2 Haziran 2016 Perşembe

Mesnevi Hz Mevlana Celaleddin

O iyilikçi Müslüman’ın şefkatine güvenerek hırsızı bıraktı yola düzüldü.
   Varıp “ Aziz dost ne var? Böyle kimin elinden feryat ediyorsun ?” dedi.
   Adam “ İşte, hırsızın ayak izine bak. Hırsız çalacağını çalıp bu tarafa gitmiş.
   İşte o kaltabanın ayak izi. Yürü, bu izi izle, ardından koş!”dedi.

2805. Adam “ Be ahmak, sen ne söylüyorsun?Ben onu tutmuşum.
   Sen bağırınca koyuverdim. Sen bir eşekmişsin meğerse. Bense seni adam sandım.
   Bu ne herze, bu ne hezeyan? Ben kendisini tutmuştum, ayak izini ne yapayım?” dedi.
   Sen bir hilebazsın, yahut aptalın birisin. Hattâ belki de hırsızın ta kendisisin ve bu işi de mahsus yaptın.
   Öbürü “ Ben ayak izini gösteriyorum. İşin haki katından âgahım” dedi.

2810. Adam dedi ki: “Sen ya düzenbazsın, ya ahmak, belki de hırsızın ta kendisisin de işi biliyorsun.
   Ben hasmımı çeke, çeke yakalamak üzereydim. İşte ayak izi diye sen koyuverttin. Sen cihetten bahsediyorsun, bense cihetlerden çıkmış, kurtulmuşum. Vuslatta delil ve âlamet olur mu?”
   Sıfatlarla perdelenmiş olan kişi, ancak sıfat görür. Zatı kaybeden kişidir ki sıfatlarda kalır.
   Oğul, Allahı’ya ulaşanlar, zata gark olmuşlardır. Artık onlar sıfatlara nazar ederler mi?
   Başın ırmağın dibinde oldukça renge bakabilir misin?

2815. Suyun rengine bakmak için dipten çıktın mı?Güzel bir halıyı bırakmış, köhne bir kilimi almış olursun.
   Avamın ibadeti, havasın günahıdır. Avamın vuslatı bil ki havasın hicabıdır.
   Padişah bir veziri muhtesip yapsa, onun dostu değildir, düşmanıdır.
   Mamafih o vezir belki suç işlemiştir. Böyle birden bire muameleyi değiştirmek elbette sebepsiz olamaz.
   Çünkü önce muhtesip olan kişiye baht ve devlet nasip olmuş demektir.

2820. Fakat önceden padişaha vezir olanı, sonra muhtesip yapmak kötü bir iş yaptığından olabilir.
   Fakat padişah, seni eşikten huzuruna çağırmış, sonra tekrar eşiğe sürmüşse,
   Şüphe etmeksizin bil ki bir suç ettin. Bilgisizlikle cebre yapışır.
   Kısmetim buymuş dersen neden önce o devlet kısmetin olmuştu?
   Bilgisizlikle kendi kısmetini kendin teptin. Halbuki ehil olan kişi kısmetini artırır.

                                     Münafıkların Mescid-i Dırâr yapmaları

2825. Aykırı gidişe Kuran’dan getireceğimiz başka bir misal de dinlesen yerindedir.
   Münafıklar, buna benzer bir çift- tek oyununu da Peygamberle oynamışlardı.
   “Ahmet dinini yüceltmek için bir mescit yapalım” dediler. Halbuki bu mürtetlikten başka bir şey değildi.
   Bu çeşit aykırı bir oyuna girişerek Peygamber’in mescidinden başka bir mescit yaptılar.
   Döşemesini, tavanını, kubbesini düzdüler.Fakat bununla cemaati ayırmak diliyorlardı.

2830. Yalvararak Peygamber’in yanına geldiler, deve gibi huzuruna çöktüler.
   “ Ey Allahı Peygamberi, lûtfedip o mescide kadar bir zahmet etsen;
   Kademlerinle kutlasan.. günlerin kıyamete kadar ter-ü taze olsun!
   Topraklı, bulutlu günün, zaruret ve yoksulluk gününün mescidi işte.
   Diledik ki oraya bir garip gelirse yer bulsun, bu hizmet konağında bolluğa ersin.

2835. Bu suretle de din şiarı çoğalsın, etrafa yayılsın, dostlarla olunca acı yemiş bile hoştur.
   Bir an orayı şereflendir, bizi tezkiye et ,diğer sahabeye bildir.
   Mescide, mescittekilere iltifat et..sen aysın, biz de gece. Bir an olsun bizimle ol da.
   Gece cemalinle gündüze dönsün, ey cemali, geceleri aydınlatan güneş.!” dediler.
   Ah ne olurdu bu sözleri gönülden söyleselerdi de muratları olsaydı.

2840. Gönül istemeden ağza gelen lâtif sözler, külhandaki yeşilliğe benzer dostlar.
   Uzaktan bak, geç. Yavrum onlar yemeye kokmaya değmez.
   Vefasızlara gitme. Onlar; iyi dinle, yıkık köprüdür.
   Bilgisiz biri oraya ayak basarsa köprü de yıkılır, ayağı da kırılır.
   Asker, nerede bir bozgunluğa uğrarsa, iki, üç karı tabiatlı adamın yüzünden uğrar.

2845. O, erkek gibi silahlanıp savaş safına girer. Diğerleri de, işte tam dost diye ona güvenirler.
   Fakat savaş zahmetlerini gördü mü yüz çevirir. Onun kaçışı senin mânevi kuvvetini de kırar.
   Bu bahis, uzundur. Uzadıkça uzar, maksat da gizli kalır, geçelim.

               Münafıkların Peygamber’i Mescid-i Dırâr’a götürmek için kandırmaya çalışmaları

   Halk Peygamber’e masallar okumakta; yalan dolan atını sürmekteydiler.
   O merhametli, şefkatli Peygamber gülümseyerek ancak “ Peki” diyebildi.

2850. O cemaatin teşekkür edilmesi icap eden işlerini anladı, icabet edeceğini söyleyerek haber getirenleri sevindirdi.
   Onların hileleri gözünün önünde görünüp duruyor, o hileleri süt içinde kıl görür gibi birer, birer görüyordu.
   Fakat o lûtuf sahibi Peygamber, kılı görmemezlikten geliyor, o zarif kimse sütü övüyordu..
   Yüz binlerce hile ve hud’a kıllarına o an gözünü yummuştu.
   O kerem denizi doğru buyurmuştu: “ Ben, sizi, sizden ziyade esirgerim,

2855. Ben âdeta dehşetli surette alevlenmiş, yalınlanmış bir ateşin kıyısına oturmuş bir adama benzerim.
   Siz pervane gibi  o tarafa koşuyorsunuz. Ben de iki elimle pervane koymaktayım”
   Münafıkların dileği üzerine Peygamber, o tarafa yürüyünce Allahı gayreti haykırdı: “ Gul sesini dinleme,
   Bu habisler hile ettiler, söyledikleri sözlerin hepsi aykırıdır.
   Maksatları kara yüzlülükten başka bir şey değildir. Hıristiyanlarla Yahudiler, en hayırlı dini nasıl olur da aralar?

2860. Cehennem köprüsü üstüne bir köprü kurdular, Allahı’ya tavlada hileye giriştiler”
   Maksatları Peygamber’in sahabesinin arasını bozmaktı. Her herzevekil Hakk’ın fazıl ve ihsanını nasıl tanır?
   Şam’dan buraya bir Yahudi getirmek niyetindeydiler. Yahudiler, o Şam’lı Yahudi’nin va’zından sarhoş olmuşlardı.
   Peygamber, “ Gelmeğe gelirim ama şimdi yol üstündeyiz. Savaşa gidiyoruz.
   Savaştan dönünce o mescide giderim” buyurdu;

2865. Onları defetti; savaşa gitti. O kötü, o yalancı kişileri bu suretle avuttu.
   Dönünce münafıklar, tekrar gelip evvelki va’dini hatırlattılar.
   Allahı, “ Peygamber, açıkça söyle. Neticesi savaş bile olsa onların hıyanetlerini açığa vur” dedi.
   Peygamber de “ Ey hilebaz Kavim,susun da sırlarınızı söylemeyeyim”
   Deyip sırlarından birkaçını söyleyiverdi. Derhal halleri kötüleşti.

2870. Münafıkların elçileri ,hemen “Hâşa, hâşa” demeğe başladılar.
   Her münafık, koltuğuna bir Mushaf urup hile ile Peygamber’e koştu;
   Yemin etmeye koyuldu. Çünkü yemin etmek siperdir, ve yemin etmek,yalancı kişilerin âdetidir.
   Yalancı, dolancı adam, dinde vefakâr olmadığından her an yeminini bozar.
   Doğruların yemin etmeğe ihtiyaçları yoktur. Onların gözleri aydındır.

2875. Ahdi, misakı bozmak, ahmaklıktandır.Yeminine vefa etmek ve yemininde durmaksa temiz kişinin işidir.
   Peygamber dedi ki : “Sizin yemininize mi inanayım, Allahı’nın yeminine mi?”
   Münafıklar, yine ellerin de Mushaf olduğu halde güya ağızlarının orucuyla yemin etmeye giriştiler.
   “ Bu doğru ve temiz kelâm hakkı için o mescidi kurmamız Allahı rızası içindir.
   Bu hususta hiçbir hilemiz, düzenimiz yok. Orada ancak Allahı’yı anacak, doğru bir yürekle Allahı’ya ibadet edeceğiz” dediler.

2880. Peygamber dedi ki : “ Allahı’nın sesi, kulağına diğer sesler gibi gelmekte.
   Hak, kulaklarınızı mühürledi de Allahı sesini duymuyorsunuz.
   İşte apaçık kulağıma Allahı sesi gelip duruyor. Âdeta tortuyu saftan süzmekteyim”
   Nitekim ey bahtı kutlu, Hak sesi, Musa’ya da bir ağaçtan gelmişti.
   “ Ben Allahıyım” sesini bir ağaçtan duymuştu. O sesle beraber nurlar belirmiş, parlamıştı.



2885. Vahiy nuruna karşı aciz kalınca yine yemin etmeye koyuldular.
   Allahı yemine siper demiştir. Savaşçı ,siperi elden bırakır mı?
   Peygamber, yine apaçık onları yalanladı ve fasih bir surette onlara “ Şüphe yok, yalan söylüyorsunuz” dedi.

Sahabeden birisinin inkâr düşüncesine düşüp ”Peygamber Sallâhü Aleyhi Ve Selem ne için ayıpları
                                                              örtüyor” diye düşünmesi

   Peygamber, va’dinden dönünce sahabeden birisinin gönlüne inkâr düşüncesi düştü.
   Peygamber böyle ak sakallı, kâmil, koca kişileri utandırıyor.

2890. Nerede kerem, nerede ayıp örtmek, nerede hayâ? Hani Peygamberler, yüz binlerce ayıbı örterlerdi?
   Dedi; derhal yine bu itiraz, yüzümüzü saratmasın, mahcup düşmeyeyim diye gönlünden istiğfar etti.
   Münafık kişilerle dost olmanın şomluğu mümini de onlar gibi çirkinleştirdi, âsileştirdi.
   Yine “ Ey gizli şeyleri bütün inceliğiyle bilen Allahı, beni küfrümde ısrar eder bir halde bırakma.
   Bakışım nasıl elimde değilse, gönlüm de elimde değil. Yoksa bu an hışımla gönlümü yakardım” dedi.

2895. Bu düşünceyle uykuya daldı, münafıkların mescidini fışkı ile dolu gördü.
   Mescidin taşları pislik içinde harap olmuştu. Onlardan kara dumanlar tütüyordu.
   Çıkan dumanlar, adamın boğazına girdi, boğazı yandı. O acı dumanın kokusundan uyandı.
   Hemen yüzüstü kapanıp ağlamaya başladı. Allahı, bunlar, münkirlik nişanesi.
   Kahır ve gazap, beni iman nurundan ayıran böyle bir şefkatten daha iyi” diyordu.

2900. Mecaz ehlinin çalışıp çabalamasını araştırsan görürsün ki soğan gibi kat, kattır.
   Fakat her katı, öbüründen daha içsiz, daha boş. Halbuki doğruların her işi öbüründen daha iyi, daha yerindedir.
   Münafıklar, ziyneti libaslarının üstüne. Kubâ Mescidini yıkmak için yüzlerce gayret kemeri kuşanmışlardı.
   Onlar, Eshab-ı Fil’e benziyorlardı. Habeşistan’da bir Kâbe yapmışlardı da Allahı, Kâbelerine ateş vurmuştu.
   Bunun üzerine öç almak için Kâbe’yi yıkmaya niyetlendiler. Halleri nice oldu, Kuran’ı oku, anla!

2905. Dinde kara yüzlü olanların hileden düzenden,savaştan başka bir şeyleri yoktur.
   Her sahabe, mescit hakkında apaçık bir rüya gördü, bu suretle münafıkların o mescidi yapmaktaki maksatları meydana çıktı.
   Bu rüyaları bir, bir söylesem şüphe edenlerce de hakikat apaçık anlaşılır.
   Fakat sırlarını açmaktan ürküyorum. Çünkü peygamberler nazenindirler, onlara naz yaraşır.
   Onlar şeriatı, taklide uymaksızın kabul etmişler, o peşin parayı mehenge vurmadan almamışlardır.

2910. Kuran’ın hikmeti müminin kayıp malıdır. Herkes kaybını bilir, tanır.

                                         Kaybolmuş devesini soran kişinin hikâyesi

   Meselâ bir deven olsa da kaybetsen, araştırmaya koyulsan bulunca, senin deven olduğunu nasıl bilmezsin?
   Arapça da “ Dalle” kaybolmuş, elinden kurtulup kaçmış, bir yere gizlenmiş deveye derler.
   Kervan, yükü yüklemeğe gelmiş. Seninse deven kaybolmuş, ortada yok.
   Dudağın kupkuru.. o yana bu yana koşup durmaktasın; kervan da uzaklaşıyor, gece de yakın.

2915. Pılı pırtı kokulu yerde, toprak üstünde kalmış, sen deve peşinde şuraya buraya dönüp dolaşıyorsun.
   “ Müslümanlar; sabahleyin ahırdan bir deve kaçtı göreniniz var mı ?
   Kim söylerse, kim haber verirse şu kadar para veririm” demeye başlarsın;
   Herkesten sorup soruşturursun. Her aşağılık adam, sana bıyık altından güler.
   Biri “ Bir deve gördük, şu tarafa, çayıra doğru gidiyordu” der.

2920. Öbürü “ Ha ,ha.. kulağı da kesikti” der, bir başkası da der ki: “Üstünde nakışlı bir çuval vardı.”
   Diğer biri “ Gördüm, tek gözlüydü” der, bir diğeri de der ki “ Uyuzluktan tüyü filân da kalmamıştı..
   Müjde almak için her bayağı adam, yüzlerce nişan söyler durur.

           Birbirine aykırı mezhepler arasında mütereddit bir hale geliş ve onlardan kurtuluş yolu

   Bu şuna benzer: Herkes marifet hususunda gayp mevsufunu bir sıfatla över.
   Filozof onu başka bir çeşitte anlatır. Mübahase eden, onun sözünü cerh eder.

2925. Başka biri her ikisini de kınar. Bir başkası da riya ile can çekişir.
   Halk, bunları da o köyün adamı sansın diye her biri, bu yola ait deliller söyler.
   Hakikatten şunu bil ki bunların hepsi hak değildir. Fakat bu sürünün hepsi de sapık değil.
   Çünkü hak olmadıkça, bâtıl meydana çıkmaz. Ahmak, kalp altını, altın kokusunu duyar da alır.
   Âlem de sağlam ve geçer akçe olmasaydı kalpı nasıl harcayabilirdin?

2930. Doğru olmasaydı yalan olur muydu hiç? O yalan, doğrudan nurlanır.
   Doğru ümidiyle eğriyi de alırlar. Zehri şekere dökerler de öyle içerler.
   Güzel ve tatlı buğday olmasaydı, buğday gösterip arpa satan ne yapardı?
   Şu halde bütün bu sözler bâtıldır. Bâtıllar hak ümidiyle gönüle tuzaktır.
   Ama hepsi hayalden, sapıklıktan ibarettir de deme. Çünkü âlemde hakikatsiz hayal olmaz.

2935. Allahı Kadir gecesidir. Kadir gecesi, insan her geceyi ibadetle geçirsin diye geceler içinde gizlidir ya Allahı da öyle gizli.
   Ey genç, her gece Kadir gecesi değildir ama bütün geceler de ondan hâli değil.
   Hırka giyenler arasında bir Allahı fakiri vardır. Sana da haksa ona yapış!
   Nerede anlayışlı bir mümin ki padişahtan yoksulu ayırt etsin.
   Âlemde her şey ayıpsız olsaydı, ticaret edenlerin hepsi aptal olurdu.

2940. Bu taktirde kumaş tanımak pek kolaylaşırdı. Madem ki ortada ayıp yok, ehil ne oluyor, nâehil ne oluyor?
   Fakat eğer her şey de ayıplı olsaydı bilginin ne faydası olurdu? Mademki hepsi odun, burada ödağacı yok demektir.
   Her şey hak demek ahmaklıktır, fakat her şey bâtıl diyen de şakîdir.
   Peygamberlerin tacirleri kâr ettiler; renk ve koku tacirleriyse ziyan!
   Yılan, güzel mal gibi görünür. İki gözünü de ovuştur da iyice bak!

2945. Bu alışverişe gıpta ile bakma, Firavunla Semud kavminin ziyanını gör!

                                       Hayır ve şerri anlaşılsın diye her şeyi sınama

   Şu göğe defalarca bak. Çünkü Allahı “ Ona bir kere daha dön de bak” buyurdu.
   Bu nurani tavana bir kere bakmakla kani olma, defalarca bak, “ Bir çatlak görebilir misin?”
   Allahı, sana “ Bu güzel göğe ayıp arayan kişi gibi defalarca bak” dedi.
   Gök hususunda böyle olunca ya, bu kara yeri görmek, fark edip anlayarak beğenmek için bilir misin. Ne kadar bakmak gerek!

2950. Tortuyu süzmek, sâfı meydana getirmek için aklımızın ne kadar zahmetler çekmesi lâzım.
   Kış ve güz imtihanlarıyla yazın harareti, can gibi olan bahar,
   Yeller, bulutlar, şimşekler, hep hâdiselerin zuhur etmesi;
   Rengi toprak olan yerin, yeninde, yakasında bulunan lâlle, âdi taşı meydana çıkarması içindir.
   Bu abus suratlı toprak, Hak hazinesinden, kerem deryasından ne çalmışsa,

2955. Takdir şahnesi, hadi der, doğru söyle..aldığın neyse bir kılına kadar anlat!
   Hırsız, yani toprak “ Hiçbir şey almadım, hiçbir şey” derse de şahne, onu durmadan çekiştirip durur, eğip büker.
   Şahne, ona gâh şeker gibi lâtif sözler söyler; gâh onu asar, en kötü işkencelerde bulunur.
   Bu suretle kahırla, lûtufla, korku ve can ateşinin tesiriyle o gizli şeylerin açığa vurulmasına gayret eder.
   O baharlar, Kibriya, şahnesinin lûtfudur. Hazan da Allahı’nın korkutması, tehdit etmesidir.

2960. Kış da “ Ey gizli hırsız, meydana çık” diye mânevi bir çarmıhtır.
   Savaş erinin gönlü bir zaman ferahlar, bir zaman daralır; derde, gıllıgüşa düşer.
   Çünkü bedenlerimiz olan bu su ve toprak, bu balçık, münkirdir.Canların ziyasının hırsızıdır.
    Ulu Allahı, ey yiğit; sıcağı soğuğu, zahmeti, derdi bedenlerimize havale etmiştir.
   Bütün bunlar, korku, açlık,malların azlığı, bedenimizin hastalığı, hepsi can nakdinin meydana çıkması içindir.

2965. Vaitlerle tehditler, bu birbirine karışmış olan iyi ve kötüyü ayırt etmek içindir.
   Hakla,bâtıl birbirine karıştığından, sağlam parayla kalp akçayı bu hareme döktüklerinden dolayı,
   Ayırt etmek için hakikatları sınamış, görmüş bir mehenk gerektir ki,
   Bu hileleri fark etsin, şu tedbirlerin esası olsun.
   Ey Musa’nın anası, Musa’ya süt ver, belâya düşeceğini düşünme, suya at!

2970. Kim, Elest gününde o sütü emmişse Musa gibi sütü fark eder.
   Çocuğun fark ve temyiz sahibi olmasını cidden istiyorsan, ey Musa’nın anası, hemen şimdi onu emzir de,
   Anasının sütündeki lezzeti anlasın, yaratılışı kötü dadılara teslim olmasın.

Devesini arayan adamın hikâyesinin faydası

   Ey itimada lâyık adam, sen bir deve kaybetmişsin, herkes sana devenden bir nişan vermekte.
   Sen devenin nerede olduğunu bile bilmiyorsun ama o söylenen nişanların yanlış olduğunu biliyorsun.

2975. Devesini kaybetmeyen de taklitle devesini kaybeden kişi gibi bir deve arar.
   “ Ben de devemi kaybettim. Kim bulursa müjdesini vereceğim” der.
   Deve aramakta seninle yoldaşlık eder, deveye tamah ettiğinden böyle bir oyuna girişir.
   Sen, kime “ Bu söylediklerin yanlış” dersen o da sana uyup aynı sözü söyler.
   O, yanlış nişaneyle doğrusunu ayırt edemez ama senin sözün, o mukallidin asâsıdır, ona dayanır.

2980. Doğru ve benzer bir nişane verirlerse inanırsın, şüphen kalmaz.
   O nişane, hasta canına şifa olur, benzinin rengi yerine gelir, iyileşir, kuvvetlenirsin.
   Gözün ışıklanır, ayağın tutar, yürür.. cismin can olur, canın tamamıyla ruh kesilir.
   “ Doğru söyledin ey emniyetli kişi, bu nişaneler, tamamıyla deveme ait.
   Bu nişaneler, apaçık ve inanılır deliller.. bu nişaneler, devemi gördüğüne delâlet etmekte, âdeta Berat ve Kadir, âdeta kurtuluşun ta kendisi”

2985. Der, bu nişaneleri vereni “ Haydi, önden yürü. Yürüme vakti, sen öne düş de,
   Ben senin ardınca geleyim. Doğru sözlü kişi, devemin kokusunu aldın, şimdi de nerede, göster” diye onu öne salarsın.
   Fakat deve sahibi olmayıp bu araştırmada taklide uyan kişinin,
   Bu doğru nişanelerle yakını artmaz, ancak hakikaten devesi kaybolanın inanışı ona da akseder.
   Onun ciddiyetinden, tahassüründen bir koku alır, anlar ki onun bu yelip yortması saçma değil, elbette bir aslı var!

2990. Bu deve arayışı doğru değil ama o da bir deve kaybetmiştir.
   Başkasının devesine tamah edişi onun yüzünü örter de kendi kaybını unutturur.
   Devesi kaybolan nerelerde koşarsa bu da koşar, tamahından dertliye dost ve yoldaş olur.
   Yalancı da doğrucuyla yoldaş olunca yalanı, ansızın doğru olur.
   Devenin koştuğu o ovada yalancı da kendi devesini buluverir.

2995. Onu görünce devesini hatırlar; dostunun, arkadaşının devesinden tamahını keser.
   Devesini orada otlar görür de mukallitten muhakkik olur.
   Deveyi orada aramadığı halde bulunca o an hakikaten deveye talip kesilir.Bu nişaneler, apaçık ve inanılır deliller.
   Ondan sonra yalnızca yürümeye başlar, gözünü kendi devesine açar.
   Asıl deve arayan “Beni bıraktın mı, halbuki şimdiye kadar arkadaşlık ettik” deyince,

3000. “ Şimdiye kadar abes bir şeyle meşguldüm,tamahtan sana yaltaklanıp duruyordum.
   Bu arayışta senden zâhiren, cismen ayrıldım ama asıl şimdi seninle derttaş oldum.
   Şimdiye kadar devenin evsafını senden çalmıştım . Halbuki şimdi canım, benimkini gördü, artık gözüm doydu.
   Onu görmedikçe aramadım, istemedim. Fakat şimdi bakır mağlûp oldu, altın üst geldi.
   Bütün suçlarım, şükür olsun,ibadet oldu, alay fena buldu, doğruluk kaldı.

3005. Suçlarım, Hakk’a vesile oldu. Gayri suçlarımı kınama, onlara dokunma.
   Seni, doğruluğun arayıcı etmişti. Bana da ciddiyetim ve araştırmam doğruluk kapısını açtı.
   Seni, doğruluğun aramaya sevk etti, beni de aramam doğruluğa çekti.
   Alay olsun diye, iş olsun diye yere devlet tohumu ekiyordum.
   Halbuki onun aslı varmış, hakikî kazancımmış.. ektiğim her taneye bedel yüzlerce tane çıktı” diye cevap verir.

3010. Hırsız, bir eve girmeğe kalkışır, girince görür ki girdiği kendi eviymiş!
   Ey soğuk, hararetlen ki ısınasın, sertliğe alış ki yumuşayasın.
   O iki deve değildir ki.. bir devedir. Fakat söz dar, mâna ise pek geniş!
   Söz mânaya daima kifayetsiz. Onun için Peygamber” Allahıyı bilenin dili tutulur” dedi.
   Söz, hesapta usturlaba benzer. Usturlap, göğü güneşi ne kadar bilebilir ki?

3015. Hele bu gök olursa.. bu öyle bir gök ki, gökyüzü, buna nispetle bir katre. Bu güneş,o güneşe nispetle bir zerre!

                                                       Her an bir Mescidi Dırâr var

   Münafıkların yaptıkları mescidin hakikî bir mescit olmayıp hile yurdu, Yahudi tuzağı olduğu anlaşılınca,
   Peygamber “ Onu yıkın! Süprüntülük, küllük, gübürlük yapın” buyurdu.
   Mescidin sahibi de mescit gibi kalptı. Tuzağa saçtığın taneler, cömertlik sayılmaz ki.
   Oltandaki et lokması, balığı avlamak içindir. Öyle bir lokma ne ihsandır, ne cömertlik!

3020. Kubâ’lıların Mescidi, taştan, topraktan ibaretken yine kendisinin naziri olmayan Mescid- i Dırar’ın vücuduna meydan vermedi.
   Taşa toprağa bile böyle bir zulüm ve sitem yapılmadı. Adalet emîri olan Resulullah, Kubâ mescidine benzemeyen o mescide şûle vurdu, onu yakıp yıktı!
   Asılların aslı olan hakikatların da, bil ki, farkları, ayrılıkları vardır.
   Ne hayatı onun hayatına benzer, ne mematı onun mematına.
   Hattâ kabrini bile öbürünün kabri gibi sanma. O cihanın farkını ben nasıl söyleyeyim?

3025. Ey iş eri, sen işini mehenge vur da bir Mescid’i Dırâr da sen yapma.
   Sen o mescit yapanları kınıyor, onlarla alay ediyorsun ama gözünü çevirip baksan görürsün ki sen de onlardansın!

       Bir iş için savaşan, fakat kendisinin de o hale müptelâ olduğından haberi olmayan Hintli

Dört Hintli bir mescitte Allahı’ya ibadet için namaza durmuşlar, rükû ve sücuda koyulmuşlardı.
   Her biri niyet edip tekbir alarak huzur ve huşuyla namaz kılmaktaydı.
   Bu sırada müezzin içeriye girdi. Hintlilerin birisinin ağzından bilâihtiyar bir söz çıktı; “ Müezzin, ezanı okudun mu, yoksa vakit var mı?”

3030. Öbür Hintli, namaz içinde olduğu halde “ Sus yahu, konuştun, namazın bozuldu.” dedi.
   Üçüncü Hintli ikincisine dedi ki : “Onu ne kınıyorsun baba, kendi derdine bak, kendini kına!”
   Dördüncü “ Hamd olsun ben, üçünüz gibi kuyuya düşmedim” dedi.
   Hulasâ dördünün de namazı bozuldu. Âlemin ayıbını söyleyen daha fazla yol kaybeder.
   Ne mutlu o kişiye ki kendi ayıbını görür.Kim birisinin  ayıbını görürse o alınır, o ayıbı kendisinde bulur.

3035. Çünkü insanın yarısı ayıptandır, yarısı gayıptan! Madem ki başında onlarca yara var, merhemini başına vurmalısın.
   Yarayı ayıplamak, ona merhem koymaktır. Sınık bir hale düştü mü “ Bir kavmin azizi zelil oldu mu acıyın ona”hadîsine mazhar olur.
   Sende o ayıp yoksa da yine emin olma. Olabilir ki o ayıbı sen de yaparsın, günün birin de o ayıp, senden de zuhur edebilir.
   Allahıdan “ Emin olmayın” sözünü duymadın mı? Peki o halde neden müsterih ve emin oluyorsun?

3040. İblis, yıllarca iyi adla anılarak yaşadığı halde nihayet bak, nasıl rüsvay oldu, adı ne oldu?
   Yüceliği âlemde tanınmıştı; aksiyle tanındı, yazık!
   Emin değilsen, tanınmayı isteme. Yürü, yüzünü korkuyla yıka da sonra göster.
   Güzelim, sakalın çıkmıyorsa başka sakalsızları kınama.
   Şu işe bak: Şeytan, belâlara düştü de sana ibret oldu.

3045. Sen belâya uğrayıp ona ibret olmadın.. o zehri içti, sen şerbetini iç,(ibret almana bak!).

                     Oğuzların,birini korkutmak için başka birini öldürmeye kalkışmaları

Kan dökücü Oğuz Türkleri, malları yağma etmek üzere bir köye girdiler.
   O köyün eşrafından iki kişi yakalayıp birini öldürmeye niyet ettiler.
   Öldürmek üzere elini bağladıkları zaman dedi ki : “ Padişahlar, yüce erler.
   Niye benim kanıma kastediyorsunuz. Neden benim kanıma susadınız?

3950. Öldürülmemde ki maksat, garaz ne? Görüyorsunuz ya, gördüğünüz gibi yoksulum, çırçıplak bir adamım”
   Oğuzların biri “ Arkadaşın korksun, ürksün de altınları çıkarsın diye öldürüyoruz” dedi.
   Adam “O benden yoksul” deyince Oğuz, “ Haber verdiler onun altını var” dedi.
   Adam dedi ki : “Madem ki bizim ikimizden bir şey umuyorsunuz,
   Evvelâ onu öldürün de ben korkayım, altınların yerini göstereyim!”

3055. Şimdi sen de Allahı’nın keremine bak ki biz âhir zamanda geldik.
   Zamanlardan sonuncusu, ilk devirlerden daha üstündür. Hadîste “ Ahirûnes Sâbikun” denmektedir.
   Merhamet sahibi Allahı, Nûh ve Hûd kavimlerinin helâkini bize gösterdi;
   Biz korkalım, ibret alalım diye onları kahretti. Ya aksi olsaydı vay haline!

        Kendisine tapanların--peygamber ve velilerin-- Aleyhimüsselâm—varlıkları nimetken buna
                                                             şükretmeyenlerin hali

   Peygamberlerden hangisi, suça, ayıba dair bir şey söylediyse taş gibi katı gönül’e, kapkara cana,

3060. Allahı fermanlarına ehemmiyet vermemeye, yarın ki ahret gününü düşünmeyip rahatça keyfine bakmaya,
   Bu aşağılık dünyaya heves etmeye,bu aşağılık dünyaya âşık, karılar gibi nefse zebun olmaya,
   Nasihat edenlerden kaçmaya, temiz kişilerle buluşmaktan çekinmeye,
   Gönül’e, gönül ehline karşı yabancı durmaya, padişahlara hile düzmeye, onlara karşı tilkilik yapmaya kalkışmaya,
   Gözü tok kişileri yoksul sanmaya,onlara haset edip gizlice düşman olmaya dair söyledi.

3065. Onlardan biri verdiğin bir şeyi kabul ederse yoksul dersin, kabul etmezse riyakâr ve mürai!
   İnsanlara karışırsa tamahkâr dersin. Karışmaz, çekingen davranırsa kibirli!
   Yahut da münafıklar gibi “ Çoluğun, çocuğun nafakasını kazanmaya uğraşıyorum,
   Ne başımı kaşımaya vaktim var , ne din kaydına düşüp ibadet etmeğe!
   Lûtfet, bizi himmetle bir an da sonunda biz de velilerden olalım” diye mazeret serdedersin.

3070. Fakat bu sözde, dertten, aşktan değildir. Âdeta uyuyan bir adamın bir aralık uyanıp sayıklayarak tekrar uykuya dalmasına benzer.
   “Ayalimin rızkını kazanmaktan başka bir şey yapamıyorum. Ne çare? Dişimle, tırnağımla çalışıp çabalıyor, helâlinden kazanıyorum” dersin.
   Ey sapıklara karışan, ne helâli? Senin kanından başka helâl göremiyorum.
   Çare Allahı’dandır. Lokmandan değil.. çare dindendir puttan değil!
   Ey aşağılık dünyaya bile sabredemeyen, bu yeryüzünü güzel bir tarzda döşeyen Allahı’ya nasıl sabredebiliyorsun?

3075. Ey naz ve nimete bile sabredemeyen, kerim Allahı’ya nasıl sabredebiliyorsun?
   Ey temize, pise bile sabırsız, Yaradanına nasıl sabredebiliyorsun?
   Nerede bir Halil ki mağaradan çıkıp ayı görünce “ Bu benim Rabbim” dedikten sonra battığını görünce kendisine gelip “ Nerede kâinatı yaratan Allahı?” desin.
   Ben, bu iki meclis sahibini görmedikçe iki âlemi de görmek istemem.
   Allahı sıfatlarını görmedikçe ekmek bile yesem boğazımda kalır.

3080. Onun yüzünü görmedikçe, onun gülünü , gül bahçesini temaşa etmedikçe lokma nasıl siner?
   Allahı’yı ummadan bu suyu bir an bile kim içer? Ancak öküz ve eşek!..
   Hayvan gibi olanlar, hatta ondan da aşağı bir dereceye düşmüş bulunanlar, hileyle dolu olsa bile yine pis, murdar, kokmuş kişilerdir.
   Böyle kişinin hilesi de baş aşağı olmuştur, kendisi de. Zamanı geçip gitmiş, günü bir türlü gelmez olmuştur.
   Düşüncesi körleşmiş, aklı bozulmuş ömrü hiçe gitmiştir. Elif gibi hiçbir şeyi yoktur!

3085. “ Ben de bu düşüncedeyim” dese bile bu da o nefsin hilesinden,masalındandır.
   “ Allahı yargılayıcıdır, merhametlidir” demesi de aşağılık nefsin hilesinden başka bir şey değildir.
   Ey elimde ekmeğim yok diye gamdan ölen, Allahı yargılayıcı ve merhametliyse ya bu korku ne?

                     İhtiyar bir adamın hastalıklardan doktora şikayeti,doktorun cevabı

İhtiyarın biri, bir doktora “ Dimağım yorgun, aklım yerinde değil” dedi.
   Doktor dedi ki . “ O akıl zayıflığı ihtiyarlıktandır.” İhtiyar, “ Gözüm de kararıyor” dedi. Doktor “Koca ihtiyar, ihtiyarlıktan” dedi.

3090. Doktor,”Koca ihtiyar,ihtiyarlıktan” dedi.Adam, “ Arkam dehşetli ağrıyor” deyince,
    Doktor dedi ki: “A zayıf ihtiyar, ihtiyarlıktan!” Adam, “ Ne yiyorsam hazmedemiyorum” dedi.
   Doktor “ Mide zayıflığı da ihtiyarlıktan” dedi. Adam, “ Nefes alırken sıkıntı çekiyorum, nefes darlığım var” dedi.
   Doktor dedi ki: “Evet, nefes darlığı da ihtiyarlıktan. İhtiyarlayınca insanda iki yüz türlü illet peyda olur.”
   İhtiyar kızıp, “ Be ahmak, lâfın hep bu mu, sen doktorluktan yalnız bunu mu belledin?

3095. Be herif, Allahı her derde bir derman verdi, bunu bilemiyor musun?
   Sen ahmak bir eşeksin,bilgin de kıt, aklın da. Ayağın kısa olduğundan yeryüzünde kalakalmışsın” dedi.
   Doktor cevap verdi: “ Ey yaşı altmış, işi bitmiş adam, bu kızgınlık, bu hiddet de ihtiyarlıktan!”
   Vücudun bütün cüzileri, zayıflar, yıpranır, sabır da azalır.
   İki çift söze bile tahammül edemez, haykırır. Bir yudum suyu bile hazmedemez, kusuverir!

3100. Ancak Allahı sarhoşu olan ihtiyar müstesna. O tertemiz bir yaşayışa sahiptir.
   Zâhiren ihtiyardır ama hakikatte çocuk. Zaten o veli ve nebi nedir ki?
   Eğer iyinin, kötünün yanında zâhir olmasalar bu aşağılık kişilerin onlara şu hasedi neden?
   Onlar yakîn  ilmini bilmiyorlarsa  onlara karşı bu buğuz, bu hilekârlık, bu kin ne?
   Onlara düşman olanlar ölümden sonra dirilmeyi ve kıyamet gününü bilselerdi kendilerini keskin kılıcın üstüne nasıl atarlardı.

3105. O pir sana gülümser, fakat sen onu öyle görme; onun için yüzlerce kıyamet var.
   Cennet, cehennem.. hepsi onun cüzileri. Ne düşünürsen, O, o düşünceden de üstün.
   Ne düşünüyorsan yokluk kabul eder, fakat düşünceye sığmayan yok mu? İşte Allahı odur.
   İçinde kim olduğunu biliyorsa, evin kapısındaki küstahlık neden?
   Ahmaklar Mescidi ulular da, gönül ehlinin gönlünü yıkmaya çalışır.

3110. Halbuki o mecazidir be eşekler, bu hakikat. Uluların gönülden başka Mescidi yoktur.
   Herkesin secdegâhı olan velilerin gönül mescitlerinde Allahı vardır.
   Allahı erinin gönlü derde düşmedikçe Allahı, hiçbir milleti rüsvay etmemiştir.
   Peygamberlerle savaşa girişenler, onları cisim görüp kendileri gibi insan sanmışlardır.
   Sende o ilk gelenlerin ahlâkı var. Nasıl oluyor da sen de onlar gibi helâk olmaktan korkmuyorsun?

3115. Onlardaki nişanelerin hepsi sende de var. Madem ki onlardansın, nerde kurtulacaksın?

                        Cuha ile babasının cenazesi önünde feryat eden çocuk

   Çocuğun biri, babasının tabutu önünde ağlamakta, başına vurmaktaydı.
   “ Baba, seni nereye götürüyorlar? Nihayet seni toprağın altına yatıracaklar.
   Öyle bir dar, öyle bir elemli eve götürüyorlar ki orada ne halı var, ne hasır.
   Ne geceleyin bir ışık var, ne gündüzün bir dilim ekmek.. ne yemek kokusu var, ne yiyecekten eser..

3120. Ne mamur bir kapı var, ne damında bir yol.. ne de sığınılacak bir komşu!
   Halkın öptüğü cismin o elemli yurda nasıl gidecek?
   Amansız bir ev, dar bir yer.. orada ne bet kalır, ne beniz” demekte.
   Bu suretle o evin vasıflarını sayıp gözlerinden kanlı yaşlar saçmaktaydı.
   Cuha, babasına dedi ki: “ Babacığım, vallahi bu adamı bizim eve götürüyorlar.”

3125. Babası , Cuha’ya “ Ahmak olma” dedi. Cuha, “ Baba, şu nişaneleri dinle.
   Birer ,birer saydığı bu nişanelerin hepsi, şeksiz şüphesiz bizim evin nişaneleri.
   Ne hasır var, ne ışık var, ne yemek. Ne kapısı mamur, ne içi, ne damı!”
   Halkta da bu suretle kendilerine ait yüzlerce alâmet olduğu halde azgınlar, bu nişaneleri görmezler.
   Kibriya güneşinin şuanından mahrum ve ışıksız olan gönül evi,

3130. Yahudilerin canı gibi dar ve karanlıktır; muhabbet ihsan eden Allahı’nın zevkinden mahrumdur.
   Ne güneşin o gönüle ışığı parlar, ne o gönlün sahası genişler, ne kapısı açılır.
   Sana böyle bir gönülden mezar yeğdir. Gönül mezarından çık artık!
   Ey şuh ve neşeli can, dirisin, diri oğlusun. Bu dar gönül mezarında nefesin daralmıyor mu?
   Sen vaktin Yusuf’usun, gökyüzünün güneşi. Bu çölden, bu zindandan çık yüzünü göster!

3135. Yunus, balık karnında pişti. Yunus Peygamber, bu belâdan ancak tespihle kurtuldu.
   Balık karnında tespih etmeseydi kıyamete kadar o hapiste, o zindan da kalırdı.
   Yunus, balıktan Allahı’yı tespih ederek halâs oldu. Tespih nedir? Elest gününün nişanesi.
   Eğer can tespihini unutursan şu balıkların tespihini dinle.
   Allahı’yı gören Allahı’ya mensuptur; o denizi gören, o balıktır.

3140. Bu cihan denizdir, ten balık.. ruh da sabah nurundan mahcup Yunus.
   Yunus Allahı’ya tespih ettiği için balıktan kurtuldu, yoksa hazmolur, yok olup giderdi.
   Bu deniz, can balıklarıyla dopdoludur. Sen görmüyorsun ama etrafında uçuşup duruyorlar.
   O balıklar, sana kendilerini çarpmaktalar. Gözünü aç da apaçık gör.
   Balıkları görmüyorsan bile bari kulağın, tespihlerini duysun.

3145. Sabretmek, canının tespihleridir. Sabret, asıl doğru tespih odur.
   O derecede hiçbir tespih yoktur. Sabret, asıl doğru tespih odur. O derecede hiçbir tespih  yoktur. Sabret, “ Sabır, sıkıntının, darlığın anahtarıdır.”
   Sabır, sırat köprüsüne benzer, cennet se öbür tarafta. Her güzelin bir çirkin lalası vardır.
   Laladan çekinirsen vuslata imkân yok.Çünkü lala,gözlerden ayrılmaz.
   Ey azıcık bir şeyden kırılan sırça gönüllü, sen sabrın zevkini ne bilirsin? Hele o Çikil güzeline ulaşmak için çekilen sabrın lezzetini!

3150. Savaş zevki, kudret ve kuvvetli ere göredir, karı tabiatlı adamsa ancak zekerden zevk alır.
   Zekerden başka ne dini vardır, ne zikri; o düşünce , o adamı ta aşağılık yere kadar çekip götürür.
   Gökyüzüne bile çıksa korkma ondan.Çünkü o, ancak aşağılık aşkıyla ders öğrenmiştir.
   Çanı yukarılarda çalınsa, Çan sesi yukarılardan gelse bile atını aşağıya doğru sürüp durur.!
   Yoksulların âlemlerinden korkulur mu? O âlemler lokma elde etmek için bir yoldur.

          Oğlanın iriyarı adamdan korkması.adamın ”Korkma çocuğum,ben er değilim” demesi

3155. Bir iri adam bir oğlanı ele geçirdi. Bu adam bana kast eder diye çocuğun yüzü sarardı.
   Adam dedi ki “ Güzelim, emin ol.. sen benim üstüme bineceksin.
   Ben korkunç görünsem de aldırış etme, bil ki ben bir ibneyim. Deveye biner gibi bin üstüme, sür”
   İnsanların suretleriyle mânaları da işte böyledir. Dışardan adam görünürler, içerden melûn Şeytan!
   Ey Âd gibi ipiri adam, sen rüzgârın tesiriyle dalın vurduğu davula benziyorsun.

3160. Tilki, hava ile dolu tulum gibi bir davul yüzünden avını yele verdi.
   Davulda bir can olmadığını, içinin hava dolu olduğunu görünce dedi ki: “ Domuz bile şu bomboş tulumdan yeğ!”
   Davul sesinden tilkiler korkar, fakat akıllı kişi onu öyle döver ki deme gitsin!

                                     Ormana dalan süvariden korkan okçu

Bir atlı cins ata binmiş, pür silâh, heybetle bir ormana dalmış, gidiyordu.
   Usta bir okçu görüp korkarak yayını çekti.

3165. Onu vurmak isterken atlı bağırdı: “Ben cüssece iriyim ama hakikatte zayıf bir adamım.
   Sakın benim iriliğime bakma, savaş zamanı kocakarıdan da aşağıyım.”
   Okçu “ haydi git, iyi ki söyledin, yoksa korkumdan seni vuracaktım” dedi.
   Nice adamlar vardır ki erkek olmadıklarından ellerinde kılıç olduğu halde karşıdakini silâhla tepelenmişlerdir.
   Rüstemlerin silâhını bile kuşansan ehli olmadıktan sonra canından olursun.

3170. Oğul, kılıcı bırak da can siperini ele al. Bu padişahtan ancak başsız olan başını kurtarır.
   Senin silâhın; hilen, düzenindir.Hem senden doğar hem canına kast eder.
   Bu hilelerden madem ki bir fayda elde edemedin, hileyi bırak da devletlere kavuşasın.
   Madem ki hileden bir meyve elde edip yiyemedin, bırak hileyi, Allahı’yı ara!
   Bu bilgiler, sana madem ki kutlu değil, kendini ahmak yerine koy, şom şeyi terk et!

3175. Melekler gibi “ Allahım, bizim bilgimiz, ancak senin bildirdiğin bilgidir, başka bir şey bilmiyoruz” de!

                        Bedevinin çuvala kum doldurması ve filozofun onu kınaması

Bir bedevi, devesine iki dolu çuval yüklemiş, birisi onu lâfa tuttu.
   Vatanından sorup konuşturdu ve o suallerle bir hayli inciler deldi.
   Sonra dedi ki: “ O iki çuvalda ne dolu? Doğruca söyle!”

3180. Bedevi “ Bir tanesinde buğday var. Öbürü kum, yiyecek bir şey değil! ” dedi.
   Adam “ Neden bu kumu doldurdun” diye sordu.Bedevi cevap verdi: “ O çuval boş kalmasın diye”.
   Adam; “ Akıllılık edip buğdayın yarısını bu çuvala, yarısını da öbür çuvala koy.
   Bu suretle hem çuvallar hafifler, hem devenin yükü “ dedi. Bedevi bu fikri pek beğenip “ Ey akıllı ve hür hakîm,
   Böyle bir ince fikir, böyle bir güzel rey sahibi olduğun halde neden böyle çırçıplaksın, yaya yürüyor, yoruluyorsun?”

3185. Dedi. O iyi kalpli bedevi, hakîme acıdı, onu deveye bindirmek istedi.

   Tekrar “ Ey güzel sözlü hakîm, birazcık halinden bahset.
   Böyle bir akılla, böyle bir kifayetle sen ya vezirsin, ya padişah. Doğru söyle!” dedi.
   Hakîm dedi ki: “ İkisi de değilim, halktan bir adamım. Halime, elbiseme baksana!”
   Bedevi “ Kaç deven, kaç öküzün var?” diye sordu.Hakîm cevap verdi: “ Uzun etme. Ne ona malikim, ne buna!”

3190. Bedevi, “ Peki, bari dükkânındaki mal ne, onu söyle!” dedi. Hakîm dedi ki “ Benim dükkânım nerede, yerim yurdum nerede?
   Bedevi, öyleyse paranı sorayım: sen yapayalnız gidiyorsun, hoş nasihatlarda bulunuyorsun, ne kadar paran var?
   Âlemdeki bakırları altın yapacak kimya senin elinde, akıl ve bilgi incilerin tümen, tümen dedi!” dedi.
   Hakîm, “ Ey Arabın iftiharı, vallahi para şöyle dursun, bir gecelik yiyecek alacak mangırım bile yok.
   Yalınayak, başı kabak koşup duruyorum. Kim, bir dilim ekmek verirse oraya gidiyorum.

3195. Bu kadar hikmet, fazilet ve hünerden ancak hayal ve baş ağrısı elde ettim” deyince;
   Arap dedi ki : “ Yürü, yanımdan uzaklaş.. senin nuhusetin benim başıma da çökmesin.
   O şom hikmetini benden uzaklaştır. Sözün, zamane halkına şom.
   Ya sen o yana git, ben bu yana gideyim. Yahut sen önden yürü, ben arkadan yürüyeyim.
   Bir çuvalımda buğday, öbüründe kum olması, senin hikmetinden daha iyi be hayırsız!

3200. Benim ahmaklığım, çok mübarek bir ahmaklık. Gönlümde azığım var, canım perhizkâr!”
   Sen de şekavetin azalmasını istiyorsan çalış, sendeki hikmet azalsın.
   Tabiattan doğan, hayalden meydana gelen hikmet, Allahı nurunun feyzinden nasipsiz bir hikmettir.
   Dünya hikmeti, zannı, şüpheyi artırır, din hikmetiyse insanı feleğin üstüne çıkarır.
   Âhir zamanın âdi ukalâsı, kendilerini evvelce gelenlerden üstün görürler.

3205. Hileler öğrenip ciğerler yakmışlar, hileler, düzenler bellemişlerdir.
   Asıl sermaye iksiri olan sabrı, ihsanı, cömertliğiyle vermişlerdir.
   Fikir ona derler ki bir yol açsın.. yol ona derler ki önüne bir padişah çıkagelsin.
   Padişah ona derler ki kendiliğinden padişah olsun; hazinelerle, askerlerle değil.
   Zira kendiliğinden padişah olursa padişahlığı, Ahmet’in pâk dininin yüceliği gibi ebedîdir.

                  Allahı rahmet etsin,İbrahim Ethem’in deniz kıyısında gösterdiği keramet

3210. İbrahim Ethem’den rivayet edilmiştir: Bir yerde deniz kıyısında oturmuş,
   O can sultanı, hırkasını dikmeğe koyulmuştu. Ansızın oraya bir emîr geldi.
   O emîr, Şeyh’in kullarındandı. Şeyh’i tanıyıp hemen secde etti.
   Şeyh’in hırka dikmekte olduğunu görüp şaşırdı. Şekli de değişmişti, huyu da!
   Emîr, kendi kendisine “ Öyle bir ulu sultanlığı terk etti de şu yoksulluğu ihtiyar etti. Bu ne acayip iş!

3215. Yedi iklim padişahlığını kaybetsin de yoksullar gibi kendi hırkasını diksin” diyordu.
   Şeyh, onun düşüncesini anladı.Şeyh aslana benzer,gönülleri ormana.
   Şeyh, ümit ve korku gibi gönüllere girer, yürür. Cihan esrarı ona gizli değildir.
   Ey sermayesizler, gönül sahiplerinin huzurunda gönüllerinizi koruyun!
   Ten ehlinin yanında edep, zâhiri muameleden ibarettir. Çünkü Allahı, onlardan gizli şeyleri örtmüştür.

3220. Fakat gönül ehillerinin yanında edep, bâtıni bir muameledir. Bâtına aittir. Zira onların gönülleri, gizli şeyleri anlar.
   Sen ne aykırı iş yapıyorsun. Körlerin yanına bir makam kapmak hevesiyle gidiyor, huzur ile edebe riayet ederek ta kapı yanında oturuyor.
   Gözlülerin yanındaysa edebi terk ediyorsun. Onun için şehvet ateşine odun oldun ya!
   Madem ki anlayışın yok, hidayet nurundan mahrumsun.. körler için yüzünü cilâla, süsle dur.
   Gözlülerin huzurunda da yüzüne pislik sür; sonra da bu kokmuş halinle nazlan!

3225. Şeyh, derhal iğnesini denize attı ve yüce sesle iğneyi istedi.
   Yüz binlerce Allahı balığı, her birinin ağzında birer altın iğne olduğu halde,
   Ey şeyh Allahı’nın iğnelerini al, diye Allahı denizinden baş çıkardı.
   İbrahim Ethem, yüzünü o emîre dönüp dedi ki; Ey emîr, gönül saltanatı mı iyi, öyle bayağı bir saltanat mı?
   Bu zâhiri bir işaretten ibaret, bir hiç bile değil. Bâtın âlemine varırsan bunun yirmi mislini görürsün.

3230. Şehre bahçeden bir dal getirirler. Fakat bağı bostanı oraya nasıl götürsünler?
   Hele bu gökyüzü, ancak bir yaprağı olan bir bağ olursa.. hatta o âlem bir içtir, hakikattir de şu cihan, onun kabuğuna benzer.
   Sen, o bağa doğru adım atamıyorsun. Fazla koku kokla da nezleni gider!
   Bu suretle o koku, canını çeksin de gözlerinin nuru olsun.
   Yakup Peygamberin oğlu Yusuf, bu koku hakkında “ Gömleğimi alın, götürüp babamın yüzüne koyun” dedi.

3235. Ahmet, bu koku için vaizlerinde daima “ Gözüm namazda ışıklanır” buyurdu.
   Beş duyguda birbirleriyle birleşmiştir.Çünkü beşi de bir asıldan meydana gelmedir.
   Bu beş duygudan biri kuvvetlense öbürleri de kuvvetlenir; birisi her birisine sâki olur.
   Gözün görüşü, söz söyleme kabiliyetini artırır. Gözdeki aşk da doğruluğu.
   Doğruluk, her duygunun uyanıklığıdır, bu suretle duygulara zevk, munis olur.

                                               Ârifin gaybı gören nurla nurlanması

3240. Sülûkta bir duygu, bağını çözdü mü öbür duyguların hepsi birden değişir.
   Bir duygu, zâhiri duygularla idrâk edilemeyecek şeyleri duydu, gördü mü, gayba ait şeyler bütün duygulara aşikâr olur.
   Sürüden bir koyun yürüyüp dereyi atlayınca öbür koyunlar da birer, birer o tarafa atlarlar.
   Sen de duygu koyunlarını sür, Allahı yazısında yay, otlat.
   Da orada sümbül ve ağustos gülü yesinler, hakikat bahçelerine yol bulsunlar.

3245. Öbür duyguların hepsi birer, birer o cennete ulaşsın diye her duygun, duygulara peygamberlik eder.
   Duygular, senin duyguna dilsiz, dudaksız, hattâ hakikatten de öte, mecazdan da öte sırlar söyler.
   Çünkü bu hakikat dediğin türlü, türlü tevil edilebilir. Bu vehimlenme de hayaller doğurur durur.
   Halbuki âyan âlemine mensup olan hakikatse hiçbir suretle tevil edemez.
   Her duygu, senin duyguna kul olunca gayri felekler bile senden ayrılamaz.

3250. Bir derinin sahibi kimdir diye dâva çıksa, deri kiminse içi de onundur.
   Bir saman denginin kime ait olduğunda nizaa düşülse buğday kimin? Sen ona bak! (çünkü saman da buğday sahibinindir.)
   Felek kabuktur, ruhun nuru iç. Bu görünürde o görünmez. Ayağın kaymasın, sallanma, kendine gel!
   Cisim zâhiridir, ruhsa gizli. Cisim yen gibidir, ruh el gibi.
   Akılsa ruhtan daha gizlidir. Duygu, ruhu çabucak anmalı.

3255. Meselâ bir hareket gördün mü anlarsın ki o hareket eden diridir. Fakat akıllı mı acaba? Bunu bilemezsin.
   Mevzun hareketlere başlar, bakırın kimya ile altın oluşu gibi o da hareketlerini bilgisiyle tanzim ederse,
   Ele benzeyen ruhun o münasebetli, o muntazam hareketlerinden anlarsın ki aklı vardır.
   Vahiy kabul eden ruhsa akıldan da gizlidir. Çünkü o gayptır, gayp âlemindendir.
   Ahmed’in aklı kimseden gizli değildir, herkes onun akıl ve kemal sahibi olduğunu bilirdi. Fakat vahiy ruhunu her can anlayamadı.

3260. Vahiy ruhuna münasip şeyler de var,fakat onları akıl anlayamaz. Çünkü o ruh pek yücedir.
   Akıl, o ruhun işlerine gâh delilik diye bakar, gâh şaşkınlık diye. Çünkü onu anlamak, o olmaya bağlıdır.
   Hızır’a göre alelâde olan işler Musa’nın aklını şaşırttı, Musa onları görünce bulandı.
   O işler Musa’ya aykırı göründü. Çünkü Musa o hale sahip değildi.
   Musa’nın aklı bile gayp işlerine ermezse, ey ulu kişi, bir farenin aklı nedir ki bu işlere ersin!

3265. Taklit bilgisi, satış içindir, bu bilgi sahibi, müşteri buldu mu, bilgisini güzelce satar.
   Fakat hakikat bilgisine müşteri, Allahı’dır. Bu bilgi sahibinin pazarı daima işler, daima parlar.
   Alışveriş ederken mest bir halde ağzını yumup oturur. Fakat müşterisi Allahıdır.
   Âdemin dersine melek müşteridir, o derse dev ve peri mahrem değildir.
   Âdem, senin dersin her şeyin adını haber vermektir. Haydi, Allahı sırlarını kıldan kıla anlat.

3270. Kısa görüşlü, daima halden hale giren, renkten renge boyanan ve temkini bulunmayan,
   Kişiye fare dedim, çünkü yeri, yurdu topraktır. Farenin de geçim yeri topraktan ibarettir.
   Yolları, izleri bilmez değil, bilir ama yer altındakileri bilir. O , her yanda toprağı delmiş, delik deşik etmiştir.
   Fare gibi nefis, ancak lokma ufalar. Allahı fareye de miktarınca akıl vermiştir.
   Çünkü yüce Allahı, hiç kimseye, ihtiyacından artık bir şey vermez.

3275. Eğer âlemin yeryüzüne ihtiyacı olmasaydı âlemlerin Rabbi, yeri yaratmazdı.
   Bu titreyip duran yeryüzü, dağlara muhtaç olmasaydı Allahı, o heybetli dağları halk etmezdi.
   Göklere de ihtiyaç olmasaydı yedi kat göğü yoktan meydana getirmezdi.
   Güneş, ay ve şu yıldızlar, ancak ihtiyaç yüzünden zuhura geldi.
   Şu halde varlıkların kemendi,( yoklukları çekip varlık âlemine getiren) ihtiyaçtır. Allahı’nın ihsanı, ihtiyaç miktarınca zâhir olur.

3280. Yürü, çabuk ihtiyacını arttırır da Allahı’nın kereminden cömertlik denizi coşsun.
   Şu yol üstünde dilenen, şu dilenciliğe düşmüş olan yoksullar, halka ihtiyaçlarını arz ederler.
   Kör , sakat, hasta, illetli olduklarını gösterir, bu suretle halkın merhametini coşturmak isterler.
   “ Ey halk, ekmek verin. Benim de ambarım var, benim de malım, benim de sofram var” derler mi hiç?
   Köstebeğin yemek içmek için göze ihtiyacı yoktur. Onun için Allahı onu gözsüz yarattı.

3285. Köstebek, gözsüz de pekâlâ yaşayabilir. Ter-ü taze toprakta göze ne ihtiyacı var?
   Zaten ancak hırsızlık etmek için topraktan çıkar, başka bir iş için değil, Allahı, onu bu hırsızlıktan arıtsa,
   O da kanatlanır, kuş olur; melekler gibi göklere uçup gider.
   Allahı’nın gül bahçesinde her an bülbül gibi yüzlerce nağme çıkarır.
   “ Ey beni çirkin sıfatlardan kurtaran, ey cehennemi cennet haline getiren,

3290. Bir yağ parçasına aydınlık bahşetmekte, bir kemiğe işitme kabiliyeti vermektesin ey gani Allahı.
  Fakat o maanınin cisimle ne alâkası var?Eşyanın adlarıyla,anlayışın ne münasebeti var?
   Söz yuva gibidir,mâna kuş gibi.Cisim ırmak gibidir, ruh akıp giden su gibi.
   O ırmak akıp gitmektedir, fakat sen ona duruyor dersin.. o koşup gelmektedir, sen onu bir yere kımıldamıyor sanırsın.
   Eğer su, yerden yere gitmiyorsa, eğer su akıp durmuyorsa üstündeki yeniden, yeniye görünen çerçöp nedir ki?

3295. Senin çerçöpün de fikrî suretlerindir. Aklına her an yeniden yeniye el dokunmamış düşünceler gelmektedir.
   Düşünce ırmağın yüzü de güzel ve sevimsiz çerçöpten halî değil.
   Bu kadar suyun üstünde görünen kabuklar, gayp bağı meyvelerinin kabuklarıdır.
   Bu kabukların içini suda ara. Çünkü su ırmağa bağdan kaynamakta, bağdan gelmektedir.
   Âbıhayatın akışını görmüyorsan ırmağın üstündeki dalların, yaprakların,çerçöpün akışına bak.

3300. Su, yeğin akarsa üstündeki kabuklar ve çerçöp de daha çabuk sürüklenip gider.
   Bu feyiz şiddetle zuhur etti mi gayri âriflerin gönüllerine gam gelmez, o gönüllerde elem eğleşmez olur.
   Nitekim ırmak da, dopdolu olur, pek hızlı akarsa üstünde çerçöp eğlenmez!

                    Halden bigâne birisinin bir şeyhi kınaması ve müridin şeyhe cevap vermesi

   Birisi, şeyhin birini “ Kötü adam, doğru yolda değil.
   Şarap içiyor, mürai ve pis herif. Böyle adam nereden müritlerin imdadına yetişecek?” diye kınadı.

3305. Başka biri de ona dedi ki “ Edebe riayet et. Büyükler hakkında böyle zanda bulunmak yaraşmaz.
   Onun sâf seli, bulanıversin.. bu ondan ve onun sıfatlarından ne kadar uzak!
   Hak ehline böyle bühtanlarda bulunma. Bu, senin hayalinden ibaret, çevir yaprağı!
   Böyle bir şey olmaz ya.. şayet olsa bile ey toprakta uçan kuş, bahrimuhite pislikten ne zarar!    
   O, iki testiden az, yahut küçük bir havuz değil ki.. bir katracık pislik onu nasıl bulandırır, nasıl kirletir.?

3310. Ateş, İbrahim’e bir ziyan veremedi. Kim Nemrutsa sen ona de : Kork ateşten!
   Nefis Nemrut’tur, akılla can da Halil. Ruh, işin tam içindedir. Kılavuza ihtiyaç yok.. kılavuza muhtaç olan nefistir.
   Kılavuz yolcuya, çöllerde her an kaybolana lâzımdır.
   Menzile ulaşanlara gözden, ışıktan başka bir şey lâzım değil. Onlar kılavuzdan da kurtulmuşlardır, çölden de.
   Eğer o vuslat eri bir delil getirirse henüz mücadele içinde bocalayanlar anlasınlar diye getirir.

3315. Baba, küçük çocuğuna onun dilince “ Ti, ti” der, aklı, âlemi ölçüp biçse bile!
   Üstat “ Elifte bir şey yok” dese fazileti eksilmez, yücelikten düşmez.
   Henüz söz bilmez cahile bir şeyler öğretmek için kendi dilini terk etmek,
   Onun dilince konuşmak gerek. Ancak bu suretle senden bir bilgi, bir fen öğrenebilir.
   Bütün halk da şeyhin çocukları mesabesindedir. Nasihat verdiği zaman pîre, onların seviyesine inmek lâzım”
   *Şeyhin müridi, o kötü sözlüye, o küfürle, sapıklıkla dopdolu kişiye dedi ki:
   *“Kendini keskin kılıç üstüne atma. Aklını başına al, padişah ve sultanla savaşa girişme.
   *Havuz ,deryaya omuz vurur, onunla boy ölçüşmeye kalkışırsa mahvoldu gitti.
   *O, öyle bir deniz değil ki ucu, kıyısı bulunsun da sizin pisliğinize bulansın!

3320. Küfrün de bir haddi, hududu var. Fakat şeyhe ve şeyhin nuruna bir kenar, bir had yok!
   Haddi hududu olmayanın yanında mahdut olan şey, yok demektir. Allahı’dan başka her şey fanidir.
   Onun bulunduğu yerde ne küfür var, ne iman.Çünkü, o içtir, küfürle imansa deri.
   Bu yokluklar, yüze perdedir.O, leğen altında gizli ışığa benzer.
   Hulâsa bu ten başı, o başa perdedir. O başın önünde bu ten başı kesilmiş gibidir, bir şeye yaramaz.

3325. Kâfir kimdir? Şeyhin imanından gafil olan. Ölü kimdir? Şeyhin canından haberdar olmayan!
   Can, tecrübelerle sabittir ki haberdar olmaktan ibarettir. Kim, daha fazla haberdarsa daha ziyade canlıdır.
   Canımız hayvan canından daha üstündür, neden? Çünkü daha fazla biliyoruz.
   Meleklerin canı da bizim canımızdan üstün.Çünkü onlarda Hissi Müşterek yoktur.
   Ehil olanların canlarıysa meleklerin canlarından üstündür, şaşkınlığı bırak!

3330. Melekler, Âdeme secde ettiler; çünkü onun canı, meleklerinkinden üstündür.
   Üstün olmasaydı secde ederler miydi? Üstün olanın daha aşağı mertebede bulunana secde etmesini emretmek doğru bir şey değil değildir, yaraşmaz.
   Allahı’nın adaleti, Allahı’nın lûtfu bir gülün dikenine secde etmesini hoş görür mü?
   Bir can, oldu da son mertebeyi de aştı mı artık her şeyin canı, ona mûti olur;
   Kuş, balık, in,cin,insan.. hepsi ona itaat eder. Çünkü o üstündür, öbürleri noksan.

3335. Balıklar, hırkasını diksin diye ona iğne getirirler. Bu, ipliğin iğneye tâbi olmasına benzer.

                                --Allahı rahmet etsin—İbrahim Ethem hikâyesinin sonu

   O emîr, balıkların İbrahim Ethem’in emrini yerine getirdiklerini, balıkların ağızlarında iğneyle sudan baş çıkardıklarını görünce vecde geldi.
   Bir ah çekip “ Balık bile pîri tanıyor. Yuh olsun o tapudan sürülen tene!
   Balıklar bile pîri biliyorlar da biz ondan uzağız. Biz, bu devletten mahrumuz da onlar erişmiş” deyip,
   Secde ederek ağlaya ,ağlaya perişan bir halde yola düzüldü; bu kerametin aşkından divaneye döndü.!

3340. Hey yüzünü yıkamamış pis herif, neredesin sen ? kiminle kavgaya girişiyor, kime haset ediyorsun?!
   Sen aslanın kuyruğuyla oynamakla, meleklere saldırmaktasın.
   Hayırdan ibaret olana neden kötü söylüyorsun. Kendine gel, o alçalışı yücelme sayma.
   Kötü nedir? Aşağılık ve muhtaç bakır, Şeyh kimdir? Ucu, sonu olmayan kimya!
   Bakır, kimya yüzünden altın olmak kabiliyetinde değilse kimya, bakır yüzünden bakırlaşmaz ya!

3345. Kötü nedir? İşi ateş gibi serkeş kişi, şeyh kimdir? Ezel denizinin ta kendisi.
   Ateşi daima su ile korkuturlar. Fakat suyu hiç ateşle korkutabilirler mi?
   Sen ayın yüzünde ayıp noksan buluyor, cennette diken topluyorsun.
   Ey diken arayan, cennete gitsen bile orada senden başka bir diken göremezsin.
   Güneşi balçıkla sıvıyor, kâmil bedirde gedik arıyorsun.

3350. Âlemde parlayıp duran güneş bir yarasa için nasıl gizlenir?
   Ayıplar, pîrler ret ettiğinden ayıp oldu.Kayıplar onların hasedi yüzünden kayıp kesildi.
   Huzurdan uzaksan bari dost ol, çabucak nedamet getir, işe güce koyul,
   Da o yoldan sana da bir rüzgâr essin. Rahmet, suyuna neden hasetle mani oluyorsun?
   Uzaktaysan bile bulunduğun yerden o tarafa yönel, “ Nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa dönün!”

3355. Eşek bile hızlı yürüyeyim derken balçığa saplandı mı oradan kurtulmak için anbean oynar durur.
   Orada kalmak için yerini düzeltmeğe kalkışmaz, bilir ki orası geçim yeri değildir.
   Duygun, eşek duygusundan daha aşağı mı ki gönlün bu balçıktan sıçramadı bile.
   Balçığın içinde tevile ruhsat vermektesin.Çünkü oradan gönlünü almak istemiyorsun ki.
   “ Bana bu lâyık..ihtiyarım elimde değil. Allah kerimdir. Bir âcizi de suçlu tutacak değil ya” dersin.

3360. Ey sırtlan gibi kötülüğe giriftar olmuş kişi, sen gafletinden bu muahezeyi görmüyorsun.
   Sırtlanı mağaranın içinde değil, dışarıda arayın derler,
  De mağarayı kapatırlar, halbuki sırtlan “ Benden haberleri yok.
   Bu düşmanlar, benden haberdar olsalardı sırtlan nerede, hani ya? diye bağırırlar mıydı” der.

Birinin Ulu Allahı günah yüzünden beni suçlu tutmuyor,bana ceza vermiyor diye iddiaya girişmesi ve
                                           Şuayb aleyhisselâm’ın ona cevap vermesi

   Şuayb zamanında birisi, “Allahı benden nice ayıplar gördü.

3365. Nice suçlarda bulundum. Böyle olduğum halde kereminden bana ceza vermiyor,beni muahaze etmiyor” dedi.
   Ulu Allahı, Şuayb’ın kulağına dedi ki. “ Ona gayp âleminden fasih bir dille cevap ver:
   Sen, ben ne kadar suç işledim, öyle olduğu halde Allahı kereminden suçuma bakmıyor, bana mücazat etmiyor dedin ama,
   Ey aykırı düşünceli, ey sersem, ey yolu bırakıp da çölü tutmuş!
   Seni nice kereler cezalandırdım. Fakat senin haberin yok. Ayağından tepene kadar zincirler içinde kalmışsın.

3370. A kara kazan, isin, pasın kat,kat; için, yüzün berbat!
   Gönlünde is üstünde is, kurum üstünde kurum. Bu is ve kurum bir derecede ki nihayet gönlün, bütün sırlara karşı kör olmuş.
   Eğer o is, kurum, yeni bir kazana ursa bir arpa tanesi kadar küçük bile olsa eseri görünür.
   Çünkü her şey, zıddı ile meydana çıkar. Bembeyaz kazanın beyazlığı ütünde o kara is berbat bir şekilde kendini gösterir.
   Fakat dumanın tesiriyle kazan karardı mı artık onun üstünde isi, kurumu kim görür a inatçı?

3375. Demirci zenci olursa yüzü, dumanla isle aynı renktedir.
   Fakat beyaz adam demirciliğe kalkışırsa yüzü yer ,yer kararır, kızarır.
   Bu takdirde de günahın tesirini derhal anlar da ağlayıp sızlamaya başlar  ve “ Aman Yarabbi” demeye koyulur.
   Fakat bir adam ,günahta ısrar eder,kötülüğü kendine sanat edinir,düşünce gözüne toprak saçarsa,
   Artık tövbe etmeyi bile aklına getirmez; o suç gönlüne tatlı gelir;böyle böyle nihayet dinsiz olur gider.

3380. O pişman oluş,o “Yarabbi” deyiş ondan zail olur, gönül aynasının yüzünü beş kat pas örter.
   Paslar, demirini  yemeye gevherini yok etmeye başlar.
   Beyaz bir kâğıda yazı yazarsan o yazı, kâğıda bakar bakmaz okunur.
   Yazılı kâğıda bir yazı yazarsan okunur ama iyi anlaşılmaz, insan yanılabilir.
   Çünkü o karalanmış kâğıt üstüne kara yazı yazıldı mı her iki yazı da körleşir, hiçbir mânası kalmaz.

3385. O kâğıda üçüncü defa bir şey yazarsan kâfirlerin canı gibi tamamıyla kapkara olur.
   Şu halde her şeye çare bulan Allahı’ya sığınmaktan başka ne çare var? Bakırın ümitsizliğine iksir, ancak onun nazarıdır.
   Ümitsizlikleri ona arz edin de devasız derdinizden kurtuluverin!”
   Şuayb ona bu nükteleri söyleyince Şuayb’ın nefesleri yüzünden adamın gönlünde güller açıldı.
   Canı, gökyüzünden gelen vahiy sesini duydu. Dedi ki. “ Eğer bizi cezalandırdıysa nişanesi nerede?”

3390. Şuayb “ Yarabbi, beni kabul etmiyor. Bu muhazeye, bu cezaya nişane aramakta” dedi.
   Allahı “ Ben ayıpları örtücüyüm, sırlarını söylemem. Ancak iptilâsına dair şu tek remzi söyleyeyim:
   Onu cezalandırdığımın bir nişanesi şu: Oruç tutmak da dua etmekte..
   Namaz kılmakta, zekât vermekte.. başka ibadetlerde bulunmakta. Fakat ruhu bir zerre bile zevk duymuyor.
   Ne güzel ibadetler ediyor, ne hoş işlerde bulunuyor. Fakat bir parçacık bile tat yok.

3395. İbadeti kışırdan ibaret, iç, yok. Cevizler çok ama içleri boş!
   İbadetlerin netice vermesi için zevk gerek.. tohumun ağaç olması için iç gerek!
   İçsiz tohum, fidan olur mu? Cansız surette hayalden başka bir şey değil.

                       O hale âşina olamayan müridin şeyhi kınaması hikâyesinin sonu

   O habis, şeyh hakkında hezeyanlarda bulunmaktaydı. Eğri bakan kişinin gözü daima eğri ve aykırı görür.
   “ Ben, onu bir mecliste gördüm, takvası yok, bir müflisten ibaret.

3400. İnanmıyorsan bu gece kalk da şeyhinin fıskını apaçık gör” dedi.
   Geceleyin o adamı bir pencere başına götürdü, dedi ki : “ Fasikliğe bak, işreti gör”
   Gündüzün riyasiyle gecenin fıskını seyret. Gündüz Mustafa gibi, gece Ebuleheb  gibi!
   Gündüz adı Abdullah ,gece elinde kadeh, nezübillâh!”
   Pîrin elinde dolu bir kadeh vardı. Mürit bunu görünce “ Şeyhim, sen de mi aldatıcısın?

3405. Sen, “Şeytan, şarap kadehine hemencecik işeyiverir” demez miydin?” dedi.
   Şeyh dedi ki: “Benim kadehimi öyle doldurdular ki içine tek bir üzerlik tohumu bile sığmaz.
   Bir bak hele.. buraya bir zerre bile sığar mı? Sen sözü yanlış anlamışsın, aldanmışsın.
   Bu zâhiri şarap, zâhiri kadeh değil ki. Onu, gaybı bilen şeyhten uzak bil.
   Be ahmak, şarap kadehi, şeyhin varlığıdır. Oraya Şeytan’ın sidiğine asla yol yok!

3410. O varlık, Allahı nuruyla dolu, hem de dudağına kadar. Ten kadehi kırılmış, mutlak nur kalmıştır.
   Güneşin nuru, pislik üstüne düşmekle pislenmez ya, yine aynı nurdur”
   Şeyh bu sözleri söyledikten sonra “ Bu, ne kadehtir, nasıl şarap, bir gel de bak be hey münkir” dedi.
   Mürit gelip baktı, gördü ki halis bal. O mânasız düşmansa kör oldu, bir şey göremedi.
   O zaman pîr müridine dedi ki: “ Yürü ey ulu mürit bana şarap bul,

3415. Bir hastalığım var, şarap içmek zaruretindeyim. Hastalıktan ölüm haline geldim, hattâ bu halden de ileri bir hale düştüm.
   Zaruret vakti her pis, temiz sayılır. İnkâr edene lânet, başına toprak!
   Mürit, meyhaneleri dönüp dolaşmaya,şeyh için her küpten şarap taşımaya başladı.
   Fakat küplerin hiç birin de şarap bulamadı. Hurma şarabıyla dolu olan küpler, balla dolmuştu.
   “ Rintler, bu ne hal, bu ne iş? Hiçbir küpte şarap bulamıyorum” dedi.

3420. Bütün Rintler, ağlayıp ellerini başlarına vurarak Şeyhin yanına geldiler.
   “ Ey ulu Şeyh, sen meyhaneye geldin, bütün şaraplar, kudümünün hürmetine bal oldu.
   Şarabı arıttın, bizim canlarımızı da kötü huylardan arıt, tebdil et “dediler.
   Cihan, baştanbaşa ağız, ağıza kanla dolu olsa Allahı kulu yine ancak helâl yer.

Allahı razı olsun,Ayşe’nin Mustafa Sallâllahü Aleyhi Ve Sellem’e “Sen seccade yaymadan her yerde
                                                          namaz kılıyorsun” demesi

Bir gün Ayşe, Peygamber’e dedi ki. “ Ey Allahı Resulü, sen aşikâr, gizli,

3425. Neresini bulursan orada namaz kılmaktasın. Halbuki evde pis adamlar da gezip tozuyor.
   Sen de bilirsin ki pis çocuklar, nereye varırsa orasını pislerler.”
   Peygamber, “Şunu  bil: Allahı, büyükler pis şeyleri temiz etmiştir.
   Hakk’ın lûtfu, bu yüzden secdegâhımı, ta yedinci kat göğe kadar arıttı” diye cevap verdi.
   Kendine gel, kendine. Padişahlara hasede kalkışma. Terk et  hasedi.Yoksa âlemde sen de bir iblis olursun.

3430. Veli,zehir yese bal olur.. sen bal yesen zehir kesilir.
   O, varlığını Allahı varlığına tebdil etmiştir. İşi de eşyayı tebdil etmedir.O, lûtuftan ibaret bir hale gelmiştir, her türlü ateşi de nur olmuştur.
   Ebabil kuşlarında Allahı kuvveti vardı. Yoksa bir kuşcağız nasıl olurda bir fili helâk edebilirdi?
   Koca bir orduyu birkaç kuş kırıp geçirdi. Bak da bu kudretin Allahı’dan olduğunu bil.
   Eğer bundan şüpheye düşersen yürü var, Eshabı fil suresini oku.

3435. Onunla inada kalkışır, beraberlik dâvasına girişirsen, yok mu? Eğer onlardan başını kurtarabilirsen beni de kâfir bil sen!

                         Farenin deve yularını çekmesi ve kendi kendisine gururlanması

   Bir fareceğiz, bir devenin yularını eline aldı, kurula, kurula yola düştü.
   Deve , tabiatındaki mülâyimlik yüzünden onunla beraber yürümeye koyuldu. Fare “ Ben, ne de pehlivan, ne de yiğit ermişim” diye gurura düştü.
   Düşüncesinin ışığı deveye aksetti. “ Hele hoşindi. Ben sana gösteririm!” dedi.
   Gide, gide bir büyük ırmak kenarına geldiler. Öyle büyük, öyle derindi ki ulu bir fil bile o ırmakta zebun olurdu.

3440. Fare orada duru, kaskatı kesildi. Deve “ Ey dağda, ovada bana arkadaş olan,
   Bu duraklama ne, niye şaşırdın? Irmağa ercesine ayak bas, gir suya!
   Sen kılavuzsun, benim öncümsün. Yol ortasında durup susma” dedi.
   Fare dedi ki: “ Bu su, pek büyük, pek derin bir su. Arkadaş,ben boğulmaktan korkuyorum.”
   Deve “ Hele bir göreyim, ne kadarmış bu su ?” deyip hemen ayağını attı.

3445. Dedi ki: “ A kör sıçan, su diz boyuymuş. A hayvanların kusuru, neden şaşırdın?”
   Fare, “ Sana karınca ama bize ejderha! Dizden dize fark var.
   Ey hünerli deve, sana diz boyu ama benim tepemden yüz arşın geçer.” dedi.
   Deve dedi ki: “ Öyleyse bir daha küstahlık etme de cismin, canın yanıp yakılmasın.
   Sen, kendin gibi farelerle boy ölçüş. Deveyle sıçanın sözü yoktur.”

3450. Fare, “ Tövbe ettim, Allahı hakkı için beni bu helâk edici sudan geçir.” dedi.
   Deve acıdı, “ Haydi hörgücüme sıçra, otur.
   Bu geçiş, benim işim. Seni de, senin gibi yüzlercesini de geçiririm” dedi.
   Madem ki peygamber değilsin, yola düş de günün birin de kuyudan kurtulup yüce bir makama erişesin.
   Sultan değilsen yürü, raiyet ol. Kaptan değilsen gemiyi öyle alabildiğine yürütme.

3455. Ticarette kâmil değilsen yalnız başına dükkân açma; yoğrulup kemale gelinceye dek birisinin hükmü altına gir.!
   “ Susun, dinleyin” emrini işit, sükût et. Madem ki Allahı dili olamadın, kulak kesil.
   Söylersen bile sual tarzında söz söyle. Padişahlar padişahıyla edepli konuş!
   Kibir ve kinin başlangıcı şehvettendir. Şehvetinin yerleşip kuvvetlenmesi de itiyat yüzündendir.
   Kötü huy, âdet edindiğinden dolayı sağlamlaşır, yerleşir. Seni ondan vazgeçirmek isteyene kızarsın.

3460. Toprak yemeye alışırsan kim seni bundan menetmeye kalkışırsa onu düşman sayarsın.
   Puta tapanlar, bu tapmayı huy edindiklerinden men edenlere düşman olmuşlardır.
   İblis, ululanmayı huy edinmişti de eşekliğinden Âdem’i kendisinden aşağı gördü.
   “ Benden daha ulu başka birisi yok ki. Benim gibi bir kişi, ona secde eder mi?” dedi.
   Ululuk zehirdir. Ancak, ta ezelden panzehire sahip olan ruh müstesna.

3465. Dağ, yılanla dolu ise içersinde panzehir yeri bulundukça korkma.
   Kafana ululuk yerleşmiş, onun için kim seni kırarsa onu ezelî düşman sayarsın.
   Birisi huyuna aykırı söz söylerse ona bir hayli kinlenirsin.
   Beni huyumdan çevirecek, şakirt haline sokacak, kendisine tâbi kılacak dersin.
   Böyle adamın kötü huyu serkeş olmasa, o huya aykırı şeylere niye ateşlenir, kızar;

3470. Yahut muhalife müdana eder, onun gönlünde bir yer kazanır?
   Çünkü kötü huyu adamakıllı kuvvetlenmiştir.Karınca gibi olan şehvetti, itiyat yüzünden adeta ejderha kesilmiştir.
   Şehvet yılanını önceden öldür. Yoksa hemencecik ejderhalaşır.
   Fakat herkes, yılanını karınca görür. Sen kendini bir gönül sahibine sor!
   Bakır, altın olmadıkça bakırlığını; gönül padişah olmadıkça müflisliğini bilmez.

3475. Bakır gibi sen de iksire hizmet et.Gönül, dildarın cevrini çek.
   Dildar kimdir? İyice bil. Dildar ehli dildir. Çünkü ehli dil olan, gece ve gündüz gibi cihandan kaçıp durmakta, âlemde eğleşmemektedir.
   Allahı kulunun ayıbını az söyle, padişahı hırsızlıkla az kına.

                                Gemide bir dervişi hırsızlıkla töhmet altına almaları

Bir gemide bir derviş vardı. Erliği kendisine arka yastığı yapmış, ona dayanmıştı.
   Gemide bir kese altın kayboldu.O, uyuyordu.Herkesi aradılar. Birisi onu da gösterip,

3480. “ Bu uyuyan yoksulu da arayalım” dedi. Para sahibi derdinden onu da uyandırdı.
   “ Bu gemide bir kese kayboldu. Herkesi aradık, bu arayıştan sen kurtulamazsın.
   Hırkanı çıkar, soyun da senin hakkında kimsenin şüphesi kalmasın” dedi.
   Derviş “Yarabbi, şu aşağılık kişiler, kulunu töhmet altına alıyorlar, fermanını eriştir” dedi.
   Dervişin gönlü dertlenir dertlenmez hemen denizin her tarafından,

3485. Yüzbinlerce balık baş çıkardı. Her birinin ağzında bir inci vardı. Ama ne inci?
   Her tanesi bir memleket haracı. Allahı’dan geliyor, elbette eşi bulunmaz.
   Derviş gemiye birkaç inci atıp fırladı, havayı âdeta kendisine bir taht edip oturdu.
   Padişahlar gibi tahtının üstüne bağdaş kurup kuruldu.
   O, havanın yücesinde, gemi de onun önünde!

3490. Dedi ki: “Yürüyün, gidin. Gemi sizin Hak benim, yoksul bir hırsız sizinle bir arada olmasın!
   Bakalım, bu ayrılıktan kim ziyan eder? Ben hoşum, Hak’la çift, halktan tek!
   O,ne beni hırsızlıkla töhmet altına alır ne yularımı bir gammaza verir!”
   Gemidekiler dediler ki: “ Ey ulu, sana bu yüce makamı ne yüzden verdiler?”
   Derviş, “Yoksulu töhmet altına almak, hor hakîr bir şey için Hakk’ı incitmek yüzünden.

3495. Hâşa, bu yüzden değil. Ululara tâzim ettiğimden. Çünkü ben, yoksullar hakkında hiç kötü zanna düşmedim.
   Onlar öyle lâtif, öyle nefesleri hoş kişilerdir ki onları ululamak için Allahı’dan “ Abese” suresi geldi.
   Onların yoksulluğu, dünyayı dönüp dolaşma yüzünden ve dünyalık için değil. Hak’tan başka hiçbir şey olmadığından onlarda yokluğu, yoksulluğu kabul etmişlerdir.
   Nasıl töhmet altına alabilirim ki. Hak, ondan yedinci kat göğe kadar hazinelerine emin etmiştir” dedi.
   Töhmetli nefistir;yüce akıl değil.Töhmetli duygudur; lâtif nur değil.

3500. Nefis Sofestai olmuştur, vur nefsin kafasına! Çünkü hakikati kötekle anlar, delil getirmekle değil.
Mucize görür, aydınlanır. Sonradan der ki: O bir hayaldi.
   Hakikat olsaydı o gördüğüm şaşılacak şey gece gündüz gözümün önünde dururdu.
   Halbuki o temiz gözlerde mukimdir, hayvan gözüne karin olmaz.
   O şaşılacak şey, o mucize, bu duygudan utanır çekinir. Tavus kuşu, hiç dar bir kuyuya girer mi?

3505. Sakın bana, çok söylüyor deme. Ben, yüzde birini söylüyorum, söylediğim de pek cüzi, muhtasar!

             Sofilerin,şeyhin huzurunda çok söz söyleyen sofiyi kınamaları

   Sofiler, bir sofiyi kınayıp tekke şeyhinin yanına gelerek,
   Şeyhe “ Ey ulumuz, medet.. bu sofiden öcümüzü al”dediler.
   Şeyh “ Sofiler, şikâyetiniz neden” diye sorunca birisi “ Bu sofinin üç kötü huyu var;
   Söze başladı mı çan gibi susmak bilmez, boyuna söyler. Yemeğe girişti mi yirmi kişinin öğününden fazla yemek yer.

3510. Yattı mı uyudu mu  Eshabı Kehf’ benzer” dedi. Sofiler, bu üç huy, yol ehline yaraşmaz diye şeyhin huzurunda savaşa giriştiler.
   Şeyh o fakire yüz çevirip dedi ki: “ Ne halin olursa olsan, o halde itidali koru.
   “ İşlerin hayırlısı orta hallisidir” diye haberde bile var. Vücuttaki Ahlât itidal yüzünden faydalı.
   Bunların biri herhangi bir ârızî sebeple fazlalaştı mı insanın bedeninde hastalık meydana gelir.
   Yoldaşına pek yüklenme, çok söz söyleme, onu pek övme, çünkü bu, nihayet ayrılığa sebep olur.

3515. Musa’nın sözü, kendince haddindeydi ama o iyi dosta fazla geldi.
   O fazlalık da Hızır’la arasının açılmasına sebep oldu. Musa’ya “ Haydi, git.. sen çok söylüyorsun.. gayri ayrılık geldi, çattı!
   Musa, sen ne fazla konuşuyorsun, git, uzaklaş.. Yahut da benimle olunca kör dilsiz kesil.
   Yok.. eğer gitmez, inadına oturursan hakikatte de bence gitmiş, benden ayrılmış sayılırsın” dedi.
   Meselâ namazda ansızın yellensen , biriside sana git yeniden aptes al dese,

3520. Gitmez, orada kakılır kalır namaz kılmaya devam edersen istediğin kadar eğil bükül, yat kalk.. be şaşkın, zaten namazın gitti!
   Yürü, seninle eş olanların, sözünü sohbetini susamışçasına sevenlerin yanına var.
   Bekçi, uyuyanlara göredir. Balıkların bekçiye ne ihtiyacı var?
   Çamaşırcıya elbise giyenler muhtaçtır. Çırçıplak canın ziyneti Allahı tecellisidir.
   Ya çıplakları bırak, bir yana çekil.. yahut onlar gibi elbiseden vazgeç!

3525. Yok.. eğer tamamıyla soyunamıyorsan bari elbiseni azalt da orta halli ol!”

                Fakirin şeyhe özrünü arz etmesi

   Fakir, o şeyhe ahvalini anlattı, suçuna özürler diledi.
   Şeyh’in sualine, Hızır’ın cevapları gibi güzelce, doğruca cevaplar verdi.
   Nitekim Kelîmin suallerine Hızır’ın Alîm Allahı’dan verdiği cevaplarlarla;
   Musa’nın müşkülleri halloldu. Hızır, Musa’ya her müşkülü için anlatılamayacak derecede miftahlar verdi.

3530. Dervişe Hızır’dan mirastı, o da şeyhin suallerine cevap vermede himmet etti.
   Dedi ki : “Orta yol hikmetse de bu orta hallilik de nispidir.
   Su, deveye göre azdır, fakat fareye göre deniz gibiydi.
   Birisinin dört ekmeğe ihtiyacı olurda iki, yahut üç tanesini yerse bu, orta bir yiyiştir.
   Fakat dördünü de yerse bu yiyiş, orta bir yiyiş değildir ki. O adam, kaz gibi hırsına esir olmuştur.

3535. Birisinin on ekmeğe iştahı olsa da altısını yese bu orta sayılır.
   Fakat benim elli ekmeğe ihtiyacım var, senin altı yufkaya müsavi değiliz ki.
   Sen on rekât namaz kılınca usanırsın, ben beş yüz rekât namaz kılsam usanmam.
   Birisi, ta Kâbe’ye kadar yaya gider, öbürü mescide varıncaya kadar kendisinden geçer.
   Birisi o kadar cömerttir ki gönlü bulanmadan canını bile verir, öbürü bir dilim ekmek verebilmek için can çekişir.

3540. Bu orta halli oluş, sona göredir; önü, sonu olan şeye nispetledir.
   Bir şeyde evvel, âhir olmalı ki ortası tasavvur edilebilsin.
   Sonsuz şeyin önü, sonu nasıl olur.. önü, sonu olmayanın ortası nasıl bulunur?
   Allahı, “ Deniz mürekkep olsa biterdi de Rabbimin kelimeleri bitmezdi” dedi. Kimse Allahı tecellisinin evvelini, âhirini göremedi.
   Hattâ  yedi deniz, tamamıyla mürekkep olsa gene biteceğini umma.

3545. Bağ, orman baştanbaşa kalem olsa bu söz, yine eksilmez.
   O mürekkebin, o kalemlerin hepsi biterde sonu olmayan bu söz yine kalır.
   Benim halim uyuyan adamın haline benzer. Gören sapık, beni uyuyor sanıyor.
   Halbuki bil ki gözüm uyur, gönlüm uyanıktır. Bil ki işsiz güçsüz gibi duruyorum ama işimde var, gücüm de!
   Peygamber “ Gözlerim uyur ama Allahı lûtfuyla kalbim uyumaz” dedi.

3550. Senin gözün açık, kalbin uyuyor; benim gözüm uyuyor, gönlüme kapı açılmış!
   Gönlün ayrı beş duygusu var, gönül duygusuna iki cihan da pencere.
   Sen, kendi zayıflığınla bana bakma.. sana gece çağı ama o gece, bana kuşluk vakti.
   Sana zindan, fakat o zindan bana bahçe gibi. Meşguliyetin ta kendisi bana istirahat hali.
   Senin ayağın balçıkta, bana balçık gül kesilmiş .. sana yas, bana düğün, dernek davul zurna !

3555. Seninle yeryüzünde oturup duruyorum ama Zuhal yıldızı gibi yedinci kat göğün üstünde koşup durmaktayım.
   Seninle oturan ben değilim, benim gölgem. Mertebem, düşüncelerden üstün.
   Çünkü ben düşüncelerden, vesveselerden geçtim, onların dışında koşup gezmekteyim.
   Ben endişelere hâkimim, mahkûm değil. Usta, binaya hâkimdir.
   Bütün halk, endişelere, vesveselere mahkûmdur. O yüzden hepsinin gönlü hasta, hepsi gamlı, gussalıdır.

3560. Onların arasından çıkıp kurtulmak istersem kendimi mahsustan endişeli gösteririm.
   Ben, yücelerde uçan bir kuşum, endişe sinek! Sinek nasıl olurda beni elde edebilir?
   Ayakları kırık olanlar da benimle buluşsunlar, konuşsunlar diye göğün yücelerinden kasten aşağıya inerim.
   Aşağılık sıfatlardan usandım mı melekler gibi uçuveririm.
   Benim kanadım, kendinden çıkmadır. Vücuduma iki kanat yapıştırmadım ben.

3565. Cafer-i Tayyar’ın kanadı kendindendir, Cafer-i Tarrar’ın kanadı ise iğreti.
   Tatmayan adama göre bu, dâvadan ibarettir. Fakat makamı yüce kişilere göre dâva değil, mânadır.
   Bu söz,kargaya göre lâftan, kuru iddiadan ibarettir. Nitekim sineğe göre dolu tencere ile boş tencere birdir.
   İçinde lokma gevher olduktan sonra çekinme muktedir olduğun kadar ye!
   Şeyhin biri bir gün, halkın kötü zannını gidermek için leğene kustu, leğen inciyle doldu.

3570. Bu suretle o basiret sahibi pir, halkın az akıllılığına acıyıp ancak akılla anlaşılır inciyi gözle görülür inci haline getirdi.
   Fakat midende temiz de pis murdar bir hale geliyorsa boğazını kilitle, anahtarı da sakla.
   Lokma, kimde ululuk nuru haline gelirse ne dilerse yesin.. Ona helâl!

                                                    Doğruluğuna kendisi tanık olan iddia

   Eğer benim canıma âşina isen bilirsin ki şu mânalı sözüm boş dâva değildir.
   Gece yarısında bile senin yanındayım; kendine gel.. geceleyin korkma; ben senin adamınım, hısmınım dersem,

3575. Bu iki iddia da, eğer hısımlarının sesini tanırsan sence doğrudur.
   Yanında olmak da, hısmın bulunmak da iddiadır ama iyi anlayan kişiye göre ikisi de mânadan ibarettir ve doğrudur.
   Sesinin yakından gelişi de şehadet eder ki bu nefes, bir sevgilinin yanından gelmekte.
   Hısımların seslerindeki tat da o hısmın doğruluğuna şahittir.
   Fakat Allahı ilhamına mazhar olmayan ve bilgisizliğinden yabancı sesiyle akraba sesini birbirinden ayırt edemeyen ahmağa göre,

3580. Bu adamın sözü dâvadan ibarettir. Bu ahmağın bilgisizliği, inkârına sebep olur.
   Fakat gönlünde Allahı nurları olan akıllı, anlayışlı kişiye göre bu ses, mânanın ta kendisidir ve doğrudur.
   Bu, şuna benzer: Arapça bilen birisi, Arapça “Ben Arapça bilirim” dese,
   Onun Arapça bilirim demesi dâvadır ama Arapça söyleyişi de mânadır, dâvasının ispatıdır.
   Yahut bir kâtip, kâğıdın üstüne “ Ben kâtibim, yazı okuyabilirim, yüce bir kişiyim” diye yazsa,

3585. Bu yazı filvaki dâvadır ama, yazılan şeyde dâvanın doğruluğuna şahittir.
   Yahut da bir sofi “ Dün akşam rüyada birisini gördün ya.. hani omuzun da seccade vardı.
   İşte o benim. Rüyada sana nazardaki feyizleri anlatmıştım.
   Onları kulağına küpe et. O sözü aklına rehber yap, sözlere uy” dese,
   Bu söz, sana rüyayı hatırlatır. Yeni bir mucize, eski bir altındır.

3590. Bu söz, dâva gibi görünür ama rüyayı görenin ruhu” Evet” der. Tasdik eder.
   Hikmet, müminin kaybolmuş malı olduğundan kimden duysa inanır, kabul eder.
   Fakat kendisini hikmetin yanında bulursa nasıl şüphe edebilir. Nasıl yanılabilir?
   Susuz birisine “ Acele et, çabuk, kadehteki suyu al iç” desen,
   Susuz, “Bu bir dâvadan ibaret. Yürü ey dâvacı benden uzaklaş”

3595. Yahut “Kadehtekinin su, o içilen güzel, berrak su olduğuna dair bana bir delil göster!"”der mi?
   Ana, süt emer çocuğuna “Gel yavrum, süt em, ben senin ananım” dese,
   Çocuk “Ana, sütünü emersem karnım doyacak mı bir delil göster!” der mi?
   Her ümmetin gönlünde Hak’tan bir tat vardır. Peygamberlerin yüzü ve sesi de mucizedir.
   Peygamber, dışardan seslendi mi ümmetin canı, içerden secde eder.

3600. Çünkü can kulağı, âlemde hiç kimseden o sese benzer bir ses duymamıştır.
   O misilsiz ruh, o misli olmayan sesten neşelenir, Allahı’ya yaklaşır.

               Yahya aleyhisselâm’ın,anasının karnındayken İsa aleyhisselâm’a secde etmesi

Yahya’nın anası, Meryem’e hamlini vazetmeden az önce gizlice dedi ki:
   “ Karnında bir padişah var. Ülülazm ve her şeyi bilen bir peygamberdir. Ben bunu yakinen gördüm.
   Sana rastlayınca karnımda ki çocuğum hemen secdeye vardı.

3605. Karnımdaki çocuk, karnındaki çocuğa secde etti. Secdesinden bedenime titreme düştü”
   Meryem de “Ben de karnımdaki çocuğun secde ettiğini hissettim” dedi.

                                                           Buna karşı şüphe

   Ahmaklar derler ki: “Bırak şu masalı. Yalan, yanlış.
   Meryem, doğuracağı zaman yabancıdan da uzaktı, akrabadan da.
   O güzel hatun şehirden dışarı çıktı. Doğurmadıkça şehre girmedi.

3610. Doğurunca yavrusunu kucağına alıp, bağrına basıp soyunun, sopunun yanına geldi.
   Yahya’nın anası, onu nerede gördü de bu hikâyeyi anlattı, bu sözü söyledi?”

                                                     Bu şüpheye verilen cevap

   Bunu ilhama mazhar olan, afakta, gayp âleminde bulunan şeyleri yanındaymış gibi bilen kişi anlar.
   Yahya’nın anası, uzakta olmakla beraber Meryem’in yanında bulunabilir.
   Vücut, göz göz olunca gözler kapalı olduğu halde de sevgilinin yüzü görülebilir.

3615. Mamafih baş gözüyle de göremediğini,can gözüyle de göremediğini  farzet, ne çıkar? Ey düşkün, sen kısadan hisse almaya bak!
   Kıssaları duyup” Nakış” kelimesine “ Ş” harfinin eklendiği gibi o kıssaların suretine bağlanan, dış yüzüne kapılan kişiye benzeme.
   Dilsiz Dimne, Kelile’ye nasıl söz söyler?Söz söylemekten ‘aciz Dinme,Kelile’ye meramını nasıl anlatırdı?
   Tutalım, bunlar, birbirlerinin sözlerini anladılar, söz söylemeden meramlarını ifade eden bu hayvanların ne demek istediklerini insan nasıl anlayabilir?
   Dimne, aslanla öküz arasında nasıl bir elçi oldu, ikisini de nasıl kandırdı?

3620. O akıllı öküz nasıl aslana vezir oldu. Fil ayın aksinden nasıl korktu?
   Bu Dimne ve Kelile hikâyesinin hepsi yalan. Yoksa karganın leylekle ne alışverişi olur,nasıl leylekle savaşır?” deme.
   Kardeş, kıssa bir ölçeğe benzer, mâna içindeki taneye.
   Akıllı kişi taneyi alır, ölçek var mı, yok mu ? Ona bakmaz.
   Aralarında sözden eser yok, fakat bülbülle gülün macerasına dinle!

                                                 Hâl diliyle söz söyleyiş ve anlaşılması

3625. Mumla pervanenin başından geçenleri duy, bunların mânasına vâkıf ol güzelim.
   Aralarında bir söz yok ama sözün sırrı, mânası var ya. Agâh ol, yücelere uç, baykuş gibi aşağılarda uçma.
   Birisi “ Burası satrançta ruh hanesi” demiş. Bu sözü duyan “ O, evi nereden elde etmiş?”
   Satın mı almış, yoksa mirasa mı konmuş?” diye sormuş. Ne mutlu mâna anlayana!
   Nahivcilerden biri “ Zeyd, Amr’ı dövdü” diye bir misal getirmiş. Dinleyen “Suçu yokken neye dövmüş?

3630. Amr’ın ne suçu varmış ki o çiğ Zeyd, onu köleler gibi suçsuz dövüyor?” der.
  Nahivci, “ Bu, mâna ölçeğinden ibaret. Sen buğdayı almaya bak, ölçeğe lüzum yok.
   Zeyd’le Amr, irap için kullanılan misallerde geçer, onlar yalan olsa bile sen irabı düzeltmeye çalış!” derse de,
   Öbürü “ Ben onu,bunu bilmem. Zeyd, Amr’ı suçsuz,sebepsiz nasıl dövdü”deyince,
   Nahivci naçar kalır,alaya başlar:Amr,, fazla olarak bir “V” çalmıştı.

3635. Zeyd, anlayınca o hırsızı dövdü. Çünkü Amr, haddi aşmıştı, tabii haddini bildirmek lâzım!

                                                 Bâtıl gönüllerin bâtıl sözü kabul etmesi

   Bunun üzerine o adam “ Hah, doğru.. şimdi bunu canla başla kabul ettim” der. Doğru bile eğrilere eğri görünür.
   Bir şaşıya “ Ay birdir” desen “ İkidir, bir olmasında şüphe var” der.
   Birisi alay eder, güler ve “ Sahi, iki” derse bu sözü doğru olarak kabul eder. Kötü huyun lâyığı budur.
   Yalancılar yalanla konuşurlar “Pis şeyler, pislere aittir” sözü ışık verip durmaktadır.

3640. Gönlü açık olanların elleri de açık olur. Körlerin taşlık erde düşmeleri de pek tabiîdir.

    Birisinin,meyvesini yiyenin ölümden kurtulup ebedî hayata ulaşacağı ağacı aramaya kalkışması

Bilgili biri, hikâye yollu “Hindistan’da bir ağaç vardır.
   Meyvesini yiyen ne ihtiyarlar, ne ölür!” der.
   Bir padişah bunu duyar, doğru sanıp o ağaca ve meyvesine âşık olur.
   Bu ağacı bulmak, meyvesini getirmek üzere divan adamlarından bilgili birisini Hindistan’a yollar.

3645. Adamcağız yıllarca Hindistan’da o ağacı arar, tarar.
   Bulmak için şehir şehir gezer, ne ada bırakır, ne dağ bırakır, ne ova bırakır!
   Kime sorduysa “ Bu ne arıyor, deli mi, ne?” diye güler, alay eder.
   Niceler alaya alıp döverler, niceler istihza edip “Akıllı,
   Senin gibi zeki ve temiz kişinin bu arayışında elbette bir esas var, hiç boş olur mu?” derler.

3650. Ona alay yollu ettikleri bu riayet de ayrı bir tokat hattâ bu eni konu tokattan da beter!
   Bazıları alaya alıp “ Ey ulu kişi pek korkunç, pek geniş bir iklim olan filân iklimde,
   Falan ormanda yemyeşil bir ağaç vardır. Pek yüce, pek korkunç.. her dalı koskocaman” derler.
   Padişah adamı, kimden ne duyarsa aramak için gayret kemerini kuşanır.
   Orada nice yıllar gezip tozar. Padişah da ona mallar yollar durur.

3655. Gurbet diyarında bir hayli zahmetlere uğrar, nihayet âciz kalır.
   Ne maksudundan bir eser görünür, ne de sözden başka bir şey!
   Ümit ipi üzülür, aradığını aramaz olur, usanır.
   Padişah yanına dönmeye niyet eder, ağlaya, ağlaya yola düşer.

                                       Şeyhin o mukallit talibe,o ağacın sırrını anlatması

   Meğerse o nedimin ye’se kapılıp geriye döndüğü memlekette kerem sahibi, kutuplardan âlim bir şeyh varmış.

3660. Nedim ümitsiz bir halde “ Önce onun tekkesine gideyim de oradan yola düşeyim.
   İstediğimi bulamadım, ümidim kesildi. Bâri duası yoldaşım olsun” der;
   Gözleri yaşlı bulut gibi yaş döke, döke Şeyhin huzuruna varır.
   “ Şeyhim,acımanın, esirgemenin tam zamanı. Ümidim kesildi.. lûtfedecek an, bu an!” der.
   Şeyh, “ Ümitsizsen bile söyle. Matlûbun ne? Neye yüz tutun?” diye sorar.

3665. Nedim, “ Bir padişahım var, beni bir ağaç aramak üzere gönderdi.
   Ama nasıl ağaç? Âlemde bulunmaz bir şey. Meyvesi, Âbıhayatın aslı.
   Yıllardır aradım bir nişanesini bile bulamadım, ancak bu sarhoşlar, benimle eğlendiler, beni alaya aldılar.. işte o kadar!” der.
   Şeyh gülümser de der ki: “Ey sâf adam, bu ağaç, ilim sahibindeki ilimdir.
   Pek yüce, pek büyük ve etrafa yayılmış bir ağaçtır o! Hattâ ağaç da ne demek her tarafı kaplayan deniz gibi Âbıhayattır!

3670. Sen surete kapılmış yolunu yitirmişsin. Mânayı elden bıraktığın için onu bulamıyorsun.
   Ona gâh ağaç derler, gâh güneş. Gâh deniz adını takarlar, gâh bulut!
   Hulâsa o öyle şeydir ki yüz binlerce eseri var. En aşağılık hassası, sahibine ebedî bir hayat bağışlamasıdır.
   Tektir ama binlerce eseri, nişanesi var. O bire sayısız adlar gerek.
   Bir adam senin baban olur ama başka birisinin de oğludur.

3675. Birisine düşmandır, onun hakkında kahırdan ibarettir.. diğer birine lûtfeder, iyilikle bulunur, onca iyidir.
   Bir tek adam olduğu halde bak, yüz binlerce adı var. Bir vasfını bilen öbüründen âmadır, öbür vasfını bilmeyebilir.
   Kim, bu ad doğru ad diye isme yapışır. Onu arasa senin gibi ümitsizliğe düşer, perişan olur.
   Niye bu ağacın adına yapışırsın da dili, damağı acı, talihsiz bir hale düşersin?
   Addan geç, sıfatına bak da sıfatlar, seni zata ulaştırsın.

3680. Halkın ihtilâfı addan meydana gelir. Fakat mânaya ulaşınca rahatlaşırlar.

                   Birbirlerinin dediğini anlamayan dört kişinin üzüm için kavgaya tutuşmaları

   Adamın biri, dört kişiye bir dirhem verdi, Adamlardan birisi “Ben bu parayı “engûr’a” vereceğim” dedi.
   Öbürü Araptı, Lâ dedi, “Ben “İnep” isterim herif, engûr istemem.”
   Üçüncü Türk’tü, “ Bu para benim “ dedi, “ Ben inep istemem, üzüm isterim.”
   Dördüncüde Rum’du, dedi ki: “Bırak bu lâfları, biz İstafil isteriz.”

3685. Derken savaşa başladılar. Çünkü adların sırrından gafildiler.
   Ahmaklıktan birbirlerini yumruklamaya koyuldular. Bilgisizlikle dolu, bilgiden boş adamlardı bunlar.
   Sır sahibi, yüzlerce dil bilir, kadri yüce birisi orada olsaydı, onları uzlaştırırdı.
   Onlara “ Ben bu bir dirhemle hepinizin isteğini yerine getiririm.
   Gönlünüzü gıllügışsız bana teslim edin. Bu bir dirheminiz, sizin istediğiniz şeylerin hepsini yapar.

3690. Bir dirheminiz dört muradı da yerine getirir, dört düşman da uzlaşır, birliğe ulaşır, bir olur.
   Sizin sözleriniz savaşa, nifaka sebep olur. Fakat benim sözüm, sizleri birleştirir.
   Siz susun, dinleyin de konuşma hususunda diliniz ben olayım.
   Sizin sözünüz yüz türlüdür, eseriyse ancak savaş ve kızgınlıktan ibaret.
   İğreti hararetin tesiri yoktur. Fakat insanın kendisinden olan hararet müessirdir.

3695. Sirkeyi ateşte ısıtsan da yiyince yine bürudeti arttırır.
   Çünkü o hararet, iğretidir. Asli tabiatında bürudet ve keskinlik vardır.
   Oğul, pekmez buz tutsa da yine yiyince ciğerdeki harareti fazlalaştırır.
   Şu halde şeyhin riyası, bizim ihlâsımızdan daha yeğ. Çünkü o riya basiretten meydana gelmedir,bu ihlâs körlükten!
   Şeyhin sözü, insana cemiyet-i hâtır verir, hasetçilerin nefesi ise tefrika.

3700. Süleyman, Allahı tecellisine uğrayınca bütün kuşların dillerini öğrenmiş oldu.
   Onun adalet devrinde ceylân, kaplanla uzlaşmış, savaşı bırakmıştı.
   Güvercin doğanın pençesinden emindi, koyun kurttan çekinmiyordu.
   Süleyman, düşmanlar arasında meyancılık etti, bütün kuşların arasında birlik husule geldi.
   Sen bir karıncaya benzersin, tane toplamak için koşup durmaktasın. Fakat behey azgın. Süleyman buracıkta, sen ne arıyorsun?

3705. Tane arayana tane, tuzaktır. Fakat Süleyman arayan hem Süleyman’ı bulur, hem taneyi elde eder.
   Bu ahir zamanda kuşlara bir an bile birbirlerinden aman yoktur.
   Devrimizde de Süleyman var, bizi sulha kavuşturur, zulmümüzü giderir.
   “Hiçbir ümmet yoktur ki aralarında bir korkutucu olmasın” âyetini oku.
   Allahı “ Hiçbir ümmet bulunamaz ki içlerinde bir Allahı halifesi, bir himmet sahibi bulunmasın” dedi.

3710. O halife, onların gönüllerini o kadar birleştirir gibi sâflıktan hiçbir gıllügışları kalmaz.
   Hepsini ana gibi birbirini esirger bir hale getirir. Onun için Müslümanlara “Tek bir nefis” demiştir.
   Onlar Allahı Resulü yüzünden tek bir nefis oldular, yoksa her biri, öbürüne tam bir düşmandı.

 Resul  Sallâllahu  Aleyhi  Ve  Sellem’in  yüzünden Ensarın arasındaki aykırılık ve düşmanlığın
                                                                        kalması

   Medine’lilerin iki kabîlesi vardı, birine Evs, öbürüne Hazrec denirdi. Âdeta bir kabile öbürünün kanına susamıştı.
   Mustafa’nın yüzünden o eski kinleri İslâm ve sâflık nuruyla mahvoldu.

3715. Önce o düşmanlar, bağdaki üzümler gibi kardeş oldular.
   “ Şüphe yok, söz bundan ibaret; Müminler kardeştir” nasihatiyle de, bu nefesle de kardeşliği bıraktılar,tek bir ten oldular.
   Üzümlerin suretleri kardeştir. Fakat sıktın mı tek bir üzüm suyu olur.
   Korukla üzüm birbirine zıttır ama koruk, olgunlaşınca güzelleşir, tatlılaşır, iyi bir dost olur.
   Koruk halinde kalan üzüme Allahı ezelden kâfir demiştir.

3720. Değil kardeşim değil.. artık o tek bir nefis olamaz. Azgınlıkta menhus bir mülhitten ibarettir.
   Ondaki gizli şeyleri bir söylesem âlemde fikirler fitneye düşer, karmakarışık olur.
   Kör gâvurun sırrının anılmaması daha iyi. Cehennem dumanın İrem bağından uzak oluşu daha hoş!
   Ne de olsa üzüm olmaya kabiliyetli korukların gönülleri, ehli dilin nefesleriyle birdir.
   Hepsi üzüm olmaya koşarsa, sonunda ikilik kalkar, kin ve savaş kalmaz.

3725. Hepsi de üzüm olup derilerini yırtarlar da birleşirler, vasıfları da birlik olur.
   Dost, düşman ikiliktedir. Fakat hiç, bir olan, kendisiyle savaşır mı?
   Aferin, üstat Aklı Küll’e, yüz binlerce zerreye birlik bahşetti.
   Yerde topak, topak dağınık topraklara benzerlerken testici, hepsini de birleştirdi, bir testi yaptı.
   Gerçi suyla toprağın birleşmesi, nakıstır, can, buna benzemez.

3730. Fakat burada apaçık bir misal getirsem korkarım aklın karışır.
   Süleyman şimdi de var ama biz uzağı görme neşesiyle onu göremiyoruz.
   Uzağa bakış, insanı kör eder. Sarayda uyuyanın sarayı görmediği gibi.
   Biz ince sözlere dalmışız, onlarla uğraşıp duruyoruz. Düğümleri çözme sevdasına tutulmuşuz.
   Düğümleri bağlayıp çözdükçe şüpheye düşmeyi, cevap vermeye kalkışmayı uzatıp gideriz.

3735. Tuzağın bağını gâh çözüp bağlayan, bu suretle bu işte maharet kazanan kuş gibi..
   Böyle kuş sahradan, çayırdan mahrumdur, ömrü düğümü açıp çözmede harcolur gider!
   Filvaki hiçbir tuzağa zebun olmaz ama günden güne kanatları tutulur, uçmaz olur.
   Bağ çözüp bağlamakla az uğraş da kanatların tutulmasın, uçmadan kalmayasın.
   Yüz binlerce kuşun kanadı kırıldı da yine o ârızalı yerlerdeki tuzakları gidermedi.

3740. Kuran’da onların ahvalini oku haris adam: “Bütün şehirlerde gezip dolaştılar, her tarafı elde ettiler.” Bak hele “ Bir kurtuluş var mı?”
   Türk, Rum ve Arabın kavgasından engûr ve inep şüphelerine düşmekten başka bir şey çıkmaz.
   Mânevi dilleri bilen Süleyman gelmedikçe bu ikilik kalkmaz.
   Kavgacı kuşlar, hepiniz doğan gibi şehriyarın şu davulunu duyun!
   Aranızdaki ihtilâfı bırakın da ruhunuzu her yandan şâdedin.

3745. Nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa dönün.O Süleyman, sizi kendine teveccühten men etmedi ki.
   Fakat kör kuşlarız, terbiyeden hayli uzağız. O Süleyman’ı bir an bile tanımadık gitti!
   Baykuşlar gibi doğanlara düşmanız, hulâsa viranelerde kalmışız.
   Bilgisizliğimiz, körlüğümüz son derecede. Bu yüzden de Allahı azizlerini incitmeye kastediyoruz.
   Süleyman’dan aydınlanan kuşlar, nasıl olur da suçsuz, sebepsiz bir kuşun kanadını yolarlar?

3750. Kanadını yolmak şöyle dursun, onlar, âcizlere yem verirler. O kuşlarda aykırılık ve kin yoktur. Hoş kuştur onlar, hoş kuş!
   Onların hüthüteleri kutlulamak üzere yüzlerce Belkıs’ın yolunu açar;
   Kargaları surette kargadır, hakikatte himmet doğanı “ Mâzâga” sırrına mazhardır onlar.
   Leylekleri “lek, lek “ der ama şüpheye birlik ateşini salar;
   Güvercinleri, doğanlardan korkmaz. Hattâ doğan, o güvercinlerin önünde baş kor.

3755. Bülbülleri, insana vecit ve halet verir; gülistanları, kendi gönüllerindedir.
   Duduları, şeker kaydında değildir. Ebedî şekeri, kendi içlerinde bulurlar.
   Tavusların ayakları bile, bakılsa, öbür tavusların kanatlarından daha güzel görünür.
   Hakan kuşlarının kuru bir sesten ibaret kuş dilleri nerede, Süleyman kuşlarının söyledikleri kuşdili nerede?
   Sen ne bilirsin kuşların seslerini? Bir an olsun Süleyman’ı görmedin ki!

3760. İnsana sesi neşe veren o kuşun kanadı meşrıktan da hariç, mağripten de.
   Her ahengi, Kürsi’den ta yere kadar bütün âlemi doldurur. Azameti yeryüzünden Arşa kadar bütün cihanı istilâ eder.
   Bu Süleyman’a uymayan kuş, karanlığa âşıktır. Yarasaya benzer.
   Ey kötü yarasa, Süleyman’a alış da ebediyen zulmette kalma.
   Oraya doğru bir arşın gitsen arşın gibi ölçü kutbu kesilir, her tarafı ölçer biçersin.

3765. Irgalaya bocalaya topal ,topal bile olsa o tarafa sıçradın mı topallıktan da kurtulursun, sakatlıktan da!

                                                     Tavuktan çıkan kaz palazları

   Seni tavuk yetiştirdi, kanadının altında büyüttü. Sana dadılık etti ama sen yine kaz palazısın.
   Anan o denizin kazıdır. Ancak dadın toprağa mensuptu, dadın bu kuruluğa tapardı.
   Gönlündeki denize olan meyil yok mu.. o tabiat, sana anandan mirastır.
   Fakat kuruluğa olan meylin de dadından geçme. Bırak dadıyı, onun reyi kötü, isabetsiz!

3770. Dadıyı karada bırak,yürü, kazlar gibi mâna denizine koş, dal denize!
   Anan seni sudan korkutursa sakın sen korkma, hemen denize koş!
   Sen kazsın, karada da yaşarsın, denizde de. Kümes hayvanları gibi kokuşuk kümesli bir hayvan değilsin ya.
   Sen “Kerremnâ” hükmünce bir padişahsın ki hem karaya ayak atabilirsin, hem denize!
   “ Ve hamelnâhüm fil berri vel bahri” hükmüne mazharsın. Canını karadan kurtar, denize yürüt!

3775. Melekler için karaya yol yoktur. Hayvanların da denizden haberleri yok.
   Sen, ten itibarıyla hayvansın, can bakımından melek. Bu suretle hem yerde yürürsün,hem gökte.
   Bu suretle, ben de zahiren sizin gibi insanım ama hakikatte gönlüm, vahye kabiliyetli.
   Bu toprağa mensup kalıp, yer üstüne düşmüş ama bu çeşit adamın ruhu, o güzelim gökte çark urup durmakta.
   Yavrum, biz umumiyetle su kuşlarıyız, dilimizden de ancak deniz anlar.

3780. Hulasâ  Süleyman denizdir,biz kuşlara benzeriz. Ebede kadar Süleyman’da seyredip duruyoruz.
   Süleyman’la gel , ayağını denize bas ki su, Davud’a olduğu gibi sana da yüzlerce zırh yapsın.
   O Süleyman, meydanda, herkesin gözü önünde. Fakat haset kıskançlık göz bağıcı ve büyücü.
   O bizim önümüzde.. bizse cahillikten, uykudan, herzevekillikten onu görmemekte, ondan meyus olmaktayız.
   Gök gürlemesi, susuzun başını ağrıtır.Bilmez ki kutlu bulutlardan rahmet yağdıracak!

3785. Onun gözü akar suda.. gökten yağan rahmet suyunun zevkinden haberi bile yok!
   Himmet atını sebebe doğru sürdü de bu yüzden müsebbipten mahrum kaldı.
   Fakat müsebbibi apaçık gören cihan sebeplerine gönül kor mu?

            Hacıların ,çölde tek ve tenha ibadet eden bir zâhidin kerametine hayran olmaları

   Çöl ortasın da bir zâhit vardı. Abbadiye kabîlelerine mensup olanlar gibi ibadete de dalmış, kendisinden geçmişti.
   Hacılar civar şehirlerden gelip oraya ulaştılar, o kupkuru yerde bir zâhit gördüler.

3790. Zâhidin yeri kaskatıydı. Fakat kendisinin mizacı yumuşak. Çölün samyeli, âdeta ona ilâç kesilmişti.
   Hacılar, onun yalnızlığına ,o âfetler içinde selâmette oluşuna şaştılar.
   Kum üstünde namaza durmuştu. Kum, öyle bir kumdu ki hararetinden tenceredeki su bile kaynar, coşardı.
   Halbuki dersin ki o,sanki bir yeşillikte bir gülistanda, yahut Burak’a ,Düldüle binmiş!
   Yahut da ayağının altında ipekli örtüler, kumaşlar var samyeli ona sabah rüzgârından daha hoş!

3795. O namaz kılarken hacılar beklediler. Zâhit, uzun bir fikre dalmış, kendisinden geçmişti.
   Neden sonra istiğraktan ayıldı, kendisine geldi. Hacıların içinde gönül gözü açık birisi,
   Gördü ki, zâhidin elinden, yüzünden sular damlamakta, elbisesi aptes suyundan ıslak.
   “ Bu su nereden?” diye sordu. Zâhit , elini kaldırıp “Gökten” diye cevap verdi.
   Adam, “ Kuyu” ip yokken ne vakit istesen su bulabilir misin? Hemen yağmur yağar mı?

3800. Ey din sultanı, müşkülümüzü halleder hallet de yakına erelim.
   Sırlarından bir sırrı bize de göster de bellerimizden zünnarları kesip atalım” dedi.
   Zâhit, gözlerini göğe kaldırarak dedi ki: “Yarabbi, hacıların duasına icabet et.
   Ben gökten rızık aramaya alışmışım, sen bana gökten kapı açtın.
   Ey Lâmekân âleminden mekân izhar eden, ey “Rızkınız göktedir” sırrını ayan eyleyen!”

3805. ZÂhit, bu münacattayken hemen su sömüren fil gibi bir lÂtif bulut peyda oldu.
   Bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı, derelerde, mağaralarda gölcükler meydana geldi.
   Bulut, tulumlar gibi gözyaşı döküyordu.Hacıların hepsi mataralarını açtı.
   İçlerinden bir bölük halk o şaşılacak şeyler yüzünden bellerindeki zünnarları kestiler.
   Bir bölüğünün de bu hayret edilecek şey yüzünden yakini arttı. Allahı, doğru yolu daha iyi bilir.

3810. Bir bölüğüyse bu kerameti kabul etmeyip hamhalat bir halde ebedî nâkıs olarak kaldı, söz de burada bitti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder