2 Haziran 2016 Perşembe

Fihi Ma Fih Hz Mevlana celaleddin

RAHMÂN VE RAHİM ALLAH ADÎYLE; ONA DAYANIRIM BEN
1. BÖLÜM: "Bilginlerin kötüsü, beyleri ziyaret eden bilgindir; beylerin hayırlısı da bilginleri ziyaret
eden bey. Ne güzel beydir yoksulun kapısındaki bey; ne kötü yoksuldur beyin kapısındaki yoksul."
Halk, bu sözün dış anlamını almıştır. Onlarca bilgin kişinin, bilginlerin kötülerinden olmaması için
beylerin tapısına gitmemesi gerektir. Halbuki sözün anlamı, onların sandıkları gibi değildir. Asıl anlamı
şudur:
Bilginlerin kötüsü, beylerden yardım gören, beyler yüzünden düzelen, doğru yolu tutan kişidir. Beyler
bana ihsanlarda bulunsunlar, beni saysınlar, bana mevkii versinler kuruntusuyla, onlardan korkarak
okumaya başlamıştır da beyler yüzünden işi düzene girmiştir; bilgisizliği bilgiye dönmüştür. Bilgin

olunca da
onların korkusundan, onların cezasından edep sahibi olur, ister-istemez doğru yolu tutar. Artık ne

çeşit
olursa olsun, ister görünüşte bey onun ziyaretine gelsin, ister o, beyi ziyarete gitsin, herhalde ziyaret

eden
odur, ziyaret edilense bey. Fakat bilgin, beyler yüzünden bilgiye sahip olmamışsa, önceden de,

sonradan da
bilgisi Allah için elde edilmişse o başka; balık nasıl sudan başka bir yerde yaşayamazsa, elinden

başka bir
şey gelmezse bu bilgin kişinin ele yolu-yordamı, ancak doğru yola gitmektir; bu, onun kendi

huyundandır.
Bu çeşit bilgini yürüten, çekindiren akıldır. Zamanında, bilsinler-bilmesinler, herkes onun heybetinden
çekinir; onun ışığından onun aksinden yardım ister. Böylesine bilgin, beyin tapısına gitse bile

gerçekte
ziyaret eden beydir, ziyaret edilen kendisi. Çünkü herhalde bey, aldığını ondan alır, yardımı ondan

görür;
oysa beye aldırış bile etmez. O bilgin güneş gibi heryana ışık salar; işi-gücü, herşeye, herkese

bağıştır.
Güneşte taşları lâ'l, yakut, inci, mercan haline getirir; toprak dağları bakır, altın, gümüş madeni

yapar;
toprakları yeşertir, tazeleştirir; ağaçlara çeşit-çeşit meyveler bağışlar. Onun işi, sanatı vermektir,
bağışlamaktır. Verir de almaz. Hani Araplarda söylene gelen bir atasözü vardır; "Biz vermeyi öğrendik,
almayı öğrenmedik" derler; onun gibi. Hâsılı böylesine bilginler ziyaret edilenlerdir, beylerse ziyaret

edenler.
Aklıma şu âyeti tefsîr etmek geldi. Söylediğim söze uygun da değil amma mademki aklıma geldi
söyleyeyim de bitsin-gitsin.
Ulu Allah buyurur ki: "Ey Peygamber, ellerinizde bulunan tutsaklara de ki: Allah, yüreklerinizde hayırlı
bir niyet bulunduğunu bilirse size, sizden alınandan daha da hayırlısını verir, suçlarınızı örter. Allah,

suçları
örten bir rahîmdir."
Bu âyetin inişine sebep şudur:
Allah rahmet etsin, Mustafâ, kâfirleri bozmuş, öldürmüş, yağmalamış, birçok tutsak tutmuş, ellerini,
ayaklarını bağlatıp getirtmişti. O tutsaklardan biri de, Allah razı olsun, amcası Abbas'tı, o da onların
arasındaydı. Bütün gece bağlanmış, hiçbir şeye güçleri yetmez, aşağılık bir halde ağlıyorlar,

inliyorlardı.
Kendilerinden umut kesmişlerdi. Kılıcı, öldürülmeyi bekliyorlardı. Allah rahmet etsin, Mustafâ, onlara

baktı
da güldü. Onlar görüyorsun ya dediler, onda da insanlık hali var; halbuki bende insanlık huyu yok diye
dâvaya kalkışmıştı. Dâvası, gerçeğe aykırıymış. İşte bak, bize bakıyor, bizi bağlanmış, zincirlere

vurulmuş bir
islam-kuran-hadis.blogspot.com
halde kendisine tutsak olmuş görüyor da seviniyor; tıpkı nefsine uyanlar gibi hani. Onlar da düşmana

üst
oldular, onları kahrolmuş gördüler mi sevinirler, çalıp çağırırlar.
Allah rahmet etsin, Mustafâ, içlerinden geçeni anladı da dedi ki:
Düşmanlarımı kahrettiğimi göreyim, yahut sizi ziyana uğramış göreyim de güleyim, sevineyim, hâşâ,
bu benden uzak. Şu yüzden güleceğim geliyor: Can gözüyle görüyorum; bir topluluğu tutmuşum,

külhandan
cehennemden, o kapkara bacadan bağlarla, zincirlerle, çeke-sürüye, zorla cennete, Allah râzılığına,

ölümsüz
gül bahçesine götürüyorum da onlar, bizi bu tehlikeli yerden o gül bahçesine, o eminlik yurduna ne

diye
çekiyor, götürüyorsun diye ağlayıp bağırıyorlar; işte bu yüzden gülmem tutuyor. Bütün bunlarla

beraber
söylediğim sözü anlayacak, hali ap-açık görecek, can gözü daha sizde yok. Ulu Allah diyor ki:

Tutsaklara
söyle; de ki: Siz önce ordular topladınız; bir çok hazırlıklarda bulundunuz; erliğinize, yiğitliğinize,
çokluğunuza güvendiniz. Kendi kendinize, Müslümanları şöyle edeceğiz, böyle kıracağız,

kahredeceğiz
dediniz. Gücünüzün-kuvvetinizin üstünde daha zorlu bir güç-kuvvet ıssı olduğunu görmüyordunuz.

Yok
ediciliğinizden daha üstün bir yok edicinin bulunduğunu bilmiyordunuz. Hâsılı şöyle olsun-böyle olsun

diye
ne tedbirde bulunduysanız hepsi de aksi çıktı. Şimdi korku içindesiniz amma hâlâ da o illetten tövbe
etmediniz. Umudunuz yok, hâlâ da bir güç-kuvvet sahibi bulunduğunu görmüyorsunuz.

Gücünüz-kuvvetiniz
varken beni görmeniz, kendinizi bana karşı yok olmuş bilmeniz gerek ki işler kolaylaşsın. Korkuya

düşünce
benden umut kesmeyin ki sizi bu korkudan kurtarmaya, emin etmeye gücüm yeter. Ak öküzden kara

öküz
çıkaranın kara öküzden ak öküz çıkarmaya da gücü yeter.
"Geceyi uzatırsan, gündüzün bir kısmı gece olur; gündüzü uzatırsın, gecenin bir kısmı gündüz olur;
ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü belirtirsin" bu-yurulmuştur. Şimdi tutsaksınız; fakat tapımdan umut
kesmeyin de elinizden tutayım sizin. "Allahnın rahmetinden umut kesmeyin; Allah rahmetinden kâfir

olan
topluluktan başkası umut kesmez."
Şimdi Ulu Allah buyuruyor ki: A tutsaklar, önceki yolunuzdan döner, Korkuda da, umutta da beni
görür, herhalde kendinizi yok etmeme karşı yok olmuş sayarsanız sizi bu korkudan kurtarırım; sizden
yağmalanan, elinizden çıkan her malı tekrar veririm size; hattâ kat-kat fazlasını, daha da iyisini verir,

sizi
bağışlarım; dünya devletine âhiret devletini de katarım.
Abbas, tövbe ettim, tuttuğum yoldan döndüm dedi. Mustafâ, Ulu Allah ettiğin dâvaya delil ister
buyurdu. Beyit:
Aşk dâvasına girişmek kolay,
Fakat o dâvâya kesin delil gerek.
Abbas, hadi dedi, ne delil istiyorsan söyle. Mustafâ, Müslüman olduysan, Müslümanlığın iyiliğini
istiyorsan, sende kalan malların bir kısmını müslüman ordusuna bağışla da Müslümanlık kuvvetlensin
buyurdu. Abbas, a Allah Elçisi dedi, bende ne kaldı ki? Hepsini yağmaladılar; bir eski hasır bile

bırakmadılar.
Allah rahmet etsin, Mustafâ, gördün mü buyurdu, gerçek değilsin tuttuğun yoldan dönmedin; ne

kadar
malın var, nerde sakladın, kime ısmarladın, nereye gömdün, gizledin, söyleyeyim mi? Abbas, hâşâ

dedi.
Mustafâ buyurdu ki: Bu kadar malı anana vermedin mi; filân duvarın dibine gömmedin mi, ona,

dönersem
bana verirsin; esenlikle dönmezsem şu kadarını filân işe harcarsın, şu kadarını filâna verirsin, bu

kadarı da
senin olsun diye etraflıca vasiyette bulunmadın mı? Abbas bunu duyunca parmak kaldırdı, tam

gerçeklikle
inandı. Dedi ki: Ey gerçek peygamber, ben, Hâman gibi, Şeddad gibi daha başkaları gibi eski

padişahlara
nasıl felek yâr olduysa sana da yâr oldu, baht elverdi sanıyordum. Fakat bunu buyurdun ya,

bildim-anladım
ki bu devlet, o yandandır, Allah’dandır. Mustafâ buyurdu ki: Doğru söyledin bu sefer; içindeki şüphe ipi
koptu, duydum; sesi kulağıma geldi. Canımın ta içinde gizli bir kulağım vardır, kim şüphe ve kâfirlik
zünnârını koparırsa o gizli kulakla o koparma sesini duyarım, can kulağıma gelir. Şimdi doğru

söyledin, iman
ettin.
Mevlânâ buyurdu ki:
Bu tefsîri Emîr Pervâne'ye şunun için söyledim; dedim ki: Sen önce Müslümanlığa kalkan oldun.
Kendimi feda edeyim. Müslümanlığın kalması, Müslümanların çoğalması için aklımı, tedbirimi

kullanayım da
Müslümanlık kalksın dedin. Kendi fikrine güvendin. Allahyı görmedin, herşeyi Allah'dan bilmedin.

Böyle
olunca da Ulu Allah o sebebi, o çalışmayı, Müslümanlığın zararına sebep etti. Çünkü sen Tatar'la bir
olmuşsun, Şam'lıları, Mısır’lıları yok etmek, İslâm ülkesini yıkmak için onlara yardım ediyorsun, Allah,
Müslümanlığın kalkmasına sebep olan tedbiri, Müslümanlığa zarar vermeye sebep kıldı. Şu halde

Allah'ya
yüz tut, çünkü korkulacak bir hal bu. Sadakalar ver de seni, kötü bir hal olan şu korkudan kurtarsın.

Ondan
umut kesme. Öyle bir ibadetten böyle bir suça attı seni; fakat o ibadeti kendinden gördün de o

yüzden suça
islam-kuran-hadis.blogspot.com
düştün. Şimdi suçta da umut kesme ondan; yalvar-yakar, o ibadetten suçu meydana getirenin,şu

suçtan bir
ibadet meydana getirmeye de gücü yeter. Sana bundan bir pişmanlık verir önüne sebepler çıkarır da

gene
Müslümanların çoğalmasına, Müslümanlığın kuvvetlenmesine çalışırsın. Umut kesme ki "Allanın
rahmetinden, kâfir olan topluluktan başkası umut kesmez" Maksadım buydu, bunu anlasın da şu

halde
sadakalar versin, yalvarsın-yakarsın dedim; çünkü çok yüce bir halden aşağılık bir hale düştü; fakat

bu
halde de umutlanması gerek.
Ulu Allah aldatır; insanın, bana güzel bir tedbir elverdi, güzel bir iş belirdi, yüz gösterdi diye
aldanmaması için güzel şekiller gösterir, içinde kötü şekiller vardır. Her görünen, göründüğü gibi

olsaydı
Peygamber o kadar keskin, o kadar aydın, o kadar aydınlatıcı görüşüyle gene de "Herşey nasılsa öyle

göster
bana" der miydi? Güzel gösterirsin, gerçekte çirkindir. Çirkin gösterirsin, gerçekte güzeldir, özdür. Şu

halde
bize herşeyi, nasılsa öyle göster de tuzağa düşmeyelim, biteviye yol azıtmayalım. Şimdilik senin

tedbirin
güzel olsa, aydın olsa bile onun tedbirinden daha iyi olamaz; o, böyle derdi. Şimdi sen de her

görünene her
tedbire güvenme; yalvar-yakar, kork. Maksadım buydu benim. Oysa bu âyeti, bu tefsiri; şu anda

ordular
çekmedeyiz; onlara dayanmamak, bozguna uğrasak bile o korku, o çaresizlik halinde, gene ondan

umut
kesmemek gerek tarzında kendi meramınca tevil etti; sözü dileğine göre anladı. Benim maksadımsa
söylediğim şeyleri anlatmaktı.
2. BÖLÜM - Birisi, Mevlânâ söz söylemiyor dedi. Dedim ki:
Sonucu o adamı yanıma benim hayalim çekti-getirdi. Şu hayalim, ona nasılsın, nicesin diye bir söz
söylemedi. Sözsüz hayal, onu çekti buraya; hakıykatim onu sözsüz çeker de bir başka yere götürürse
şaşılmaz bu işe.
Söz, gerçeğin gölgesidir, parça-buçuğudur. Gölge çekerse gerçek haydi-haydiye çeker. Söz

bahanedir;
insanı insana çeken can bağdaşmasıdır, söz değil. Birisi yüz binlerce mucize görse, söz duysa,

kerametler
seyretse kendisinde o peygamberle, yahut o erenle bir can bağdaşması yoksa fayda etmez. İnsanı
coşturan, kararsız bir hale getiren can bağdaşmasıdır. Saman çopünde kehlibarla birazcık can

bağdaşması
olmasa hiç mi hiç kehlibara gitmez. Herşeydeki cinsin cinsiyle bağdaşması gizlidir, gözle görünmez.
Herşeyin hayali, insanı o şeye çeker. Bağ-bahçe hayali, insanı bağa-bahçeye çeker, dükkân hayali

dükkâna.
Fakat bu hayallerde düzenler de gizlidir. Görmüyor musun ki filân yere gidersin, pişman olursun, hayır
sanmıştım amma dersin, değilmiş. Bu hayaller, örtüdür, âdeta; örtü ardında birisi gizli. Hayaller

ortadan
kalktı da gerçekler hayal örtüsü olmadan yüz gösterdi mi kıyamet kopar orda. Hal böyle olunca da
pişmanlık kalmaz. Seni çeken her gerçek odur, başka şey de ondan başka değildir, seni çeken

gerçeğin ta
kendisidir. "O gün, gizli şeyler meydana vurulur."
Bu sözün de yeri mi ki söylüyoruz. Gerçekte çeken birdir, fakat sayılı görünür. Görmez misin ki bir
adam yüz şey ister, çeşit-çeşit dileklerde bulunur. Tutmaç isterim, börek isterim, helva isterim, kalya
isterim, meyva isterim, hurma isterim der. Bu istek, sayı gösterir, sayıyı dile getirir amma temeli

birdir,
temeli açlıktır, o da birdir. Görmez misin? Bir şey yer de doyarsa bunların hiçbiri gerekmez der. Şu

halde
belli oldu ki on değilmiş, yüz değilmiş, birmiş "Sayılarını, ancak sınamak için yaptık". Halkın bu birdir,

onlar
yüz diye sayması, bir sınamadır. Yâni erene bir derler, şu çokluk halkaysa yüz derler, bin derler. Bu,

pek
büyük bir sınanmadır. Bu görüş, bu düştüğünüz düşünce, yâni halkı çok, onu bir görüşünüz, pek

büyük bir
sınamadır. “Sayılarını, ancak sınamak için yaptık" Hangi yüz, hangi elli, hangi altmış? Elsiz-ayaksız,

akılsızcansız
bir bölük halk, tılsım gibi, cıva gibi oynayıp durmada. Şimdi onlara altmış, yahut yüz, yahut da bin
dersin, bunaysa bir. Halbuki onlar hiçtir, buysa bindir, yüz bindir, milyondur. "Sayılınca azdır onlar,
saldırdılar mı çok."
Padişahın biri, birisine yüz kişinin geçineceği kadar dünyalık vermişti. Ordudakiler bu işin aleyhinde
bulunuyorlardı. Padişah kendî kendine, bir gün dedi, size gösteririm, neden bu işi yaptım, anlarsınız.

Savaş
oldu, savaşta herkes kaçtı, yalnız oydu kılıç vuran. Padişah, işte dedi, o işi bunun için yaptım ben.
İnsanın, ayırdetme kabiliyetini garezlerden arıtması, bir din dostu araması gerek. Din, dostunu tanır
amma siz ömrünüzü ayırdetme kabiliyetinden mahrum bir halde geçirdiniz de onun da ayırdetme

kabiliyeti
arıklaştı, din dostunu tanıyamıyor. Sen, ayırdetme kabiliyetinden mahrum olan şu bedeni besledin.
Ayırdetme, bir huydan ibarettir. Görmüyor musun? Delinin de bedeni var, eli-ayağı var, fakat

ayırdetmesi
yok. Her pis şeye el atıyor, tutuyor, yiyor. Ayırdetme, şu görünen bedende olsaydı pisi tutmazdı. Hâsılı
bildik ki ayırdetme, lâtif bir anlamdır, o da sendedir. Sense gece-gündüz, şu ayırdetme

kabiliyetinden
islam-kuran-hadis.blogspot.com
mahrum olan bedeni beslemeye koyulmuşsun; bu, ancak bununla olur diyorsun; halbuki bu da onunla

olur.
Nasıl oluyor da sen, hep şu bedeni geliştirmedesin, onuysa tamamiyle bir yana atmışsın. Bu beden,
ayırdetme kabiliyetiyle durur, o kabiliyet bedenle durmaz. O ışık, şu söz, kulak ve bunlardan başka
pencerelerden dışarıya vurur; bu pencereler olmasa başka pencerelerden baş çıkarır. Tıpkı şunun

gibi hani:
Bir ışık getirmişsin, güneşin önüne koymuşsun; güneşi bu ışıkla, bu rnumla görüyorum diyorsun.

Hâşâ;
mum getirmesen de güneş kendini gösterir. Muma ne ihtiyaç var?
Allahdan umut kesmemek gerek. "Gerçekten de kâfirlerden başkası Allah rahmetinden umut

kesmez"
umut, eminlik yolunun başıdır. Yola gitmiyorsan bari yol başını gözle. Eğrilikler yaptım deme,

doğruluğu tut
sen, hiçbir eğrilik kalmaz. Doğruluk, Musa'nın sopasına benzer, o eğriliklerse büyüler gibidir. Doğruluk

geldi
mi hepsini yer-gider. Kötülük ettiysen kendine ettin, senin cefan, nerden ona erişecek?
Ş i i r
Bir kuş o dağa kondu, sonra uçtu-gitti;
Bak da gör, o dağda ne birşey fazlalaştı, ne birşey eksildi dağdan.
Doğru oldun mu bütün onlar kalmaz. Sakın umut kesme.
Padişahlarla düşüp kalkmada şu bakımdan tehlike yok: Gidecek baş zâti gider; ha bugün, ha yarın.
Fakat şu yüzden tehlike var ki onlar o makama geçtiler mi nefisleri kuvvetlenir, ejderha kesilirler.

Onlarla
görüşüp konuşan, onlarla dostluk dâvasına girişen, onların malını kabul eden bu adam da çaresiz

onların
isteklerine uygun söz söyler; onların kötü düşüncelerini, hoşlansınlar diye kabul eder; aykırı bir söz
söyleyemez; bu yüzden tehlikelidir; çünkü dine ziyandır. Onların yanını yaptın mı temel olan öbür yan,

sana
yabancı olur. O yana ne kadar gidersen sevgilinin bulunduğu bu yan, o kadar yüz çevirir senden.

Dünya
ehliyle ne kadar uzlaşırsan o, o kadar kızar sana. "Kim, bir zalime yardım ederse Allah o zalimi, yardım
eden kişiye musallat eder."
Yazıktır denize varıp da bir parçacık su içmeyi, yahut bir testi su almayı yeter bulmak. Denizden
inciler, mücevherler, kuvvet veren yüz binlerce şeyler elde ederlerken denizden su alıp götürmenin

ne
değeri vardır ki? Aklı olanlar bununla övünür mü hiç, ne yapmıştır ki bu işi yapan? Hattâ dünya, bir
köpüğüdür bu denizin; denizse erenlerin bilgileridir. İnci de nerede? Bu dünya, çer-cöple dolu bir

köpüktür
amma o dalgaların çıkıp batması, yürüyüp dönmesi, denizin coşup kabarması, köpürüp kükremesi
yüzünden o köpük, bir güzellik elde eder. "Kadınları, oğulları, yüklerle altınları-gümüşleri,

damgalanmış cins
atları, davarları, ekinleri isteyip Özleyiş sevgisi, bunlara ait sevgi, insanlar için bezenmiş,

süslenmiştir."
Bezenmiş, süslenmiştir buyurdu ya, demek ki o güzel değildir. "Güzellik, eğretidir onda, başka bir
yerdendir. O, altın suyuna batırılmış, yaldızlanmış kalp paradır; yâni bir köprücükten ibaret olan şu

dünya
kalptır, kadri, değeri yoktur; fakat biz onu altınla kaplamışız; çünkü "insanlar için bezenmiştir,
süslenmiştir."
İnsan Allah usturlabıdır, fakat usturlabı bilmek için müneccim gerek. Tere satanda, yahut bakkalda

da
usturlap bulunabilir, fakat ondan ne fayda görür usturlupla göklerin hallerini, dönüşlerini, burçları,
tesirlerini, inkılâpları, bunlardan başka daha birçok şeyleri ne bilir ki? Şu halde usturlap münecime

fayda
verir. "Kendini bilen rabbini bilir." Usturlap, nasıl göklerin hallerini gösteren bir aynaysa "And olsun ki
Âdemoğullarını ululadık" diye anılan insanın varlığı da Allah usturlabıdır. Ulu Allah, onu, kendisini

bilen,
anlayan bir yaratık olarak yarattığından insan, kendi varlığının usrurlabından Allah tecellisini,

neliksizniteliksiz
güzelliği, soluktan- soluğa, bakıştan-bakışa görür, seyreder; o güzellik bu aynadan hiç mi hiç
ayrılmaz.
Üstün ve yüce Allahnın öylesine kulları vardır ki onlar, hikmet, bilgi ve anlayış, ululuklar elbiselerini
giyinirler. Halkta onları görecek görüş yoktur amma onlar, pek kıskanç olduklarından bu elbiseleri

giyerler
de kendilerini gizlerler. Hani Mütenebbî,
Kadınlar ipekli elbiseleri süslenmek için değil,
Güzelliklerini korumak için giyindiler
der ya, tıpkı onun gibi işte.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
3. BOLÜM - Birisi, gece-gündüz canım da, gönlüm de tapınızda hizmet etmede; fakat Moğollar'la
uğraşmaktan, onların işleriyle oyalanmaktan vakit bulup da tapınıza gelemiyorum dedi.
Mevlânâ buyurdu ki:
Bu işler de Allah işi; çünkü Müslümanların emin olmalarına, aman bulmalarına sebep olmada. Onların
gönülleri olsun da birkaç Müslüman, emniyet içinde ibadete koyulsun diye kendinizi, malınızla,

bedeninizle
feda ettiniz. Şu halde bu da hayırlı bir iştir. Ulu Allah madem ki böyle bir hayırlı işe meyil vermiş, ona

aşırı
rağbet göstermeniz Allah yardımına mazhar oluşunuza delildir. Fakat bu meyilde bir gevşeklik, bir

usanç
hâsıl oldu mu bu, Allah yardımından mahrum oluşunuza delildir. Çünkü ulu Allah, usanca uğrayan

adamın,
o işin öylesine bir hayırlı işe sebep olmasını istemez. Hamam gibi hani. Hamam sıcaktır amma o

sıcaklığı,
külhanda yanan ot, odun, tezek gibi şeylerdendin. Ulu Allah, görünüşte kötü görünen, insanı

tiksindiren
sebepler meydana getirir; görünüşte kötüdür amma adamın hakkında yardımdır, lûtuftur. Hamam

bunlarla
kızar, halka da faydası dokunur.
Bu sırada dostlar geldiler, içeri girdiler. Özür getirerek buyurdu ki:
Size kalkmıyorum, söz söylemiyorum, hal-hatır sormuyorum amma bu da ağırlamaktır. Çünkü herşeyi
ağırlama, o vakte göre olur. Namazda babanın, kardeşin halini-hatırını sormak, onları ağırlamak

yaraşmaz.
Namazdayken dostlara, yakınlara iltifat etmemek, iltifatın, okşamanın ta kendisidir. Çünkü onların
yüzünden kendisini ibadetten, Allahya dalıştan ayırmaz, hatırı dağılmamış olur. Onlar da azaba, azara

hak
kazanmamış olurlar ki bu, iltifatın ta kendisidir, okşayışın ta kendisidir; çünkü onları azaba uğratacak
şeyden çekinmiştir.
Birisi, Allahya namazdan daha yakın yol var mıdır diye sordu. Buyurdu ki:
Gene namazdır, fakat namaz, yalnız şu görünen şekil değildir. Bu, namazın kalıbıdır; çünkü bu
namazın önü vardır, sonu vardır. Önü, sonu olan herşey kalıptır; çünkü tekbir, namazın önüdür, selâm
namazın sonu. Şehadet getirmek de yalnız dille söylenen söz değildir. Çünkü onun da önü vardır, sonu

var.
Harfe, sese gelen herşeyin önü, sonu olur, o da görünüştür, kalıptır. Canıysa neliksiz-niteliksizdir,

sonu
yoktur; ne başlangıcı vardır, ne bitimi. Sonu-ucu şu namazı peygamberler icad etmişlerdir. Şimdi şu

namazı
meydana çıkaran Peygamber şöyle der: "Allahla bir vaktim olur ki o vakte ne şeriatle gönderilmiş bir
peygamber sığabilir, ne de Allahya yaklaştırılmış bir melek" Şu halde bildik-anladık ki namazın canı,

yalnız
şu görünen şekil değildir; dalıştır, kendinden geçiştir; şu halde bütün şekiller dışarıda kalır, oraya

sığamaz.
Salt anlam olan Cebrail de sığmaz. Allah sırrını kutlasın, Mevlânâ Bahâeddin Veled'den gelen bir

hikâye
vardır: Bir gün ashap onu dalmış buldular. Namaz vakti de geldi-çattı. Bâzı müritler Mevlânâ, sözlerine
aldırış bile etmedi. Onlar kalktılar, namaza koyuldular. İki mürit Şeyh'e uydu, namaza kalkmadı.

Namaza
durmayan o iki müritten birinin adı Hâcegî'ydi. Bu zat, can gözüyle ap-açık gördü ki imamla beraber
namaza duran ashabın hepsi de kıbleye arka vermiş; yalnız Şeyh'e uyan o iki müridin yüzleri kıbleye

karşı.
Çünkü Şeyh, bizden-benden geçmiştir, onun, o oluşu yok olmuş-gitmiştir; varlığı kalmamıştır; Allah

ışığında
helâk olmuştur; "ölmeden önce ölün" sırrına ermiştir. Artık o Allah ışığı haline gelmiştir. Kim Allah

ışığından
yüz çevirir de yüzünü duvara tutarsa kesin olarak kıbleyi arkasına almıştır; çünkü o şeyh, kıblenin de

canı
kesilmiştir. Hani şu halk yüzlerini Kâ'be'ye çevirirler ya; o Kâ'be'yi bir peygamber yapmıştır. O evi, o

yaptığı
için de o ev, dünyanın kıblesi olmuştur. Peki, o ev kıble olursa peygamber, haydi-haydi kıble

olur-gider;
çünkü o ev, o peygamber yüzünden kıble olmuştur.
Allah rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ, bir gün, bir dostu, seni çağırdım, nasıl oldu da
gelmedin diye azarladı. O dost, namaz kılıyordum dedi. Mustafâ dedi ki: Seni ben çağırmadım mı?

Adam,
çaresizim ben dedi. Mustafâ buyurdu ki:
Her vakit kendini çaresiz görürsen iyidir. Bunda kaldığın zaman nasıl kendini çaresiz görüyorsan, her
halde, hattâ gücün-kuvvetin yeterken de çaresiz görmelisin. Çünkü senin gücünün- kuvvetinin

üstünde bir
güç-kuvvet var ve sen, her halde Hakka karşı yok olmuş-gitmişsin. İkiye bölünmüş değilsin sen ki kimi
zaman çaren elinde olsun, kimi zaman çaresiz kalasın. Onun gücünü-kuvvetini gör de kendini her

zaman
çaresiz, elsiz-ayaksız, bunalmış yoksul olmuş bil. Arık bir adamın da yeri mi var, sözü mü olur?

Arslanlar,
kaplanlar, timsahlar bile onun karşısında hep çaresizdir, tir-tir titrerler. Gökler, yerler, hep çaresizdir,

onun
buyruğuna uymuştur. O pek büyük bir padişahtır; onun ışığı, ayın, güneşin ışığına benzemez ki o ışık
varken herhangi birşey, olduğu yerde kalakalsın. Onun ışığı, perdesiz yüz gösterdi mi, ne gökyüzü

kalır, ne
yeryüzü... Ne güneş kalır, ne Ay. O padişahtan başka kimsecik kalmaz. "Herşey helâk olur, ancak

onun
hakikati kalır"
Padişahın biri, bir dervişe, Allah tapısından dedi, bir tecelliye uğrarsan, o tapıya bir yakınlık

elverirse
islam-kuran-hadis.blogspot.com
sana, beni de an. Derviş, ben dedi, o tapıya ulaştım mı, o güzellik güneşi vurdu mu, kendimi bile
hatırlayamam, seni nasıl anayım?
Fakat Ulu Allah, bir kulu seçti de kendisinden geçirdi mi, kim onun eteğini tutarsa, kim ondan muhtaç
olduğu birşeyi isterse, o ulu kişi, Allah katında onu anmasa, istemese de Hak, onu yerine getirir. Hani

bir
hikâye söylerler; bir padişah varmış, onun da pek özel, pek yakın bir kulu varmış. O kul, padişahın

sarayına
gideceği vakit ihtiyacı olanlar dertlerini anlatırlar, ona, padişaha sunsun diye yazılı kağıtlar

verirlermiş. O da
bu kâğıtları cüzdanına kormuş. Fakat padişahın tapısına var di mı, padişahın güzelliğinin ışığı o kula
vururmuş da kul, padişahın karşısında kendinden geçer-gidermiş. Padişahsa benim güzelliğime dalıp

giden
kulumun nesi var-nesi yok diye âşıkçasına onun göğsünü, cebini yoklar, cüzdanını ararmış. Derken o

yazdı
kâğıtları bulur, neler yazılmışsa hepsini yazar, tekrar kâğıtları cüzdanına kormuş. Böylece o

söylemeden
herkesin ihtiyacını giderir, bir tanesini bile reddetmezmiş. Hattâ dileklerini kat-kat, dilediklerinden de

fazla
verirmiş. Aklı başında olan, ihtiyacı olanların dileklerini padişaha söyleyebilir başka kulların yüz tane
dileklerinden bir tanesini bile arada-sırada yerine getirirmiş.
4. BÖLÜM - Birisi, burada birşey unutmuşum dedi. (Mevlânâ) buyurdu ki:
Dünyada unutulmaması gereken birşey var. Herşeyi unutsan da onu unutmasan korku yok. Fakat
herşeyi yerine getirsen, hatırlasan, unutmasan da onu unutsan hiçbir şey yapmamış olursun. Hani bir
padişah seni belli bir iş için bir köye yollasa, sen de gitsen de o işten başka yüzlerce iş basarsan,

hangi iş
için gittiysen onu yapmadın, başarmadın ya, hiçbir iş başarmamış sayılırsın. Şu halde insan dünyaya

bir tek
iş için gelmiştir, maksat odur. Onu başarmadı mı, hiçbir iş başarmamış demektir. "Gerçekten de biz,
arzettik emâneti göklere ve yeryüzüne ve dağlara. Derken onlar, onu yüklenmekten çekindiler ve

ondan
korktular ve onu yükledik insana; şüphe yok ki çok zalim oldu, çok bilgisiz bir hale geldi o." O emâneti
göklere arzettik, kabul edemedi. Bir bak da gör, göklerden aklı şaşırtan ne işler meydana gelmede.

Taşları
l'âl, yakut yapıyor; dağları altın, gümüş madeni haline getiriyor. Bitkileri, yeryüzünü coşturuyor,

diriltiyor,
ölümsüz cennete döndürüyor. Yeryüzü de tohumları benimsiyor, meyveler veriyor, ayıpları örtüyor,
anlatılmasına imkân bulunmayan yüz binlerce şaşılacak işler başarıyor, şaşılacak şeyler meydana

getiriyor.
Dağlar da çeşit-çeşit madenler veriyor. Bütün bunları yapıyorlar, yapıyorlar amma onlardan o bir tek


meydana gelmiyor da o tek işi insan görüyor, başarıyor, "And olsun ki Ademoğullarını ululadık" dedi,
"Göğü, yeri aluladık" demedi. Şu halde insanın elinden bir iş geliyor ki ne göklerin elinden geliyor o iş,

ne
yerlerin, ne dağların. O işi de gördü mü, onda ne zalimlik kalıyor, ne bilgisizlik. Amma sen, o işi
görmüyorsam bunca iş görüyorum ya dersin; dersin amma seni öbür işler için yaratmadılar ki. Bu,

şuna
benzer: Padişahların hazinelerinde bulunabilen, değer biçilmez bir çelik Hint kılıcını tutmuşsun da

kokmuş
öküz etine satır olarak kullanıyor, sonra da boşu-boşuna bırakmadım ya, böylesine bir işe

kullanıyorum onu
diyorsun. Yahut da zerresiyle yüzlerce tencere alınabilen bir altın tencereyi getirmişsin, içinde

şalgam
pişiriyorsun. Yahut da mücevherlerle bezenmiş bir bıçağı kırık bir kabağa mıh yapmışsın da diyorsun

ki; İş
görüyorum; kabağı ona asıyorum, şu bıçağı öylece bırakmıyorum ya. Acınacak, gülünecek işler değil

de
nedir bunlar? O kabak, bir pul değerindeki bir tahta, yahut demir çiviye de asılabilirken yüz dinarlık

bıçağı
bu işe kullanmak, akıl işi midir ki?
Ulu Allah, sana pek büyük bir değer vermiştir. Buyurdu ki: "Gerçekten de Allah, cennet karşılığı

olarak
inananların canlarını, mallarını satın almıştır."
Değer bakımından iki dünyadan da artıksın;
Fakat neyleyeyim ki değerini sen bilmiyorsun
Kendini ucuz satma; çünkü değerin pek fazla senin.
Ulu Allah buyuruyor ki: Sizi de, soluklarınızı da, vakitlerinizi de, mallarınızı da, zamanınızı da satın
aldım ben; bana harcarsanız, bana verirseniz karşılığı ölümsüz cennettir; değerin budur işte bence.

Fakat
sen, tutar da kendini cehenneme satarsan kendine zulmetmiş olursun. Hani o yüz dinarlık bıçağı

duvara
saplayıp ona bir kabak, yahut bir testi asan kişi gibi.
Şimdi gelelim sözümüze.
Bahane getiriyor da ben kendimi yüce işlere harcamadayım. Fıkıh, hikmet, mantık, nücûm, tıp,

daha
islam-kuran-hadis.blogspot.com
da başka bilgiler öğreniyorum diyorsun. Sonucu, bunların hepsi de senin içindir. Fıkıh öğreniyorsan

kimse
elinden ekmeğini kapmasın, elbiseni soymasın, seni öldürmesin de sağ-esen kalasın diye

öğreniyorsun.
Yıldız bilgisini öğreniyorsan gökyüzünün hallerini, yıldızların yeryüzüne tesirlerini anlamak,

yeryüzünde
ucuzluk mu olacak, pahalılık mı; eminlik mi hüküm sürecek, korku mu; bilmek için öğreniyorsun;

bunların
hepsi de sana ait. Yıldız kutlu olur, kutsuz olur, senin talihinle ilgiliyse bu da senin için. Düşünürsen
anlarsın ki temel sensin, onların hepsi de senin parça-buçuğun. Parça-buçuğunda bunca yayılış,

bunca
şaşılacak şeyler, bunca şaşılacak haller, sonsuz âlemler olursa artık var da gör, sen asılsın, sen de

ne haller
var. Çünkü parça-buçuklarında bile can âleminde ne çıkışlar var, ne inişler var, ne mutluluklar var, ne
kutsuzluklar var, faydalar var, zararlar var. Hani, filân canda şu Özellik var, ondan şu iş meydana

gelir,
filân şu işe yarar dersin ya.
Senin şu uykudan, şu yiyip içmeden başka bir gıdan daha var. "Rabbime konuk olurum, o beni
doyurur, suvarır" denmiştir ya. Bu dünyada o gıdayı unutmuşsun da şu gıdaya dalıp gitmişsin;

gecegündüz
bedeni beslemedesin. Sonucu şu beden, atındır senin, bu dünya da o atın ahırı. Atın gıdası, ata
binene gıda olamaz; onun da kendisine göre gizli bir uykusu, gizli bir gıdası, gizli bir beslenmesi var.

Fakat
sana hayvanlık üst olmuş da atın başucunda, atların ahırında kalakalmışsın; ölümsüzlük dünyasının
padişahlarının, beylerinin safında yerin yok. Gönlün orda amma beden üst
olmuş da o yüzden gönlün de bedenin buyruğuna uymuş, ona tutsak olup kalmış. Hani Mecnun,

Leylâ'nın
bulunduğu yere giderken aklı başında olunca deveyi o tarafa sürerdi. Fakat bir soluk da Leylâ'ya

daldı mı
kendisini de unuturdu, deveyi de. Devenin de köyde bir köşesi vardı. Fırsat buldu mu geri döner, köye
giderdi. Mecnun kendine geldi mi bir de bakar, görürdü ki iki günlük yolu gerisin-geriye

dönmüş-gitmiş.
Böylece üç ay yollarda kaldı da bu deve, başıma belâ oldu diye bağırıp deveden yere atladı, yaya

olarak
yürümeye koyuldu.
Şiir:
Devemin dileği geride, benim dileğim ilerde;
Dilekte onunla benim aramda ayrılık var.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Allah sırrını kutlasın Seyyid Burhâneddîn-i Muhakkik söz söyler, sohbet ederken birisi, senin medhini
filândan duydum dedi. Seyyid, bir göreyim, bakayım buyurdu, o filân da kim? Kimin nesi? Beni

tanıyacak,
övecek bir derecede mi? Beni sözle tanıdıysa tanımamış demektir. Çünkü bu söz kalmaz; bu harf, bu

ses
kalmaz. Bu dudak, bu ağız kalmaz. Bunların hepsi de arazdır. İşimle tanıdıysa gene böyle. Yok, beni
zâtımla tanıdıysa o vakit anlarım-bilirim ki o, beni övebilir, o övüş, bana aittir, beni övüştür.
Hikâye: Bu, şuna benzer hani. Derler, anlatırlar ya; padişahın biri, oğlunu, yıldız, remil bilgileriyle
başka bilgileri öğrenmesi için hünerli bir topluluğa vermişti. Çocuk, pek aptal olmakla beraber bu

bilgileri
elde etmiş, tam usta olmuştu. Bir gün padişah, yüzüğünü avucuna aldı, oğlunu sınamak için gel dedi,

söyle
bakalım, avucumda ne var? Çocuk, avucundaki dedi, yuvarlak, sarı, ortası boş. Padişah, doğru buldun

dedi,
peki, söyle bakalım, bu ne çeşit birşey, ne olabilir? Çocuk kalbur olacak dedi. Padişah dedi ki: Akılları
şaşırtacak kadar ince vasıflarını bilgi kuvvetiyle bildin de kalburun avuca sığamayacağını nasıl

bilemedin?
Şimdi zamane bilginleri de böyledir işte. Bilgilerde kılı kırk yararlar, kendilerine ait olmayan şeyleri
iyiden-iyiye bellemişlerdir; onları iyice kavramışlardır. Fakat asıl önemli olan, bütün bunlardan fazla
kendilerine yakın bulunan, kendi varlıklarıdır; kendi-kendilerini bilmezler. Herşeye helâldir, haramdır

diye
hüküm verirler, bu caizdir, o caiz değildir, şu helâldir, şu haramdır diye hükmederler de kendileri helâl
midir, yoksa haram mı; caiz midir, değil mi; temiz midir, pis mi; onu bilmezler. Şu içi boş oluş, sarılık,

şekil,
yuvarlaklık, yüzün için eğretidir. Yüzüğü ateşe attın mı bunların hiçbiri kalmaz; hepsinden arı olan

özü, zâtı
kalır. İşte herşeyin vasfını söylemek, bilgilere, işlere, sözlere ait övüşlerde bulunmak da böyledir;

buna
benzer; bütün bunlardan sonra baki kalan zâtiyle ilgisi yoktur bunların. Onların övüşleri şuna benzer;

Hep
bunları söylerler, anlatırlar da sonunda, avuçtaki kalburdur hükmüne varırlar; çünkü asıl olan şeyden
haberleri yoktur.
Meselâ ben kuşum, duduyum, yahut bülbül. Bana, bir başka türlü öt derlerse ötemem. Çünkü dilim,
budur benim, başka türlü söz söyleyemem ben. Bu, şunun aksinedir amma. Birisi kuşların ötüşünü

taklit
eder, onlar gibi öter, fakat kuş değildir, kuşların düşmanıdır, avcısıdır o. Öter, şakır; maksadı, kuşların
kendisini kuş sanmalarını sağlamaktır. Ona, başka türlü seslen deseler seslenebilir; çünkü bu ötüş,

onun
ötüşü değildir, eğretidir onda; başka türlü ses de çıkarabilir o. Çünkü o, insanların kumaşlarını

çalmak, her
evden bir başka kumaş göstermek için öğrenmiştir bunu.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
5. BÖLÜM - Dedi ki :
Bu ne lûtuftur ki Mevlânâ şereflendirdi bizi; hiç beklemezdim; gönlümden bile geçmezdi; buna lâyık
da değilim. Benim gece-gündüz el kavuşturup onun kullarının-kölelerinin safında bulunmam gerekti;
halbuki ona bile lâyık değilim hâlâ. Bu ne lûtuf?
(Mevlânâ) buyurdu ki: Bütün bunlar, himmetinizin yüceliğinden. Yüce, büyük bir dereceniz var. Ağır,
yüce işlere koyulmuşsunuz. Himmetinizin yüceliği yüzünden gene de kendinizi kusurlu görüyorsunuz;

buna
razı olmuyorsunuz; kendinize birçok şeyleri gerekli biliyorsunuz. Gönlümüz daima tapınızda; fakat,

bedenle
de şereflenmeyi diledik. Fakat bedenin de pek büyük bir itibarı var; hattâ itibarın da yeri mi? Beden,

özle
ortak. Özsüz beden, nasıl bir işe yaramazsa bedensiz öz de bir işe yaramaz. Hani tohumu, kabuksuz

olarak
yere ekersen baş vermez, tutmaz; fakat kabuğuyla ekersen tutar, büyük bir ağaç olur. Şu halde bu
bakımdan bedenin de büyük bir kadri var; böyle de olması gerek zâti. Onsuz bir iş görülemez; hiçbir
maksada ulaşılamaz; evet, vallahi de böyledir bu. Asıl, anlamı bilene, anlam haline gelene göre

anlamdır.
Hani derler ya "İki rek'at namaz, dünyadan da hayırlıdır, dünyadakilerden de." Amma bu, herkese

göre
değil; birisi olsa da dünya yüzünde ne varsa hepsine sahip olsa, bütün dünyanın malına-mülküne

sahipken
hepsi elinden çıksa, iki rek'at namazını kaçırmak, ona bundan da daha zor gelirse işte o kişiye

göredir bu.
Dervişin biri, bir padişahın yanına vardı. Padişah ona, ey zâhit dedi. Derviş, zâhit sensin dedi. Padişah,
ben nasıl zâhid olabilirim ki dedi, bütün dünya benim. Derviş, hayır dedi, ters görüyorsun sen. Dünya

da,
âhiret de, bütün mal-mülk de benim, âlemi ben zaptetmişim; bir lokmayla bir hırkayı yeter bulan

sensin.
"Artık nereye dönerseniz dönün, Allahın zâtına dönersiniz." Bu, boyuna böyledir, tecelli hiç kesilmez,
sonsuzdur, ölümsüzdür. Âşıklar, kendilerini o zâta feda etmişlerdir, karşılık da istemezler. Âşıklardan
başkalarıysa yayılan hayvanlara benzerler.
Buyurdu ki: Yayılan hayvanlardır amma kendilerine nimet verilmeye de lâyıktır bunlar. Ahırdadır onlar
amma ahır sahibinin makbulüdür onlar. Dilerse içlerinden birini alır, has ahırına götürür. Hani

önceden
yoktu, onu varlığa getirdi. Varlık tavlasından cansızlar arasına getirdi; cansızlar tavlasından bitkiler
tavlasına, bitkilikten hayvanlığa, hayvanlıktan insanlığı, insanlıktan da melekliğe getirdi; bunun da

sonu
yoktur zâti. Bütün bunları da, onun bu çeşit pek çok, birbirinden yüce tavlaları olduğunu ikrar etmen

için
gösterdi. "Elbette geçeceksiniz bir halden bir hale; artık ne oluyor onlara ki inanmıyorlar?" Bunu,

ilerdeki
katları ikrar etmen için gösterdim, inkâr edip var olan budur ancak demen için değil. Bir usta,

sanatını,
hünerini, halkı kendisine inandırmak, göstermediği başka hünerlerine de ikrar edip var olan budur

ancak
demen için değil. Bir usta, sanatını, hünerini, halkı kendisine inandırmak, göstermediği başka

hünerlerine
de ikrar ettirmek, inandırmak için gösterir. Hani padişah da, kendisinden daha başka şeyler de

istesinler,
umsunlar, bu umutlarla keseler örsünler, diksinler diye bağışlarda, ihsanlarda bulunur. İşte bu, bu
kadardır, padişah artık başka birşey vermez; verip vereceği budur ancak desinler diye değil. Hattâ

padişah,
birisinin böyle diyeceğini, bu düşünceye kapılacağını bilse ona asla ihsanda bulunmaz.
Zâhid ona derler ki işin sonunu görür, dünya ehliyse ahiri görür. Fakat Allahya tam yaklaşmış arifler,
ne sonu görürler, ne ahiri. Onlar, öne bakarlar da her işin başlangıcını bilirler. Hani bilen biri buğday

eker;
bilir ki buğday bitecektir, buğday biçecektir o. Sonu, önceden görmüştür. Arpa, pirinç, başka şeyler

eken
de böyle. Madem ki önü gördü, sona bakmaz artık; bütün sonlar, önceden malûmdur ona; fakat bunlar
azdır. Sonu görenlerse orta hallilerdir. Ahırdakilere gelince yayılan hayvanlardır.
İnsana yolu gösteren derttir, hem de her işte. İnsan, hangi işe koyulura koyulsun, o işin derdi, o işin
hevesi, aşkı, gönlünde doğmazsa adam, o işe girişemez; o iş, dertsiz kolay gelmez ona. İster dünya

olsun,
ister âhiret... İster alış-veriş olsun, ister padişahlık... İster bilgi olsun, ister yıldız; isterse başkası;

hepsi de
böyledir. Meryem de doğum ağrısı başlamadan baht ağacının yanına gitmedi. "Doğum ağrısı, onu

hurma
ağacının dibine sevk etti." Onu, ağaca götüren o dertti de kuru ağaç meyve verdi. Beden Meryem'e

benzer.
Her birimizin bir Îsâ'sı var. Bizde dert meydana gelirse Îsâ'mız doğar; fakat dert olmazsa Îsâ, geldiği o

gizli
yoldan gider, gene aslına kavuşur; ancak biz mahrum kalırız; faydalanamayız ondan.
Can, iç âlemde yokluk-yoksulluk içinde; tabiat dışarda nimetlere gark olmuş
Şeytan, yiyip içmeden mîde fesâdına uğramış, Cemşîd'se daha sabah kahvaltısı bile
etmemiş.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
Mesîh'in yeryüzündeykeni hastalığını tedâvi ettir;
Mesîh göğe ağmaya koyuldu mu derman, elden çıkar-gider.
6. BÖLÜM - Bu söz, anlaması için söze muhtaç olan kişiyedir. Fakat söz söylenmeden de anlayan
kişiye söz söylemeye hacet mi var? Gökler, yerler, anlayan kişiye hep sözdür. Bunların hepsi de "ol

der,
oluverir" sözüyle bildirildiği gibi sözden doğmuştur. Yavaş söylenen sözü bile işiten kişiye anlatmaya
koyulmanın, bar-bar bağırmanın ne lüzumu var? ,
Bir Arap şâiri, padişahın birinin tapısına geldi. Padişah Türk'tü, Farsça bile bilmiyordu. Şâir, padişaha
arapça pek güzel bir kaside düzmüştü. Padişah tahtına oturmuştu. Bütün dîvan ehli huzurdaydı.

Beyler,
vezirler, teşrifata göre sıralanmıştı. Şâir, ayağa kalktı. Getirdiği kasideyi okumaya başladı. Padişah
beğenilecek yerlerde başını sallıyor, şaşılması gereken yerde şaşkınlık gösteriyor, gönül alçaklığı
gösterilmesi gereken yerlerde iltifatlarda bulunuyordu. Dîvan ehli şaşırdılar. Padişahımızın arapça bir

söz
bile bilmezdi; tam yerinde nasıl oluyor da başını sallıyor; yoksa arapça biliyordu da bunca yıldır bizden

mi
gizliyordu; arapça edebe aykırı bir söz söylediysek vay bizim halimize diyorlardı..Padişahın pek

sevdiği bir
kölesi vardır. Ona at verdiler, katır verdiler, mal verdiler; bir o kadar daha vermeyi de boyunlarına

aldılar.
Bize şu hali bildir, padişah arapça biliyor mu, bilmiyor mu? Tam yerinde nasıl baş sallıyordu; yoksa bu,
keramet miydi, ilham mıydı, öğren de haber ver bize dediler.
Köle bir gün fırsat buldu. Ava gitmişlerdi, birçok av avlanmıştı. Padişahı memnun gördü, hali sordu.
Padişah güldü de vallahi dedi, ben arapça bilmem; amma başımı sallıyordum, çünkü o şiirden maksadı
nedir, onu anlıyordum da başımı sallıyor, anlıyor, beğeniyordum.
Artık anlaşıldı ya, temel olan, maksattır, o şiirse maksadın parça buçuğudur; o maksat olmasaydı o

şiir
söylenmezdi. Maksada bakılırsa ikilik kalmaz. İkilik, parça-buçuklardadır; temelse birdir. Nitekim

şeyhlerin
yolları, görünüşte çeşit-çeşittir. Hallerinde, sözlerinde, hareketlerinde aykırılık vardır; fakat maksat
bakımından hepsi de birşeydir; o da Allahyı aramaktan, dilemekten ibarettir. Hani şu konağa bir

yeldir,
eser, gelir. Halının bir ucunu kaldırır; kilimleri oynatır; çer-çöpü havalandırır; havuzun suyunu

zerre-zerre
dalgalandırır; ağaçları, dalları, yaprakları oynatır. Bütün bu birbirine aykırı, çeşit-çeşit halleri belirtir

amma
maksat, temel, gerçek bakımından hep bir şeydir; çünkü hepsinin hareketi bir yeldendir.
(Biri dedi ki: Kusurumuz var. (Mevlânâ) buyurdu ki:
Kim bu düşünceye düşer, ah ne haldeyim, neden böyle yapıyorum derse bu, dostluk ve yardıma
uğrayış delilidir. "Azarlayış kaldıkça sevgi de vardır" derler. Çünkü dostlar azarlanır, yabancılar

azarlanmaz.
Amma azarlayışta da fark var. İnsanı dertlendiren, müteessir eden, akıllandıran azar, sevgiye,

yardıma
delildir. İnsana dert vermeyen, geçip giden azar, sevgiye delil olamaz. Hani tozu gitsin diye halıyı

döverler
ya, akıllılar buna azar demezler. Fakat baba çocuğunu, adam sevdiğini döverse buna azar derler;

sevgi
delili, böyle bir vakitte meydana çıkar. Şu halde madem ki kendinde bir dert, bir pişmanlık

görüyorsun; bil
ki bu, Allahnın yardımına, sevgisine delildir. Kardeşinde bir ayıp görüyorsan o ayıp, sendedir de onda
görüyorsun. Dünya aynaya benzer. Kendini onda görüyorsun sen. Çünkü "inanan, inananın aynasıdır."

O
aybı kendinden gidermeye bak. Çünkü ondan incindiğin zaman, kendinden inciniyorsun demektir.
Dedi ki: Bir fili, su içsin diye bir su kaynağına götürdüler. Fil, kendini suda görüyor, başka bir fil var
sanıyor, ürküyordu. Bilmiyordu ki kendinden ürkmekdedir. Zulüm ediş, kin güdüş, hasret, hırs,

insafsızlık,
ululuk gibi bütün kötü huylar, sende oldu mu incinmezsin. Fakat bunları bir başkasında gördün mü
ürkersin, incinirsin. Bil ki kendinden ürkmedesin, kendinden incinmedesin. İnsan, kendi kelliğinden,
kendindeki çıbandan iğrenmez; yaralı elini yemeğe sokar, parmağını yalar, gönlüne hiç de tiksinti

gelmez.
Fakat bir başkasında küçücük bir çıban, yahut azıcık bir yara görse onun yediği yemekten tiksinir, o

yemek,
içine sinmez. İşte kötü huylar da kelliliklere, çıbanlara benzer. İnsan, bunlar kendisinde oldu mu

incinmez;
fakat bir başkasında bu huyların pek azını bile görse ondan incinir, tiksinir. Sen ondan ürküyor,

kaçıyorsun
ya, o da senden ürker, incinirse mâzur gör; senin incinişin de onun için bir özürdür; çünkü sen onu
görünce inciniyorsun ya, o da aynı şeyi görüyor da senden inciniyor. "İnanan, inananın aynasıdır"

dedi,
"kâfir, kâfirin aynasıdır" demedi. Amma bu, kâfirin aynası yok demek değildir; onun da aynası vardır

amma
aynasından haberi yoktur.
Bir padişahın gönlü daralmıştı, bir ırmak kıyısına oturmuştu. Beyler, ondan ürküyorlar,

korkuyorlardı.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
Hiçbir suretle gülmüyordu yüzü. Bir maskarası vardı; pek yakındı ona. Beyler onu çağırdılar. Eğer

dediler,
padişahı güldürebilirsen sana şu kadar dünyalık veririz. Maskara, padişahın yanına gitti, fakat ne

kadar
çalıştı-çabaladıysa bir türlü güldüremedi. Padişah ona bakmıyordu ki bir maskaralık yapsın da onu
güldürsün; boyuna suya bakıyor, başını kaldırmıyordu bile. Maskara, padişaha, suda ne görüyorsun

dedi.
Padişah, bir kaltaban görüyorum deyince maskara, a âlemin padişahı dedi, bu kul da kör değil ya.
İşte buna benzer hani; sen onda bir şey görüyorda inciniyorsan o da kör değil ya, senin gördüğünü o
da sende görürsün.
Ona karşı iki "ben" olamaz; oraya iki "ben" sığamaz. Sen de "ben" diyorsun, o da "ben" diyor. Ya sen
onun Önünde öl, ya o senin önünde ölsün de ikilik kalmasın. Fakat o ölmez, buna imkân yok. Ne dış
âlemde ölür o, ne zihinde; çünkü "o, bir diridir ki ölmez". Mümkün olsaydı ikilik kalksın diye senin için
ölürdü de hani; bu kadar da lütfü vardır onun. Madem ki onun ölmesine imkân yok, sen öl de o, sana
tecelli etsin, ikilik kalksın-gitsin. İki kuşu birbirine bağlasan, ikisi de aynı cinstendir, iki kanat dört

kanat
olmuştur, fakat gene de uçamazlar; çünkü arada ikilik vardır. Fakat ölü bir kuşu, diri bir kuşa

bağlasan diri
kuş uçar; çünkü ikilik kalmamıştır.
Güneşte öylesine bir lütuf var ki yarasaya karşı ölür; amma buna imkân yoktur da a yarasa der,
lûtfum herşeye ulaşmış, sana da ihsanda bulunmayı isterim. Sen öl; çünkü senin ölmen mümkün. Öl

de
ululuk ışığımdan faydalan, yarasalıktan çık, yakınlık Kafdağı'nın Zümrüdüanka'sı ol.
Allah kullarından bir kulda bile kendisini bir dost için feda etme gücü vardır. Böyle bir kul, Allahdan
dostunun sağlığını istemedeydi. Allah kabul etmiyordu. Ses geldi, ben onu istemiyorum dendi. O Allah

kulu
ısrar etmede, duadan vazgeçmemedeydi. Allahm diyordu; onun sağlığını dilemeyi gönlüme veren

sensin;
bu istek gitmiyor benden. Sonunda ses geldi: Dilediğinin olmasını istiyorsan başını ver, sen yok ol,

kalma,
geç-git şu dünyadan. O kul, Yârabbi dedi, razı oldum. Öyle yaptı, dost için başıyla oynadı da işi oldu.

Bir
kulda bu lûtuf olur, bir günü bile, önü-sonu bütün dünya ömrüne değen ömrünü feda ederse o lûtfu
yaratanda böyle bir lûtuf olmaz mı? İmkân mı var buna? Madem ki onun yok olması mümkün değil,

bari
sen yok ol gitsin.
Ağır canlı biri geldi de (1) büyük bir kişinin (2) üst tarafına geçti-kuruldu. (Mevlânâ)
buyurdu ki:
(1) Selim Ağa nüshasında kelimenin altına kırmızı mürekkeple "Şeyh Seref-i Herevî" yazılmıştır (109

a). İzzet Koyunoğlu nüshasında da gene kırmızı
mürekkeple "Müstevfî'nin evinde oldu. Şeyh Herevî idi." mealinde "Şeyh Herevî bûd der hâne-i

Müstevfî kaydı ilâve edilmiştir. (2) Selim Ağa nüshasında
gene alta "Çelebi Hüsâmeddîn" yazılmıştır (109 a).
Işığın üst yanında olmuşlar, yahut alt yanında olmuşlar, ne farkı var onlarca? Işık yücelik dilerse
kendisi için dilemez; maksadı başkalarına fayda vermektir; başkalarının da ışığından faydalanmasını

ister.
Yoksa mum, nerde olursa olsun, ister aşağıda bulunsun, ister yukarıda, her halde de mumdur o.

Mumun
da yeri mi? Onlar ölümsüz güneştir. Dünyada mevki, yücelik dilerlerse maksatları şudur: Halkta

onların
yüceliğini görecek göz yoktur; onlar isterler ki dünya tuzağıyla dünya ehlini avlasınlar da halk, öbür
yüceliğe yol bulsun, âhiret tuzağına düşsün. Hani Mustafâ da Mekke'yi, başka şehirleri, onlara

muhtaç
olduğundan zaptetmiyordu; herkese yaşayış bağışlamak, aydınlık vermek, görüş lûtfetmek için
zaptediyordu. "Bir avuçtur bu avuç ki vermeye alışmıştır; almaya alışık değildir."
Onlar halkı aldatırlar amma bağışta bulunsunlar diye aldatırlar, onlardan birşey almak için değil. Bir
adam, hileyle kuşçağızları tuzağa düşürmek, onlara yemek, satmak için tuzak kurar; buna düzen

derler.
Fakat bir padişah, kendindeki hünerden haberi bile olmayan değersiz, acemi doğanı tutup elinde-

bileğinde
besleyip terbiye etmek, yüceltmek, ona avlanmayı belletmek için tuzak kurarsa buna düzen

demezler.
Görünüşte düzendir amma doğruluğun, verginin, bağışın, ölüyü diriltmenin, taşı lâ'l haline getirmenin,

ölü
erliksuyunu insan şekline sokmanın ta kendisidir; hattâ bunlardan da üstün bir şeydir bu. Doğan,

kendisini
niçin tutuyorlar, bunu bir bilseydi yeme muhtaç olmazdı da canla-gönülle tuzağı arardı; padişahın

eline
kendiliğin-uçar, konardı.
Halk, onların sözlerinin dış yüzüne bakar da der ki: Biz, bu sözleri çok işittik. İçimiz, kat-kat dolu bu
sözlerle. "Kalblerimizde kılıf var; hayır, Allah küfürleri yüzünden lânet etmiştir onlara." Kâfirler,
gönüllerimiz, bu çeşit sözlerin kılıfıdır, bu sözlerle dop-doluyuz biz derler de Allah, onlara cevap

vererek
buyurur ki: Hâşâ, gönüllerimiz bu sözlerle değil, vesveselerle, hay.allerle, ikilikle, hattâ lanetle

doludur.
Çünkü "küfürleri yüzünden Allah lâ-net etmiştir onlara." Keşke o hezeyanlardan boş olsaydı da bu

sözlerin
bir kısmını kabullenseydiler; fakat bu kabiliyet de yok onlarda. Gözleri, bir başka renk görsün, Yûsuf'u

kurt
görsün; kulakları bir başka türlü ses duysun, hikmeti saçma-sapan bir söz saysın, gönülleri bir başka

renge
boyansın, vesveselerin, hayallerin yeri-yurdu olsun diye Ulu Allah, onların kulaklarını, gözlerini,

gönüllerini
mühürlemiştir. Gönülleri kışa dönmüştür; buzdan, soğuktan ne varsa derilmiş, toplanmıştır

gönüllerinde.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
"Allah, gönüllerine ve kulaklarını mühür vurmuştur ve gözlerinde de örtü var onların." Hattâ bunlarla

dolu
olduğunu söylemenin de yeri mi? Ne onlar, ne onlarla övünenler, ne de soyları-sopları, ömürleri

boyunca
gerçeğin kokusunu bile duymamışlardır, gerçeğe ait bir tek söz bile işitmemişlerdir. Bir testi var, Ulu

Allah
onu bâzı kimselere suyla dolu gösterir, onları bu suyla suvarır, kanakana içerler. Bâzı kimselereyse

boş
gösterir, dudakları bile ıslanmaz. Testiden su içemeyen ne diye şükretsin? Bu testiyi dolu gören kişi
şükreder.
Ulu Allah, "Allah Âdem'in balçığını kırk gün yoğurdu" hükmünce onu düzdü-koştu, bunca zaman
yeryüzünde kala-kaldı. Lânet olasıca İblis, yere inmişti. Âdem'in kalıbına rastladı. O kalıba girdi,
damarlarında döndü-dolaşti; iyice seyretti; kanla dolu olan damarlarını, sinirlerini, hıltlarını gördü.

Dedi ki:
Arş ayağında görmüştüm, bir İblis yaratılacak diye yazılıydı. Eyvahlar olsun, şaşarım doğrusu İblis bu
değilse; olsa-olsa budur mutlaka.
Esenlik size dedi de kalktı (Mevlânâ).
7. BÖLÜM - Atabek’in oğlu geldi. (Mevlânâ) buyurdu ki: Baban boyuna Allahyla meşgul, inançı
da üstün; bu, sözünden anlaşılıyor. Bir gün Atabek dedi ki: Rum kâfirleri, Tatar'a kız verelim de din bir
olsun; şu yeni din, şu Müslümanlık ortadan kalksın dediler. Dedim ki: Bu din, ne vakit bir olmuş ki?

Daima
ikiydi, üçtü. Dindarların arasında da boyuna savaş vardı, öldürme vardı. Dini nasıl olur da bir

yapabilirsiniz
siz?
Mevlânâ bu hususta birçok faydalı şeyler söyledi de dedi ki:
Din orda, yâni kıyamet kopunca âhirette bir olur. Fakat burada, dünyada buna imkân yoktur. Çünkü
burada herkesin bir dileği var, herkes bir başka havada; bu, burada birliğe imkân vermez. Fakat

kıyamette
olur; çünkü herkes bir olur, bir yere bakar, birşey duyar, birşey söyler. İnsanda birçok şeyler vardır.

Fare
vardır, kuş vardır. Kimi olur, kuş, kafesi yüceye ağdırır; kimi olur, fare, aşağıya çeker. İnsanda yüz

binlerce
birbirine aykırı canavarlar vardır. Ancak oraya giderlerse fare, fareliği bırakır, kuş, kuşluğundan

geçer;
hepsi de bir olur-gider. Çünkü istenen şey, ne yücelerdedir, ne aşağılarda. İstenen meydana çıktı mı

ne
yukarıya uçar insan, ne aşağıya iner. Birisi bir şey kaybetse sağı-solu arar, önde-ardda aranır. Fakat

onu
buldu mu ne yukarıyı arar, ne aşağıyı; ne solda arar, ne sağda; ne önde arar, ne ardda; her yan derilir,

bir
yerde toplanır-gider. Kıyamet gününde de herkesin görüşü bir olur; herkes bir dili söyler, bir sözü

duyar,
bir şeyi düşünür. Hani on kişinin bir bağı, yahut dükkânı olsa, onu da ortak olsa sözleri de bir olur,

dertleri
de; oyalandıkları şey de birdir.
İstenen bir kimsedir. Bu yüzden kıyamet gününde de herkesin işi Allahya düşer de herkes bir

olurgider.
Bu bakımdan dünyada herkes, bir başka işle uğraşır. Birisi kadın sevgisine düşer, öbürü mal
sevdasına. Biri kazanca düşer, öbürü bilgiye. Herkes, dermanım, zevkim, hoşluğum, rahatım ondadır

der,
buna inanır. Bu, Allahnın bir rahmetidir. İnsan dilediği, aradığı şeye yönelir; fakat bulamayınca geri

döner.
Bir an durur, düşünür de der ki: O zevk, o rahmet, aranası birşey; galiba iyi aramadım, tekrar

arayayım.
Gene arar, fakat-bulamaz. Böyle aranır-dururken ansızın rahmet, perdesiz olarak yüz gösterir. Ondan

sonra
anlarbilir ki yol, o değilmiş.
Fakat Ulu Allahnın öylesine kulları da vardır ki kıyametten önce de böyledir onlar, gerçeği

görürdururlar.
Allah yüzünü, özünü ululasın. Ali, buyurur ki: "Perde açılsa da yakıynim artmaz." Yâni "kalıbı
kaldırsalar, kıyamet belirse, gene yakıynim ziyadeleşmez."
Bu, şuna benzer hani: Bir topluluk, kap-karanlık bir evde her biri bir yana yüz tutup namaz kılsa
gündüz olunca, yüzlerini kıbleden başka bir yana çevirmiş, o yana namaz kılmış olanların hepsi de
namazlarını kaza ederler; fakat geceleyin yüzünü kıbleye tutan, kıbleye yönelip namaz kılan, ne diye

kaza
etsin? Zâten hepsi de onun döndüğü tarafa dönecekler. Şu halde şu gece çağında ona yüz tutan,

ondan
başkasından yüz çeviren kullar var ya, kıyamet, onlarca ap-açık meydandadır, kopmuş-gitmiştir

zâten.
Sözün sonu yoktur; fakat isteyen ne kadar isterse o kadar iner. "Hiçbir şey yoktur ki hazineleri

katımızda
olmasın, fakat onu, ancak bilinen bir miktarda indiririz." Hikmet yağmura benzer. Madeninde

sonsuzdur,
fakat ne kadar gerekse o kadar yağar. Kışın, baharın, yazın, güzün, miktarınca; baharın biraz daha

çok,
yahut az. Amma geldiği yerde sonsuzdur o. Şekerciler şekeri, eczacılar ilâcı kâğıda korlar. Fakat

şeker,
kâğıtta olduğu kadar değildir. Şekerin madenleri, ilâçların madenleri sonsuzdur; kâğıda nerden

sığacak?
islam-kuran-hadis.blogspot.com
Hani kınamışlardı da Allah esenlik versin ona, Kur'ân Muhammed'e neden âyet-âyet iniyor da

sûre-sûre
inmiyor demişlerdi. Allah rahmet etsin, esenlik versin ona, Mustafâ buyurdu ki: Bu ahmaklar ne
söylüyorlar? Bana tam olarak birden inseydi yanar-giderdim., kalmazdım ki. Çünkü bilip anlayan,

azdan
çoğu anlar, birşeyden birçok şeyleri, bir satırdan defterleri. Bu, şuna benzer: Bir topluluk oturmuş, bir
hikâye dinliyordu. İçlerinden biri, anlatılanı tam olarak biliyordu, olayın içinde bulunmuştu o. Bir

işaretten
olayın hepsini anlıyordu. Sararıyordu, kızarıyordu, halden hale giriyordu. Başkaları, duydukları kadar
anlıyordu, çünkü o hallerin hepsini bilmiyorlardı ki. Fakat bilen, o kadarından pek çok şey anlamıştı.
Geldik sözümüze: Evet, aktarın yanına geldin mi, şekeri çoktur amma kaç parayla geldin, ona bakar,

o
kadar şeker verir. Burada da gümüş para, himmettir, inançtır. İnanç ve himmet miktarınca

artar-durur söz.
Şeker almaya geldin mi çuvalına bakarlar, ne kadarsa o kadar tartarlar; bir kile, yahut iki kile verirler.
Fakat adam, tutmuş da deve katarları getirmişse, birçok çuvallarla gelmişse kilecilerin gelmelerini
buyururlar. Çünkü bu iş uzun sürecek, çabuk savulmayacak, kileci gerek derler; kilecileri getirirler.

Böylece
bir insan vardır; ona denizler bile yetmez; bir insan da vardır, birkaç katre yeter ona; fazlası ziyan

verir.
Bu, yalnız anlam, bilgiler, hikmet âleminde böyle değildir. Mallarda-mülklerde, altınlarda, madenlerde

hep
böyledir. Hepsi de sınırsızdır, sonsuzdur; fakat adamına göre sunulur. Çünkü insan, fazlasına

dayanamaz;
deli-divâne olur. Görmez misin Mecnun'u, Ferhat'ı, onlardan başka âşıkları? Bir kadının aşkı yüzünden
dağlara-ovalara düştüler. Çünkü onlara, dayanamayacakları kadar istek sunuldu. Görmez misin

Firavun'u?
Ona fazla mal-mülk sunuldu, Allahlık dâvasına girişti. "Hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri katımızda
olmasın." İyiden-kötüden hiçbir şey yoktur ki katımızda, haznemizde sonsuz defineleri bulunmasın;

fakat
herkese, dayanacağı kadar göndeririz, çünkü uygun olanı da budur.
Evet, bu adam inanmıştır, fakat inanç nedir, onu bilmez. Çocuk da ekmeğe inanmıştır amma inandığı
nedir, onu bilmez ya, tıpkı onun gibi işte. Bitkiler de böyledir. Ağaç,susuzluktan sararır-solar, kurur;

fakat
susuzluk nedir, bilmez. İnsanın varlığı bir bayrağa benzer. Önce bayrağı dikerler; sonra akıl, anlayış,

kızış,
öfke, yumuşaklık, lûtfediş, korku, umut gibi sayısını ancak Allahnın bildiği sonsuz huylardan meydana
gelmiş orduları, her yandan, o bayrağın altına gönderirler. Uzaktan bakan, yalnız bayrağı görür; fakat
yakından bakan, bayrağın altındaki topluluğu da görür. Yâni gaflette olan, ancak şu bedeni görür,

bilense
bakınca onda ne inciler-mücevherler var, ne anlamlar var, anlayıverir.
Birisi geldi. (Mevlânâ) dedi ki: Nerdeydin Özlemiştik, neden geciktin?
O zat, böyle rastladı dedi. (Mevlânâ) bizde dedi, dua ediyorduk, bu rastgeliş dönsün-gitsin,
kalksın aradan. Ayrılık getiren rastlayış gerekmez. Evet, vallahi herşey Allahdandır amma Allahya

göre
iyidir; bize göre değil. Hani şu dervişler söylerler, herşey iyidir derler ya, doğru söylerler. Herşey

Allahya
göre iyidir, olgundur; fakat bize göre değil. Zina etmek, namaz kılmamak, namaz kılmak, kâfir olmak,
Müslüman olmak, Allahya eş-ortak tanımak, Allahyı bir, eşsiz-ortaksız bilmek... Hepsi de Allahya göre
iyidir; fakat bize göre zina etmek, doğrulukta bulunmak, kâfir olmak, Allahya eş-ortak tanımak,

kötüdür;
namaz kılmak, hayırlarda bulunmak iyidir; Allahya göreyse hepsi de bir. Nasıl ki bir padişahın

mülkünde,
zindan da var, darağacı da var; elbise de verir, mal-mülk de ihsan eder; maiyetinde adamlar da

bulunur;
düğün-dernek de olur, zevk-neş'e de; davul da vardır, bayrak da... Hepsi vardır, hem de padişaha göre
hepsi iyidir. Hani elbise vermek, onun saltanatının yüceliğindendir ya;darağacı, zindan, öldürüş de
saltanatının yüceliğindendir. Ona göre hepsi de olgunluktur; fakat halka göre elbise vermekle

darağacına
çekmek, nasıl olur da bir olur?
8.BÖLÜM - Çaçaoğlu, namazdan daha üstün nedir diye sordu.
(Mevlânâ), bir kere dedi, namazın canı namazdan üstündür diye bu soruya cevap vermiştik, etraflıca
anlatmıştık, ikinci cevap da şu:
İman namazdan üstündür. Çünkü namaz, beş vakitte farzdır; imansa sürüp giden bir farz. Namaz, bir
özürle kılınmayabilir, geciktirilmesi caizdir; burda da imanın namazdan bir üstünlüğü var; çünkü iman

hiç
bir özürle bırakılamaz, geri atılamaz. Namazsız imanın faydası vardır, imansız namazsa fayda vermez;

iki
yüzlülerin namazı gibi. Her dinin namazı bir başka çeşittir; fakat hiçbir dinin imanı değişmez. Namazın
şekilleri, kıblesi, başka şeyleri değişebilir; daha başka farklar da var; dinleyenin zevkine, özleyişine

göre
meydana çıkar. "Hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri katımızda olmasın, fakat onu, ancak bilinen

miktarda
indiririz. "Dinleyen, hamur yoğuranın önündeki hamura benzer; söz de suya benzer. Hamura, ne kadar

su
islam-kuran-hadis.blogspot.com
gerekse o kadar su döker.
Şiir:
Gözüm, bir başkasına bakıyorsa ne yapayım ben?
Kendinden şikâyetlen; çünkü onun ışığı sensin.
Gözüm başkasına bakıyor, yâni başka bir dinleyen arıyor senden başka; ne yapayım ben, gözümün
ışığı sensin. Sen, senliğindesin, kendinden, varlığından kurtulmamışsın ki aydınlığın yüz bin kat artsın.
Hikâye: Bir adam vardı, pek arıktı, pek aşağılıktı; bir serçe kuşuna benzerdi, gözlere o kadar küçük
görünürdü. Onu görmeden, çirkinliklerinden arılıklarından şikâyet eden aşağılık kişiler bile onu

gördüler mi,
Allah'ya şükrederlerdi. Bütün bununla beraber padişahın divanında vezirin yüzüne karşı sert sözler

söylerdi,
büyük lâflar ederdi. Vezir, bu yüzden dertlenir, fakat hazmederdi. Sonunda bir gün vezir kızdı; ey divan
ehli, bu olmayasıca, onmayasıca herifi ben tuttum, topraktan kaldırdım, besledim-geliştirdim. Bizim,

bizim
atalarımızın ekmeğiyle, nîmetiyle, bizim soframızda adama döndü de yüzümüze karşı bu çeşit sözler
söyleyecek bir dereceye geldi diye bağırdı. Adam sıçrayıp kalktı da a divan ehli, a devletin büyük

adamları ,
a devletin direkleri dedi; doğru söylüyor. Onun ve atalarının nimetiyle, artık ekmeğiyle beslendim,
büyüdüm de sonunda böyle aşağılık bir hale geldim, böylesine rezil-rüsvây oldum işte; başka birinin
ekmeğiyle nimetiyle beslenseydim belki yüzüm de, boyum-posum da, değerim de bundan iyi olur,

bundan
üstün olurdu; o beni yerden kaldırdı amma ben, boyuna "keşke toprak olsaydım" deyip durmadayım;

bir
başkası beni topraktan kaldırsaydı belki böyle maskara olmazdım.
Şimdi, Allah eri tarafından terbiye edilen mürîdin canı kanatlanır. Fakat bir müzevvir, bir gösterişçi
tarafından terbiye edilen ondan bilgi belleyen, terbiyeyi, savaşmayı ondan öğrenen, canı onun

yüzünden
sararıp solan kişi, tıpkı onun gibi aşağılık, arık, bunalmış, gamlı bir hale gelir, işkillerden kurtulamaz,
duyguları noksan kalır. "Onlar ki inanmazlar, dostları şeytandır onların, onları ışıktan karanlıklara

çıkarır."
Canı, gizli şeyleri görsün-göstersin diye bütün bilgileri, insanın mayasına katmış, o mayayı öyle

yoğurmuş.
Hani arı-duru su, dibinde taş mı var; çakıl mı, başka şey mi, ne varsa, yüzünde de ne yüzüyorsa

hepsini
gösterir ya; bu, sonradan birşey yapılarak suya verilen eğreti bir hal değildir, onun temelinde, aslında
vardır bu, yaratılıştan verilmiştir ona; fakat su toprakla, yahut başka renklerle bulandı mı o hâssa, o
hüner , ondan ayrılır, onu unutur-gider.
İşte Ulu Allah, bulanmış, bir başka renge girmiş küçük sular, onlara karıştı mı, bulanıklıklarından
kurtulsunlar, o eğreti renkten halâs olsunlar diye peygamberleri, erenleri, arı-duru ulu sular gibi

gönderdi.
Küçük su, kendisini arı-duru görünce hatırına gelir, önce böyle arı-duruydum gerçekten de der; bilir ki
bulanıklıklar da eğretiymiş, renkler de eğreti. Bu eğreti şeylere uğramadan önceki halini hatırlar da

"bu
birşey ki, bundan önce de bununla rızıklanmıştık biz" der. Şu halde peygamberlerle erenler, insana

önceki
hali hatırlatırlar, mayasına yeni birşey eklemezler insanın. Şimdi büyük suyu bilip tanıyan, ben

ondanım,
onunum diyen her bulanık su, akar, ona kavuşur, karışır-gider. Fakat büyük suyu tanımayan, onu
kendisinden başka gören, kendi cinsinden başka bir cinsten sanan bulanık su, renklerle,

bulanıklıklara
sığınır; sonunda da ona karışmaz; denizden uzak mı, uzak düşer. Hani (Peygamber) buyurmuştur ya:
"Canlardan, bilişenler uyuşurlar; bilmeyenler, hoşlaşmayanlar aykırılığa düşer." Onun gibi işte. Gene

bunun
için (Allah) buyurmuştur: "And olsun ki, size, sizden bir peygamber geldi." Yâni ulu su, küçük suyun
cinsindendir, ondandır, onun mayasındandır. Küçük su, ulu suyu kendinden görmüyor, onu inkâr

ediyor,
tiksiniyor ondan ya, bu da suyun kendinden değildir; bir kötü eş-dostun yüzündendir; onun sekli suya

vurur
da ondan. O kötü eş-dost, onunla öylesine karılmış-birleşmiştir ki ulu sudan, denizden ürküp kaçması,
kendinden midir, yoksa o kötü eş-dostun kendine vuruşundan, kendisinde görünüşünden midir, bunu

bile
bilemez, anlayamaz; hani tıpkı toprak yiyen gibi, o da toprağa meylim, huyumdan mıdır, yoksa

tabiatıma
karışmış bir hastalıktan mı der; bilemez de bilemez.
Bil ki tanık olarak söze gelen her beyit, her âyet, her hadîs, çeşitli olayları görmüş iki tanığa benzer;
nerde tanıklık ederlerse oraya uygun tanıklıkta bulunurlar. Hani iki tanık, bir evin vakıf olduğuna

tanık
olurlar. Gene o iki tanık, bir dükkânın satışına tanıklıkta bulunurlar. Aynı iki tanık, bir nikâha da tanık
olurlar. Hangi olayda bulunurlarsa o olaya göre tanıklık ederler. Tanığın görünüşü bu, anlamı ayrı.

Allah
bizi de faydalandırsın, sizi de. "Renk, kan rengi amma koku, misk kokusu."
islam-kuran-hadis.blogspot.com
9. BOLÜM - O dedik, sizi görmeyi arzuluyor; Hudâvendgâr'ı görmeyi dilemekteyim deyip
duruyor.
Mevlânâ buyurdu ki:
Hudâvendgâr'ı şu anda, gerçek olarak göremez.Çünkü onun Hudâvendgâr'ı görsem diye görmeyi
arzuladığı şey, Hudâvendgâr'ın yüzündeki örtüdür; bu anda Hudâvendgâr'ı örtüsüz göremez. Halkın
babaya, anaya, kardeşe, dostlara, göklere, yerlere, bağlara, bahçelere, sayvanlara bilgilere,

ibadetlere,
yiyeceklere, içeceklere, hâsılı bu çeşit şeylere duyduğu istek, beslediği sevgi onları benimseyip

esirgeyiş de
buna benzer. Hepsi de Allahyı özler, onu ister. Bu şeylerin hepsi de örtüdür. Bu dünyadan geçtilerde o
padişahı örtüsüz gördüler mi bilirler-anlarlar ki onların hepsi de perdeymiş, yüze tutulan örtüymüş;
diledikleri, gerçekte o bir tek şeymiş. İşte o vakit bütün güçlükler çözülür, gönüllerindeki bütün

soruların,
cevabını işitirler; herşey açığa çıkar. Allahnın cevabı her müşkülü teker-teker, ayrı-ayrı

cevaplandırmayı da
gerektirmez. Bir cevapla bütün sorular, bir uğurdan bilinir, müşkül çözülür-gider. Hani kışın, herkes,
elbisesine bürünür, kürkünü giyer, bir tandır başına çöker. Emekliye-sürüne soğuktan bir bucağa

girer,
sığınır ya. Ağaç, ot, daha başka bütün bitkiler de soğuktan meyvesiz, yapraksız kalırlar; soğuk, bir

zarar
vermesin diye varlarını-yok-larını içlerine çeker, gizlerler. Bahar görünüp de cevaplarını verince,

onların
ölümü-dirime, bitkiye ait çeşitli soruları bir uğurdan cevaplandırılmış olur, müşkülleri hallolur-gider.

Hepsi
de baş çıkarırlar, o belâ neden gerekmiş, anlarlar, bilirler. Ulu Allah bu örtüleri, bir iş için yaratmıştır.
Allahnın yüzü, örtüsüz görünseydi biz ona dayanamazdık, faydalanamazdık da; örtüler yüzünden

yardım
görmedeyiz, faydalanmadayız. Şu güneşi görüyorsun ya, hani onun ışığıyla yol yürüyoruz, görüyoruz,

iyiyi
kötüden ayırdediyoruz; onunla ısınıyoruz; ağaçlar, bağlar-bahçeler meyve veriyor; ham meyveler,

ekşi, acı
meyveler, onun ısısıyla oluyor, olgunlaşıyor, tatlılaşıyor; altın, gümüş, lâ'l, yakut madenleri, onun

tesiriyle
oluyor, türlü sebeplerle bunca faydalar veren şu güneş, daha yakına gelse hiç bir fayda vermez; hattâ
bütün dünya, bütün halk yanar-gider, birşeycik kalmaz. Ulu Allah dağa, örtüyle-perdeyle görününce

dağı,
ağaçlarla, güllerle, yeşilliklerle dolduruyor,süslenmiş-bezenmiş bir hale sokuyor;, fakat

örtüsüz-perdesiz
göründü mü, onu alt-üst ediyor, zerre-zerre parçalayıp gidiyor. "Rabbi, dağa göründü mü onu

param-parça
etti."
Birisi, kışın da aynı güneş yok mu diye sordu (Mevlânâ) dedi ki:
Bizim koyundan bahsedişimiz, örnek getirmektir; maksadımız budur. Yoksa orda ne koyun vardır, ne
deve. Örnek başkadır, denk-eşit oluş başka. Akıl, onu çabasıyla anlayamaz; anlayamaz amma

çabasından
da ne vakit kurtulur akıl? Çabasını bırakırsa akıl değildir o. Anlaşılmaz, anlamaya imkân yoktur amma

akıl,
ona derler ki gece-gündüz, o tek sevgiliyi anlamak için düşüncelere dalar, çalışır-çabalar,

kıvranır-durur,
kararsız bir hale düşer. Akıl, pervaneye benzer, sevgiliyse mum gibidir. Pervane, kendini muma vurur,
yakar, helak olur-gider; fakat pervane de ona derler ki o yanıştan zarar görse, elemlere düşse bile

muma
dayanamasın; kendisini atsın-gitsin. Bir yaratık olsa da pervaneye benzese, fakat mumun ışığına

dayansa,
kendisini ona atıp yakmasa o yaratık, pervane değildir. Pervane de kendisini mumun ışığına vursa da

o ışık
pervaneyi yakmasa ona da mum demezler. Şu halde Allahya dayanan, ona ulaşmak için çalışıp
çabalamayan kişi, insan değildir; fakat Allahyı anlar-bilirse o bilinen-anlaşılan da Allah değildir. İnsan

ona
derler ki çalışıp çırpınır, Allahnın ululuk ışığının çevresinde rahatı-kararı kalmaz.Allah da odur ki

insanı
yakar-yandırır, yok eder-gider, fakat hiçbir akıl, onu anlayamaz.
10. BÖLÜM - Pervâne dedi ki: Mevlânâ Bahâeddin, Hudâvendgâr yüz göstermeden önce, Mevlânâ,
bunun için Emir benim ziyaretime gelmesin, yorulup zahmet çekmesin; çünkü bizim türlü-türlü

hallerimiz
vardır. Bir hale düşer, söz söyleriz de, bir hale uğrar, söz söyleyemeyiz; bir halimiz olur, halkla

ilgileniriz;
bir halimiz olur, yalnızlığa çekiliriz; bir halimiz de olur ki dalar-gideriz, şaşırır-kalırız; olur ya, Emîr, ben

öyle
bir haldeyken gelir ki gönlünü alamayız; onunla konuşmaya, ona Öğüt vermeye gücümüz yetmez;

onun
için şu daha iyi: Dostlarla oyalanmaya, onları faydalandır maya, gücümüz olursa biz gideriz, dostları

ziyaret
ederiz buyurmuştu diye özür getirdi.
Emîr, Mevlânâ Bahâedin'e cevap verdim de dedim ki dedi: Ben, Mevlânâ benimle meşgul olsun,
benimle konuşsun diye gelmiyorum ki; onunla şeref bulayım, kullarının arasına katılayım diye

geliyorum.
Şimdicek oluveren olayların biri şu: Mevlânâ diyelim kî meşguldü, yüzünü göstermedi, uzun bir zaman

beni
bekletti. Bu bekletiş, Müslümanlar, iyi kişiler, benim de kapıma gelince onları bekletirim, tez yol

vermem,
islam-kuran-hadis.blogspot.com
bunun bu kadar güç, bu kadar zor olduğunu bilmem içindir; Mevlânâ, başkalarına bu çeşit

davranmamam
için beni terbiye etti.
Mevlânâ, (bu sırada gelip) buyurdu ki:
Hayır, sizi bekletmem, lütfûn da kendisidir. Hani anlatırlar ya, Ulu Allah, a kulum buyurur; duâya
koyulup feryâda başladın mı isteğini tez yerine getirirdim; fakat senin ah etmen, feryât etmen,

hoşuma
gidiyor; onun için geciktiriyor, duânı tez kabul etmiyorum; fazla feryât etmeni istiyorum; çünkü sesin,
feryâdın hoşuma gidiyor. Meselâ bir adamın kapısına iki yoksul gelse, birisi, sevilir, istenir biri olsa,

öbürü
de hiç hoşa gitmez biri bulunsa ev sahibi, kölesine, tez, durup dinlenmeden o hoşuma gitmeyen herife

bir
ekmek parçası ver de çekilip gitsin der. Sevileneyse vaatlerde bulunur; daha ekmek pişmedi, dayan

da
ekmek pişsin der.
Çok defa gönlüm ister ki dostları göreyim, onları doya-doya seyredeyim; onlar da beni doya-doya
görsünler. Burada iyi öze sahip dostlar, birbirlerini iyiden-iyiye görürlerse o dünyada toplandıkları

vakit
bildiklik, tanışıklık, pekişmiş olacağından birbirlerini gene tanırlar, bilirler de dünya yurdunda da

beraberdik
biz derler, birbirlerine bir hoşça sarılırlar; bağdaşırlar; çünkü insan, dostunu tez kaybeder. Görmez

misin ki
bu dünyada birisiyle dost olursun, sevgili dersin ona; gözünde bir Yûsuf kesilmiştir o. Fakat bir kötü iş
yüzünden silinir-gider; onu kaybedersin; Yûsuf luk, kurtluğa, dönüverir; önceden Yûsuf gördüğünü

şimdi
kurt şeklinde görürsün. Görünüşü de değişmemiştir, neyse gene odur o; fakat şu bir tek eğreti

hareket
yüzünden onu yitirdin-gitti. Halbuki yarın, bir başka türlü toplanış belirecek; onun özü de bir başka

öze
dönecek. Onu iyi tanımazsan, özüne iyiden-iyiye dalmazsan nasıl tanıyabilirsin onu? Hâsılı insanların
birbirlerini iyiden iyiye görüp tanımaları, her adamda eğreti olan iyi ve kötü huyları bir yana bırakıp

özlerine
dikkat etmeleri, özlerini iyiden-iyiye görüp bilmeleri gerek. Çünkü insanların birbirlerine naklettikleri

şu
vasıflar, insanın asıl vasıfları değildir. Hani bir hikâye söylemişlerdir: Birisi, ben filân adamı iyi tanırım,

onun
huyunu-husunu anlatayım size der. Buyur derler. Der ki: Benim seyisimdi, iki kara öküzü vardı. Şimdi,
halkın, filân dostu gördük, onu tanırız demeleri de bunun gibidir. Söyledikleri her söz, gerçekte, iki

kara
öküzü vardı diyenin hikâyesidir âdeta. O anlatış, onu anlatış değildir;- o anlatış, hiçbir işe yaramaz.

Şimdi
insanın iyi-kötü, işlediği işleri bir yana bırakmak, özüne dalmak, nasıl bir özü var, ne çeşit bir mayası

var,
onu anlamak, bilmek gerektir; zâten görmek, bilmek de budur.
Şaşarım insanlara; erenler, âşıklar, yeri-yurdu olmayan, şekli bulunmayan, neliği-niteliği de olmayan
âleme, neliksiz-niteliksiz âlemine nasıl âşık olurlar, nasıl o âlemden yardım görürler, güç-kuvvet

bulurlar, o
âlemin tesiri altında kalırlar derler. Halbuki kendileri de gece-gündüz o âleme girerler. Bir adam, bir

adamı
sever, ondan yardım görür. Bu yardımı onun lûtfundan, ihsanından, bilgisinden, anışından,

düşünüşünden,
onun neş'esinden, gamından elde eder. Bütün bunlar da mekânsızlık âlemindedir. O, soluktan soluğa

bu
anlamlardan yardıma ulaşır, bunların tesiri altında kalır da buna şaşmaz; fakat tutar, erenler, âşıklar
mekânsızlık âlemine nasıl âşık olurlar, o âlemden nasıl yardım görürler diye şaşırır-kalır.
Bir filozof vardı; bu anlamı inkâr ederdi. Bir gün hastalandı, elden çıktı. Hastalığı uzadıkça uzadı. Allah
hikmetini elde etmiş bir er, filozofun halini-hatırını sormaya gitti; filozofa, ne istiyorsun, dedi. Filozof,

sağlık
istiyorum dedi. Eren, şu sağlığın şekli ne biçim, söyle bakalım, nasıl şey bu sağlık... Arılayayım da elde
edeyim dedi. Filozof, sağlığın şekli yoktur deyince eren, madem ki dedi şekli yok, o

neliksiz-niteliksizdir,
onu nasıl isteyebiliyorsun? Söyle bakalım, sağlık nedir? Filozof, şunu bilmiyorum ki dedi, sağlık

gelince güç-
kuvvet elde ederim, şişmanlar-gelişirim; betim-benzim ap-ak, al-al olur; açılır-neş'elenirim;

tazeleşirgiderim.
Eren, ben dedi, senden sağlığın kendisini soruyorum; sağlık ne biçim şeydir? Filozof, bilmiyorum
dedi, neliksiz-niteliksiz. O er, Müslüman olur, önceki yolunu-yordamını bırakırsan sana ilâç veririm,
sağlamlaştırır, iyileştiririm, sağlığı ulaştırırım sana dedi.
Allah rahmet etsin, esenlikler versin Mustafâ'dan, şu anlamlar neliksiz-niteliksiz amma görünen
şekiller vasıtasiyle insan, o anlamlardan faydalanabilir mi diye sordular. Buyurdu ki:
İşte buracıkta gökyüzü, yeryüzü... Şu şekil yüzünden o tüm anlamdan faydalan. Dönüp duran
gökyüzünün tesirlerini, bulutların, vaktinde yağmur yağdırdığını, yazı-kışı, zamanın değişmesini

görüyorsun;
hepsi de doğru-düzen, hepsi de bir hikmete dayanmada. Şu cansız bulut, ne bilir vaktinde yağmur
yağdırmayı; şu yeryüzünü görüyorsun, bitkiyi nasıl kabulleniyor, bire nasıl on veriyor; elbette bunları

birisi
yapıyor; onu gör, şu dünya vasıtasiyle ondan yardım elde et; hani insanın da kalıbını görüyor,

anlamından
yardım elde ediyorsun ya; dünya vasıtasiyle de dünyanın anlamından yardıma er.
Peygamber esridi, kendinden geçti de söz söylemeye başladı mı, "Allah dedi ki" derdi. Halbuki
görünüşte onun dili söylüyordu. Fakat o, arada yoktu; gerçekte söyleyen, Allahydı. Fakat o evvelce

kendini
görürdü; bu yüzden de bu çeşit söz söylemeyi bilmez-anlamazdı; böyle sözlerden haberi bile yoktu.
Şimdiyse ondan böyle sözler doğuyor, biliyor ki evvelki varlığı yoktur; bu, Allahnın tasarrufudur.

Nitekim
islam-kuran-hadis.blogspot.com
Allah esenlikler versin, Mustafâ, kendinden bu kadar bin yıl önceki insanlardan, gelmiş-geçmiş
peygamberlerden, tâ dünyanın sonunadek olacak şeylerden; Arş'tan, Kür-sî'den, varlıktan-yokluktan
bahsediyordu; halbuki varlığı, dünkü varlıktı; onun, sonradan meydana gelen bu dünkü varlığı, bunları
söylemiyordu. Sonradan meydana gelen, evveline evvel olmayandan nasıl haber verir; şu halde

anlaşıldı ki
o söylemiyor, Allah söylüyor. "Kendi dileğinden söz söylemez; söylediği, ancak kendisine vahyedilen
sözdür." Allah, sesten, harften münezzehtir. Allahnın sözü, harften, sesten dışarıdır. Fakat sözünü de,
dilediği her harften, her sesten, her dilden akıtır-gider. Hani yollarda, kervansaraylarda havuz

başlarına
taştan bin insan, yahut bir kuş yaparlar; o heykellerin ağızlarından su akar, havuza dökülür. Bütün

akıllılar
bilirler ki o su, taştan yapılma kuşun ağzından gelmiyor, bir başka yerden geliyor. Bir adamı tanımak
istersen söze getir, konuştur. Konuşmaya başladı mı, onu anlar-tanırsın. Bir yankesici olsa, birisi de

ona,
adamı sözünden tanırlar dese, anlaşılmaması için mahsustan söz söylemez; söylemekten çekinir.

Hani bir
hikâye vardır: Bir çocuk, ovada annesine, kapkara gecede bana, dev gibi koca bir karartı görünüyor,

pek
korkuyorum der. Annesi korkma der, onu gördün mü yürekli bir halde saldır üstüne, görür-anlarsın ki

bir
hayaldir o. Çocuk, peki anne der; o kara şeye de anası bu çeşit bir tenbihte bulunduysa ne yaparım

ben?
Ona da annesi, konuşma da anlamasınlar seni dediyse nasıl anlarım-tanırım onu ben? Annesi, onun
karşısında sus, kendini ona ver, dayan. Olur ya, belki ağzından bir söz çıkar; çıkmasa bile senin

ağzından,
istemeden bir söz çıkar, yahut da hatırına bir söz gelir, aklında bir düşünce başgösterir; o

düşünceden, o
sözden, onun halini anlarsın. Çünkü onun tepkisi altında kaldın ya; aklına gelen söz, içinde beliren o
düşünce, onun, ondaki hallerin sana vuruşudur der.
Şeyh Serrezî, mürîtlerinin arasında oturmuştu. Mürîdin birinde kebap olmuş baş iştahı belirdi. Şeyh,
filâna kebap olmuş baş getirin diye emir verdi. Dediler ki: A şeyh, onun kebap olmuş baş istediğini ne
bildin? Şeyh dedi ki: Otuz yıldır ki bende istek kalmamıştır; kendimi bütün isteklerden arıttım,

hepsinden de
münezzehim; ayna gibi tertemizim, safım. Hatırıma kebap olmuş baş geldi; kebap olmuş başı içim

çekti;
bildim ki bunu isteyen filândır. Aynada hiçbir şekil yoktur, bir şekil görünürse aynadan değildir, bir
başkasındandır o.
Bir aziz, bir isteğini elde etmek için çileye girmişti. Ona, böyle bir yüce istek, çileyle elde edilemez-
çileden çık da ulu bir erin bakışı sana düşsün, isteğini elde et diye bir ses geldi. Eren, o ulu eri nerde
bulayım dedi. Camide dediler. Bunca kişinin arasında nasıl tanıyayım, hangisidir dedi. Dediler ki: Git, o

seni
tanır, sana bakar; bunu da şöyle anlarsın: Bakışı sana düştü mü, ibrik elinden düşer, kendinden

geçersin;
anlarsın ki sana bakmıştır. Öyle yaptı; eline içi suyla dolu bir ibrik aldı, mescitteki topluluğa su

sunmaya
başladı. Safların arasından geçerken ansızın onda bir hal belirdi; bir nâra attı; ibrik elinden düştü,
kendinden geçti; bir bucakta kala-kaldı. Herkes gitti. Kendisine gelince yapa-yalnız olduğunu gördü.
Kendisine bakan padişahı orda görmedi amma maksadına da erişti.
Allahnın öyle erleri vardır ki pek yüce olduklarından, Allah da onları kıskandığından halka yüz
göstermezler; fakat dileyenleri, pek büyük dileklere kavuştururlar; onlara ihsanlarda bulunurlar. Bu

çeşit
ulu padişahlar, hem pek azdır, hem pek nazlı olurlar.
Sizin yanınıza geliyorlar mı o büyükler dedik. Dedi ki:
Bizim yanımız kalmamış ki. Nice zamandır ki ne yanımız var, ne önümüz. Geliyorlarsa inandıkları,
düşüncelerinde yarattıkları varlığa geliyorlar, İsa'ya, evine geleceğiz dediler. Dedi ki: Dünyada bize ev
nerde, ne vakit evimiz olabilir ki? Anlatmışlardır hani, Allah esenlik versin, İsâ, bir ovada geziyordu.

Derken
bir sağnaktır, tutturdu. İsâ, bir karakulağın inine girdi, yağmur dininciye dek orda kalmak üzere inin

bir
bucağına sığındı. Senin yüzünden karakulağın yavrucakları huzursuz bir hale geldi, karakulağın

yavrularının
evi var da Meryemoğlu'nun evi yok; karakulağın yavrusuna bile bir sığınak, bir yer-yurt var da
Meryemoğlu'nun ne sığınağı var, ne yeri-yurdu, ne evi-barkı.
Mevlânâ buyurdu ki:
Karakulak yavrusunun evi var, fakat böylesine bir sevgilisi yok ki onu evden sürsün, çıkarsın. Senin,
seni evden sürüp çıkaran böylesine bir sevgilin varken evin yokmuş, ne korkun var. Böylesine bir

sürüp
çıkaranın lûtfuna-ihsanına, böyle bir ağır elbiseye lâyık oldun; bu lütuf sana mahsus oldu; artık onun

seni
sürüp çıkarması, yüzlerce milyon göğe, yere, ahrete, Arş'a, Kürsî'ye değer; hattâ daha da artıktır bu

lütuf,
daha üstündür bunlardan.
Buyurdu ki:
Emîr geldi, biz de tezcek görünmedik ya; hatırının kalmaması gerektir. Çünkü bu gelişinden maksadı,
ya bizi ağırlamaktı, ya kendini ağırlamak. Bizi ağırlamaya geldiyse fazla oturdu, bizi bekledi, böylece

de bizi
fazla ağırlamış oldu; maksadı da yerine geldi. Yok, maksadı kendini ağırlamaksa, sevaba girmekse

fazla
beklediğinden, bekleyiş zahmetini fazla çektiğinden fazla sevaba girdi. .Hâsılı şu iki halde de maksadı

neyse
islam-kuran-hadis.blogspot.com
maksadına kat-kat erişti, fazlasıyla dilediğini elde etti. Bu yüzden gönlünün hoş olması, sevinmesi
gerekir.

11. BÖLÜM - Hani "Gönüller görür -görüşür" derler ya; bir laftır, bir sözdür, bir hikâyedir;

söylerdururlar
amma onlara da anlamı açılmamıştır; yoksa söze ne hacet vardı? Gönül tanıklık ettikten sonra dilin
tanıklığına ne hacet?
Emîr Nâip dedi ki:
Evet, gönül tanıklık veriyor amma gönlün aldığı ayrı bir tat var, kulağın aldığı ayrı bir tat, gözün aldığı
ayrı bir tat, dilin aldığı ayrı bir tat. Daha fazla fayda elde etmek için herbirine ihtiyaç var.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Gönül dalar-batarsa hepsi, onunla yok olur-gider, dile ihtiyaç kalmaz. Sevgisi, Allah sevgisi değildi;
bedene, nefse aitti; Leylâ da balçıktan yaratılmıştı; fakat bu sevgi, Leylâ'nın sevgisi, Mecnûn'u

öylesine bir
almıştı, Mecnûn, o sevgiye öylesine bir dalmıştı, batıp gitmişti ki Leylâ'yı gözle görmeye de muhtaç

değildi;
sözlerini kulakla duymaya da muhtaç değildi. Leylâ'yı, kendisinden ayrı görmüyordu ki.
Hayalin gözümde, adın ağzımda;
Anışın gönlümde; nereye mektup yazayım?
Şimdi bedene ait sevgide bile bu güç-bu kuvvet oluyor, âşığı bir hale getiriyor ki kendisini, sevgiliden
ayrı göremiyor; duyguları hep onda gark olup gidiyor; gözü, kulağı, burnu, başka âzasından hiçbiri,

ayrı bir
tat istemiyor, hepsini bir yerde toplanmış görüyor; hepsini bir yerde hazır buluyor. Şu söylediğimiz
uzuvlardan bir tanesi, tam bir zevk duydu mu, hepsi de onun zevkine dalıp-gidiyor, başka bir zevk
istemiyor. Bir duygunun ayrı bir zevk istemesi, alması gereken zevki-tadı tam almadığına delildir zâti;

bir
zevk duymuştur amma noksan bir zevktir bu; o zevke dalamamıştır da öbür duyguları da zevk ister,

çeşitli
zevkler isteğine düşer; her duygu, ayrı bir zevk peşine düşer. Halbuki duygular, anlam bakımından

birdir,
görünüş bakımından ayrıdır, çeşitlidir. Fakat bir uzuv daldı-gitti mi, hepsi onunla beraber dalar-gider.

Hani
sinek gibi. Sinek yücelerde uçtukça kanadı da oynar, başı da oynar, bütün parçaları da oynar. Fakat

bala
battı mı bütün parçaları bir olur, hiçbiri oynamaz. Dalıp batmak, ona derler ki dalan-batan, arada

kalmasın,
onun çabası da bitsin, işi de, hareketi de. Batmak, ona derler ki ondan meydana gelen her iş, onun işi
olmasın, suyun işi olsun. Hâlâ suda elini-ayağını oynatıyorsa buna batış demezler. Ah, battım,

boğuldum
diye bağırıyorsa buna da batmak-boğulmak demezler.
Halk "Ben Allahyım" demeyi büyük bir dâva sanır; halbuki "Ben kulum" demek büyük bir dâvâdır.
"Ben Allahyım" demek, büyük bir gönül alçaklığıdır. Çünkü "Allah kuluyum" diyen, iki varlık ispat eder;

bir
kendisini, bir de Allahyı isbata kalkışır. Fakat "Ben Allahyım" diyen, kendisini yok etmiştir, yele

vermiştir;
"Ben Allahyım" der; yâni ben yokum, hep odur, Allahdan başka varlık yoktur; ben salt yokluğum, hiçim
der. Gönül alçaklığı, bunda daha artıktır; bundan dolayı da halk anlamaz. İşte buracıkta bir kişi, Allah
rızâsıyçin Allahya kulluk eder; kulluğu meydandadır; Allah için kullukta bulunur amma kendisini de

görür,
yaptığını da görür, Allahyı da görür; o suya batmamıştır, suda boğulmamıştır. Suda boğulan o kişidir ki
onda hiç-bir hareket, hiç-bir iş kalmaz; hareketi, suyun hareketinden ibarettir. Bir arslan, bir ceylânın
peşine düşmüştü hani. Ceylân ondan kaçıyordu. Kaçtıkça da iki varlık vardı: Biri arslanın varlığı,

öbürü
ceylânın varlığı. Fakat arslan ona erişince ceylân, onun pençesinin altında kahroldu, arslanın

korkusundan
kendinden geçti, arslanın önünde yere serildi mi, o anda artık, yalnız arslanın varlığı kalmıştır,

ceylânın
varlığı yok olmuş-gitmiştir.
Batıp boğulmak şudur: Ulu Allah, halkın arslandan, kaplandan, zâlimden korkmasından başka bir
korkuyla erenleri, kendi zâtından korkutur; ona açar, bildirir ki korku da Allahdandır, eminlik de

Allahdan...
Zevk-neş'e de Allahdandır, yiyip içme de Allahdan. Ulu Allah, gözü açıkken ona, özel ve

görülür-duyulur
şekilde bir arslan, bir kaplan, bir ateş gösterir. Bunu göstermesi de erenin, gördüğüm arslan şekli,

kaplan
şekli, gerçekte bu âlemden değil, gayb âlemindendir demesini, bunu anlamasını sağlamaktır. Böylece

pek
güzel, pek alımlı bir şekilde gösterir. Gene böyle bağlar-bahçeler, ırmaklar, huriler, köşkler,

yenecekiçilecek
şeyler, ağır elbiseler, binilecek hayvanlar, şehirler, konaklar, çeşit-çeşit, renk-renk şaşılacak şeyler
gösterir. Gerçek olarak anlar-bilir ki bunlar, bu âlemden değildir, Allah onları, gözüne göstermede, bu
şekillere bürümede... Bütün rahatlıklar da ondandır, görülen-seyredilen şeyler de. Şimdi onun

korkusu,
islam-kuran-hadis.blogspot.com
halkın korkusuna benzemez; çünkü gördüğü şeyleri delille bilmiş, anlamış değildir; çünkü Allah,

herşeyin
Allahdan olduğunu ona ap-açık göstermiştir.
Filozof da bunu bilir amma delille bilir; delilse boyuna durmaz. Birisine delil getirdin mi hoşlanır, ısınır,
tazeleşir; fakat delil söylendi de geçildi mi, onun da sıcaklığı, hoşluğu kalmaz, geçer-gider. Hani birisi,
delille bilir ki şu evin bir mîmarı vardır; gene delille bilir ki o mimarın gözü vardır, kör değildir;

gücü-kuvveti
yeter, güçsüz-kuvvetsiz değildir; vardır, yok değildir, diridir, ölü değildir; evi yapmadan önce vardı,
güçlüydü-kuvvetliydi; bütün bunları bilir. Bilir amma delille bilir; delilse durmaz, tez unutulur. Ariflere
gelince: Onlar mîmarı tanımışlar, ona hizmette bulunmuşlardır; gözleriyle görmüşlerdir onu; beraber

tuza
banmışlardır, ekmek yemişlerdir onunla; görüşüp konuşmuşlar, koklaşmışlardır onunla. Mîmar,
hatırlarından asla çıkmaz, gözlerinden yitmez onların. İşte böyle adam, Allahda yok olur; ona göre

artık
suç da suç değildir, günah da günah değildir; çünkü o, suya alt olmuştur, suda boğulup gitmiştir.
Bir padişah, kölelerine, herbiriniz elinize altınla bezenmiş birer kadeh alın, konuk geliyor diye emretti.
Kendisine yakın olan köleye, sen de bir kadeh al dedi. Fakat padişah yüz gösterince o öz köle,

kendisinden
geçti, esridi, kadeh elinden düştü, kırıldı. Başkaları onun bu hareketini görünce demek ki böyle

gerekmiş
dediler, kadehlerini mahsustan atıp kırdılar. Padişah, neden böyle yaptınız diye onları azarladı. Sana

yakın
olan o köle de böyle yaptı ya dediler. Padişah, a aptallar dedi, o hareketi o yapmadı, ben yaptım.
Görünüşte bütün hareketler suçtu; fakat o tek suç, ibâdetin ta kendisiydi; hattâ ibâdetten de

üstündü,
günahtan da. Zâten o kölelerin hepsinden de maksat, o köleydi, geri kalan köleler, hep onun

buyruğuna
uymuşlardı, onun adamlarıydı. Çünkü o köle padişahtı gerçekten. Söylediğimiz şu anlama göre bütün
köleler, padişahın buyruğuna uymuşlardı amma asıl o köleye uymuşlardı onlar; çünkü o, padişahın ta
kendisiydi; ondaki kölelik, bir görünüşten başka birşey değildi; o, padişahın güzelliğiyle dop-doluydu.
Ulu Allah buyurur: "Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım." Bu söz de "Ben Allahyım" demektir. Anlamı
, "Gökleri kendim için yarattım" demektir; bu da, başka bir dille, başka bir tarzda ben Allahyım

demektir.
Allah birken, yol birken söz, nasıl olur da iki olur? Görünüşte aykırı görünebilirse de anlam

bakımından
birdir. Ayrılık, aykırılık, görünüşte; görünebilirse de anlam bakımından birdir. Hani bir bey, çadır yapın

dese
birisi ip büker, birisi mıh kakar, birisi bez dokur, birisi diker, birisi biçer, birisi iğne batırır. Görünen bu

işler,
dış yüzden ayrıdır, çeşit-çeşittir, dağınıktır amma anlam bakımından birdir; hepsi de bir iş

görmektedir. Bu
dünyanın halleride böyledir. Dikkat eder, bakarsan görürsün ki suçlu olsun, iyi olsun; isyan etsin,

itâat
etsin; şeytan olsun, melek olsun; herkes Allahya kulluk etmektedir. Meselâ padişah, kölelerini

sınamak,
ayak direyenle diremeyeni meydana çıkarmak, ahdinde duranıyla durmayanı ayırdetmek, vefalıyı
vefasızdan ayırmak istese onlara vesvese veren, onları heyecana getiren biri gerektir ki avak

direyenin
ayak direyişi meydana çıksın. Böyle biri olmasa onun ayak direyişi nasıl meydana çıkar? Şu halde

onlara,
vesvese veren, heyecanlandıran kişi de padişaha kulluk etmektedir; çünkü padişahın dileği, böyle
yapmasıdır onun. Ayak direyenin ayak diremeyenden ayrılıp meydana çıkmasını ister; sivrisineği

ağaçtandaldan,
bağdan-bahçeden sürüp çıkarmak, atmacayı bırakmak diler de bir yeldir, estirir. Bir padişah, bir
câriyeciğe, kendini süsle, beze de kölelerime görün; böyle yap da onların eminlikleriyle hainlikleri

belli
olsun diye emreder. Şimdi o câriyeciğin yaptığı iş, görünüşte suç gibi görünür amma gerçekte

padişaha
kulluk etmektedir.
Şu kullar, bu âlemde delille, taklitle değil de ap-açık, örtüsüz-perdesiz gördüler ki herkes,

iyidenkötüden,
ne yapıyorsa Allahya kullukta bulunuyor. "Hiçbir şey yoktur ki onu överek noksan sıfatlardan arı
olduğunu söylemesin" şu halde bu âlem, onlar için kıyamettir. Kıyamet, şundan ibarettir hani: Herkes
Allahya kulluk etmektedir; ona kulluktan başka bir işe-güce koyulmamaktadır. Bu anlamı onlar,

buracıkta
görürler. "Perde kaldırılsa bile, inancım, bilgim artmazdı" denmiştir hani. Bilgin sözünün anlamı

bakımından
bilgin kişinin âriften daha yüce olması gerekmez. Allahya bilici, bilen derler de ârif demek yaraşmaz.

Ârif
sözünün anlamı, "Bilmiyordu, öğrendi, bildi"den ibarettir; Allahya bu sözü söylemek, bu vasfı vermek,
yakışık almaz; bu, böyle. Fakat örf bakımından ârif, daha ileridir. Çünkü ârif, bildiğini delilsiz bilir;

bilgiyi
görüşle, bakışla görmüş de elde etmiştir. Ârifler, bu çeşit kişiye ârif derler. Hani söylerler ya; bir

bilgin, yüz
zahitten yeğdir. Bir bilgin nasıl olur da yüz zâhitten yeğ olabilir? Sonunda bu zâhit de zâhitliğe bilgiyle
ulaşmıştır; bilgisiz zâhitlik mümkün değildir, olamaz. Peki, zâhitlik nedir? Dünyadan yüz çevirmek,

ibâdete
ve ahrete yüz tutmak. Şu halde dünyayı bilmesi gerek; ahretin güzelliğini geçici olmayışını bilmesi

gerek;
ibadet etmeye çalışıp çabalaması gerek; nasıl ibadet edeyim, hangi ibadete koyulayım demesi gerek.

Bütün
bunlar da bilgidir. Şu halde bilgisiz zâhitlik olamaz. Demek ki o zâhit, aynı zamanda hem bilgindir, hem
zâhit. Peki, yüz zahitten yeğ olan bu bilgin, nasıl bir bilgindir, bu nasıl oluyor? İşte bunun anlamını
anlamamışlardır. Allah, önceden sahip olduğu bilgiden ve zâhitlikten sonra ona bir başka bilgi

vermiştir; bu
ikinci bilgi, o bilgiyle zâhitliğin meyvesidir. Kesin olarak da bu çeşit bilgiye sahip olan bilgin, yüz

zâhitten
yeğdir; bu çeşit bilgin kesin olarak yüz zâhitten yeğ. Bu, şuna benzer hani: Bir adam bir ağaç diker,

ağaç
islam-kuran-hadis.blogspot.com
da meyve verir. Kesin olarak o meyve veren ağaç, meyve vermeyen yüz ağaçtan yeğdir; çünkü yolda
âfetler çoktur, bu yüzden o ağaçlar meyve vermeyebilirler. Kâbe'ye varmış bir hacı, çölde yol

aladuran yüz
hacıdan yeğdir; çünkü erişebilecekler mi, erişemeyecekler mi diye korku içindedir onlar. Fakat bu
gerçekten de ulaşmıştır; bir gerçekse bin sanıdan yeğdir.
Emîr Nâib dedi ki: Erişmeyen de umutlanır ya.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Nerde umutlanan, nerde ulaşan? Korkuyla eminlik arasında çok fark var. Hattâ bu farktan söz

açmaya
bile ne hacet... Bu fark, herkesçe görünüp durmadadır. Söz, asıl şunda: Eminlikten eminliğe de pek

büyük
farklar var. Allah rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ'nın peygamberden üstün oluşu, eminlik
yüzündendir. Yoksa bütün peygamberler eminliktedir, korkudan geçmişlerdir; ancak eminlikte de

duraklar
vardır, "Bâzılarını, dereceler bakımından bâzılarından üstün ettik, "denmiştir. Korku alemiyle korku
duraklarını söyleyip göstermeye imkân vardır, fakat eminlik duraklarının ne izi vardır-ne tozu. Herkes

Allah
yoluna ne bağışlıyor diye korku âlemine bir bakılsa görülür ki biri bedenini bağışlamada, biri mal
bağışlamada, biri de can bağışlamada... Biri oruç tutuyor, öbürü namaz kılıyor... Biri on rek'at kılıyor,

öbürü
yüz rek'at. Şu halde onların durakları meydandadır, besbellidir, onları göstermek de mümkündür.

Şuna
benzer hani; Konya'ya yahut Kayseri'ye giden yolların konaklan bellidir; Kaymaz, Ubruh, Sultan, daha

da
başka duraklar meselâ. Fakat Antakya'dan Mısır'a dek denizdeki konakların izi-tozu yoktur; onları

kaptan
bilir, karadakilere söylemez; çünkü zâten de anlamaz onlar.
Emîr dedi ki: Söyleme de bir fayda verir; dinleyenler, hepsini anlamasalar da birazını anlarlar, izine
düşerler, tahminlere kalkışırlar ya.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
And olsun Allahya, bir kimse kap-karanlık gecede elbette gündüze kavuşacağım, ona doğru
gitmedeyim deyip de bu kuruntuyla otursa, uyumasa, ne biçim gittiğini bilmese de mademki gündüzü
bekliyor, gündüze yaklaşıp durmadadır. Yahut da birisi, kap-karanlık, bulutlu bir gecede bir kervanın

peşine
düşse de gitse, nereye ulaştı, nereyi aşıyor, ne kadar yol aldı; bunları bilmez amma sabah olunca

nereye
vardığını görür, ne kadar yol aldığını anlar. Hattâ birisi, Allah için gözlerini yumup açsa bu bile yitmez.
"Kim zerre ağırlığında hayır yapsa karşılığını görür." Ancak şu var ki: İçi karanlıktır, özü perdelidir de

ne
kadar ilerledi, göremez bunu; fakat sonunda görür. "Dünya, ahretin tarlasıdır." Kim ne ekerse burada,

onu
biçer orda.
Allah esenlik versin, Îsâ çok gülerdi. Allah esinlik versin, Yahya da çok ağlardı. Yahya, Îsâ'ya dedi
ki:Yoksa sen, Allahnın inceden ince düzenlerinden adam-akıllı emin mi oldun ki böyle gülüyorsun? Îsâ

da
ona, yoksa sen de Allahnın inceden ince, güzel, görülmemiş yardımlarından, lûtuflarından adam-akıllı
gaflete mi daldın ki böyle ağlıyorsun? Erenlerden biri, bu olayda bulunmuştu. Allahya, bu ikisinden
hangisinin makamı daha yüce diye sordu. Bana karşı sanısı daha güzel olanın makamı daha yüce diye
cevap geldi. Yâni, "Ben kulumun sanısının katındayım." Kulumun sanısı neredeyse ordayım, beni nasıl
sanırsa oyum ben. Her kulumun bir çeşit düşüncesi, bir çeşit hayâli vardır; o, beni nasıl hayâl ederse
ordayım. Allahnın bulunduğu hayâle kulum-köleyim ben; bezmişim o gerçekten ki Allah orda olmasın.

A
kullarım, hayallerinizi, kuruntularınızı arıtın ki benim yerim-yurdumdur, benim konağımdır onlar. Şimdi

sen
kendini bir dene-sına; ağlayıştan, gülüşten, oruçtan, namazdan, yalnızlıktan, topluluktan... daha da

başka
şeylerden hangisi daha faydalı; hallerin hangi yolda yürürsen daha doğru bir şekle girmede, hangisi

seni
daha yüceltmede? Bunu anla da o işe sarıl. "Müftüler fetva bile verseler kalbine danış." Gönlünde bir

anlam
var senin, müftülerin fetvalarını ona bildir de hangisi uygunsa ona uysun. Hani hekim de hastanın

yanına
geldi mi içindeki hekimden sorar. Çünkü senin içinde bir hekim vardır ki o, tabiatındır senin; birşeyi
istemez, birşeyi kabul eder. Bundan dolayı da dıştaki hekim, içtiğin filân şey nasıldı, ağır mıydı, hafif

mi,
uykun nasıl diye sorar. O, dıştaki hekime içinden haber verir, dıştaki hekim de ona göre bir hükme

varır,
bir hüküm verir. Şu halde asıl hekim, içteki hekimdir, insanın tabiatıdır. Bu hekim zayıflarsa, insanın

mizacı
bozulursa bu arıklık yüzünden herşeyi ters görür insan da eğri hükümler verir. Şekere acı der de

sirkeye
tatlı der. Bu yüzden de tabiatın önceki haline gelmesi için ona yardım edecek bir dış hekime muhtaç
olmuşuzdur. Fakat bundan sonra da hasta, gene kendisini kendi hekimine gösterir, ondan fetva alır.

Tıpkı
bunun gibi anlam bakımından da insanın bir mizacı,bir tabiatı vardır; o arıklaştı mı iç duyguları, ne

görür,
ne söylerse tersinedir. Peygamberlerle erenler de hekimlerdir. Mizacının, tabiatının doğru-düzen bir

hale
gelmesi, gönlünün, dininin kuvvetlenmesi için ona yardımda bulunurlar. Çünkü (Muhammed bile),

"Herşey
nasılsa, olduğu gibi göster bize" demiştir.
İnsan, pek büyük birşeydir. Onda herşey yazılmıştır. Fakat perdeler, karanlıklar, kendisindeki o bilgiyi
okumasına meydan vermez. Perdeler, karanlıklar da bu çeşit-çeşit, renk-renk oyalanmalardır; bu

çeşitli
islam-kuran-hadis.blogspot.com
dünya tedbirleridir; bu çeşitli istekler, özlemlerdir. Bütün bunlarla beraber karanlıklarda

olduğu,perdelerle
örtülmüş bulunduğu halde gene de birşey okuyor, ondan haberi var. Bir seyret de gör; şu karanlıklar,

şu
perdeler kalkınca nasıl da anlar, bilir, ne bilgiler çıkarır meydana, bir kıyasla artık. Terzilik, mimarlık,
dülgerlik, kuyumculuk, bilgi, yıldız, hekimlik gibi çeşitli zenaatler, sanatlar, bilgiler bunlardan başka

daha
çeşit-çeşit sayılamayacak kadar çok sanat, hep insanın içinden belirir, meydana çıkar; taştan,

kerpiçten
meydana gelmez. Hani bir karga, insana, ölüyü gömmeyi belletti derler ya; bu da insandaki bilginin
kargaya vurusundan meydana gelmiştir; insanın dileği, isteği yaptırmıştır o işi kargaya. İnsan da

hayvanın,
canlı yaratığın bir parçasıdır ya; parça-buçuk,nasıl olur da tüme birşey belletebilir? Hani insan, sol

eliyle
yazı yazmak ister; kalemi eline alır; yüreğinde güç-kuvvet vardır amma yazarken eli titrer; titrer amma
gene de eli, gönlünün buyruğuyla yazar.
Emîr bildiği için Mevlânâ pek büyük yüce sözler söylüyor (dediler. Mevlânâ) buyurdu ki:
Söz zâten kesilmiş değil; söz, söz ehli olana, o da, söze boyuna ulaşır. Kışın ağaçların yaprakları
yoktur, meyve vermezler amma işte-güçte değil sanmasınlar onları; daima iştedir-güçtedir onlar. Kış

gelir
zamanıdır, yazsa harcamak zamanı. Harcamayı herkes görür, fakat geliri görmez. Meselâ birisi konuk
konuklasa. paralar harcasa bunu herkes görür. Fakat toy için parasını azar-azar, ucun-ucun birikmişti

ya;
onu ne kimsecikler görür, ne kimsecikler bilir. Temel olan da gelirdir, çünkü gelir yüzünden

harcayabiliriz.
Biz, bizimle olan, bize ulaşmış bulunan kişiyle soluktan-soluğa konuşur-dururuz. Susarken de, o

yokken de,
yanımızdayken de, hattâ savaşırken de onunla beraberiz, onunla karılmışız, birleşmişiz. Birbirimizi
yumruklasak bile onunla konuşmadayız, biriz onunla, ulaşmışız ona, birleşmişiz biz. Onu yumruk

görme, o
yumrukta kuru üzüm var. İnanmıyorsan aç da gör. Hattâ kuru üzümün de yeri mi? Değerli incilerin de

sözü
mü olur?
Başkaları da nazım olsun, nesir olsun, güzelim sözler söylerler, ince konulara dalarlar, irfana ait
sözlerde bulunurlar. Fakat Emîr'in meyli bu yanadır, bizedir; irfana, ince konulara, öğütlere değil.

Çünkü
her yerde bu çeşit sözler vardır, hem de az değil mi hani. İşte buracıkta, bizi seviyor, bize meyli var;

bu,
apayrı birşey, başkalarında gördüğünden ap-ayrı birşey görüyor bizde; başka bir aydınlık gerekiyor

ona.
Hani anlatırlar; padişahın biri Mecnûn'u çağırdı da ne olmuş sana dedi; neye uğramışsın? Kendini
rezil-rüsvây etmişsin, evinden-barkından, soyundan-sopundan olmuşsun; yıkılmış, yok

olmuş-gitmişsin;
Leylâ dediğin de kim oluyor, ne güzelliği var ki? Gel de sana güzeller, alımlı dilberler seyrettireyim,

onları
sana feda edeyim, hepsini de sana bağışlayayım.
Güzelleri çağırdılar, Mecnûn'un yanına getirdiler. Güzeller cilvelenmeye başladı. Mecnûn, başını

önüne
eğmişti, önüne bakıp durmadaydı. Padişah, başını kaldır da bir bak dedi. Mecnûn dedi ki: Leylâ'nın

aşkı
kılıcını çekmiş, başımı kaldırırsam korkuyorum, başımı uçuruverir.
Mecnûn, Leylâ'nın aşkına dalmış, bu hale gelmişti işte. Başkalarında da göz vardı, yüz vardı, dudak
vardı, burun vardı; onda ne görmüştü de bu hale gelmişti?
12. BÖLÜM - Özledik, fakat biliyoruz ki halkın işyeriyle meşgulsünüz; onun için zahmet vermiyoruz;
onun için uzun bir zamandır, gelmedik.
Bu, bize gerekti, ziyâretinize bizim gelmemiz lâzımdı. Korku çağı geldi-geçti artık; bundan böyle
tapınıza biz geliriz dedi.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Arada bir fark yok, hepsi de bir; öyle bir lütuf var ki sizde, hepsi de bir oluyor. Zahmetlerle nasılsınız?
Bugün biliyoruz ki hayırlar,güzel işler yapmadasınız; bu yüzden size başvuruyoruz. Şimdi şundan
bahsediyorduk: Birinin çoluğu-çocuğu olsa, başkasının da olmasa, ondan kesseler de buna verseler
görünüşe bakanlar, çoluğu-çocuğu olandan kesiyor da çoluğu-çocuğu olmayana veriyorsun derler.

Fakat
dikkat edersen gerçekten çocuğu-çocuğu olan, asıl odur. Hani mayası temiz bir gönül ehli, birisini

dövse,
başını, burnunu, ağzını kırıp dağıtsa herkes, bu adam mazlum der; fakat gerçekte hiç de zulüm
görmemiştir o. Zâlim, gereken işi yapmayan adamdır. O dayak yiyen, başı yarılandır zulmeden; şu

dövense
işkilsiz mazlumdur; çünkü özü temizdir, Allahda yok olmuştur; yaptığı Allah işidir; Allahya da zâlim
denmez. Nitekim Allah rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ da öldürüyordu, kan döküyordu,

yağma
ediyordu; bütün bunlarla beraber zâlim onlardı, kendisiyse mazlumdu. Meselâ Mağrib ilinde oturan

bir
islam-kuran-hadis.blogspot.com
Mağripli olsa, doğulu biri de kalksa Mağrib iline gelse garip, o Mağripli dir; doğudan gelen şu adam

değil.
Çünkü bütün dünya, bir evden daha geniş değildir. Bu evden kalktı, o eve gitti o; yahut da şu

bucaktan o
bucağa gitti; sonunda gene şu evde değil mi? Fakat o özü temiz Mağripli, evin dışından gelmiştir;
"Müslümanlık garip olarak başladı" demişlerdir; "Doğulu garip doğdu" dememişlerdir. Nitekim Allah

rahmet
etsin, esenlikler versin, Mustafâ, bozguna uğrasa da mazlumdu, bozsa da mazlumdu; çünkü her iki

halde
de hak, onun elindeydi. Mazlum o kişidir ki hak, onun elinde olsun. Allah rahmet etsin, esenlikler

versin
Mustafâ'nın tutsaklara gönlü yandı. Ulu Allah, elçisinin hatırını yapmak için vahiy gönderdi de onlara

de ki
dedi, bağlarla, zincirlerle bağlanmışsınız amma bu halde de iyi niyet kurarsanız Ulu Allah, sizi bundan
kurtarır, elinizden çıkanı, hattâ kat-kat fazlasını gene verir, başka şeyler de ihsan eder size; ahrette

de
sizden razı olur. İki hazne var; biri elinizden çıkan, biri de ahret haznesi.
Kul, ibâdette bulunur, hayır yaparsa o başarı, o hayır, yaptığı ibâdetten mi meydana gelir, yoksa Allah
vergisi midir diye sordu.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Allah vergisidir, Allah başarısı. Fakat Ulu Allah, lûtfunun sonsuzluğundan ikisini de kula verir de ikisi
de sendendir der. "Yaptıkları şeylere karşılıktır."
Mademki dedi, Allahnın böylesine lûtfu var; kim gerçek olarak birşey diler, isterse onu bulur, elde
eder demektir.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Evet amma birisine uymadan da olmaz. Nitekim kavmi, Mûsâ'ya uydular, buyruğunu dinlediler,
denizde yollar açıldı, denizi tozuttular, geçtiler-gittiler. Fakat buyruğunu tutmamaya başladılar, filân

çölde
bunca yıllar kaldılar. Başbuğ, eli altındakilerin kendisine uyduklarını, buyruğunu dinlediklerini gördü

mü,
onları düzene koyma kaydına düşer. Meselâ, şu kadar asker, bir kumandanın emri altında olsa

kumandana
itâat ederler, buyruğunu dinlerlerse o da onların işlerini düzene sokmak için akıl yorar, onları düzene
koyma kaydında olur. Fakat itaat etmezlerse nerden onların işlerini düzene koyma kaydına düşecek?

Akıl
da insanın bedeninde bir başbuğa benzer, bedenin uzuvları ona itâat ettikçe bütün işleri düzeninde

gider;
fakat itâat etmezlerse hepside bozulur. Görmez misin, şarap içen sarhoş oldu mu, şu elinden,

ayağından,
dilinden, bedeninin uzuvlarından ne bozgunluklar meydana gelir. Ertesi günü ayıldı da kendine geldi

mi, ah
der, ne yaptım ben? Neden dövdüm, neden sövdüm? Bir köyde köy ağası olursa işler düzeninde gider;
köylüler ona itaat ederler. Şimdi akıl, şu uzuvlar onun buyruğunu tuttukça onları düzene sokmak

kaydında
bulunur. Meselâ, ayak onun buyruğuna uyarsa gideyim düşüncesinde bulunur; buyruğunu tutmuyorsa

bu
düşünceye düşmez. Şimdi akıl, nasıl bedende buyruk sahibiyse halk dediğimiz şu varlıklar da kendi
akıllarıyla, anlayışlarıyla, görüşleriyle, bilgileriyle bir uğurdan, tek bir erene nisbetle salt bedendir;

onlardaki
akıl, odur. Şimdilik beden mesabesinde olan halk, akla itaat etmezse işi, boyuna darmadağın olur,

ömrü
pişmanlıkla geçer. Nasıl itaat etmeliler? O ne yaparsa ona uymaları gerek; kendi akıllarına değil.

Çünkü
olabilir ya, akıllarıyla anlayamazlar; fakat gene de ona uymaları gerektir. Hani bir çocuğu bir terzi
dükkânına verirler; onun ustasına itaat etmesi gerektir. Teyel verirse teyellemesi, yama verirse

yamaması
gerek. Öğrenmek istiyorsa başına buyruk olmadan vazgeçmesi, tamamiyle ustasının buyruğuna

uyması
lâzımdır. Umarız Ulu Allahdan ki bir hal belirir; o da ancak onun lûtfudur; bu lûtuf, yüz binlerce çalışıp
çabalamadan da üstündür. "Kadir gecesi, bin Aydan da hayırlıdır." Bu sözle "Allah çekişlerinden bir

çekiş,
insanların ibâdetlerinden de yeğdir, cinlerin ibâdetlerinden de" sözü birdir. Yâni onun lûtfu-keremi

gelip
çattı mı bu, yüz binlerce çalışıp çabalamanın yaptığı işi, hattâ daha da fazlasını başarır. Çalışmak da

pek
güzeldir, pek iyidir, pek faydalıdır amma lûtfun-keremin karşısında ne olabilir ki?
Lûtuf da çalışıp çabalama gücü vermez mi diye sordu.
(Mevlânâ) nasıl vermez dedi; lûtuf-kerem geldi mi, çalışıp çabalama gücü de gelir. Fakat Allah
esenlikler versin, Îsâ neye çalıştı da beşikte "Gerçekten de Allah kuluyum ben, bana kitap verdi"

dedi;
daha anasının karnındayken Yahyâ onu övmedeydi.
Allah rahmet etsin, esenlikler versin, Allah Elçisi Muhammed de çalışmadan mı buldu dedi.
(Mevlânâ) dedi ki: "Allah göğsünü açmadı mı ki?" İlk olan şey, lûtuf-tur-keremdir; temel budur;
çünkü sapıklıktan uyanış, onunla gelir; o, Allahnın lûtfudur-keremidir; onun salt vergisidir. Onunla

görüşüp
konuşan dostlarda ne diye bu hal belirmedi? O lûtuftan, o ihsandan sonradır ki kıvılcım gibi birşeydir,
sıçrar. Önü Allah vergisidir amma sen pamuk korsun, o kıvılcımı geliştirir, çoğaltırsın; bundan sonrası

da
gene Allah lûtfudur, Allah ihsanıdır. İnsan, ilk kertede küçücük, arık bir yaratıktır. "İnsan arık olarak
yaratılmıştır." Hani çakmaktan elbiseye sıçrayan kıvılcım da önce küçücük birşeydir. "İnsan arık

olarak
yaratılmıştır." Fakat o arık ateş geliştirilirse bir âlem olur, bir dünyayı yakar-gider; o önemsiz, o küçük

ateş,
büyük, ulu bir ateş olur. "Gerçekten de sen, pek büyük bir huya sahipsin elbet."
islam-kuran-hadis.blogspot.com
Mevlânâ, sizi çok seviyor dedim
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Hayır; ne ziyarete gelmem, sevgi miktarıncadır, ne söz söylemem. Ne gelirse içimden, onu
söylüyorum ben. Allah dilerse şu azıcık sözü faydalı bir hale getirir; onu gönüllerinizde saklatır,
unutturmaz; pek büyük faydalar verir size. Fakat dilemezse yüz bin söz söylenmiş say; hiçbiri de

gönülde
durmaz, akılda kalmaz; hepsi geçer, unutulur-gider. Hani elbiseye sıçrayan kıvılcım gibi... Allah dilerse

bir
tek kıvılcım, sönmez de büyüdükçe büyür. Fakat diledi mi de yüz kıvılcım sıçrarsa hepsi söner, hiçbir

şeycik
yapmaz. "Göklerin orduları, Allahnındır." Bu sözler de Allah ordularıdır; Allahnın izniyle kaleleri açar,
zapteder. Bu kadar bin atlı, gidin filân kaleye, kendinizi gösterin, fakat kaleyi almayın diye buyurursa

öyle
yaparlar. Amma bir tek atlıya, git, o kaleyi al buyruğunu verirse o tek atlı, kalenin kapısını açar, kaleyi
zapteder. Bir sivrisineği Nemrûd'a musallat eder, onunla Nemrûd'u öldürür. Hani derler ya; Ârifin

katında
pulla dînâr, arslanla kedi birdir. Ulu Allah bereket verirse bir pul, bin dînârın yaptığı işi yapar, hattâ

daha
da fazlasını başarır. Fakat bin dinârdan bereketi kaldırdı mı bir pulun gördüğü işi bile göremez.

Birisine de
kediyi musallat etse,Nemrûd'u bir sivrisinek nasıl öldürdüyse o kedi de onu öldürür; fakat dilemezse

arslan
bile onun karşısında tir-tir titrer; yahut da ona binek kesilir. Nitekim dervişlerden bâzıları arslana

biner;
nitekim ateş, İbrâhim'e karşı soğumuştur, esenlik olmuştur; yeşermiştir, güllük-gülüstanlık

kesilmiştir;
çünkü Allah, onu yakmak için izin vermemişti ateşe. Hâsılı herşeyin Allahdan olduğunu bilenlerin

katında
hepsi de birdir. Allahdan umudumuz var, siz de bu sözleri içinizden duyarsanız, can kulağıyla

işitirsiniz,
fayda veren de budur zâten. İçerden bir hırsız yardım etmez de kapıyı açmazsa dışarıdaki bin hırsız,

kapıyı
açamaz. Dışardan bin söz söylesen içerde bir gerçekleyici olmadıkça fayda vermez. Bir ağacın

kökünde
yaşlık olmazsa bin sel akıtsan fayda etmez hani. Onun kökünde bir yaşlık olmalı ki, ona yardım etsin.
Yüz binlerce ışık görse bile
Işığın aslı neredeyse ancak orda oturur
Bütün dünyayı ışık kaplasa gözünün ışığı olmayan kişi, o ışığı asla göremez. Şimdi asıl olan nefisteki
kabiliyettir. Nefis başkadır, can başka. Görmez misin, insan uykudayken nefis nerelere gider; cansa
bedendedir. Nefis döner-dolaşır, başka birşey olur.
Dedi ki: Ali, "Nefsini bilen, rabbini bilir" demiştir; bu nefse mi demiştir?
(Mevlânâ) dedi kî: Bu nefse demiştir desek de küçük bir iş değildir. O nefsi anlatırsak bu nefsi de
anlar o; çünkü o, o nefsi bilmiyor ki. Meselâ eline küçücük bir ayna almış; ayna iyi de gösterse, büyük

de
gösterse, küçük de gösterse gösterdiği odur. Sözle anlaşılmasına imkân yoktur; sözle ancak bu

kadar
anlaşılabilir; onda da bir şüphedir, belirir. Söylediğimiz sözlere sığmayan bir âlem var, onu dileyip

isteyelim.
Bu dünya, bu dünyadaki hoşluklar, insandaki hayvanlığın payıdır; bütün bunlar, insanın hayvanlığına

kuvvet
verir; insanın aslıysa eriyip gitmededir. Hani derler ya; insan, söz söyleyen hayvandır; şu halde insan

iki
şeyden ibâret. Şu dünyada hayvanlığının payı olan şu özentilerdir, şu dileklerdir. Onun özüne gıda

olanlarsa
bilgidir, hikmettir, Allahyı görüştür. İnsanın hayvanlığı, Allahdan kaçmadadır, insanlığı, dünyadan

kaçmada.
"Sizden kâfir olan var, inanan var."
Şu bedeninde iki şahıs savaşmaktadır;
Bakalım, baht kimin olacak, kimi sevecek?
Bunda şüphe yok ki bu dünya kıştır. Cansız şeylere neden cemâdât derler? Çünkü hepsi de
donmuştur. Şu taş, şu dağ, bedene giyilen şu elbise, hepsi de donmuştur. Kış değilse dünya ne diye
donmuştur? Salt anlamdır da göze görünmez; fakat eserleriyle bilinebilir ki bir yel, bir kış var. Bütün

şu
dünya kış mevsimi gibi, herşey donmuş. Fakat ne çeşit kış? Akılla anlaşılır kış, duyguyla duyulan,

gözle
görülen kış değil. Fakat o Allahsal hava geldi mi, bütün dağlar erimeye başlar, dünya su kesilir. Hani
Temmuz sıcağı geldi mi, bütün donmuş şeyler erimeye başlar ya; tıpkı onun gibi.. Kıyâmet günü o

hava
geldi mi, herşey erir.
Ulu Allah bu sözleri, sizi çepe-çevre kuşatmak, sizinle düşman arasında bir duvar ödevi görmek,
düşmanları, amma içteki düşmanları kahretmek için bizim askerlerimiz etmiş, ordu yapmış bize.

Dıştaki
düşmanlar birşey bile değildir; ne olabilir ki zâten? Görmüyor musun? Bu kadar bin kâfir, padişahları

olan
bir tek kâfire tutsak olmuş; o kâfirse kendi düşüncesine tutsak. Anladık ya artık; iş düşüncede. Bir

arık, bir
bulanık düşünceye bu kadar bin halk, hattâ dünya tutsak olursa sonsuz düşüncelerin hüküm sürdüğü

orda
ne olmaz? Bir dikkat et de gör. ne ululuğu vardır, ne büyüklüğü vardır o âlemin; düşmanları nasıl

kahreder,
ne âlemleri râmeder o âlem. Çünkü ap-açvk görüyoruz, sonsuz yüz binlerce şekil, ovalar, yazılar

dolusu
ordu, bir kişiye tutsak, o kişi de bayağı, aşağılık bir düşüncenin tutsağı... Demek ki bütün bunlar, bir
düşünceye tutsak kesilmiş; peki; ulu, yüce, kutsal sonsuz düşünceler ne yapmaz; anladık ya artık,

iş,
islam-kuran-hadis.blogspot.com
düşüncelerde. Şekiller, hep düşüncelere uymuş, düşüncelerin aracı; düşünce olmadı mı, hepsi de

işsizgüçsüz,
hepsi de donmuş, buz kesmiş. Şu halde şekli gören de donmuş; anlama yolu yok; görünüşte
ihtiyar olsa, yüz yaşına gelmiş bulunsa bile çocuk, ergen değil. "En küçük savaştan en büyük savaşa
döndük." Yâni şekillerle, göze görünür düşmanlarla savaşıyorduk; şu anda düşünce ordularıyla

savaşıyoruz;
iyi düşünceler, kötü düşünceleri kırsın, bozguna uğratsın, beden ilinden çıkarsın; bunun için savaşa
girişmişiz; işte en büyük savaş da budur. Bu savaşta düşünceler, bedensiz işte-güçtedir. Hani akl-ı

fa'âl de
araçsız olarak göğü döndürüyor da âdeta araca hâcet yok diyor ya, onun gibi işte.
Mısra':
Sen cevhersin, her iki dünyada sana karşılık arazdır.
Madem ki arazdır, ona sarılıp kalmamak gerek. Çünkü bu cevher, misk ceylânına benzer; şu dünya, şu
hoşluklar da misk kokusudur sanki. Bu misk kokusu kalmaz, çünkü arazdır. Kim bu kokuyu duyar da

miski
arar, kokuyu yeter bulmazsa iyidir; fakat misk kokusunu yeter bulan, ona sarılıp kalan, kötüdür;

çünkü öyle
birşeye el atmıştır ki o, elinde kalmayacaktır. Çünkü koku, miskin sıfatıdır. Misk, bu dünyaya yüz

tuttukça
kokusu duyulur; perde ardına girer, öbür dünyaya yüz tuttukça kokusu duyulur; perde ardına girer,

öbür
dünyaya yüz tutarsa kokuyla diri olanlar ölür-giderler. Çünkü koku, miskle beraberdir; misk nerde
cilveleniyorsa koku da oraya gitmiştir; şu halde bahtı yaver olan, devlete kavuşan o kişidir ki kokuyu
duymuş, miske ulaşmıştır; miskin ta kendisi olmuştur; artık ona yokluk yoktur, miskin ta kendisi

olmuştur;
onunla kalır, misk hükmünü alır o. Artık dünyaya o, koku salar, dünya onunla dirilir; eski varlığından

kalan,
bir addır ancak. Hani bir at, yahut başka bir hayvan, tuzlaya düşüp tuz olsa onda attıktan addan

başka
birşey kalmaz; o da tuz denizi olur-gider; işte de tesirde de o adın ne ziyanı dokunur ona? O ad, onu
tuzluktan çıkaramaz ki. Hattâ şu tuz denizine bir başka ad taksan bile tuzluktan çıkmaz. Şu halde

insanın,
Allahnın Allahnın aksi olan şu hoş şeylerden, şu lûtuflardan geçmemesi gerek; rakat bu kadarını da

yeter
bulmaması gerek. Her ne kadar şu miktar da Allah lûtfundandır, onun güzelliğinin ışığındandır amma
Ölümsüz değildir; Allahyla ölümsüzdür amma halka göre ölümsüz değildir. Hani güneşin ışığı gibi...

Evlere
vurur, parlar; güneşin ışığıdır amma güneşle beraberdir. Güneş dölündü mu, aydınlık da kalmaz. Şu

halde
ayrılık korkusunun kalmaması için güneş olmak gerek.
Allah vergisiyle yol alış var; bir de irfan sahibi oluş var. Bâzı kimseye Allah lûtfetmiştir, fakat irfânı
yoktur, bilmez. Bâzı kimsenin de irfânı vardır, fakat Allah vergisini elde edemez. Amma birisinde

şunun her
ikisi de olursan ne mutlu ona; ne de büyük başarılı kişidir o kişi;böyle kişinin eşi-benzeri yoktur. Bu,

şuna
benzer: Meselâ birisi yol yürür, fakat gittiği yol, doğru yol mudur, yoksa sapa yol mu, bunu bilmez;

körkörüne
gider-durur. Olur ya, birden-bire bir horoz sesi duyuverir, yahut gözüne yapılar, tarlalar
görünüverir. Bu nerde, ize, belirtiye muhtaç olmadan yürüyen, yol alan nerde? İş, onun işi; şu halde

irfân,
hepsinin de ötesinde, hepsinden de üstün.
13. BÖLÜM- Allah rahmet etsin, esenlikler versin, Peygamber dedi ki: "Gece uzundur, uykunla
kısaltma onu; gündüz ışıtır; suçlarınla bulandırma, karartma onu."
Gece, sırlarını söylemek, dileklerini dilemek için uzundur. Halkın zihin bulandırması,

dostlarındüşmanların
zahmet verişleri yoktur. İnsan yapayalnız kalmıştır; gönül, tesellisini bulmuştur. Ulu Allah,
yapılan işler, edilen ibâdetler, gösterişten saklı kalsın, korunsun, Ulu Allah için özden yapılsın diye bir
perdedir, çekmiştir. Gösterişçi kişi, geceleyin özü temiz kişiden ayrılır; gösterişçi, rezil-rüsvây

olur-gider.
Geceleyin herşey, geceyle örtülmüştür; gündüzün meydana çıkar. Gösteriş yapan, geceleyin

rezil-rüsvây
olur; mâdemki der, kimsecikler görmüyor, kimin için kulluk edeceğim? Ona derler ki: Bir kişi var, o

görüyor;
fakat sen adam değilsin ki onu göresin. O görüyor ki herkes, onun kudret elindedir; bunalınca herkes

onu
çağırır; diş ağrıyınca, göz ağrıyınca, kulak ağrıyınca, bir suçla töhmetlenince, birşeyden korkunca,

eminlikesenlik
kalmayınca herkes, gizlice onu çağırır; inanır-güvenir ki işitir-duyar, dilekleri verir. Kullar, her çeşit
kazayı-belâyı gidermek, sağlıktan sağlığa kavuşmak için gizli-gizli sadaka verirler; inanırlar ki bu

vergiyi alır,
sadakayı kabul eder o. Fakat onlara sağlık-esenlik verdi mi, o kesin inanç gene gider de kuruntulara

düşme
çağı gelir-çatargene. Yârabbi derler, o ne haldi ki dos-doğru bir özle o zindanın bucağından seni
çağırıyorduk; bin kere, bıkmadan-usanmadan "Kul hüvallahü" okuyup dua ediyorduk; dileklerimizi

verdin,
şimdi zindandan dışardayız amma zindandayken nasıl muhtaçsak gene muhtacız sana; bizi şu

karanlık
dünya zindanından da kurtar; peygamberlerin ışıklı dünyasına ulaştır. Şimdi zindandan dışardayız

amma
zindandayken nasıl muhtaçsak gene muhtacız sana; bizi şu karanlık dünya zindanından da kurtar;
islam-kuran-hadis.blogspot.com
peygamberlerin ışıklı dünyasına ulaştır. Şimdi zindandan dışardayız, derdimiz yok; neden o öz

doğruluğu
yok bizde; neden o doğruluk gelmiyor bize? Acaba fayda eder mi, etmez mi diye binlerce hayâller,

binlerce
kuruntular kurmadayız; bu hayâlin, bu kuruntunun tesiri de binlerce usanç veriyor; nerde hayâlleri

yakıp
yandıran o kesin inanç?
Allah, cevap verir de buyurur ki:
"Düşmanımı, düşmanınızı dost tutmayın" demiştim ya; sizin hayvanî nefsinizdir; size de düşmandır o,
bana da. Bu düşmanı, daima savaşma zindanında hapsedin. Çünkü o zindanda oldukça, belâlara

düştükçe,
zahmetlere uğradıkça senin öz doğruluğun yüz gösterir, kuvvetlenir. Bin kere sınamışındır; diş

ağrısından,
baş ağrısından, baş korkusundan öz doğruluğu beliriyor sende; peki, ne diye bedenine rahatlık verme
kaydındasın; ne diye onu besleyip geliştirmeye koyulmuşsun? Bu ip-ucunu unutmayın; boyuna nefsi,
dileğine erişmemiş bir halde tutun da ölümsüz dileğe ulaşın, karanlıklar zindanından kurtulun. "Nefsi,
dileğinden alıkoyanın yurdu, gerçekten de cennettir."
14- BÖLÜM- Şeyh İbrâhim dedi ki: Seyfeddîn Ferruh, birisini döverken bir başkasına da neden
dövdüğünü anlatmaya koyulurdu; derken onlar da o adamı dövmeye başlarlardı, böylece de hiç

kimsecikler
o adama acıyıp bağışlanmasını dilemezdi.
Mevlânâ buyurdu ki:
Bu dünyada gördüğün herşey, o dünyada da tıpkı-tıpkısına var; hattâ bütün bunlar, o dünyadan birer
örnek. Bu dünyadaki herşeyi o dünyadan getirmişlerdir. "Hiçbir şey yoktur ki hazineleri katımızda

olmasın;
ancak onu, bilinen bir miktarda indiririz" Aktar, çeşit-çeşit tablaların, ilâçların üstüne bir tas kor. Her
ambardan bir avuç şey vardır tasta; bir avuç biber, bir avuç sakız. Ambarların sonu yoktur; fakat

tablasına
bundan fazlası sığmaz. İşte insan da bu tas gibidir; yahut da bir aktar dükkânıdır ki orda Allah

sıfatlarının
hazinelerinden avuç-avuç, parça-parça şeyler vardır. Bu dünyada, lâyığınca, alış-verişte bulunsun

diye onları
kaplara, tablalara koymuşlardır; duymaktan bir parça, görmekten bir parça, söylemekten bir parça,

akıldan
bir parça, keremden-ihsandan bir parça, bilgiden bir parça. Şu halde insanlar, Allahnın gezip dolaşan
satıcılarıdır, dönüp dururlar. Gece-gündüz tablaları o doldurur, sen boşaltırsın; yahut da yitirirsin,

yahut da
onunla bir kazanç elde edersin. Gündüz boşaltırsın; yahut da gece gene doldururlar, kuvvet verirler.

Meselâ
gözün aydınlığını görüyorsun ya; o dünyada da gözler var, bakışlar var, görüşler var; hem de

çeşit-çeşit.
Sana ondan bir örnektir, yolladılar ki dünyayı seyredesin. Yoksa görüş, bu kadar değildir; fakat insan,
bundan fazlasına tahammül edemez. "Hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri katımızda olmasın." Bu

sıfatlar da
sonsuz olarak katımızdadır bizim; bilinen bir parçasını göndeririz sana. Artık bir düşün; bu kadar

binlerce
yüzyıllar, bunca soylar-boylar geldiler; bu denizden doldular, derken gene boşaldılar; bir seyret de

gör. ne
ambardır bu. Şimdi kimin gönlü, o denizi daha fazla anladıysa onun gönlü, tabladan o kadar soğur. Şu
halde bütün dünya, para basılan yerden çıkıp geliyor; gene dönüp para basılan yere gidiyor.

"Gerçekten de
Allahnınız biz ve gerçekten gene dönüp ona varanlarız." Gerçekten de biz, yâni bizim bütün

parçabuçuklarımız
oradan gelmiştir; oranın örnekleridir; küçük-büyük, canlı-cansız herşey, dönüp gene oraya
gider. Fakat bu, şu tablada hemencecik görünür; tabla olmadıkça görünmez. Neden şaşıyorsun,

neden
tuhaf geliyor sana? Görmüyor musun bahar yelini? Esti mi ağaçlar yeşerir, çayırlar-çimenler biter, gül
bahçeleri bezenir, çiçekler açar; baharın güzelliğini onlarla seyredersin. Fakat bahar yelinin

kendisine
bakarsan bunların birini bile göremezsin. Fakat bu, bu görülesi şeyler, bu gül bahçeleri onda yok

demek
değildir. Hepsi de onun ışığından değil mi? Hattâ onda dalga-dalga gül bahçeleri, dalga-dalga çiçekler
vardır; fakat lâtif dalgalar olduğundan vasıtasız göze görünmezler; lâtif olduklarından belirmezler.

Tıpkı
bunun gibi insanda da gizli vasıflar vardır; fakat birinin sözü, birinin zarara uğrayışı, birinin savaşması,
barışması gibi içten, yahut dıştan bir vasıta olmadıkça görünmez; insandaki sıfatlar ancak bunlarla

meydana
çıkar. Görmüyor musun? Kendi kendine bir düşünceye dalsan hiçbir şey görmezsin, kendini, bu

sıfatlardan
bom-boş sanırsın. Sen neysen gene osun; değişmiş değilsin; fakat onlar sende gizlidir. Denizdeki suya
benzer onlar; su, denizden ancak bir bulut vasıtasıyla ayrılır; ancak dalga vasıtasıyla belirir, görünür.

Dalga,
dıştan bir sebep olmadan içten coşup köpürmendir senin. Fakat deniz süt-limansa hiç mi, hiç

görmezsin;
bedenin deniz kıyısındadır, canınsa bir deniz. Görmüyor musun, o denizden bu kadar bin yılanlar,

balıklar,
kuşlar, çeşit-çeşit, renk-renk yaratıklar çıkıyor, kendilerini gösteriyor da gene denize dalıp gidiyor.

Öfke,
haset, imrenip özleyiş bunlardan başka sıfatların da denizden baş çıkarır. Şu halde sıfatların, Allah

âşıklarıdır
amma lâtiftir; bu yüzden de dil elbisesine bürünmedikçe görmek mümkün değildir onları; soyundular

mı,
lâtif olduklarından göze görünmezler.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
15. BÖLÜM - İnsanda öylesine bir sevgi, öylesine bir dert, bir istek, öylesine bir özleyiş, bir umuş
vardır ki yüz bin dünyaya sahip olsa dincelmez, rahatlaşmaz. Şu halk, bir işe-güce koyulmuş, bir

zenaate,
bir alış-verişe girişmiş, bir sanat, bir mevki sahibi olmuş, bilgi elde etmiş, yıldız bilgini olmuş, daha da

başka
bilgileri öğrenmiştir amma hiç de rahata kavuşmamıştır; çünkü dilenen, istenen şey elde

edilmemiştir.
Sevgiliye dil-ârâm-gönül huzûru, can rahatı derler ya; gönül onunla rahatlaşıyor, huzura kavuşuyor

demek;
başkasıyla nasıl esenleşir, nasıl rahata kavuşabilir ki? Bütün bu hoşluklar, dilekler, merdivene

benzerler.
Merdiven basamakları, oturup kalınacak yer değildir, geçilip gidilecek yerdir. Ne mutlu o kişiye ki

daha
çabuk geçip gider, daha çabuk uyanır, anlar da uzun yol kısalır ona; merdiven basamaklarında

harcatmaz
ömrünü.
(Birisi) sordu, dedi ki: Moğollar, bizim mallarımızı alıyorlar; bâzı-bâzı da bize mal
bağışlıyorlar. Acaba hükmü nasıldır?
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Moğol, neyi alırsa Allahnın eline düşmüş, haznesine girmiş sayılır. Hani denizden bir testi, yahut bir
küp su doldurursun; o, senin malın olur. O su, testide, yahut küpte durdukça kimse ona dokunamaz;

kim
senden izin almadan o küpü götürürse gasbetmiş olur. Fakat tekrar denize dökülürse herkese helâl

olur;
senin malın olmaktan çıkar. Şu halde bizim mallarımız onlara haramdır, onların mallarıysa bize

helâldir.
"Müslümanlıkta keşişlik yoktur; topluluk rahmettir." Allah rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ,

topluluğu
sağlamaya çalıştı; çünkü canların topluluğunda pek büyük, pek ulu tesirler vardır; teklikle-yalnızlıkla

bu, elde
edilemez. Bu yüzden, mahalleli orda toplansın, daha fazla rahmete erişsin, daha fazla faydalansın diye
mescitler kurdular. Evleri ayrı-ayrı yapmalarının sebebiyse halkı ayırmak, ayıpları örtmek için; faydası

budur
ancak. Şehirlinin toplanması için cami yaptılar. Dünya halkının çoğu şehirlerden, ülkelerden gelip

orda
toplansın diye de Kâb'e'ye varmayı farz ettiler.
(Birisi) dedi ki: Moğollar, bu ile ilk geldikleri vakit çıplaktılar. Binekleri öküzdü, silâhları
tahtadandı. Şimdiyse ululandılar, doydular. En iyi Arab atları, en güzel silâhlar onların.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Gönülleri kırık, kendileri arık, güçsüz-kuvvetsiz bir haldeyken Allah onlara yardım etti, yalvarışlarını
kabul etti. Şimdiyse ululandılar, kuvvetlendiler; onların, kendi güçleriyle-kendi kuvvetleriyle değil,

Allah
yardımıyla üst olduklarını, dünyayı o yüzden zaptettiklerini bilsinler diye Ulu Allah, halk zayıf bile olsa

gene
de onları kahreder.
Buyurdu ki:
Onlar, ilkin bir ovadaydılar. Halktan uzak, azıksız, yoksul, çır-çıplaktılar. İhtiyaç içindeydiler. Ancak
içlerinden bâzıları alış-veriş için Hârezm-şâh'ın iline gelirler, alımda-satımda bulunurlar, kendilerine

elbise
yapmak için kaba keten kumaşlar alırlardı. Hârezmşâh onları men'etti; tacirlerinin öldürülmesini

buyurdu;
onlardan vergi alınmasını da emretti. Tacirlerinin, ülkesine girmesini de men'etti. Tatarlar,

padişahlarının
tapısına gidip öldük diye yalvardılar. Padişahları, onlardan on gün mühlet istedi. Gitti, bir karanlık

mağaraya
girdi. Oruç tuttu, yalvarıp yakarmaya koyuldu. Ulu Allahdan, yalvarışını duydum, duânı kabul ettim,

dışarı
çık, nereye gidersen üst olacaksın diye ses geldi. İşte sebep buydu, dışarı çıkınca Allah buyruğuyla

üst
oldular, dünyayı zaptettiler.
(Birisi) dedi ki: Tatarlar da öldükten sonra dirileceklerine inanmıyorlar, bir yargılanma
olacak, mutlaka bir gün soru-sual, hesap-kitab olacak diyorlar.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Yalan söylüyorlar. Biz de ikrar ediyoruz, biz de biliyoruz demek, böylece de Müslümanlarla kendilerini
eş tutmak istiyorlar. Deveye, nerden geliyorsun demişler, hamamdan demiş. Dizinden-ökçenden belli
demişler. Şimdi haşre inanıyorlarsa nerde izi-eseri bu inancın? Şu suçlar, şu zulüm, şu kötülük,

kat-kat
toplanmış karlara-buzlara benzer. Özünü Allahya veriş, pişman oluş, öbür dünyadan haber alış,

Allahdan
korkuş güneşi doğunca bütün o suç karları, o suç buzları erir-gider; tıpkı güneşin karları-buzları

erittiği gibi.
Bir kar, bir buz, ben güneşi gördüm, Temmuz güneşi bana vurdu dese, fakat olduğu gibi buz halinde,

kar
halinde kala-kalsa akıllı kişinin inanmasına imkân yoktur. Çünkü Temmuz güneşi vursun da karı-buzu
eritmesin, mümkün değil. Ulu Allah, iyiliğin-kötülüğün karşılığını kıyamette vermeyi vâdetmiştir amma

peşin
olarak da onun örneği, dünya yurdunda soluktan-soluğa, bakıştan-bakışa belirip durmadadır. Bir

insanın
gönlüne bir neş'e, bir sevinç gelse bu neş'e, bu sevinç, birisini neşelendirmesine, sevindirmesine

karşılıktır.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
Sıkılır, gamlanırsa da birisini sıkmıştır, birisini gamlandır mıştır. Bunlar, öbür dünyanın armağanlarıdır;

ceza
gününü gösterir; şu azıcık şeyler o çok şeyi anlatır; hani buğday dolu bir ambardan bir avuç buğday
gösterirler ya, tıpkı onun gibi.
Allah rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ'nın, o ululuğuyla, o büyüklüğüyle gene de bir gece eli
ağrımaya başladı. Abbâs'ın elinin ağrımasının tesiridir diye ilham geldi. Abbâs'ı tutsak etmişti; bütün

esirlerle
beraber onun da elini bağlamıştı. Bağlaması Allah buyruğuylaydı amma sana gelip çatan şu can
sıkıntılarının, şu karanlıkların, şu hoşa gitmeyen şeylerin, birisini incitmen, kırman, bir suç işlemen

yüzünden
meydana geldiğini bilesin diye karşılığı gelip-çatar. Ne ettin, ne yaptın, etraflıca hatırında değildir

amma
karşılığından çok kötü bir iş yaptığını anla; onun kötü olduğunu ya bilgisizliğinden, ya gafletinden,

yahut da
suçları kolayca sana yaptıran dinsiz bir eş-dost yüzünden suç saymıyorsun, bilmiyorsun onu; fakat
karşılığına bak da ne kadar ileri gittiğini, ne kadar sıkıldığını anla. Kesin olarak can sıkıntısı, suç

karşılığıdır;
gönül ferahlığı ibâdet, itaat karşılığı.
Allah rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ, parmağındaki yüzüğü döndürdüğünden seni
oyalanmak.-oynamak için yaratmadık diye paylandı. Var, bundan kıyasla da günün, suçla mı geçiyor,
ibâdetle mi, bir düşün.
Mûsâ'yı halkla oyalandırdı, bu da Allah emriyleydi, aynı zamanda Allahyla da meşguldü; fakat bir
yandan da öyle gerektiğinden halkla oyalandırmıştı onu. Hızır'ıyla tümden kendisiyle meşgul

etmişti.Allah
rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ'yı önce tümden kendisiyle meşgul etti; ondan sonra halkı

çağır,
halka öğüt ver, onları düzene sok diye emretti. Allah rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ, ah, ne

suç
işledim de beni tapından sürüyorsun? Ben halkı istemem diye ağlayıp inlemeye de beni tapından
sürüyorsun? Ben halkı istemem diye ağlayıp inlemeye koyuldu. Ulu Allah, ey Muhammed dedi, gam

yeme,
seni halkla oyalanmaya koymam ben; onlarla oyalanır, uğraşırken de benimle meşgul olursun; şimdi

neysen
halkla uğraşırken de benimle meşgul olursun; şimdi neysen halkla uğraşırken de bu halinden bir kıl

kadar
eksik bir hale düşmezsin; ne işle meşgul olursan ol, vuslatın ta kendisindesin, benimlesin sen.
(Birisi), ezelî hükümler, Allahnın takdir etmiş olduğu şeyler, hiç değişmez mi diye sordu.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Ulu Allah, kötünün kötülük, iyinin iyilik bulmasını hükmetmiştir ya; o hüküm, asla değişmez. Çünkü

Ulu
Allah, hüküm ve hikmet sahibidir; nasıl olur da kötülük et de iyilik bulasın der. Buğday eken, arpa

biçer mi;
yahut arpa eken buğday devşirir mi; mümkün müdür bu? Bütün erenler, bütün peygamberler, iyiliğin
karşılığı kötülüktür demişler. "Zerre ağırlığınca hayır yapan, hayrını mükâfakıtını görür; zerre

ağırlığınca şer
yapan, şerrini, cezasını görür." Ezelî hükümden maksadın, söylediğimiz, anlattığımızsa, Allah korusun,

bu,
asla değişmez. Yok, iyiliğe, kötülüğe karşı sevabın, cezanın artıp artmayacağını, değişip

değişemeyeceğini
soruyorsan, yâni maksadın, ne kadar çok iyilikte bulunursan o kadar çok iyilik bulup bulamayacağını,

ne
kadar çok zulümde bulunursan o kadar çok kötülüklere uğrayıp uğramayacağını anlamaksa, bu,

değişir;
fakat temel hüküm değişmez.
Boş-boğazın biri, sordu da görüyoruz biz dedi, kötü, iyi oluyor, iyi de kötü oluyor.
Buyurdu ki: O kötü, iyilik etmiştir, yahut iyilik etmeyi düşünmüştür de iyi olmuştur. Kötü olan o iyi kişi
de ya kötülük etmeyi düşünmüştür, yahut da kötülük etmiştir de kötü olmuştur. Hani İblis, Allah

esenlik
versin, Âdem hakkında, "Beni ateşten yarattın, onu topraktan yarattın" diye îtirazda bulundu da

meleklerin
hocasıyken sonsuz lânete uğradı, tapıdan sürüldü-gitti. Biz de ancak bunu söylemedeyiz: İyiliğin

karşılığı
iyiliktir, kötülüğün karşılığı kötülük.
(Birisi) bir kişi, bir gün oruç tutayım diye adak adar, sonra da orucunu bozarsa kefaret
gerekir mi, gerekmez mi diye sordu.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Allah rahmeti ona, İmâm Şâfiî mezhebinde, bir hükme göre kefâret gerektir. Çünkü Şâfiî, adağı and
sayar; andını bozana da kefaret gerekir. Fakat Abû-Hanîfe'ye göre adak, yemin sayılmaz; bundan

dolayı da
kefâret gerekmez. Adak iki türlüdür. Biri şarta bağlı değildir, biri şarta bağlı. Şarta bağlı olmayanı, bir

gün
oruç tutayım demektir. Şarta bağlı olanıysa, filân gelirse bir gün oruç tutayım demektir.
[Dedi ki:] Birisinin eşeği yitmişti. Eşeğini bulma umusuyla üç gün oruç tuttu. Üç gün sonra eşeğini
ölmüş buldu. İncindi de bu incinişle yüzünü göğe çevirdi; bu üç güne karşılık dedi, Ramazandan altı

gün
yemezsem adam
değilim; bedava mal mı almak istersin benden?
Birisi, "et-tahiyyât"ın anlamı nedir; "tayyibât", "salevât" ne demektir diye sordu.
(Mevlânâ) cevap verdi de buyurdu ki:
Bu sorular, bu tapı kılışlar, bu kulluklar, bu hatır gözetişler, hep Allahnın bağışıdır, Allahnın malı.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
Çünkü Allah, bize sağlık vermeseydi bu soruları soramazdık, hal-hatır gözetemezdik; esenleşemezdik

ki. Şu
halde gerçekte, tayyibât dua, salevât da, tahiyyât da Allahnındır; bizim değil, hepsi de onundur, onun
malıdır. Hani baharın halk, eker, ovaya-tarlaya çıkar, yolculuk eder, yapılar yapar; onun gibi... Hepsi

de
baharın bağışıdır, baharın vergisi. Bahar olmasaydı kışın olduğu gibi bütün halk, evlerde, mağaralarda
mahpus kalırdı. Şu halde gerçekte bu ekim, bu gezip tozma, bu nimetlenme, hep baharındır; nimet

sahibi
odur. Halk sebeplere, işlere bakar; işleri sebeplerden bilir-anlar. Fakat erenlerce açıkça anlaşılmış,
görülmüştür ki sebepler, sebepleri yaratanı görüp bilmek için bir perdedir ancak. Hani birisi, perde

ardında
söz söyler; sanırlar ki perde söz söylüyor, bilmezler ki perdede iş yok, o bir örtüden ibâret. Fakat

adam,
perde ardından çıktı mı bilinir-anlaşılır ki perde bahaneymiş. Allah erenleri sebeplerin dışında işler
görmüşlerdir ki düzülüp koşulmuş da meydana çıkıvermiş. Dağdan deve çıktı, Mûsâ'nın sopası yılan

oldu,
katı kayadan on iki kaynak fışkırdı-aktı ya; Allah rahmet etsin, esenlikler versin; Mustafâ, ayı araçsız

yardı;
Âdem, babasız-anasız var oldu; Îsâ babasız doğdu; Îbrâhim'e ateşten güller bitti, gülistanlar düzüldü-
koşuldu ya; bunlar gibi sonu gelmez neler oldu; tıpkı bunlar gibi işte. Bunları gördüler de sebeplerin

bahane
olduğunu, iş görenin başka olduğunu, sebeplerin, halk onlarla oyalansın diye yüz örtüsünden,

perdeden
başka birşey olmadığını anladılar. Ulu Allah, Zekeriyyâ'ya, sana bir oğul vereceğim diye vaitte

bulundu. O,
ben ele ihtiyarım, karım da ihtiyar; buluşma aracı da pörsümüş-gitmiş. Karım, bir yaşa gelmiş, bir hale
düşmüş ki çocuk yapmasına, doğurmasına imkân yok; yârabbi, böylesine bir kadından çocuk nasıl

olur diye
feryada başladı. "Dedi ki: Rabbim, benden nasıl bir erkek çocuk meydana gelir; karım da kısır;

ihtiyarladım
ben de." Cevap geldi: Aklını başına al ey Zekeriyyâ; gene ipin ucunu kaçırdın. Yüz bin kere

sebeplerden
dışarı işler gösterdim, onları unuttun-gitti. Bilmiyor musun ki sebepler bahanedir. Benim, karısız,

doğumsuz,
gözünün önünde senden, yüz bin çocuk meydana getirmeye gücüm-kuvvetim yeter; hattâ bir

buyursam
dünyalarca halk belirir, hem de hepsi tam, ergen, bilgin. Ben seni, can âleminde anasız-babasız var

ettim;
tâ önceden sana ne lûtuflarım var, ne yardımlarım; hem de şu varlık âlemine gelmeden önce; niçin
unutuyorsun onu?
Peygamberlerin, erenlerin, halkın, iyinin, kötünün; yerlerine, mayalarına göre örneği şudur:
Kâfir ilinden Müslüman iline oğlanlar getirirler, satarlar. Kimisini beş yaşındayken getirirler, kimisini

on
yaşındayken, kimisini on beş yaşındayken. Çocukken getirilen, uzun yıllar Müslümanların arasında

yetişirgelişir,
büyür, kocar; o ilin hallerini tümden unutur, o ilden hiçbir şey hatırlamaz. Bir parça daha büyükse
azıcık hatırlar. Fakat adam-âkıllı büyük olan, daha çok hatırlar. Canlar da buna benzer; "Sizin rabbiniz

değil
miyim? Evet dediler" var ya; canlar Allah tapısındaydı. Yedikleri-içtikleri, harfsiz, sessiz Allah sözüydü,
onunla güç-kuvvet elde ediyorlardı. Kimisini çocukken getirdiler; o sözü duyunca o halleri hatırlamaz,

o sözü
kendine yabancı bulur; bu bölük, perde ardında bırakılmış bir bölüktür; tümden kâfirliğe, sapıklığa

baş-aşağı
dalar-gider. Kimisi biraz hatırlar, o yanın coşkunluğu, o yanın havası, onlarda başgösterir; bunlar,
inananlardır. Kimileriyse o sözü duydular mı, eskiden olduğu gibi o hal, gözlerini önüne gelir, belirir,
perdeler tümden kalkar, o buluşmaya ulaşır-giderler. Bunlar da peygamberlerle erenlerdir.
Dostlara ısmarıcım olsun (*), içyüzden anlam gelinleri size yüz gösterdi, gizli şeyler açıldı mı,

sakınınsakının,
onu yabancılara söylemeyin, anlatmayın; duduğunuz şu sözlerimi herkese söylemeyin. Çünkü
"Hikmeti, ehli olmayandan başkasına vermeyin; ona zulmetmiş olursunuz; ehlinden de esirgemeyin,

ehline
zulmedersiniz" denmiştir. Eline bir güzel, bir sevgili geçse, ben seninim, beni kimseye gösterme;

evinde
gizle dese onu çarşılarda-pazarlarda dolaştırman, herkese, gel de şunu bir gör demen, yerinde bir iş

midir;
o sevgilinin de hiç hoşuna gidermi bu iş? Onlara gitmez amma sana da kızar. Ulu Allah, bu sözleri

onlara
haram etmiştir. Hani cehennemlikler, cennetliklere, nerde verginiz, nerde adamlığınız? Allahnın size

verdiği,
bağışladığı şeylerden birazcığını sadaka olarak, kulların gönüllerini almak için döküp saçsanız, bize
bağışlasanız ne olur ki?
Büyük kişilerin kadehinde yeryüzünün de bir payı var.
Çünkü biz bu ateşin içinde yanıyor, eriyoruz; o meyvelerden birazcığını verseniz, o arı-duru, soğuk mu
soğuk cennet sularından bizim de canımıza dökseniz ne çıkar ki? diye bağırırlar ya...

"Cehennemlikler,
cennettekilere; sudan, Allahnın size rızk olarak verdiği şeylerden bize de dökün-saçın derler;

cennettekiler
de derler ki: Gerçekten de Allah her ikisini de kâfirlere haram etmiştir." Cennettekiler, onu Allah

haram
etmiştir size derler; bu nîmetin tohumu dünyada ekilecekti; mademki orda ekmediniz, ekmeye de
çalışmadınız, burada ne biçeceksiniz, ne elde edeceksiniz? Büyüklük etsek de size versek bile

mademki
Allah, onu size haram etmiştir, boğazınızı yakar, boğazınızdan aşağıyşa gitmez o. Bir keseye koysanız

kese
yırtılır, dökülür-gider. İşte tıpkı bunun gibi.
Allah rahmet etsin, esenlikler versin; Mustafâ'nın yanına, münâfıklardan, yabancılardan bir topluluk

geldi.
Sahâbe, gizli şeyleri anlatmada, Mustafâ'yı övmedeydi. Peygamber, üstü kapalı olarak sahâbeye

buyurdu ki:
"Kaplarınızın ağızlarını kapatın." Yâni testilerin, kâselerin, tencerelerin, kapların-kacakların, küplerin
ağızlarını örtün; örtülü tutun; pis, zehirli hayvanlar vardır; testilerinize düşerler Allah esirgesin; siz

de
islam-kuran-hadis.blogspot.com
bilmeden o testiden su içersiniz; size ziyanı dokunur. (Mustafâ) böylece onlara, yabancılardan hikmeti
gizleyin; yabancıların önünde ağzınızı-dilinizi kapatın; çünkü onlar fârelerdir; bu hikmete, bu nîmete

lâyık
değildir onlar buyurdu.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Tapımızdan kalkıp dışarıya giden o bey, sözümüzü etraflıca anlamadı amma kısaca anladı ki biz onu
gerçeğe çağırmadayız. Onun o yalvarışını, o baş sallayışını, o sevisini anlayış yerine tutuyoruz. Hani

bir
köylü,şehre gelir de ezan sesini duyar; ezanın anlamını etraflıca anlamaz amma maksat nedir, bunu

anlar
ya.
(*) "Bir nesnenin işlemesini bir âdeme, bir kimsenin eylediği siparişe ve ısmarıca dinür..." Kaamûs

tercemesi, Matbaa-i Bahriye, 1305, c.IV,
s.1219}. Kaamûs tercemesi taranmadı mı, tarandıysa "Vasıyyet" karşılığı olan "ısmarıç" sözü nasıl

atlandı? Kaamûs tercemesinde bulundurana göre bu
sözün, dilde yaşayan bir söz olduğu kesin olarak anlaşılmıyor mu? Hele "tutsu" sözünden daha güzel,

daha anlaşılır bir söz değil mi? Bilmem, bilemem.

16. BÖLÜM- (Mevlânâ) buyurdu ki:
Sevilen herşey güzeldir; fakat aksine her güzel olanın sevimli olması gerekmez. Güzellik, sevimliliğin
bir parçasıdır; sevimli olmaktır temel olan. Sevimlilik oldu mu, elbette güzellik de olur: birşeyin

parçası,
tümünden ayrılamaz; onunla beraberdir, birdir. Mecnûn'un zamanında Leylâ'dan daha güzel olanlar

vardı;
fakat Mecnûn'a, Leylâ'dan daha güzel olanlar var, onları getirelim dediler. Dedi ki: Leylâ'nın şeklini
sevmiyorum ki ben; Leylâ bir şekil değil; Elimde bir kadehe benzer Leylâ. Ben o kadehle şarap içerim.

Şu
halde ben, içip durduğum o şaraba âşığım. Siz kadehi görüyorsunuz, şaraptan haberiniz bile yok.

Bana
altınlarla bezenmiş, mücevherlerle süslenmiş kadeh sunsalar, fakat içinde sirke olsa, yahut şaraptan

başka
birşey bulunsa ne işim var o kadehle benim? İçinde şarap olan eski kırık bir kabak o kadehten, hattâ

o
kadeh gizi yüzlerce kadehten daha iyidir bence; fakat şarabı kadehten ayırdedebilmek için bir aşk,

bir şevk
gerek. Hani aç, on gün birşey yememiş biriyle günde beş kere yemek yemiş bir tok... İkisi de ekmeğe
bakar amma tok, ekmeğin şeklini görür; açsa ekmeği değil, canı görür; can görünür ona ekmek.

Çünkü
ekmek kadehe benzer, tadıysa içindeki şaraptır sanki; o şarap ancak iştah, özleyiş gözüyle

görülebilir.
Şimdi iştahlan, özle de şekli görme, varlık âleminde, her yerde sevgiliyi gör. Şu halkın şekli, kadehlere
benzer; şu bilgiler, hünerler, sanatlar da kadehteki nakışlardır. Görmez misin, kadeh kırıldı mı, o

nakışlar
kalmaz. Şu halde iş, kalıp kadehlerindeki şarapta, o şarabı içen ve gören kişide. "Kalanlar, iyi

şeylerdir."
Soru soranın sorucu alabilmesi için önceden iki şeyi düşünmesi gerek. Birisi şu: Soracağım,

soracağım
amma ne soracağım, yanılıyor muyum, soracağım şeyden başka birşey var mı? İkincisi de şu:

Düşünmeli ki
benim bilmediğim bundan daha iyi, daha yüce bir soru, bir hikmet var mı? Artık anladık, bildik ya;

"Soru,
bilginin yarısıdır." Bu yüzdendir ki herkes, birisine yüz tutmuştur. Fakat herkesin dilediği Allahdır; o

umuyla
ömrünü harcar-gider. Yalnız bu arada doğruyu bulan, yüzünde padişahın çevgeninin izi olan kimdir,

bunu
ayırdedip bilecek biri gerek ki Allah birdir desin, Allahyı bir bilsin. Suya dalıp boğulan, o kişidir ki su,
istediği gibi oynar onunla, o suyla oynayamaz. Yüzen de, boğulan da, ikisi de sudadır amma bunu su
götürür, su taşır; yüzense kendi gücüyle, kendi dileğiyle yüzer. Boğulanın her oynayışı, her işi, her

sözü,
sudandır, kendinden değil. O arada, bir bahanedir. Hani duvardan bir ses duyarsın ya; bilirsin ki

duvardan
gelmiyor o ses, duvarı söyleten biri var. Erenler de böyledir işte... Ölmeden önce ölmüştür onlar; kapı-
duvar kesilmişlerdir; onlarda kıl kadar bir varlık bile kalmamıştır. Allah gücünün- Allah kuvvetinin

elinde bir
kalkana benzerler. Kalkanın oynayışı, kendiliğinden değildir. "Ben Allahyım" demenin anlamı da budur

işte.
Kalkan der ki: Ben arada yokum, oynayışım, Allah elinin oynayışından. Bu kalkanı Hak görün, Hakla
pençeleşmeye kalkışmayın. Çünkü böylesine bir kalkanı yaralamaya kalkışanlar, gerçekte Allahyla

savaşa
girişmişler, Allahya saldırmışlardır. Âdem'in zamanından şimdiyedek başlarına neler gelmiştir bu çeşit
kişilerin, duy da anla. Firavun, Şeddâd, Nemrûd, Âd kavmi, Lût kavmi, Semûd kavmi gibi... Sonları da

yok
hani. Öylesine kalkan, kıyâmetedek var, zamandan zamana ulanır-gider. Kimisi peygamberler

şeklinde
görünür, kimisi erenler şeklinde; böylece de iyileri kötülerden ayırdederler, düşmanları dostlardan

ayırırlar.
Şu halde her eren, Allahnın kesin delilidir halka; halkın mertebesi, makamı, ona olan ilgisi kadardır.

Ona
düşmanlıkta bulunursa Allahya düşmanlık etmiş olurlar. Dostluk etmeye çalışırlarsa Allahya dostluk

ederler.
"Onu gören beni görür, ona kasteden bana kasteder." Allah kulları, Allah hareminin mahremleridir.
Hadımlar gibi hani; Allah, varlık, istek, hıyânet damarlarını tâ kökünden koparıp kesmiş, onları

tertemiz bir
hale getirmiştir; böylece de bütün dünya onlara hizmetçi olmuştur. Onlar, öylesine sırlara mahrem
olmuşlardır ki "Tertemiz olanlardan başkaları dokunamaz onlara, anlayamaz onları."
islam-kuran-hadis.blogspot.com
(Mevlânâ) buyurdu ki;
Büyüklerin kabrine arkasını çevirmiştir amma inkârından, gafletinden değil; yüzünü onların canına
çevirmiştir o. Çünkü ağzımızdan çıkan bu söz, onların canıdır. Bedene arkasını döner, yüzünü cana

tutarsa
ziyanı yok.
Bir huyum var benim; hiçbir gönlün bana kırılmasını istemem. İşte şuracıktaki bir bölük halk, semâ'
ederken bana çarparlar. Bâzı dostlar da onları men'eder. Bu, bana hoş gelmez. Yüz kere

söylemişimdir,
benim için kimseye birşey söylemeyin; ben râzıyım ona. O kadar gönül alıcıyım, gönül yapmayı isterim

ki
yanıma gelen şu dostların canlan sıkılır korkusuyla şiir söylerim, onunla oyalanmalarını dilerim. Yoksa

ben
nerdeyim, şiir nerde? Vallahi şiirden usanmışım ben; bence şiirden beter birşey yok. Hani şuna benzer

bu:
Birisi, konuğunun dileğine uyar da o işkembeye el atar, onu yıkamaya koyulur; çünkü konuğun iştahı
işkembeyedir. Bana da şiir söylemek gerek. İnsan, filân şehirde hangi kumaş gerek, hangi kumaşı

alıyorlar;
buna dikkat eder de onu alır, onu satar; isterse matahların en aşağısı olsun. Bilgiler elde etmeye

çalıştım;
öğrendim-belledim. Yüksek kişiler, gerçeğe erenler, akıllı-fikirli adamlar, uzağı görenler, derin

bilginler,
yanıma gelince onlara eşi olmayan, güzel mi güzel, ince mi ince şeyler anlatayım diye bütün o bilgileri
burada topladı, o zahmetleri buraya getirdi, yığdı; ben ne yapabilirim? Bizim ilimizde, bizim

toplumumuzda
şâirlikten daha ayıp bir iş yoktu. O ilde kalsaydık onların tabiatlarına uygun bir ömür sürer, ders

vermek,
kitaplar meydana getirmek, öğüt vermek, va'zetmek, zâhitlikte bulunmak, ibâdetlere koyulmak gibi

onların
istediği şeylere sarılırdık. Emîr Pervâne bana dedi ki: Temel olan ibâdettir. Dedim ki: İbâdet ehlini,

ibâdet
dileyeni göster de ben de onlara ibâdet nedir, göstereyim. Sen şimdi söz istiyorsun, kulağını

vermişsin,
birşey işitmek, birşey duymak isteğindesin; söylemezsem üzülürsün. İbâdet iste de ibâdet nedir,
göstereyim sana. Biz, dünyada er arıyoruz ki ona ibâdet nedir, gösterelim. İbâdet müşterisi

bulamıyoruz,
söz müşterisi buluyoruz da sözle oyalanıyoruz. Mâdem ki ibâdet etmiyorsun, ne bilirsin sen, ibâdet

nedir?
İbâdet, ibâdetle öğrenilebilir; bilgi bilgiyle anlaşılabilir. Şekil, şekille öğrenilir; anlam, anlamla. Biz

yolda
olmuşuz, ibâdete koyulmuşuz, ne çıkar; kim görebilir bizi? Yolcu yok, yol, ıpıssız. Zâten bu ibâdet,

namaz,
oruç değil ki. Bunlar, ibâdetin şekilleri; asıl ibâdet, özdeki anlam. Âdem'in zamanında tâ, Allah rahmet
etsin, esenlikler versin, Muhammed'in zamanınadek namaz, oruç bu şekilde değildi, fakat ibâdet

genede
vardı. Şu halde bu, ibâdetin şeklidir, ibâdetse insandaki anlamdır. Hangi ilaç tesir etti dersin ya; orda

tesir
edişin şekli yoktur, ancak anlamdır orda bulunan. Bu adam, filân şehirde vergi memurudur derler

fakat
memurluğun şeklini göremezler ki... Onunla ilgili işler yüzünden ona vergi memuru derler. Şu halde

ibâdet
de halkın anladığından başkadır. Onlar, ibâdet, şu görünen şekildir sanırlar. İki yüzlü, içi dışına uymaz

biri,
o ibâdeti yerine getirse kendisine hiçbir faydası yoktur; çünkü onda gerçeklik ve inanç anlamı yoktur

ki.
Herşeyin temeli sözdür, söz. Senin sözden haberin yoktur da ondan hor görüyorsun onu. Söz, ibâdet
ağacının meyvesidir; çünkü ibâdet de sözden doğar. Ulu Allah, evreni sözle yarattı; "Ol, der, olur"

dedi.
İnanç gönüldedir, sözle söylemezsen fayda etmez. Namaz bir iştir; fakat Kur'ân okumazsan doğru

olmaz.
Sözün değeri yoktur dediğin zaman bile bu değersizliği gene sözle söylüyorsun; nasıl olur da değeri

olmaz
sözün? Sözün değeri yoktur sözünü duyuyoruz ya senden; bunu da sözle söylüyorsun.
Birisi, bir hayır işler, bir güzel iş yaparsak Allahdan karşılığını ummamızın, beklememizin
ziyanı var mıdır, yok mudur diye sordu.
(Mevlânâ) buyurdu ki: İy vallâh, umut beslemek gerek. İnanç da bu korkudur, bu umuttur. Birisi
benden, ummak güzel, hoş, bu korku da ne diye sordu. Dedim ki: Sen bana umutsuz bir korku göster;
yahut korkusuz bir umut göster. Çünkü bunlar, birbirinden ayrılmaz; biri olmadan öbürü olmaz; nasıl

oluyor
da böyle bir soru soruyorsun? Meselâ birisi buğday eker, buğdayın bitmesini umar elbet; umar amma

bu
umuda ya bir ziyan gelirse, ya bir afata uğrarsa diye bir korku da vardır. Şu halde anlaşıldı ya,

korkusuz
umut yok; umutsuz korku, yahut korkusuz umut, hiç mi hiç düşünülemez. Şimdi umutlanır, karşılık

olarak
bir lûtuf bekler, umarsa biri, kesin olarak o işe daha sıkı sarılır, daha çok çalışır- çabalar. O umu,

kanadıdır
onun; kanadı ne kadar kuvvetli olursa uçuşu, o kadar çok olur. Umutsuz kalırsa tembelleşir, artık

onun
elinden ne birşey gelir, ne kulluk eder. Hani sayrı, acı ilâcı içer, on tane tatlı şeyden vazgeçer ya;

onun gibi.
Sayrı, sağlık umusunu beslemeseydi nerden, nasıl dayanırdı buna?
İnsan, konuşan hayvandır, insan hayvanlıktan, bir de sözden meydana gelmiştir. Hayvanlık, boyuna
ondadır, ayrılmaz ondan; söz de böyledir, boyuna vardır onda. Görünüşte söz söylemese bile boyuna
söyler, konuşur insan. Toprakla bulanmış suya benzer insan, arı-duru su, onun sözüdür, toprağı da
hayvanlığı. Fakat toprak, eğretidir onda. Görmüyor musun? O topraklar, o bedenler, geçip gittiler,

çürüyüp
eridiler, iyiye-kötüye âit sözleri, hikâyeleri, bilgileri kaldı ancak.
Gönül sahibi, tümdür. Onu gördün mü herkesi, herşeyi görmüş olursun. Çünkü "Bütün avlar yaban
eşeğinin karnında." Dünyadaki bütün halk, onun parça-buçuğudur, odur tüm.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
Şiir
İyi-kötü, herşey, herkes, dervişin parça-buçuğudur;
Böyle olmayan adam, derviş değildir.
Şimdi tüm olan onu gördün mü, kesin olarak bütün kâinatı görmüş olursun. Onu gördükten sonra kimi
görürsen bir kere daha onu gördün demektir. Onların sözleri de tümün sözleridir. Onların sözlerini
duyduktan sonra duyduğun her söz, bir kere daha duyulmuş, işitilmiş sözdür.
Kim onu bir konakta görürse sanki
Bütün insanları görmüştür, bütün yerleri (*)
A insan, Allah kitabı sensin, sen.
Padişahın güzelliğine bir aynasın sen.
Kâinatta ne varsa senden dışarda değil;
Ne istiyorsan kendinden iste, kendinde ara...
Ne arıyorsan sensin, sen.
(")Arapçadır.
17. BÖLÜM - Nâib dedi ki:
Bundan önce kâfirler, putları öperler, putlara secde ederlerdi. Biz de şu zamanda onun
tıpkısını yapıyoruz. Gidiyor, Moğollara secde ediyoruz; sonra da kendimizi Müslüman
sayıyoruz. Ayrıca içimizde hırs, istek, kin, haset gibi bunca put var; bunların hepsine de itâat
etmedeyiz; hem içten, hem dıştan biz de aynı işi yapıyoruz; sonra da kendimizi Müslüman
sayıyoruz.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Amma burda bir başka şey var. Hatırınıza şu kötüdür, beğenilmeyecek birşeydir düşüncesi geliyor ya;
gönül gözünüz, kesin olarak niteliksiz bir pek büyük şey görmüştür ki bu, size kötü, çirkin görünüyor.

Acı
su, tatlı suyu içmiş olana acı gelir. "Herşey, zıddiyle meydana çıkar." Şu halde Ulu Allah canınıza

inanç
ışığını vermişki bu işleri çirkin görüyorsunuz. Demek ki güzelin karşısında bu çirkin görünüyor. Böyle
olmasaydı neden başkalarında bir dert yok; ne haldeyseler hallerinden memnunlar; iş bundan ibâret
diyorlar. Ulu Allah, size dileğinizi verecektir; elde etmeye çalıştığınızı elde edeceksiniz. "Kuş

kanatlarıyla
uçar, inanç sahibi himmetiyle."
Yaratıklar üç sınıftır. Kimisi meleklerdir, salt akıldır hepsi; ibâdet, kulluk, Allahyı anış, onlara tabiattır,
yiyip içmedir, onunla geçinirler, onlara yaşayış budur; hani balığın suda yaşadığı gibi; balığın canı da

sudur;
yatağı, yastığı da. Meleğe teklif de yoktur; çünkü şehvetten arınmıştır, ter-temizdir. Şehvete

düşmüzse,
nefsine, havasına uymazsa ne var ki? Zaten bunlardan arınmıştır o. Hiç savaşmaz nefsiyle. İbâdet

etse bile
ibâdetini saymazlar; çünkü bu, onun yaratılışından ileri gelir, onsuz olamaz ki. Yaratıkların kimisi de
hayvandırlar. Onlar salt şehvettir, kötülük yapma diyen akıl yoktur onlarda; insanlara olduğu gibi

onlara
teklif yoktur. Yoksul insana gelince; O, akılla şehvetten meydana gelmiştir Yarısı melektir, yarısı

hayvan.
Yarısı yılandır, yarısı balık. Balık oluşu, suya çeker, yılanlığı toprağa sürer onu; çekiştedir, savaşta.

"Aklı
şehvetini yenen, meleklerden yücedir; şehveti aklını yenen hayvanlardan aşağı."
Melek bilgiyle kurtuldu; hayvan bilgisizlikle kurtuldu;
İnsanoğluysa ikisinin arasında çekişe-dövüşe kaldı-gitti.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
Şimdi insanların kimisi, akla o kadar uydu ki tümden melek oldu, salt ışık kesildi-gitti. Bunlar
peygamberlerdir, erenlerdir; korkudan da kurtulmuşlardır, umudan da. "Ne korku vardır onlara, ne
hüzünlenirler onlar." Kimisinin de şehveti, aklına üst olmuştur. Bunlar da tam hayvan olmuşlardır.

Kimisi de
kavga, savaş içinde kalmıştır. Bunlar içlerinde dert, ağrı, feryâd, özleyiş beliren bir bölüktür; bu çeşit
yaşayışlarını hoş görmez bunlar. Bunlar, inananlardır. Erenler, bunları konaklarına ulaştırmayı,

kendilerine
döndürmeyi beklerler, şeytanlar da onları aşağılıkların en aşağısına çekmeyi beklerler.
Şiir
Biz de istiyoruz, başkaları da istiyor;
Bakalım, baht kimin olacak, devlete kim ulaşacak?
"Allahın yardımı gelince.... Sûrenin sonunadek." Zâhir müfessirleri şöyle tefsîr ederler: Allah rahmet
etsin, esenlikler versin. Mustafâ, dünyayı Müslüman edeyim, Allah yoluna sokayım diye çalıştı,

çabaladı.
Öleceğini anlayınca âh dedi, ömrüm yetmedi ki halkı çağırayım. Ulu Allah dedi ki: Gam yeme, şu anda
geçip gidiyorsun; orduyla, kılıçla iller aldın, şehirler zaptettin ya, ben ordusuz olarak her yeri, herkesi

sana
uydurayım, inanç sahibi edeyim. Bunun nişânesi de işte şu: Ölürken halkın, kapıdan bölük-bölük

girdiğini,
takım-takım Müslüman olduğunu göreceksin. Bunu gördün mü de bil ki yolculuk vaktin geldi-çattı;

Allahnın
noksan sıfatlarından arı olduğunu söyle, ondan yargılanma dile ki oraya göçeceksin artık. Fakat

gerçeğe
ulaşanlar derler ki manası şudur; insan sanır ki, kötü işleri kendi gücüyle, kendi çabasıyla

kendisinden
giderebilirler. Fazla savaşır, gücünü-kuvvetini daha çok harcar, fakat gideremez; umutsuz bir hale

düşer.
Ulu Allah ona der ki: O işi gücünle-kuvvetinle başaracağını sandın. Bu bir yol-yordamdır ki koymuşum;

yâni
neyin varsa yolumuza dök-saç; ondan sonra bizim bağışımız gelir-çatar. Şu sonu gelmez, bitip

tükenmez
yolda bu arık elle, bu arık ayakla yürü, yol al; biz biliyoruz ki şu arık ayakla bu yolu aşamazsın sen.

Hattâ
yüz bin yıl yürüsen bir konaklık yol bile gidemezsin. Fakat mâdemki bu yola düştün, elden-ayaktan

kaldın,
düşüp yerlere serildin, artık hiç gücün-kuvvetin kalmadı mı, ondan sonra Allah yardımı elinden tutar.

Hani
çocuk süt emdikçe kucakta taşınır, büyüdü mü yürüsün diye onu kucaktan indirirler, yere bırakırlar.

Şimdi
de gücün-kuvvetin bitti artık. Gü-cün-kuvvetin varken savaşıp dururdun; arada-sırada uykuyla

uyanıklık
arasında, yahut da uyanıkken sana bir lûtufta bulunurduk da onunla biz arama yolunda kuvvet

bulurdun,
umutlanırdın. Şimdi, şu anda araç da kalmadı ya; artık bizim lûtuflarımızı, bağışlarımızı, yardımlarımızı
seyret; bölük-bölük başından dökülür-saçılır onlar. Yüzbinlerce çalışıp çabalamayla bir zerresini bile
göremezsin bu lûtufların. Şimdi bunları gördün, bu devlete erdin ya;"Rabbin: Överek noksan

sıfatlardan arı
olduğunu söyle onun" o işi kendi-kendine başarırsın, elinden gelir o iş sanmıştın ya, o sanıdan, o
düşünceden tövbe et artık. Bu işi başarmayı kendinden bildin, bizden değil; fakat şimdi gördün ya; bu

işi
başarma, bizdendir; "Yarlıganma dile; gerçekten de o, tövbeleri kabul eder."
Biz Emîr'i dünya için, yahut bilgisi, ibâdete koyulması yüzünden sevmiyoruz. Başkaları bunlar için
severler; çünkü Emîr'in arkasını görmüşlerdir, yüzünü değil. Emîr aynaya benzer, bu huylar da tıpkı

değerli
incilerdir, altınlardır; bunları aynanın ardına koymuşlardır. Altına âşık olanların, inciye tutulanların

gözleri
aynanın ardındadır. Aynaya âşık olanların gözleriyse altında, incide değildir; onlar boyuna aynaya yüz
tutmuşlardır; aynayı ayna olduğu için sever onlar; çünkü aynada güzel yüz seyredeler; usanmazlar
aynadan. Fakat yüzü çirkin olan, ayıplı olan, aynada bir çirkin, bir ayıplı yüz görür, aynanın yüzünü

çevirir;
o incileri mücevherleri diler. Evet; aynanın ardına binlerce çeşit nakışlar yaparlar, mücevherler

korlar;
bundan aynaya ne ziyan var. Ulu Allah, hayvanlıkla insanlığı karıştırdı, ikisi de meydana çıksın diye;
"Herşey zıddıyla belli olur, meydana çıkar." Çünkü zıddı olmadıkça, zıddını söylemedikçe hiçbir şey,

târif
edilemez; imkân yoktur buna. Ulu Allahnın zıddı yoktur da onun için "Ben bir gizli defineydim,

bilinmeyi
diledim, sevdim" demiş, ışığı meydana çıksın diye karanlıktan ibaret olan şu kâinatı yaratmıştır; gene
böylece peygamberlerle erenleri meydana çıkarmış, "Sıfatlarımla halka görün" demiştir. Onlar,

düşmanın
dosttan, tek, eşsiz kişinin yabancıdan ayrılması, belli olması için Allah ışığını elde etmiş olanlardır. O
anlama, zâten anlam bakımından zıt yoktur, görünüşte zıddı vardır onun. Hani Adem'in karşısında

İblis,
Mûsâ'nın karşısında Firavun, İbrâhim'in karşısında Nemrûd, Allah rahmet etsin, esenlikler versin,
Mustafâ'nın karşısında Abû-Cehl gibi tıpkı... Sonu da yoktur bunun. Şu halde anlam bakımından zıddı
yoktur amma erenlerle Allahya bir zıt belirlemede; hem de halk, onlara ne kadar düşmanlık ederse,

ne
kadar aykırı hareket ederse işleri o kadar yücelmede onların, o kadar yayılıp tanınmada. "Allah ışığını
nefesleriyle söndürmek isterlerse de Allah, kendi ışığını tam parlatır; kâfirler hoş görmeseler de

böyledir
bu."
islam-kuran-hadis.blogspot.com
Ay, ışığını saçar, köpek de ürür-durur;
Ayın ne suçu var? Köpeğin huyu bu.
Gökyüzünde ne varsa Ayla ışıklanır;
Yeryüzünde bir kırağdan ibâret olan köpek de nedir ki?
Birçok kişiler vardır ki Ulu Allah onları nîmetle, malla, altınla, beylikle azâplandırır; oysa ki onların
canları, bunlardan kaçar. Bir Allah yoksulu, Arab ilinde, ata binmiş bir bey gördü; alnında

peygamberlerin,
erenlerin ışığı vardı. Bunu gördü de dedi ki: Kullarını nimetlerle azaplandıran Allah, arıdır noksan
sıfatlardan.
18. BÖLÜM - Şu hâfız Kur'ân'ı doğru okuyor. Evet, Kur'ân'ın şeklini doğru okuyor amma anlamdan
haberi yok. Delili de şu: Anlamı söylersen reddeder, sözleriyle korü-körüne okur-durur. Şuna benzer

bu:
Adamın biri, eline bir kunduz alır. Ondan daha güzel bir kunduz getirirler, istemez. Anlarız ki kunduzu
tanımıyor, bilmiyor bu adam. Birisi bu kunduzdur demiş ona, o da ona uyup kunduzu eline almış. Hani
ceviz oynayan çocuklar gibi; oynarlar amma cevizin içini versen, yağını versen istemezler; ceviz,

şa-kır-
şakır ses çıkaran şeydir, bununsa şakır şakır şakırdaması yok derler. Allahnın hazneleri çoktur.

Allahnın
bilgileri çoktur. O hâfızın bilgisi var da Kur'ân'ı okuyorsa peki, neden öbür Kur'ân'ı reddediyor? Bir

hafıza
söyledim, anlattım; dedim ki: Allah Kur'ân da diyor ki: "Söyle, deniz sözlerine mürekkep olsa o

mürekkep,
Rabbimin sözleri bitmeden tükenir-gider." Şimdi, bu Kur'ân, elli dirhem mürekkeple yazılabilir. Bu söz,
Allah bilgisine bir işarettir; Allah bilgisiyse yalnız bu kadar değildir. Bir aktar, bir parça kağıda bir ilâç

kosa,
sen de bütün aktar dükkânı bu kağıt parçasındandır desen aptallıktır bu. Mûsâ'nın, İsâ'nın, bunlardan
başka peygamberlerin zamanında da Kur'ân vardı, Allah sözü vardı, fakat arapça değildi. Bunu

anlattım, o
hafıza tesir etmedi; ben de vazgeçtim.
Rivayet etmişlerdir, Allah rahmet etsin, esenlikler versin, Peygamber'in zamanında sahabenin herbiri,
bir sûre, yarım sûre ezberlemişti. Ezberleyeni de pek büyük görürler, bir sûre ezberinde diye parmakla
gösterirlerdi. Bunun sebebi de şuydu: Onlar, Kur'ân'ı içiyorlardı, yiyorlardı, sindiriyorlardı. Bir batman,
yahut iki batman ekmek yemek, büyük bir iştir. Ancak ağza alınır, çiğnenir, çıkarılırsa bin eşek yükü

ekmek
de yenebilir. "Nice Kur'ân okuyan var ki Kur'ân, lanet eder onlara" denmiş. Bu söz, Kur'ân'ın anlamını
anlamayanadır. Amma bu da iyidir. Allah şu dünyayı kursunlar, yapsınlar diye bir bölük halkın, gafletle
gözlerini bağlamıştır. Kimisini öbür dünyadan gaflete salmasaydı dünya, hiçbir vakit mâmur hale

gelmezdi.
Kuruluşları, mâmurluğu meydana getiren gaflettir. Şu çocuk da gafletle büyür, boy atar. Aklı

olgunlaştımı
artık boy atmaz. Şu halde mâmurluğu meydana getiren, kurup yapmaya sebep olan gaflettir; yıkıma

sebep
olan da uyanıklıktır.
Şimdilik söz söylüyorum ya, sebebi ikiden artık değil. Ya hasetten söylüyorum, ya esirgeme
yönünden. Hased olamaz, hâşâ... Çünkü hased etmeye değen birşeye hased etmek yazıktır,

değmiyene
hased etmek de ne oluyor ki? Sözüm, ancak pek esirgediğimdendir, pek acıdığımdan; istiyoruz ki aziz
dostu anlama çekelim.
Anlatırlar ya hani, bir adam Hacca giderken çöllere düştü. Pek susadı. Tâ uzakta küçücük bir çadır
gördü. Oraya gitti, bir halayıkçağız gördü. Adam, konuğum ben, dileğim var diye bağırdı. Oraya vardı,

su
istedi. Öylesine bir su verdiler ki ateşten sıcaktı, tuzdan acı. Dudaktan damağa damaktan karna

giderken
gittiği her yeri yakıyordu. Adam, pek acıdı da o kadına öğüt vermeye koyuldu; dedi ki: Sizin bende

hakkınız
var, çünkü sizin yüzünüzden biraz esenleştim. Kayırmam coştu da ondan söylüyorum; sözlerimi

dinleyin.
Bağdat şuracıkta, Kûfe de, Vâsıt da, başka büyük şehirler de yakın size. Kötürüm bile olsanız sürüne
sürüne yuvarlana-yuvarlana oralara varabilirsiniz. Oralarda pek güzel, pek tatlı sular vardır; çeşit

çeşit
yemekler, hamamlar, nîmetler, hoşluklar vardır. O şehirlerin tatlarını saydı-döktü. Derken, o Arabın

kocası
geldi. Birkaç çöl fâresi avlamıştı. Karısına pişir şunları dedi. Ondan konuğa da verdiler. İster-istemez

yedi.
Konuk geceyarısı çadırın dışında uyudu. Kadın, bu konuk neler dedi, neler anlattı, duydun mu dedi.
Konuğun anlattıklarını bir eksiksiz kocasına anlattı. Kocası olan Arap, hay karı dedi, bu çeşit şeyleri
dinleme; dünyada hasetçiler çoktur; esenliğe, devlete kavuşanları gördüler mi hased ederler; onları

bu
esenlikten etmek, bu devletten yoksun bırakmak isterler.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
Şimdi bu halk da böyledir. Esirgeme yüzünden birisi öğüt verse hased ediyor derler. Fakat o adamda
bir maya varsa sonunda anlama yüz tutar. Çünkü ona Elest gününde bir katredir, damlamıştır;

sonunda o
katre, işkillerden, mihnetlerden kurtarır onu. Gel, niceyebir uzak kalacaksın bizden, niceye bir

ilişkiler,
sevdâlar içinde bunalıp duracaksın? Fakat insan, bir topluluğa ne söz söyliyebelir ki o topluluk, o

çeşit sözü
ne bir kimseden duymuştur, ne şeyhinden.
Mayasında ululuk olmayan,
Büyüklerin adlarını duymaya dayanamaz.
Anlama yüz tutmak, önce o kadar güzel görünmez amma gittikçe tatlılaşmaya başlar. Görünüşün
tersinedir bu. Şekil önce güzel görünür, onunla ne kadar çok düşer-kalkarsan o kadar soğursun

ondan.
Nerde Kur'ân'ın şekli, görünüşü, nerde Kur'ân'ın anlamı. İnsana bak; nerde şekli, nerde anlamı?

İnsanın
şeklindeki anlam gitti mi bir soluk bile evde bırakmazlar onu.
Allah sırrını kutlasın, Mevlânâ Şemseddîn buyurur, anlatırdı. Büyük bir kervan bir yere gidiyormuş.
Çöle düşmüşler. Ne bir mâmurluk bulmuşlar, ne bir içim su. Derken ansızın bir kuyuya raslamışlar;

fakat
kovası yokmuş. Bir kab elde ederler, ip bulurlar. Kaba bağlayıp kuyuya sallarlar. Çekince bakarlar ki

ip
kesilmiş kova yoktur. Bir kap daha bulup sallarlar. Çekince bakarlar ki ip kesilmiş, kova yok. Bir kap

daha
bulup sallarlar. Gene ip kesilir. Derken kervandan birini iple kuyunun dibine indirirler, o da çıkmaz,

orda
kalır. Kervanda akıllı biri varmış; o, ben ineyim der. Onu sallarlar. Kuyunun dibine varması yaklaşınca
korkunç bir Zenci karşısına çıkar. Akıllı adam, bundan kurtulmama imkân yok, bâri aklımı başıma
devşireyim, kendimi kaybetmeyeyim, bakalım, başıma ne gelecek der. Zenci, uzun masal söyleme

der,
tutsağımsın benim, doğru cevap vermedikçe hiçbir şeyle kurtulamazsın. Adam, buyur der. Zenci,

yerlerden
neresi daha iyidir diye sorar. Akıllı adam, kendi-kendine tutsağım, çaresizim onun elinde; Bağdat

desem,
yahut başka bir şehri söylesem belki onun yerini kınamış olurum der. İnsana nerde bir eş-dost

bulunursa
orası daha iyidir; isterse orası kuyu dibi olsun, orası daha iyi; isterse fâre deliği olsun, orası daha iyi

diye
cevap verir. Zenci, beğendim-beğendim, kurtuldun; dünyada bir tek adam var, o da sensin; Şimdilik

seni
bıraktım-gitti; senin yüzünden öbürlerini de âzâd ettim; bundan böyle hiç kan dökmeyeceğim;

dünyadaki
bütün insanları senin sevginle sana bağışladım der. Sonra da bütün kervan halkını suvarır, kandırır.

Şimdi
bundan maksad, anlamdır; bu anlamı bir başka çeşit söyleyebilmek de mümkün, fakat mukallid,

ancak şu
şekli görür; onlara söz söylemek güçtür. Şimdi bu sözü başka bir örnekle söylesen de duymazlar.
19. BÖLÜM - Tâceddin Kabaî'ye, şu mollalar aramıza giriyorlar, halkı, din yoluyla inançsız bırakıyorlar
dediler buyurdu. (Sonra da) dedi ki:
Hayır, onlar bizim aramıza girip bizi inançsız edemezler. Hâşâ, bizden değildir onlar. Hani bir köpeğe
altın tasma takarlar ya. Takarlar amma bu yüzden o köpeğe av köpeği demezler ki. Avlanmak, av
köpeğindeki bir huydur, bir hünerdir; ister altın tasma tak, ister yün. Bilginlik de cübbeyle, sarıkla

değildir
bilginlik, bilgin kişinin özündeki bir hünerdir; bilgin, ister ağır kumaştan yapılmış kaftan giysin, ister

abayakebeye
bürünsün, farketmez. Nitekim Peygamberin zamanında da münâfıklar, din yolunu kesmek istediler;
mukallidi din yolunda gevşetmek için namaz elbisesi giyindiler. Çünkü kendilerini Müslümanlardan
göstermeselerdi bunu başaramazlardı. Yoksa bir Firenk, yahut Musevî, dini kınasa sözünü dinlerler mi

hiç?
"Vay o namaz kılanlara ki namazlarının şartlarını unuturlar önem vermezler, gösteriş için kılarlar, en
değersiz şeyi bile vermezler."
Sözün tümü şu: O ışık sende de var, fakat insanlık yok; insanlık iste; maksat budur; bundan ötesi boş
söz ancak. Söz fazla bezenince maksat unutulur. Bir bakkal, bir kadını seviyordu. Kadının

cariyeciliğiyle, şu
halde, bu haldeyim, seviyorum, yanıyorum, kararım yok, sitemlere uğramışım, cefâler çekmedeyim,

dün
şöyleydim, dün akşamım şu halde geçti diye haberler yolladı; uzun-uzadıya masallar okudu. Cariyecik,
kadının yanına varınca dedi ki: Bakkalın selâmı var; gel de diyor, seni şöyle böyle edivereyim. Kadın,

bu
kadar soğuk mu söyledi dedi. Cariye, o uzun-uzun söyledi-durdu amma maksadı bu, temel olan da
maksattır, ötesi başağrısı dedi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder