2 Haziran 2016 Perşembe

Maarif Sultan Veled

MAÂRİF-İ HAZRET-İ SULTAN VELED
Meliha Ülker ANBARCIOĞLU
ÖNSÖZ
Maârif adlı bu eserin yazan, Bahaeddin Sultan Veled, 25 Rebiülâhır 623/25 Nisan 1226 tarihinde, şimdi
Karaman denilen, Lârende kasabasında doğdu.
Babası, XIII. yüzyılda Anadolu'da yaşayan büyük Türk mutasavvıfı ve şâiri, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî,
annesi, Mevlânâ'nın lalası ve dostu olan Semerkandlı Şeyh Şerefüddin'in kızı Gevher Hatun'dur.
Oğlunu çok seven Mevlânâ ona babasının adını vermiştir.(1)
Mevlânâ ve yakınları tarafından Bahaeddin diye çağırılan müellif, daha çok Sultan Veled olarak bilinir.
Gevher Hatun'un küçük oğlu Alâeddin'in doğumundan bir süre sonra ölmesi üzerine, küçük yaşta
annesiz kalan Sultan Veled'le, dadısı Kiramana ve üvey annesi Kira Hatun'un annesi Büyük Kira

Hatun
meşgul olmuşlardır.
Eflâki'nin başkalarından naklen Sultan Veled'in çocukluğu hakkında yazdığı şeylerden, Mevlânâ'nın

da
çocuğu ile çok yakından ilgilendiğini anlıyoruz: "Hazret-i Sultan Veled küçükken dâima Hazret-i
Mevlânâ'nın kucağında uyurdu. Mevlânâ namaza kalkınca o uyanıp ağlardı. Bunun üzerine Mevlânâ,
çocuğunu avutmak için namazı bırakır, onu kucağına alırdı. Annesinin sütünü istediği zaman da onu,
baba sevgisinin sâf sütü ile doyururdu. Bu mânevi sütle doyan Sultan Veled, tekrar uyurdu."
(Manâkıb al-'ârifîn s.428).
Çocukluğu hakkında daha fazla bir şey öğrenemediğimiz Sultan Veled'in ilk öğrenime nasıl ve ne

zaman
başladığına dair etraflı ve kesin olarak bir şey bilmiyoruz. Yalnız, aydın bir baba olan Mevlânâ'nın

lüzum gördüğü andan
itibaren çocuğunun eğitim ve öğrenimi ile bizzat meşgul olduğu bir gerçektir.
Sultan Veled'in bir hâtırasını anlatırken: "Henüz küçüktüm; yeni yetişiyor, yeni yazı yazıyordum."
(Manâkıb al-ârifin s.441) demesi, Mevlânâ'nın bu lüzumu ne kadar erken gördüğünü açıklıyor.
Böyle iyi bir hazırlık devresi geçirdiği kuvvetle tahmin edilen Sultan Veled, daha sonra, yine

Mevlânâ'nın gerek
görmesi üzerine, daha sistemli bir şekilde öğrenmek ve yetiştirmek için, küçük kardeşi Alâeddin ile

beraber, dedesi Şeyh
Şerefüddin'in yönetimi altında, önce Haleb'e daha sonra Şam'a gitmiştir. Eflâkî, bir vesile ile,

çocukların Şam'da uzun
zaman kaldıklarını yazıyor; fakat ne zaman gittiklerini, ne kadar kaldıklarını ve hangi medreselerde

okuduklarını
söylemiyor. Mevlânâ'nın da bu sırada çocuklarına büyük babalarına itaat etmeleri ve onu

incitmemeleri için yazdığı,
onların öğrenmeleri kadar eğitimleri ile de ilgilendiğini gösteren bir mektup (Mektubat-ı Mevlânâ'da)
2
vardır. Fakat bu
mektuptan da bahsedilen tarihleri öğrenemiyoruz.
www.semazen.net
Dinî ilimleri öğrendikten sonra Konya'ya dönen Sultan Veled, babasının bulunduğu her toplantıya

katılmış,
buradaki ilmî, dinî ve tasavvuf! konuşmaları büyük bir dikkatle izleyerek, bilgisini ve görgüsünü

artırmıştır.
Eflakî eshâbın ileri gelenlerinden Mevlânâ Hüsâmeddin iskender, Cemâleddin Kumrî, Siraceddin

Tatarî ve
imam İhtiyarüddin'den naklen şöyle anlatmaktadır: "Sultan Veled, babasından hiç ayrılmazdı; hattâ

gençlik
çağına kadar daima babasının yanında otururdu. Gençliğinin ilk devrelerinde birçok kimseler onu
Mevlânâ'nın kardeşi zannederlerdi. Mevlânâ de bu benzerliğe: "Sen, insanların iç ve dış yaratılışları
bakımından, bana en çok benzeyenisin" sözüyle işaret etmiştir." (Manâkıb al-arifin s.428) Ve yine

Allahsal dost
Siraceddin Mensevihan şöyle rivayet eder ki: "Bir gün Hazret-i Mevlânâ'nın ziyaretine büyük adamlar
gelmişlerdi. O gün, marifet esnasında, Mevlânâ, Musa'nın asasının vasfını anlatıyordu: "Musa'nın

asası,
sihirbazların yetmiş deve yükü ipini ve uydurma takımlarını, Allah'ın yardımı ile, öyle yuttu ki,
onlardan en küçük bir iz kalmadı. Böyle hepsini yok ettiği halde, ne büyüdü ne de küçüldü. Şimdi bu
eşsiz, benzersiz işe nasıl bir örnek verelim ki, insanların aklına sığsın ve bunun yardımı ile onu
kavrayabilsinler"2 dedi ve daima babasının inayet gözünü gözleyen Hazret-i Veled'e: "Bahaeddin,

mânayı sen
açıkla", diye iltifat etti. Hazret-i Veled, yere kapanıp, bunun örneği şudur: "Bir kimsenin büyük bir

sarayı olsa;
karanlık bir gecede, bu saraya yanan bir mum getirseler; bu mumun ışığı, sarayın içindeki karanlığı
öyle yutar ki, karanlıktan bir eser kalmaz. Buna rağmen mum, ne artar, ne de eksilir" dedi. Bunun

üzerine
Hazreti-i Mevlânâ hemen kalkıp, Sultan Veledi kucakladı, gözlerinden öptü ve durup durup aferin
Bahaeddin! aferin!... İyi anlattın, nadir bir inciyi deldin "buyurdu". (Manâkıb al-arifin s.431)
Eflâki'de bulunan bu ve daha bunun gibi rivayetlerden, Sultan Veledin babasının bulunduğu

toplantılara iştirak
ettiği anlaşılmaktadır. Mevlânâ'nın bu toplantılarda, oğlunun bilgi ve anlayış derecesini tâyin etmek

ve konuşmalarını
onun ve başkalarının anlayabileceği, faydalanabileceği bir hale getirmek için bir şekilde oğlunu

denediği anlaşılıyor. Sultan
Veled'in yirmi yaşında halvete girip çile çıkarması, bu tarz bir yetişmenin onun için ne kadar verimli

olduğunu gösterir,
Eflâkî, başkalarından naklen, bu olayı bütün ayrıntıları ile anlatıyor: "Hazret-i Veled, yirmi yaşında

iken, bir gün
Hazret-i Mevlânâ'dan, halvete girip çile çıkarmak için izin istedi. Mevlânâ: "Bahaeddin, halvet
Muhammed ümmeti için değildir; bizim dinimizde bid'attır. Fakat Musa ve İsa'nın -Onlara selâm
olsun- şeriatında halvetin yeri vardır. Bizim bütün bu çalışıp çabalamalarımız, oğullarımızın ve
dostlarımızın, rahat ve huzurunu yerine getirmek içindir. Halyete lüzum yok; zahmet çekme,
mübarek vücudunu inciltme." buyurdu. Fakat Hazret-i Veled: "Mutlaka kırk gün halvette kalıp, çile
çıkarmak istiyorum. Yalnız, Hazret-i Hüdavendigâr'dan himmet ve kuvvet dileyecektim." diye ısrar
edince, Hazret'i Mevlânâ, izin verip bir halvet hazırlattı ve halvete girdikten sonra ona ara sıra çiçek

getirmelerini
tenbih etti. Üç günde bir, Şeyh Salâhaddin ve Mevlânâ Hazretleri, halvetin etrafında dolaşıyor ve onu

yüklüyorlardı. Kırk
gün tamam olunca, yaranın ve büyüklerin hepsi, gûyendelerle hâzır olup, büyük bir gurur ve saygı

içinde halvetin kapısını
açtılar. Hazret-i Mevlânâ, Hazret-i Veled'in, nura batmış ve yüzünün başka bir şekil almış olduğunu

gördü. Hazret-i Veled
de, babasının yüzünü görünce yere kapanıp, babasının mübarek ayaklarına sarıldı ve uzun uzun onları

öptü. O gün
Mevlânâ, ne kadar çok bağışta bulundu! Dostları sevinçlerinden semâ etmeye başladılar. Mevlâna

birçok hil'at
bağışladılar.
Semâ bitti; ortalık tenhalaştı, en yakın dostlardan başka kimse kalmamıştı. Hazret-i Mevlânâ:

"Bahaeddin,
haydi! bizim Şeyh Salâhaddinimizin huzurunda, halvette iken Allah'ın sana bildirdiği sırlardan bir
remiz söyle, çünkü halvet erbabı, onun tadını almadan yapamazlar" buyurdu. Hazret-i Veled, yere
kapandı ve: "Halvetin otuzuncu günü yüksek dağlar gibi, rengârenk nurların, birbiri arkasından
gözlerimin önünden geçtiğini gördüm ve o nurun arasından, "Allah bütün günahları bağışlar", diyen

bir
ses duydum. Bu ses, birçok defalar akıl kulağıma geldi; bu sesin etkisiyle aklım başımdan gitti,
kendimden geçtim. Yine, gözümün önünde kırmızı, yeşil ve beyaz nurların peyda olduğunu ve bunların
ortasında, "Senin benden yüz çevirmenden başka, bütün günahların affedilir." ibaresinin yazılı
bulunduğunu gördüm. Mevlânâ, çığlık kopararak dönmeğe başladı. Dostlar, kıyametler kopardılar.

Bunun üzerine,
Mevlânâ: "Bu söylediklerin gerçekten, gördüğün ve işittiğin gibidir, hattâ anlattığının yüz katıdır;

fakat
şeriatın namusu ve şeriat sahibine uymak için, bu sırları kimseye söyleme, gizli tut. Çünkü, çalmadan
oynayan bu insanlar, eğer bu gerçeklerin sırrına vâkıf olurlarsa, yıkıcılığa başlarlar. Ümmetten
gönülleri zayıf olanların ise, sırları bilmeye tahammülleri yoktur.Bunlar Allah'ın hikmetlerinden
habersiz, beşer suretinde eşeklerdir" buyurdu.( Manâkıb al-arifin 421-4)
3
Bu şekilde oğlunun istediği gibi yetişmesinden, olgunlaşmasından memnun olan Mevlânâ, sevincini

ve oğluna
verdiği değeri: "Bahaeddin, benim bu âleme gelişim, senin zuhurun içindir. Benim bütün söylediklerim,
nihayet sözlerimden ibarettir. Halbuki sen, benim işim ve eserimsin." sözleriyle ifâda ediyor.
Sultan Veled, yalnız babasından faydalanmakla kalmamış, gençliğinin ilk devrelerinden itibaren

sırasiyle
Mevlâna'nın bozan etkisinde kaldığı, ekseriya etkide bulunduğu ve büyük bir değer verdiği, Seyyid

Berhaneddin
Muhakkik Tirmizî, Şemseddin Tebrizî, Salahâddin Zerkûbî ve Hüsameddin Çelebiden de feyz almış,

bunlara gösterdiği
www.semazen.net
saygıya karşılık, hepsinin sevgisini kazanmıştır. Mevlânâ'nınki kadar derin, kuvvetli ve devamlı

olmamakla beraber, bunların
da sırasıyla Veled'e tesir ettikleri anlaşılıyor. Meselâ dilimize çevirdiğimiz Maârif adlı bu kitapta bu

etkinin izlerini açıkça
görmekteyiz.
Eflâki: Hazret-i Veled, Hazret-i Seyyid Burhaneddin'i canının ve gönlünün kıblesi yapmıştı. Ona
pek çok hizmet ve hürmette bulundu. (Manâkıb al-ârifİn s.429) yazıyor. Yine Eflakinin Seyyid

Burhaneddin'e
ait olduğunu söyleyip kaybettiği bir hikâyeyi Sultan Veled. Maârifinde anlatıyor. Seyyid Burhaneddin

638/1240
tarihinde öldüğüne göre, Veled bu tarihte henüz on beş yaşında genç bir çocuktur. Onun bilgisini

tamamen kavrayacak bir
çağda olmamakla beraber, etkisinde kalması mümkündür. Ona saygı göstermesi ve hizmetinde

bulunması da bunu
gösterir. Sultan Veledin bu şahsiyetlere lâzım gelen önemi vermesinde babasının büyük bir etkisi

olduğu gibi, kendi
"değerlendirme yeteneğinin" de payı vardır. Mevlânâ, oğlunu Şems'e murîd yapmıştır; (Manâkıb

al-'ârifın s.333) Sultan
Veled ise, babasının ölümünden sonra, içten gelme bir kadirbilirlikle, kendiliğinden, Hüsameddin

Çelebi'nin mürîdı
olmuştur.
643/1245 tarihinde Konya'yı terkederek Şam'a giden Şems'i davet için Mevlânâ, Sultan Veledi Şam'a
göndermişti. Salihiye denilen bir kervansarayda Şems'i bulan Sultan Veled, bir hayli rica ve ısrarda

bulunarak, nihayet
onu birlikte Konya'ya dönmeğe razı etti. Şems'i kendi atına bindirip, kendisi yaya olarak Şam'dan

Konya'ya kadar geldi.
Yolda, Şems onu ata bindirmek istedikçe "Şah atlı, köle atlı, böyle şey olur mu?" diye bu teklifi kabul

etmedi. Şems
Konya'ya gelince, Mevlânâ ve dostlarına Sultan Veledin bu hizmetini övmüş ve "Ulu Allah'ın

bağışlarından iki
şeyim var: Başım ve sırrım. Başımı içtenlikle Mevlânâ'nın yolunda feda ettim. Sırrımı Bahaeddin'e
bağışladım. Eğer Bahaeddin'in ömrü, Nuh'unki kadar olsa ve bunun hepsini harcasa idi, bu yolculukta
benden elde ettiği feyzi elde edemezlerdi. Kendisini sizin de ödüllendireceğinizi ve onun kâmil bir pir,
büyük bir şeyh olacağını umuyorum." sözleriyle Veled hakkında iltifatta bulunmuştur (Manâkıb

al-arifin s.377-379).
Oğlunun, sevdiklerine karşı, bu türlü hizmetlerde bulunmasından çok memnun olan Mevlânâ, bir gün

medresenin
duvarına: "Bizim Bahaeddinimiz bahtlıdır. İyi yaşıyor ve rahatça ölecek." diye yazmıştır.
Sultan Veled, Şems'in tamamen kaybolmasından sonra, babasının teveccühünü kazanan Şeyh

Salâhaddin
Zerkûb'un da ilgisini çekmiş, onun itimadını ve sevgisini kazanmıştır. Bir gün şeyh kendisine:

"Bahaeddin, benden
başka bir insana bakma, kimseye iltifat etme. Gerçek şeyh benim. Öteki şeyhlerin sözleri zararlıdır."
öğüdünü vermiştir (Manâkıb al-'ârifın s.383).
Sultan Veled, bu zatın kızı Fatma Hatun ile evlenmiştir. Bu hanımdan ilk çocuğu Arif Çelebi'nin doğum

tarihi,
Eflakinin yazdığı gibi 670/1271 olmayıp, 660/1261 olur ve şeyhin ölümü 662/1263 yılında kabul

edilirse, Fatma Hanım
evlendiği zaman, babasının hayatta olması mümkündür. Eflâki: "Hazret-i Sultan Veled, bir gün

kayınpederi Şeyh
Salâhaddiriin huzurunda vaaz etmek istedi" diye Şeyhten, Sultan Veledin kayınpederi olarak söz

ediyor. Bir yerde de,
Sultan Veledin kayınpederi Şeyh Salâheddin hakkında gösterdiği alçak gönüllülük anlatılamaz, diyor.

Bunlar, Sultan Veledin
evlendiği zaman, kayınpederinin hayatta olması ihtimalini kuvvetlendiriyor.
Fatma Hatundun Mevlânâ'nın evinde büyüdüğünü ve Mevlânâ'nın kendisini çok sevdiğini, ona okuyup

yazmayı
öğrettiğini, babası Şeyh Salâhaddin'i çok sevdiği için, kızını oğlu Sultan Velede aldığını ve Fatma

Hatun'un dindar, faziletli,
kerametler gösterecek kadar ermiş bir kadın olduğunu Eflâki'den öğrenmekteyiz. (Manâkıb al-ârifin

s.392). Fatma Hatun,
Mevlânâ'nın kendisine gösterdiği yakınlığı: "Benim hakkımda, küçüklüğümden beri inayeti vardı.

Bana
büyüklük ve babalık ederdi." sözleriyle doğruluyor. (Manâkıb al-ârifin s.452), Sonradan, Mevlânâ'nın

Fatma Hatun'a
yazdığı bir mektup, Eflaki'nin rivayetlerini doğrulayıcı niteliktedir. Mevlânâ, Sultan Velede Fatma

Hatun'u üzdüğü için çok
sert bir mektup yazarak, karısını hoş tutmasını tenbih etmiştir.
4
Bir gün, Büyük Kira Hatun, evdeki hizmetçilere iyi davranmadığı için, Sultan Veledi babasına şikâyet

etmişti. Bunun
üzerine Mevlânâ: "Allah Bahaeddin'i seviyor, ona sert söz söyleyemem o, hareketlerinde serbest ve
kendisine boyun eğilecek bir insandır." sözleriyle oğlunu müdafaa etmişti. Halbuki, gelinine yazdığı

mektuplarda,
Sultan Veled kendisini incitmeye devam ederse, ona selâm bile vermeyeceğini, hattâ cenazesine
gelmemesini vasiyet edeceğini söylemiştir.
s Allah'ın bile sevdiğine inandığı oğluna o kadar sert davranması için
Mevlânâ'nın Şeyh Salâhaddin'in hâtırasına ve gelininin haklarına, büyük bir önem vermiş olması

gerekir.
Şeyh Salâhaddin Zerkûb'un ölümünden (1261) sonra Mevlânâ, mürîd-lerinden Hüsameddin Çelebi'yi

halife
seçmişti. Etrafındakiler gibi Sultan Veled de bu seçime taraftar olmamakla beraber, babasına

duyduğu büyük saygıdan
düşüncelerini açıklamamıştır. Son günlerini yaşayan Mevlânâ'ya eshâbın, kendinden sonra halifenin

kim olacağını ve
Bahaeddin için ne vasiyet edeceğini sormaları üzerine Mevlânâ, ilk soruya: "Hüsameddin Çelebi,

ikinciye ise, o
pehlivandır, vasiyete ihtiyacı yoktur
"
cevabını vermiştir (Manâkıb al-ârifın s.300).
Mevlânâ'nın 672/1213 tarihinde ölümünden sonra, Sultan Veled, babasının son arzusuna saygı

gösterip, tesis
etmekte olduğu hAevlevî tarikatının bu şekilde hareket etmekle, kazancını da şüphesiz gözönünde

tutarak,
www.semazen.net
Hüsameddin Çelebi'nin halifeliğini kabul etmiştir. Eflâkî, bu olayı şöyle yazmaktadır: "Hazret-i

Mevlânâ'nın
ölümünden yedi gün sonra, Hüsameddin Çelebi, Hazret-i Sultan Veled'in huzuruna gelerek ona,
babasının yerine geçmesini teklif etti. Hazret-i Veled: Şah'in vasiyeti olduğu gibi hilâfet ve taht
sizindir dedi ve Çelebi'nin elini öptü. Böylece onbir sene onu babasının yerinde görmüş, mürşîd bir
halife bilmiş ve tam bir samimiyetle ona mürîdlik etmiştir (Manâkıb al-ârifın s.429). Sultan Veled de

bunu
ibtidanâme'sinde şöyle: anlatmıştır: "Onun zamanında bizim halifemizdin, bundan sonra da hiçbir

değişiklik
olmayacak. Sen, bir imam gibiydin, biz de imama uyanlardık. Biz, Şah'tan böyle öğrenmiştik. Sen bizim
eninde sonunda halifemizsin ve her iki âlemde şeyhimiz ve rehberimizsin."6
Veled'in bu hareketi, yakınları tarafından iyi karşılanmamış, hattâ Büyük Kira Hatun itiraz ederek,

onu
babasının yerine geçmeğe ve Hüsameddin Çelebi'nin elinden hilâfeti almağa teşvik etmiştir. Bunun

üzerine
Sultan Veled"Ben onu kendime rehber yaptım halife bildim. Ömrüm oldukça onun peşinden
koşacağım" diyerek, sonuna kadar sözünde duracağını belirtmiş ve gerçekten de sözünü yerine

getirmiştir. Maârif de,
bir insanın hayatta iken, yani ölmeden yerini ve işini elinden almanın, köpeklerin bile yapamayacağı,

çok aşağılık bir
davranış olduğunu anlatan Sultan Veled'in bunları yazmasına bu olayın sebep olduğu düşünülebilir.
Nihayet, Hüsameddin Çelebi'yi ölmeden birkaç gün önce, mürîdleriyle beraber ziyarete giden Sultan

Veled,
ağlayıp sızlayarak, ona: "Bu dünyadan göçmenizden sonra benim halim ne olacak? Kiminle oturayım:
Canımın besinini kimden alayım? Gönlümün sırrını kime söyleyeyim? Bu ayrılık derdimin ortağı kim
olacak?" dedi. Hüsameddin Çelebi, yerinden doğrulup Sultan Velede yaslanarak oturdu ve:
"Canım, nurum! üzülme, keder etme. Bundan sonra karşılaşacağın güçlükleri, sana başka bir şekilde

görünmek
suretiyle hallederim. Bu şekilde başka birine ihtiyacınız kalmaz. İrşad için önüne çıkan her suretin

benden başkası
olmadığını bil!" diye onu teselli etmiştir.
7
683/1284 tarihinde Hüsameddin Çelebînin ölmesi üzerine Sultan Veled, büyük bir manevî sarsıntı

geçirmiş, büyük
bir yalnızlık duymuştur. İbtidanâme de bu halini çok samimi ve içli beyitlerle anlatıyor: "O, onyıl sonra

bir gün
hastalandı ve Allah
ının huzuruna gitti. Veled, yetim bir çocuk gibi, yapayalnız kaldı. Korkudan ağladı ve
çok zayıfladı. Çölde, sığınaksız ve kimsenin şefkatini görmeden yaşayan ve şaşkınlık içinde kalan bir
çocuk gibi kendinden ümidini kesti; karanlık ve gam kuyusunda kaldım, diyerek, böyle bir dostun
ayrılığının verdiği üzüntü ve keder ile, başını duvarlara vuruyordu." (Velednâme, s. 123.) Bizzat Sultan
Veled'in anlattığı bu olaylardan, onun Çelebîye olan bağlılığını ve Çelebi'nin de onun üzerindeki büyük

etkisini görmüş
oluyoruz.
Halkın dayanılmaz ısrarı üzerine 683/1224 tarihinde Sultan Veled, halifeliği kabul ederek Mevlânâ

postuna
oturmuştur. Bu tarihten ölünceye kadar bu makamda kalarak eserlerini yazmış, Mev/evî tarikatının

sistemli bir şekilde
kurulmasına çalışmış, babasının esaslarını koyduğu tarikat âdabına yeni bir takım usuller, kaideler

ilâve etmiş, Konya
dışında tekke ve zaviyelerin kurulmasını sağlamıştır. İbtidanâme'de, bu faaliyetini: "Hepsi hakkıyla

rehber oldular ve her
biri şeyh ve rehberliğe lâyıktı. Hepsi bir güneşten birer lâl oldu, hepsine Allah'dan bir müjde erişti;

hepsi mertçe
yollarına devam ettiler; canlarını ve varlıklarını feda ettiler; biz onlar için şecere yazıncaya kadar

onların bağları,
hesapsız meyveler verdi; hepsi Faruk gibi sadakat gösterdiler ve her birinin sesi ayyuka çıktı."

(Velednâme, s. 156).
sözleriyle anlatmaktadır. Eflâkî de, bunu: "Tam yetmiş yıl, durup dinlenmeden babasının sözlerini açık

ve kesin bir
ifade ile takrir buyurdu ve sırların şerhinde, haberlerin tefsirinde yed-i beyzâ gösterdi, bütün Rum

ülkesini değerli
halifelerle doldurdu." (Manâkıb al-'ârifîn s.429) diye yazmıştır.
8
Eflakide bu faaliyet tarzını anlatan daha birçok menkıbeler vardır. Bunların menkıbe tarafları nazar-ı

itibâre
alınmasa bile, ortak ve gerçek olan yanları, Sultan Veledin, etrafını şiddet göstererek değil, zamanını

ve çevresini
inandırabilecek şekilde zekâ ve bilgi mahsulü olan kerametler göstererek kazanmış olmasıdır.

Bundan başka, yaşadığı
devrin politik ve sosyal durumunun da Onun büyük bir nüfuz sağlamasında, rolü vardır. Birinci

Alâeddin Keykubât'tan
sonra Anadolu huzur ve refahını kaybederek Moğol hâkimiyeti altına girmişti. Moğol zulmü ile

memlekette genel bir
huzursuzluk, halkta büyük bir bezginlik meydana gelmiş; bu durum, insanlara gerçek bir mutluluk ve

huzur vaâdeden
şeyhlerin ve dervişlerin, halk üzerinde büyük bir nüfuz elde etmelerini sağlamıştı. Ebedî bir hayata ve

sonsuz bir
mutluluğa kavuşmak isteyen ve manen perişan olan insanlar, mütemadiyen şeyhler ve dervişlere

koşmuşlar, bunların
düşüncelerini yaymakta oldukları tekke ve zaviyelere sığınmışlardı. Sultan Veled'in de babasının

tasavvuf! görüş ve
düşüncelerini yayması ve tarikatını kurup kuvvetlendirmesi için, bu durum çok uygun bir zemin

hazırlamıştır.
Doksan yıllık ömrünü, medreselerin, özel toplantıların dinî, ilmî ve tasavvufî havası içinde, büyük bir

içtenlikle
inandığı şeyleri öğretmek ve yaymak amacı ile bazan sadık bir mürîd, bozan otoriteli bir mürşîd olarak

çalışmakla geçiren
ve halifeliği sırasında Mevlevîliği teşkilâtlı bir tarikat haline getiren Sultan Veled, nihayet 10 Recep

7/2/2 Kasım
1312 tarihinde bir Cumartesi gecesi, sabaha karşı Konya'da öldü.
9 Cenaze namazı, kendi vasiyeti
üzerine Tacedüddin Aksarayî tarafından kıldırılarak, Mevlânâ
ının yanına defnedildi.
10
www.semazen.net
Sultan Veled ölmeden önce şu rubâyiyi ve beyti okumuş: "Benim gibi, ruh âlemine bakınız; aczi

bırakınız,
kudretli olunuz. Zarif insanlar birer birer gittiler. Sıra bize geldi, hazır olunuz." "Bu gece mutluluğa

erdiğim ve kendi
benliğimden kurtulduğum gecedir." (Manâkıb al-arifin s.449).
Risâle-i Sipehsâlâr'da Sultan Veled'in türbesinden üç gün, üç gece göğe kadar nur yükseldiğini,
Konyalıların bu nurun ululuğu karşısında hayran kaldığı ve günlerce ağlayarak yas tuttukları yazılıdır.
(Risâle-i Sipehsâlâr tercümesi s.58) Eflâkî de aynı menkıbeyi tekrar ettikten sonra, dostların, bu

nurun Sultan
Veled'in yerine geçen Ulu Arif Çelebi olduğunu söylediklerini yazıyor. (Manâkıb al-arifin s.448).
Sultan Veledden sonra hilâfete, Mevlânâ'nın hakkında: "Bahaeddin, ben bu çocukta"yedi velinin"

nurunu
görüyorum; bizim Arifimiz Kutupların nurunu kendinde toplamıştır", buyurduğu Celâleddin Feridun Ulu

Arif Çelebi
geçmiştir.
Eflâkînin Ulu Arif Çelebîden naklen yazdığı şu hikâyeden Sultan Veled'in Fatma Haturiun ölümünden

sonra Nusret
Hatun ve Sünbüle Hatun ile evlendiğini ve bunlardan da üç oğlu olduğunu öğreniyoruz: "Bir gün

muhterem babam
çok hastalanmış, dostları ondan ümitlerini kesmişlerdi. Annem Fatma Hatun, bu sırada bir gece
babamın başı ucunda sessiz sessiz ağlayarak murakabeye dalmıştı.Birdenbire, babam gözlerini

açarak,
Fatma Hatun üzülme, hakkını helâl et. Bu dünyadan göçmenin sırası geldi. Ben ölüyorum, dedi.

Annem
de: "Hayır! Hayır sen ölmeyeceksin, ben senden önce öleceğim, sen beni mübarek ellerinle toprağa
teslim edeceksin; üzülme, için rahat etsin. Benden sonra bir kadınla evleneceksin, bundan bir oğlun
olacak, bundan sonra biriyle daha evleneceksin, bundan da iki oğlun olacak. İşte, çocukların baba,
baba diye etrafında dolaşacaklarını görüyorum, dedi. Sultan Veled gerçekten, Fatma Hatundan

sonra, evvela
Nusret Haturila, daha sonra Sünbüle Hatunla evlenerek birinci hanımdan bir, ikinciden iki oğlu

olmuştur. Bunlar
sırasiyle Âbid Çelebi (Doğumu: 682/1283, ölümü: 730/1329), Emin Zâhid (Doğumu: 686/1287, ölümü:

735/1334)
ve Çelebi Vâcid'dir (Doğumu: 685/1286, ölümü: 734/1333) (Manâkıb al-'ârifin s.446). Olu Arif Çelebi'nin

718/1319
tarihinde ölümünden sonra, hilâfete kardeşi Hüsameddin Âbid Çelebi geçmiş, 730/1329'a kadar bu

görevde kalmıştır.
Bunun da yerine kardeşi Vâcid Çelebi geçerek 734/1333 tarihine kadar halifelik yapmıştır. Zâhid

Çelebi Mevlânâ
postuna oturmamıştır.
Sultan Veled'in ilk eşi Fatma Hatun'dan Mutahhara Âbide ve Saraf Arife adlı iki kızı da vardır.

Mutahhara Hatun'dan
doğma Hızır Paşa ve Burhaneddin İlyas Paşa ve Âmir Şah adında 4 torunu bilinmektedir.
Sultan Veled'in kişiliği:
Veled râ, nist ney Um u ney velayet
Cüzan ilm u velayet keş peder dâd.
"Veledin babasının verdiği ilim ve velayetten başka bir ilmi ve velayeti yoktur." Ve "Benim
bütün zahirî ve batini ilimlerim o Sultanın bereketindendir." Diyen Sultan Veledin Divan'ı Mesnevileri

ve
Maârifinden ibaret bulunan eserleri, onun bu sözlerinde ne derece haklı olduğunu göstermektedir.

Yukarıda
bahsedilmiş olduğu üzere, Mevlânâ'dan gerekli dinî ve tasavvuf! bilgileri elde eden Sultan Veled,

bunları yalnız
öğretmekle yetinmemiş bilgilerini başkaları için faydalı bir hale getirmeğe ve öğretmeğe de

çalışmıştır.
Risâle-i Sipehsâlâr, onun bilgisini ve faaliyetini şu şekilde anlatıyor: "Hazret-i Sultânü'l-mahbubîn,
Maşuku'l-evvelin ve'l-âhirîn Arüfü'l-esrar-ı Uluhiyyet, cemi ulûm-i resmîde bir deryâ-yı bikerâne bir
padişah idi. Cemi âlemin paslanmış âyine-i derûnundan müşkilât-ı müphemelerini başka müşahade
ile hal buyurdu. Sırr-i lübb-i dekâyıki ber aheng-i katı ve delâil-i vazıh ile kamu huzzâr üzere rûşen
ve hüvveydâ buyururdu. Kamu fuzelânın ve ülema-yı ümmetin hayret parmağı dehân-ı hacâletlerinde
kalırdı. Hacle neşinân-ı Hazret-i Kuds ve mücavirân-ı Hazret-i üns ol Hazretin hakkında:
"Aleyke 'aynullah" dediler (Risale-i Sipehsâlâr tercümesi s.57).
Eflâki de onun ilmini anlattıktan sonra onun öğretim faaliyetini şöyle Övmektedir: "Pek çok

düşüncesiz ve
duygusuzları arif ve âlim yaptı. Babasının bütün sözlerini başka başka misâller ve eşsiz nazirelerle
anlattı ve okuttu. "El veledü sırri ebih" hadîs-i nebevisi sanki Hazret-i Sultan için varidî olmuştu
(Manâkıb al-ârifîn, s.429).
www.semazen.net
Sultan Veledin dinî, şer'î ve tasavvuf! kültürünün değeri onun bu geniş ve köklü bilgisini herkesin
faydalanabileceği bir hâle getirmiş ve dâima bu gereği duymuş olmasından ileri gelir, Böyle yapmamış

olsaydı, bilgisinin
ayrı bir özelliği olmayacak ve tekrara düşecekti. Babasının fikirlerini yayamıyacak, tarikatını tesis

edemeyecek, babasından
ayrı bir kişiliği de olmayacaktı. Henüz babası hayatta iken bu işin önemini kavrayan Sultan Veled,

daha sonra eserlerini
bilhassa bu maksatla meydana getirmiş ve vaâzlerinde ve özel musahabelerinde bu noktaya büyük

bir önem vermiştir.
Sipehsâlâr Risâlesi'nden bazı hususlarda, güçlükleri bulunan mürîdlerin bunları çözmek için, Sultan

Veledin, eserlerine baş
vurduklarını, bu şekilde de güçlüklerini çözümleyemeyince Sultan Veledin bunları, onlara bizzat

açıkladığını
öğreniyoruz. Daha önce de anlattığımız gibi, bu şekilde davranmasında Mevlânâ'nın da başlangıçta

önemli bir etkisi
olmuştur. Sultan Veled, bu tarzda çalışmasaydı Mevlânâ'nın değeri, onu anlamağa, bilgileri ve

anlayışları yeterli
olmayanlar tarafından lâyıkı ile takdir edilemeyecekti. Onun gösterdiği bütün bu gayrete rağmen,

zaman zaman babasının
büyük düşüncelerini ve samimi hareketlerini mâkul karşılamayanlar, onun yakınlarına olan bağlılığını

anlamayanlar
olmuştur. Bu, Mevlânâ'nın onların kavrayamayacağı kadar her hususta onlardan ileri oluşunun doğal

bir sonucu idi.
Mevlânâ:
Murdem ender hasret-i merd-i durust
Anki mîguyem be kadr-i fehm-i tust
(Akıllı, anlayışlı, bir insanın özlemiyle öldüm.
Bu söylediklerim, sadece senin anlayışın ölçüsündedir) beyti ile kendi üstün düşüncesini ve ileri

görüşünü
vurgulamaktadır. Sultan Veled bütün güçlüğüne rağmen, büyük mürşîd ve mürîdleri arasındaki bu

uzun mesafeyi
kısaltmağa, mürîdi, müride eriştirmeğe çalışmıştır. O Veled Mevlânâ'nın yakınları için de aynı şekilde

uğraşmış, bu yüzden,
bazan mürîdlerin düşmanlığını kazandığı olmuştur. İbtidanâme'nin önsözünde: "Şemseddin Tebrizî ile

Şeyh
Salâhaddin ve Çelebi Hüsâmeddin gibi Mevlânâ halifeleri, velayet, ululuk ve ilimleri ile tanınmışlardı.
Ama, onlar benim sözlerimle meşhur oldular." diyerek işinin önemini belirtiyor. Haklı olarak duyduğu

bu gururu
bazan yenemediği görülür. Sultan Veled bir mecliste Şeyh Salâhaddin'in huzurunda vaaz etmek

istemiş; bunun üzerine
Şeyh: "Sen dinle, marifet ve mev'izeyi ben söyleyeyim. Vahdet âlemine ikilik sığmaz." diyerek onu

susturmuştur. Bir
defasında da Mevlâna'yı inkâr edenleri parça parça etmeyi düşünürken
Mevlânâ kendisine:
"Bahaeddin, eğer cennette olmak istersen, herkesle dost ol,
kimseye kin besleme, herkese tevazu göster,
başkalarından ileri olmak isteme ve olma.
Mum ve merhem gibi yumuşak tabiatlı ol. İğne gibi batıcı olma.
Sana kimseden kötülük gelmemesini istersen,
kötü şeyler düşünme ve öğrenme." öğüdünde bulunmuştur.
Mevlânâ'nın bu nasihate, oğlunun bu küçük zaafını yenmek için lüzum görmüş olması düşünülebilir.
Eflâkinin anlattığı menkıbeler ve Sultan Veledin eserlerinden anlaşıldığına göre Sultan Veledin

sağlam yapılı ve
düşünceli, müziğe ve nazma vâkıf, keramet derecesinde zeki buluşları olan, düşüncelerini daima açık

ve sağlam bir şekilde
ifâde eden, sözlerinde ve hareketlerinde dâima aklının kontrolü görülen ve çelişkiye düşmeyen bir

kişiliğe sahip olduğu
anlaşılıyor. Eserleri bahsinde görüleceği üzere, manzum ve mensur eserleri ise Sultan Veledin şairliği

ve
mutasavvıflığının derecesini belirleyecek niteliktedir.
www.semazen.net
Eserleri:
Sultan Veledin eserleri Mevlânâ'nınkiler gibi manzum ve mensur olmak üzere ikiye ayrılır.
Babası gibi bir divan üç mesnevi ve bir de mensur Maârifi yazmıştır. Ancak Sultan Veled devrinde

Türkçe'nin
Anadolu'da varlığını kabul ettirecek bir hâle gelmesinden dolayı, eserlerinde Türkçe'ye daha fazla yer

vermesiyle
Mevlânâ'nın eserlerinden ayrılmaktadır.
Sultan Veledin eserleri yazılış tarihine göre sırasıyla şunlardan ibarettir:
I-DİVAN.
Sultan Veledin Mevlânâ'ya uyarak tahminen 660/1267-69/1291 tarihleri arasında tanzim ettiği Farsça

Divan'ında
aruzun muhtelif kalıplariyle yazdığı 925 gazel ve 455 rubai mevcuttur. Hepsi, 12719 beyittir. Bunun

129 beyti Türkçe'dir.
Büyüklerden Kılıç Arslan, Taceddin Hüseyin, Emin Alâmeddin Kayser, Muinûddin Pervane, Sahip Atâ

Fahreddin Âli, Güneş
Hatun, Selçuk Hatun ve Tabib Ekmelüddin için yazılmış övgüler ve mersiyeler müstesna, bütün

gazeller tasavvufi ve
didaktik bir mahiyettedir. Bu gazellerin ve rubailerin en büyük özellikleri ifâdenin hepsinde açık ve

sâde oluşudur."
2-İBTİDANAME
Sultan Veledin 25450 beyitlik üç ayrı ciltten müteşekkil mesnevilerine "Mesneviyât-ı Velediye"

denilir. Bunların
birincisi olan İbtidâname 690/1291 tarihinde yazılmıştır. Ve fâilâtün mefâilün fâîlün veznindedir. Her

birinin başında kısa
veya uzunca mensur bir kısım bulunan 163 parça manzum kısımdan oluşan bu eser Türkçe 80 beyti

ile birlikte
çeşitli yazmalara göre 9 bin ile 10 bin beyit civarındadır. Sultan Veled, bu mesnevide, Mevlânâ ve

onun
hemdemi ve musahibi olanların, Seyyid Burhaneddin Muhakkik Tirmizi, Şemseddin Tebrizî, Salâhaddin

Zerkûbî
ve Şeyh Kerimüddin Begtimur gibi, büyüklerin hal tercümelerini anlatmıştır: Eserin edebi değeri

büyük
olmakla beraber Mevlânâ ve etrafındakiler hakkında müracaat edilecek güvenilir ve önemli bir

kaynak olmak
bakımından bilhassa, değerlidir. Eflâkî ve Risâle-i Sipehsâlâr sahibi Feridun Ahmed eserlerini

yazarken
Ibtidanâme'den çok faydalanmışlardır.
12
3-REBÂBNÂME
Mesneviyât'ın ikinci cildi olan Rebâbnâme'de Hicri 700/1300 tarihinde yazılmıştır. 8000 beyitti ve

fâilâtün fâilâtün
fâilün veznindedir. Mesnevinin sonunda: "Bu defterde bildiğim şeyleri iki yüz şekilde açıklayarak

bildirdim. Bunlar pek
yüksek şeylerken herkesin anlayabileceği bir hale getirdim. Orta halli bir sâlik bile bunları anlayabilir.

O halde
huccetullah benim zamanımda Müslümanlara tamam olmuştur. Bu kitabı okuyup da Hakyoluna

gitmeyen ve
Hakka ermeyen kimse için artık hiçbir sebep kalmamıştır." demekle Sultan Veled, eserinin gaye ve

mâhiyetini
anlatmıştır. Yani bu eserde de tasavvufı düşünce ve öğütler yer almıştır. Bu Farsça mesnevilerden

İbtidanâme'de
80, Rebâbnâme'de de 162 Türkçe ve yine Rebâbnâme'de 26 Rumca beyit mevcuttur.
l3
4-İNTİHANÂME
Mesneviyât'ın' sonuncusu olan Intitanâme'nin yazılış tarihi 700/1303-712/1312 tarihleri arasındadır.

7000
beyittir ve fâilâtün fâilâtün fâilün veznindedir. Bunun da mukaddimesinde Sultan Veled, hikmet ve

vaazların tekrarı
lüzumundan ve ilk iki mesnevisindeki hükümleri başka bir şekilde ifade ettiğinden bahsederek konu

ve mahiyetini belirtmiş
oluyor. Tamamen tasavvufi öğütlerden ibaret olan bu mesnevi de sade ve akıcı bir Farsça ile

yazılmıştır.
Sultan Veledin bu manzum eserleri arasında güzel ve kuvvetli yazılmış gazeller vardır. Ancak

umumiyetle telkin
ve öğretme, eğitme amacıyla yazılan ve şiiri şiir yapan duygu ve hayal gibi unsurlar bakımından zayıf

olan bu
manzumeleriyle, onu bir şair olmaktan ziyade bir nâzım olarak kabul etmek yerinde olur. Bütün

manzumelerde hâkim
olan yegâne unsur, fikirdir. Esasen "Şiirden vazgeç Veled, çünkü Allah tecelli etti. Nazım, şâirlerin

nasibi,
mahvolmak ise, senin kaderindir" ve "Şiirin benim için ne değeri var? Benim şâirlerin hüneri olan şiir
söylemekten başka bir sanatım var." beyitleriyle Sultan Veledin de şairliği kendisine maletmediği

anlaşılmaktadır.
O, şiiri gaye değil, vasıta bilmiştir. Nazmının en büyük özelliği kendisinin de şu rubaisinde söylediği

gibi, ifadesinin açık ve
sâde oluşudur.
Bûd rûşen suhenhâ-yı ki goftem
Suhen râ muşkil u muğlâk negoftem
Hezâran dür-ri deryayı maâni
Berâverdem berâ-yi halk suftem,
www.semazen.net
"Söylediğim sözler aydınlık ve parlaktı. Müşkil ve muğlâk bir söz söylemedim. Mânâ denizinin binlerce

incisini
topladım ve halk için deldim, deldim"
Kâtib Çelebi'nin Keşfü'z-Zunûn adlı kitabında Sultan Veled'in, Nâfı'fılfüru adlı bir eseri daha olduğu

yazılıdır. Bu
eser hakkındaki bilgimiz, yalnızca isminden ibarettir.
14
5- Maârif, konusu, mahiyeti, yazılış tarzı ve tarihi:
Çevirisini verdiğimiz Maârif, Sultan Veled'in Farsça mensur, tasavvufi bir eseridir ve onun tarikat

kuruculuğu
yönünü, diğer eserlerine nazaran daha açık olarak göstermektedir. Maârif ihtiva ettiği bahislere

nazaran muhtelif
uzunlukta elli altı fasla ayrılmıştır. Fasıllara başlamadan önce, Sultan Veled, zamanındaki âlimlerin

peygamberlerin ve
evliyanın her birinin bir mucize ve kerameti tanınmış oldukları görünüşe karşı kendisinin bunlardan

her birinin her türlü
mucize ve kerameti gösterebileceklerine, yalnız onların zamanın ve çevrelerinin ihtiyaçlarını

gözönüne aldıklarına
inandığını ileri sürüyor ve bu görüşünü:"Evliya ve peygamberlerin Allah'dan ayrı bir varlıkları yoktur.
Bunlar, Allah'ın birer âleti hükmündedirler. Allah, her şeyi yapmağa kaadirdir. O halde, bunların da
bazı şeyler yapıp, bazılarını yapmamaları söz konusu olamaz. Onların her şeyi yapabileceklerini, her
türlü mucize ve kerametleri gösterebileceklerini kabul etmek zorunludur." sözleriyle savunuyor. Bu

şekilde
Allah'ın birliğini, bütün kudretin onda olduğunu, onun dışında müstakil bir varlığın olamayacağını

anlattıktan
sonra, ilk fasılda, amelden kastedilen şeyin namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve hacca

gitmek
olmayıp, bunların yardımı ile, insanın ruhunda, manevî bir ilerleme ve gelişmenin meydana gelmesi ve

gerçek
dindarlığın da ancak bu olabileceğini belirtiyor. Diğer fasıllarda, tasavvufa, tarikata ve şeriata dair

ele aldığı
konular, özetle şunlardan ibarettir: Evliya Allah'ın sırrıdır. Allah'ın sırlarını bilmek için onun velîlerini

tanımak,
bilmek lâzımdır. Herkes Allah'ı idraki ölçüsünde anlayabilir. Allah'ın her insandaki tecellisi başka

başkadır.
Mü'min kullarına olan tecellisi, onların kendi indindeki değerleri nisbetindedir... Allah'ı bulmak için,

kâmil velinin
sohbetine mazhar olmak gerekir.
Fakr yolu, şeriatın özüdür. Gerçek kulluk ise, şeriatın dışına çıkmamakdır. Şeriatın aslı ise, Allah'a
yönelmek ve O'na kullukta bulunmaktır.
Nebîler ile aynı özellikleri taşıyan veliler de insanları Hakka çağırırlar. Doğuştan iyi olan her
muhakkik, bu davete uyar.İnsan, ya muhakkik veya mukallittir: mukallitler davete uymazlar. Bununla
beraber insanlar tamamiyle bu cevherden mahrum kalmış değildirler.
Allah'a götüren her vasıta doğru ve Hakk
ı
tandır. Bu dış varlığı muhafaza etmek günahtır. Çünkü ikilik
küfürdür. İnsan kendi varlığından kurtulup Allah
{da yok olunca, Allah'ı görünce Allah olur. Fakat bunu ancak
Allah adamı yapabilir. Binaenaleyh Allah'da yok olmuş. Allah adamından meydana gelen harekette

hiçbir hatâ
olamaz. Nebîler ve velîler de kendilerinden yok ve Allah ile var olmuşlardır.
Küfür insanda yenilgiye uğramış ve nefs de mahkûm olunca, o insan Allahsal (Rabbanî) olur. Her şey
aslında ona döneceğine göre, insan da her şeyin ve kendisinin aslı olan Allah'a dönecektir. Bunun

vasıtası kâmil
bir şeyh veya cezbedir.
Şeyh yeryüzünde Allah'ın halifesidir. Mademki her şey Hak'tandır ve ona döneceğiz, o halde biran

önce
dönmek ve mesafeyi kısaltmak için bir şeyhe tâbi olmak gerekir. Allah, yeryüzüne nebîleri, insanları

hidâyete
yöneltmek ve dalâletten kurtarmaları için gönderilmiştir. Şeyh ve nebiler aynı durumdadırlar. Allah,

şeyh
suretinde Allahlık eder. Her şeyin var olmasında bir neden vardır. İnsan da Allah'ı bilmek için

yaratılmıştır.
Bunun için Allah'ı bilme yolunda her an ilerlemesi gerekir. Yalnız, Allah'ın zatı hakkında düşünmeyip

ancak
sanatı üzerinde düşünmelidir. İnsanda doğrudan doğruya Allah'ın zatını anlama gücü ve yeteneği

yoktur.
Hak velîlerinin kibir ve tevazuları da tamamiyle Allah'dandır. Bir şeyin iyi veya kötü olabilmesi, Allah'ın
rızasına uygun olup olmamasını gerektirir. Fakat kendi varlığından ve benliğinden tamamiyle

kurtulup, boşalan
Allah ile dolan bir insanın işlerinde Allah'ın rızası artık söz konusu olamaz. Böyle bir kimsenin yaptığı

her şey
tamamiyle Allah'ın rızasına uygundur. Çünkü meydana gelen her iş aslında Allah'dandır. Bunları iyi,

kötü diye
ayıran kâfir olur. Allah'ın işlerine itiraz etmemek lâzım geldiği gibi, tarikatta da müridin Allah ile dolu

olan
şeyhinin işlerine karışmaması ve onları olduğu gibi kabul etmesi zarurîdir. Tevhid âleminde tâlib ile

matlup
birdir. Bunları ayrı olarak gören ne tâlibdir, ne de matlub.
Allah, yerin ve göklerin nurudur. Her şeyin canıdır. Bu nurdan ancak mü'min bir kulun gönlünden
parlayarak etrafı aydınlatır; yani Allah mü'min kulunun gönlünde tecelli eder. Allah için ölenler,

görünüşte, ölü,
gerçekte Allah'ın huzurunda ve dindirler. Asıl ölüm, bu şekilde ölmemektedir. Gerçek hayata sahib

olan Allah
ile kaim ve Allah'ın yeryüzünde halifesi olan bir velidir. Bütün bu görülen çeşitli şeylerden Allah'ın

birliğine
doğru gitmek lâzımdır. Hakikatte suretler, mânadan haber verirler. Herkes mânayı doğrudan

doğruya
www.semazen.net
kavrayamaz. Bunu yapabilmek için her mâna bir suret kalıbına girmiştir. Akıllı bir insan, her şeyin

suretinden,
hayalinden o şeyin gerçeğini arar. Bu âlem de âlemin aksi ve gölgesinden ibarettir. Bu âleme gönül

bağlayanlar,
hiçbir şeye eremezler. O âlemi ananlar ise ölümsüzdürler.
Kendini bilen Allah'ı da bilir. Benlik ve bizlik bütün kötülüklerin aslıdır. Hakk yolunu katetmek için

dert
çekmek, sadakat göstermek, şevk ve aşk gerek. Bir insan, maddî varlığından tamamiyle

kurtuluncaya kadar
kendinden emin olmamalıdır. Bu duygular, daima büyük bir tehlikeyle karşı karşıyadırlar. Tehlikeyi
uzaklaştırmak için büyük bir sadakat ve aşk lâzımdır. Çünkü aşk ölmez, ebedîdir. Yaşamak için Allah

aşkı ile
ölmek lâzımdır.
Amel ve tâat insanın aslını değiştirmez. Bunlar, ancak insanda yaratılıştan var olan cevherin ziyan
olmamasını temin ederler. Amel vacibtir. Uyanık bir kul Allah'ı sebepler perdesinden görebilir. İbâdet

ve tâatta
bulunup Allah'dan yardım diler.
Dünya ehline, dünya için tevazu göstermek yanlıştır. Tevazu, Allah'ın rızasına uymak için

gösterilmelidir.
Bu tarz bir davranış, o insanın Allah hakkındaki düşüncelerinin ifadesidir.
Şeyh ve velilerin önünde izzet-i nefsini yokeden, zulmü ve büyüklenmeyi bir tarafa bırakan bir insan,
mutlaka Allah'ın inayetine mazhar olur. Dervişlere saygı göstermek lâzımdır. Sevgi ve düşmanlık da

Allah'ın
rızası için olmalıdır.
Herkesin sırrını Allah ve Allah adamları bilir. Bunlardan başkaları için bu sırlar, bu dünyada

gizlenmiştir.
Kıyamet, benlik perdesinden kurtulmaktan, dalâlet perdesini yırtmaktan ve Allah'ın kemal güneşini

müşahade
etmekten ibarettir. Bunlar da, nebilere bağlanmakla mümkün olabileceğinden, nebilerin ve

peygamberlerin
varlığı bir Kıyamettir. Onlar olmadan kimse, Allah yolunda yürüyemezdi. Allah, yeri ve gökleri, hülâsa

buâlemi
nebiler, abdallar, sâlihler ve âbidler için yaratmıştır. Bunların mirası da su ve topraktan yaratılmış

çocuklara
değil, gerçek manevî çocuklara intikal eder. Yeryüzü mülküne ancak sâlih ve âbid kullar vâris olurlar.

Ve
yeryüzü mülkü tamamen sâlih dervişlerindir.
Yaratıklar üç türlüdür: Hayvan, insan ve melek. İnsanın ilmi ve nutku melekî, cismi ise hayvanidir.

İnsan,
bu cismanilikten yani beşerî vasıflarından kurtulduğu, yani ölmeden evvel öldüğü zaman melek olur.
Allah adamı, içinde bulunduğu her halde taâttedir. Çünkü bütün âlem bilerek veya bilmeyerek Allah'ı
ibâdet ederler. Her faydalı iş, bir nevi ibadettir. Allah'ı bulan her şeye karşı doymuş olan bin insan

güneşe
benzer. Güneş gibi varlığı ile her şeye nur verir. Başkalarına muhtaç değildir.
Allahdan başka her şey yok oldu. Varlığın aslı, bu anlamda yokluktur. Binaenaleyh varlıktan kurtulup
yokluğa koşmak, bunun için de aşk ve vecd lâzımdır. İnsanlar suret, hayal âleminde yaşadıklarında

mânevi
ve hakiki varlıkların tadını bilemezler. Bunun için, Allah, Cennetin güzelliklerini ve Cehennemin

azaplarını
insanlara bu âlemde türlü türlü örneklerle göstermiştir. Suretler fânidir. Suretlerin bulunduğu bu

dünyada
fânidir. Beka, mânaya mahsustur.
Mü'min bir kulun, niyeti amelinden hayırlıdır. Amel bedenin, niyet kalbin işidir. Kendisinin, Allah'ın bir
âleti olduğu hakikatini bilen, Allah'a ulaşır.
İnsan, görünüşte küçük, gerçekte büyük bir âlemdir. Bütün nebiler, velîler ve vâsıllar aynıdır.

Bunlardan
birini görmek, hepsini görmekle birdir. Nebiler muma benzerler. Vahiy nuru ise bu mumun şuleleridir.
Namazda Allah'ı görüyormuş gibi bulunmak lâzımdır. Din yolu, hizmet ve ibâdetle katedilir.
Geçmiştekiler, Allah'a bu şekilde ermişlerdir. İlim ve münazara insanı hiçbir zaman amacı olan

Allahya
eriştirmez.
Bilginler nebilerin vârisidir. Fakat bu bilginlerden, velîleri ve âşıkları kastediyoruz. Bunların bilgisi,
kendiliğinden doğmadır. Kitaplardan öğrenilen bilgilerle nebilerin ve velîlerin bilgisi bir olmaz. Taklidi

ilimle
kimse bu dünya zindanından kurtulamaz. Velîlerin bilgisi, insanı diriltir. İşte bu cins bilgilerle

kısaltılmış olan
bilgiler, velîlerin vârisi olurlar.
Bazı kimselerin şeyhten uzak bulunmaları, ona yakın olmalarından daha hayırlıdır. Allah nebilerinin ve
velîlerinin emir ve menettikleri şeylere karşı koyanların sonu ebedî dalâlettir. Kendini bu emir ve

menedilen
şeylere feda eden, kendi isteklerini bırakıp Allah'ın irâdesi, Kur'an'ın hükmü, velîlerin öğütleri ve

kendi
içlerinden gelen ilhamla yaşayan kimse nadirdir. Bundan başka, Kur'an ve Hadîs'in aracılığı olmadan

hareket
edebilen kimse de vardır. Bunlar, "Allah dilediği şeyi yapar" sırrına mazhar olmuşlardır. Kul olan,

kendi
arzularını terkedip Allah'ın arzusuna uyar. Böyle hareket eden bir kul, sülûkün sonunda öyle bir

dereceye
www.semazen.net
erişir ki, burada her ne yaparsa Allah'ın emri ile yapmış olur. Bu dereceye gelmiş ve bu sırra ermiş

olan bir
kulu, vâsıllar ve Allah'ı bilenlerden başka pek az insan kabul eder ve ona inanır.
Cisimler kesif, ruhlar ise lâtiftir. İnsanın, canını bedeninde görmesi gibi Allah'ı da canında görmeğe
çalışması lâzımdır. Çünkü beden, candan can da Allah'dan diridir. Kendini gören, Allah'ı da görür.

Süflî, ulvî,
nur ve zulmet olarak ne varsa, hepsi insandadır, insanın varlığında, iç âleminde Miraç vardır. Allah'ın

kulları
makbul ve makbul olmayan olmak üzere iki türlüdür. Yetmiş iki milletten yalnız biri Allah'ın indinde
makbuldür. Bunlar da kullar ve âşıklar olmak üzere iki kısımdır. Peygamberler kullukta kâmil ve

mertebe
itibariyle meleklerden daha üstündürler. Âşıklık ise, vehbîdir.
Allah'ın işlerini, Allah için doğru yapmak gerekir.
Bu dünya, bir hayaldir, rüyadır ve bir Cehennemdir. Bunlardan vazgeçmek ise Cennet'e kavuşmaktır.
Fakat bunu yapabilmek, çok güçtür.
Allah'dan başka bir kurtarıcı yoktur.
Evliyaya keramet gösterdikleri için bağlanmak doğru değildir. Bâtıl ehli, Hakk'a yabancıdır. Hikmet
marifet, gerçek sırlar ve menedilen şeyler, herkesin manevi besini olamaz.
Dervişin dünya ve dünya ile ilgili her şeye yi. çevirmesi lâzımdır. Çünkü dünya sevgisi, bütün
kötülüklerin başıdır. İbâdet ve Allah'a kullukta gevşek davranmak, yolunu kaybedenlerin ve

görünüşte dindar
olanların belirtileridir. Allah erleri Allah'ın sıfatı ve ahlâkı ile sıfatlanmış ve ahlâklanmışlardır.
İman, zevk ve şevkten ibarettir. Varlıktan geçmedikçe insan, mutlak yoklukta uçamaz. Benliksizfik
âlemine benlikle mahrem olunabilir mi? Azizlerin sohbeti, uzletten vahdetten, müşahade ve riyazetten

daha
faydalıdır. Şeyhin bir sohbetinden elde edilen fayda, yıllarca ibadet etmekle elde edilemez. Çile

çıkarmak,
evliyanın âdeti değildir. Muhammedîler için bidattir.
Allah'ın tasavvufu gönüldedir. Hayırlı işler aklın sıfatıdır. Esas olan akıldır. Amel ayrıntılardır.
Bir bakışta bütün kerametini müride verebilen şeyh, gerçek şeyhtir. Mürid, şeyhin hizmetinde

bulunur,
şeyhten faydalanırsa, sonunda şeyhin aynı olur.
Allah ile meşgul olmak, zahiren dünya malı ve kaydından kurtulmak değildir. Şeriatlerdeki ihtilâflar

onları
ortaya koyan peygamberlerin tabiatlarındaki ihtilâftan meydana gelmiştir.
Bütün ruhlar, bedenlere inmeden evvel birdiler. Aralarında gerçek bir ülfet vardır.
Maârifte görüldüğü gibi, tevhide ve tasavvufa ait akideler, tarikat âdabına ve şeriata dair kurallar her
fasılda, muhtelif vesilelerle ortaya koyularak, âyet ve hadîsler ile teyid edilmiştir. Sultan Veled inanç

ve
görüşlerini açıklamak için meşhur kıssalardan, babasının ve kendisinin şiirlerinden Senâi ve

'Attar'dan
faydalanmıştır. Bunlardan ayrı olarak verdiği kendi öz buluşları olduğu anlaşılan örnekler, esere

başka bir
özellik kazandırmıştır. Ayetler, Hadisler ve bilhassa Mesneviden alınan beyitler, mısralar, rubâîler, sık

sık tekrar
edilmiş olduğu halde, Sultan Veledin kendi buluşları olan bu örnekler her yerde başka başkadır.

Tekrar edilen
âyetler, hadîsler, manzum parçalar, meseller de esere yeknasaklık vermeyip, aynı mahiyette, fakat

çeşitli
yollardan ve çeşitli suretle ifade edilen meseleleri birleştirmektedir. Bazı fasıllarda aşağı yukarı aynı

bahislerin
tekrar edildiği görülür. Risâle-i Sipehsâlâr'da, herhangi bir hususta güçlükleri bulunan mürîd-lerin,

Sultan
Veledin manzum eserlerine ve mensur sözlerine başvurduklarını, bunlarda müphem ve müşkil

görünen kısımları
Sultan Veledin tekrar açıkladığı yazılıdır. Bu, bize tekrarların nedenlerini anlatmış olduğu gibi,

Maârifin ne gibi
bir ihtiyaç karşısında ve ne şekilde tertip edildiği hakkında da bir fikir veriyor. Sultan Veled, Maârifi

meselâ
İbtidanâmesi gibi, belli bir süre içinde başlayıp bitirmemiştir. Bu, muhtelif tarihlerde kendisinden

sorulan
suallere verdiği cevapları tesbit ve bilhassa telkin etmek istediği fikirleri de bunlara ilâve etmek

suretiyle,
yani parça parça yazılarak meydana getirilmiştir. Eserin kırk dördüncü faslı şu şekilde başlar:

"Tacüddinu'lBuharî,
Hazret-i Veled'den -Allah onun gölgesini uzun, bereketini çok etsin - şunu sordu; Sultan Veled,
karşılığında şunları buyurdu." Bilhassa bu fasıl eserin anlattığımız şekilde meydana geldiğine büyük

bir delil
teşkil etmektedir... Sultan Veled adı geçen kimsenin sorusunu cevaplandırırken yanında

bulunanlardan biri
söylenenleri yazarak Sultan Velede veriyor, o da gerekli düzeltmeyi yaptıktan sonra diğer fasıllarına

ilâve
ediyor. Dua ve ifade tarzı bize bu şekil bir izaha imkân vermektedir. Yine eserin elli iki ve elli üçüncü

fasıllarını
Eflâkî, Şeyh Salâhaddin'in sözleri olarak aynen yazmıştır. Bu ikişer cümlelik fasıllar ifade bakımından

olduğu
gibi, şeklen de ötekilere benzemiyor. Bunlardan sonra gelen fasıllar ise her bakımdan diğer fasıllarla

aynı
özellikleri taşımaktadırlar. Dört yazmada da bu iki fasıl bulunduğu için sonradan ilâve edilmiş olma

ihtimali
zayıf görünüyor. Bu, ilâve keyfiyetini de yazarın zamanında kabul etmek zorunlu görünüyor. Bu iki

örnek de
www.semazen.net
eserin doğrudan doğruya kaleme alınmayarak parça parça meydana getirildiğini açıklıyor. Fakat

daha önce de
söylediğimiz gibi, genellikle fasıllar arasında büyük bir konu, ifade ve amaç birliği vardır. Yalnız parça

parça
meydana geldiği halde her bakımdan bir bütünlük gösteren bu esere, Büyük Bahaeddin Veledin

Maârif adını
verdiğini kesin olarak söylemeliyiz. Çünkü Eflâkî, diğer eserlerini, divanı ve mesneviyâtı, diye adlariyle

yazdığı
halde Maâriften hiç bahsetmemektedir. Sonra, Sipehsâlâr sahibi de bir vesile ile eserden, "Sultan

Veledin
mensur sözleri," şeklinde bahsediyor. Eğer bu kadar önemli bir eser daha o zaman adını almış olsaydı,

Eflâkî
bu derece bilmemezlikten gelmeyecek, Sipehsâlâr sahibi de adını bildirecekti. İran'da taş basması

olarak
basılan eser, (1333) Sultan Veledin olduğu bilindiği halde, Mevlânâ'nın Fihi Mâfîh'inin ikinci cildiymiş

gibi,
"Fihi Mâfîh'in ikinci cildi", adını taşıyor. Bunu Mevlânâ'ya hürmeten yapmış oldukları düşünülebileceği

gibi, esas
alınan veya görülen nüshaların asıl adını taşıması ihtimali de vardır. Sultanü'l-Ulemâ Muhammed

Bahaeddin
Veledin üç ciltten ibaret eseri ve Burhaneddin Muhakkikin bir kitabı, Maârif adını taşımaktadır. Veled

Çelebi,
Şems'in de aynı isimde bir eseri olduğunu söylüyor.
15 Buna nazaran aynı mahiyette olan eserlerin adına
uyularak sonradan bu esere de Maârif adının verilmiş olması mümkündür. Bazı yazmalarda da

Maârifnâme,
adını taşımaktadır. Bu eserin yazarının diğer eserlerinden sonra meydana gelmiş olması muhakkaktır.
Eğer, meselâ İbtidanâme'sinden evvel böyle bir eseri olsaydı Divan gibi bundan da Sultan Veled:

"Büyük
babama uyarak da Maârifi yazdım," diye bahsederdi. Diğer iki mesnevisinde de bu eserine dâir bir şey

söylemiyor.
Maârifin de İntihanâme gibi, Hicri 700 ile 712 tarihleri arasında yazılmış olması mümkündür.
Yüzyıllarca önce yaşamış büyük bir topluluğun, düşünce ve duygusuna hâkim olan inanç, düşünüş ve
görüşleri büyük bir açıklıkla ifâde ve her yönüyle ihtiva etmesi bakımından Maârifin değeri ve önemi,

büyüktür.
Sultan Veled'in düşünce yönünden değerli olduğu gibi nev'inin, tarzının teknik özelliklerini de tebarüz
ettirebilen nesir dili, nazmına nazaran daha zengin; fakat daha kapalıdır. Seçili cümleler ve müteradif

kelimelerin
bolluğu çeviride Türkçe karşılıklarını bulmakta güçlüğe yer vermiş olup, eserin hacmini küçültmeğe

yetkili
bulunmadığımızdan bütün çabalarımıza rağmen, Türkçemize yabancı bazı kelime ve tertipleri aynen

almak
zorunluluğu kendiliğinden doğmuştur. Bununla beraber Maârifin üslûbu, genelde sade ve sağlamdır.
Çeviride karşılaştığımız birçok güçlükleri halletmek suretiyle daima değerli yardımlarını gördüğüm

Hocam
Prof. Necati Lügal'i (ölümü 1964, Ankara) burada minnet ve şükran duygularımı tekrarlayarak

rahmetle anarım.
Maârifin gördüğümüz, belli başlı yazma nüshaları şunlardır:
1- Çeviriye esas olarak almış olduğumuz Dr. Feridun Nafiz Uzluk'a ait yazma nüsha:
Kahverengi meşin citdli, miklablı, 362 sahifelidir. l9xl2.50cm. ebadında, yazının kapladığı kısım ise

8.5x14.5
cm'dir. Sahifede on beş satır vardır. Başında güzel bir tezhip mevcuttur. Diğer sahifelerdeki yazılar da

müzehhep
çerçeveler içinde bulunmaktadır. Ayetler, hadîsler ve mesnevi, nazım, şiir rubai, beyit ve mısra gibi

başlık
mahiyetinde olan kelimeler surhla yazılmıştır. 55 fasıl olup yazısı ta'fik, kâğıdı abadîdir. Sonuncu

bahis, insanlara
akılları nisbetinde söz söyleyiniz, ibaresiyle sona erdikten sonra sahife yırtılmış, sonradan başka bir

kâğıtla
tamamlanarak, "Sultan Veled'in Maârifi tamam oldu. Allah onun aziz olan ruhunu takdis etsin,"

yazılmıştır. Bu
şekilde müstensihi ve istinsah tarihi belli değildir. Diğer yazmalarla mukayese edilince güvenilir bir

yazma
olduğu görülmektedir.
2- Millî Eğitim Bakanlığı kitaplığında bulunan 3 No.lu yazma nüsha: Yeşil ciltli, 103 varaklı, 19,5x14
ebadında ve yazının kapladığı kısım, 17.5x10.5 cm'dir. Her sahifede 26 satır vardır. Başında tezhip

mevcuttur.
Yazılar surhla çizilmiş çerçeveler içindedir. Bunda da âyetler, hadîsler ve mesnevî, nazım, şiir, beyit

gibi kelimeler
surhla yazılmıştır. Kağıdı abâdî, yazının nevi ta'liktir. B>u nüshada 33 fasıl vardır. Yalnız ilk nüshada

ayrı ayrı gösterilen
fasılların birçoğu, bu yazmada tek fasıl olarak gösterilmiştir. Bu bakımdan fasıl adedi, diğer nüshalara

nisbeten eksiktir.
Rıdvan adlı bir müstensih tarafından 1020/1611 tarihinde istinsah edilmiştir.
3- Konya Eski Eserler Müzesi'nde 2152 numarada kayıtlı bulunan yazma nüsha: Parlak,
kahverengi meşin cildlidir. 300 sahife ve her sahifede 17 satır vardır. Baştarafta çok güzel ve zarif bir

tezhip mevcuttur.
İnce, parlak, açık sarı renkte bir kâğıda güzel bir ta'likle yazılmıştır. Ayet, hadîs ve büyüklerin

sözlerinin altı kırmızı
mürekkeple çizilidir. Ebadı, 20x12.55, yazının kapladığı kısım ise 7.8x14.2 cm.dir. 52 fasıl vardır;

müstensihi ve istinsah
tarihi belli değildir.
4- Konya Müzesi'nde 149 numara ile kayıtlı bulunan yazma nüsha; cildi, 278 sahife ve 23.7x16.5
ebadındadır.Her sahifede 19 satır vardır. Yazılar çerçeve içine alınmamıştır. Sahife kenarlarında

Arapça bazı ibareler
yazılmış ve birçok sahifelerde rutubetten yazılar silinerek okunulmaz hale gelmiştir. Kalın ve koyu

renkli bir kâğıt üzerine
kalın nesihle yazılmış. Yazısına ve kâğıdına dayanılarak eski bir nüsha olduğunu söyleyebiliriz. Bunun

da müstensihi ve
istinsah tarihi belli değildir. 42 fasıldır. İlk nüshanın fasıl adedinin fazla oluşu bunlarda bir fasıl olarak

görülen bazı
www.semazen.net
fasılların ilk nüshada iki ve üç fasıl olarak gösterilmiş olmasındandır.
Maârifin İstanbul kitaplıklarında çok daha eski ve kıymetli yazmaları olduğu daha sonraki

araştırmalarımızda
görülmüştür.
Maârif ilk önce I949'da Meliha Ülker Tarıkâhya (ANBARCIOĞLU) tarafından dilimize çevrilerek, Dünya
Edebiyatından Çeviriler Şark İslâm Klasikleri: 19 serisinde, İstanbul Millî Eğitim Basımevi'nde 1949,

basılmıştır.
Meliha Ülker ANBARCIOĞLU
(1) Mevlânâ Celâleddin Rûmî, eskiden beri Belh'te yaşayan bir Türk ailesine mensup bulunan,

nesebini Ebubekir'e kadar çıkaran, Eflâkîye göre Harzamşah'la
akrabalığı olan, bazı kaynaklara göre Harzemşah Mehmed Tekeş'in etkisiyle veya Moğol istilâsı

yüzünden 616-618/1219-1221 tarihleri arasında Belh'i terkederek
Bağdad ve Hicaz'a gelip buralarda birkaç yıl kaldıktan sonra, Anadolu'ya gelen, Erzincan veya

Lârende'de birkaç yıl oturarak, Selçuk Sultanlarından I.Alâeddin
Keykubat'ın daveti üzerine Konya'ya gelerek yerleşen ve burada yine Eflâkfye göre 628/1230

tarihinde ölen Sultanü'l-Ulema Mehmed Bahaeddin Veled'in oğludur.
Bahaeddin Veled, 628 tarihine kadar yaşadığına göre, 623 yılında doğan torununa adını bizzat kendisi

vermiş olabilir.
Sultanü'l-Ulemâ Bahaeddin Veled'in hayatı, düşünceleri ve eseri için bak: Dr. Mahbub Serac,

Mevlânâ-yı Belhî ve Pedereş, Kabil 1340 HŞ; Ma'arif-i
Muhammed ibn Hüseyin Hatibi-yi Belhî meşhur be Behâ Veled be tashihi-i Bediu'z-zaman Furuzanfer

Tahran, Çaphane-i Meclis, 1333 HŞ. (önsöz, S.Elif-Mâ).
(2)Mevlâna Celâleddin-i Rûmî, Mektubât, neşr-i Yusuf Cemşidî pûr-Gulâm Hüseyin-i Emin, Tahran 1956;

S. 140,62.mektup.
(3) Burada Mevlânâ, Şeyh Salâhaddin'den, bizim Şeyh Salâhaddinimiz, diye bahsediyor. Mevlânâ,

Salâhaddin Zerkûb'u 652/1254 tarihinde mür"îdlerine şeyh tâyin
etmiştir. Buna göre, Sultan Veled'in bu halvete girdiği zaman, Eflâki'nin dediği gibi, yirmi yaşında

olmayıp, en az yirmi dokuz yaşında olması gerekir. Sultan Veled, birkaç
defa halvete girmiştir. Eflâkinin, bununla diğerlerini veya daha öncekileri karıştırmış olması ihtimal

dahilindedir.
(4)Bak: Mektubât-ı Mevlânâ, S.77-78; Manâkıb al-ârifîn, S.399.
(5)Mektubât-ı Mevlânâ, S.127-128
(6)Bak: Mesnevi-yi Veledî, ma'rûf be Velednâme-i Bahaeddin Sultan Veled, neşr-i Celâl Humâî, tahran

1315 HŞ.S.123.
(7)Bak: Veled-nâme, S.l 27;Manâkıb al-ârifîn, S.340.
(8)Mevlevîlik tarikatı için Bak: Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlânâ'dan sonra Mevlevîlik, İstanbul 1953;

I.A.C. 11.S.32, Tahsin Yazıcı Sultan Veled Maddesi
(9) Eflâkî ölüm tarihini, 712 senesi Receb ayının 10'ncu gününe rastlayan bir cumartesi gecesi (11

Kasım 1312) olarak bildiriyor. (Manâkıb al-'ârifîn S.449) Sipehsâlâr
Risâlesi'nde ise "96" yıl yaşadığı ve 716/1316 tarihinde öldüğü yazılıdır. Buna göre Sultan Veled'in

623/1226'da değil, 620/1223'de doğmuş olması gerek; Mevlânâ on
sekiz yaşında evlendiğine göre, 622 yılına rastlıyor, Veled'in 620'de değil, 623'de doğması zorunludur.

Ömrü de genellikle doksan yıl olarak kabul edildiğinden Sipehsâlâr'ın bu
hususta biraz mübalâğa ettiğini kabul etmek gerekir.
(10) Bak: Cavahir al-Mudia fi Tabakat al-Hanafiya, Haydarâbâd 1332, s.ll, 120.
(11)Divan, 1941 yılında Ankara uzluk Basımevi'nde Feridun Nazif Uzluk tarafından "Divan-ı Sultan

Veled" adıyla ve bir önsöz ile birlikte
bastırılmıştır; Bak: I.A. Sultan Valad Maddesi
(12) İbtidanâme, Hicrî Şemsî 1357 yılında Tahranda Hüseyin ikbal adlı bir kitapçı tarafından

(Velednâme) adlı altında bastırılmıştır. Başında Celâl Hümâî
tarafından yazılmış 128 sahifelik etraflı ve çok faydalı bir önsöz vardır; Sultan Veled, İbtidanâme,

çeviren Abdülbaki Gölpınarlı, Ankara 1976, Önsöz S.XV-XXI.
(13) Xlll'ncü yüzyıl Anadolu Türkçesi'nin ilk manzum örneklerinden olmaları bakımından büyük bir

değer taşıyan bu Türkçe manzumlar Veled Çelebi İzbudak
tarafından 1925 yılında (Divan-ı Türk-i Sultan Veled) adı altında neşredilmiştir. Ayrıca müsteşriklerden

Radloff C.Salemann ve Simimou tarafından da incelenmiş ve
neşredilmiştir. Radloff, Die Seldchukischen Verse im Rebâb-Nâmeh (Melanges Asiatique Tires du

Bulettin de L'academi imperiale des sclences de St. Peterzburg, Tome
X.S. 1 73-245) C.Salemann, Noch enfem aidle Seldschukischen Verse Von C.S. Melanges Aslatique

Tires du Bulettin de L'academi İmperiale des sciences de St.
Petedzburg, Tome X.S. 1890. Simirnou, les vers dits Seidjouk et le christanisme Turç, Dans actes du

XI eme Congres International des Oriantalltes, Paris, 1899.R 143
et suiv M.Hartman, Der İslamische orient III. İmpulitische Briete aus der der türkci, Leipzig 1910 R

193 sur les vars Seldjoukides; Mecdut Mansuroğlu, Sultan
Veled'in Türkçe Manzumeleri, istanbul 1985, S. 10-42; İ.A.Sultan Valad Maddesi; Rababname-i Sultan

Valad, Dr. Ali Sultanî Gerd-Feramevzi Neşri, Tahran 1980.
(14)Keşf-ü'z-Zünûn, Maârif Matbaası, 1943, C.ll. s.1922; Ibtidâ-nâme, önsöz S.XIV
(15) Hazret-i Şems'in dahi bir cila
1 mensur Ma'ârif i olup, bâlâda söylediğim yaran buna da Hirka diye ayrı bir ad koyup, kendilerine

ayırdıkları Divan-ı Sagir vesaire
idadında havasa ait İstanbul 1937 (S. 111), Şems'in bu eseri "Makalât -ı Şems" adıyla da tanınır. Bak:

Makalât-ı Şems-i Tebrizî, Yücel Tankaya Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
Fars Dili ve Edebiyatı Kürsüsü'nde yaptırılan Doktora tezi-1972, Ankara).
MAÂRİF-İ HAZRET-İ SULTAN VELED
Esirgeyen, bağışlayan Allah'ın adıyla başlarım.
Nebîler ve velîlerin her biri, bir mucize ve keramet ile mahsus ve meşhur idiler.
Bilginler ve doğruyu arayanlar (muhakkikler): "Ulu Allah onlardan her birine bir şey bağışladı, birine verdiği
şeyi, öbürüne vermedi." derler.
Veled der ki: "Peygamberlerin her biri, her türlü mucize ve kerametleri tamamen ve mükemmelen
göstermeğe muktedirdir;fakat onların her biri, zamanın ihtiyacı ve o zamanda yaşayan insanların arzuları
ölçüsünde bir mucize göstermiştir."
Bu fikrin aydınlanması için örnekler verelim: meselâ kuyumculuk, ayakkabıcılık, terzilik ve bunlardan başka
sanatları da bilen bir kimse, birtakım insanlar için elbise dikince: "Bu adam yalnız elbise dikmeği bilir" demezler
veya fıkıh ve hey'et bilen hekimliğe vâkıf olan bir bilgin, bir hastayı iyileştirirse, bilgisi bundan ibarettir, denilemez. O,
muhakkak zamana, işe ve ihtiyaca göre, bildiği şeylerden yalnız bir tanesini göstermiştir.
Bunun gibi, değirmeni döndüren su için akıllı bir insan: "Bu su, yalnız bu değirmeni döndürmeğe yarar," der
mi? Bu, su bilindiği gibi pek çok işe yarar. Hem çamaşırları arıtır, hem tarlalara ve bağlara tazelik ve canlılık verir,
otlar ve çiçekler bitirir. Sadece, bu değirmenin bulunduğu yerde, değirmeni döndürmektedir. Eğer onu bağ ve
kırlara doğru bırakırsan aynı su, orada daha başka işler görür.
O halde bir peygamberde de bütün mucize ve kerametler mevcuttur; fakat o, zamanın ve kavminin
ihtiyacı kadar mucize ve kerametler gösterir. Öyle ise, bütün peygamberlerde mevcut bulunan mucizelerin ve
kerametlerin hepsi, her birinde ayrı ayrı ve tamamiyle mevcuttur. Yalnız şu kadar var ki diğer mucizeleri de
göstermeğe muktedir olduğu halde, bunlardan ancak birini göstermiştir. Daha başkalarını da gösterebilir.
Peygamber, Allah'ın mazharı ve âletidir. Hakkın önünde fâni ve yok olmuştur. Allah her şeye kaadir değildir,
demek doğru olmaz ve imkânsızdır. İşi yapan (faal) Allahdır. Onlar, kâtibin elindeki kalem gibidirler. Kalemin
çizdiği her şeyi, hakikatte kâtip çizmiştir. Veya bir insanın elindeki ok ve yaya benzerler. Okun fırlaması yaydan değil,
insandandır. Bunun için Ulu Allah:1 Ey Muhammed attığın oku sen atmıyorsun. Onu atan biziz. Biz ki Allah'ız, yaptığın
her şey bizim istek ve buyruğumuzladır. Bunda senin ne yerin olabilir? Çünkü işi biz yürütüyoruz ve bizim isteğimiz
yerine geliyor. O halde her kim seninle döğüşür, savaşırsa bunları bizimle yapmış olur ve her kim sana uyar, senin
buyruğunu yerine getirir ve seninle dost geçinirse bizimle yapmış olur." buyurmuştur.
(1)Attığın zaman sen atmadın fakat onu Allah attı. Kur'an, SûreıVIII, Âyet:! 7)
FASIL: 1
Biri: "Asıl olan şey ameldir" dedi. Bu hususta söylenecek söz, bundan ibaret değildir. Ameli hakkıyle
anlatabilmek için, bir kimsenin ortaya çıkıp ameli nasıl anlıyabilirsin?
Sen amelden, namaz kılmayı, oruç tutmayı, hacca gitmeyi, geceleri uyumayarak ağlayıp inlemeyi ve perhiz
etmeyi anlıyorsun. Halbuki bunların hiçbiri de amel değildir. Bunlar ancak amelin sebepleridir. Hepsini yaptığın
zaman bunların sende bir etki sağlaması mümkündür. İşte o zaman sen, ibadet etmiş ve olduğundan başka bir
şey olmuş bulunursun.
Kur'anda(2): Namaz seni günahtan, suç işlemekten, kötülükten, noksan ve kusurlardan ve isyandan korur,
temizler, buyrulmuştur. İşte senin bunları yapmamış olman ve bunlardan temizlenmiş bulunman ameldir. Eğer
www.semazen.net
kendini bunlardan kurtarmamışsan, namaz kılmamış sayılırsın. Bunun için Peygamber -O'na Selâm olsun namaz
kılmış olan bir kimseye: "Namaz kılmadın, kalk namaz kıl" (H.Ş.). diye buyurdu. Bunun üzerine o adam kalkıp
namaz kıldı. Tekrar: "Kalk namaz kıl, namaz kılmadın" buyurdu. O adam yine kalktı ve namaz kıldı. Peygamber bu
defa da: "namaz kılmadın" dedi ve sonunda: "Kalb huzuru olmadan, namaz kılmak doğru değildir" (H.Ş.) buyurdu.
(2)(Kur'an, Sûre:28, Âyet:44.)
O halde ortaya koymuş oldukları bu rükû, sücûd ve kıyamı yerine getirmekle, gerçek amel yapılmış olmaz.
Yani dinde ortaya konulan bu dışla ilgili hareketleri yapmakla amel yerine getirilmiş olamaz.
Hakikî amel, içi değiştirmektedir. Nitekim insan tohumu, ana rahminde şekilden şekle girer. Alâka ve mudga
olur. Nihayet insan şeklini alır, canlanır, dünyaya gelir, büyür ve bir insan olur.
İşte bu türlü değişmek, aşağı derecelerden yukarı derecelere çıkmak, amelidir. Miraç dedikleri de bu tarzda
olur. Yukarıda anlatıldığı gibi kul da bir halden bir hale döner. Bu sırada meydana gelen ikinci hal, birinci halden;
üçüncü hâl ikinci hâlden daha iyidir. Böylece bu, sonsuz olarak devam eder. Peygamber Hazretleri - O'na selâm
olsun-: "İki günü bir olan kimse aldanmıştır" (H.K.). buyurmuştur.
Hadîste: Dünya ahretin tarlasıdır, varit olduğuna göre, bu dünya pazarında her kulun ekmekte, yani yarın
ahrette sevabını görmek maksadiyle ve iş yapmak hususunda ilerleyişinde, iki günü bir olmuş, her gün manen
ilerlememişse o kimse aldanmıştır. Çünkü insanın günden güne hattâ her an manen ilerlemesi lâzımdır.İşte gerçek
anlamda amel budur. Böyle bir ameli insanlar nasıl görebilirler? Bunu ancak Allah görür ve bilir.
Ulu Allah: "Benim dostlarım, benim kubbelerimin altında gizlidirler. Onları benden başka kimse bilemez"
(H.K.). buyurmuştur.
Netice itibariyle bilgi (ilim) amele namaz, oruç gibi bedenî işlerden ve amelden daha yakındır. İlmin
amelden ayrı olması ve ona faydası dokunmaması mümkün olabilir mi? Halbuki bedenî hareketlerin amelden ayrı
bulunması ve amele faydası olmaması daha çok mümkündür. Çünkü inatçı, kötü niyetli ve iki yüzlü (Cehud),
münafık (müslüman görünen) bir kimse zahiren bedenî ameli yapmış olabilir; fakat dinin asıl hükmünü yerine
getirmiş, hakkı ispat etmiş sayılmaz. Eğer bunları bilseydi ve yapabilseydi zaten bu vasıflara lâyık olmazdı. O halde
halkın gördüğü ibâdetlerden, âyinlerden, mezheblerden anlatılan ve gösterilen şeylerin hepsi, amelin aslı, kendisi
olmayıp sebepleridir.
Bersisa, yıllarca hakikattte hiçbir zahidin yapamıyacağı bir şekilde ibadette bulundu. Yani zahirî ameli
yerine getirdi. Fakat sonunda kâfir olarak öldü. Bunun gibi İblis de binlerce yıl gökte ibadetle meşgul oldu. Eğer
bu zahirî ameller onda bir etki yapmış olsaydı Allah'dan: "Adem'e secde et!" emri gelince, secde ederdi. İsa -
O'na selâm olsun - zahirî amelleri yapmamıştı; fakat gerçek ameli o yaptı. Çünktü birdenbire çocukluk halinden
ihtiyarlık haline geçti ve Muhammed Mustafa'nın kırk yaşında iken iddia ettiği aynı dâvayı ve vahyi o daha beşikte
iken beyan eyledi.
Peygamber: "Ben Allah'ın bir kuluyum. Bana gökten bir kitap indi. Allah beni Peygamber yaptı ve beni kerim
kıldı. (Kur'an, Sûre: 19, âyet:30-31)" buyurmuştur. Gerçek amel senin bulunduğun halde, her an başka bir hale
geçmen ve manen ilerlemendir.Bunun gibi, iksiri bakır üzerine döktüğün zaman, bakırın altına dönmesi amel olur.
Eğer altın olmazsa binlerce çekiç darbesi yese, yüz defa kaynasa, genişleyip uzasa, yine bakır olarak kalır. Altını
tanımıyanlar, amelin görünüşüne bakanlar ve bunu esas olarak kabul edenler: "Eğer yeryüzünde altın denen bir şey
varsa o da mutlaka budur. Çünkü bu kadar çekiç darbesi yedi, bu kadar kaynadı, uzayıp genişledi" derler. Halbuki
altını gerçekten bilen bir kimse, bunlara bakmayıp halis altın olup olmadığını anlamak için önce mihenge vurur,
.sonra kabul eder. Olmamışsa onu bir paraya bile satın almaz. Çünkü Allah:(3) "Ben ki Allah'ım; sizin ne
görünüşünüze, ne işinize, ne de sözünüze bakarım. Yalnız gönlünüzde benim için olan sevgin nasıldır ve ne kadardır
diye gönlünüze bakarım" buyurmuştur.
(3) Allah bizin ne suretlerimize, ne de amellerimize bakar, yalnız kalblerimize bakar (H.Ş.)
Akıllı olan bir insana bir işaret yetişir. Bir evde bir kimsenin bulunup bulunmadığını anlamak için, bir söz kâfidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder