2 Haziran 2016 Perşembe

Fihi Ma Fih Hz Mevlana Celaleddin

56. BÖLÜM - Ekmeleddin dedi ki:
Mevlânâ'ya âşığım; yalnız onun yüzünü görmek istiyorum; ahret hiç aklıma gelmiyor
zâti. Bu düşünceler, bu kuruntular olmaksızın yalnız Mevlânâ ile uzlaşmışım, onun cemâliyle
huzura kavuşuyorum; onu görünce, yahut hayâlini düşününce tatlar buluyorum.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Ahret, Allah aklına gelmiyor amma bütün bunlar, bu sevgide gizli,bu sevginin içinde. Halîfenin
tapısında güzel bir oyuncu kız çalpara çalıyor, oynuyordu. Halîfe, sanatın ellerinde dedi. Kız,

ayaklarımda ey
Tann Elçisinin halîfesi dedi; ellerimdeki güzellikte ayaklarımın güzelliği de gizli; onun için ellerim

güzel.
Mürit, ahreti etraflıca hatırlamaz amma şeyhi görmekle ahret tadını, şeyhten ayrılmakla

ahret'korkusunu
duyar; bütün ahret ahvali bunda gizlidir. Nitekim birisi oğlunu, kardeşini okşar-sever; oğulluk,

kardeşlik,
vefa umusu, acımak, esirgemek, yakınlara sevgi, işin sonu, yakınların yakınlardan umdukları başka

faydalar
var ya; bunların hiçbiri aklına bile gelmez amma bütün bunlar, o sevip okşamada gizlidir hep o sevip
okşamanın içindedir. Hani yel de sopada tahtada gizlidir ya; sopada, tahtada yel olmasaydı ateş onu
yakamazdı; çünkü yel, ateşin otudur, ateşin yaşayışıdır: Görmez misin, üfürmekle ateş dirilir. Sopa,

tahta,
suda, toprakta bile olsa yel, gizlidir onda. Gizli olmasaydı suyun yüzüne çıkamazdı. Söz söylüyorsun

ya;
akıl, beyin, dudak, damak, dil; bedenin başlan sayılan bütün parça-buçuk-lar... Unsurlar, tabiatlar,

gökler...
Daha da yüz binlerce sebepler ki âlem, bunlarla durmada... Tâ sıfatlar âlemine var, sonra da zâta...

Söz
için gerekli bu kadar çok şeyler var amma bununla beraber gene de bu anlamlar sözle görünmezler,
meydana çıkmazlar; fakat önceden de söylediğimiz gibi bütün bunlar, sözde gizlidir.
İnsana her gün beş-altı kere isteksizlik, zahmet, gelir-çatar. İnsanın elinde değildir ki bunu gidersin.
Kesin olarak insandan değildir, bir başkasın-dandır bu. İnsan, onun buyruğu altındadır. O başkası,

insanı
görür gözetir. Çünkü kötü bir iş işledikten sonra insana bir sıkıntı vermede. Görüp gözeten olmasaydı

nasıl
olur da o kötü işe uygun bir sıkıntı verirdi insana? Bütün bu isteksizliğe, can sıkıntısına karşılık gene

de
insanın içi, ben böyle bir kişinin buyruğu altındayım demez. «Allah insanı, kendi sureti üzerine

yarattı.»
Allah, kulluk sıfatının zıddı olan Allahlık sıfatını eğreti olarak vermiştir insana. Başına bunca vurur da

insan
gene baş çekmeden vazgeçmez, o sıkıntıları, o eline geçmeyen şeyleri çabucak unutur-gider. Fakat

fayda
vermez bu unutuş insana; o eğreti sıfatı ona mülk etmedikçe silleden kurtulamaz insan.
57. BÖLÜM - Ârifin biri dedi ki: gönlün ferahlasın diye bir külhana gittim; külhan, bâzı erenlerin
kaçıp sığındığı yerdir. Gördüm ki külhancının bir çırağı var. Belini bağlamış, hizmet etmede. Külhancı,

şunu
yap, bunu et diyor ona. O da çevik bir tarzda dediğini yapıyor. Buyruğu hemencecik yerine getirmesi,
külhancının hoşuna gitti de evet dedi, böyle çevik ol. Hep böyle çevik olur, edep gözetirsen yerimi

sana
veririm; kendi yerime geçiririm seni. Beni bir gülmedir, tuttu, gönlümdeki düğüm çözüldü, ferahladım.

Bu
dünya başlarının hepsi de kullarına karşı böyledir işte.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
58. BÖLÜM - Buyurdu ki:
O müneccim diyor ki: Gökleri, şu toprak küreyi görüyoruz ya; siz, bunlardan dışarı bir şey var diye
dâvâya girişiyorsunuz; bence bundan başka hiçbir şey yok; varsa gösterin, nerde? Bu soru bozuk bir

kere,
hem de baştan bozuk. Çünkü, nerdedir, göster diyorsun; oysa ki onun yeri yok zâti. Sonra gel bakalım,
sen göster, senin o itirâzın nerden geliyor, yeri nerde? Dilde değil, ağızda değil, göğüste değil. Bütün
bunları bir-bir kaz; zerre-zerre, param-parça et; bak bakalım, itirâzını, o düşünceni bunlar da

bulabilecek
misin? Bildik-anladık ki düşüncenin yeri yok. Sen, daha kendi düşüncenin yerini bilemiyorsun,

düşünceyi
yaratanın yerini nasıl bileceksin? Sana bunca düşünceler, binlerce kuruntular geliyor; çeşit-çeşit

hallere
düşüyorsun. Hiçbiri de senin elinde değil, senin buyruğuna uymuyor. Bunların doğuş yerini bilseydin,
nerden geldiklerini anlasaydın dilediğin gibi çoğaltır-eksiltirdin. Bütün bunların geçidi sende amma

nerden
geliyor, nereye gidiyor; ne yapmak gerek; senin haberin yok. Kendi ahvalini bilmekten âcizken

yaratanını
bilmeyi nasıl umuyorsun? Kahpenin kardeşi gökte yok diyor. A eşek, yok olduğunu nasıl biliyorsun?

Evet,
gökyüzünü karış-karış ölçtün-biçtin; her yanı gezdin-dolaştın da haber veriyorsun, orda yok diyorsun,

öyle
mi? Evindeki kahpeyi bilmiyorsun, gökyüzünü nerden bileceksin. Hey gidi-hey; bir göktür, duymuşsun;
yıldızların, göklerin adlarını işitmişsin; bir lâftır, ediyorsun. Gökyüzünü bilseydin, yahut göğe bir karış
ağsaydın, bu herzeleri yemezdin. Biz de bu sözü söylüyoruz. Allah gökyüzünde değil diyoruz amma

bizim
bu sözden maksadımız, gökyüzünde değildir, yâni gökyüzü onu kaplayıp kavrayamaz; odur gökyüzünü
kavrayan, kaplayan demektir. Fakat neliksiz-niteliksiz olarak gökle ilgisi var, neliksiz-niteliksiz olarak
seninle ilgisi olduğu gibi hani. Herşey onun kudret elinde, herşey onun mazharı, onun tasarrufunda.

Şu
halde gökten, varlıktan dışarı değil, fakat onlarda da değil. Yâni bunlar, onu kavrayamaz; odur hepsini
kavrayan, kaplıyan..
Birisi, yer, gök, Arş, Kürsî olmadan Allah nerdeydi diye sordu. Dedim ki: Bu soru da baştan bozuk.
Çünkü Allah, ona derler ki onun yeri olmasın. Sense bunlardan önce nerdeydi diye soruyorsun. Sende
olan bütün şeylerin de yeri yok. Sende olan şeylerin yerini bildin mi ki onun yerini arıyorsun? Hallerin,
düşüncelerin bile yerleri yokken düşünceleri yaratanın yeri nasıl düşünülebilir? Düşünceyi yaratan,

elbette
düşünceden daha lâtiftir. Meselâ, bir ev yapan mimar, elbette evden daha lâtiftir; çünkü bunun gibi
yüzlercesini de yapabilir, bundan başka yüzlercesini de. Hiçbiri, öbürüne benzemez. Başka başka

tedbirler
kuran o mîmarsa, mîmardan da daha lâtiftir: daha üstündür. Ancak o letâfet, duygu âlemine giren bir

ev
kurmadıkça, bir iş yapmadıkça görünmez; bir ev kurmalı, bir iş yapmalı ki letâfeti, yüzünü göstersin.

Şu
soluk, kışın görünür, yazın görünmez. Bu, yazın soluk kesilir, soluk yoktur demek değildir. Yaz lâtiftir,
onun için yazın soluk görünmez; kışın tersine hani. Bunun gibi senin sıfatların, senin anlamların da

lâtiftir,
bir iş olmadıkça göze görünmez. Meselâ, yumuşaklığın vardır amma göze görünmez. Derken bir

suçluyu
bağışlarsın; yumuşaklığın duygu âlemine çıkar, görünür. Böylece kahır da edersin sen; fakat kahrın

da
göze görünmez. Fakat bir suçluyu kahrettin, vurdun-kırdın mı, kahrın da göze görünür. Böylece sonu
yoktur bunun; ulanır-gider. Ulu Allah da pek lâtiftir, bu yüzden göze görünmez. Kudreti, sanatı gözle
görülsün diye göğü, yeri yarattı. Bu yüzden de «Göğe bakmazlar mı; nasıl da kurduk onu» buyurur.
Söz, benim elimde değil; bu yüzden de incinirim. Çünkü dostlara öğüt vereyim derim, bunu isterim;
söz, buyruğuma uymaz. Bu yüzden incinirim işte. Fakat sözüm benden daha yücedir, ben onun

buyruğu
altındayım; bu yüzden de sevinirim. Çünkü Allahnın söylediği söz nereye varırsa orasını diriltir; pek

büyük
tesirleri görülür. «Attığın zaman sen atmadın, Allah attı.» Allahnın yayından fırlayan oka hiçbir kalkan,
hiçbir zırh engel olamaz; bu yüzden sevinirim. Bilgi, tümden insanda olsaydı da bilgisizlik

bulunmasaydı
insan yanardı, varlığı kalmazdı. Demek ki bilgisizlik de istenmede; şu yüzden istenmede ki varlığın

durması
onunla. Bilgi de istenmede; şu yüzden istenmede ki Allahyı bilmeye sebep. Demek ki ikisi de birbirine
yardımcı. Bütün zıtlar da böyle. Gece, gündüzün zıddı amma ona yardımcı; gündüzle aynı işi görmede.
Boyuna gece olsaydı hiçbir iş görülmezdi, hiçbir iş başa çıkmazdı. Boyuna da gündüz olsaydı göz, baş,
beyin şaşırır-kalır, deli-divane olur, bir iş göremezdi. Geceleyin dinleniyorlar, uyuyorlar da beyin,

akıl-fikir,
el-ayak, göz-kulak, bütün organlar güç-kuvvet buluyor; gündüzün de o kuvvetleri harcıyor; demek ki
hiçbiri, öbürüne zıt değil. Şu dünyada bir kötü iş göster ki onun içinde bir iyilik olmasın; hangi iyidir o

iyi ki
onda bir kötülük gizli bulunmasın? Meselâ, birisi, birini öldürmeyi kastederken zinâ etmeye koyulur.

Zinâya
koyulduğundan da kan dökmemiş olur. Zinâ kötüdür ama adam öldürmeye engel olduğu için iyidir.

Demek
ki iyi-kötü, birşeyden ibâret, bir-birinden ayrılmalarına imkân yok. Burada Mecûsîlerle bahsimiz var.

Onlar
iki Allah vardır; biri hayrı yaratır, öbürü şerri derler. Şimdi sen bana şersiz bir hayır göster de şer

Allahsı
vardır, hayır Allahsı vardır diye ikrar edelim. İmkan yok buna: çünkü hayır, şerden ayrı değil ki. Mâdem

ki
hayırla şer, iki ayrı şey değil, mâdem ki aralarında ayrılık yok, şu halde iki Allah olması da mümkün

değil.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
Biz, mutlaka inan, bu, söylediğimiz gibidir diye zorlamıyoruz seni; hiç olmazsa diyoruz; olmaya ki

dedikleri
gibi ola diye bir sanı bilirsin sende diyoruz; onun için söylüyoruz hani. Fakat bu da meydanda ki
inanmadın sen. Nasıl oldu da böyle olduğuna inanmadın? Allah, a kâfirceğiz buyuruyor, «Onlar

gerçekten
de dirileceklerini sanmazlar mı bir pek büyük gün için?». Vaatlerde bulunduk ya, doğru olmasın sakın

diye
bir sanı da mı belirmedi sende? Kâfirler, bir sanıya damı düşmedin; neden ihtiyatla hareket etmedin,
neden bizi aramadın diye kınanacaklar zâti.
59. BOLÜM - «Abû-Bekr, çok namaz kıldığından, çok oruç tuttuğundan, çok sadaka verdiğinden
üstünlüğe ulaştırılmadı; gönlündekinin yüzünden yüceltildi.» Peygamber buyuruyor ki: Abû-Bekr'in
başkalarından üstün oluşu, çok namaz kıldığından, çok oruç tuttuğundan değil; ona Allah lûtfetmiş

de o
yüzden; o da sevgidir. Kıyâmette namazları, oruçları, sadakaları terâziye korlar. Fakat sevgiyi

getirdiler mi,
terâziye sığmaz. Demek ki temel, sevgidir. Onu iste de çoğalt. «Hareketlerde bereketler var.»

Yolculuğu
arttırmazsan sermâye elden çıkar. Yerden de aşağı değilsin ya. Yeri bellerler, aktarırlar, bir başka

renge
sokarlar; bitkiler bitirir. Kendi haline bıraktılar mı, katılaşır- gider. Kendinde bir istek, bir dilek gördün

mü,
gel, git: bu gitmenin ne faydası var deme. Sen git, fayda da görünür elbet. İnsanın dükkâna

gitmesindeki
fayda, ihtiyâcını bildirmeden başka bir şey değildir. Ulu Allah, evde otursa da adamın rızkını verir

derler ya,
bu aldırmamak dâvasına girişmektir. Rızk, tepeden inmez ya. O yavrucak ağlar da anası, ona süt

verir. Bu
ağlamamda ne fayda var düşüncesine kapılsa, ağlamak, süt vermeye neden sebep olsun

kuruntusuna
düşse sütten kalır. Şimdi görüyoruz ya, çocuğa, ağladığı için süt verilmede. Birisi, bir beyin, bir başın
önünde eğiliyorum, secdeye kapanıyorum, ne fayda var bunda düşüncesine dalabilir. Fakat tapı

kılıyorsun,
diz çöküyorsun ya; sonunda o bey sana acıyor, bir parçacık ekmek veriyor. Beyden sana acıyan,

beyin
derisi, eti değildir. Bey öldükten sonra da bu deri, bu kemik yerindedir; uykuda, dalgınlıkta da öyle.

Fakat o
vakit, onun önünde tapı kılman yiter-gider. Anladık ya, o beydeki acıyış göze görünmüyor. Mâdem ki

deride,
kemikte bulunan görmediğimiz bir şeye tapı kılmadayız; deriden, kemikten dışarı birşeyin de

bulunması
mümkün. Deride, kemikte gizli bir şey olmasaydı, Abû-Cehil'le Muhammed bir olurdu, aralarında bir

fark
kalmazdı. Şu kulak, ister sağırın olsun, ister duyanın, görünüşte birdir; arada bir fark yoktur. O da

kulak, bu
da; fakat duyanın kulağında bir duyan var; o gizli, o görünmüyor; demek ki temel, Allahnın lûtfu.
Tut ki bir beysin, iki tane de kulun var. Biri çok hizmetler ediyor, senin için birçok yolculuklara
katlanmış; öbürüyse tembel, kullukta ileri değil. Fakat bir de bakıyoruz ki sen o tembel köleyi o

hizmeti çok
köleden fazla seviyorsun. O çok hizmet eden köleden de geçmiyorsun amma böyle olmuş işte;

sevgiye
hükmedilemez ki. Bu sağ göz, öbürü sol göz; görünüşte ikisi de bir. Peki, acaba o sağ göz ne hizmette
bulundu da sol göz olmadı? Sağ el ne iş gördü ki sol, onu görmedi? Sağ ayak da böyle. Sağ göz, lûtfa
uğramış işte. Böylece Cuma günü, başka günlere üstün olmuş. «Gerçekten de Allahnın verdiği

rızklardan
başka rızkları da vardır; onlar Levha yazılmıştır; onları Cuma günü isteyin.» Şimdi şu Cuma, ne

hizmette
bulundu ki başka günler, o hizmeti etmediler. Fakat Allah, ona lûtfetmiş; bu yücelik ona nasib olmuş.

Bir
kör, beni kör yarattılar, mâzûrum dese şu körüm, mâzûrum demesiyle körlük ondan gider mi hiç;

günün
yüzünü, güzellerin yüzlerini görebilir mi hiç? Körün, topalın, mâzûrum demesi, kendisine fayda

vermez,
kendinden zahmeti gidermez. Şu kâfirler küfür içindeler ya, küfür zahmeti içindeler, amma bir

bakarsak
görürüz ki o zahmet de lûtfun ta kendisi. Çünkü o, esenlik zamanında Allahyı unutur, zahmete düştü


anar. Şu halde cehennem, kâfirin tapınağıdır, mescididir. Çünkü Allahyı orda anar; hani zindanda,
hastalıkta, diş ağrıyınca anarlar ya, onun gibi. Zahmet geldi mi, gaflet perdesi yırtılır, Allahyı ikrar

eder,
sızlanmaya, ağlamaya koyulur; yârabbi, ey merhametli Allahm demeye başlar. İyileşti mi, gene gaflet
perdeleri gerilir önüne; nerde Allah der; bulamıyorum, göremiyorum ki; neyi arayacakmışım? Zahmet,
meşakket vaktinde gördün, buldun ya; fakat şimdi görmüyorsun. Mâdem ki sıkıntıya düşünce

görüyorsun,
sıkıntıyı musallat eder sana da Allahyı anarsın. Cehennemlik, esenlikte Allahdan gaafildi, onu

anmazdı bile.
Cehennemdeyse gece-gündüz Allahyı anar. Allah, âlemi, göğü, yeri, Ayı, güneşi, dolaşan yıldızları, iyiyi,
kötüyü, halk, kendisini ansın, kulluk etsin ona, noksan sıfatlardan arı olduğunu söylesinler diye

yarattı ya;
Mâdem ki kâfirler, esenlikte anmıyorlar; yaratılışlarından maksat da onu anmaları; öyleyse onu

anmaları için
cehenneme atılırlar. İnananlara gelince: Onlara sıkıntı vermeye hâcet yok; onlar, bu esenlikte o

sıkıntıdan
islam-kuran-hadis.blogspot.com
gaafil değiller; o sıkıntıyı, o zahmeti boyuna önlerinde görmedeler; akıllı çocuk gibi hani. Akıllı çocuğu

bir
kez falakaya yatırırlar, yeter; falakayı unutmaz o. Fakat ahmak çocuk unutur; bu yüzden de onu her

solukta
falakaya yatırmak gerek. Zeki at da böyledir; bir kere mahmız yedi mi, bir daha mahmızlamıya hâcet

yoktur
onu. Fakat ahmak ata her solukta mahmız gerek. Zâti insanları taşımaya lâyık değil, pislik yüklerler

onu.
60. BÖLÜM - Kulağın bir şeyi tevâtürle işitmesi, o şeyi görüş hükmündedir; o şeyi görmüştür diye
hükmedilir. Hani babandan oldun, anandan doğdun ya; sana, onlardan meydana geldin dediler. Bu

çok-çok
söyleyiş, sence öylesine bir gerçek olmuştur ki onlardan doğmadın deseler duymazsın, işitmezsin

bile.
Nitekim Bağdad'ı, Mekke'yi bir çok kişiden duymuşsunuzdur, tevâtürle bunları işitmişsindir; sana bu

şehirler
yok deseler, andiçseler gene inanmazsın. Bildik- anladık ya, kulak, birşeyi tevâtürle duyarsa bu,

görüş
hükmündedir. Görünüşte tevâtürle söylenen söze nasıl görüş hükmünü verirlerse bir adam da gerek

ki onun
sözü, tevâtür hükmünde olsun. Çünkü o, bir kişi değildir, bin kişidir. Onun bir sözü de yüz bin söz

sayılır:
Buna ne diye şaşmalı? Şu zâhir padişahı bile bir kişi amma yüz bin kişi sayılmada. Yüz bin kişi, bir

sözsöylese
kulak asılmaz da o söyledi mi, yerine gelir. Zâhirde böyle olunca canlar âleminde haydi- haydi olur.
Dünyayı tamamiyle gezdin amma onun için gezmedin ki. Senin bir kere daha gezip dolaşman gerek.

«De:
Gezin yeryüzünü.» O geziş benim için değildi; sarımsak, sovan içindi. Bir maksat için dolaştın ya; o

maksat
perde oldu sana; beni görmeye bırakmadı seni. Hani pazarda birisini aramaya, birisini bulmaya çalışır,
gezer-dolaşırsın; kimseyi göremezsin o vakit; görsen bile hayal gibi görürsün. Yahut da bir kitapta bir
mesele ararsın; gözün de o meseleyle dolmuştur, kulağın da, aklın da... Yaprakları çevirirsin de gene

bir şey
göremezsin. Bundan başka bir kuruntun, bundan başka bir maksadın oldu mu, nereyi gezersen gez;

nerde
dolaşırsan dolaş, o maksatla dolmuşsun sen; başka bir şey göremezsin artık.
Allah râzı olsun. Ömer'in zamanında biri vardı, pek kocamıştı. Öyle bir hale gelmişti ki kızı süt verirdi
ağzına, çocuklar gibi sütle beslerdi onu. Allah râzı olsun. Ömer, o kıza buyurdu ki: Şu zamanda senin

gibi
baba hakkını gözeten bir çocuk yok. Kız cevap verdi de doğru buyuruyorsun dedi; ancak benimle

babamın
arasında bir fark var. Ben de ona hizmet ediyorum, hizmette hiçbir kusurum yok. Fakat babam beni

besler,
yetiştirir, aman, bir kazâya uğramasın diye üstüme titrerdi; bense gece-gündüz, sıkıntısının üstümden
kalkması için Allahya duâ ediyor, ölümünü istiyorum. Babama hizmet ediyorum amma onun benim

üstüme
titreyişini nenden bulayım? Ömer buyurdu ki: Bu kız, Ömer'den daha fakıyh. Yâni, ben görünüşe göre
hüküm verdim, sen işin içyüzünü söyledim. Fakıyh ona derler ki birşeyin özünü bilsin, içyüzünü,

gerçeğini
anlasın. Hâşâ. Ömer gerçeği bilmez, işlerin sırrını anlamaz değildi. Fakat sahâbenin huyu böyleydi;
kendilerini küçük gösterirler, başkalarını överlerdi.
Çok kişi vardır, huzurda bulunmaya gücü yoktur; huzurda bulunmayınca hali daha hoş olur. Hani
gündüzün bütün aydınlığı güneştendir amma adam, bütün gün güneş değirmisine bakarsa onun

elinden
hiçbir iş gelmez, gözleri kamaşır- gider. Bu adamın bir işle oyalanması daha iyidir; bu, güneş

değirmisine
bakmamasıdır işte. Gene buna benzer; sayrının yanında, iştahını açmak, onu heyecana getirmek,
kuvvetlendirmek için güzel yemeklerden söz açmak iyidir amma o yemekleri getirip önüne koysak,

ona
zarar verir o yemekler. Anlaşıldı ya, Allahyı arayıp dilemede tir-tir titremek, aşka düşmek gerek.

Kimde
titreyiş yoksa onun da titreyenlere hizmet etmesi gerek. Ağacın bedeninde, hiç mi hiç meyve bitmez;

çünkü
orda titreyiş yok. Dalların, budakların uçları titrer; fakat gene de dallara, budaklara kuvvet veren,

ağacın
bedenidir; meyve yüzünden balta yarasından da emindir. Mâdem ki ağacın bedeni, ancak baltayla

titriyor;
titreyenlere hizmet etmesi için titrememesi, öylece durması daha hoş.
Çünkü Muîneddîn o, aynüddin değil. Bir «mim» yüzünden fazlalık elde etti amma «Olgunluğa
eklenen fazlalık, noksanın ta kendisidir.» O «mim«in olması da kusurdur, noksandır; hani bir adam,

altı
parmaklı olur. Bu, bir fazlalıktır amma kusurdur, noksandır. Ahad olgunluktur; Ahmed'se, henüz

olgunluk
durağında değildir. O «mim» kalktı mı, tüm olgunluk kesilir; yâni Allah, herşeyi kavramış, kaplamıştır.

Onun
üzerine neyi eklersen noksan olur. Bu bir sayısı, bütün sayılarla beraberdir, onsuz hiçbir sayı olamaz.
Seyyîd Burhâneddin, faydalı bir söz söylüyordu. Ahmağın biri sözünü kesti de bize dedi, örneksiz söz
gerek. Seyyîd buyurdu ki: Sen örneksiz gel de örneksiz söz işit. Sen de sana bir örneksin, şu görünen

beden
değilsin sen. Bu şeklin, gölgendir senin. Biri öldü mü, filân gitti derler. O, şu bedenden ibâretse nereye

gitti
ki? Anlaşıldı ya; senin görünen şeklin, özünün örneği, böylece de görünüşüne bakarlar da özünü

anlarlar;
bu, sağlanmış olur. Göze görünen herşey kabadır; hani soluk da yazın görünmez; fakat kış olunca

soğuğun
islam-kuran-hadis.blogspot.com
çetinliği yüzünden görünür.
Peygambere, Allah gücünü, Allah kuvvetini göstermesi, halkı çağırarak uyandırması gerek, fakat bir
kimseyi istidat durağına ulaştırmak, onun işi değildir; bu iş, Allah işidir. Allahnın iki sıfatı vardır: Kahır,

lûtuf.
Peygamberler, ikisine de mazhardır. İnananlar, Allah lûtfuna, kâfirler, Allah kahrına mazhar

olmuşlardır.
Allahyı ikrar edenler, kendilerini peygamberlerde görürler, kendi seslerini onlardan duyarlar, kendi
kokularını onlarda bulurlar. Hiç kimse, kendisini inkâr edemez. Bu sebeple de peygamberler,

ümmetlerine,
biz siziz, sis de bizsiniz; aramızda yabancılık, ayrılık, yok derler. Birisi, bu benim elim dese ondan hiç

de
tanık istemezler; çünkü el, onun parça-buçuğudur amma onunla birdir- beraberdir. Fakat filân, benim
oğlumdur dese tanık isterler; çünkü o da parça-buçuğudur amma ondan ayrılmıştır, ayrıdır.
61. BOLÜM - Kimileri der ki: Sevgi, saydırır, hizmet ettirir adama. Böyle değil. Sevilen kişinin isteği,
saygı göstertir, hizmet ettirir. Sevgili dilerse seven, tapı kılar, hizmete koyulur; ondan boyuna hizmet

belirir.
Fakat sevilen bunu istemiyorsa seven de vazgeçer hizmetten. Çünkü tapı kılmayı bırakmak, sevgiyi
gidermez ki. Seven tapı kılmasa, hizmet etmese bile ondaki sevgi, sevgiliye tapı kılar, hizmet eder.

Temel
olan sevgidir, tapı kılmak, hizmet etmek, onun parça-buçuğudur. Yen sallansa, elin sallanmasındandır

bu
sallanış; fakat el sallanınca mutlaka yenin de sallanması gerekmez. Meselâ birisinin cübbesi pek

geniş olsa
da cübbenin içinde oynasa-dursa, cübbe de hiç kıpırdamasa pekâlâ olabilir; yalnız cübbeyi giyen
oynamadıkça cübbe oynamaz; buna imkân yoktur. Fakat kimi kişi olur ki cübbeyi adam sanır; yeni el

sayar;
mesti, şalvarın parçasını ayak beller; oysa ki bu el, bu yen, bu mest, bir başkasının elidir, bir

başkasının
yeni, bir başkasının ayağı. Hanî filân, fişmanın eli altındadır, filânın eli bu kadara yeter, filâna söz el
vermiştir derler ya; bu sözlerde ki elden-ayaktan maksat, kesin olarak bu el, bu ayak değildir.
O bey geldi, derlenip toparlanmamıza sebep oldu; kendisi çıktı-gitti. Balarısının mumu balla bir araya
getirmesi, sonra uçup gitmesi gibi hani. Çünkü onun varlığı şarttı, kalması değil. Analarımız-

babalarımız, o
balarısına benzerler; istekliyi istenenle bir araya getirirler; âşığı sevgiliye kavuştururlar; derken

ansızın
uçuverirler. Ulu Allah onları, mumla balı bir araya getirmeye vasıta kılmış. Onlar uçup giderler, mumla

bal,
bir de bahçıvan kalır. Bunlar zâti bağdan dışarı çıkamazlar. Bu bağ, öylesine bağ değil ki buradan

çıkılıp
gidilebilsin. Giderlerse bile ancak bağın bir bucağından öbür-bucağına giderler. Bedenimiz bu

kovandır
sanki; ondaki mumla bal da Allah aşkı. Babalarımız, analarımız vasıtadır amma onları da bahçıvan

yetiştirir,
ondan terbiye görürler. Kovanı bahçıvan yapar. Ulu Allah, balarılarını bu işe koşunca onlara bir başka

çeşit
elbise verir; o işe göre bir elbise. Öbür dünyaya gittiler mi, elbise değiştirirler; çünkü orda bir başka iş

görür
onlar. Yoksa insan, gene o insandır; değişen elbisedir ancak. Hani birisi savaşa giderken savaş

elbisesi
giyer, silâh kuşanır, başına miğfer giyer; çünkü vakit, savaş vaktidir. Fakat meclise gelirken de o

elbiseyi
çıkarır; çünkü mecliste başka bir işe koyulacaktır; fakat adam, gene o adamdır. Fakat sen onu, o

elbiseyle
gördün ya, yüz çeşit elbise değiştirse düşünce o elbiseyle düşünürsün o adamı. Birisi bir yerde bir

yüzük
yitirse, onu oradan alıp götürmüşlerdir amma o, yüzüğümü burada yitirdim diye hep orda

döner-dolaşır.
Yaslı adamın mezarın başında, hiçbir şeyden haberi olmayan toprak yığınının çevresinde dönüp

dolaşması,
toprağı öpüp durması gibi. Bu, yüzüğümü burada yitirdim demektir amma hiç onu, orda bırakırlar mı?

Ulu
Allah bunca sanat meydana getirdi, kudretini gösterdi de bir gün iki canı kalıba alıştırdı; bu da

Allahnın
hikmeti. İnsan, şu bedeniyle bir soluk mezara girse - otursa korkarım, deli-divâne olur. Bu böyleyken

şekil
tuzağından, kokmuş kalıptan sıçrar- kurtulur da nasıl orda oturur-kalır? Ulu Allah, insanların gönülleri
mezarda ki yalnızlıktan, kara topraktan korksun diye, onları yeniden-yeniye korkutayım diye o türeyi
kurmuş. Hani yolda, bir kervanı bir yerde soyarlar; kervandakiler, belli olsun, burası korkulu bir yer,

tehlikeli
bir yer, herkes anlasın diye oraya iki-üç taşı, birbiri üstüne korlar; işte bu mezarlar da bu çeşittir,

tehlikeli
yerdir diye görünen işâretlerdir. Korku, insanların gönlüne tesir eder ya, bir suç işlenmesi gerekmez.
Meselâ, filân senden korkuyor derler; oysa ki sana karşı bir suç işlememiştir o; fakat bu söz yüzünden

ona
acırsın, gönlünde bir sevgi belirir. Tersine, filân senden hiç korkmuyor, gönlünde sana karşı bir

ürküntü yok
deseler yalnız bu söz yüzünden, içinden öfkelenirsin ona. Şu koşmak var ya, korkudandır. Bütün âlem
koşuyor, fakat herbirinin koşması, halince. İnsanın koşması bir başka çeşit, bitkinin koşması bir

başka çeşit,
canın koşması bir başka çeşit. Canın koşması, adım atmadan, iz belirtmeden. Koruğa bir baksana. Ne

kadar
koştu da sonunda üzüm oldu. Şimdi tatlılaştı amma hemencecik bu durağa ulaşmadı ki. Ancak o

koşuş göze
islam-kuran-hadis.blogspot.com
görünmez, duyguyla anlaşılmaz. Fakat bu durağa ulaştıktan sonra anlaşılır ki buraya gelinceyedek bir

hayli
koşmuş. Hani suya dalıp su altında yüzen kişi de yol alır, fakat gittiğini kimsecikler görmez. Birden

sudan
başını çıkardı mı, buraya varıncayadek su altında yüzüp gittiği anlaşılır.
62. BOLÜM - Dostların gönüllerine öylesine sıkıntılar gelir ki onları hiçbir ilâç iyi edemez. Ne
uyumakla iyileşir, geçer, ne gezip tozmakla, ne yiyip içmekle... Ancak dostu görmekle geçer o sıkıntı.
«Dostla buluşmak, sayrıya şifâdır.» Hem de o haddedek ki münâfık bile müminlerin arasına girse de

otursa,
onların tesiriyle bir solukta mümin olur-gider. Hani Allahnın buyurduğu gibi: «İnananlarla buluştular

mı,
inandık derler.» Bu, böyleyken inanan, inananla düşer-kalkarsa ne olmaz? Münâfık kişiye bile bunu

yapıyor,
inanana ne faydalar verir, bir bak da seyret. Bak da gör, şu yün, akıllı biriyle buluştu, nasıl nakışlarla
bezenmiş bir kilim, bir halı oldu. Şu toprak bir akıllıyla buluştu, bu çeşit güzelim bir yapı oldu. Akıllı

kişinin
sohbeti, cansızlara bile bu çeşit tesirlerde bulunursa inananın, inananla görüşüp konuşması, ne çeşit

bir
tesirde bulunur? Cüz’î nefsin, cüz'î aklın sohbetiyle cansızlar, bu mertebeye ulaştılar. Bunların hepsi,

cüz'î
aklın gölgesi. Gölgeye bakılıp sahibi, kıyas yoluyla anlaşılabilir. Şimdi sen de bir kıyasla; ne biçim bir

akıl, ne
biçim bir hüner gerek şu gökler, şu ay, güneş, şu yedi kat yer, onun yüzünden meydana gelsin. Bütün

bu
varlıklar Akl-ı Küll'ün gölgesi. Cüz'î aklın gölgesi kendisine göre; Akl-ı Küll'ün gölgesi olan varlıklar da
kendisine göre. Allah erenleri, bu göklerden başka gökler görmüşlerdir de bu gökler gözlerine

görünmez;
pek aşağı görünür onlara bu gökler. Bunlara ayaklarını basmışlar da aşmışlar, geçip-gitmişlerdir.
Can ilinde gökler var ki
Dünya göklerine iş buyurmada(*).
İnsanlar arasında şu özelliğe sahip olan, Zühal göğünün üstüne ayak basmış bulunan birisinin
bulunmasına şaşılır mı hiç? Biz de toprak değil miydik? Ulu Allah öylesine bir kuvvet verdi bize ki o

kuvvetle
cinsimiz olan topraktan seçildik, onu istediğimiz şekle, dilediğimiz hale soktuk; o bizim dileğimize

uydu; ne
yapmak istersek, ne şekle sokmak dilersek râmoldu bize. Gâh yücelere çekiyoruz onu, gâh aşağılara
koyuyoruz. Gâh şarap haline getirmedeyiz, gâh kâse, testi yapmadayız. Gâh uzatmadayız, gâh

kısaltmada.
Önceden biz de o topraktık, onun cinsindendik amma Ulu Allah, bizi o kuvvetle seçti-yüceltti. Şimdi

biz de
bir cinsiz ya; Ulu Allah kimimizi seçse de biz, ona karşı cansız sayılsak, o, bizi istediği hale soksa,

bizim
ondan haberimiz bile olmasa, fakat o bizi görse-bilse, bunda şaşılacak ne var ki? şimdilik haberimiz

olmasa
dedik ya; tam habersizlik değil maksadımız. Çünkü herşeyde birşeyden haberi oluş, bir başka şeyden

haberi
bile olmayıştır. Toprak bile cansızdır amma Allahnın kendisine verdiğinden haberi vardır. Haberi

olmasaydı
suyu nasıl kabullenirdi, her tohuma, o tohuma göre nasıl dadılık ederdi, nasıl beslerdi onu. Birisi, bir

işe
adam-akıllı sarıldı, o işe koyuldu mu, o işteki uyanıklığı, ondan başka işlerden haberi bile olmayışıdır.

Biz, bu
gaflet sözüyle tüm gafleti kastetmiyoruz. Bir kediyi tutmak istemişler; bir türlü tutamamışlar. Bir gün

o kedi,
kuş avlamaya koyulmuş, tümden kendini o işe vermiş; kuş avlamaktan başka herşeyi unutmuş; o

sırada
yakalayıvermişler onu. Demek ki tümden dünya işlerine sarılmamak, kolayına gitmek, aman, şu

incinmesin,
bu incinmesin gibi bağlarla bağlanmamak gerek. Definenin, hazinenin incinmemesine bak; çünkü

onlar
incinirse gene o sevindirir, neş'elendirir onları; fakat Allah korusun, ona kim söz geçirebilir, kim ne

edebilir?
Meselâ, senin her çeşitten kumaşların olsa boğulurken hangisine el atarsın? Hepsi de gereklidir

amma şu
meydandaki hazinene sarılırsın. Çünkü bir inciyle, bir tek lâ'lle binlerce süslenecek şey alınabilir.

Ağaçtan
tatlı bir meyve çıkar. O meyve, ağacın parça-buçuğudur amma Ulu Allah, o parça-buçuğu seçmiş,

tümden
üstün etmiştir. Ona öylesine bir tatlılık vermiştir ki ondan başka ağacın hiçbir yerine o tadı

vermemiştir. Bu
yüzden de o parça-buçuk, tümden üst olmuştur, ağacın özü odur, ağaçtan maksat o. Hani Ulu Allah

buyurur
ya: «Hattâ onlardan bir korkutucu geldi mi, şaşar-kalırlar.»
Birisi, «Bende bir hal var ki diyordu, oraya ne Muhammed sığabilir, ne Allahya
yaklaşmış bir melek.»
Şeyh buyurdu ki:
Şaşılacak şey, acaba bir kulda, Muhammed'in sığmayacağı bir hal olabilir mi? Demek bir hal var ki
Muhammed sığmıyor o hâle, bulamıyor o hâli de senin gibi koltuğu kokmuş biri o hale sahip oluyor ha.

Bir
maskara, padişahı güldürmek istiyordu. Pek kızmıştı, pek incinmişti padişah. Padişahı güldürürse

herkes bir
islam-kuran-hadis.blogspot.com
şey verecekti ona; vaatlerde bulunmuşlardı. Padişah, bir dere kıyısında öfkeli bir halde dereyi seyre

dalmıştı.
Maskara da padişahın yanında durmuş, dereyi seyrediyordu. Padişah maskaraya bakmıyordu bile;

suya
dalmış-gitmişti. Maskara bunda kaldı da padişahım dedi, suda ne görüyorsun ki boyuna bakıp

duruyorsun?
Padişah, bir kaltabanı görüyorum dedi. Maskara, eh dedi, bu kulun da kör değil ya. Şimdi demek bir

vaktin
olacak ki Muhammed o vakte sığmayacak ha... Acaba bir hal olabilir mi ki senin gibi koltuğu kokmuş

kişi o
hâlin zevkine varsın da Muhammed'de o hal olmasın? Ne kadar hal sahibi olduysan onun yüzü suyu
hürmetine oldun; onun yüzünden haller elde ettin. Çünkü önce bütün vergileri, bağışları onun önüne
dökerler de sonra başkalarına dağıtırlar. Allahnın türesi böyledir. Ulu Allah buyurdu ki: «Esenlik sana

ey
Peygamber; Allahnın rahmeti, bereketleri sana.» Bütün saçıları sana saçtık. O dedi ki: «Allahnın temiz
kullarına da.» Allah yolu pek korkuluydu, adam-akıllı bağlanmış, kapanmıştı, karlarla dop-doluydu.

Önce o,
canıyla oynadı; at sürdü; yol açtı. Kim bu yola giderse onun kılavuzluğuyla, onun yardımıyla gider;

çünkü
yolu o meydana getirmiştir; her yere bir nişan koymuş, sopalar dikmiş, bu yana gitmeyin, şu yana
gitmeyin... O yana giderseniz Âd kavmi gibi, Semûd kavmi gibi helâk olursunuz, bu yana giderseniz
inananlar gibi kurtulursunuz demiştir. Bütün Kur'ân bunu anlatır. «Kur'ân'da ap-açık deliller vardır.»

Yâni bu
yollarda nişanlar dikmişiz; birisi o sopalardan birini kırmak isterse herkes, yolumuzu yıkmadasın, bizi

helâk
etmeye çalışıyorsun; yoksa sen yol kesici misin diye ona kasteder. Şimdi, kılavuz Muhammed'dir,

önce
Muhammed'e gelmeden kimse bana gelemez: Hani bir yere gitmek istediğin vakit önce, filân yere

gitmek
gerek, uygun olan bu diye akıl kılavuzluk eder; ondan sonra göz kılavuz olur; ondan sonra da organlar
harekete gelir. Organların gözden, gözün de akıldan haberi yoktur amma iş, bu sıraya göre olur-gider.

İnsan
gaflettedir amma öbürleri gaafil değildir insandan. Hâsılı dünya işine sıkı sarılmamak gerek; gevşek

sarılmak
gerek. Çünkü Allah etmesin, dünya işine sıkı sarıldın, işe iyice giriştin mi, işin gerçeğinden gaafil

olursun.
Allah râzılığını dilemek gerek, halkın râzılığını değil. Çünkü halktaki o râzılık, o sevgi, o esirgeme

eğretidir;
onları halka Allah vermiştir. Dilerse esenlik de vermez, zevk de. Bütün zevk, bütün nimet sebepleri

varken
hepsi de zahmet, meşakkat olur. Hâsılı bütün sebepler, Allah kudretinin elinde bir kaleme benzer.

Kalemi
oynatan da Allah elidir, yazan da; o istemedikçe kalem oynamaz. Şimdi sen kaleme bakıyorsun da bu
kaleme bir el gerek diyorsun. Kalemi görüyorsun da eli görmüyorsun. Kalemi görüyorsunda eli aklına

bile
getirmiyorsun. Nerde gördüğün, nerde söylediğin? Onlara gelince: Onlar, boyuna eli görürler de bir de
kalem gerek derler. Hattâ elin güzelliğine bakarlar da kalemi hatırlamazlar bile; yalnız böylesine el,

kalemsiz
olmaz derler. Sense bir yerdesin ki kalemi seyretme tadına kapılmışsın da el aklında bile değil; artık

onlar
da, o elin seyri yüzünden nasıl olur da kaleme dalarlar. Arpa ekmeğinden tat almışsın; nerden buğday
ekmeğini anacaksın? Onlar da buğday ekmeği varken nasıl olur da arpa ekmeğini anarlar? Yeryüzü,

sana
öylesine bir zevk vermiş ki göğü istemiyorsun bile. Oysa ki asıl zevk yeri göktür; yeryüzü gökten

hayat bulur.
Göktekiler, nerden yeryüzünü hatırlarına getirecekler? Şimdi hoşlukları, güzellikleri, sebeplerde

görme;
anlamlar, sebeplere eğreti olarak verilmiştir; çünkü zarar veren de odur, fayda veren de; çünkü zarar

da
ondandır, fayda da. Sen ne diye sebeplere kakılmış-kalmışsın?
«Sözün hayırlısı, az olanı, maksadı bildirenidir.» Sözlerin en iyisi, fayda verenidir, çok olana değil.
«Kul huvallah» pek azdır görünüşte; Bakara sûresiyse hayli uzundur. Fakat meram anlatma

bakımından
«Kul huvallah», Bakaradan üstündür. Nûh, bin yıl insanları çağırdı, başına kırk kişi toplandı. Allah

rahmet
etsin, esenlik versin Mustafâ'nın çağrış zamanı ne kadardı, meydanda; fakat bunca ülkeler inandı

ona;
dininden bunca erenler, bunca yeryüzü direkleri geldi. Demek ki îtibar, azlığa-çokluğa değil; maksat

merâmı
anlatmak. Kimi kişinin az sözü, çok sözden daha faydalı olur. Hani Allahnın ateşi pek çok, pek çetin

olursa
ondan faydalanamazsın, yanına bile yaklaşamazsın onun; oysa ki arık bir mumdan faydalanırsın.

Demek ki
maksat faydadır. Bir de kimi insana, sözü duymamak faydalıdır. Onlar görürler, bu da yeter-gider

onlara; o
faydalıdır bu çeşit kişilere. Duyarlarsa ziyan verir onlara söz. Bir şeyh, bir ulu kişiyle görüşmek için

Tebrîz'e
geldi. Şeyhin zâviyesine varınca geri dön, senin için budur faydalı diye bir ses duydu; buraya ulaştın

ya,
şeyhi görürsen ziyan gelir sana diyordu ses. Az, fakat faydalı söz, şuna benzer: Yanmış bir mum,

yanmamış
bir mumu öper-gider; o muma zâti bu yeter, maksadına erişir-gider.
Peygamber, o görünen şekil değildir ki; onun şekli, bindiği attır. Peygamber, o aşktır, o sevgidir;

boyuna
ölümsüz kalan da odur. Hanî Sâlîh'in devesi gibi, görünüşte deve. Peygamber, o aşktır, o sevgidir;

ölümsüz
olan da odur.
Birisi dedi ki; Neden minârede yalnızca Allahyı övmüyorlar da Muhammed’i de anıyorlar.
Ona dediler ki:
Zâti Muhammed'i övüş, Allahyı övüştür. Örneği de şunun gibi: Hani birisi, padişaha Allah uzun ömür
versin; bana padişaha yol veren, yahut padişahın adını bana söyleyen kişi de yaşadıkça yaşasın dese

onun
övüşü, gerçekte padişahı övmedir. Bu peygamber, bana bir cübbe verin, ihtiyâcım var; yahut cübbeni,
elbiseni bana ver diyor mu? Cübbeyi, malı ne yapacak o? O, senin elbiseni yeğinleştirmek istiyor ki

güneşin
islam-kuran-hadis.blogspot.com
ısısı ulaşsın sana. «Allahya güzel bir tarzda borç verin» diyor; yalnız mal istemiyor, cübbe istemiyor. O

sana,
maldan başka pek çok şeyler vermiş. Bilgi vermiş, düşünce vermiş, anlayış vermiş, görüş vermiş; bir

soluk
olsun diyor; görüşünü, düşünceni, kuruntunu, anlayışını, aklını bana harca; malı, sana verdiğim bu

araçlarla
elde etmedin mi? Hem kuşlardan sadaka istiyor o, hem tuzaktan. Güneşin önünde çır-çıplak kalman

daha
iyi; yakmaz-karartmaz seni bu güneş; adamakıllı ağartır, bem-beyaz eder seni. Soyunamıyorsan bâri

elbiseni
yeğinleş-tir de güneşin zevkini gör. Bir zamandır, ekşiliği huy edinmiştin, bâri tatlılığı da bir dene.
(*) Bu beyit, bizim nüshada yok.
63. BOLÜM - Dünyada tahsille, bellemekle elde edilen her bilgi, «bedenler bilgisi»dir. Ölümden
sonra meydana gelen bilgiyse «dinler bilgisi»dir. «Ben Allahyım» bilgisini bilmek «bedenler bilgisi»dir;

«Ben
Allahyım» olmak, «dinler bilgisi»dir. Mum ışığını, ateşi görmek «bedenler bilgisi»dir; ateşte yanmak,

mum
ışığında yanıp erimek «dinler bilgisi»dir. Görülen herşey «dinler bilgisi»dir; bilgiyle ilgili olan, bilinen

herşey
«bedenler bilgisi»dir. Hani dersin ya, gerçek, görüştür, görmektir; bundan öte bütün bilgiler, hayal

bilgisidir.
Meselâ bir mühendis düşünür, bir medrese kurmayı hayâlinde canlandırır. Bu, bir düşüncedir;

doğrudur da;
fakat hayâldir. Medreseyi kurduğu, yaptığı zaman gerçek olur. Şimdi hayâlden hayâle de farklar var.

Abû
Bekr'in, Ömer'in, Osmân'ın, Alî'nin hayâli, sahâbenin hayâlinden üstündür. Hayâlden hayâle çok fark

var.
Bilen bir mühendis, bir ev kurma hayâline düşer; mühendis olmayan da hayâllenir; arada büyük bir

fark var;
çünkü mühendisin hayâli, gerçeğe daha yakındır. Bu yanda hayâlden hayâle çok uzun yol var, çok

büyük
fark var; o yanda da gerçekler âleminde, görüş âleminde, görüşten görüşe farklar var; hem de

sonadek
sürer-gider bu. Hani derler ya, yedi yüz perde var, karanlıklardan, yedi yüz perde var, ışıktan... Hayâl
âleminden olan herşey, karanlık perdesidir; gerçekler âleminden olan herşey, ışık perdesi. Fakat

hayâl olan
karanlık perdeleri arasında fark olmadığı gibi pek de lâtif olduklarından gözle de görünmez o

perdeler.
Görüşten görüşe bu kadar büyük, bu kadar derin fark olduğu halde gerçekler âleminde de o farkı

anlamaya
imkân yoktur.
64. BÖLÜM - Cehennem ehli cehennemde, dünyada oldukları gibi hoş, rahat bir haldedir. Çünkü
cehennemde Allahdan haberleri olacak; dünyadaysa Allahdan haberleri yoktu. Allahdan haberdar

olmaktan
daha hoş bir şey de yoktur. Dünyayı istemeleri, bir ibâdette bulunup dünyada da Allah lûtfuna mazhar
olandan haber almayı istemelerindendir; yoksa dünyanın, kendileri için ahretten daha hoş

olmasından değil.
Münâfık kişiyi, cehennemin en aşağılık çukuruna atmaları şu yüzdendir: İman, kucağına geldi onun

da, küfrü
kuvvetliydi, inanmadı; Allahdan haberdar olması için azâbı, daha çetin olur onun. Kâfirin yanına

gelmedi
îman; küfrü de zayıf; pek az bir azâpla Allahdan haberdar olur. Hani başa sarılan pusu da tozlanır, halı

da
tozlanır. Pusuyu, bir tek kişi azıcık silker, tozu gidiverir; ter-temiz olur. Fakat halının tozunu gidermek

için
dört kişinin adam-akıllı çırpması gerek; onun gibi işte.
Cehennemlikler «Allahnın size rızk olarak verdiği şeylerden bize de saçın» diyorlar ya; hâşâ;
istedikleri yenecek, içilecek şeyler olamaz. Bu, bulduğunuz şeylerden, size vuran, sizi parlatan ışıktan

bize
verin demektir. Kur'an, bir geline benzer. Sana yüzünü göstersin diye çarşafını çekersin. Onu

okuyorsun
amma bir hoşluk yüz göstermiyor, bir şey açılmıyor sana ya; çarşafını çektin onun; fakat seni

istemedi; sana
bir düzen kurdu; sana kendisini çirkin gösterdi; yâni ben dedi, o güzel değilim. O, kendisini her şekilde
gösterebilir, gücü yeter buna. Fakat çarşafını çekmezsin, râzılığını dilersen, tarlasını sularsan,

uzaktan-uzağa
ona hizmetler eder, tapılar kılarsan, neden râzı olursa onu yapmaya çalışırsan çarşafını çekmesen de

yüzünü
gösterir sana. Allah ehlini aramak gerek. «Kullarımın arasına katıl da cennetime gir» buyurdu çünkü.

Ulu
Allah herkese söz söylemez. Dünya padişahları da çulhayla konuşmazlar. Herkes padişaha onun

vasıtasiyle
yol bulsun diye bir vezir, bir nâip dikmişlerdir. Ulu Allah da kim Allahyı dilerse ona başvursun, ona kul

olsun
diye bir kulunu seçmiştir. Bütün peygamberler bunun için gelmiştir; Allahya onlardan başka yol

yok.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
65. BÖLÜM - Sırâceddin dedi ki: Bir şey söyledim, içime dert oldu.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
O memurdur, o sözü söylemene engel oluyor. O memur gözünle göremezsin amma onun sürüşünü,
onun verdiği derdi görür de bilirsin ki bir memur var. Su altında yüzersin; sana güller, fesleyenler

dokunur.
Başka bir yana gidersin, tikenler batar sana. Anlarsın ki bu yan, tikenliktir, kötüdür, adama eziyet

verir; o
yansa güllük-gülüstanlıktır, esenliktir; ikisini de görmezsin amma anlarsın. Bu anlayışa vicdanî anlayış

derler;
görünenden de açıktır bu. Meselâ açlık, susuzluk, öfke, sevinç... Hepsi de gözle görülmez amma

görünürden
de açıktır bunlar. Çünkü gözünü açsan görülen bir şey yoktur ortada; yoktur amma açlığı kendinden

hiçbir
düzenle gideremezsin. Yemeklerdeki sıcaklık, soğukluk, tatlılık, acılık da böyledir; gözle görülmez;

görülmez
amma görülenden daha da açıktır. Hâsılı bu görüşle ne işin var senin, şu bedenle ilgin nedir ki? Sen,

bunsuz
varsın, boyuna da bedensiz-sin zâten. Geceyse bedene aldırış bile etmezsin; gündüzse işlere

koyulurgidersin;
hiç de bedenle değilsin; peki, ne diye tir-tir, titrersin şu bedenin üstüne; bir an bile onunla değilsin
ki; hep başka yerlerdesin; sen nerdesin, beden nerde? «Sen bir ovadasın; ben bir ovadayım.» Beden,

pek
yaman bir şaşırtmacadır. İnsan sanır ki o öldü mü kendi de öldü-gitti. Hey gidi hey; ne ilgin var

bedenle
senin? Büyük, pek büyük bir göz bağı bu. Firavun'un büyücüleri, bir zerrecik bu gerçeği anladılar,
bedenlerini fedâ ediverdiler; gördüler ki bu bedensiz var olmuşlar; bedenin onlarla bir ilişiği yok.

İbrâhim,
İsmail, peygamberler, erenler de böyle; bedeni, oluşunu, olmayışını anladılar da boşverdiler bedene.
Haccâc esrar içmişti de dalgaya düşmüştü; başını almış, kapının yanına koymuş sanıyordu kendini.
Kapıyı oynatmayın, başım yere düşmesin diye de bağırıyordu. Başı bedeninden ayrı, kapıyla duruyor
sanıyordu. Bizim hallerimiz de böyle, halkın halleri de. Sanıyorlar ki bedenle ilgileri var, onunla
yaşamaktadırlar.
66. BÖLÜM - «Âdem'i kendi sûreti gibi yarattı.» İnsanları hepsi de mazhar aramada. Çok kadın
vardır ki örtülüdür amma yüzlerini açarlar da ne kadar istenecekler, bunu denerler; kesiyor mu diye

usturayı
denediğin gibi hani. Âşık, sevgilisine, uyumadım, yemedim, böyle oldum, şöyle oldum sensiz der;

anlamı
şudur: Sen mazhar istiyorsun, kendini gösterecek bir can arıyorsun; kendini satacağın, güzelliğini
göstereceğin mazhar benim demektir bu. Bilginler, hüner sahipleri de hep mazhar aramadadır. «Bir

gizli
defineydim, bilinmeyi sevdim, diledim.» «Âdem'i kendi sûreti gibi yarattı» ; yâni buyruklarının sûreti

gibi. O,
bütün halkta görünür; çünkü herşey, Allah gölgesidir; gölgeyse gölgenin ıssına benzer. İnsan, beş
parmağını açsa gölgede açar; eğilse gölgede eğilir; doğrulsa, düm-düz dursa gölgede doğrulur, düz

durur.
Demek ki halk, bir isteneni, bir sevileni arıyor; herkes, onu sevsin, ona râm olsun; düşmanlarına

düşman,
dostlarına dost kesilsin diyor. Bütün bunlar; Allahnın buyruklarıdır; Allahnın sıfatlarıdır, hepsi de

gölgeyle
görünmede; ancak şu var ki gölgemizin bizden haberi yok; fakat bir onu biliyoruz. Biliyoruz amma

Allah
bilgisine göre bilmemiz de bilgisizliğin ta kendisi. İnsanda bulunan şeylerin hepsi de gölgede

görünmez; bâzı
şeyler görünür ancak. Demek ki Allahnın bütün sıfatları, şu bizim gölgemizde, gölgeden ibâret olan
varlığımızda görünmüyor, bâzısı görünüyor. «Bilginin pek azı verilmiştir size.»
67. BOLÜM - Esenlik ona, İsâ'ya soruldu; dünyada da, ahrette de en büyük, en güç şey nedir?
islam-kuran-hadis.blogspot.com
Allahnın gazabı dedi. Bundan neyle kurtulunur dediler. Dedi ki; Öfkeni yenmekle, kinini yenmekle.

Yolu da
bu: Nefis şikâyet etmek istedi mi, tersini yapmalı, şükretmeli, şükürde o kadar ileri gitmeli ki içinde,

uğradığı
şeye, düştüğü derde bir sevgi peydahlansın. Çünkü yalancıktan şükretmek, Allahdan sevgi

dilemektir. Allah
sırrını kutlasın Ulu Mevlânâ, yaratıktan şikâyet, yaradandan şikâyettir buyurdu. Gene buyurdu ki:

Sana
güdülen düşmanlık, beslenen kin, nefret, ateş gibi gizlidir. Bir kıvılcım gördün mü, söndür onu da

geldiği
yere gitsin; yok olup bitsin. Fakat gazyağına benzeyen bir cevapla ona yardım edersen geçecek bir

deliğe
yol bulur; yokluktan tekrar-tekrar gelir, bu kez onu yokluğa göndermek güçleşir. «En güzel neyse

onunla
def’et onu» da iki yüzden düşmanı kahret-gitsin. Biri şu: Düşman, düşman olanın eti, derisi değildir,

ondaki
aşağılık düşüncedir. Çok çok teşekkür etmekle o kötülük, senden defolup gittiği gibi kesin olarak

ondan da
defolur-gider; bir de «insan, ihsânın kuludur» ; huyu budur insanın, ikincisi de şu; Hanî çocuklar,

birisine bir
ad takarlar ya; bu adam, çocuklara sövdükçe çocuklar, sözümüz dokundu diye bu işte daha da ileri

giderler.
Yok, halinde bir değişiklik görmezler, özlerinin faydasız olduğunu görürlerse bu işe meyilleri kalmaz.

Bir
ikincisi de şu: Bu bağışlama huyu, sende, peydahlandı mı, anlaşılır ki onun yaptığı, dediği yalandır,

zarar
vericidir; sen nasılsan seni öyle görmemiştir o; artık belli olur ki kötü kişi odur, sen değilsin. Düşmanı

da,
yalancılığının açığa çıkmasından fazla utandıracak hiçbir şey yoktur. Demek ki ona teşekkür

etmekle, onu
övmekle âdeta zehirlemedesin onu. Çünkü o, sende kusuru, noksanı açıklıyor; sense kendi

olgunluğunu
açıkladın; Allah sevgilisi olduğunu bildirdin. «Öfkesini yenenleri, insanları bağışlıyanları, ihsanda

bulunanları
Allah sever.» Allah sevgilisi de noksanlı-kusurlu olamaz. Öylesine öv onu ki dostları, olsa-olsa iki yüzlü

o;
bize bir çeşit sözler söylüyor, oysa ki bununla can-ciğer desinler.
Devlet ıssı bile olsalar yumuşaklıkla yol bıyıklarını;
Yiğit bile olsalar hilimle kır boyunlarını.
Allah bunda başarı versin bize.
68. BÖLÜM - Kulla Allah arasında perde, ancak şu iki şeydir; öbür perdelerin hepsi de bu ikisinden
meydana gelir: Sağlık, mal. Bedeni sağ-esen olan kişi. Allah nerde der, görmüyorum ki. Fakat bir

ağrıya,
bir sızıya uğradı, sayrılandı mı, yâ Allah, yâ Allah demeye koyulur; Allahyla sırdaş olur, söyleşir.

Gördün
ya, demek ki sağlık, perdedir ona; Allah, o derdin altında gizliymiş. İnsanın malı-mülkü oldukça

dileklerinin
sebeplerini hazırlar; gece-gündüz onunla oyalanır. Yoksullaşmaya başladı mı, nefis de arıklaşır; Allah
çevresinde çizginmiye koyulur.
Seni bana esriklik, eli boş oluş lûtfetti (*);
Senin esrikliğine, senin eli boş bir hale getirişine.
kulum-köleyim ben.
Ulu Allah Firavuna dört yüz yıl ömür verdi; saltanat, padişahlık ihsan etti; dilediğini verdi ona...
Bütün bunlar perdeydi; onu, bunlarla tapısından uzak tutuyordu. Bir gün bile, Allahyı belki anar diye

ona,
bir muradına erişmezlik, bir başağrısı vermedi. Dileğinle oyalan, bizi anma, gecen hoş olsun dedi.
Süleyman saltanata doydu da,
Eyyub belâya doymadı-gitti.
(*) Selim Ağa nüshasında, beytin başında, «Fasıl 70» kaydı var (189b).
islam-kuran-hadis.blogspot.com
69. BÖLÜM - İnsanın nefsinde bir şer vardır ki hayvanlarda, canavarlarda bile yoktur derler ya; bu
söz, insan onlardan beterdir demek değildir. Şu yüzden söylenmiştir bu söz: İnsanda gizli bir öz var ya;
ona karşılık bu kötü huy, nefsin şu kötülüğü, şu fenalıklar, o öze perde olmuştur; inci-mücevher, ne

kadar
değerli, ne kadar büyük, ne kadar yüce olursa perdesi de o kadar büyük olur. Demek ki kötülük, kötü
huylar, o öze, o inciye bir perde oluyor. Bu perde de çok çalışmayla kalkıyor ancak. Çalışmalar çeşit-
çeşittir. Çalışmaların en ulusu, Allahya yüz tutmuş, bu âlemden yüz çevirmiş dostlara karışmaktır.

Temiz
dostlarla düşüp kalkmaktan daha çetin hiçbir savaşma yoktur. Çünkü onları görmek, nefsi, bedeni

eritip
yok etmektir. Hani derler ya; yılan, kırk yıl insan görmese ejderhâ olur; bu söz, kendindeki kötülüğü,
kendindeki uğursuzluğu yakıp eritecek bir kimseyi görmez demektir. Nereye büyük kilit takarlarsa

orda
değerli, ağır bir şey var demektir. İşte şimdilik nerde büyük bir perde varsa orda daha iyi bir inci var
demektir. Definenin üstünde kötü yılan var amma yılanın çirkinliğine bakma, defînedeki değerli

şeyleri gör
(*).
(*) Fatih Kütüphanesinde 5408,'de kayıtlı nüsha, bu bölümün sonunda bitiyor.
70. BÖLÜM (*) - Olgunluğun gerekli kıldığı şey, başkalarının insana meyletmesidir. İnsan, boyuna
olgunlaşmaya çalışmalı, noksanlaşmaya değil. Allahnın olgunluğu, bütün varlıkların olgunluğudur;

Allah
hakkında noksanı câiz görmek, olgunluğu gidermek, dünyada olup-biten şeyleri, hattâ kâinatı yok
saymaktır. Allahnın yokluğunu câiz bilmek, âlemi yok bilmektir. Sen Allahyı düşünüyorsun, onun

neliğininiteliğini,
sınırını bilmek, ölçmek istiyorsun da tadın-tuzun kalmıyor. Demek ki sen, Allahnın neliğini,
niteliğini düşünüyorsun. Allahnın işlerine dalıyorsun; Allahyı düşünüyorsun. Bilmiyorsun ki bu yolda bir

tattuz
elde edilmez; o düşünce, o hayal, aslâ Allah olamaz. Yâni sen, bize âşık ol, bizi iste; hayallenmeyi,
düşünceye dalmayı, sınırını, neliğini, niteliğini, şöyle yahut böyle olduğunu düşünmeyi bırak da

olgunluk
elde et.
Allah, doğruyu daha iyi bilir; dönüp varılacak yer,
Allah tapısıdır. Hamd, bir Allahya;
rahmet, kendisinden sonra peygamber gelmiyene.
(*) Bu fasıl Selim Ağa nüshasının son faslıdır (190 a).
71. BÖLÜM- Mısra'(1):
Sevgilim dedi ki: Filân neyle diri? (2)
Kuşlarla kuşların kanatlarının, akıllı kişilerin himmetleriyle, gayretleriyle farkı şudur: Kuşlar,
yönlerden bir yöne kanatlarıyla uçup giderler. Akıllılarsa himmet kanatlarıyla diledikleri yana varırlar.

Her
atın bir tavlası, her hayvanın bir ahırı, her kuşun bir yuvası var (3).
(1) Selim Ağa nüshası, 190 a da bitiyor. Hamdedildikten, salâvat verildikten ve «Temmel kitâb» kaydı

da konulduktan sonra 190 b de ayrı bir
yazıyla üç fasıl yazılmış. Bu, birinci fasıldır.
(2) Mısra' farsçadır.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
(3) Fasıl arapçadır.
72. BÖLÜM - İnsan ağaçtan, yahut sırçadan yapılmış bir kaba benzer. Dışını yıkamak gerek amma
içini yıkamak, daha da gerekli bir şey. Dışını yıkamak farz amma içini yıkamak, daha da farz. Çünkü

Allah
şarabı, ancak temiz kaba dökülür. Şimdi kabı yıkamayı buyurdu ya, içinin yıkanması gerek; çünkü

dışındaki
değil, içindeki içilir. Kim nefsi öldü de kötü huylardan arındıysa Allahya ulaşır derler; hâşâ; Allahya

değil,
Allah yoluna ulaşır. Allahya değil, Allah yoluna ulaştığı anlaşıldı ya; böyle olmazsa zâten o; noksan
sıfatlardan arı olan Allahnın yolundan azmış olur. «Kendinizi, öz ellerinizle tehlikeye atmayın» denmiş.
İnsanlar, buradaki tehlikeyi, uyduğun mürşitten başkalarının sözlerini dinlemek sanırlar; hattâ

ap-açık söz
bile olsa mürşidinin sözünden başkalarının sözünü dinlemekten geçmezsen tehlikeye düşersin derler.
Halbuki boş vesveseyle oyalanmak, daha da aşağılatır adamı, daha da kötüdür, daha da boş (*).
Bilgi, cömertlik miktarıncadır. Kim daha fazla cömertse daha çok âriftir. Söz, can kokusudur. Bir
adam, doğru söz söylese bile canında eğrilik varsa sözünden eğrilik kokusu gelir. Bir adam,

eğri-büğrü
söylese bile canında doğruluk varsa sözünden doğruluk kokusu gelir. Sözden geçmişse sözünden,

söz
söylemeyiş, sözden geçiş kokusu duyulur.
(*)Bu bölüm, burayadek arapçadır.
73. BÖLÜM - (Birisi.) İbâdetlerin faydası neden burada görülmüyor diye sordu.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Yaptığınız işlerin hepsinin de karşılığı var. Fakat sebebi var da onun için burada göstermezler,
burada vermezler. Hani baba, kızına çeyiz hazırlar; hazırladığını korur-gözetir; ona vermez. Evde kızını
kötü elbiselerle gezdirir; çeyiziyse gelin olacağı güne saklar; çünkü o gün, mahşer günüdür. Sonra

gene
oğlu kazanır, kazancını babaya verir. Baba, onu toplamaya bakar. Oğulları toplanıp babalarından

isteseler
bile baba, vakti gelmedi der; sabredin; verirsem yok edersiniz. Çünkü baba da kazanmıştı. Eline
vermişlerdi. Aldandı, yok etti kazancını, kendini de yok etti-gitti. Çokları da bu yoldan yol azıttılar.

Şimdi
Ulu Allah, sizin faydanız için yaptıklarınızın karşılığını size vermez; aldanıp telef etmemenizi,

tembelleşip
işten kalmamanızı ister (*).
(*) Bedî’-uzzaman Fîrûzan-fer, kendisine âit bulunan ve 888 de yazılmış olan bir nüshada; başka

yazmalarda bulunmayan ve "Feth" sûresini
tefsîr eden bir faslın bulunduğunu söyler. Dört sahife tutan bu faslı, "Fîhi mâ-fîh"e ek olarak alıyor

(s.382-385). Fakat gene kendisi, "Önsöz"de,
faydalandığı nüshaları bildirirken, bu nüshanın pek doğru olmadığını, yazanın, olmayacak

tasarruflarda bulunduğunu Mesnevî’den, Divân'dan birçok beyit
ve gazelleri metne aldığını bildiriyor (s. t). Bu faslın üslûbu da, edâsı da Mevlânâ'nın üslûbuna, edâsına

uymaz. Üstelik bu fasılda Mesnevîden, ayrı-ayrı
dört beyit, arapça iki beyit, Farsça bir rübaî var ve Mevlânâ'nın hiçbir eserinde adı geçmeyen İbni

Atâ'dan
iki iktibas mevcut. Kesin olarak Mevlânâ'nın sözü olmayan bu bölümü almadık.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
74. BOLÜM (1) - Yüce hayırlarınız, hani güneş gizlenmez derler ya, tıpkı onun gibi dilden dile
dolaşıp yayılmada; bilinip anlanmada. Biz de, böyle huylara mahzen, bir çeşit incilere mâden kesilen

zâtı
görelim dedik. Her yana erişen şu meyvelerin ağacı olan kişiyi görme isteğine düştük. Her an da bu

istek
çoğalıp duruyor. Meyvelerini görmeyi yeter bulmayalım; varalım, gölgesinde oturalım diyoruz.

Hamdederiz
Allahya ki bu istek, özleyenlerden erişti bize. Şükürler olsun, sonra gene şükürler olsun, gene de

şükürler
olsun. Allahm, sen çoğalt, eksiltme.
Önü-sonu olmayan bu ulu devlete erişenlerin devletinden faydalanabilen, o devlete eş-dost
kesilebilen kişi de, dil söylemeden masallar duyan kişidir; onların özlerindeki yüce anlamlar,

harfsiz-sessiz
olarak can kulağına erişen kişidir; başkası değil. Çünkü on sekiz bin âlemin padişahının bu has

kullarla
oynadığı ilk oyun, el öpmeye başladıkları anda onları hemencecik dilsiz edişidir. «Kim Allahı tanırsa

dili
tutulur, söylemez olur.» Buna şaşılmaz da... Dünyada da âdet böyledir. Nerde anlam kuvvetlenirse
görünüş arıklaşır-gider. Ceviz de, fındık da kabuğunun içindeyken şakırdar, ses verir, Kabuk azıcık

çatlasa,
kırılıp yarısı düşse şakırtısı azalır. Tümden kırılsa hiç ses vermez. İç ne kadar inceyse kabuk, o kadar

katı
olur, sert olur. Çünkü için bekçisidir kabuk. Sabah yaklaşınca korku azalır; bekçiler de evlerine

gitmeye
koyulurlar.
Bu sözlerle böylesine kişinin hiç söz söylemediğini anlatmak istemiyoruz. Ancak diyoruz ki: Kendisi
söz söylemez; sözü kendiliğinden değildir; fakat işkillere cevap verir(2); düğümleri çözer. Fakat

çözdüğü
şeylerden hiç bahsetmez. Hani baba, küçücük çocuğuna söz söyler, onunla konuşur; konuşur amma
evliliğinin derdini, neş'esini, o aklı ermez çocuğa söylemez ya; çevgenden, toptan, güzel renkli

kuşlardan,
cevizden, kuru üzümden, dududan, kumrudan söz açar... Çocukları muştulamak, korkutmak, bu çeşit
sözlerle olabilir.
On sekiz bin âlem içinde, bu topluluktan daha kimsesiz kimsecikler yoktur. Mustafâ'nın kimsesizliği
de buydu, yetimliği de bu yetimlikti; yoksa o, Abdül-Muttalîb’in ölümüyle yetim olmamıştı; Mekke'den
Medine'ye göçmekle de gurbete düşmemişti; zâti garipliğin alâmeti, bir şardaş, bir dildeş

bulamamaktır.
Hangi dildir ki onların diliyle dildeş olsun? Onlardan hiçbir garip yoktur ki bir garip okşayanı umsun;

aksine
onlar, bütün dünya gariplerine nazlanırlar; siz derler, bu âlemdesiniz, bizse yüce âlemden gurbete
düşmüşüz. Farsça söyleseler Farsça bilenler anlamaz; Arap olsalar da arapça söyleseler başka

Araplar
anlamaz. Anlarlar, fakat anlayış duygusuyla şekle bürünen görünüşteki anlamı anlarlar,

maksatlarıysa
anlaşılmaz da anlaşılmaz. Çünkü anlamı anlamak başkadır, maksada ulaşmak başka. Hani Türk Çin
padişahının tapısına bir Arap şairi geldi; söylediği şiiri okumaya izin istedi. İzin verilince okumaya

koyuldu.
Padişah, her beyt okundukça, o beyte uygun olarak başını sallıyordu. Vezirle dîvandakiler, padişah

arapça
biliyormuş meğerse; fakat bizden gizlemiş; bizi sınamış... Ya arapça kötü birşeyler söylediysek diye

telâşa
düştüler. Sonunda bir gün fırsat buldular; padişah ava gitmişti, avlar tutmuştu, pek neş’eliydi.
A seher yeli, o zincir saçlara söyle;
Söyle fırsat bulursan gönlümün hallerini.
Fakat gönül suyu gönül arar bir halde değilse...
Sakın; beni görmemiş ol, hiç tınma.
Fırsat gözlemek, sözleşme vaktini tanıyıp bilmek gerek. Şu hadîste de var ya: «Gönlünüze bir
yumuşaklık, bir merhamet geldi mi fırsat bilin de duâya koyulun.» Varlık âleminin ulusu,

yerlerin-göklerin
ışığı bunu göstermiş bize. Devlet adamları içinde biri vardı, sözünü, en çok çekinmeyen oydu,

padişahın
ona karşı sevgisi, öbürlerine beslediği sevgiden fazlaydı. Tapıya koştu, diz çöktü de a dünyanın

padişahı
dedi, bir müşkülümüz var. Padişah, söyle dedi. Dedi ki: Dünyanın padişahı arapça biliyor mu? Padişah,
hayır dedi, bilmem. Dedi ki: O gün, o şâir, anlaşılması güç kelecilerle düzdüğü o kasîdeyi okumuştu

hani...
Dîvanda bulunan edipler bile gücülen anlayabiliyorlardi; sizse her beytin sonunda, ne de güzel

söylemişsin
der gibi başınızı sallıyordunuz. Padişah öylesine güldü ki gülüşünden sırtüstü yerlere serildi. Gülmesi
bitince dedi ki: Siz şunu anlamadınız: Sözün anlamı başkadır, söyleyen kişinin maksadı başkta. Hani

bir
kul, tapımıza karşı bir suç işler. O suçu açığa vurmak istemeyiz de halk içinde onu, başka bir suç

yüzünden
azarlamak, terbiye etmek isteriz; ne diye böyle bir kusurda bulundun deriz. Maksadımız, dile

getirdiğimiz,
halkın anladığı suç değildir; maksadımız nedir, bir biz biliriz, bir de o kul. Gene bunun gibi, hani birisi

bir
hizmette bulunur; o hizmetin herkesin kulağına gitmesini istemiyiz. Ona lûtufta bulunmak üzere gizli

bir
islam-kuran-hadis.blogspot.com
işe memur ederiz, yollarız onu; halk arasında ap-açık, fakat bam-başka sözler söyleriz, haberler

göndeririz
ona... Sözümüz, sözümüzün anlamı, maksadımıza perde olur. Şimdi şiirin anlamı, bizi başka

padişahlardan
üstün tutmaktır, onlardan ulu olduğumuzu bildirmektir; bizi meleğe, feleğe benzetmektir. Fakat o

şâirin
asıl maksadı bizden elbise edinmektir, ihsan elde etmektir, para-pul koparmaktır. O maksada ulaştın,
dileğini kabul ettik, gönlünü hoş tut diye başımızı salladık.
Meşhur ya; Ulu Şeyh'in semâ'ında çalgıcı şu beyti okudu:
Geç geldin, yanımdan da tez gittik;
Geç gelmek, tez gitmek gülün harcıdır.
Semâ'da bulunanlardan üç kişi, bu beyti duyunca nâra atıp yüzüstü düştü. Birisi, bu beyit, şu üç
kişinin hâline uygun düştü dedi. Şeyh buyurdu ki: Evet, öyle amma hallerinin arasında da pek büyük

fark
var. Buyur ey şeyh dediler. Şeyh, kendilerinin söylemeleri daha iyi dedi; gelsinler, dilleriyle söylesinler.
Hikâye uzundur... Onlardan biri, yıllardır bir kadının peşindeydi. Öbürü yıllardır, Allahnın kendisine bir
erkek evlât lûtfetmesini dilerdi. Yıllardan sonra bir çocuğu oldu, fakat bir haftadan fazla yaşamadı.

Öbürü
de bir haldeydi ki ne oğula âşıktı, ne kıza... O, oğlu, kızı yaratanı seviyordu.
Kur'ân'ı çok tefsîr ettiler amma az kişi Kur'ân'daki maksadı tefsîr edebildi. «Onlar ki inandılar.»
Herkes, kendi imanını tefsîr etti, Mustafâ'nın imaniyle onun maksadı gizli. «Ve iyi işler işlediler.» Gene
herkes, kendi işlediği işi tefsîr etti; Peygamber’in işlediği iş nerde? «Onların ecirleri.» Gene herkes,
vehminin çizip düzdüğü ecri tefsîr etti; Mustafâ'nın ecrindeki maksat hani? Bütün âlem şiirler okur,

can
der, dost der, herkes âşıktır; fakat âşığın yüceliği, sevgilisinin yüceliği miktarıncadır.
Halk, sevgide çeşit-çeşittir; herkes bir şey sever;
Sevdiğinden dolayı mâzur görülmeye en lâyık olanı
sevgilisi en üstün olanıdır.
Sivrisinekten tut da filedek herbirinin bir dileği var, herbirinin bir sevgilisi. Köpeğin kutsuzluğu,
dilediği gıdânın kutsuzluğundandır; peygamberlerle erenlerin yücelikleriyle, dilediklerinin

yüceliğinden
meydana gelmede. Aşksız bir diri olamaz, mümkünü yok. Nitekim Sadr-ı İslâm buyurmuştur. Kim ben

âşık
değilim, hiçbir şeyi sevmiyorum derse kalkın da burnunu kesin o herifin, kulaklarını kesin gözlerini

oyun.
Bağırdı mı da deyin ki: Sevgiliden bunu istiyoruz, onun ayrılığıyla ağlayıp bağırmak gerek. Ambardan

bir
avuç yeter, kitaptan bir yaprak... Geri kalanını buna kıyasla. «Şükrederseniz elbette arttırırım size.»

Yâni,
iştahınızda kuvvet görürsem arttırırım; çünkü bu nimetin şükrü, iştahtan başka bir şey değil. O

hizmet,
iştahı belirtmektir, iştahı göstermektir; iştah kuvveti yokken iştahı arttırmak değildir. Nîmet usanç

verir;
usanç da bu küfürden ileri gelir.
(1) Konya Müzesi Kütüphanesinde, müze kitapları arasında 79 No. Da kayıtlı bulunan ve tercememizin

"Sunuş" kısmında tavsîfi yapılan mecmûadaki "Fîhi
mâ-fîh"in sonlarında bu ve bundan sonraki fasıllar var. Bu fasılın kenarına, nüshayı yazan "Vucida bi

hattıhiş şerîf", yâni "Kendi yüce el.30 yazısıyla
bulundu" kaydıyla bu faslın, bizzat Mevlânâ'nın el yazısından nakledildiğini bildiriyor (60 b). Bu üç

fasıl, yalnız bu mecmûada var ve bizim 71.
Bölümümüzden sonra yazılmış.
(2) Metinde "işkil" kelimesi, arapça kaidesiyle cemi'-halinde ve türkçe "işkilât" tarzında kullanılmıştır.
75. BÖLÜM (*):
Her sözü, yep-yeni görmek gerek diyorsun;
Oysa ki bir yoksulum ben ki hepsinden de dışarıyım. *
Kimsenin eğreti sözünü benimsememişim;
Gönlüm neyi söylediyse onu söylemişim.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
Ululandıkça ululanası Allah, kayıtsız-ilgisiz söz söyler; hem de ezelden ebededek, hiç ardı-arası
kesilmeden, harfsiz-sessiz söyler. Her peygambere bir sözü vardır, her erene bir sözü; bütün sözleri

de
birdir; yâni sözlerinde aykırılık yoktur. İsterse tanığın biri Türk olsun, öbürü Tacik; iki tanığın da sözü
birdir.
Allahnın sözü yalnız Kur'ân'daki şu harfler olsaydı bunları yazmak için denizlerin mürekkep, bütün
ağaçların kalem olmasına hâcet yoktu; yarım okka mürekkeple Kur'ân'ın harfleri yazılır-giderdi. Sonra
Kur'ân'ın harflerine son vardır, Allah sözününse sonu yoktur. Nitekim buyurur: «Allahnın kelecileri
tükenmez.» «Kendi dileğinden konuşmaz; sözleri, kendisine vahyedilen sözlerdir.»
Allahnın sözünü gene Allahdan duy;
Kur'ân okuyanın hüneri bir perdedir çünkü
Şu halde erenlere söz söylemeseydi «Onun dili olurum» sözünün boş olması gerekirdi. Çünkü dille
Kur'ân okumaksa bu, münâfık da Kur'ân'ın harflerini okur, ihlâs ıssı da; peki, «Bir kulumu seversem»
sözüne ne hâcet vardı ki? «Gerçekten de Ömer'in dilinden Hak söyler» denmiş ya; maksat, Ömer'in
harfleri söylemesiyse Ömer'e özellik verişe sebep ne? Çünkü bütün yabancıların da bu söyleyişte payı

var;
hepsi eşit. «Kalbinden hikmet kaynakları coşar» sözünden Kur'ân'ın harflerini okumak kastedilmişse

bunun
için kırk sabah ihlâs ıssı olmaya ihtiyaç yok. Şimdi birisi, garezsiz olarak şu sözleri bir düşünce

bilir-anlar ki
«Kur'ân'ın ehli, Allah ehlidir, Allah hasıdır» sözüyle övülenler başkalarıdır. Ulu Allah âlemden

seçmiştir
onları, kendi sözünü dinleyen bir toplum haline getirmiştir onları. Böyle kişi Allah ışığıyla görür, Allah
diliyle söyler. «Dilediğine hikmet verir; kime de hikmet vermişse o kişiye pek çok hayır verilmiştir.»

Hâsılı
inâyet bakışı da böyle kişiyi arar işte. «Gerçekten de Allahın öylesine kulları vardır ki onlar, Allah

kullarına
baktılar mı, onlara kutluluk elbisesini giydirirler.» Çünkü onların bakışı, Allah bakışıdır; onların

yardımı,
Allah yardımıdır; onların kızgınlığı, Allah kızgınlığıdır... Onların, kızgınlıkta, râzılıkta söyledikleri her

söz,
Allah sözüdür. Çünkü Allah sözü ne arapçadır, ne farsça... Ne ibrâncadır, ne süryanca; harften de
münezzehtir; sesten de. Bir kulun gönlünü arıttı mı onun gönlünün tâ içinden o sözü kaynatır,

coşturur. O
kulun dilinden, o coşkunluğun köpürüp kaynaması yüzünden bir harftir, akar... İster süryanca olsun,

ister
arapça, ister farsça... Değil mi ki o coşup köpürüşten gelmede, âlemlerin rabbinin sözüdür. Zamanın

geçer
akçası o kişidir ki Allah o sözü, ona söylemiştir. Bir kimse de o sözün, nakil olmadığını, rivâyet

olmadığını,
kendisine ilham edilen söz olduğunu anlayacak bir güç-kuvet yoksa, bunu ayırdedemiyorsa,

lezzetinden
bunu anlamıyorsa o sözü Kur'ân mehenk taşına vurması, Muhammed'e söylenmiş söz olup olmadığını
böylece anlaması gerek. İleri gidenler de bilirler, geri kalanlar da... «Benden size bir hadîs nakledilse

onu
Kur'ân'a arzedin; uyarsa kabul edin, aykırıysa atın» denmiştir. Padişah birisine altın bağışlamış;

tanınmış-
bilinmiş altınla karşılaştır o altını. «Sanır mısın ki çoğu duyar, yahut akıl eder.» «Onlar, ancak

hayvanlara
benzerler; hattâ daha da sapıktır onlar.» Ulu Allahnın sözüdür, buyurmuştur: «Yeryüzündekilerin

çoğuna
uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar.» Gene Ulu Allahnın buyruğudur: «Yeryüzünde bulanan

ağaçlar
kalem olsa, deniz mürekkep olsa, hattâ deniz bittikten sonra yedi deniz daha bu işe harcansa gene

de
Allahnın kelecileri bitmez; gerçekten de Allah üstündür; hüküm ve hikmet ıssıdır» Allah rahmet etsin,
esenlik versin, Peygamber dedi ki: »(Allah der ki:) Bir kulu seversem ona kulak olurum, göz olurum, dil
olurum, el olurum da benimle duyar, benimle söyler, benimle tutar.» «Gerçekten Hak, Ömer'in diliyle
söyler.» Gene Peygamber’in sözüdür: «Kim Allah için kırk sabah ihlâs ıssı olursa gönlünden diline

hikmet
kaynakları coşar.» «İnanan kişinin anlayışından sakının; çünkü o, Allah ışığıyla bakar.»
Söz söylerken sen yok oldun mu,
Sözlerin, sınıkları onaran Allahnın sözü olur.
«Kardeşiniz dünyadan geçti mı onun öylesine bir sözü olur ki... Ona yaklaşın; çünkü ona hikmet
ilhâm edilir.» Allah dostları, Allah rahmetiyle gizlenmiştir, Allah ışığını giyinirler. «Kur'ân'ı okumak için
dilini oynatıp acele-acele okuma... Onu toplamak da bize âittir, okumak da; sonra anlatması da gene

bize
düşer.»
Muhammed ordaydı amma varlık bakımından nerden orda olacak?
Orda Allahdan başka ne varsa hepsi de yağmaya verilmiş, yok olup gitmişti.
(*) Bu faslın kenarına, nüshayı yazan. «Vuciad bi hattı halîfetihî». Yâni «Bu fasıl, halîfesinin yazısıyle

yazılmış olarak bulundu» kaydını yazmış.
«Halefihî» demediğine göre Çelebi Hüsâmeddin'in el yazısiyledir.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
76. BOLÜM - Bu karaltıda Hızır'ın suyu var; fakat adam-akıllı bir susamış gerek ki bunu farketsin.
Susuzluğun en üst derecesiyle farkedişin kalmayışıdır; kuyu suyu olsun, dere suyu olsun, ne gelirse

içer;
hele çölü aşmış bir susuz olursa Adam-akıllı susamış, Hızır suyunun kokusunu almış, hem de suyu

sudan
ayırdediyor; bu çeşit adam, bu karaltıya sığamaz. Yahut da bu, bir bahttır, bir kısmettir, ayırdediş işi
değildir. Çünkü ayırdedişin sınırı meydandadır, görülür-durur. Fakat o baht, o devlet, bir ayırdediş
kabiliyeti verir ki bu, başka ayırdedişlere benzemez. İman, zâti ayırdediştir, ayırdedişten başka bir

şey
değil.
Bir gün bu söz, dinleyene düşmanlık etmeye kalkışır da
Ben seni âbıhayâta çağırdım der, sense kendini sağır ettin.
Bu bengisu, ben bengisuyum diye bar-bar bağırmada, dünyayı sesiyle doldurmadadır da şu acı suyu
yeter bulan yorgunlar, şu kara suya kanan yaralılar duymazlar bile... Duysalar da bahse girişirler,

olaylara
kapılırlar, o söze kulak asmazlar; o kadar çok yaygara ederler ki ses duyulmaz olur-gider. Baht işidir

bu; o
kadar aradığı, o kadar sevdiği halde İskender'e bile vermediler; karşı koyanlara, cedelleşenlere nasıl
verirler. Herşeyi aramadıkça bulamazsın; ancak bu dostu bulmadıkça arayamazsın; yâni aramak,

bulmak
demektir; aramak, bengisuyu içmek, bulup içtikten sonra da ebedî olarak kanmamaktır. «Yaratış da

bilin
ki onurdur, emir de onun.»
Emir oğlu olanlar, halkın ahvâlinden boyuna incinir-dururlar. «Belânın çetini peygamberlere gelir-
çatar.» Demek ki kim peygamberlerin yoluna girer, onlara uyarsa o çetinlikten onun da bir payı

vardır.
Zahmet görünür, eziyet görünür amma ne kutlu zahmettir o, ne kutlu eziyet. Buyruğu yerine

getirmeye
dikilmiş olanlar başkadır, yaratıklar başka, «Ben insanım» buyurdu amma din ehlinin toprak ehlinden
ayrılması için sınama yoluyla buyurdu bu sözü. Emir oğullarıyla, yâni ezel oğullarıyla amel oğulları olan
halk arasında pek büyük bir fark var.
On sekiz bin âlem, iki bölükten artık değil. Yarısı salt cansız, yarısı uyanık. Uyanıklık Peygamber’e
uyanın, yahut Peygamber’in halidir. «Benden olup da bana benzemeyen benden değildir.» Yâni uyanık
olan uyanıktır, geri kalanı cansız yaratıktır; buyruktan haberi bile yoktur onların; buyruğu

anlamamışlardır.
Bunca filozofi bilgisiyle, bunca ince, derin bilgilerle gene de bizim cinsimizdensin; hattâ bilgide, akılda
bizden de eksiksin; sen gençsin, biz ihtiyarız diye buyruk ıssından mûcize istediler... Mûcizeyle de

buyruğu
anlamadılar, uyanmadılar-gitti. On iki bilginin bütün terimleri, bütün bu bilgilerle ilgili sözler, bütün
bilgilerle beraber salt cansızların harcıdır; çünkü yaratık çevresinden dışarda değil onlar. «Yaratış da

bilin
ki onundur.» Yaratık da Allahnındır amma buyruğa karşı cansızdır. «Hüküm, hikmet ıssının katından
verilen bilgi» , buyruktur, o bilgi de peygamberlerin, Allahnın bilgisidir; yâni uyandırıcı bilgidir o. Şu

halde
görüyoruz ya, bilgi, uyanıklık bilgisidir, uyanıklık vermeyen herşey, salt cansızdır. Demek ki kim daha
uyanıksa odur daha yakın olan.
Bu yaratış âleminin, bu yaratıkların bilgilerinin, ibâdetlerinin sınırı, yönü, çevresi vardır; böyle olan
da cisimdir, cisimse cansızdır. Fakat uyanıklığın sonu yoktur. Boyuna gittikçe gitsen dün bulduğun,
bugünküne benzemez. Bu yüzden «De ki: Rûh rabbimin buyruğundan» buyurur. Toplum dedi ki: Rûh
nedir, Peygamber de bilmiyor; işâretle bir sözdür, söyledi. Oysa ki o ne buyurduysa öyleydi; yâni rûh
buyruktur, geri kalanlar cansızdır, cansız da bunu anlamaz zâti. Evet, onların da bir anlayışı vardır

amma
kendi cansızlıklarına göre bir anlayıştır o. Karanın, denizin yüklenemediği var ya hani; biz yaratığız,
cansısız, buyruk altına girmeye gücümüz yok dediler. Âdemoğulcağızıysa o anlamdan doğmuştu; elini
göğsüne vurdu da dedi ki:
Ben çekerim, onun yükü camındır benim;
Söyle, bir kimse kendi canını nasıl olur da çekmez?
Şu on sekiz bin âlemden ne görüyorsak, ne duyuyorsak vuralım gitsin; bakalım, ne yana düşer?
Rûhül Kudüs'le ilgili bile olsa bu uyanıklık olmadıkça biz onu cansız sayarız; hattâ bu uyanıklığın ta
kendisidir, canıdır, Haktır, başka birşeydir diye şaka etseler de bu, böyledir. İsterse salt zehir olsun,

bizi
helâk olmaktan, yok olmaktan kurtaran herşey, panzehirdir; ölümden kurtaran tatlı şerbet. Bizim
görünüşle işimiz yok. Şu on sekizi karmışlar, birbirine katmışlar ya; rûhların rûhu bile olsa bizi helâk
islam-kuran-hadis.blogspot.com
ederse, bize zarar verirse zehirin ta kendisidir. Zâti ayırdediş de bunun içindir ya... Çünkü zehirle

panzehiri
bir-birine katmışlardır. Yaratışla buyruk, bir mâcun halindedir.
Canla beden ayrılmış değildir. Bir özelliği olanla görünüş de bir-birinden ayrı değil. Sözün anlamı,
sözün söylenişinden, yazılışından ayrı olamaz. En yakın olan, en uzak olanın ta kendisidir. Burada pek

ince
işler var; pek dikkat etmek gerek. Halkın görünüşten de anladığı yaratış-yaratılış âlemiyle ilgilidir,
anlamdan da anladığı böyledir, cansızı anlar ancak. Bu noksan anlayışlardan kurtulan, buyruk
âlemindendir, uyanıklık âleminden. Şimdi vara vara kendi anlayışını gittikçe fazlalaşıyor görürsen bil

ki
yürüyüşün, cansızlara doğrudur. Görmez misin? Kimin tahsili daha fazlaysa daha fazla donmuş, buz
kesmiştir o; varlıkla-benlikle doludur; İblisin sıfatı olan «Ben ondan hayırlıyım» demek, daha fazladır

onda.
İnsan, o duygularını yakıp eritti mi hayrete dalar, sarhoş olur, özleyişlere düşer; o huylardan

vazgeçeni
böyle görürsün ya; bu, uyanıklığın artıklığındandır. Çünkü o yük ne kadar ağır olursa güç-kuvvet, o

kadar
arıklaşır; isterse fil olsun, ağır yükün altında yoksullaşır-gider. Nerde olmayacak şeyler azsa,

yoksulluk,
düşkünlük, şaşkınlık fazlaysa bil ki orda mâmurluk fazladır.
A beden, sırtında kim var, haberin var mı?
Ayağını gökyüzünün üstüne bas; yükün peridir senin.
Öylesine bir kişiyi yüklenmişsin ki bütün ömrünce
Güneş bile yüzüne bakamaz senin.
«Nefsini bilen, rabbini bilir» demişler; nefis sözüyle buyruğu, uyanıklığı kastetmişlerdir; helâk olacak
cansız şeyi değil. «Herşey helâk olur.» Sonradan meydana gelen helâk olacak şeyi bilmenin önüne ön
bulunmayanı bilmekle ne ilgisi var? «Ancak onun zâtı helâk olmaz.» Yâni a göz, sende güneşten bir

ışık
var; o ışığı tanırsan güneşi de tanıdın-gitti; yaratılmış olan, cansız bulunan gözdeki yağı, yahut

karalığı,
beyazlığı tanırsan güneşi tanımış olmazsın. A parça-buçuk ışık, sen tüm ışıktaydın; bir yağ parçasını;
«İnin» buyruğuyla senin ayağına bağladılar, parça-buçuk oldun, yaratık kesildin, «Ben bir insanım»

sözü,
sözün oldu. Şu bağla bağlıyken kendini görür, tanırsan bilirsin ki sen, parça-buçuk değilsin; tümdün

ya,
gene o tümsün sen; bir iş için şu cansızlar arasındasın. Allah daha iyi bilir.
Konya Müzesi'nin müze kısmında 79 No.da kayıtlı olan ve «Önsöz»ümüzde tavsîfi yapılan
mecmuada «Mecâlis-i Seb'a»dan sonra Mevlânâ'nın bâzı kısa-uzun sohbetleri var (107 b-110 a).
108 a daki ilk bölümün kenarında, metnin yazısiyle «Nukıla min hattıhiş şerifi kaddasallâhu
sırruhul-lâtif va kütiba min hâhunâ ilâ hamseti safahâtın», yâni, «Allah lâtif sırrını kutlasın, yüce
yazısından nakledildi ve buradan itibâren beş sahife yazıldı» kaydı var. Bu bölümleri de «Fîhi
mâ-fîh»e almayı uygun bulduk.
§ İçinde yardım ışığı bulunan kişi, ne diye kötü sözden gamlansın? Yardım ışığını görmüyorsa ne diye

güzel
söze sevinsin? Hani padişahın ayarı tam, doğru-düzen altınına bir bölük halk, bakırdır bu, kalptır,

özsüzdür,
ateşi görünce kararır-gider der. O altın onların sözlerini duyar, bir de kendine bakar, güleceği gelir.

Fakat
kara pulsa, yahut kalp dirhemse bir bölük halk, bu, ayarı tam saf altındır desin; o der ki; Bu ânadek

kendi
halime ağlıyordum, şimdiyse size ağlamaya koyuldum. Kalp akçenin ağlayışı da faydasız değildir; gün

gelir, o
gözyaşı bir iksire ulaştırır onu.
Bâzı adamlar, söz söylemeyi huy edinmiştir; başkalarının soluğuyla tuzağa düşer onlar. Derler ki: Siz

ak
doğanlarsınız; gölgesi kutlu devlet kuşlarısınız. Kendilerine hiç bakmazlar; ne biçim kuşuz biz; av

mıyız, avcı
mıyız, leş mi yemedeyiz, neyiz biz demezler. Üflendiler mi yelle dolu tuluma dönerler; demezler ki

tutalım, bu
tulum zümrüdüanka olsun, kanadı nerde, güzelliği hani, uçuşu, yücelişi hangi durağa? Amma bu

düşünce de
yapılmış-düzülmüş konaktan başgösterir; yelle dolu tulumun işi değildir bu. Olacak bu ya, birisi

tulumun
içinde kalsa dışarıdaki sesleri duyunca anlar ki tulum, onun hapishanesidir, ayağına bağ kesilmiştir,

kafes
olmuştur ona. Ne mutlu kılavuzu yardım olan, tez giden, uz gören göze uyup ardından yol alan kişiye.
§ Allahyı akılla-fikirle bulmaya uğraşma; aklı-fikri Allahya ulaştırmaya savaş. Duyguların, anlayışların,
duyuşların, akılla sezişlerin Allahya ulaştırılması, hoş birşeydir: Allah onlara esenlik versin,

peygamberlerin
islam-kuran-hadis.blogspot.com
yolu da budur... Onları herşeye sürüp götüren de Allahdır, onlara kılavuz olan da Allah. Delil de nedir,

burhan
da nedir ki Allahyı belirtsin, göstersin? Güneşin her zerresinden yüz binlerce delil, yüz binlerce

burhan
başgöstermede. Sen
Allahyla ol, delilin, burhânın eksik olmaz. Güneş doğdu mu her vuruşu, her ışığı, güneşin dileğine uyar;

artık
delilin, burhânın yeri mi? Köre, delille güneşi göstermeyi kursan ne kadar uğraşırsan uğraş; işte hem

bunu
başaramazsın sen, hem de zamancağızın yiter-gider. Güneşe delil, gene güneştir.
Can, bakışta-görüşte yok oldu da şunu dedi:
Allahnın yüzüne, Allahdan başkası bakamadı-gitti.
Allah daha iyi bilir.
§ Hazreti Mevlânâ, Allah aziz sırrını kutlasın. Pervâne'nin evinde sohbet buyurmadaydı. Pervâne,
ey Mevlânâ dedi, temel, buyruğa uymaktır. Mevlânâ buyurdu ki (1)Bu sözler, kendi yazısından
nakledildiğine göre bu başlık, sonradan biri tarafından eklenmiştir.:
Evet amma halkın anladığı şekilde buyruğa uymak değil. Buyruğa uymanın anlamı şudur: Vergili,

adâlet ıssı,
yumuşak huylu, kerem sahibi, çeşit-çeşit güzel huyları benimsemiş, hazneler biriktirmiş, birçok

ordular
toplamış, birçok memleketleri bayındırmış bir padişah ölür, yerine mîrasçısı olan velîahdı geçer.

«Bilginler,
peygamberlerin mîrasçılarıdır.» denmiştir ya hani. Bu da tıpkı öncekinin huyunu güder; onun gibi

ihsanda
bulunur. Onun huylarını edinir, ona uymaya çalışır. İşte uymak, buna derler. Yoksa her yoksul, her

külhanbeyi
kalksın da buyruğa uyuyorum diye dâvâya girişsin; buna buyruğa uymak denmez. Buyruğa uymak

başkadır,
gerçek bilip bîatleşmek başka. Allah daha iyi bilir.
§ Allah rahmet etsin, esenlik versin, Peygamber dedi ki: «Bir an adâlette bulunmak, altmış yıl

ibâdetten
hayırlıdır(2)(Üstüne, aynı yazıyla "bir yıl" yazılmış. ).» Bu, o hikmet yeşilliğinin bülbülünden, o dileyiş

sedefinin
incisinden, o kudret bahçesinin yeni yetişmiş fidanından, o san’at ustasının şaşılacak san'atından, o,

yoktur
Allahdan başka tapacak sözünün şahnesinden, o yücelerdeki toplumun kervanbaşısından, o

yaklaştı-yakınlaştı
odasında oturandan, o daha da yakınlaştı bucağının konuğundan, o noksan sıfatlardan arı biliriz.

Allahyı ki
kulunu geceleyin götürdü durağında yurt tutandan, o vahyetti kuluna ne vahyettiyse haznesinin
haznedarından, o ahret hocasından, o dünyanın en ulusundan, en iyisinden, o kadri yüceltilmiş, o

seçilmiş
Muhammed Mustafâ'dan gelmiş dos-doğru bir haberdir... Övüşlerin en olgunu, en yücesi ona. Şöyle
buyuruyor yâni:
Ey peygamberlik mîrasına konanlar, şu muştulukla dop-dolu buyruğu taç-taht sahiplerine ulaştırın; bu

lûtuf
adını-sanını padişahların yedinci kat gökte bulunan sayvanlarına kazıyın; bu incîyi padişahların

kapısına
götürün; şu lâtif sözü adalet sahiplerine okuyun; bu şaşılacak sırrı onlara duyurun; bu eşsiz nükteyi

onlara
anlatın. Deyin ki: A taca-tahta, a devlet, baht memleketlerine sahip olanlar, esirgeme ağacını

gönüllerinize
dikin; adâlet suyuyla sulayın, yeşertin o ağacı; zulüm sarmaşığını uzaklaştırın ondan... Böyle yapın da
saltanatınız doğru-düzen yürüsün. Çünkü adâlet, pek yüce birşeydir, pek değerli bir incidir. Adâlet

nedir?
Saltanatın gözcüsü; memleketin düzgünlüğü, devletin koruyucusu, ülkenin bekçisi, baht gelininin

bezeyicisi,
tahtın süsü-püsü, kutluluk kimyâsı, ululuk sermâyesi, devletin güzelliği, eminliğin fetih buyruğu. İşte
buracıkta, yanıbaşında adâlet denen zât... Ulular ulusu onun hakkında şöyle buyuruyor: Bir an

adaletle eş-
dost olursan bu, ibâdet meydanında bir yol ayakta durmadan daha iyidir. Bir an adâletle solukdaş

olursan bir
yıl ibâdete el atmandan hayırlıdır. Çünkü ibâdet kuşunu herkes tutar amma adâlet doğanını

padişahlardan
başkaları tutamaz. İbâdet ceylânını her zahit tutar amma adâlet arslanını buyruk ıssı olanlardan

başkaları
avlayamaz. Adalet arslanı, öyle her padişaha, her buyruk ıssına da râmolmaz. Adâlet arslanını

bilgiden başka
bir lokmayla avlamaya, yumuşaklık kemendinden başka bir kementle bağlamaya, ihsan tuzağından

başka bir
tuzakla elde etmeye imkân yoktur.
Hamdolsun Ulu Allahya ki dünya mülkünün memleketlerine hüküm süren padişahlar, adâleti

istemedeler.
Adâlet de Âdemoğulları padişahı, âlemin tek buyruk sahibi, devlet ve dinin filânını istemede. Allah

şanını yüce
etsin ki bu yüzyılda hem bilgi lokmasıdır o, hem yumuşaklık kemendi, hem de lûtuf çayırlığı. Şanı

yüce,
noksan sıfatlardan arı, sınıkları onaran Allah, sanki adâleti, insafı, şu dünya padişahının boyuna göre

ölçmüş-
biçmiş, kesip dikmiş. Adâletle insaf, bu devlet kapısında bulundukça verimi de şu olur: Her gün bu

bahçede
yeni bir gül biter. Ulu Allah, dünya durdukça, yüzyıllar sürüp gittikçe bu padişaha ömür versin,

devletinden
faydalandırsın onu. Gerçekten de Allah kerem sahibidir, cömerttir.
A bilgi ıssı, adâlet ıssı padişahlar padişahı,
Zulüm, adâlet kılıcınla kesildi-gitti.
Fîtne, senin kahrından korktu da kalktı,
islam-kuran-hadis.blogspot.com
O yokluk konağına doğru yüzlerce konaklık yol eşti.
Sevin ey padişah, kapını toprağı,
Gönlün durağı tapın; gözse kapına dikilmiş.
Rum, Çim, Türkistan padişahları,
Kutlu, devletli tahtının önünde durmada.
Cömertliğinden yarım katre, uçsuz-bucaksız bir deniz olmuş....
Yumuşaklığından yarım zerre, Bâbül kesilmiş,
Gök bile sana aykırı gitse noksandadır;
Zerre bile sana uysa olgunluğa erer,
Tahtının basamağı, gökyüzüne taçtır...
A felek, taç gerekse sana, indir onu.
Allahm, ey âlemlerin rabbi, ey yardımcıların hayırlısı, kalem ve bilgi ehli olan tapısının eminlerine,

devletinin
beylerine tümden yardımınla, lûtfunla özellikler ver; burada bulunanların topunu da güzelliğini,

ululuğunu
seyredenlerden kıl.
§ «Bir an düşünmek, altmış yıl ibâdet etmekten hayırlıdır (1)(1)Bu kısmın başında bildirdiğimiz gibi bu
bölümün kenarında da, sonadek Mevlânâ’ nın el yazısiyle bulunduğu ve oradan nakledildiği

kaydedilmiştir. .»
Bu düşünce, bütün ibâdetlerden daha da iyi olan inançı meydana getiren düşüncedir. Kim

yaşamaktan daha
uzaksa odur daha fazla ölü... Kim bilgiden uzaksa odur daha fazla bilgisiz... Kim arılıktan daha uzaksa

odur
daha fazla bulanık. Gerçekten de söz gümüşse de sus; çünkü susmak altındır. İnsanın sözü, başkası

içindir,
kulağıysa kendisi için. Susmak sabırdır, sabırsa sıkıntının, darlığın anahtarı. «Susun da acınmış olun.»
Susmak, bilgisizin bilgisizliğine bir örtüdür, bilgineyse süs. İnsana en güç şey, susmaktır, fakat en

faydalı şey,
gene susmak. Dilini koru, çünkü o bir canavardır, yer seni. İnsanlar, suyu acı, helâk edici, esenlikten

uzak mı,
uzak bir denizdir; gemi de uzaktır onlardan. Rivâyet edilmiştir: Allah bir kulunu sevdi mi, ona,

sûretinden bir
sûret giydirir, rûhundan bir rûh üfler... Sonunda dağ-taş, herşey o kulu sever; kurt-kuş, herşey ona

karşı
alçalır... Onu öyle kerâmetlerle özelleştirir ki Allah onlardan râzı olsun, âriflerden, gerçeklerden,

Allahya
yaklaşanlardan başka kimsecikler o kerâmetleri bilemez, anlayamaz. Buyurmuştur: Gerçekten de

Allah kulunu
öylesine sever ki sevgisinden, dilediğini yap, çünkü ben yarlıgadım seni der (2)(2)Baş taraflardaki

"gerçekten
de" sözünden burayadek arapçadır. .
§ Muhammed'i yıldızlardan, cevherlerden, cisimlerden, arazlardan geçirdikleri geceydi. Hepsinden

geçmişti de
bir yere varmıştı ki gecenin saçları orda kesilmişti; gökyüzü, orda kocakarıların iği gibi dönmez,

işlemez
olmuştu. Günün Rumluğu perde altına girmişti. Gördü ki topraktan yaratılmış âlem, orda bir tozdan

ibâret;
gökler orda ayaklar altında kala-kalmış; güneş mumu, yedi kat yer, yedi kat gök, gizli âlemin

ağacında birkaç
yaprak gibi görünmede. Bunda kaldı da dedi ki: «Seni övemem ben.» Nimet, kendi diliyle nasıl

şükredebilir
ki? Yeryüzünü, cömertliğinde bolluğu anlayasınız diye sizin için yarattı o. Birisi Basra'dan hurma alır,

orda
satar, kâr eder; bu, o tâcirin uyanıklığına delildir. Fakat Rum ülkesine getirir de kâr ederse

uyanıklığına delil
olamaz; çünkü burada kâr edişi, yolun uzak oluşundandır (1). (1) Bundan önceki bölümde, bu beş

sahifedeki
sözlerin hepsinin de Mevlânâ’nın el yazısiyle yazılmış bulunduğunu, oradan nakledildiğini yazmakla
yetinmemiş, bu faslın kenarına da «Vamin hattıhî», yâni «Gene onun yazısından» kaydını yazmıştır)
§ Ey H (2), (2) «Ey» sözünden sonra şöyle bir harf var: o, Birisine hitab olduğu meydanda.) kulluk

şartlarına
uyamıyorum, elimden gelmiyor; bu âcizi kendi hâline bırak; ne haldeyse o haldeki hizmetime

bırak-gitsin
beni. Kur'ân'da münâfıkların namazlariyle ilgili hikâyeler çok geçer. Buna dikkat et de anla ki nefsi

temizlemek
daha doğru. Korktuğuna uğrayınca Allahyı anıştan, ona yalvarıştan başka ne çâren var? Dilediğini

bulamaz,
ondan tat alamazsın gene onu anıştan, ona yalvarıştan başka ne çâren var?
Elimizi şarap kadehine, sevgiliye atmışız;
Zâti işin sonu bu olacak.
Şu şekilleri yapandan, şu resimleri düzenden utanda onları, yapanın, resmedenin lûtfuyla seyre

dal.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
§ Baktım, gördüm ki herşeyin en iyisi gönül. Onu sizin anışınıza vakfettim. Sağlığı korumak, sağlık

istemekten
kolaydır. Şehvet balını haram zehirlerden iyiden-iyiye koru, gözet ki onda azizlerle buluşma zevki

vardır, cana
şifâdır o.
§ Şu çer-çöpe benzeyen dünya ehli de oynar-durur; bunu da semâ’ sanır. Oysa ki semâ' buluşma
cennetinden gönüle vuran bir ışıktır. Kör ona derler ki çeşitli sanılara kapılır, onlardan kurtulması da

mümkün
değildir; gözlü de ona derler ki iyiden-iyiye inançla bu şüphelerden kurtuluş yolunu bulur.
§ Bir fare köyden nasıl kaçarsa şeyh de dünyadan öyle kaçar. Şeyh nedir? Varlık. Mürit nedir? Yokluk.

Mürit,
yok olmadıkça mürit olamaz.
§ «Allah Önce bir inci yaratmıştır ki uzunluğu on bin, genişliği bin yıllık yoldur. Heybetle ona bakmıştır

da o
inci eriyivermiştir.»
§ «Sadaka belâyı giderir.» Nasıl ki okları, kalkanları yarattı. Büyük oka büyük kalkan.
§ «Fayda vermeyen bilgiden, senden korkmayan gönülden sana sığınırım.» Hani gönülde korku yoksa

sanki
yaşayış da yoktur orda. Bütün yaşayış, bütün tat, o korkudadır.
§ Mümkünü yoktur ki insan âşık olmasın. Her an bir başka aşka düşer insan. Uyku aşkı, esenlik aşkı,

çeng
çalma aşkı, güzel yüz aşkı.,.Bu hallerden hangisi üstün olursa aşk olur-gidir.
§ O köle, bütün dünyayı arar-aktarır; efendisinin yanından uzaklaşmak, kendisine bir iş

buyurmamasmı
sağlamak, ayağını uzatıp yan gelmek için bir yer bulmak ister. Öbürünü de şu bucağa, bu bucağa

gönderirler,
öylece hizmet eder-durur.
§ Dervişler vecde düşerler de Allahyı özleyişleri artsın, ahrete inanış sevgileri çoğalsın, gönüllerinden

dünya
sevgisi dağılsın, dünyaya gönülleri yabancı olsun diye semâ’ ederler. Kerâmetleri âleme yayılmış,

güneşten de
daha tanınmış olan, ululukları minberlerde söylenen ulu şeyhlere uyarlar... İnananlar, gözlerine

çeksinler de
gönül gözleri aydın olsun, gizli âlemi görsünler, Allahya dalsınlar diye onların ayaklarının bastığı

toprağı
ararlar. Semâ' törenini onlar komuştur. Peygamberlerin mirasçıları onlardır; miras bilgisi de onlarındır,
anlayış-seziş bilgisi de onların. Zâhiri hükümleri bilen bilginlerde okuyup belleme bilgisi vardır, anlayıp

sezme
bilgisi yoktur. Nitekim Mustafâ buyurmuştur: «Bildiğini tutan, yapan kişiye Allah, bilmediği bilgiyi

öğretir.»
Belleyip öğrendiğini tutana Allah, anlayış-seziş bilgisini de bağışlar. Kime de bu bilgiyi bağışlarsa

o,erenlerin
cinsine katılır-gider. Şeyhlerin kodukları herşey, peygamberlerin kodukları şey demektir. Çünkü

«Kavminin
içinde şeyh, ümmetinin arasındaki peygamber gibidir.» Hattâ «Benimle duyar, benimle görür» sırrına

erer bu
çeşit kişiler. Onların yaptığı iş «Allah attı» hükmüne girebilir.
Semâ'ı bâzı bilginler men'etmiştir, bâzıları caiz görmüştür ya; her ikiside doğru. Nefse uyan, şehvetine

kapılan
kişiler, kibirle, gafletle semâ'a kalkarlar, ahret hallerinden haberleri yoktur; onların semâ'ı, boşuna

bir iştir,
oyundan ibârettir. Onlardır, yaptıklarıyla azâba uğrayanların ta kendileri, Çünkü nefis ve şehvet,

dünyadandır.
«Dünya yaşayışı; boştur, oyundan ibarettir.» Şeyhlerin, muhiplerin semâ’ına gelince: Bunlar, boş

şeylerden,
oyunlardan ter-temizdir; hattâ zâhir ehlinin çalışıp çabalamasından da yücedir bunların semâ'ı. Çünkü

«İşler,
niyetlere göredir.» İki Müslüman kardeşi kavga ettirmek, yahut bir Müslümanın ayıbını meydana

çıkarmak
niyetiyle doğru söylersen bu, haramdır, adamın aleyhinde bulunmanın ta kendisidir. Peygamberler, bu

doğru
söylemeyi zinâdan da beter saymışlardır; «Birisi yokken aleyhinde bulunmak, zinâdan beterdir.»

Fakat iki
Müslümanın arasını uzlaştırmak için yalan söylemek helâldir; hattâ sevaptır da. Peygamber, bu çeşit

yalan
söyleyenler cennete giderler buyurmuştur. «Lokma da olgun kişiye helâldir, nükte de... Mâdemki

olgun
değilsin, yeme-içme; sus.»
Tam bir doğrulukla, gönül inançıyla, büyük bir inançla olgun bir kişiye yüz tutan topluluk da olgunluğa

gider;
yeni ay gibi hani, sonunda tam dolunay olur. «Kim bir topluluğa benzetirse kendini, onlardandır o.»

Onlarla
gerçek olarak düşün, kalkın» sözü de bunu gerçekler... Onlarla düşen-kalkan, ebedi olarak kötülüğe

düşmez;
ârif olana bir işâret yeter.
§ Allah, kendi sıfatlarının tadlarını, çeşitli şekillerde yarattı. Her şekle de o tada ulaşma yolunda

çeşitli
hareketler, sesler, nağmeler, sözler verdi; böylece de herbiri, dururken de, hareket ederken de o tadı

verir; o
şaşılacak hareketlerle, nağmelerle, seslerle bilinir; nitekim gökyüzünün dönüşü, yeryüzünün duruşu,

şaşırıp
kalışı, ağacın oynayışı, dönen, yürüyen yıldızların hareketleri, hayvanların, dileklerini elde etmeleri,

sözler,
şiirlerde hep böyledir. Zahmet, eziyet çekmeseydin merhametli olduğunu nerden bilecektin; melheme
ihtiyâcın olmayacaktı ki.Nekeslik olmasaydı Allahın kerîm olduğunu nerden bilecektin?
Bu bir tek kişiye görünüşte de, içten de kul olman, dostlarına dost, düşmanlarına düşman kesilmen,

tümden
onun buyruğuna uyman, ne derse duydum, itâat ettim demen gerek. Şart bu olmasaydı yalnız

Abû-Bekr'le
Ömer kul olmazdı da herkes kul-köle kesilirdi. Halkı tanımaz mıydı onlar? Tanırlar, idare yollu da

halkla
islam-kuran-hadis.blogspot.com
geçinirlerdi. Böyle olmakla beraber gene de açık-gizli, ona bir kulcağız kesilmezler miydi, ayaklarının

altına
toprak olup döşenmezler miydi? Zâti zevkleri de bundan ileri gelirdi ya (*). (*) Arapçadır.
Bütün Şam'ı, Mekke'yi boynuna alsa, kişi kul olmadıkça, kulluk toprağında yuvarlanmadıkça ölmüş

canı
dirilmez, tazeleşmez. Adam-akıllı bilirler, inanırlar ki burada mülk ıssı erler var, canları diriltirler,

tazeleştirirler.
Herkese ne rızk verilmişse o, gelir-çatar. Önceden kişinin isteyip dilediği, az bir-şeyle değişmeye

başladı mı,
yanılır da böylesine bir kulum ben der, kendi-kendine de ne yaptım, ne suç işledim de bana karşı

değiştiler
der; bilmez ki onlar, içini bilirler onun... Bilmezler ki biz padişah oğullarıyız, padişahın belinden

gelmişiz;
«Rahmetini dilediğine özel olarak verir, rahmetine alır onu.» denen kişinin belindeniz biz.
§ Benim tapımda elli yıl, gerçek olarak savaşmak gerek ki bir an, suçsuz olarak otursun. Böyle

olmadıkça her
harekette, her oturuşta onların suçlarını, rezilliklerini, ayıplarını görüp durmadayız; yalnız susuyoruz,

bir şey
söylemiyoruz da suçsuz sanıyorlar kendilerini.
§ Şüphe yok ki o bilgi de yücedir; fakat Allahnın bir başka sırrı var ki o bilginin ötesindedir o... İnsan

kırılıp
dökülmedikçe o sırlar, kendisine yüz göstermez. İnce söze dalmak, ince düşüncelere dalmak, ince

bilgiler
öğrenmeye koyulmak, düşünceyi keskinleştirmek yoluyla bir pay alınamaz buradan.
§ O bilinen sırdan, hem de bir kuyudan suvarılan, bir yazıda güdülen koyunlar, etlenirler, canlanırlar,
gelişirler, yağlanırlar. Ayrı-ayrı yazılarda yayılan koyunlarsa arıklaşır, hastalanır, gövdeleri kanla-irinle

dolar.
Herkesin sözünü duyup dinleyen mürit de böyledir işte. «Onlar iyi bir iş yaptıklarını hesaplarlar.»
§ Uyandırmaya, diriltmeye gücü yetmeyen kişiye uymaktansa ölmek, daha hayırlıdır.
§ Peygamberlerle erenler, lâtif kişilerdir; bir gün bile kimsenin kendilerine hizmet etmesini, kimseye

kötülük
gelmesini istemezler. Halksa nasıl bir kişiye ulaşmışlar, bilmezler bile.
§ Dağ-taş, su, ateş, yel bile insana secde etmededir; birkaç lüzumsuz münâfık secde etmemiş,

noksan mı
gelir insana?
§ «İnsan öfkelenince hayır duâ eder gibi kendine, ehline-ayâline beddua eder, insan, pek acelecidir»

âyetinin
anlamı şudur: İnsan, öfkelendiği zaman, kendisine de, ehline-ayâline de şer ister, belâ ister; insanın
kendisine, ehline-ayâline hayır istediği gibi hani. «İnsan pek acelecidir.» Gönlüne ne gelirse ister;

yavaş
davranmaz, o istediği şey hayır mıdır, şer midir, düşünmez bile. Abû-Cehil de yârabbi, Muhammed

gerçekse
üstümüze kara bulutlar gönder, başımıza taş yağdır diye duâ ederdi ya; bunu öfkesinden isterdi. Özeti

şu ki:
Allahdan, herşeyi hemencecik istememek gerek. Birçok şey vardır ki gönüle gelir; hayır görünür;

oysa ki
şerdir o. Hakkımızda hayırlı olanı ver bize demek gerek. Birçok kişiler mal isterler; mal da belâ olur

onlara.
Çocuk isterler olur amma belâ kesilir onlara. İşte, «Allahm, bize dünyada da güzel şeyler ver, ahrette

de»
âyetinin anlamı budur. Yâni Allahm, dünyada da, ahrette de bizim için iyi olanı, hakkımızda hayırlı

bulunanı
ver bize; iyiliğimiz, hakkımızda hayırlı olan odur, sen bilirsin; bizse hakkımızda hayırlı olan nedir,

bilmeyiz.
Bilseydik yaptığımız işlerden pişmanlık duymazdık. Demek ki her gönüle gelene güvenmek, onu

Allahdan
dilemek doğru değil. «İyi işlerden bir kısmını, inanarak işleyen kişi ne zulümden korkar, ne sevâbının
eksilmesinden.» Yerinde iş işleyen kişi, lâyık olanı yapar; kendisine yapılmasını dilediği şeyleri

başkaları
hakkında da diler, onlara da yapar. Zulümle onların malına kasdetmez. Onların kendinde bir hakkı

varsa inkâr
etmez. Gönlünü doğrultur. Fırsat düşse bile onların hakkını almaz, hak kiminse ona verir, hem de tam

olarak
verir; bir habbesini bile almaz; bir şey çalmaz. Bunları da Allah için, Allah ona rahmet etsin diye yapar;

bozuk
kuruntularla değil. Zâti böyle yaparsa iyilik olmaz o, alış-veriş olur. Ben iyilik edeyim de bana da iyilik

etsinler;
iyilikte bulunayım da adım iyilikle anılsın; doğrulukta bulunayım da bana güvensinler gibi bir

kuruntuya
düşmek bezirgânlıktır. Kişi, yaptığını Allah için yapmalı, çünkü Allah, onun gönlündekini bilir: Ona

kuruntuyu
veren, düşünceyi bağışlıyan, düzeni ilhâm eden, çâreyi öğreten, nasıl olur da gönlünün perdesini

ardında olup
biteni bilmez; onun nasıl hareket ettiğini, nereye baktığını, gönül kuşunun ne yana uçtuğunu nasıl

olur da
görmez, anlamaz? Akıllıya bir işâret yeter. «Ne zulümden korkar, ne sevâbının eksilmesinden...» İyi

işi, iyi
niyetle yaptığı için o kişi, gönlünün emin olduğunu görür; gönlünde bir eminlik görür, bir esenlik görür,

o işin
karşılığında rahata kavuşur. Emin olmazsa işe sarılamaz, niyeti tazeleyemez. İyi işin alâmeti, gönlün

emin
oluşudur. Böylesine kişi, «Ne zulümden korkar, ne sevâbının eksilmesinden.» Korku, suç belirtisidir.

Birisi
suçlu olsa da ben suçsuzum dese içindeki korku, dâvaya kalkışma, suç olmasaydı korku olmazdı diye

bağırır.
Çünkü «Hâin korkar.» Ateşi ne kadar azaltırsan duman, o kadar azalır. Suçu, suç işleme kuruntusunu

ne
kadar azaltırsan korku, o kadar azalır. Doğruluğu isteyene bir terâzidir bu.
§ «Mâdemki beni azdırdın.» Yâni, beni azdırdığından dolayı, bu sebeple. Buradaki «b» , «l» yerinedir
denmiştir. «B» and içindir de denmiştir, yâni andolsun ki beni sen azdırdın, sapıklığa sürdün,

yoksulluğa
düşmem için zevkimi bozarak sen saptırdın beni. «Sizinle konuşan, ne sapmıştır, ne yol yitirmiştir.»

Bu da
yoksunluğa düşmemiştir, yol yitirmemiştir demektir; böyle olmasaydı tekrar olurdu bu söz de.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
Kim hayra ulaşırsa yaptığı işi halk över;
Sapıksa boyuna kınanır-durur (*). (*) Bu bölüm arapçadır.
§ İnanan kişinin duâsı mutlaka kabul edilir, bâzı inananların duâları kabul edilmese bile bu, böyledir.

Hani bir
kumaşçı, bir kumaşı müşterilere gösterir, yüz dirhem ister. Birisi yüz on verir, öbürü yirmiye çıkarır,

derken
biri yüz elli verir, elbiseliği o alır, götürür; demek ki onun duâsı kabul edilmiştir öbür müşterilerin

dualarıysa
noksan para verdiklerinden kabul edilmemiştir. Şu halde pahasını çoğalt da kumaş senin olsun;

noksan
sende, kumaşta değil. Hani şuna benzer bu: Bir garip gelir, bir çok da altın, gümüş getirir. Her

elbiseye,
başka alıcılara göre o kadar çok para verir ki bütün elbiseleri ona sunarlar. A alıcı, vücut dükkânında

birşeyin
varsa himmeti yüce, ulular ulusu müşteriye göster de on yerine kırk elde et. «Gerçekten de Allah,

inananların
canlarını satın almıştır.» Bundan öte irkilmeden alan bir müşteri de olamaz. «Bir katre verirsin,

incilerle dolu
bir deniz alırsın.»
A duâ eden, yüzünü ne diye göğe dikersin? Duâları kabul eden, şahda-marından da yakındır sana;

sense pek
uzakta aramadasın, pek uzaktan dilemedesin; bu dilekle de bulunan, bulunmaz olup gidiyor.
Yeryüzünün gönlündeki defîne benim; ne diye yere baş korsun?
Gökyüzünün kıblesi benim, ne diye yüzünü göğe tutarsın?
Hani geceleyin kilim altında yüzük oynarlar ya... Bu oyuna hepside girişmiştir amma yüzük birinin
avucundadır. Fakat hepsi de avucunu yummuştur, hal diliyle herkes, yüzük bende der; fakat yüzük

kimin
elindeyse onu bilen, bulandır oyunu üten... Hele bu yüzük, Süleyman'ın yüzüğüdür de; insan, cin,

mal-mülk,
hepsi de o yüzüğe râmolmuşsa. Kendinize gelin de yüzük ıssını gözetin; herşey ondadır çünkü.
§ «Andolsun ki sizi yarattık, sonra şekle soktuk sizi.» Seçme yoluyladır bu, varlık yoluyla değil. Hani

birisi ulu
olursa kendisinden sonra babası da ulu olur, derken atası da ululaşır,
§ «Secde edin diye buyurduğum zaman seni secde etmeden men'eden neydi?» Yâni seni secdeden

ne
men'etti? Âyetteki «lâ» te'kid içindir ve sıladır. Ferrâ, sözde birşeyi kuvvetlendirme icab edince lâ ile

te'-kid
edilir demiştir. Meselâ Mûsâ hakkında, «Gerçekten de sen daha yücesin.» denmiştir, yâni sen, sebebi
yaratanla bilesin demektir.
§ «Bundan önce kitaptan bir şey okumamıştın.» Ne yazılmış, âdet olduğu gibi düzülüp koşulmuş bir

kitaptan
okudun, ne bilinen birşeye dayanan kitaptan. Yabancılardan ap-ayrı, tek başına... Üstelik de o kitap,

ap-açık
delildir... Kendilerine bilgi verilen, fakat rivâyet yollu değil, kendiliğinden verilen bilginlerin

gönüllerinde o.
Allah, Allahsal bilginlerin gönüllerini o bilgilerin mahfazası yapmış. Deliller, onlarca görülmede; nurları
onlardan doğmada. «Elbette Ulu Allahyı anış.» Allahyı anış, seni anıştan daha da büyük. Çünkü onu

anış, bir
sebebe dayanmadığı gibi bir fayda elde etmek için de değil. Onu anış dillerinizi çözer. Onu anış,

anlayışınıza
sığmaz. Onu anış gafleti sürüp gidermektir; böyle olmazsa, yâni gaflet bulunmazsa onu anış, onunla

birleşir.
Oysa ki ona bir işâretin ulaşması, yaklaşması mümkün değildir; bundan büyüktür o. İşâret, bir iz, bir

eser
ister; iz-eserse, belirmek için bir zaman arar.
§ Namaz, kötülükten, tiksinilecek şeylerden men'eder adamı. «Namaz kılmaya kalktın mı, suçluymuş

gibi
kalkarsın. Derken perde kalkar, yahut da kötülüğe karşılık bir cezâya uğrarsın da perdeden

kurtulur-gidersin.
«Allahı anış, elbette daha da büyüktür» ; ananda kötülüğün azâbını bırakmaz; üstelik de ananda,

anılan
başka hiçbirşey bırakmaz.
§ «Öyle kişiler onlar ki sabrederler de rablerine dayanırlar.» Sabrın evvelinde gerçekten de

sabretmeyi huy
edindi, sabrı kendisine durak etti mi sabır, onu şükre ulaştırır. Sabır, sağlık-esenlikle kalkmak gibi

belâya
uğrayıp dayanmayı durak edinmektir; yahut da genişlik, ferahlık zamanında, belâyı defetmeye gücü

yeterken
belâya uğramaktır; yahut durup dinlenmeden ıstırâba düşmektir, çırpınmaktır; yahut da çarpınıp

çırpınmadan
öylece kalakalmaktır.
§ Allah buyurmuştur: «Bizim için savaşanlar.» Yâni bizim râzılığımız için çalışanlara râzılık yurduna yol
gösteririz. Yahut tövbe etmeye savaşanları öz temizliğine ulaştırırız. İlk zamanlarda nefsiyle

savaşmayan kişi,
yakınlığı umsa bile uzaklaşır-gider. Savaşanlarsa beşeri âdetlerden çıkarlar.
§ «Nice hayvan vardır ki kendi rızkını kendisi taşımaz.» Bir şey biriktirmez, Allahya dayanmaktan

vazgeçmez;
zâten Allahya dayanma, ehline bir zevktir, bir geçimdir. Allah, hayvanı, kendisine dayanma yüzünden
rızıklandırır, siziyse arayıp tarama sebebiyle rızıklandırır. Fakat Allahya dayananların rızkı, Allah

bilgisinde
sâbit olur da onlar, çalışmadan, yorulmadan rızıklanırlar; başkalarıysa uğraşırlar, yorulurlar da öyle

nzık elde
ederler.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
§ «Şehitlerin ruhları yeşil kuşların, inananların ruhları beyaz kuşların, çocukların ruhları serçe

kuşlarının,
kâfirlerin ruhları da kara kuşların kursağındadır(*).» *Bu ve bundan önceki yedi bölüm arapçadır.
§ Havâssa semâ' helâldir, çünkü herşeyden kurtulmuş bir gönül sahibidir onlar. Allah için sevme,

Allah için
nefret etme duygusu da herşeyden kurtulan gönüldedir. Benim sövüşümü yüz yıllık kâfir duysa imana

gelir,
îman eden duysa erenlerden olur-gider.
§ Allah, a kullarım buyurmuştur, yeryüzüm geniş. Bir yerde kötü işler, suçlar mı işleniyor, Allahya itâat
edenlerin bulunduğu yere göçün.
§ «Herkes ölümü tadar.» Mâdemki yaşıyor, bu, böyle olur, «Sonrada dönüp bize varırlar.» Onlardan

eğreti
olan şeyler düşer, illetlerden-sebeplerden kurtulurlar, gerçeklik durağına ulaşırlar. Herkes ölümü

tadar yokluk
yönünden. Yaşayışı kendisinden olan herkesin ölümü, rûhunun gidişiyle olur. Fakat rabbiyle yaşayan,

tabiat
yaşayışından asıl yaşayışa göçer ki bu da gerçekten yaşayıştır.
§ «İki denizi birbirine kavuşturdu.» İyi kişilerin gönülleri iyilikle doludur; kötü kişilerin gönülleri

kötülükle,
karanlıklarla, Allah buyruğuna aykırı şeylerle. İkisinin arasında da gönüller var; onlar halkın gönülleri.
Onlarda, geleni reddedecek, çıkanı bilecek bir bilgi olmadığı gibi onlara ne söz söylenir, ne de cevab

alınır
onlardan. Ulu Allah, «Sudan insan yarattı.» demiştir ya... Buyruğa uymuş bir binektir o vücut; kim

cenneti
özlemişse onu oraya götürür, kim ateşten kaçarsa onu kurtarır. O bedeni riyâzatla terbiye et; çünkü

doğru
yolu, onun üstüne binerek aşacaksın. İtâat zamanı hüzünlenmesin, sana uyduğu zaman yelip

yöpürmesin;
onu iyi bir binek hâline getirmek için adam-akıllı terbiye et.
§ Allah buyurmuştur: «Gölgeyi nasıl uzattı.» Halkı perde ardına attı; gaflet perdelerini yüzlerine örttü,

onları
perdeledi. «Sonra güneşi delil etti ona.» Yâni tanımak güneşlerini; onlardır Allahya götüren gönül

kılavuzları.
§ Allahya dayanmak, kazançta da olmaz, kazançtan vazgeçişte de. Dayanmak, ancak gönülde tam

bir
inançtır, tam bir güvenç. Dayanan çocuğa benzer denmiştir;anasının memesinden başka hiçbir şey

tanımaz.
Dayanan da böyledir işte... Ulu ve Yüce Allahdan başka ona hiçbir yer-yurt yoktur.
§ «Bilerek rablerinden korktuklarından.» Yılmak, peygamberlerinden, bilerek korkmak bilginlerin;

korkuysa
herkesin.
§ Çoğu duyar, işitir mi sanır... Sanma ki sesini duyurdun; onlar, ancak ezelî sesi duyarlar. Ezelî sesi
duymayan, senin sesinin hiç duymaz. Senin çağırmana geldiler ya, bu; ezelî sesin bereketindendir, o

sesin
çağrısındandır. Kim gaflete düşer, yahut çağrıya gelmezse o da cevap verilecek yerden uzaktadır,

ilerdenberi
öyle bir yerdedir de ondan; «Onlardan haberi olana sor.» Onlardan Allah yollarına kılavuz olan var;

onlardan
imanı atlatanlara delil olanı var; onlardan Allahya kılavuz olanı da var. «Yaptığından sorumlu

değildir.» Çünkü
yaptığı işler, bir sebepten doğmaz; maksat veya iş bakımından ondan önce bir söz söyleyen yoktur.

Nasıl
zuhûr ettiyse öylece zuhûr etmiştir onlar. Zâti hiçbir kimse de ona bir iftirâda bulunamaz. Sözde ve

işte onu
geçen hiçbir kimsenin bulunmadığını anlasınlar diye daha yaratmadan yaratacaklarını anmış,

peygamberleri,
sıfatlarıyla, huylarıyla bildirmiştir.
§ Allahya yol, gökteki yıldızlardan da daha çoktur. Çünkü kalb, halden hâle döner-durur; her

dönüşünde de
Allaha bir yol açılır. Kalb, dönmeden duramaz; ancak olgun iman sahiplerinin kalbleri, Allahla

yatışmıştır;
onun elleri arasında, Allah ne verecekse onu bekler-durur. O halden dönse bile bir söz söyliyerek, bir


ederek dönmez, edebe riâyet eder de döner. Onun dileği varken onların dilekleri de olamaz. «Onlar,

ancak
onun buyruğunu işlerler» ; görünüşte sünneti gözetirler, içyüzden de Allahyı gözetirler (*). * Bu ve

bundan
sonraki beş bölüm arapçadır.
§ Kalıbımda rûhun yerine bir kutsal rûh geldi, oturdu. Cebrâil'im oydu benim; derken rûh alt oldu,

sevgili
kesildi; Cebrâil ortadan kalktı. «Kuluna ne vahyettiyse etti.» Ya tümden can ol, ya sevgili kesil.
§ Tâlii kutlu kişi belâdan kaçar da bir kıyıyı tutar;
Başkalarının halinden ibret alır.
Allah ereni, Allah peygamberi, Allah bilgisidir. «Kalemle öğretti.» Gönülle Allah yazısını okuyorum,

kalemle
halka yazıyorum, yâni anlatıyorum.
§ Dilden başka birşeyle onun sözünü anlatmanın mümkünü yok;
Fakat yazısına insanların şahıslan birer defter olmuş.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
Herşeyin fazlası faydadır da düşüncedeki fazlalık, fazladır(*). (*) Arapçadır.
§ «Rabbiniz değil miyim.» sorusu üç kere soruldu; inananlar, her üçünde de «Evet» dediler. İsyan

edenler,
ilkin evet dediler, ikinci defa, üçüncü defa sustular. Kâfirler, üçüncüde de hiçbir şey söylemediler;

bâzısı der
ki: En sonunda lâ dediler; hâsılı «lâ» belâsına uğradılar-gitti.
§ Ulu Allahnın kapısı, ancak erenlerdir; ancak onlara başvurmakla bir şey elde edilebilir. Kim o kapıyı
kaybederse ebedi olarak yoksun kalır... Bu söz de, kutlu kişiye güneşten de daha açık bir sözdür(*)

Arapçadır.
).
Sınanmıştır bu, kim bir azizi incitirse, öfkelendirirse ne yaparsa yapsın, ne ederse etsin; reddedilir. Şu

beden,
nasıl başsız yaşayamazsa bu varlık da başbuğsuz bir yere ulaşamaz. Şu halde başkoymak gerek ki o,

baş
kesilsin sana. Bütün bu işler başa çıkmıyor, bir yere ulaşmıyor, yüzüstü kala-kalıyor ya; sebebi hep

bu; bu
kadar kolayken onu elden bırakıyoruz biz.
En büyük temel budur; belâyı def’etmek için Allah ehlinin kanatları altına kaçmak, onların gölgesine,

onların
korumasına sığınmak gerek; bu, milyonlarca belâyı def’eder halktan(* Satır başından itibaren

burayadek
arapçadır. )
§ Erenin izi-eseri şudur: Onunla oturanların gönülleri yatışır, hoşlaşır, genişler. Temel, bir uluyu

bulmaktır;
amma yalvarış yoluyla, dostluk etmek üzere bulmak gerek. Düşmanlık edecekse bulmasından

bulmaması yeğ;
hani derler ya, filân hırsız, filân harâmi, filânı buldu; onun gibi tıpkı.
Seyyîd buyururdu ki: Melekler, senin kullarını görelim diye yer-yüzüne inerler; Allah kullarını

seyretmek için
inerler de belki onun sevgisi de iner diye birer-birer onlara söz söylerler.
§ Birisinin bir şeyhi olsa onu, Allahsı bilmeli diyor. Bu sözü söyleyebilen kişinin yalvarışındaki kudret,

bu
sözden de üstün olmalı. İster aman de, ister zaman, buracığa baş koymak gerek; başçağızını

koymadıkça
faydası yok; Kazvinli'nin dağarcıkta tere vardı demesi gibi hani. Derviş Allahsal olmalı, herşeyden

münezzeh
olmalı, ben Allahyım diyebilmeli... İyi amma uzatma; çok-çok sevgiler yüzünden yok olmadın,

ölmüyorsun...
Yok olursan, ölürsen o zaman onun varlığıyla var olursun, onunla dirilirsin. Böyle oldun mu da varlığa

bey
kesilirsin, sultan olursun, bengisuya dalarsın, ebedîlik mülkünü elde edersin... Allah sarrâfı, Allah

nâibi, iki
dünya paralarını düzüp koşan, ne getirir, neyi kabul ederse odur altın; çünkü kalp akçayla geçer

akçanın
mehenk taşı, onun akıl elinin avucudur.
Senin yardım tapında kabul fermânını elde eden,
Onun tapısına varır, hizmet kemerini kuşanır da zaman boyunca hizmet eder-durur.
§ Nefsimle savaşırken içimden pişmiş ciğer kokusu duydum da bildim ki ciğerimin üç yanı da

yandı-gitti.
Derken Allah kolaycacık geri verdi ciğerimi bana, sonunda da Allahyla buluşma müyesser oldu,

onunla huzûr
buldum, zahmeti uzaklaştırdı-gitti Allah.
§ Yıldız bilgisi hastalığa benzer; onu bellemek haramdır; çünkü zarar verir, faydası yoktur; Allahnın
kazâsından, kaderinden çekinmek de mümkün değildir; ancak kabul olacak duâ ile çekinilebilir.

Hekimlik
bilgisi meşrûdur; çünkü Peygamber de kendisini tedavi ettirirdi(*) Bu ve bundan sonraki beş bölüm

arapçadır.
).
§ Fıkıh, çeşitli ilâçlarla bilginin inceliklerini tanımaktır. Allah râzı olsun Abû-Hanîfe, fıkıh, nefse ne

yarar, ne
yaramaz, bunları bilmek, nefsi bu suretle tanımaktır demiştir.
§ Esenlik ona, Peygamber, Yahudilerden, Hintlilerden sakının, isterse yetmiş fersahlık yerde olsunlar

dedi.
Esenlik ona, iki Yahudi kalsa gene de Müslümana kastederler dedi.
§ Esenlik ona, Peygamber, erkek olsun, kadın olsun, her Müslümana bilgi öğrenmeye çalışmak farzdır

dedi.
Yâni her bilgiyi değil, hal bilgisini aramak farz. Çünkü bilginin üstünü, hal bilgisidir, amelin üstünü, hal

bilgisini
korumak. Çünkü adama namazda neler farzdır, neleri yerine getirmesi gerek, farzı yerine getirmek

için neler
yapması gerekiyor; mutlaka bunları bilmesi şarttır.
§ Esenlik ona, Peygamber dedi ki: Biz peygamberler topluluğu, insanları lâyık oldukları konaklara
kondurmakla emredildik. Ulu Tann da, «Aranızdaki üstünlüğü unutmayın» der.
§ Esenlik ona, dedi ki: Çarşamba günü başlanan her iş, mutlaka biter.
§ (Birisi.) ibâdetlerin faydası neden burada görülmüyor diye sordu. (Mevlânâ) buyurdu ki(* Bu bölüm,

bizdeki
73.bölümdür. "Tembelleşip işten kalmamanızı ister..." sözüne kadar bizde var. Ordan sonraki kısmı

yazıyoruz.
):
islam-kuran-hadis.blogspot.com
………………….
Nitekim kimileri aldandılar, o kadarı yeter buldular, tembelliğe koyuldular; başka bir iş gelmedi

ellerinden.
Şüphe yok ki ibâdetlerin faydasının burada belirmemesi, gizli kalması daha iyi. Böylece Allah tapısının
haslarının kerâmet göstermeleri de büyük bir suçtur, güçlü bir sınanıştır. Onlar, daima bu halden

kaçarlar,
kerâmet göstermeyi istemezler. Hâsılı Allah feyzi, gece-gündüz, gizli-açık, boyuna onlara gelir-durur;
onlardan hiç mi hiç kesilmez. Kendileri istemeden istekleri boyuna olur-gider. İçlerinden ne geçerse

belirir,
olur. Böylece onları dileyenlerin dilekleri, onların müritlerinin istekleri de onların bereketiyle boyuna

olurgider.
Hani padişah, yakınlarından birine bir gelir bağışlar; o gelir, noksansız, kesintisiz, soluktan soluğa,
günden güne ona gelir, geçimine yeter; bu, boyuna böyledir de. Bir yabancıya da bir kerecik birkaç

dirhem
verir. O adam, onu habbe-habbe harcar amma gene az bir günde tükenir; evvelce nasılsa gene o hale

gelir
adam. Bir kere daha padişahtan bir ihsan koparmaya çalışır, çabalar amma az olur ki bir daha bir

ihsana
konar. Akıllı kişiye bir işâret yeter.
Erenlerin kimisine ibâdetlerin, buyruğa uyuşların faydası, burada, bugün belirir. Bu da bir hikmete
dayanmadadır. Umutsuzluğa düşmeyesiniz, ibâdetlerin karşılığı kesin olarak görülecektir, bunu

bilesiniz
diyedir bu; ahretten bir örnektir bu. Kerâmet ve kudret göstermek, insanlığı olgunluğa ulaştıran

olgun kişiye
hiç zarar vermez, onu benliğe sürmez. O, koca bir küptür sanki. Âlem Husrev'inin Şîrin denizinden bir

yol
vardır o küpe, gizli bir yol. Herhalde boyuna ulaşır, boyuna inciler saçan dalgalar gelir; ondan da

başkaları
sonsuz faydalara erer. Bu yüzdendi ya, Hazreti Muhammed'e boyuna «Söyle» hitâbı gelirdi; nitekim

Kur'ân,
buyurur-durur.
Küpün canından denize bir yol açıldı mı,
Küp, dereyle savaşa girişir de ona üst olur.
Bu sebeple «Söyle» sözü, denizin sözü olur,
Görünüşte isterse Ahmed söylesin.
§ Bir gün buyurdu ki:
Îsâ, rûh-ı hayvânî bağışlardı, Mustafâ, rûh-ı insanî. Bir devir de vardır, rûh-ı kudsî bağışlar. Bunu

anlamak,
anlayışsız olmaktır. Anlamazsınız amma bu söz, size tesir eder ya... Allah daha iyi bilir.
§ Gene bir gün buyurdu ki:
Tek gözlü bir adam vardı. Bir gün anasından, ben doğuştan mı tek gözlüyüm, sonra dan mı oldum diye

sordu.
Anası dedi ki: İki gözlüydün sen. Bir gün elimde bir iğ vardı; çocukluğundan onu benden aldın, gözüne,
vurdun, kendi kendine kör ettin.
Şimdi halkın şu dünyayı dilemesi, mevki istemesi, kazanç bolluğunu elde etmeye düşmesi, o iğe

benzer;
gönül gözüne raslar, kör eder-gider. Özü, üstün, değerli bir göz ilâcı olan zamanın Îsâ'sı ona acır da

acıyış
miliyle gözüne başarı tutyasını çeker, onu o körlükten kurtarır, gözüne bir aydınlık gelirse o başka.

Yoksa
böylece «Ahrette de kör olur.» Allahya sığındık bundan.
§ «Rabbimiz, bize gökten yemek indir de bize, önce gelenlerimize de, sonra geleceklerimize de

bayram
olsun.»
§ (Birisi,) her yılda iki bayram, her ayda dört Cuma olmasındaki hikmeti sordu. Dedim ki:
Maksat Allah dostlarının, Allahyı sevenlerin bir araya gelmeleri, birleşmeleri, birbirleriyle konuşup
görüşmeleridir. Çünkü «Topluluk rahmettir, ayrılık azap.» Maksat da canlarla bedenlerin birbirlerine
alışmaları, başlangıçtaki birlikle sondaki birlikten haber almalarıdır. Bu topluluğun, bu gönül

huzurunun, bu
fikir birliğinin bereketiyle de tüm olsun, parça-buçuk olsun, Allahdan dileklerine,isteklerine

kavuşurlar.
Gene böylece bayram günlerinde, Cuma günlerinde bilginlerin, dervişlerin, halkın toplantısından

maksat,
Allah kullarının, kıyâmet gününün topluluğunu, o günün gürültüsünü hatırlamaları, özleri temiz

dostlar, halis
olarak seven kişilerle cennette, «Gerçeklik makamında» toplanacakları günü hatıra getirmeleridir.

Zâti,
«Çekinenler başka» âyetindeki erler de bu temiz dostlardan, hâlis olarak sevenlerden ibârettir.

Onlar, orda
birbirlerine kutlu olsun derler, selâm verirler. «Esenlik size, tertemiz oldunuz» , yâni murâdınıza

erdiniz,
kurtuldunuz, «Girin ebedi olarak cennete» derler. Bayram, arife günlerinde zurnanın bağrışındaki,

nefîrin
feryât edişindeki, davulun gümleyişindeki, nakaranın, zilin çalınışındaki, davulun lüm-lüm diye

ötüşündeki sır
da şudur: Bütün bunlar der ki: İleri gelen, geri kalan bütün kullar, Allah buyruğuyla, tam dileyerek,

hep
islam-kuran-hadis.blogspot.com
birleşerek işlerini-güçlerini bırakmışlar, alıştan-verişten vazgeçmişler, mahşer halkının toplanacakları

gibi onlar
da musallâ arasâtında toplanmışlar... Utanarak, alçalarak Allah tapısında sızlanıyorlar, yalvarıp

yakarıyorlar;
kendilerinden geçerek namaz kılıyorlar; böylece de «Rabbine saf-saf arzedilirler» âyetinde bildirilen o

korkulu
yeri düşünüyorlar; tir-tir titriyorlar; böylece de «Rableri onları kendi rahmetiyle, râzılığıyla muştular»
fermânının ellerine sunulmasını bekliyorlar.
Şimdi sağsın, varsın ya, «O boru çalınınca» âyetindeki borunun sesini duy, âşıklara en büyük bayram,
münâfaklara tümden korku olan, azâp olan kıyâmet gününden haberdar ol; o bölük-bölük

toplulukların
toplanmasını, o insanların çil yavrusu gibi dağılmalarını düşün de kendini çeşitli ibâdetlerle, iyi işlerle,
olgunluklarla beze; sadaka-i fıtri ihtiyâcı olanlara ulaştır. Böyle yaptın mı, cennet güzelliklerinin

dolunay
yüzlerini görmeye lâyık olursun; Allah vergilerinden bayramlık rahmet elbisesini giyersin; yarlıganma

tacını
başına korsun; yakınlık şerbetini içersin; «Gerçekten de iyi kişiler, elbette cennettedir; tahtlar

üstünde
seyrederler» işret yerinde ululuk ıssının cemâlini neliksiz-niteliksiz görür, dincelirsin. «Yaptıklarına

karşılıktır
bu» vesselâm.
§ Denmiştir ki; bilgi, erlerin ağızlarından alınan şeydir; çünkü onlar, duyduklarının en güzelini bellerler,
bellediklerinin de en güzelini yaparlar. Allah daha iyi bilir.
§ Peygamber, Allah ona esenlik versin, demiştir ki: Gerçekten Allah, şekillere değişerek (sıfatıyla,

eseriyle)
görünür. Gene demiştir ki: Bir ip sar-kıtsanız elbette Allahın üstüne düşer.
§ Zâlim olmadığı halde kendisine bir yardımcı olmayan kişi, alçalır gider. Bilgin olmadığı halde

kendisine
doğru yolu gösteren birisine sahip olmayan kişi, sapıtır-gider

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder