlar yünden bir aslan yapılıp

bununla maskaralıklar ederek de dilenme var mıydı? Biz, böyle anlıyoruz. Yine bu beyitteki Ebu

Müseylim. H. Muhammedin son zamanlarında Peygamberlik dâvasına kalkışan "Müseylemel-ül Kezzâb

— Yalancı Müseyleme" dir ki birinci halife Ebûbekir zamanında üzerine asker çekilerek savaşta

mağlûp edilmiş ve öldürülmüştür.

B. 373. Deccal. son zamanlarda çıkıp halkı azdıracak tek gözlü bir Yahudidir. Peygamber, bu fitneden

Allahı'ya sığınmıştır.

B. 375. Simurg yahut Anka. mevhum bir kuştur. Yüzü insana benziyen bu kuşun boynu pek uzunmuş.

Renk renk tüyleri varmış, vücudunda her hayvandan bir alâmet bulunurmuş.
Bütün hayvanları avladığı gibi insanlara da musallat olduğu için zamanın peygamberi dua etmiş.

Allahı da bu kuşu, dişisiyle beraber bir yıldırımla helak etmiş. Simurg. Rüstem'in cerrahı, babası Zâl'in

de dadısıdır. Halk. bu kuşa Zümrüdü Anka der, masallarımıza kadar girmiştir.

B. 381. Peygamber'in "Huzuru kalb olmadıkça namaz da olmaz" dediği rivayet edilir ki bu huzur, yani

hiçbir şeyle meşgul olmayış, namaz kılmanın değil, namazın tam namaz oluşunun şartıdır.

B. 332. "Sen onları uyanık sanırsın amma onlar uykudadır. Biz. onları sağa, sola çeviririz. Köpekleri de

ön ayaklarını yere dayamış olarak mağara kapısında uyumaktadır. Onları görsen yüzünü çevirir,

kaçardın, yüreğin korkuyla dolardı." (Sure: 18 — Kehf, âyet: 18) Eshab-ı Kehf denilen bu kişiler, altı

kişiymisler. Artlarına bir de çoban takılmış, çobanın köpeği de peşlerini bırakmamış. Zamanlarındaki

padişah, halkı bir puta taptırıyormuş. Bunlar bu kötülüğü yapmamak için kaçıp bir mağaraya

sığınmışlar, orada tam üç yüz dokuz yıl uyumuşlar. Bu köpeğin hareketi, şairlerimize ilham kaynağı

olmuş ve sadakat sembolü olarak söylenegelmiştir. Mevlana, 1022 nci beyitte bilhassa bu köpekten

bahseder.

B. 400. "Uyku ölümün kardeşidir. Cennettekilerse ölmezler." Hadis (Feyz'al Kadir, VI 300).

B. 403. 392 nci beytin izahına bakınız. Bilhassa 2185 inci beyitten itibaren yine bunlardan

bahsetmektedir. Yine bu beyitte Tufandan bahsedilmektedir. Nuh Peygamber zamanında, onun

bedduası üzerine yerden sular fışkırmış, gökten yağmurlar yağmış, herkes boğulmuş, yalnız Nuh'a

inanıp gemisine girenler kurtulmuştur. Kur'an'ın 71 inci suresi olan Nuh suresinde Tufan ve Nuh

Peygamberin ahvali anlatılmaktadır.

B. 422. Allahı gölgesi, bütün varlığını Hak'ta yok etmiş ve Allahı varlığiyle var olmuş kâmil veli.

Gölgenin varlığı, gölgeyi meydana getirenin varlığındandır. Bütün hareketleri de onun hareketine

tâbidir. Kâmil veli de. Allahı'ya nispetle aynı bir gölge gibidir.

B. 424. Kıyamete yakın birçok "fitne - imtihan" lar olacağı hadîslerde bildirilmiştir. Bu fitnelerin en

büyüğü, asıl büyük Deccal'ın ve ondan önce çıkacak Deccalların fitnesidir.

B. 425. "Görmez misin, Rabbin gölgeyi nasıl uzattı. Dileseydi onu sabit kılardı. Sonra gölgeye güneşi

delil ettik, sonra da onu kolaycacık aldık yok ettik" (25 inci sure — Furkan, âyet: 45-46) Sofilere göre

gölge kâinattır, güneş de Allahı.

B. 426. Kur'an'da İbrahim Peygamberin Zühre yıldızını görüp "Rabbim budur" dediği, yıldız batınca

“Ben batanları sevmem" deyip ondan vazgeçtiği, ay doğunca "Rabbim budur" dediği, o da batınca

"Rabbim bana doğru yolu göstermezse, şüphe yok yol azıtanlardan olurum" dediği, güneş doğunca bu

sefer "Bu daha büyük, Rabbim bu" dediği, fakat o da gurubedince "Ey kavim"ben sizin Allahı'ya ortak

ettiğiniz şeylerden vazgeçtim. Yüzümü, gökleri ve yeri yaratana döndüm, ihlâsla ancak ona yöneldim,

şirk koşanlardan değilim" diyerek doğru yolu bulduğu hikâye edilmektedir (Sure: 6 — En'am. âyet:

75-79).

B. 343."İbrahim ve İsmail'den, evimi, tavaf edenlere, orada oturup ibadet eyliyenlere, rukûda, sucutta

bulunanlara temiz tutun diye ahd aldık." (Sure: 2 — Bakara, âyet: 125) Sofilerce asıl Kabe ve Allahı evi

kalbdir.

B. 500 - 510. İsa Peygamber'i, Anası Meryem, bir boyacının yanına çırak olarak vermiş. O vakitler

daha çocuk olan İsa'ya bir gün ustası "buradaki elbiselerin her birinde bir nişan var.
O nişana göre ne renge boyanacaksa boyarsın" deyip bazı işlerini görmek üzere gitmiş. İsa, bütün

elbiseleri bir tek küpe sokmuş. Ustası gelip bunu görünce "Eyvah, elbiseleri berbadettin" deyip

telâşlanırken İsa, elbiseleri birer birer çıkarmaya başlamış Her elbise, sahibinin istediği renge

boyanmış olarak çıkmış. Bu mucizeyi görenler, İsa'ya inanmışlar ki "Havariyyun" bunlarmış.

B. 516. Kimya, eski telâkkiye göre civayı; gümüş, bakır ve sair madenlerle karıştırıp "İksir" denen şeyi

de ilâve ederek altın elde etme sanatıdır. Simya, gözbağcılıkla, bakanlara hakikatta olmıyan bazı

şeyleri göstermektir.

B. 518. Mor renk eski İran'da yas rengidir. Bu renge "Duhanî — duman rengi" de denir Mevlâna

Celâleddin'in de Şems'in son defa olarak kaybolmasından, yahut şehidedilmesinden sonra bu renkte

hırka giydiği ve bu renk sarık sarındığı en eski kaynaklarda yazılıdır.

B. 528. Calinus, Bukrat'tan sonra en büyük hekimdir. Milâdın 131 inci yılında Bergamada ölmüştür. Bu

hekimin birçok eserleri Arapçaya çevrilmiştir.

B. 529. Kur'an'ın 7 nci suresi olan A'raf suresinin 157 ve 158 inci ayetleriyle 62 nci suresi olan Cumua

suresinin 2 nci âyetinde H. Muhammed'in "ümmi" yanî anadan doğduğu gibi kalmış, okuma yazma

öğrenmemiş olduğu bildirilmektedir. Böyle olduğu halde Kur'an gibi birçok yerleri hakikaten

fevkalâde bir kitabı tebliğ etmesi, zamanındaki şairleri şaşırtmış; kendisine "kâhin. şair.." demişlerdi.

6 ncı sure olan En'âm suresinin 92 nci âyetinde Mekke'ye "Ümm-ül Kura — Köylerin, şehirlerin anası,

aslı" dendiğine nazaran "ümmi"nin "Mekkeli" mânasına geldiğini de Peygamberin bir hocadan

okumamış olmakla beraber okuma yazma bildiğini söyliyenler de vardır.

B. 535. Hârut, Mârut adlı iki melek, insan oğullarının kötülüklerini görüp Allahı'ya şikâyette

bulunmuşlar. Allahı, onlara "Onlardaki şehvet sizde de olsa daha beter olursunuz" demiş. Fakat bu

melekler, isyan etmeyeceklerini söylemişler. Bunun üzerine Allahı, bunlara şehvet verip Bâbil'e

inmelerini buyurmuş. Bâbil'de hâkimlik ederlerken gayet güzel bir kadın bir iş için geliyor. Melekler

kadına meftun oluyorlar. Fakat kadın, ya kocasını öldürmelerini, yahut puta tapmalarını, yahut da

şarap içmelerini, aksi takdirde onlara ram olmıyacağını söylüyor. Şarap içmeyi ehven bulup içiyorlar,

bunun üzerine kadın "Her gece ism-i âzam okuyup göke çıkıyorsunuz. o ismi bana da öğretin" diyor,

öğretiyorlar. Kadın, göke çıkınca Allahı onu bir yıldız şekline sokuyor. Zühre yıldızı bu kadınmış.

Meleklere de dünya azabiyle ahret azabından birini kabul etmelerini söylüyor. Dünya azabını kabul

ediyorlar. Allahı, bunları Bâbil kuyusuna baş aşağı astırıyor, orada kıyamete kadar azap çekmekteler.

Kur'-an'da 2 nci surenin (Bakara) 12 nci âyetinde bu iki meleğin Bâbil'e indikleri, halka sihir

öğrettikleri, kendilerine müracaat edenlere sihir öğretmeden "Biz Allahı tarafından size bir imtihan

olarak geldik. Sihir öğrenip kâfir olmayın" dedikleri hikâye edilmekte, yukardaki vak'a

anılmamaktadır. Hârut, Mârut, esas itibariyle Ermenilerin iki mabudundan bozmadır. Mevlâna birinci

ciltte 3320 nci beyitten 3359 uncu beyte kadar yine bu hikâyeden bahseder.

B. 547. İbrahim, putları kırdığı, onları tahkir ettiği için Nemrut tarafından ateşe atılmış, fakat ateş

İbrahim'i yakmamıştır. (Sure: 21 — Enbiyâ, âyet: 51-70, Kur'an'da başka yerlerde de bu hikâye vardır).

Bu ciltte S. 76, B. 790 ve S. 83, B. 861 de de yine bu vakaya işaret edilmektedir.

B. 548. Sofist'ler, eski yunan filozoflarının biı .kısmıdır. Eski kitaplar bunları "İndiye, İnadiye, Lâedriye"

diye üçe ayırırlar. Bunların birleştikleri nokta ve felsefelerinin esası, duygularımıza inanmaktır. İndiye,

duygularımızla idrâk ettiğimiz kâinat, idrakimize tâbidir; var dersek vardır, yok dersek yoktur der.

İnadiye, kâinatı da hayallerden, vehimlerden ibaret olarak kabul eder. Lâedriye ise her hususta

şüpheyi esas tutarak, kâinatın ve bizim varlığımızı ne biliyoruz, ne bilmiyoruz; hattâ şüphe ettiğimize

de şüphemiz var der. Asıl sofistler de bunlardır. Sofistler, eski septiklerdir.

B. 568. "Ey tamamiyle inanmış, emin olmuş nefis, Allahı'dan razı olarak ve Allahı’nın razılığına nail

olmuş bulunarak Rabbine dön, sonra da kullarımın arasına katılarak cennetime gir!" (sure: 89 — Fecr.

âyet: 27-30).

B. 574. Abıhayat, Türkçede Bengisu denen muhayyel bir sudur. Karanlıklar diyarında olan bu suyu,

İlyas Peygamber'le Hızır Peygamber bulmuşlar, içmişler ve ebedî hayata nail olmuşlar.

B. 602. Sofilerin büyük bir kısmına göre Allahı, zatiyle var olan ve hiçbir şeyle mukayyet bulunmayan

"Vücud-u Mutlak — Mutlak Varlık" tır. Her şey, ondan var olduğu için asıl var odur ve varlık onundur.

Allahı’nın bu mertebede hiçbir taayyünü yoktur, yani hiçbir suretle zahir değildir. Bilinmesine de

imkân bulunamaz. İlk taayyünü bilgisidir. Bilgisinde bütün eşyanın hakikat ları sabit, olmuş, bunların

zuhuru da kâinatı meydana getirmiştir. Kâinatın varlığı, onunla, vardır, hakikatta ise yok olan bir

varlıktır. Ancak bu sözlerden; Allahı vardı, sonra kendisini bildi, sonra bilgisinde eşya sabit oldu,

bundan sonra da kâinatı meydana getirdi gibi bir şey anlaşılmamalı. Burada zaman, bahis mevzuu

olamaz. Bunlar, mutlak varlığın mertebelerinden ibarettir, yani Allahı, zatı itibariyle mutlaktır. Zatının

iktizası, kendisini bilmesidir. Bu bilgide eşyanın hakikatleri sabittir. Bu sübut kâinatı izhar eder. Bu,

her an böyledir (296 ncı beytin izahına bakınız).

B. .615, Bedir harbinden bahsedilirken Kur'an'da. "Onları siz öldürmediniz. Allahı öldürdü.
Ok attığın zaman sen atmadın, Allahı attı" denmektedir (sure: 8 — Enfâl, âyet 17).

B. 617. Cebir, kulda irade ve ihtiyar olmadığına, her şeyin Allahı tarafından yaptırıldığına inanmaktır ki

bu inanışa sahip olanlara, bu inanışı kendilerine "mezhep - gidilen yol" olarak kabul edenlere "Cebrî"

denir..

B. 618. İhtiyar, kulun her şeyi kendi dileğiyle, kendi iradesiyle yaptığına inanmaktır. Bu inanışa sahip

olanlara, bu inanışı kendilerine mezhep edinenlere "Kaderiye denir. Bunlar, kulların işledikleri işlerde

kaderi, inkâr ederler. Kader, Allahı bilgisidir. Fakat bu bilgi, bizi
o işi yapmaya mecbur etmez derler. Mutezile bu. mezheptedir. Sünnilere göre kulda cüz'i
bir irade vardır. Kul, iradesini sarfeder. Allahı o işi yaratır.

B. 640. Sicciyn, daimî olan şey demektir. Cehennemde bir vadinin adıdır ve burası cehennemin en.

kötü yeridir. Kur'an'da kötülük edenlerin hesap defterinin burada olduğu bildirilmektedir (sure: 83 —

Mutaffifîn, âyet: 7-9).

B. 641. İlliyyîn, yedinci kat gökte bir yerin adı, Cennetlerin en yüksek ve iyi yeridir. Bir rivayete göre

de yedinci kat gökün, yahut insanın iyilik ve kötülüğünü yazan meleklerin divanlarının adıdır.

Kur'an'da iyilik edenlerin hesap defterlerinin burada olduğu bildiriliyor (sure: 83 — Mutaffifîn. âyet:

18-21).

B. 676.’dan sonraki başlıktaki cümle Kur'an'ın 2 nci suresi olan Bakara suresinin 285 inci âyetinden

alınmıştır. Peygamberleri, bu birbirinden ayırt etmeyiş Peygamberlik bakımındandır. Çünkü aynı

surenin 253 üncü âyetinde Peygamberlerin bazılarının bazılarından üstün olduğu bildirilmektedir.

B. 686. Cevher, kendi kendine var olan şeydir ki araz karşılığıdır. Araz kendi kendine var olmayıp

varlığı için bir cevhere muhtaç olan şeydir. Meselâ cisim, cevherdir. Cismin sekli, rengi, hali, sayısı,

bulunduğu yer, yaptığı iş ve saire arazdır.
Diğer emîrler de bir bir katar olup (birbirlerinin ardınca dâvaya kalkışıp keskin kılıçlar çektiler.)
   Her birinin elinde bir kılıç ve bir tomar vardı; sarhoş filler gibi birbirlerine düştüler.
   Yüz binlerce Hıristiyan öldü, bu suretle kesik başlardan tepe oldu.
   Sağdan, soldan sel gibi kanlar aktı. Havaya, dağlarcasına tozlar kalktı.

705. O vezirin ektiği fitne tohumları, onların başlarına âfet kesilmişti.
   Cevizler kırıldı; içi sağlam olan, kırıldıktan sonra temiz ve lâtif ruha malik oldu.
   Ancak ten nakşına ait olan öldürmek ve ölmek, nar ve elmayı kırmak, kesmek gibidir.
   Tatlı olan nardenk şerbeti olur, çürümüş olanın ise bir sesten başka bir şeyi kalmaz.
   Esasen mânası olan meydana çıkar; çürümüş olan rüsvay olur, gider.

710. Ey sûrete tapan! Türü, mânayı elde etmeye çalış! Çünkü mâna sûret tenine kanattır.
   Mâna ehliyle düş, kalk ki hem atâ ve ihsan elde edesin, hem de fetâ olasın.
   Bu cisimde mânasız can; hilâfsız, kılıf içinde tahta kılıç gibidir.
   Kılıfta bulundukça kıymetlidir. Çıkınca yakmaya yarar bir alet olur.
   Tahta kılıcı muharebeye götürme, ah-ü figane düşmemek için önce bir kere kontrol et;

715. Eğer tahtadansa, yürü... başkasını ara; eğer elmassa sevinerek ileri gel!
   Elmas kılıç, velîlerin silâh deposundandır. Onları görmek, size kimyadır.
   Bütün bilenler, ancak ve ancak bunu böyle demişlerdir: bilen âlemlere rahmettir.
   Nar alıyorsan gülen (çatlak) narı al ki onun gülmesi, sana tanesi olduğunu haber versin.
   O ne mübarek gülmedir ki can kutusundaki inci gibi, ağızdan gönlü gösterir.

720. Mübarek olmayan gülme, lânetin gülmesidir: Ağzını açınca kalbinin karalığını gösterir.
   Gülen nar bahçeyi güldürür. Erler sohbeti de seni erlerden eder.
   Katı taş ve mermer bile olsan, gönül sahibine erişirsen cevher olursun.
   Temizlerin muhabbetini tâ... canının içine dik. Gönlü hoş olanların muhabbetinden başka muhabbete gönül verme.
   Ümitsizlik diyarına gitme, ümitler var. Karanlığa varma güneşler var.

725. Gönül, seni, gönül ehlinin diyarına; ten, seni su ve çamur hapsine çeker.
   Agâh ol, bir gönüldeşten gönül gıdasını al, onunla gönlünü gıdalandır. Yürü, ikbali bir ikbal sahibinden öğren!!!
   
                 Mustafa salâvatullahi aleyh’in İncil’de anılan iyi vasıflarını ululamaları

   İncil'de Mustafa’nın, o Peygamberler başının, o sefa denizinin adı vardı;
   Sıfatları, şekli, savaşı, oruç tutuşu ve yiyişi anılmıştı.
   Hıristiyan taifesi, o da, o hitaba geldikleri zaman sevap için.

730. Yüce adı öperler; lâtif vasfa yüz sürerlerdi.
   Bu söylediğimiz fitne esnasında o taife, fitneden, kargaşalıktan emindiler.
   Onlar, o emîrlerin ve vezirin şerlerinden emin olup Ahmed adının sığınağında korunmuşlardı.
   Onların nesli de çoğaldı. Ahmed’in nuru, bunlara yardım etti, yâr oldu.
   Hıristiyanlardan Ahmed adını hor tutan diğer fırka,

735. Fitnelerden ve o tedbiri de şom, fitnesi de şom vezir yüzünden hor ve kıymetsiz bir hale geldi.
   Mânaları ters, sözleri aykırı tomarlara uymalarından dolayı dinleri de müşevveş bir hale geldi, hükümleri de!
   Ahmed’in adı böyle yardım ederse acaba nuru nasıl korur?
   Ahmed adı sağlam bir kapı olunca o emin ruhun zatı ne olur?
   Vezirin belâsı yüzünden yoldan çıkmış olan o nasihat kabul etmez padişahtan sonra.

                     İsâ dinini mahva çalışan diğer bir Yahudi padişahının hikâyesi

740. İsa kavminin dinini mahv için aynı Yahudinin neslinden diğer bir padişah meydana çıktı.
   Bu diğer padişahın meydana çıkışını haber almak istersen “Vessemâi zatülburûc” sûresini oku.
   Birinci padişahtan doğan kötü âdete bu padişah da ayak uydurdu.
   *Bil ki o çeşit sitem ve zulümlerden bu, ne yaparsa Allahı, günahını artıksız, eksiksiz ilk zâlimden sonra, arar.
   Kim fena bir âdet koyarsa ona her an lânet gider durur.
   İyiler gittiler, güzel usul ve âdetleri kaldı; kötü adamlardan da zulümler ve lânetler!

745. Kıyamete kadar o kötülerin cinsinden kim vücuda gelse yüzü o kötülüğedir.
   Bu tatlı suyla tuzlu su; damar damardır. Halk arasında sûr üfürülünceye dek birbirine karışmadan böylece gider durur.
   İyilere tatlı su miras kaldı. O ne mirasıdır? “Evrensel kitap” mirası.
   Dikkat edersen görür anlarsın ki taliplerin dileği Peygamberlik cevherinin şûleleridir, o şûleleri dilerler.
   Şûleler, mücevherlere tâbi olarak parıldar ve dönerler. Şûle, nereden çıkıyorsa, madeni neredeyse oraya gider.

750. Güneş, bir burçtan bir burca gidip durduğundan pencereye vuran ziyası da evin etrafında döner dolaşır.
   Kimin bir yıldızla alâka ve merbuyeti varsa o; kendi yıldızıyla döner, dolaşır, o yıldızın tesiri altındadır.
   Talihli Zühre ise şevkı, çalıp çağırmayı, aşkı diler, onlara adamakıllı meyli vardır.
   Kan dökücü huylu Mirrih’e mensup ise cenk, bühtan ve düşmanlık arar.
   Yıldızların ardında yıldızlar vardır ki onlarda ihtirak ve nahis olmaz.

755. Onlar, bu meşhur yedi kat gökten başka diğer göklerde seyir ve hareket ederler.
   Birbirlerine bitişik ve birbirlerinden ayrı olmayan bu yıldızlar, Allahı nurlarının ışığında dururlar.
   Her kimin talihi o yıldızlardan olursa o kimsenin zatı, kâfirleri taşlayıp yakar.
   Onun hışmı, bazen galip gelen, bazen mağlûp olan ve tesiri böylece değişerek yürüyen Mirrih’in hışmına benzemez.
   Galip nur, noksandan ve karanlıktan emindir. Allahı nurunun iki parmağı arasındadır.

760. O nuru, canlara Hak saçtı. Devletliler, onunla eteklerini doldurmuşlardır.
   O nur saçısını bulan yüzünü Allahı’nın gayrısından çevirmiştir.
   Kimin aşk eteği yoksa o nur saçısından nasipsiz kalmıştır.
   Cüzülerin yüzü, külle doğrudur. Bülbüllerin aşkı güledir.
   Öksüzün rengini dışından, insanın rengini, sarı, kırmızı… her neyse içinden ara!

765. İyi renkler, temizlik küpünden hasıl olur. Çirkinlerin rengiyse, kirli kara sudan meydana gelir.
   O lâtif rengin adı “Sıbgatullah-Allahı boyası” dır. Bu kirli rengin kokusu ise… Allahı lânetidir.
   Denizden olan, yine denize gider; nerden gelmişse, yine oraya varır.
   Dağ başından, hızlı hızlı akan seller; bizim tenimizden de aşka karışık olarak akıp giden can, aslına gidip kavuşur!

Yahudi padişahının ateş yaktırması, ateşin yanına, kim puta secde ederse ateşten kurtuldu diye bir put diktirmesi

   O köpek Yahudi, bak, ne tedbirde bulundu? Ateşin yanına bir put dikti.

770. “Kim bu puta taparsa kurtulur. Secde etmeyen, ateşin tam ortasına oturur” dedi.
   O, bu nefis putunun cezasını vermeyince nefis putundan, başka bir put doğdu.
   Putların anası nefsinizin putudur. Çünkü o put yılan, bu put ejderhadır.
   Nefis; demir ve taştan yapılan çakmaktır, put kıvılcımdır. O kıvılcım su ile söner.
   Fakat taş ve demir (çakmak), su ile söner mi? Âdemoğlu’nda, bu ikisi oldukça ne vakit ve nasıl emin olur?
   *Taş ve demir, ateşi içlerinde tutarlar, su onların ateşine işleyemez, tesir edemez.
   *Irmak suyundan haricî ateş söner. Fakat taş ve demirin içine su nasıl girer*
   *Küpün ve testinin suyu fânidir. Lâkin pınarın suyu daima taze ve bâkidir.
   *Ateş ve dumanın aslı demir ve taştır. Hıristiyan ve Yahudi küfrü, ikisinin fer’idir.

775. Put, bir testide gizli kara sudur. Nefsi, muhakkak olarak o kara suya pınar bil.
   O, yontulmuş put, kara sel gibidir. Put yapan nefis, anayolda bir pınardır.
   Bir taş parçası yüz testiyi kırar ama pınar suyu durmadan kaynar.
   Put kırmak kolay, gayet kolaydır. Fakat nefsi kolay görmek cahilliktir.
   Ey oğul, nefsin misal ve sûretini istersen yedi kapılı cehennemin kıssasını oku!

780. Nefsin her anda hilesi var, her hilesinde yüzlerce Firavun, Firavun’a uyanlarla boğulmuş!
   Mûsâ’nın Allahısına ve Mûsâ’ya kaç; Firavun’luk ederek îman suyunu dökme!
   Ahad ve Ahmed’e yapış, ey kardeş, ten Ebucehl’inden kurtul!

O Yahudi padişahının, küçük bir çocukla bir kadını getirip, o çocuğu ateşe atması, çocuğun dile gelerek halkı ateşe atılmağa teşvik eylemesi

   O Yahudi, bir kadını çocuğuyla putun önüne getirdi, ateş yalımlanmıştı.
   Çocuğu, anasından alıp ateşe attı. Kadın korkup gönlünü imandan ayırdı.

785. Kadın, put önünde secde etmek isteyince çocuk ateş içinde “Ben ölmedim” diye haykırdı.
   “Ana, gel. Gerçi zâhirde ateş içinde isem de ben burada iyiyim, hoşum.
   Bu ateş; perde olarak zâhirde bir gözbağıdır.Fakat hakikatte mâna yakasından baş çıkarmış, zuhur etmiş bir rahmettir.
   Ana, gel de Allahı’nın burhanını gör ki bu suretle Hak haslarının zevk ve işaretini de göresin.
   Ana, hakikatte ateş olan, fakat zâhiren suya benzeyen bir âlemden çık, bu ateşe gir de ateşe benzeyen suyu gör!

790. Ateşe gir de ateş içinde gül ve yasemin bulan İbrahim’in sırlarını gör.
   Senden doğarken ölümü görüyordum, senden ayrılmaktan pek korkuyordum.
   Halbuki senden doğunca havası hoş, reni güzel bir âleme gelip dar bir zindandan kurtuldum.
   Şimdi şu ateş içindeki sükûn ve rahatı bulunca dünyayı ana rahmi gibi görmeye başladım.
   Bu ateş içinde bir âlem gördüm ki her zerresinde bir İsâ nefesi var.

795. Şekli yok, kendisi var bir cihan… O zâhiren var olan dünya ise sebatsız şekilden ibaret.
   Ana, analık hakkı için gel, gir… bu ateşin ateşlik hassası yok.
   Ana, gel, gir… tam talih ve devlet zamanı. Ana, gel, gir… devleti elinden kaçırma.
   O köpeğin kudretini gördün. Gel de bir de Allahı’nın lûtuf ve kudretini gör.
   Ben sana acıdığımdan ayağını çekiyorum, yoksa neşemden zaten seni kayıracak halde değilim.

800. İçeri gel, başkalarını da çağır ki padişah ateş içine sofra kurmuştur.
   Ey Müslümanlar, hepiniz ateşe girin; din lezzetinden başka her şey azaptan ibarettir.
   Ey ahali, hepiniz yüzlerce baharı olan bu nasibe pervane gibi gelin, atılın!” diye bağırdı.
   O, cemaat ortasında böylece bağırmakta; halk, sesinden heybet içinde kalmaktaydı.
   Bunun üzerine kadın, erkek kendilerini, ihtiyarsız, ateşe atmağa başladılar.

805. Hem de memur olmaksızın, kimse kendilerine cebretmeksizin. Yalnız dost aşkıyla. Çünkü sevgili, her acıya lezzet verir.
   Nihayet öyle oldu ki hademe, halkı “Ateşe atılmayınız” diye menetmeye başladı.
   O Yahudi, yüzü kara ve mahcup bir hale geldi. Bu sebeple pişman oldu, gönlü sıkıldı.
   Zira halk, imana eskiden olduğundan daha ziyade âşık, kendilerini feda etmekte daha fazla sadık oldular.
   Şükrolsun ki, Şeytan’ın hilesi ayağına dolaştı. Şükrolsun ki, Şeytan da kendisini yüzü kara gördü!

810. Halkın çehresine sürüp bulaştırdığı zillet tamamıyla  o adamlıktan dışarı padişahın yüzüne bulaştı.
   O, pervasızca, halkın elbisesini yırtardı, kendininki yırtıldı, halkın elbisesi sağlam kaldı.

        Muhammed Aleyhisselâm’ın adını eğlenerek anan kimsenin ağzının çarpık kalması

   Birisi ağzını eğerek Ahmed adını alayla andı, ağzı çarpıldı öyle kaldı.
   Pişman olup “Ey Muhammed, affet! Ey Peygamber, sen, Min ledün ilminden lûtuflara mahzarsın.
   Ben bilgisizlikten seninle alay ettim. Alay edilmeğe lâyık ben oldum” dedi.

815. Allahı, bir kimsenin perdesini yırtmak isterse onu, temiz kişileri ta’netmeye meylettirir.
   Allahı, bir kimsenin ayıbını örtmek isterse o kimse ayıplı kimselerin ayıbı hakkında ses çıkaramaz olur.
   Allahı, yardım etmek dilerse bize yalvarmak ve munacatta bulunmak meylini verir.
   Onun için ağlayan göz ne mübarektir. Onun aşkıyla yanıp kavrulan yürek ne mukaddestir.
   Her ağlamanın sonu gülmektir. Sonunu gören adam, mübarek bir kuldur.

820. Akar su neredeyse orası yeşerir; nerede gözyaşı dökülürse oraya rahmet nazil olur.
   İnleyen dolap gibi gözü yaşlı ol ki can meydanında yeşillikler bitsin.
   Ağlamak istersen gözyaşı dökenlere acı… Merhamete nailolmak istersen zayıflara merhamet et!

                                 O Yahudi padişahının ateşe itap eylemesi

   Padişah ateşe yüz çevirip dedi ki: “Ey sert huylu! Tabiatındaki o cihanı yakıcılık nerede?
   Niye yakmıyorsun? Ne oldu senin hassan? Yoksa bizim talihimizden niyetin mi değişti?

825. Sen ateşe tapana bile lûtfetmezsin. Sana tapmayan nasıl kurtuldu?
   Ateş! Sen hiç sabırlı değildin. Niye yakmıyorsun, sebep ne, kadir mi değilsin?
   Bu, gözbağı mı, yoksa akıl bağı mı? Böyle yücelmiş alev nasıl yakmaz?
   Seni birisi  büyüledi mi, yoksa bu simya mı? Yahut tabiatının değişmesi bizim talihimizden mi?
   Ateş dedi ki: “Ey Şaman! Ben yine o ateşim. Hele bir içeri gel de benim hararetimi gör!

830. Benim tabiatım da değişmedi, unsurum da. Ben Allahı kılıcıyım, izinle keserim.
   Türkmenin köpekleri, çadır kapısında misafire yaltaklanmış,
   Ama çadır yanına yabancı biri uğrayacak olursa köpeklerden aslancasına hamleler görür.
   Kullukta, ben köpekten aşağı değilim; Allahı da hayat ve kudrette bir Türkten aşağı kalmaz.
   Tabiat ateşi eğer seni gamlandırırsa o yakış, din sultanının emriyledir.

835. Tabiat ateşi eğer sana sevinç verirse ona o sevinci din sultanı verir.
   Gam görünce istiğfar et. Çünkü gam, Halik emriyle tesir eder.
   Allahı isterse bizzat gam, neşe… bizzat ayakbağı, azatlık ve hürriyet olur.
   Rüzgâr, toprak, su, ateş; kölelerdir. Benimle, seninle ölüdürler. Hak’la diridirler, ancak onun emrini tutarlar.
   Ateş, Allahı huzurunda daima emre hazırdır, âşık gibi gece gündüz daima kıvranıp durmaktadır.

840. Taşı, demire vurunca kıvılcım sıçrar. Fakat kıvılcım (senin çakmağı çakmanla değil), Allahı fermanıyla dışarıya ayak basar.
   Zulüm demiriyle taşını birbirine vurma. Çünkü bu ikisi, erkek ve kadın gibi  çocuk meydana getirirler.
   Taş ve demir, sebepten ibarettir ama, ey iyi adam, sen daha ileriye bak!
   Çünkü bu sebebi o sebep olmaksızın zuhura getirmiştir. Zâhiri sebep, hakikî sebep olmaksızın kendi kendine nasıl meydana gelir?
   Enbiyaya rehber olan o sebepler, bu sebeplerden daha yüksektir.

845. Bu sebebi müessir bir hale getiren o sebeptir. Bazen da olur ki semeresiz ve âtıl kılar, hükümsüz bırakır.
   Bu sebebe akıllar mahremdir. O sebeplerin mahremi de Enbiyadır.
   Bu sebep kelimesinin Türkçesi nedir? Denirse iptir diye cevap ver. Bu ip, bu kuyuda işe yarar.
   Çıkrığın dönmesi, ipin sarılıp koyverilmesine sebeptir. Fakat çıkrığı döndüreni görmemek hatadır.

850. Dünyada bu sebep iplerini, sakın ha, sakın ha… bu başı dönmüş felekten bilme,
   Ki felek gibi bomboş ve sersem bir halde kalmayasın; akılsızlıktan çıra gibi yanmayasın!
   Rüzgâr Hal’kın emriyle ateş olur; her ikisi de Allahı şarabıyla sarhoş olmuşlardır.
   Ey oğul! Eğer gözünü açarsan hilim suyunun da, hışım ateşinin de Hak’tan olduğunu görürsün.
   Rüzgârın canı Hak’ka vâkıf olmasaydı, Âd kavmini(müminlerden) nasıl ayırt ederdi?

                  Hûd Aleyhisselâm zamanında Âd kavmini helâk eden rüzgârın hikâyesi

   Hûd, müminlerin bulunduklarıyerin çevresine bir çizgi çizdi. Rüzgâr, o araya gelince hafif ve lâtif bir halde esiyordu.

855. Çizgiden dışarıda olanaların hepsini, havada parça parça ediyordu.
   Şeybân-ı Râî de sürünün etrafında böyle apaçık bir çizgi çekerdi.
   Cuma günü, namaz vakti Cuma namazına gidince kurtlar sürüye saldırmasın, yağmalamasınlar diye böyle yapardı.
   Hiçbir kurt, çizgiden içeri girmezdi. Hiçbir koyun da çizgi dışına çıkmazdı.

860. Allahı erinin dairesi, kurdun hırs yeline de set ve mânia olmuştu, koyunun hırs yeline de.
   Böylece ecel rüzgârı da âriflere gül bahçelerinden esip gelen rüzgâr gibi lâtif ve hoştur.
   Ateş, İbrahim’e diş geçiremedi. Çünkü Allahı seçilmişiydi, onu nasıl ısırabilir?
   Din erbabı da şehvet ateşinden yanmaz; halbuki başkalrını tâ yerin dibine geçirmiştir.
   Deniz dalgası Allahı fermanıyla koşunca Mûsâ kavmini Kıptilerden ayırt etti.
   Allahı fermanı erişince toprak, Karun’u altınlarıyla, tahtıyla tâ dibine çekti.

865. Su ile toprak, İsâ’nın nefeslerinden gıdalanınca kol kanat açtı, kuş olup uçtu.
   Allahı’yı tesbih etmen, su ve topraktan meydana gelmiş olan cesedinden çıkan bir buhardan, bir nefesten ibarettir. Fakat gönül doğruluğu yüzünden cennet kuşu olmuş, oraya uçup gitmiştir.
   Tûr dağı, Mûsâ nurundan raksa geldi, kâmil bir sûfi oldu, noksandan kurtuldu.
   Dağ bir aziz sûfi olursa şaşılacak ne var? Mûsâ’nın cismi de bir kemik parçasından ibaretti.

Yahudi padişahının bu söze ehemmiyet vermeyip inkâr etmesi, kendisine nasihat edenlerin nasihatlerini kabul etmemesi

O Yahudi padişahı bu acip mucizeleri gördü. Fakat ancak taan ve inkârda bulundu.

870. Nasihatçiler: “İşi haddinden ileri götürme, inat hayvanını bu kadar ileri sürme” dediler.
   Nasihatçilerin ellerini bağlayıp hapsetti. Zulmünü birbirine uladı (biteviye ve daha fazla zulmeder oldu).
   “Madem iş bu dereceye vardı. Ey köpek, sabret; kahrımız erişti!” diye bir ses geldi.
   Ondan sonra ateş kırk arşın alevlendi; bir halka teşkil etti ve o Yahudileri yaktı.
   Onların asılları önceden de ateşti; sonunda da asıllarına gittiler.

875. Zaten  zümre ateşten doğmuştu. Cüzüler kül tarafına yol alır, o tarafa giderler.
   Onlar ancak mümini yakan bir ateştiler. Kendilerini kendi ateşleri çörçöp gibi yaktı.
   Anası(mayası) Hâviye olan kimsenin mekânı, ancak Hâviyedir.
   Çocuk anası, onu arar; asıllar, mutlaka feri’leri izler.
   Su, havuz içinde zindanda mahpus gibidir ama hava onu çeker. Zira su, erkâna mensuptur (dört erkân denen havuz, ateş, su ve topraktandır. Havanın feri’dir).

880. Onu havuzdan kurtarır azar  azar dünya hapishanesinden de öyle çalar.
   Sözlerin temizleri, bizden çıkarak ona yükselir, ondan başkasının bilmediği yere kadar varır.
   Nefeslerimiz, temizlik sebebiyle bizden hediye olarak beka yurduna yücelir.
   Sonra ululuk sahibi Allahı’dan, ancak rahmet olarak sözlerimizin mükâfatı, iki misli bize gelir;

885. Sonradan kul nail olduğu şeylere bir daha nail olsun diye bizi, yine o güzel sözlere sevk eder, yine bize o çeşit sözler söyletir.
   İşte böylece en güzel sözleri söyledikçe hep böyle sözlerin çıkmakta, Allahı rahmeti inmektedir ve bu iki hal sende daimîdir.
   Fârisî söyleyelim: Bu şevk ve cezbe, o zevkin geldiği taraftan gelir.
   Her kavmin gözü, bir günceğiz zevk sürdüğü cihette kalmıştır.
   Yakînen her cinsin zevki kendi cinsiyledir. Bak; cüz’ün zevki kendi küllünden olur.

890. Yahut o şey, bir cinse katılma kabiliyetinde olur da ona erişince o cinsten oluverir.
   Su ve ekmek gibi ki bizim cinsimiz değilken bizim cinsimizden oluverdi ve vücudumuzu besledi, kuvvetimizi arttırdı.
   Su ve ekmeğin sûreta bizimle cinsiyeti yoktur ama sonucu bakımından onu cinsimiz bil.
   Eğer, bizimle cins olanlardan başka bir şeyden zevk alıyorsak o da ancak bizimle cinsiyeti olana benzer bir şeydir.
   Cinse benzeyenden alınan zevk, dimî değildir. O zevk âriyettir. Âriyet nesne ise âkibet baki kalmaz.

895. Kuşa, ıslıktan zevk gelirse de cinsini bulamayınca ok gibi uçar gider.
   Susuz kimseye seraptan zevk gelir, fakat ona erişince kaçar ve yine su arar.
   Müflisler kalp altından hoşlanırlarsa da,  o altın darphanede rüsvay olur.
   Dikkat et; altın suyu ile boyaman seni yoldan alıkomasın! Dikkat et; bâtıl hayal seni kuyuya düşürmesin!
   Kelile’den bu hikâyeyi oku ve o kıssadan hisse almaya bak!

               Av hayvanlarının aslana, tevekkül edip çalışmayı terk etmesini söylemeleri

900. Güzel bir derede av hayvanları, aslan korkusundan ıstırap içindeydiler.
   Çünkü aslan, daima pusudan çıkıp birisini kapmaktaydı. O otlak bu yüzden hepsine fena geliyordu.
   Hileye başvurdular; aslanın huzuruna geldiler. “Biz sana gündelikle yiyecek verip doyuralım,
   Bundan sonra hiçbir av peşine düşme ki bu otlak, bize zehrolmasın” dediler.

                   Aslanın av hayvanlarına cevap verip çalışmanın faydasını söylemesi

Aslan dedi ki: “Hileye uğramasam, vefa görecek olsam dediğiniz doğru. Ben şundan, bundan çok hileler görmüşümdür.

905. İnsanların yaptıkları işlerden, ettikleri hilelerden helâk olmuşum; o yılanlar, o akrepler tarafından çık ısırılmışım.
   İçinde pusu kurmuş olan nefis ise, kibir ve kin bakımından bütün adamlardan beterdir.
   Benim kulağım “mümin, bir zehirli hayvan deliğinden iki kere dağlanmaz” sözünü işitti; Peygamber’in sözünü canla, gönülle kabul etti.”

                      Av hayvanlarının tevekkülü çalışıp kazanmaya tercih eylemeleri

Hepsi dediler ki: “Ey halden haberdar hakîm! Çekinmeyi bırak; çekinme, insanı kaderin hükümlerinden kurtaramaz.
   Kaderden çekinmekte perişanlık ve kötülük vardır, yürü, tevekkül et ki tevekkl, hepsinden iyidir.

910. Ey kötü hiddetli adam! Kaza ile pençeleşme ki kaza da seninle kavgaya tutuşmasın.
   Tanyerini ağartan Allahı’dan bir zarar gelmemesi için kulun Hak  hükmüne karşı ölü gibi olması lâzımdır.”

                       Aslanın çalışıp kazanmayı tevekküle, teslimiyete tercih etmesi

Aslan: “Evet, tevekkül kılavuzsa da bu sebebe teşebüs de, Peygamber’in sünnetidir.
   Peygamber, yüksek sesle “Tevekkülle beraber yine devenin ayağını bağla” dedi.
   “Çalışan kimse Allahı sevgilisidir” işaretini dinle: tevekkülden dolayı esbaba teşebbüs hususunda tembel olma” dedi.

                            Av hayvanlarının tevekkülü çalışmaya tercih etmeleri

915. Hayvanlar, ona: “Çalışıp kazanma, bil ki, halkın itikat zayıflığı yüzünden, harislerin boğazları miktarınca bir riya lokmasıdır.
   Tevekkülden daha güzel bir kazanç yoktur. Esasen Hak’ka teslim olmadan daha sevgili ne var?
   Çokları belâdan belâya; yılandan ejderhaya sıçrarlar,
   İnsan hile etti ama hilesi kendisine tuzak oldu… can sandığı, kan içici bir düşman kesildi!
   Kapıyı kapadı , halbuki düşman evinin içindeydi. Firavun’un hile ve tedbiri de işte buna benzer masallardandı.

920. O kin güdücü, yüz binlerce çocuk öldürdü; aradığıysa evinin içindeydi.
   Mademki bizim gözümüzde birçok illet var; yürü, kendi görüşünü dostun görüşünde yok et!
   Bizim görüşümüze bedel onun görüşü, ne güzel bir karşılıktır. Bütün maksatları onun görüşünde bulursun.
   Çocuk; tutucu, koşucu değilken ancak babasının omzuna biner.
   Fakat kuvvetlenip küstahlaşınca, elini, ayağını şuraya, buraya salmağa başlayınca hemen zahmet ve ıstıraba düşer.

925. Halkın canlar; el ayak sahibi olmazdan, beden kaydına düşmezden evvel vefadan sefaya uçuyordu.
   Vakta ki “İniniz” emriyle hapsolundular, hiddet, hırs, kanaat ve zaruret kayıtlarına düştüler.
   Biz Hak’kın ayali ve süt isteyen yavrularıyız. (Peygamber) “Halk Allahı ayalidir” dedi.
   Gökten yağmur veren, rahmetiyle can vermeye kadirdir” dediler.

                                Aslanın yine çalışmayı tevekküle tercih etmesi

Aslan dedi ki: “Evet ama kulların Allahısı bizim ayağımızın önüne bir merdiven koydu.

930. Dama doğru basamak basamak çıkmalı , burada Cebrî olmak ham tamahtır.
   Ayağın var, nasıl olur da kendini topal edersin; elin var, neye pençeni saklarsın?
   Efendi, kölenin eline beli verince söylemeden dileği malûm olur.
   Bel gibi olan el de, Allahı işaretlerindendir. Sonu düşünmek hassası da onun ibareleridir.
   Allahı’nın işaretlerini canına nakşederek ve o işarete vefakârlık ederek can verirsen.

935. Sana nice sır işaretleri bahşeyler; senden yükü kaldırır, seni iş güç sahibi eder.
   Şimdi yük altındasın; Allahı seni yükler, bindirir… Şimdi onun emrini kabul etmektesin; sonra seni makbul eder.
   Şimdi onun emrini kabul etmişsin, sonra o emirleri söylersin. Şimdi vuslat arıyorsun, ondan sonra da vâsıl olursun.
   Allahı’nın nimetine şükretmeye çalışmak kudrettir. Senin cebrîliğin ise o nimeti inkârdır.
   Onun verdiği kudrete şükretmek kudretini artırır. Cebir ise nimeti elinden çıkarır.

940. Senin cebrîliğin yolda uyumaktır, uyuma; o kapıyı, o dergâhı görmedikçe uykuya dalma!
   Ey dikkatsiz Cebrî! Sakın o meyvalı ağacın altından gayrı bir yerde uyuma.
   Ki rüzgâr her anda dalları silkip başına çerez ve azık döksün.
   Cebre inanmakla yol kesen haydutlar arasında uyumak müsavidir. Vakitsiz öten kuş nasıl olur da kurtulur?
   Eğer onun işaretlerine burun büküyorsan kendini erkek mi sanıyorsun? Dikkat edersen anlarsın ki kadınsın!

945. Sendeki bu kadarcık akıl da zayi olur, aklı uçan başsa buyruk kesilir!
   Zira şükretmemek uğursuz ve ayıp bir şeydir; o hal, şükretmeyeni, tâ ateşin dibine kadar çeker götürür.
   Tevekkül ediyorsan çalışmak hususunda tevekkül et; kazan da sonra Allahı’ya dayan!”

                    Av hayvanlarının tekrar tevekkülü çalışmaya tercih eylemeleri

   Hepsi ona bağırarak dediler ki: “Sebep tohumlarını eken o harisler…”
   Kadın, erkek nice yüz binlerce kişi, neden oldu da zamane menfaatlerinden mahrum kaldılar?

950. Dünyanın başlangıcından beri yüz binlerce kavim, ejderha gibi ağız açmışlar;
   O bilgili, idrakli kavimle hileler düzmüşler, tedbirlerde bulunmuşlardır. Öyle tedbirler ki o tedbirlerle dağ bile tâ dibinden kopar, yerinden ayrılırdı.
   Allahı, onların hile ve tedbirlerini “O tedbirler yüzünden dağların tepeleri bile oynar, yıkılır, dümdüz olurdu” diye öğdü.
   (Bunca tedbirlerine rağmen) o avlanmalarından, o çalışmalarından ezelde verilen kısmetten başka bir şey yüz göstermedi…
   Hepsi tedbirlerden de âciz kaldılar, çalışmadan da; ortada Allahı’nın işi ve hükümleri kaldı.

955. Adı, sanı belli kişi! Kazanmayı bir addan başka bir şey bilme; ey kurnaz ve hilekâr adam! Çalışmayı bir vehimden başka bir şey sanma.”

     Azrâil’in birisine bakması, onun da Süleyman Aleyhisselâm’ın sarayına kaçması, tevekkülün çalışmadan üstün olduğu ve çalışmadaki faydaların azlığı

Sâf bir adam, bir kuşluk çağında koşa koşa Süleyman’ın adalet sarayına erişti.
   Yüzü gamdan sararmış, dudakları morarmıştı. Süleyman, ona “Efendi ne oldu?” dedi.
   O “Azrâil, bana öyle bir hışımla, öyle bir kinle baktı ki…” dedi
   Süleyman “Peki, şimdi ne diliyorsan dile bakalım” dedi. O dedi ki: “Ey canları koruyan! Rüzgâra emret;

960. Beni tâ Hindistan’a götürsün; belki kulunuz oraya gidince canını kurtarır.”
   İşte halk fakirlikten böyle korkar. Onun için insanlar hırs, emele lokma olurlar.
   Fakirlikten korkmak, tıpkı o adamın ölümden korkmasına benzer. Hırsı, çalışmayı da sen Hindistan farzet!
   Süleyman rüzgâra emretti; rüzgâr da onu derhal Hindistan’da bir adaya götürdü.
   Ertesi gün Süleyman, divan vakti halkla buluşunca Azrâil’e dedi ki:
   *”O Müslümana ne sebeple hışımla baktın? Ey Allahı elçisi, bana anlat!

965. Acaba bu işi, o adamı hanümanından avare etmek için mi yaptın?
   *Azrâil, cevaben dedi ki: “Ey cihanın zevalsiz padişahı! O ters anladı; ona hayal göründü.
   Ben ona hışımla ne vakit baktım? Onu yol uğrağında görünce şaşırdım.
   Çünkü Hak bana “Haydi bugün var, onun canını Hindistan’da al” buyurdu.
   Taaccüple “Yüz tane kanadı olsa Hindistan’a gitmesi yine uzak” dedim.”
   İşte sen dünya işlerini hep buna kıyas et, gözünü aç da gör!

970. Kimden kaçıyoruz, kendimizden mi? Ne olmayacak şey! Kimden kapıp kurtarıyoruz, Hak’tan mı? Ne boş zahmet!

          Yine aslanın çalışmayı tevekküle tercih etmesi ve çalışmanın faydalarını bildirmesi

Aslan dedi ki: “Doğru ama Peygamberlerin, müminlerin çalışmalarını da gör.
   Cefadan, kahırdan ne gördülerse mükâfata nail oldular; Allahı onların mücahedesini zayi etmedi.
   Onların başvurdukları çareler her hususta lâtif oldu. Çünkü zariften ne gelirse zariftir.
   Tuzakları felek kuşunu tuttu; noksanları tanmamen sayıldı.

975. Ey ulu  kişi! Nebîlerin ve velîlerin yolunda çalış!
   Kaza ve kaderle pençeleşmek mücahede sayılmaz. Çünkü bizi pençeleştiren, savaştıran da kaza ve kaderdir.
   Bir kimse îman ve itaat yolunda yürüyüp de bir an bile ziyan etmişse kâfirim!
   Başın yarılmamış, şu başını bağlama. Birkaç gün çalış da ondan sonra gül!
   Dünyayı arayan kimse olmayacak ve kötü bir şey aradı. Ukbayı arayansa kendine iyi bir hal aramış oldu.

980. Dünya kazancı için çarelere başvurmak soğuk bir şeydir. Dünyayı terk etmek için çarelere başvurmak ise caizdir, emredilmiştir.
   Hile ve çare diye zindanı delip de çıkmaya derler. Yoksa birisi zaten açılmış deliği kapatırsa yaptığı iş, soğuk ve ters bir iştir.
   Bu dünya zindandır, biz de zindandaki mahpuslarız. Zindanı del, kendini kurtar!
   Dünya nedir? Allahı’dan gafil olmaktır. Kumaş, para, ölçüp tartarak ticaret etmek ve kadın; dünya değildir.
   Din yolunda sarfetmek üzere kazandığın mala, Peygamber, “ne güzel mal” demiştir.

985. Suyun gemi içinde olması geminin helâkidir. Gemi altındaki su ise gemiye; geminin yürümesine yardımcıdır.
   Mal, mülk sevgisini gönülden sürüp çıkardığındandır ki Süleyman, ancak yoksul adını takındı.
   Ağzı kapalı testi, içi hava ile dolu olduğundan derin ve uçsuz bucaksız su üstünde yüzüp gitti.
   İşte yoksulluk havası oldukça insan, dünya denizine batmaz, o denizin üstünde durur.
   Bütün bu dünya, onun mülkü olsa bu mülk, gözünde hiçbir şey değildir.

990. Şu halde kalbini Min Ledün ululuğunun havasıyla doldur, ağzını da bağla, mühürle!
   Çalışma da haktır, deva da haktır, dert de hak. Münkir kimse çalışmayı inkârda ısrar eder durur.”

                                           Çalışmanın tevekküle tercihi

Aslan bu yolda birçok deliller getirdi. O Cebrîler, aslanın cevabına kandılar.
   Tilki, geyik, tavşan ve çakal cebre inanışı ve dedikoduyu bıraktılar.
   Bu bîatte ziyana düşmemek için kükremiş aslanla ahitlerde bulundular:

995. Zahmetsizce her günün kısmeti gelecek, aslanın başka bir teşebbüse ihtiyacı kalmayacaktı.
   Kur’a kime isabet ederse günü gününe aslanın yanına sırtlan gibi o koşar, teslim olurdu.
   Bu kadeh dönerek tavşana gelince; tavşan haykırdı: “Niceyedek bu zulüm?”

              Aslana gitmekte geciktiğinden av hayvanlarının tavşana itiraz etmeleri

   Hayvanlar dediler ki: “Bunca zamanlardır biz ahdimize vefa ederek can feda ettik.
   Ey inatçı, bizim kötü bir adla anılmamıza sebebolma, aslan da incinmesin. Yürü, yürü; çabuk, çabuk!”

                                          Tavşanın av hayvanlarına cevabı

1000. Tavşan, “Dostlar, bana mühlet verin de hilemle siz de belâdan kurtulun.
   Benim hilemle canımız kurtulsun, bu hile, çocuklarımıza miras kalsın.
   Her Peygamber, dünyada ümmetini böyle bir kurtuluş yerine davet etti.
   Peygamberler, halk nazarında gözbebeği gibi küçük görünürlerdi ama felekten kurtuluş yolunu görmüşlerdi.
   Halk, peygamberleri; gözbebeği gibi küçük gördü, gözbebeğinin mânen büyüklüğünü kimse anlayamadı.”
1005. Hayvanlar ona “Ey eşek , kulak ver! Kendini tavşan kadrince tut, haddini aşma!
   Bu ne lâftır ki senden daha iyiler, dünyada onu hatırlarına bile getirmezler.
   Ya gugurlandın, yahut da kaza, bizim izimizde. Yoksa bu lâf, senin gibisine nerden yaraşacak?” dediler.

                                              Tavşanın av hayvanlarına cevabı

   Tavşan, “Dostlar, Hak bana ilham etti. Hakikaten zayıf birisi, kuvvetli bir rye ve tedbire nail oldu.
   Hak’kın arıya öğrettiğini, aslan ve ejderha bilemez.

1010. Arı, teritaze balla dolu petekler yapar. Allahı, ona, o ilimde kapı açtı.
   Hak’kın, ipekböceğine öğrettiğini hiçbir fil bilir mi?
   Toprağa mensup insan Hak’tan ilim öğrendi ve o bilgi ile yedinci kat göğe kadar bütün âlemi aydınlattı;
   Allahı’ya şüphe eden kişinin körlüğüne rağmen meleklerin adını, sanını unutturdu;
   Altı yüz bin yıllık zâhidin, o buzağının ağzını bağladı;

1015. Bu suretle din bilgisi sütünü emmesine, o yüce ve sağlam köşkün etrafında dönüp dolaşmasına mâni oldu.
   Duygu ehlinin, yalnız zâhire itibar edenlerin bilgileri, o yüce bilgiden süt emenler için ağız bağıdır.
   Gönül katresine bir inci düştü ki o inci denizlere; feleklere bile verilmemiştir.
   Ey sûrete tapan! Niceyedek sûret kaygısı? Senin mânasız canın sûretten kurtulmadı gitti.
   Eğer insan, sûretle insan olsaydı Ahmed’le Ebucehil müsavi olurdu.

1020. Duvar üstüne yapılan insan resmi de insana benzer. Bak, sûret bakımından nesi eksik*
   O parlak resmin yalnız canı noksan. Yürü, o nadir bulunur cevheri ara;
   Eshab-ı Kehf’in köpeğine el verilince, dünyadaki bütün aslanların başları alçaldı.
   Canı, nur denizinde garkolduktan sonra ona, kötü ve çirkin sûretin ne ziyanı var?
   Kalemler sûreti öğmezler. Kitaplara da adamın sûretine ait vasıflar değil, “âlim, adalet sahibi” gibi zatına ait vasıflar yazılır.

1025. Bilgi ve adalet sahibi… Hep mânadır, onları önde, artta… bir yerde bulamazsın,
   Zata ait sıfatlar Lâmekân elinden cana şûle vermektedir, can güneşi, göklere sığamaz” dedi.

                               Tavşanın bilgisi, bilginin fazileti ve faydaları

Bu sözün sonu yoktur. Kulak ver, tavşan hikâyesini anla!
   Eşek kulağını sat, başka bir kulak al ki bu sözü eşek kulağı anlayamaz!
   Yürü, tavşanın tilki gibi kurnazlığına bak, onun düşüncesini ve aslanı mağlup edişini gör!

1030. Bilgi, Süleyman mülkünün hâtemidir; bütün âlem cesettir, ilim candır.
   Bu hüner yüzünden denizlerin, dağların, ovaların mahlûkatı, insanoğluna karşı âciz kalmıştır.
   O yüzden kaplan, aslan; fare gibi korkmaktadır. O yüzdeb ovada, dağda bütün vahşi hayvanlar gizlenmişlerdir.
   O yüzden periler, şeytanlar, kenarı boylamışlar, her biri gizli bir yerde mekân tutmuşlardır.
   İnsanoğlunun gizli düşmanı çoktur. İhtiyata riayet eden kişi, akıllıdır.

1035. Bizden gizli; güzel, çirkin, nice mahlûkat vardır ki onlar, daima gönül kapısının çalıp dururlar.
   Yıkanmak için dereye girince derenin dibindeki diken sana zarar verir;
   Gerçi diken suyun dibinde gizlidir, fakat sana batınca mevcudiyetini anlarsın.
   Vahiy ve vesveselerin ıstırapları, binlerce kişiden gelir, bir kişiden değil.
   Şüphe ediyorsan sabret, duyguların değişince onları görürsün, müşkül hallolur;

1040. O vakit kimlerin sözlerini reddetmişsin, kimleri kendine ulu eylemişsin, görürsün.

                   Av hayvanlarının tekrar tavşanın sırrını ve düşüncesini araştırmaları

Ondan sonra dediler ki: “Ey çevik tavşan! Aklındakini meydana çıkar!
   Ey bir aslanla pençeleşen, kavgaya girişen, düşündüğün şeyi söyle!
   Danışmak, insana anlayış ve akıl verir; akıllar da akıllara yardım eder.
   Peygamber “ Ey tedbir sahibi, danış ki kendisiyle danışılan kişi emindir” dedi.

 Tavşanın, sırrını onlardan gizlemesi

1045. Tavşan, “Her sır söylenemez, gâh çift dersin, tek olur; gâh tek dersin, çift çıkar!
   Aynanın berraklığını, yüzüne karşı öğersen nefesinden ayna çabucak buğulanır, bulanır, bizi göstermez olur.
   Şu üç şey hakkında dudağını kıpırdatma: Gittiğin yol, paran, bir de mezhebin.
   Çünkü bu üçünün de düşmanı çoktur. Düşman bildi mi, sana pusu kurar.
   Bir iki kimseye söyledin mi, artık o sırra veda et. İki kişiyi aşan, bir başkasına da söylenen her sır, yayılır.

1050. İki üç kuşu birbirine bağlasan elem içinde yerde mahbus kalırlar.
   Üstü örtülü, güzel bir tarzda, kurtulmak için konuşur, danışırlar. Danışmaları, görenleri yanıltacak şekilde kinayelerledir.
   Peygamber, kapalı bir tarzda meşveret ederdi.Eshap cevap verir, düşman haberdar olmazdı.
   Düşman, baştan ayağı bilmesin, bir şeyi sezmesin diye reyini kapalı misalle söylerdi.
   Bu misalle muradını anlatmış olurdu. Ağyar sualinden bir koku bile duymaz, hiçbir şey anlamazdı” dedi.

                              Tavşanın aslana oyun edip onunla başa çıkması

1055. Tavşan, aslana gitmede biraz gecikti, sonra pençesi kuvvetli aslanın yanına gitti.
   Aslan, tavşan gecikti diye pençesiyle toprağı kazmakta, kükremekteydi:
   “Ben, o alçakların ahdi hamdır, ham, ahitleri kötüdür, sözlerinde durmazlar demiştim.
   Onların gürültüleri beni yaya bıraktı. Bu felek beni ne vakte kadar aldatacak, ne vakte kadar?
   Tedbirsiz emîr, adamakıllı âciz kalır. Çünkü ahmaklığından dolayı ne önünü görür, ne ardını!” dedi.

1060. Yol düzgün ama altında tuzaklar var. Yazının tarzı hoş ama içinde mâna kıt.
   Sözler, yazılar, tuzaklara benzer. Tatlı sözler, bizim ömrümüzün kumudur.
   İçinde su kaynayan kum pek az bulunur; yürü, onu ara!
   *Ey oğul! O kum, Allahı eridir. O er kendinden ayrılmış Hak’a ulaşmıştır.
   *Ondan, dinin tatlı suyu kaynayıp durmaktadır. İstekliler o sudan hayat bulurlar, gelişirler, yetişirler.
   *Allahı erinden başkasını kuru kumsal bil ki o kumsal, her zaman senin ömür suyunu içer, mahveder.
   *Hakîm olan erden hikmet iste ki onunla görücü, bilici olasın.
   Hikmet arayan hikmet kaynağı olur, tahsilden ve sebeplere teşebbüsten kurtulur.
   Bilgileri hıfzeden levh, bir Levh-i Mahfuz olur; aklı ruhtan nasiplenir, feyzalır.

1065. Önce aklı hoca iken, sonra akıl ona şakirt olur.
   Akıl; Cebrail gibi “Ey Ahmed, bir adım daha atarsam yanarım!
   Sen beni bırak, bundan sonra sen ileri yürü. Ey can sultanı! Benim haddim bu karardır” der.
   Tembellik yüzünden şükür ve sabırda mahrum kalan, ancak şunu bilir: Ayağını “cebir” tutmuştur. (Bana bunu Allahı vermiş demektedir).
   Cebir iddia eden, hasta değilken kendisini hasta göstermiştir. Nihayetle hastalık o kimseyi sıhhatten ayırmıştır.

1070. Peygamber, “Şakacıktan hastalanış gerçekten hastalık getirir ve o adam nihayet mum gibi söner gider” dedi.
   Cebir ne demektir? Kırık sarmak, yahut kopmuş damarı bağlamak.
   Mademki bu yolda ayağını kırmadın; kiminle alay ediyorsun, ayağını neye sardın?
   Çalışma yolunda ayağı kırılana derhal Burak geldi, ona bindi.
   Din emirlerini yüklenmişti, şimdi kendi bindi… Ferman kabul ediciydi, makbul oldu.

1075. Şimdiye kadar Padişahın fermanını kabul eder, o fermana uyardı, bundan sonra askere ferman verir!
   Şimdiye kadar talih yıldızı ona tesir ederken bundan sonra o zat yıldızı üzerine emredici olur.
   Eğer sen bundan şüphelenirsen o halde “Şakk-ı Kamer” den de şüphelisin.
   Ey gizlice heva ve hevesini tazeleyen kimse! İmanını tazele, ama yalnız dille olmasın.
   Heva ve heves tazelenip durdukça iman taze değildir. Çünkü heva, îman kapısının kilididir.

1080. Bakir sözü tevil etmişsin; sen kendini tevil et, Kur’an’ı değil.
   İsteğine göre Kur’an’ı tevil ediyorsun. Yüce mâna, senin tevilinden aşağılandı, aykırı bir şekle girdi!

                                         Sineğin gevşek tevilinin değersizliği

   * Senin ahvalin o tuhaf sineğe benzer ki o kendini bir adam sanırdı.
   * İçmeden kendi kendine sarhoş olmuş, zerresini, güneş görmüş.
   * Doğan kuşlarının öğüldüğünü işitmiş; “Şüphe yok ki ben vaktin ankasıyım” demişti;
   O sinek eşek sidiği birikintisindeki saman çöpünün üstünde gemi kaptanı gibi baş kaldırıp,
   “Ben, deniz ve gemi hikâyesini okumuş, bir zaman bunu düşünmüştüm.
   İşte şu deniz, şu gemi, ben de ehliyefli, rey ve tedbir sahibi bir kaptanın” dedi.

1085. Deniz üstünde salını sürüp durmaktaydı. O kadarcık bir su ona haddinden fazla göründü.
   O sidik, sineğe göre hudutsuzdu. Sinekte, onu olduğu gibi görecek göz nerede?
   Onun âlemi kendi görüşüne göre olur. Gözü, bu kadardır, denizi de ona göre!
   Bâtıl tevilci, sinek gibidir. Vehmi eşek sidiği, tevil ve tasavvuru saman çöpüdür.
   Eğer sinek kendi reyiyle saplandığı tevilden geçse, baht o sineği hümâ yapar.

1090. Bu ibret gözüne sahip olan sinek olmaz; ruhu, sûrete lâyık olmayacak derecede yüksek bir zat olur,

                                  Tavşanın geç gelmesinden aslanın incinmesi

   Aslanla pençeleşen o tavşan gibi. Onun ruhu, nasıl olur da küçücük cüssesine lâyık olur?
   Aslan, hiddetle: “Düşman, altadıcı sözlerle gözümü kapattı.
   Cebrîlerin hileleri beni bağladı, tahta kılıçları vücudumu yordu.
   Bundan sonra ben artık o gürültüyü dinlemem. Onlar hep şeytanların, gulyabanilerin sesleri!

1095. Ey gönül; durma, onları parçala, derilerini yüz. Zaten onlar deriden başka bir şey değildir!” diyordu.
   Deriden maksat nedir? Renk renk lâflar… su üstündeki, durmalarına imkân olmayan menevişler gibi.
   Bu söz deri gibidir, mâna onun içi; bu söz, ceset gibidir, mâna, can.
   Kötü iç’in ayıbını deri örter; iyi iç’i de gayret dolayısıyla Gayb âlemi.
   Kalemin rüzgârdan, kağıdın sudan olursa ne yazarsan derhal yok olur.

1100. Mânasız söz, su üstüne yazılan yazıdır. Ondan vefa umarsan iki elini ısırarak dönersin (pişman olur).
   Rüzgâr, insandaki heva ve arzudur. Heva ve hevesten geçersen Allahı’nın haberi karlı, ondan haber alırsın.
   Allahı’nın haberleri çok hoştu; çünkü baştan sona kadar ebedîdir.
   Peygamberlerin ululuğundan ve hutbelerinden gayrı padişahların hutbeleri, ululukları, adları, sanları değişir, baki kalmaz.
   Çünkü padişahların kuvvetleri hevadandır. Peygamberlerin icazetnameleri ise ululuk sahibi Allahı’dandır.

1105. Paralara padişahların adlarını kazırlar; Ahmed’in adını ise kıyamete kadar hâkkederler.
   Ahmed’in adı, bütün Peygamberlerin adıdır. Yüz ,elimizde olunca doksan da bizde demektir.

                                  Yine tavşanın hilesi ve gitmede gecikmesi

   Tavşan aslana gitmede epeyce gecikti. Yapacağı hileyi kendisince kararlaştırdı.
   Bir hayli geciktikten sonra aslanın kulağına bir iki sır söylemek üzere yola düştü.
   Akıl diyarında nice âlimler vardır! Bu akıl denizi ne kadar engindir!

1110. Bizim şu şeklimiz bu tatlı denizde su üzerinde kâseler gibi yüzer.
   İçi dolu olmadıkça kab, suyun yüzündedir. Dolunca denize batar.
   Akıl gizlidir, ortada bir âlem görünüp durur. Bizim şeklimiz; o denizin dalgasından, yahut ıslaklığından ibarettir.
   Sûret, o denize ulaşmak için neyi vesile ittihaz ederse etsin, deniz; sûreti, o vesile yüzünden daha uzağa atar.
   Gönül kendisine sır vereni; ok, kendisini uzağa atanı görmedikçe.

1115. Atımı kaybettim sanır, bindiği atı inat ve hırçınlıkla yolda hızlı hızlı koşturur!
   O yiğit, atını kaybolmuş sanır, bindiği atı inat ve hırçınlıkla koşturmuştur!
   O sersem bağırır, arar, tarar kapı kapı dolaşır, her tarafı arar, sorar:
   “Atımı çalan nerede, kimdir?” Efendi, şu uyluğunun altındaki mahlûk ne?
   Evet, bu attır; fakat bu at nerede? Ey at arayan yiğit binici, kendine gel!

1120. Can, apaçık olduğundan, pek yakın bulunduğundan görünmez. İnsan, içi su ile dolu, dışı kupkuru küp gibidir.
   Kırmızı, yeşil ve sarı… bu üç renkten önce ziyayı görmezsen bunları nasıl görürsün?
   Fakat senin akılın renkler içinde kaybolduğundan dolayı o renkler senin nurunu görmene engel oldu.
   Gece olunca o renkler örtüldü, o vakit rengi görmenin nurdan olduğunu görüp anladın.
   Haricî nur olmadıkça rengin görünmesi mümkün değildir. İçteki hayal rengi de böyledir.

1125. Dış renkleri güneş ve Süha yıldızının nuruyla görünür. İç renkleri ise yüce nurların aksiyle görünür.
   Gözünün nurunun nuru da gönüldür. Göz nuru gönüllerin nurundan meydana gelir.
   Gönül nurunun nuru da, akıl ve duygu nurundan olmayan, onlardan ayrı bulunan Allahı nurudur.
   Geceleyin nur yoktu, renkleri görmedin. Nurun zıddıyla tereddütsüz olarak bilirsin.

1130. Allahı; bu zıddiyetle gönül hoşluğu meydana gelsin, her şey iyice anlaşılsın diye hastalığı ve kederi yarattı.
   Şu halde gizli olan şeyler, zıddıyla meydana çıkar. Hak’kın zıddı olmadığından gizlidir.
   Evvelâ nura bakılır, sonra renge. Çünkü beyaz ve zenci, birbirine zıt olduğu için meydana çıkar.
   Sen nuru, zıddıyla bildin. Zıt, zıddı meydana çıkarır, gösterir.
   Varlık âleminde Hak nurunun zıddı yoktur ki açıkça görünebilsin.

1135. Hulâsa gözlerimiz onu idrak edemez; o bizi görür, idrak eder. Sen bunu, Mûsâ ile Tûr kıssasında gör!
   Sûretle mânayı; aslanla orman, yahut ses ve sözle düşünce gibi bil!
   Bu söz, bu ses; düşünceden meydana geldi. Fakat düşünce denizi nerede? Onu bilmezsin.
   Ama lâtif bir söz dalgası görünce onun denizinin de kadri yüce bir deniz olacağını anlarsın.
   Bilgiden düşünce dalgası zuhura gelince mâna, söz ve sesten bir sûret düzdü.

1140. Sözden bir şekil doğdu, yine öldü. Dalga kendini yine denize iletti.
   Sûret sûretsizliktençıktı, yine sûretsizliğe döndü. Zira biz yine Allahı’ya döneceğiz.
   Şu halde sen her göz açıp kapamada ölüyor, diriliyorsun. Mustafa “dünya bir andan ibarettir” buyurdu.
   Bizim fikrimiz havada bir oktur. Havada nasıl durur? Allahı’ya gelir.
   Her nefeste dünya yenilenir. Fakat biz, dünyayı öylece durur gördüğümüzden bu yenilenmeden haberdar değiliz.

1145. Ömür su gibi yeniden yeniye akıp gider. Fakat cesette bir daimîlik gösterir.
   Elinde hızlı hızlı oynattığın ucu ateşli bir sopa nasıl upuzun ve tek bir ateş hattı gibi görünürse ömür de pek çabuk akıp geçtiğinden daimî bir şekilde görünür.
   Ateşli çöpü sallasan ateş gözüne upuzun görünür.
   Bu ömür uzunluğunu da Allahı’nın tez tez halketmesindendir.
   Allahı’nın yeniden yeniye ve süratle halketmesi, ömrü öyle uzun e daimî gösterir.
   Bu sırrı bilmek isteyen, pek büyük ve derin bir âlim bile olsa (kendiliğinden bilemez, ona de ki: işte Husâmeddin buracıktadır. O yüce bir kitaptır ondan öğren)

                          Tavşanın aslan huzuruna gelmesi, aslanın ona kızması

1150. Aslanın kızgınlığı arttı, titizlendi. Baktı ki tavşan, uzaktan geliyor.
   Korkusuz ve çalımlı bir tavırla hiddetli, titiz, kızgın, suratı asık bir halde koşmakta.
   Çünkü mütessir ve zebun bir halde gelişten suçluluk anlaşılır. Ama cesurluk her türlü şüpheyi giderir.
   Aslanın hizasına yaklaşıp ilerleyince aslan bağırdı: “Bire adam evlâdı olmayan!
   Ben ki filleri parça parça etmişim; ben ki erkek aslanların kulağını burmuşum;

1155. Bir tavşan parçası kim oluyor ki böyle benim emrimi ayak altına atsın!
   Tavşan uykusunu ve gafletini bırak; ey eşek, bu aslanın kükreyişini dinle!”
 
                            Tavşanın mazeretini söylemesi ve aslana yaltaklanması

   Tavşan dedi ki: “Eğer efendimiz affederlerse aman dileyeceğim, mazeretim var.”
   Aslan “Ey ahmaklardan arta kalan, bu ne biçim özür? Padişahlar huzuruna bu zaman mı gelinir?
   Sen vakitsiz öten horozsun başını kesmeli. Ahmağın mazereti dinlenmez.

1160. Ahmağın özrü kabahatinden beter olur. Cahilin özrü her ilmin zehridir.
   Ey tavşan! Senin özründe bilgi yok. Ben tavşan değilim ki kulağıma sokasın” dedi.
   Tavşan “Padişahım, adam olmayanı da adam sırasına koy; zulüm görenin mazeretine kulak ver!
   Hele mevkiinin sadakası olarak yolunu şaşıranı kendi yolundan sürme!
   Bütün ırmaklara su veren deniz bile her çöpü başının üstünde taşır.

1165. Deniz, bu kereminden dolayı eksilmez; ihsanı yüzünden aşağılaşmaz” dedi.
   Aslan dedi ki: “Ben yerinde ve lâyık olana kerem ve ihsanda bulunurum; herkesin elbisesini boyuna göre biçerim.”
   Tavşan “Dinle, eğer lûtfa lâyık değilsem kahır ejderhasının önüne baş koydum, ne yaparsan yap!
   Ben kuşluk vakti yola düştüm, arkadaşımla padişahıma geliyordum.
   Arkadaşlarımla, senin için başka bir tavşanı da bana yoldaş etmiştiler.

1170. Bir erkek aslan, kulunuzun kanına kasdetti. Yolda, bu iki yoldaşa da sataştı.
   Ben ona “Biz padişahlar padişahının kuluyuz, o kapının iki küçük kapı yoldaşıyız” dedim.
   Dedi ki: “Utan be! Padişahlar padişahı dediğin kim oluyor? Benim huzurumda öyle her adam olamayanın adını anma!
   Eğer huzurumdan iki adım ileri atarsan seni de, padişahını da paramparça ederim.”
   “Beni bırak, bir kerecik daha padişahımın yüzünü görüp seni haber vereyim” dedim.

1175. Dedi ki: “Yoldaşını huzurumda rehin bırak; yoksa sen benim kanunumca kurbansın.”
   Ona çok yalvardık, hiç fayda etmedi. Yoldaşımı alıp beni yalnız bıraktı.
   Arkadaşım hem şişmanlık ve letafetçe, hem de güzellik ve irilik bakımından benim üç mislimdi.
   Bundan böyle o aslan tarafından bu yol kapanmıştır, böyle bir düşman yüzünden, Padişahım, yol bağlıdır.
   Bundan sonra tahsisattan ümidini kes. Ben doğru söylüyorum, doğru söz acıdır.

1180. Sana tahsisat lâzımsa yolu temizle. Haydi gel, o pervasızı oradan kaldır!” dedi.

                                 Aslanın tavşana cevap vermesi ve onunla gitmesi

Aslan dedi ki : “Bismillah, haydi gel bakalım, nerede o? Doğru söylüyorsan düş önüme!
   Onun da cezasını vereyim, onun gibi yüz tanesinin de. Fakat bu sözün yalansa seni cezalandırırım.”
   Tavşan; onu, kurduğu dolaba düşürmek için kılavuz gibi öne düştü.
   Nişan koyduğu bir kuyuya doğru yola çıktılar. Aslana derin bir kuyuyu tuzak yapmıştı.

1185. Her ikisi de kuyunun bulunduğu yere yaklaştılar. İşte sana hilebaz, saman altından su yürüten bir tavşan!
   Su bir saman çöpünü ovaya götürür ama bir dağı nasıl sürükler acaba?
   Onun hile tuzağı aslana kemenetti. Ne tuhaf tavşan ki bir aslanı avlıyor!
   Bir Mûsâ, Firavun’u askeriyle, başındaki kalabalıkla Nil nehrinde öldürür;
   Bir sivrisinek yarım kanadıyla pervasızca başın beynini yarar.

1190. Düşman sözü dinleyenin hali budur. Hasetçinin dostu olanın uğradığı cezayı gör!
   Hâmân’ı dinleyen Firavun’un, Şeytan’ı dinleyen Nemrûd’un hali budur.
   Düşman her ne kadar dostça söylerse de, her ne kadar taneden, yemden bahsederse de sen onu tuzak bil!
   Sana şeker verirse sen bunu zehir bil, bir lûtufta bulunursa onu kahır bil!
   Kaza gelince kabuktan başka bir şey göremez, düşmanları dostlardan ayıramazsın.

1195. Böyle olunca yalvarmaya başla, ağlayıp inlemeye, tesbihe, oruca devam et!
   “Rabbim, sen gaipleri bilirsin. Günahtan dolayı bizden intikam alma” diye yalvar, yakar!
   “Ey aslanları yaratan! Eğer biz bir köpeklik etmişsek bu pusudan bizim üstümüze aslanı saldırma!
   Güzel suya ateş şeklini, ateşe de su letafini verme!” diye niyaz et!
   Yarabbi, sen kahır şarabıyla insanı sarhoş edersen yok olan şeylere varlık sûretini verir, onları var gibi gösterirsin.

1200. Sarhoşluk nedir? Taşı gevher, yünü yeşim taşı görecek derecede gözün bağlanması, görmemesidir.
   Sarhoşluk nedir? Ilgın ağacı göze sandal ağacı görünecek kadar duyguların değişmesidir!

                  Kaza gelince aydın gözlerin bile bağlanacağını bildiren Süleyman hikâyesi

Süleyman’ın büyük divan çadırı kurulunca bütün kuşlar huzuruna geldiler.
   Onu, kendilerinin dilini anlar, sırrını bilir bir zat bulup huzuruna canla, başla bir bir koştular.
   bütün kuşlar, cik cik ötmeyi bırakmışlar; kardeşinin seninle konuşmasından daha fasih bir surette Süleyman’la konuşmaya başlamışlardı.

1205. Aynı dili konuşma, hısımlık ve bağlılıktır. İnsan yabancılarla kalırsa mahpusa benzer.
   Nice Hindli, nice Türk vardır ki dildeştirler. Nice iki Türk de vardır ki birbirlerine yabancı gibidirler.
   Şu halde mahremlik dili, bambaşka bir dildir. Gönül birliği dil birliğinden daha iyidir.
   Gönülden sözsüz, işaretsiz, yazısız yüz bimlerce tercüman zuhur eder.
   Kuşların hepsi, bütün sırlarını, hünerlerine, bilgi ve işlerine ait şeyleri.

1210. Süleyman’a birer birer apaçık söylüyorlar, kendilerini bildirmek ve tanıtmak için öğünüyorlardı.
   Bu öğünmek kibirden, varlıktan dolayı değildi. Her kuş, onun huzuruna varsın, yakınlarından olsun diye öğünüyordu.
   Bir kul, bir efendiye kul olmak dilerse hünerinden bir miktarını ona arzeder.
   Fakat o efendi tarafından satın alınmayı istemezse kendisini hasta, sağır, çolak ve topal gösterir.
   Hüthüdün hünerini arzetme sırası geldi; sanatını ve düşüncelerini bildirme nöbeti erişti.

1215. Dedi ki: “Ey Padişah, en küçük bir hünerimi kısaca arzedeyim. Kısa söylemek daha iyidir.”
   Süleyman “Söyle bakalım, o hangi hünerdir?” dedi. Hüthüt, “Gayet yükseklerde uçtuğum zaman,
   Havadan bakınca yerin tâ dibindeki suyu görürüm.
   O su nerededir, derinliği ne kadardır, rengi nedir, topraktan mı kaynıyor, taştan mı? Hepsini görür, bilirim.
   Ey Süleyman! Ordu kurulacak yeri tâyin etmek üzere beni sefere beraber götür” dedi.

1220. Süleyman da “Ey iyi yoldaş! Susuz ve uçsuz bucaksız çöllerde sen bize arkadaş ol; bu suretle su bulur, seferde yoldaşlara saka olursun” dedi.
   
                                    Karganın, Hüthüt’ün dâvasını kınaması

   Karga, bunu işitince hasedinden ilerleyip Süleyman’a “Hüthüt aykırı ve kötü söyledi.
   Padişah huzurunda söz söylemek, edebe aykırıdır. Hele yalan ve olmayacak söz olursa.
   Eğer onun böyle bir görüşü olsaydı bir avuç toprak altındaki tuzağı nasıl görmezdi?
   Nasıl olur da tuzağa tutulurdu, nasıl olur da ümitsiz bir halde kafese girerdi?” dedi.

1225. Bunun üzerine Süleyman dedi ki: “Ey Hüthüt! Daha ilk kadehte böyle bulunman lâyık mı, akla sığar mı?
   Ayran içen! Kendini nasıl oluyor da sarhoş gösteriyor, huzurumda sonu yalan çıkacak bir söz söylüyorsun?”

                                   Hüthüt’ün karganın kınamasına cevap vermesi

Hüthüt dedi ki: “Padişahım, Allah aşkına bu çıplak yoksul hakkında düşmanın söylediği sözü dinleme!
   Eğer ettiğim dâva yalansa işte başımı koydum, boyumu vur! Kaza hükmünü inkâr eden karga, binlerce aklı olsa yine kâfirdir.

1230. Sende “kâfirler” sözünden bir “kef” harfi, küfür sıfatlarından bir sıfat bulunsa kadının ferci gibi şehvet yerisin, pis pis kokarsın.
   Eğer kaza gözümü ve aklımı kapatmazsa ben tuzağı havada da görürüm.
   Fakat kaza gelince bilgi, uykuya dalar, ay kararır, gün tutulur.
   Kazanın bu çeşit hilesi nadir midir ki? Kaza ve kaderi inkâr edenin inkârı bile, bil ki kaza ve kaderdendir.”

     Âdem Aleyhisselâm’ın hikâyesi, açıkça emre uyup tevili terk etmede gözünü kaza ve kaderin bağlaması

   “Allemelesmâ” ya bey olan, her damarında yüz binlerce ilim bulunan insanlar atası,

1235. Her şeyin adını, nasılsa öylece bilmiş sonunda ne olacaksa sonuna kadar da agâh olmuştu.
   O, eşyaya ne lâkap verdiyse değişmemiştir; çevik dediği tembel çıkmamıştır.
   Sonunda mümin olacak kimseyi önceden gördü; sonunda kâfir olacak adam da ona belli oldu.
   Her şeyin adını, bilenden işit; “Allemelesmâ” remzinin sırrını duy!
   Bize göre her şeyin adı, görünüşüne tâbidir; nasıl görünüyorsa biz, ona öyle deriz. Fakat Allahı’ya göre içyüzüne, hakikatine tâbidir.

1240. Mûsâ’ya göre sopasının adı asâ; Yaratan yanında ejderha idi.
   Bu âlemde Ömer’in adı puta tapındı; halbuki tâ “Elest” te onun ismi mümindi.
   Bizim yanımızda adı meni olan şey, Hak yanında şu benlikle zahîr olan sûretti.
   Bu meni, yokluk âleminde vardı; eksiksiz, artıksız aynen Allahı’nın ilminde mevcuttu.
   Hâsılı Allahı indinde sonumuz ne olacaksa hakikatte adımız o olmuştur.
 
1245. Allahı, insana âkıbetine göre bir ad koyar. Halkın taktığı ödünç ada göre değil!
   Âdem’in gözü Allahı’nın pâk nuru ile gördüğünden adların hakikati ve içyüzü ona ayan oldu.
   Melekler onda Hak nurunu görüce hepsi, ona yüzüstü secdeye vardılar.
   Adını andığım şu Âdem’i kıyamete kadar öğsem, vasıflarını saysam yine öğmekten âcizim!
   Âdem bunların hepsini bildi. Fakat kaza gelince nehyi bilme yüzünden hataya düştü.

1250. Acaba bu nehiy, haram olduğundan mıdır, yoksa korkutmak için mi?
   Gönlünce tevili üstün tutunca kendisi hayretteyken tabiatı, buğdaya doğru koştu.
   Bahçıvanın ayağına diken batınca hırsız fırsat buldu, esvabını çalıp kaçtı.
   Âdem hayretten kurtulup tekrar yola gelince gördü ki hırsız eşyayı iş yerinden götürmüş!
   “ Rabbena İnnâ zalemnâ” deyip âh etmeye başladı. Yani “karanlık bastı, yol kayboldu” dedi.

1255. Bu kaza, güneşi örten bir buluttur. Aslan ve ejderha bile ondan feryat ve figan etmektedir.
   “Kaza ve kader zuhur edince bir tuzağı bile görmüyorsam bo yolda cahil olan yalnız ben değilim ya!”
   Zorlamayı bırakıp feryad ü figana koyulan kişi me kutlu kişidir; o, iyi bir işe sarılmıştır.
   Eğer kaza, seni gece gibi sararsa sonunda yine elinden tutacak odur;
   Yüz kere canına kasdederse yine sana can veren derdine derman olan kazadır.

1260. Bu kaza yüz kere yolunu kesse de yine senin çadırını göklerin üstüne kurar.
   Seni eminlik mülküne götürmek için bu korkutmasını inayet bil!
   Bu sözün sonu gelmez, söz de uzadı. Sen tavşanla aslan hikâyesini dinle!

                       Kuyuya yaklaşınca aslanın yanında, tavşanın geri çekilmesi

   Kuyu yanına gelince aslan, tavşanın geri kaldığını gördü.
   Dedi ki: “Niçin ayağını geri çektin. Ayağını geri çekme, ileri gel!”

1265. Tavşan “Ayağım nerede? Elim ayağım kesildi. Canım tir tir titriyor, yüreğim yerinden oynadı.
   Yüzümün rengini görmüyor musun? Altın sarısı gibi. Rengim, ne halde olduğumu bildiriyor.
   Allahı yüze “bildirici” demiştir. Onun için âriflerin gözü, yüze dalmış, kalmıştır.
   Renk ve koku, çan gibi haber verir; atın kişnemesi, atın mevcudiyetini bildirir.
   Eşeğin sesini, kapının sesinden fark edesin diye her şeyin sesi, o şeyi haber verir.

1270. Peygamberinsanları ayırtetmek hususunda “insan, sözünde gizlidir” dedi.
   Yüzün renginde gönül halinden bir nişan vardır. Bana acı, sevgi kalbinde tut!
   Kırmızı yüz, sahibinin refah ve saadetine delâlet eder, sarı yüz, sahibinin meşakkat ve belâ içinde olduğunu bildirir.
   Elimi, ayağımı alana, yüzümün rengini uçurana, kuvvetimi giderene, çehremi bozana uğradım.
   Önüne geleni kırma, ağaçları kökünden, dibinden söküp çıkarana sataştım.

1275. Adamları, hayvanları, cemadat ve nebatatı mat edene rastladım.
   Bunlar cüziyattır, külliyatın da onun yüzünden renkleri sararmış, kokuları bozulmuştur.
   Cihan; gâh sabredip gâh şükrettikçe bağlar, bahçeler, gâh giyinir, gâh çırçıplak kalır;
   Güneş, ateş renginde doğmuşken diğer bir saatte baş aşağı batar;
   Göklerde pırıldıyan yıldızlar; zaman zaman ihtiraka uğrarlar;

1280. Güzellikte yıldızlardan daha parlak olan ay da ince ağrıya tutulup hilâl olur;
   Çok sakin ve edepli olan bu yeri de sarsıntı sıtmaya düşürür;
   Nice dağlar, bu ansızın gelen felâketten dolayı yeryüzüne kumlar gibi dağılıvermişlerdir!
   Ruhla eş olan hava bile kaza baş gösterince veba kesilir, ufunetlenir:
   Ruhun kızkardeşi olan lâtif su, bir gölcükte sarı, acı ve bulanık bir hale gelir;

1285. Azametli ve kibirli ateşi bile bir yel söndürüverir!
   Denizin halini de ıstırabından, coşkunluğundan anla, aklının değişik durduğunu, kalıptan kalıba girdiğini bil!
   Allahı rızasını arayıp duarn başı dönmüş feleğin hali de oğullarının hali gibidir:
   Gâh en altta, gâh ortada, gâh en tepede. Onda da bölük bölük kutlu ve yomsuz zamanlar var!
   Ey külliyat ile karışmış olan, ey insan! Basit cisimlerin halini de kendinden kıyas et!

1290. Külliyatın böyle hastalıkları, böyle dertleri olunca onların cüzülerinin yüzü nasıl sararmaz?
   Hele birbirlerine zıt olan şeylerden; su, toprak, ateş ve yelden meydana gelmiş cüzü…
   Koyunun kurttan kaçmasına şaşaılmaz; şaşılacak şey, bu koyunun kurda gönül vermesidir!
   Sağlık, zıtların sulhüdür; aralarında savaşın başlamasını da ölüm bil!
   Allahı’nın lûtfu, bu aslanla yaban eşeğine, bu iki zıdda, vefakârlık hususunda bir ülfet vermiştir.

1295. Dünya hasta ve mahpus olunca, hastanın fâni olmasına şaşılır mı?”
   Tavşan aslana bu çeşit nasihatler verip “Ben bu sebepler yüzünden geriledim” dedi.

Tavşanın ayağını geri çekmesindeki sebebi, aslanın ciddiyetle sorması

   Aslan dedi ki: “Sen bu sebepleri bırak da şu geriye çekilmenin sebebini söyle, benim maksadım o.”
   Tavşan, “O aslan, bu kuyuda oturuyor; bu kalenin içinde bütün âfetlerden emin!” dedi.
   Aklı olan kimse oturmak için kuyu dibini seçmiştir. Çünkü gönül sefaları halvetler.

1300. Kuyunun karanlığı, halkın verdiği karanlıklardan daha iyidir. Halkın ayağını tutan, halkla karışıp görüşen; başını kurtaramamış, selâmete erişememiştir.
   Aslan “İleri yürü. Benim açacağım yara, onu kahreder, bir bak, o aslan oarad mı? “ dedi.
   Tavşan “Ben o ateşten bir kere yanmışım. Sen beni kucağına alırsan,
   Ey kerem madeni, ancak o vakit yardımınla gözümü açar, kuyuya bakabilirim” dedi.

                         Aslanın kuyuya bakıp kendinin ve tavşanın aksini görmesi

   Aslan onu kucağına aldı. O da aslanın himayesinde kuyuya kadar vardı.

1305. Kuyunun içine, suya bakınca aslanın ve onun aksi, sı içinde parıldadı.
   Aslan su içinde parıldayan aksini gördü. Suda bir aslan şekliyle kucağında şişman bir tavşan şekli gördü.
   Su içinde düşmanını görünce, tavşanı bırakıp kuyu içine sıçradı.
   Kendi kazdığı kuyuya kendi düştü. Çünkü yaptığı zulüm, kendi başına geldi.
   Zalimlerin zulmü karanlık bir kuyudur; bütün âlimler böyle dediler:

1310. Daha ziyade zalim olanın kuyusu, daha korkunçtur. Adalet “daha kötüye, daha kötü ceza verilir” buyurmuştur.
   Ey zulümle bir kuyu kazan! Sen kendin için tuzak hazırlıyorsun.
   İpekböceği gibi kendi etrafını örme; kendine kuyu kazarsan bari kararlıca kaz!
   Zayıfları sen yardımcısız, kimsesiz sanma; Kur’an’dan “İZa câe nasrullah” ı oku
   Sen filsen, düşmanın senden ürkmüşse sana ceza olarak işte ebabil kuşu gelip çattı.

1315. Yerde bir zayıf aman dilerse, gökyüzü askerleri birbirlerine karışırlar.
   Sen birisini dişinle ısırıp ta kan içinde bırakırsan diş ağrısına tutulunca ne yaparsın?
   Aslan, kuyuda kendisini görünce hiddetinden o anda kendini düşmanından ayırt edemedi.
   Kendi aksini kendi düşmanı sandı, hulâsa, kendisine kılıç çekti.
   Ey adam! İnsanlarda gördüğün birçok zulümler, senin huyundur; sen, kendi huyunu onlarda görüyorsun.

1320. Senin varlığın, nifakın, zulmün, gafletin onlara aksetmiştir.
   Sen o sun, sen kendini yaralamaktasın. O anda lânet ipliğini kendine, kendin dokuyorsun!
   O kötülüğü sen kendinde açıkça görmüyorsun. Görsen kendine kendin, candan düşman olurdun.
   Ey ahmak! Kendine saldıran o aslan gibi sen de kendine saldırıyorsun.

1325. Ahlâkının künhüne erişir, hakikatını anlarsan o adam olmamazlığın senden olduğunu bilirsin.
   Aslan; başka bir aslan gibi görünen şeklin, kendi aksinden ibaret olduğu kuyu dibinde zâhir oldu.
   Bir zayıfın dişini söken, o ters gören aslanın işini işlemektedir.
   Ey başkasının yüzünde kötü bir ben gören! Gördüğün kendi beninin aksidir, ondan nefret etme!
   “Müminler birbirinin aynasıdır.” Bu haberi Peygamber’den rivayet etmediler mi?
   Gözünün önüne gök renkli bir cam koymuşsun, o sebepten âlem sana gök görünüyor.

1330. Kör değilsen bu körlüğü kendinden bil. Kendine kötü de, başkasına deme!
   Eğermümin, Allahı nuruyla bakmamış olaydı; gaip mümine bütün çıplaklığıyla nasıl görünürdü?
   Fakat sen Allahı nuruyla değil, Allahı ateşiyle baktığından kötülükte kaldın, iyilikten gafil oldun;
   *İyiliği kötülükten ayırt edemedin, kötülükten de gafil oldun, iyilikten de.
   Ey gama, kedere dalmış adam! Azar azar ateşe nur serp ki ateşin nura dönsün.
   Ya Rabbi, sen de o tertemiz suyu serp de âlemin şu ateşi tamamıyla nur olsun.

1335. Denizin suyu hep ferman altındadır; ya Rabbi su da senindir, ateş de!
   Sen istersen ateş, lâtif su olur; dilemezsen su bile ateş kesilir.
   Bizim şu niyazımızı a yine sen ilham etmektesin. Zulümden kurtulmamız, senin ihsanındır.
   Sen bize bu isteği, biz istemeksizin verdin, hadsiz, hesapsiz ihsanlarda bulundun.

                    Tavşanın, av hayvanlarına “aslan kuyuya düştü” diye müjde götürmesi

Tavşan kurtulduğunda sevinerek ovaya, av hayvanlarına koştu.

1340. Aslanın kuyuda öldüğünü görünce çayıra doğru döne oynıya gitmekteydi.
   Ölümün pençesinden kurtulduğundan ayağı yerden kesilmiş, sevinmiş, el çırpmakta, dallar, yapraklar gibi yeşermiş neşelenmiş, oynamaktaydı.
   Dallar, yapraklar, toprak hapsinden kurtulunca başlarını yükseltir, rüzgârın eşi, arkadaşı olurlar.
   Yapraklar, daldaki tomurcukları yarıp çıkınca ağacın tâ üstüne çıkarlar.
   Her meyva ve her yaprak, tomurcuğunun diliyle Allahı’nın şükrünü terennüm eder;

1345. Bizim aslımızı, ihsan sahibi Allahı yetiştirdi, nihayet ağaç kalınlaştı, doğrulup yükseldi de.
   Su ve çamur içinde olan canlar da bataklıklardan, su ve çamurdan kurtulunca gönülleri sevinç dolu bir halde.
   Allahı aşkının havasında raksederler; ayın on dördü gibi noksansız ve tam bir hale gelirler.
   Tenleri oynayıp durur, ya canları ne haldedir? Sorma! Tamamıyla can olanlara gelince: onları hiç sorma (anlatmağa imkân yok!)
   Tavşan, aslanı zindana soktu. Aslan için ne ayıp şey; bir tavşancıktan geri kaldı!

1350. Böyle bir ayba sahip olduğu halde şaşılacak şey şurasıdır ki bir de kendisine Fahreddin lâkabını takmalarını ister!
   Ey kişi! Sen, bu dünya kuyusunun dibinde mahpus kalan bir aslansın. Tavşan gibi olan nefsin, seni nasıl kahretti?
   Senin tavşan nefsin sahrada yeyip içmekte, zevk ve sefa etmekte. Sen ise şu dedikodu, bahis ve münakaşa kuyusunun dibindesin!
   O aslan avcısı tavşan, av hayvanlarının bulunduğu yere koşup “birbirinizi muştulayın. Size müjdeci geldi.
   müjde, ey zevk u sefaya dalmış olanlar! Müjde ki o cehennem köpeği, geldiğ cehenneme gitti.

1355. Müjde! Allahı o can düşmanının dişlerini söktü!
   Pençesiyle nice başalr ezen düşmanı, ölüm süpürgesi çerçöp gibi süpürdü, gitti” dedi.

                           Av hayvanlarının tavşanın etrafına toplanıp onu öğmeleri

O zaman, bütün hayvanlar, sevinçli bir halde gülüp oynayarak, onun yüzünü öptüler,
   Etrafına halka oldular. O, çırağ gibi ortalarındaydı. Bütün sahradakiler, ona secde ettiler.
   “Sen gökten inen bir melek misin, yoksa peri misin? Hayır, ne meleksin, ne peri! Sen ,erkek aslanların Azrâilisin

1360. Ne olursan ol; canımız sana kurban olsun! Ona galip geldin, elin, kolun sağ olsun!
   Allahı bu suyu, senin arkından akıttı; eline, koluna aferin!
   Bir daha söyle! Onu hile ile nasıl inandırdın; o zalimi, düzenle nasıl kahrettin?
   Bir daha söyle ki hikâyen dertlere derman, canlara merhem olsun!
   Bir daha söyle ki o sitemkârın zulmünden canlarımızda yüz binlerce yaralar var” dediler.

1365. Tavşan dedi ki: “Ey ulular! Allahı yardım etti, yoksa dünyada bir tavşan kim oluyor ki?
   Koluma kuvvet, kalbime kudret verdi; cenneti, huriyi kucağıma attı.
   Üstünlükler, Hak’tan gelir, hallerin değişmesi de ondandır.

                    Tavşanın av hayvanlarına “buna sevinmeyin” diye nasihat etmesi

   Hak; bu kuvvet kudreti zan ve yakîn ehline nöbetle göstermektedir:
   Ey ikbal nöbetine erişen! Kendine gel, sevinme! Sen nöbetle mukayyetsin, hürlük taslama!

1370. Saltanatı nöbetten üstün olan, ikbali ebedî bulunan nöbet davulunu yedi yıldızdan üstün bir yerde çalarlar.
   Nöbetten üstün olanlar, bâki padişahlardır; onlar daima ruhlara sâkidir.
   Bir iki gün su içmeyi terk edersen ağzını ebediyet şarabına daldırır, o hakikat şarabını içersin

                     “ Küçük muharebeden büyük muharebeye döndük “ sözünün tefsiri

   Ey padişahlar! Dışarıdaki düşmanı öldürdük; içimizde ondan beter bir hasım var.
   Bunu öldürmek, aklın fikrin işi değil. İçerideki aslan; öyle tavşan maskarası olmaz.

1375. Cehennem, bu nefistir; cehennem, bir ejderhadır ki harareti denizlerle eksilmez.
   Yedi denizi içer de yine kocakarıya benzeyen nefsin harareti ve coşkunluğu azalmaz.  
   Taşlar, taş yürekli kâfirler; ağlayıp inleyerek mahcup bir halde cehenneme girerler.
   Hak’tan ona şu nida gelmedikçe bu kadar azaba da kanaat etmez:
   “Doydun mu” denir. O, kurt ve sırtlan gibi “Hayır, doymadım” der. İşte sana ateş, işte sana hararet!

1380.Bütün bir âlemi, bir lokma edip yutar da yine midesi “Daha fazla yok mu” diye bağırır.
   Nihayet Hak, onun üstüne Lâmekân âleminden ayağını koyar da işte o vakit derhal sakinleşir.
   Bizim nefsimiz de cehennemin bir parçasıdır. Onun için cüzüler daima küllün tabiatındadır.
   Nefsi öldürecek ayak da ancak Hak’kın ayağıdır. Zaten nefsin yayını Hak’tan gayrı kim çekebilir?
   Yaya ancak doğru ok koyarlar. Bu yayın ters ve eğri okları da vardır.

1385. Ok gibi doğru ol da yaydan kurtul! Çünkü her doğru okun, yaydan fırlayacağına şüphe yok.
   Dış savaşından kurtulunca iç savaşına yüz tuttum.
   Biz şimdi küçük muharebeden döndük; Peygamber’le beraber büyük muharebedeyiz.
   Allahı’dan denizleri yaran bir kuvvet isterim ki bu Kaf dağını iğne ile yerinden koparıp atayım.
   Şunu bil ki safları bozup dağıtan aslanla savaşmak kolaydır, asıl aslan, nefsini mağlup edendir. “
   *Bunun hakkında sen bir hikâye dinle de sözümden hisse al:

      Rum Kayseri elçisinin, Emîrülmü’minin Ömer’e – Allahı ondan razı olsun – gelip Ömer’in  kerametini görmesi

1390. Rum Kayseri’den, Medine’de Ömer’e uzak çölleri aşarak bir elçi geldi.
   Medine halkına “Halifenin köşkü nerededir ki atımı, eşyamı oraya çekeyim” dedi.
   Halk, dedi ki: “Onun köşkü yok; Ömer’in köşkü, ancak aydın canıdır.
   Gerçi emir diye adı sanı duyulmuşsa da onun, yoksullar gibi ancak bir kulübeciği var.
   Kardeş, onun köşkünü nasıl görebilirsin? Gönül gözünde kıl bitmiş!

1395. Gönül gözünü kıldan ve hastalıktan arıt, sonra köşkünü görmeyi gözet.
   Kimin canı, heveslerden arınmışsa derhal tertemiz Allahı tapusunu, Allahı dergâhını görür.
   Muhammed, bu ateşten, bu dumandan temizlendiğinden nereye yüz çevirse orada Allah cemalini gördü.
   Seni kötülüğe sevk eden vesveselere yoldaş oldukça “Semme vechullah”ı nasıl bilebilirsin?
   Kimin kalbinde kapı açılırsa gönül göğünde yüzlerce güneş görür.

1400. Yıldızların içinde ay nasıl görünürse başkaları arasında Allahı da öyle görünür.

AÇIKLAMALAR  ( Beyitler  701 - 1400 )

B. 711. Fetâ, yiğit, delikanlı ve cömert mânalarına gelir. Orta çağlarda Anadoluda ve bütün müslüman memleketlerinde iktisadî bir teşekkül olan Ahilik'te "Fütüvvet" yani cömertlik esastır. Bu mesleği, anane bakımından Ali'ye götürürlerdi. Zaten Ali hakkında "La seyfe illâ Zülfekar ve la fetâ illâ Ali" yani, yiğit ve cömert ancak Alidir, kılıç da ancak onun kılıcı olan Zülfekardır diye de bir söz vardır.

B. 741. Kur'an'ın 85 inci suresi olan ve "Burçları olan göke andolsun" diye başlıyan "Buruc" suresinde, 796 ncı beyitten 811 inci beytin sonuna kadar olan iki bahis, anlatılmaktadır.

B. 746. Sûr, boynuzdan yapılma nefir, boru demektir. Ulu meleklerden İsrafil, kıyamette sûru üfürecek, herkesin ruhu cesedinden çıkacak ve kıyamet kopacak, ikinci sûr üfürülünce ruhlar, cesetlere girecek ve herkes dirilecektir. Sûr üfürülmesi, kıyamet mânasını ifade eder.

B. 747. "Sonra Kur'an'ı kullarımızdan seçtiğimiz kişilere miras olarak verdik..." (sure: 65 — Fâtır, âyet: 32). Bu beyitteki "Evrensel kitap — kitabı miras olarak verdik" sözü bu âyetten alınmadır.

B. 751 - 753. Eskiden yıldızların dünyaya ve dünyadakilere tesir ettikleri kabul edilirdi. Âlemin merkezi olan arzın etrafında sırasiyle "Kamer, Utarit, Merih, Şems, Zühre, Müşteri, Zühal" vardır. Bunlara "Seb-a-i Seyyare — Yedi dönen ve yürüyen yıldız" denirdi. Bunlardan Zuhal, hayırsız, yömsüz bir yıldız olduğundan ve hayırlı olduğu zaman pek az bulunduğundan "Nahs-i Ekber — En büyük hayırsız yıldız" adını almıştı. Merihe de hayırsız olmakla beraber hayırlı zamanlan da bulunduğundan "Nahs-ı Asgar — küçük hayırsız yıldız" adı verildi. Bunların ikisine birden "Nahseyn — iki uğursüz, hayırsız yıldız", bunlara karşılık Müşteri ile güneşe de "Sa'deyn — iki uğurlu, hayırlı yıldız" denirdi. Müşterinin kutsuz saati az olduğundan "Sa'd-i Ekber — en büyük hayırlı, uğurlu kutululuk yıldızı", güneşin kutsuz, saatleri bulunduğundan güneşe de "Sa'd-i Asgar — uğurlu küçük kutluluk yıldızı" denirdi. Öbür yıldızlar bazan. kutlu, bazan kutsuz sayılırdı. Bu yedi yıldızın her biri haftanın bir gününe hâkim olduğu gibi yirmi dört saatten her saatte sırasiyle bir yıldızın hâkim olduğu kabul edilirdi. Bir saate hangi yıldız hâkimse o saatte o yıldızın tabiatına uygun olan iş rasgelirdi. Onun için işlerde muvaffakiyet elde etmek üzere her iş, o işe uygun yıldızın zamanında yapılırdı. Aynı zamanda bir çocuk doğunca "İlm-i Nücum — yıldız bilgisi" ile uğraşanlar, o anda gökyüzünün haritasını yaparlar, yıldızların vaziyetlerine-göre yedi yıldızdan hangisinin hâkim olduğunu bulurlardı ki bu hâkim yıldız, çocuğun yıldızı sayılır,
o yıldızın gökteki vaziyetlerine göre o adamın maddî hayatında inkılâplar olur, sanılırdı. Kozmoğrafyamn bu çocukça, telâkkisine "Astroloji" derler. Mevlâna'nın bu beyitlerinde. Astronomi bildiği fakat meselâ 540 ıncı beyitten ve burada 574 üncü beyiten itibaren on beyitten, yine üçüncü cildin başlangıcından da Astroloji'ye ehemmiyet vermediği anlaşılmaktadır.

B. 754. İhtirak ve Nahis: ihtirak, ay müstesna olmak üzere diğer yıldızların güneşle bir derecede bulun-malardır. Nahis, kutsuz, bir yıldızın hâkim olmasına denir. İkisi de Astroloji'ye göre kötüdür.

B. 755. Yedi yıldızın bulunduğu her gök, bir kattır. Bu suretle yedi kat gök vardır. Bu yedi kat gökü kuşatan gökte sabiteler, yani burçlar vardır. Bu gökü de bir kat gök kaplar ki bu gökte hiçbir şey yoktur. Onun. için bu göke "Atlas" denir. Bu suretle yedi kat gök dokuz olur.
751-753 üncü beyitlerin izahına bakınız.

B. 756. Kur'an'ın 15 inci suresi olan Hicr suresinin 16-18 inci âyetlerinde göklerin yıldızlarla; süslendiği ve şeytanların göklere çıkması menedildiği anlatılıp "Meleklerden haber çalmak üzere göklere çıkmak istiyen şeytanı da ardından apaçık bir şahap gelip yakar" denmektedir.

B. 759. "Şüphe yok ki kalpler. Allahı parmaklarından iki parmak arasındadır, onları dilediği gibi çevirir" hadîs (Feyz-al Kadir II. 379).

B. 760-762. "Allahı, halkı karanlıkta yarattı, sonra onlara nurunu saçtı. Bu nur, kime rasladıysa o, bugün doğru yolu bulmuştur. Kime raslamadıysa doğru yoldan sapmıştır" hadîs (Feyz-al Kadir II 230).

B. 764. "İnsanın alacası içinde, hayvanın alacası dışında" diye söylenegelen meşhur Türk ata sözünü hatırlatmaktadır.

B. 766. Kur'an'm 2 nci suresinin (Bakara 138 inci âyetinde "Allahı boyası. Allahıdan daha iyi renk veren, boyıyan kim var? Biz, ona ibadet edenleriz" denmektedir.

B. 779. "Şüphe yok, cehennem onların hepsinin buluşacağı yer. Cehennemin yedi kapısı var, her kısım cehennemlik bir kapıdan girer" (sure: 15 — Hicr, âyet: 42-43).

B. 813. Min Ledün, 224 üncü beytin izahına bakınız.

B. 829. Şaman: Kafiye dolay isiyle semen tarzında okunması lâzım gelen bu kelime Rudegi, Sa'dî, Selman, hattâ Firdevsî'de puta tapan mânasına kullanılmaktadır. Mevlâna'da da geçen bu söz, Türkçe midir, şamanizm ruhanilerine verilen bir ad mıdır. Erbabı incelesin.

B. 856. Şeybân-ı Râî: Ulu arif ve zahitlerdendi. Gazâlî, "İhyâ-al Ulûm" da Şafiî'nin bu zatın huzurunda mektep çocuğu gibi oturduğunu, hattâ ona suallerde bulunduğunu, bu hali görüp şaşanlara "O Allahı bilgisine mazhardır" dediğini kaydediyor. Cuma namazına giderken, güttüğü sürünün etrafına bir çizgi çekermiş, Mevlâna'nın anlattığı gibi koyunlar bu çizgiden dışarı çıkamadığı gibi kurt da içeri giremezmiş. Mısır'da ölmüş. Şafiî'nin mezarı yanına gömülmüştür (Abdurrauf-al Menavi. Al Kevâkib-al Dürriyye fî Terâcim-al sâdât-al Sofiyye. Kahire 1357, 1938, s. 123-124). Abu Naim-al Isfehâni de Hilyet-al Evliya ve Tabekat-al Asfiyâ'sında bu. zattan bahseder (Kahire 1338. 1922. VIII. 317).

B. 863. Musa Peygamber, İsrailoğullarını Mısırdan çıkardıktan .sonra Şapdenizi'nin kıyısına gelmişler, Musa asâsiyle denize vurmuş. Deniz bölünmüş, ortadan açılan on iki yoldan İsrailoğullarınm on iki kabîlesi geçmişti. Firavun, askeriyle peşlerine düşmüş, denize açılanı yollara dalmışlar, bu sırada deniz kavuşmuş, hepsi boğulmuşlardı. Tevrat'ta uzun uzadıya anlatılan bu vak'a. Kur'an'ın birçok surelerinde (Meselâ 20 nci surede — Tâhâ, âyet: 76. 77 ve 26 ncı surede — Şuarâ. âyet: 63-67)  anlatıldığı gibi Mesnevi'nin de birçok yerlerinde geçer.

B. 864. Karun: Musa'nın kavminden ve bir rivayete göre amcası olan bu zat pek zenginmiş. Hazinelerinin anahtarlarını kırk tane güçlü kuvvetli adam güçlükle taşırmış. Böyle olduğu halde zekât vermediğinden Allahı, hazineleriyle beraber kendisini de yere batırmış. (28 inci sure — Kasas, âyet: 76-82).

B. 865. İsa Peygamber’in toprağı kuş şeklinde yoğurduğu, sonra ona üfleyince canlanıp kuş olduğu, anadan doğma körlerin gözlerini açtığı alaca illetine-tutulmuş olanları iyileştirdiği ve ölüyü dirilttiği bildirilmektedir (sure: 5 — Mâide. âyet: 110).

B. 877. Hâviye, cehennem demektir. Kur'an'ın. 101 inci suresi olan Karia suresinin 8 -11 inci âyetlerinde "Fakat kimin terazisinde iyilikleri hafif gelirse yeri Hâviyedir. Hâviyenin ne olduğunu sana kim anlattı? O. çok pek çok yakıcı bir ateştir" denmektedir.

B. 879. Erkân: direkler, esaslar. Eskiler maddeyi dört unsur denen toprak, hava, su ve ateşten meydana gelmiş sayarlardı. Her şeyin aslı olan bu dört şeye "Erkân'ı erbaa — dört rükün" de derler.

B. 882. Kuran'ın 35 inci suresi olan Fâtır suresinin 10 uncu ayetinde "Temiz sözler, Allahı'ya çıkar, iyi işleri o temiz sözler. Allahı'ya yüceltir" denmektedir. Buradaki temiz sözden murat. Allahı'nın birliğini ve H. Muhammed'in Peygamberliğini ikrar etmektir ki bu, yani iman olmadıkça iyi işler kabul edilmez.

B. 882 — 886. Bu beyitler Arapçadır. 887 nci beyitten itibaren yine Farsça başlar.

B. 899. Kelîle ve 'Dimne: Aşağı yukarı milâttan yirmi asır önce Vişno şamara adlı bir Hintli tarafından hayvanlara ait hikâyeler yazılmış ve beş kısım üzerine tasnif edilmiştir. Bu kitap sonradan Pehlevi diline, Abbasoğullarından Al Mansur zamanında ibn-i Mukaffa tarafından Arapçaya çevrilmiş, sonra Farsçaya tercüme edilen bu kitap, XVII nci asır büyüklerinden Vasi Alisi diye şöhret kazanmış olan Kınalızade Ali Efendi taralından "Hümayunamen" adiyle Türkçeye nakledilmiştir. İşte "Kelile ve Dimne" diye anılan kitap, bu Hintlinin yazdığı eserin Farsçaya tercümesidir. Biz. bu kitabın müellifine Bîdpâ yahut Pîlpa deriz. Şark edebiyatındaki "Hamse — Beş hikâye" de bu kitabın tesiriyle meydana gelmiştir.

B. 907. Bu beyitteki sözler hadîstir. (Feyz-al Kadîr, VI 345).

B. 913. Bu da hadîstir (Aynı kitap II 7).

B. 914. Bu söz, hadîs olarak nakledilegelmiştir.

B. 919-920. Kur'an'ın 28 inci suresi olan Kasas suresinin 6-13 üncü âyetlerinde Firavun'un, İsrailoğullarmdan korktuğundan yeni doğan çocuklarını öldürttüğü, Musa'nın anasının da, oğlunu öldürmelerinden ürküp Musa'yı Allahı emriyle bir sepete koyarak Nil nehrine attığı, Firavun'un karısının bu çocuğu bulup saraya götürdüğü, Musa'nın hiçbir kadının memesini almayıp nihayet anasının sütnine olarak saraya müracaat ettiği, hulâsa bu suretle Firavun saltanatını yıkan Musa'nın Firavun'un sarayında yetişip büyüdüğü anlatılmaktadır.

B. 926.    Âdem'le Havva, Şeytan'a uyup yememeleri emredilen ağacın meyvasından yemişler, bunun üzerine Allahı "ihbitû — ininiz" emriyle onları cennetten   çıkarmıştır.  Bu hikâye Tevrat'ta ve Kur'an'da anılır     (sure: 2 — Bakara, âyet: 36).

B. 927. (Feyz-al Kadîr III 505).

B. 952.   Sure: 14 — İbrahim, âyet: 46.

B. 956 - 970.   Bu hikâyenin, Kazı-i Bayzavî tefsirinde  Kur'an'ın  31     inci suresi olan Lokman suresinin son âyetinin tefsirinde yazılı bulunduğunu Ankaravi söylüyor  (İstanbul.  Matbaa-i  Amire,  c.  I,  s.  220).  Ferideddîn-i Attâr'ın  İlâhi-Nâme'sinde de "Hikâyet-i Azrail    ve Süleyman Aleyhisselâm ve an merd" başlığı altında vardır   (Prof.   Ritter  tab'ı   1940   Maarif  Matbaası,   S.   101   -102).

B. 984. Peygamber'in "İyi adamın iyi malı ne güzeldir" dediği rivayet edilir.

B. 1014. Asıl adı Azâzîl olan ve cin taifesinden bulunan Şeytan, rivayete göre Âdem Peygamber yaratılmadan önce altı yüz bin sene ibadet etmiş, hattâ meleklere hocalıkta bulunmuştur. (92 nci beytin izahına da bakınız).

B. 1030. Süleyman Peygamber'in bir yüzüğü olduğu ve bu yüzükte "İsm-i Âzam — Allahı'nın en ulu adı" kazılı bulunduğu, kurda, kuşa, insanlara, cinlere bu yüzden hüküm geçirdiği rivayet edilegelmiştir. Hattâ bir aralık, nasılsa bir şeytanın bu yüzüğü çaldığı ve bir müddet Süleymanlık ettiği, sonra yüzüğün yine Süleyman'ın eline geçtiği de rivayet edilir.

B. 1064. Levh-i Mahfuz: Levh, üstüne yazı yazılan düz şey, Levh-i Mahfuz, korunmuş, Levh mânalarına gelir. Allahı'nın âlemleri yaratmadan önce bir Levh ve kalem yarattığı, her olacak şeyi Kalemle o Levhe yazdığı rivayet edilmiştir  ki sofilerce her şeyin hakikatının Allahı bilgisinde sabit oluşundan, yani mukadderattan kinayedir. (296 ncı beytin izahına bakınız).

B. 1066. Miraç gecesi, H. Muhammed, Cebrail'le göklerde "Sidret-ül müntehâ — En son ağaç, sınır ağacı" denen yere kadar gitmiş, orada Cebrail "Bir parmak ileri gidersem yanarım" diye geri çekilmiş H. Muhammed ilerlemiştir.

B. 1077. Peygamber zamanında, Mekkeliler kendisinden mucize istemişler, o da parmağiyle aya işaret etmiş, ay ikiye ayrılmış, sonra iki parçası birbirine kavuşup bitişmiştir. (Sahîh-i Buhari, Bulak 1312, cüz: 4, s. 206-207). Kur'an'ın 54 üncü suresi olan Kamer suresinde de buna işaret edilmektedir. (âyet: 1-2).

B. 1094. Gulyabani, yolcuların yollarını azıtan cin taifesidir. İkinci ciltte bunlar hakkında tafsilât var.

B. 1125. Sure: 6 — En'am, âyet: 103 te "O gözleri görür, idrak eder; onu gözler idrak edemez. O lâtiftir. Her şeyden haberdardır" denmektedir.

B. 1142. ''İlk yaratıştan âciz kaldık mı ki ikinci yaratıştan âciz kalalım? Fakat onlar, ikinci yaratılıştan şüphe içindedirler." (sure: 50 — Kaf, âyet: 15) Sofiler bu âyetin son kısmına "Hattâ onlar daima yaratılmaktadırlar. Daima yeni bir yaratılışla yaratılıyorlar" tarzında mâna verirler. Onlarca bütün âlem, her an Allahı'dan zuhur etmekte, her an yine Allahı"ya rücu etmektedir. Mevlâna da bu beyitte ve müteakip beyitlerde bu inanışı gösteriyor.

B. 1189. İbrahim Peygamber'i ateşe atan Nemrud'a Allahı bir sivrisineği musallat etmiş, bu sinek, burnundan girip beyninde büyümüş, bundan meydana gelen baş ağrısından muztarip olan Nemrud, kafasını tokmaklatmaya başlamış, nihayet beyni patlayıp ölmüş.

B. 1234. Allemelesmâ, Allahı Âdem'e adları belletti demektir .Allah Âdem'i yarattığı sırada melekler insanların yeryüzünde fesad çıkaracaklarını, kan dökeceklerini söylemişler Allahı da "Siz benim bildiğimi bilmezsiniz" deyip Âdem Peygamber’i yaratmış, ona bütün adları belletmiş, sonra meleklere bu adların hakikatlarını sormuş, bilememişler, bunun üzerine hepsinin Adem'e secde etmesini buyurmuş, Şeytan'dan başka bütün melekler secde etmişlerdir. (sure: 2 — Bakara, âyet: 31). Sofilerce bu adlar. Allahı adlarıdır. Âlemde her şey. Allahının bir adına mazhardır, bu yüzden kâinat Allahı sıfatlarının zuhurudur. Halbuki Âdem, bütün adlarına, zatına mazhardır.

B. 1241. "Elestü" değil miyim? demektir. Allahı, Âdemoğullarının ruhlarına, kendileri yaratılmadan "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sormuş, onlar da tasdik etmişlerdir.
Bu ahde "Elest bezmi. Elest demi" gibi adlar verilegelmiştir (sure: 7 A'râf, âyet: 171).

B. 1250 - 1255. Âdem ile Havva, meyvasını yememeleri emredilen ağacın meyvasından yeyip Şeytan'a uyunca yeryüzüne sürülmüşlerdi. Bu Tevrat hikâyesi, Kur'an'ın 2 nci suresi olan Bakara suresinin 35-39 uncu âyetlerinde anlatılmaktadır. Aynı zamanda 7 nci sure olan A'raf suresinin 18-25 inci âyetlerinde de bundan bahsedilmekte ve Âdem'le Havva'nın "Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik. Bizi yarlıgamaz, bize acımazsan ziyankârlardan oluruz" dedikleri 23 üncü âyette anlatılmaktadır. 1254 üncü beyitte buna işaret edilmektedir.

B. 1267. 315 inci beytin izahına bakınız.

B. 1313. Kur'an'ın 110 uncu suresi olan ve Nasr suresi diye anılan sure "İzâ câe nasrullahi" diye başlar. 3 âyetten ibaret olan bu surenin mealen mânası şudur: "Allahı'nın yardımı erişip Mekke fethedilince halkın bölük bölük Allahı dinine girdiğini gördün. Rabbini, hamdederek tesbih et ve ondan yarlıganma dile. Şüphe yok o. tövbeleri kabul eder."

B. 1314. H. Muhammed'in dedesi Abdülmuttalib zamanında Yemen'de vali olan Ebrehe, San'a'da yaptırdığı mabedi ziyaret ettirmek ve bu suretle memleketinde alışverişi ilerletmek için Kabe'yi yıkmak üzere Mekke'ye gelmiş, fakat ordusu bir sâri hastalık yüzünden kırılmış, mahvolmuştu. Bu orduda bir de fil bulunduğundan bunlara "Eshab-ı Fil — fil sahipleri" denmiş, bu vakaya da "Fil vak'ası" adı verilmiştir H. Muhammed'in, bu vak'adan elli üç gün sonra doğduğu rivayet edilir. Kur'an'da bu vak'a hakkında 5 âyetlik bir de sure vardır.
(105 inci sure — Fil suresi).

B. 1331. "Müminin anlayışından sakının. Çünkü Mümin, Allahı nuriyle bakar." Hadîs (Feyz-al Kadîr VI. 256).

B. 1350. Bu beyitte meşhur teisir sahibi Fahreddîn-i Râzi'ye tariz vardır. Bu zat Mutezile ve Hükema inanışlarına uyduğu, Mehmed Hârzemşâh da ona tâbi olduğu için Mevlâna'nın babası sultan-al Ulema Muhammed Bahâeddin Veled, daha Belh'teyken vaızlarında bunların aleyhinde bulunurdu. Nihayet bu fikir ayrılığı ve Sultan-al Ulema'nın açık sözlülüğü. kendisinin ve kendisine uyanların Belh'ten hicretiyle neticelendi. Eflâki, bir gün Mevlâna'nın semada vecde gelerek ahlar çektiğini ve "nice zaman oldu ki bir gönül sahibinin gönlü sıkıldı, hâlâ zavallı Horasan, onun gücünü çekmekte.. Harap olmaya yüz tuttu, katiyen bir mamurluk görünmemekte" dediğini, semâdan sonra Çelebi Hüsameddin'in sorması üzerine Sultan-al Ulema'nın Belh'ten hicretini önden sona kadar anlattığını kaydedip bu vak'ayı, duyduğu gibi naklediyor. Fahr-i Râzî'nin. Abbasoğulları halifelerine de muhalif olup hilâfetin Peygamber, evlâdına ait olduğuna dair fetva verdiğini, bu fetva üzerine Harzemşah'ın Bağdad'a yürümiye karar verdiğini, hattâ, bir seyyidi hilâfete diktiğini "Cihan - Kuşa" tarihinden anlıyoruz. Fahr-i Razı, 606 hicride ölmüştür (1149).

B. 1375. Bu beyitteki başlıkta bulunan söz, hadîs olarak rivayet edilmektedir.

B. 1379 - 1381. Âyet (sure: 50 — Kaf. âyet: 30), Peygamber'in "Kıyamet günü cehennem, daha yok mu? der durur. Nihayet Allahı, ayağını cehennemin üstüne kor da cehennem sakinleşir" dediği rivayet edilmiştir.

B. 1397 - 1391.    "Doğu da Allahı'nındır, batı da. Şu halde nereye dönerseniz dönün. Orada Allahı'nın yüzü var." (sure 2— Bakara, âyet: 115).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder