2 Haziran 2016 Perşembe

Maarif Sultan Veled

FASIL: 2
Evliya, Allah'ın has ve seçkin kulları, hattâ Allah'ın sırlarıdır.
Allah'ı tanımak ve bilmek ise onun sırlarını bilmekten daha kolaydır. Bunun gibi eğer bir kimseyi görmek,
tanımak istersen pek az bir gayretle buna muvaffak olursun; fakat ne kadar gayret etsen o kimsenin gönlünde
bulunan gizli sırları bilemez ve anlıyamazsın.
O halde bir insanı göründüğü gibi bilmek onun gizli sırlarını bilmekten daha çok kolaydır. Bir kimse, bir
bilgini kendisinden izin alarak ziyaret etmek istese biraz gayret sarfetmekle bu isteği yerine gelir. Fakat bu kimse,
eğer o bilginin bu bilgisini öğrenmek isterse, onun bilgi hazinesinden bir parça sermayenin eline geçmesi için
senelerce zahmet çekmeğe katlanabilen bir canı olması ve pek çok güçlükler çekebilmesi lâzımdır.
Herhangi bir şehirde yüz binlerce halk Allah'a tapar ve ihtiyaçlarını Allah'dan ister. Her şeyi yapabilenin,
herkesin yiyeceğini verenin, herkesi terbiye edenin, herkese yol gösterenin, bütün günahları bağışlıyanın aynı
zamanda her yeli yok ediverenin Allah olduğunu bilirler. Can ve gönülden, bağlılıkla ona uyar ve ibâdet ederler.
Umumiyetle hepsi böyledir. Allah'ı tanıma ve bilmeleri nisbetinde, bazısının ameli kuvvetli, bazısının az, bazısının çok
olur. Fakat, bu yüz binlerce insan arasından pek azı, yüzlerini bir şeyhe ve doğru bir veliye yöneltmişlerdir.
Bunlardan da ancak bir veya iki kişi, o veliyi iyice tanıyabilmiştir. Bundan da anlaşılıyor ki Allah'a tapmak ve onu
tanımak umumîdir.Herkesin bunda bir yeri ve bir yolu vardır. Hattâ kâfirler bile Allah'a taparlar.
Şiir:
O tektir, onun eşi yoktur, diyerek kâfir ve dindar,
Her ikisi de onun yolunda koşarlar.
Yetmiş iki millete baktığın zaman, hepsinin Allah'a taptığını ve çeşitli şekillerde, muhtelif amellerle ve başka
başka dillerle Allah'a kulluk ettiklerini görürsün. Yalnız insanlar değil, dağ, taş, yer, gök, yıldızlar, toprak, hava,
rüzgâr ve ateş bile hepsi Allah'a taparlar ve hepsi senin bilmediğin, göremediğin ve anlıyamadığın bir dille onu
överler.
Allah'ı övmeyen (teşbih) bir şey yoktur; fakat siz onların bunu nasıl yaptıklarını anlıyamazsınız. (Kur'an Sûre:
17, Ayet:44).
Bütün varlıklar (mevcudat) ve sonradan meydana getirilen şeyler (mas-nûat), insanların Allah'a tapmalarına
engel olan birer perde ve o sırrın bulunduğu yere girmelerine mâni olan birer kapıcıdırlar. Tatlı yemekler, ipekli
elbiseler, Çin ve Hatâ güzelleri de, insanları ibâdetten alıkoyarlar. Taliplerin ve yolcuların yollarını keserler. Yalnız bu
insanlardan bazısı gece gündüz inlemek, zikretmek ve lahavle çekmekle bu yol kesenlerin elinden kurtulurlar. İbâdet
yüklerini Allah'ın rıza ve kabul menziline erişirler. Fakat kimsenin onlarla temas etmemesi, onları tanımaması,
onlara yol bulmaması için, kendi evliyasına bizzat Allah bekçilik eder ve onları korur.
Allah: Benim evliyam ve has kullarım benim kıskançlık kubbelerimin altında gizlidirler. Onları benden
başka kimse göremez ve bilemez" (H.K.). buyurmuştur.
Bu dünyada da birtakım büyük padişahlar adalet tahtlarına oturdukları zaman, hususî ve umumî her
tabakadan insanların yanlarına girmelerine müsaade ederler. Her birinin ihtiyacını, onların bulundukları yere
göre ve mertebeleri nispetinde, temin ederler. Onlara güler yüz gösterirler ve bağışlarda bulunurlar. Fakat
güzel cariyelerini ve kölelerini, hiç kimseye göstermezler. Eğer bir kimse padişahtan onların mahremi olmak ve
onlarla beraber düşüp kalkmak isteğinde bulunursa padişah onun derhal başını kestirir. Ancak isterse, huyuna ve
doğruluğuna güvendiği bir kimseyi, bunların mahremi yapar.
İnsanı ibadetten alıkoyan şeytanlar, periler gibi yaratıkları lahavle ve zikirle kovma mümkündür. Fakat, engel
Allah olursa, O'nu hangi zikr ve lahavle uzaklaştırabilir? Bu bakımdan evliyayı bulmak ve onları tanımak, Allah'ı
tanımaktan daha güçtür. Allah'ın velisini tanıyan bir insan, elbette Allah'ı tanır ve bilir. Bunun aksi imkânsızdır. Yani
Allah'ı tanımakla, evliyayı tanımak lâzım gelmez. Birçok insanlar vardır ki Allah'ı tanıdıkları ve ona kulluk ettikleri
halde Allah'ın velisini tanımıyor ve bilmiyorlar. Hattâ bu veliyi gördükleri zaman ona düşmanlık gösteriyor ve onu
inkâr ediyorlar.
Mansur-u Hallâc'ı o asrın Şiblî ve Cüneyd gibi bilginleri ve velileri inkâr ettiler. Onu öldürmeğe karar kıldılar.
Hepsi birleşerek onu asmak içir fetva verdiler. Sonunda da, bu kadar büyük, saygı değer ve eşsiz bir insanı astılar.
www.semazen.net
Dar ağacından indirdikten sonra yanması için nâşını ateşe attılar. Alemde ondan bir eser kalmaması için de
yaktıktan sonra küllerini suya attılar. Her ne yaptılarsa yine "Enelhak!" (Ben Allah'ım) ibaresinin ateşte ve suda
yazılmış olduğunu gördüler. Külü, Şatt-ı Bağdat üzerinde toplanarak "Ben Hakkım!" ibaresi nakşedilmiş bir halde
görüldü. Bu kerameti gördükten sonra hepsi, yaptıklarına pişman oldular. O zamandan beri O'nun ismi,
anılmadan hiçbir vaaz meclisi revnak bulmaz ve hararetlenmez. O'nu kıyamete kadar öveceklerdir.
Musa'nın ahvali de böyle idi. Musa, Allah tarafından halka gönderilmişti. Aynı zamanda Peygamberdi."Ulu Allah Musa'yı,
vahyin en son mertebesi olan "kelâm" ile taltif etti. (Kur'an, Sûre:4, Âyet: 162.) O, bütün bu büyüklüğüne, bilgisine
ve Allah'a olan bu kadar aşinalığına rağmen Hızır'a - O'na selâm olsun - talip oldu ve Allah'dan Hızır'la konuşmayı dua
ederek diledi. Pek çok yalvarıp yakardıktan sonra Ulu Allah, onun isteğine: "Sefer et ve benim o has kulumu ara ki
ona eresin" hitabesiyle karşılık verdi. Musa, böylece hareket etti. Bir deniz kıyısına gelince orada Hızır'ı buldu.(4)
Gözü ve gönlü onun yüzü ile aydınlandı ve istediği birçok şeyler onunla bir konuşmada hasıl oldu. Bir bakışta o kadar
hil'atlar giydi ve o kadar nimetler tattı ki, bunları şimdiye kadar ne bir göz görmüş, ne bir kulak işitmiş, ne de bir
insan tahayyül etmiştir. (H.). Hızır'ın arkadaşlığını ve sohbetini istedi. Daha görmeden ona nasıl âşıktı! Bunları gördüğü
ve tattığı zaman aşkının ne hale geldiğini sen kıyas et!
(4) Bizim kullarımızdan bir kul budur. (Kur'an, Sûre: 18, Âyet: 66).
Beyit:
Seni, görmeden biz böyleyiz,
eğer görünürsen vay bizim halimize!
Hızır buyurdu ki: "Ey Musa! Şimdiye kadar elde ettiğim fayda ile kanaat et ve artık geri dön. Bizim
konuşmamız mühimdir ve tehlikelidir. Allah saklasın! Bundan sana bir zarar gelebilir."
Musa aşkının ve bağlılığının fazlalığından yine yalvardı. Bir zaman beraberce gezip dolaştılar. Bu sefer
esnasında deniz kıyısında, o zaman asırlarca çalışsa benzerini kimsenin yapamıyacağı bir gemi buldu. Hızır böyle
görülmemiş bir gemiyi harap etti, deldi. Tamamiyle işe yaramaz bir hale getirdi. Musa: "Bu türlü hareket etmen ve
bu yaptığın iş doğru değildir. Çünkü bu hikmet ve şeriata aykırıdır. Bu yaptığının adalet mihenginde, fazilet ve şeriat
terazisinde karşılığı hiçtir" dedi. Hızır: "Sen benimle yapamazsın dememiş mi idim?" deyince, Musa kendine gelip:
"Yaptığım yemini ve sözleşmeyi unuttum. Bu ilk günahımdır, bağışlanabilir." dedi. Ve Hızır'a o kadar yalvardı ki
nihayet Hızır dayanamayıp Musa'nın bu suçunu bağışladı. Tekrar bunun üzerinden bir müddet geçti. Dolaşmakta
devam ederken bir adaya geldiler. Burada, şehrin çocukları arasında, yeryüzünde bundan daha güzeli bulunmayan,
henüz çok küçük bir çocuk gördüler. Her ikisi birden hayretle: "Yaratıcıların en güzeli olan Allah ne kadar güzeldir."
(Kur'an Sûre 23, Müminûn Âyet: 14." dediler. Sonra Hızır, bu çocuğu, diğer küçüklerin arasından okşıyarak ve
gönlünü alarak ayırdı. Elinden tutup yürüdü. Musa şaşkınlık içinde uzaktan onu taki-betti ve acaba Hızır bu çocuğu
nereye götürüyor? diye düşündü. Hızır, insanların gözünden uzaklaşıp onu tenha bir yere götürdü ve hemen orada
çocuğu ayakları altına alarak, kafasını kesti. Musa büyük bir isyanla:(5) "Böyle günahsız ve masum bir çocuğu
öldürmek doğru mudur?" diye bağırdı.
(5) O başka kimseyi öldürmediği halde sen böyle temiz bir nefsi öldürdün. (Kur'an, Sûre: 1 8, Âyet: 75.)
Hızır: "Benimle arkadaş olamazsın; sen benim yaptığım işlere dayanamazsın geri dön git dememiş mi
idim?" deyince, Musa kendine gelerek: Hata ettim; unutkanlığım galip geldi" dedi. Hızır da: "Her zaman işlerimi
inkâr ediyor, sonra da hata ettim diyorsun" buyurdu. Musa: "Allah için bu defa da bağışla, sünnette üç defaya
kadardır. Eğer bir kere daha inkâr edecek olursam mazeretimi kabul etme" dedi.
Şiir:
Eğer bir defa daha benden muhalefet görürsen,
Benim âczime merhamet etme.
Hızır böylece ikinci günahı da, üçüncü günahta ayrılmak ve başka bir mazeret ve bahane kabul etmemek
şartiyle bağışladı.
Bundan sonra yine bir müddet arkadaşlık ettiler. Tesadüfen bu seferde yedi sekiz gün, yiyecek bulamadılar.
Az daha açlıktan öleceklerdi. Şeriat, açlık halinde, murdar olan haram etin bile yenilmesine müsaade eder. Böyle bir
zaruret içinde, iken, bir adaya geldiler. Kalabalık ve büyük bir şehirde bulunduklarını gördüler. Bu şehirde, birçok
hazineleri bulunan çok zengin yetimler vardı; bunların oturdukları sarayın duvarı yıpranmış ve eğilmiş, yıkılmak ve
www.semazen.net
harap olmak üzere idi. Hızır bu eğri duvarı doğrultup harap olan kısımlarını onardı.(6) Musa bunu görünce, bu
kadar talihsizlik, kısmetsizlik ve açlıktan sonra, yiyecek şeyler ve giymek için de gümüşlü hil'atlar geleceğini umdu.
Hızır Musa'nın elini tuttu ve o sahilden başka bir yere doğru gitmek üzere ayrıldı.
(6) Orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular ve Hızır onu doğrulttu. (Kur'an, Sûre: 18, Âyet:78)
Musa'nın sabrı kalmamıştı, ve "Ey Hızır, biz açlıktan ölüyoruz; murdar ve haram olan şeyler bile artık bize helâl
olmuştur. Sen, başka bir kimsenin tamir etmesine imkân olmıyan bir duvarı doğrultup tamir ettirdin. Ev sahipleri
çok zengindi. Onlardan yaptığın işin karşılığı olarak, birkaç gün orada kalıp yeniden güç, kuvvet bulmamızı
isteseydin veya bundan vazgeçtim hiç olmazsa yemek için bir parça ekmek isteseydin. Yaptığın bu hareket insafsızlıktır
ve hiç kimse bunu doğru bulmaz." dedi.
Hızır "Ey Musa işte üçüncü günahında tamam oldu, artık bir mazeretin kalmamıştır." (7) Bu üçüncü günah,
ayrılmamıza sebep oldu. Başlangıçta hep inkâr ettiğin bu üç işin sırrından seni haberdar edeyim ki benim yaptığım
şeyleri inkâr değil, kabul etmek gerektiğini anlıyasın. Sen işi tamamen tersine yaptın.
(7) Şimdi birbirinizden ayrılmak zamanıdır. Sana sabredemediğin şeylerin hikmetlerini bildireyim. (Kur'an, Sûre 18, Ayet:79.)
Gemiyi delmemin sebebi şu idi:(8) O gemi fakirlerin, müminlerin ve iyi işler yapan kimselerin malı idi ve
kâfirlerin onu, kendi ellerine geçirerek, müslüman kalelerine gidip müslümanların ve iyi insanları yok etmek
düşüncesinde olduklarını sır gözü ile gördüm. Bunun için gemiyi harap ve işe yaramaz bir hale getirdim.
(8) Gemi birtakım miskinlere aittir. Onu denizde kullanarak ihtiyaçlarını defediyorlardı. (Kur'an, Sûre: 18, Âyet: 80)
O küçük çocuğu öldürmemin sebebi de şu idi:(9) O çocuğun babası ve annesi mümin ve evliyadan idiler. O
çocuğun cevheri kötü olduğundan kötü işler yapacak, annesini ve babasını din yolundan alıkoyacaktı. Kötülük ve
dinsizlik yeryüzünden eksilsin, annesi babası dinsizlikten kurtulsunlar diye onu öldürdüm. Örneğin, bir bahçıvan da
faydalı ve iyi dalların kuvvetlenmesi için cılız ve faydasız dalları kesmez mi?
(9) Öldürdüğüm çocuğa gelince: Onun anası, babası mümin idiler. (Sûre: 18, Ayet:81.)
Yetimlerin harap olmuş ve eğilmiş duvarını doğrultmamın ve tamir ettirmemin ve buna karşılık o kadar
zaruret ve çaresizlik içinde bulunduğumuz halde onlardan ücret ve karşılık istemememin sebebine gelince: O
çocukların babası ve annesi, Allah'ın has ve salih kullarından idiler. (Sûre: 18, Âyet: 81.) Müfessirler, onların yedinci
cedlerinin salihlerinden olduğunu ileri sürerler. Bazı kimseler de "onların yetmişinci ceddi salihlerden idi" derler.
Halk, ahiretin bütün hazinelerine sahip olan ve hazineler bağışlayan Hızır gibi bir kimsenin, yedinci veya yetmişinci
cedde karşı gereken saygıyı ve tazimi göstereceği, onların çocuklarına kimsenin elinden gelmiyen önemli bir
hizmeti yaptıktan sonra, bu kadar zaruret ve ihtiyaç içinde bulunduğu halde, onlardan hizmetine bir karşılık ve ücret
almayacağı inancındadır. Siz müflis, çaresiz ve günahkâr olduğunuz halde yardıma muhtaçsınız. Bu durumda
evliyanın çocuklarına nasıl hizmet etmek lâzım geldiğini kıyas ediniz" dedi.
Tebriz'de bir alevi pazarda kendinden geçmiş bir halde yere yığılmış,kusmuş, yüzü, sakalı salyaya ve
toprağa bulaşmıştı. Dindar, büyük bir hoca, bu hali görünce küfrederek yüzüne tükürdü.
O günün gecesi bu hoca Peygamberi rüyasında gördü. Peygamber gazapla: "Senin benden olduğunu iddia
ediyorsun ve bana tâbi olduğun için cennete gitmeyi umuyorsun da, beni pazarda salyalarla bulaşmış olarak
gördüğün zaman niçin evine götürmedin, beni okşamedm ve yüzüme, sakalıma bulaşan pislikten temizlemedin?
Köleler efendilerine hizmet ederler, sen ise bana bunların hiçbirini yapmadın. Yüzüme tükürmene gönlün nasıl
razı oldu?" dedi. Hoca içinden kendi kendine: "Ben Peygamber'e bunu ne zaman yaptım?" diye geçirdi. Peygamber,
derhal ona: "Benim çocuklarımın bizzat "ben" olduklarını bilmiyor musun? Bizim çocuklarımız bizim ciğerlerimizdir
(H.), Eğer böyle olmasaydı babanın malı oğluna kalır mıydı?" cevabını verdi.
Hoca, Muhammed'in heybetinden, dehşetinden uyandıktan sonra o alevîyi aradı ve buldu. Kendi sarayını,
malını ve mülkünü yarısını ona verdi; yaşadığı müddetçe daima alevinin hizmetine bel bağladı.
Hülâsa bu üç sırrın hikmetini, böylece Musa'ya anlattı ve birbirinden ayrıldılar.(10)
(10) Şimdi birbirimizden ayrılmak zamanıdır. (Sûre: 18, Âyet:79.
Bu anlamı kuvvetlendirmek için rivayet ederler ki, bir veli başka bir veliye:" Ulu Allah bende her gün yedi
defa tecelli ediyor" dedi ve o veli de ona: "Eğer insansan git ve Ebayazid'i bir defa gör!" cevabını verdi. Aralarındaki
bu münakaşa uzadı. Her ne zaman bu, "Ben Allah'ı günde yetmiş defa görüyorum." derse, o da: "Eğer insansan git
Ebayazid'i bir defa gör," cevabını verirdi. Macera uzayınca bu saf sofi Ebayazid'e gitmeğe karar verdi. Ebayazid, bir
ormandaydı. Sofînin hizmetine geldiğini kerametle anladı ve sofiyi karşılamak üzere ormandan çıktı. Onların
www.semazen.net
karşılaşması ormanın yanında olacaktı. Fakat sofi, Ebayazid'e bakıp onun mübarek yüzünü görünce, tahammül
edemedi, derhal vücut kalıbını boş bırakarak bu dünyadan öbür dünyaya göçtü.
Şimdi esas meseleye gelelim: Orman, Ebayazid'in içi ve ormanın ağaçları, onun kalbinde bulunan fikirleri, ilmi
ve makamı idi. Sofî Ebayazid'in içi olan ormana, nasıl girebilirdi? İşte Ebayazid bunun için ormandan dışarı çıkıp sofiye
doğru gitti.
Akıllı bir insan, bir çocukla konuşurken, kendi bilgi ve akıl ormanından çıkar, çocuğa doğru gelir ve
anlıyabilmesi için de çocuğun aklı ölçüsünde konuşur. Çünkü insanlara akılları nisbetinde söz söylemek lâzımdır.
O sofi, Allah'ı kendi anlayış, kavrayış ve kudreti nisbetinde gördü. Allah'ın nuru ve tecellisi Ebayazid'in
kuvveti nisbetinde ona çarpınca dayanamadı ve öldü.
Cebrail'de Allah'ın tecellisi vardı. Belki onun içinde yetişmişti. Onunla meşguldü. Ondan başka işi yoktu.
Denizin içinde bulunan bir balık gibi o, her zaman vuslat denizinin içinde idi. Muhammed'i Allah'ı göstermek için
Mi'raca götürdü. Cebrail kendi makamına geldiğinde durdu ve daha ileri gidemedi. Bunun üzerine Mustafa
(Allah'ın selâmı O'nun üzerine olsun) ona: "Gel! Niçin durdun?" diye buyurunca Cebrail: "Bu makamdan ileri
gitmek sana mahsustur. Eğer bir parmak daha fazla yaklaşırsam yanarım. (Sûre:37, Âyet: 164) cevabını verdi.
Ondan sonra Peygamber (Allah'ın selâmı, onun üzerine olsun) yoluna devam etti ve Hazret-i Hakkın cemalini
Kur'an'da: Onun gözü, kaymadı, dönmedi (Sûre:53, Ayet: 17) buyurulduğu gibi, hiçbir görüş hatası olmadan, "baş
gözüyle" gördü. Allah'ı gören her kimse, O'nu, ancak kendi kavrayışının kudreti nisbetinde görebilir. Karıncadan
Süleyman'a varıncaya kadar hepsini Allah besler. Hepsinin varlığı ve canlılığı tamamen Allah'ın tecellisindendir; fakat
bu iki tecelli arasında fark vardır. Süleyman'a olan tecelli nerede! Karıncaya olan tecelli nerede!
Meselâ, bir efendinin biri beş yaşında biri on yaşında, biri yirmi yaşında, biri otuz yaşında ve böylece ta kırk ve
elli yaşında olmak üzere beş kölesi olsa, bunların hepsi akılları başında büyük ve aynı yaşta olsalar bile, akıl bakımından
bir olmayıp, muhakkak ki birinin akıl ve kifayeti öbürüne nazaran daha az, diğerlerinkinden daha fazla olabilir. O
efendi, her biriyle aklının derecesi nisbetinde konuşur, görüşür; fakat bunların en büyüğü ve akıllısıyla konuştuğu,
görüştüğü gibi en küçüğü ve akılsızıyla konuşursa, en küçüğü anlamaz. Tahammül edemez.
Mesel:
Ey ruhu dinlendiren kimse!
Esvabı insanın vücuduna göre ölçer biçerler.
Bunun gibi, evliya ve müminlere Hakkın tecellisi de, onların Allah'ın indindeki mertebeleri nisbetindedir.
Allah'ın nuru, onlar üzerlerine tahammül edebildikleri kadar iner.
Bir insan ateşe kavuşmak ve ondan faydalanmak isterse, hamamı ateşle kızdırır ve hamam vasıtasiyle ateşin
vuslatından istifade eder. Eğer doğrudan doğruya kendisini ateşe atarsa tabiatiyle yanar. Kemale eren Allah
adamları, semender gibi ateş içinde ve balık gibi suda yaşayabilirler; fakat diğer müminler ve gerçeği arayanlar
doğrudan doğruya ateşten faydalanacak güce sahip değillerdir.
Bununla söylemek istediğimiz şudur ki: Kemale ermiş olan Allah adamlarının yüzünü görmen, doğrudan
doğruya Allah'ı görmekten daha güç olmaktadır. Yalnız bu, "Evliya ve Allah ayrı gayrıdır" demek de değildir. Böyle
düşünmek bile yanlış ve küfürdür. Bu, "Onların Allah'ı gördükleri kuvvet ve kudret, sizde yoktur." demektir. Kemale
ermiş olan Allah adamını arayıp onun gördüğü gibi görürsünüz.
www.semazen.net
FASIL: 3
Bir adam: Dervişlerden bazısına ebrişim (saz) ve saire gibi haram olan sema ile meşgul olduklarını gördük,
bunu dervişlik mezhebinde doğru görmek nasıl olur? Dervişe, böyle bir işle uğraşmak yakışır mı?" diye sordu.
"Bunun cevabı mufassaldır", dedik. (Sadık ve hür türlü mücadeleyi yapmış, namaz, oruç, zikir gibi ibadetlerle
senelerce Allah'ı taleb etmiş, ondan hâsıl olmuş olan halet ve zevki iç terazisiyle tartmış, eksiğini, fazlasını bilmiş
olan bir dervişin, döndüğü ve sazın, rebabın neyin sesini işittiği zaman, ilâhi hali artar. Aşk ve fakr müftüleri, derviş
için bunları reva görürler. Çünkü onun, bunlardan maksadı zevk, eğlence değil, Allah'a yaklaşmaktır. Eğer bu ilahî hal
kendisinde namaz, oruç, zikir ile hasıl oluyorsa, bu maksat daha iyi bir şekilde elde edildiğinden, eğlenceye, saza ve
sema'a izin vermezler. Bununla beraber bu derviş, sema ve eğlenceyle meşgul olsa bile onun bu halini başkalarının
haline benzetmek doğru değildir. Çünkü, görünüşte onun bu hali küfür ise de bu küfürde bir din gizlidir. O derviş,
manen tamamiyle imana garkolmuştur. Başkalarının eğlencesi ise küfür içinde küfür, karanlık içinde karanlık olur.
Bundan başka fakr yolu, şeriatin özü ve içidir. Bir şeyin özü ve içi ise o şeyden başka bir şey değildir.
Şeriat umumun itaatidir. Umumun işlerini halletmek için kolaylıklar gösteren birtakım çareler, yollar
ortaya koymuşlardır.
İnsanlar çok defa gece, gündüz hattâ beş vakitte Allah'a hizmet ederler ve Allah'ı anarlar. Bununla beraber
bu insanların meyli ve aşkları zayıf olduğundan fazlasını yapamazlar. Meselâ, karada yaşayan kuşlar uzun zaman suda
kalamazlar. "Sizi yerden yarattık, öldükten sonra yine oraya göndeririz ve oradan bir defa daha çıkarırız" (Sûre:70,
Ayet: 57), buyrulduğu gibi onların menşei topraktır. Sadece zaman zaman suya yaklaşırlar, su içerler, yıkanırlar ve
sonra sudan, denizden ayrılarak yine kendi yerlerine, toprağa dönerler. "Melekler daima salâttadırlar. (Sûre:70,
Âyet:23)" buyrulduğu gibi, daima suda bulunmak balıkların işidir. Bunların denizden ayrılmaları imkânsızdır, çünkü
asılları denizden çıkmıştır. "Sonra Allah, onlar üzerine kendi nurundan döktü" (H.Ş.).
Burada şeriatten maksat, denize, suya dönmektir. Balıklar yüzlerini tamamen denize çevirmiş ve denize
dönmüşlerdir. Onların yiyecekleri, giyecekleri, yatakları, her şeyleri denizdir. Uykuları ve uyanıklıkları da denizdedir.
"Akıllı kullar da Ulu Allah'ı, ayakta dururken, otururken, yatarken hülasa her zaman ve her halde zikrederler".
(Sûre:3 , Âyet, 190-191)
Karaya mensup olan avam, denize mensup olan seçkin insanların işlerini yapamazlar. Çünkü onlara kuvvetleri,
vüs'atleri, takatleri nisbetinde bir ibadet tahsis olunmuştur. "Esasen Ulu Allah hiç kimseyi takatinin üstünde bir
külfetle mükellef kılmaz" (Sûre:2, Âyet:286) Balıkların daima meşgul oldukları şey, kulluğun kemali ve şeriatin içinde
bulunmak ve dışına çıkmamaktır. Daima Allah ile beraber bulunan evliya ve fukaranın ahvalini şeriata aykırı olarak
gören bir kimse, on kilo ekmeği, bir kilodan, Fırat'ı testideki sudan; gülü, gül suyundan, bademin içini ve yağını,
bademden ayrı olarak zan ve kabul edenlere benzer. Meselâ,bademleri böyle kabul etmesinin sebebi de şudur:
Bademler birbirinden ayrıdır, sayılabilir ve avucunda toplayıp sıkarsan bir ses çıkarır. Halbuki bademin içi ve yağı bu
özelliklere sahip değildir. O halde bunlar bademden başka bir şeydir. Bu söz ve delilden, onların, bademi
tanımadıkları, bademden sesi, sayıyı anladıkları, asıl bademin ne olduğunu bilmedikleri bellidir. İşte bu gibi insanlara
"mukallid" derler. Muhakkiklerin yanında mukallitlerin imânının hiçbir değeri yoktur, şeriatta gerçek, Allah'a kulluk
etmek, yüzü Allah'a çevirmektir. Dünyadan ve şeytanlardan da yüz çevirmek lâzımdır. Eğer şeriat namaz, oruç,
zekât, zikr olsaydı bütün şeriat-lerin, mezheblerin ve gidişlerin hepsinin aynı şekilde ve aynı tarzda olması
gerekirdi; Peygamber:(11) "Bu Kur'anın hükümleri ve bu şeriat, senden evvel gelen Peygamberlerin kitaplarında
vardı. Fakat bu şekilde bu suret ve tertip ile mevcut değildi. Birisi, Arapçadır, diğeri Süryanca ve İbrancadır. Her
birinin ayrı orucu, ayrı bayramı, ayrı haccı ve ayrı delili, ayrı haramı ve helâli vardır" buyurmuştur. Bilinir ki dinin
gerçeği, şekil ve dilde değildir. O, her suret ve her dile gelir ve yüz gösterir. Diller ve şeriatler kadehler
gibidirler. Din ve Allah'ı bilmek, kâselere, testilere, küplere, ibriklere, şişelere ve kadehlere konulabilen sular ve
içkilerdir. Fakat içki, şarap, kabın kendisi değildir. Suya yabancı olan ve testiye tapan kimseler, bu bilinen testiyi
görmezler ve suyu kabul etmezler. Böyle bir kimsenin su ile aşinalığı yoktur. Şekle tapan ve mukallittir. Şaraba
tapan ve suyu tanıyan kimse, içinde şarap ve su bulunan her kadehi can ve gönülden kabul eder ve kadehin
önünde, "Meleklerin hepsi ona secde ettiler" (Sûre; 15, 30, Âyet: 30, 73). Buyrulduğu gibi secdeye gelir. Allah'ın
bundan maksadı, kadeh değil, şaraptır ve onun zevki efsaneden değil, haldendir.
(11)BuKur'anınahkâmıevvelceinenitkaplardadazikredilmiştir.(Sûre:26,Âyet:196.)
Bunun gibi, Mustafa (Allah'ın selâmı ve salâtı onun üzerine olsun), Ayşe (Allah ondan razı olsun)'nin ayaklarını
öper, yüzüne sürerdi. Ayşe, bunu gördü ve hayret etti. Peygamber birkaç gün onun yüzüne bakmadı. Ayşe bunun
derdiyle şikâyet ederek ağladı. Peygamber'e "Ayşe'nin gönlünü al!" diye emir geldi. Peygamber Ayşe'den özür
dilemeğe gelerek onun elini ve ayağını öptü ve: "Ey Ayşe! Senin elini ve ayağını, senin suretine olan sevgimden
www.semazen.net
öptüğümü zannetme. Ben Allah'a olan sevgim için öpüyorum. Senin yüzünde dostumun yüzünü görüyorum. Ve senin
gece gibi olan gökselliğinin karanlığında Allah'ın sabahının parlak nurunu görüyorum. Secdeyi, Kadim olan Allah'a
ediyorum, senin sonradan vücuda gelen (hadis) birkaç günlük vücuduna değil. Bundan sonra kendini değil, Allah'ı
görmen lâzımdır" dedi.
Suret-i evliya ve enbiyanın, şeriatin, dinlerin ve mezheplerin baştan sona kadar değişmesinin hikmeti,
muhakkik ile, mukallidi bir zannetmemeleri ve bu suretle muhakkikin gerçek incisinin güzelliğinin peyda ve
mukallidin çirkinliği ve sahte cevherinin de rüya olmasıdır. Bu hikmetin zahir olmasının başlangıcı şeytanlıklarla
dolu İblis'in zatının keyfiyet ve haliyle başladı. İblis'i meleklerden, sayardı, hattâ meleklerin hocası idi.(12) İblis,
mükebbir müsebbih olan ulvî medresede, ilim öğrenin meleklerin öncüsü ve müderresi idi. Fakat hakikette
merdut, ayrı cinsten ve kâfirlerdendi (Sûre:2, Âyet: 32). Allah İblis'in meleklerden olup olmadığını meydana
çıkarmak istedi.
(12)Halbukibizsanahamdveteşbihvesenitakdisediyoruz.(Sûre:2,Âyet:28).
Âdem'i çamur ve su şeklinde yarattı ve onun vücudunu kendi nurunun kadehi yaptı. İblis ve melekleri,
onunla imtihan etti ve: "Adem'e secde ediniz" diye buyurdu. "Onunla aşinalığı olanlar secde ettikleri aynı nuru" bu
kadehde ve bu mazharda, marifetle gördüler ve secde ettiler.13 Kalp ve halis ayrıldı ve İblis'in görünüşte yakın ve
âşinâ görünmesine rağmen aslında muhalif ve yabancı olduğu belli oldu. Adem'in vücudu, kalpı nakitten ve hakkı
batıldan ayırdı.
Evvelâ bu iki, bir olarak göründü. Kalp ve nakdin değeri birdi; bu tecellide ışık çoğalarak kalpları, sâf
altınlardan ayırdı. Bunun gibi acı ve tatlı taneler, gül ve diken, yerin altındayken birdirler ve birbirleriyle omuz
omuzadırlar, "Biz ilâhi ekinleriz ve hepimiz neşvünema bulmak faaliyetindey-iz" buyurduğu gibi. Tatlı taneler, yer
altından yüzlerini göğe doğru çevirip, toprağın çatlağından yeşil dillerini çıkararak: "Ey Allahm bizi zindandan kurtar
ve bizim özümüzü, sırlarımızı göster ki herkesin özü ve derecesi belli olsun", diye yalvarırlar. İsrafil gibi olan bahar
hamel burcundan surunu üfleyince, onun bu hararetli nefesiyle bu taneler, toprağın mezarından dışarı çıkarlar.
"O günde bazı yüzler siyahlanır, bazı yüzler beyazlanır." (Sûre:3, Âyet: 102) buyurulduğu şekilde bahçe,
çayır ve çemenlerin, tavusun kanadı gibi süslenmiş, türlü lütuf ve güzelliklerle bezenmiş olan güzelleri cilveler
yaparak meydana çıkarlar. Acı taneler de dikenler gibi bahçelerde rüsva. olurlar. Adalet terazisi, hepsinin aynı
sırada olmasını, iyinin ve kötünün bir sayılmasını doğru görmez. İyiyi kötüden ayırır; İyi şeyler, iyi kimseler için,
kötü şeyler kötü kimseler içindir. (Sûre:24, Âyet: 26) buyurulduğu gibi bir cinsi kendi cinsiyle toplar. Yine de
Âdem'den sonra bazıları, muhakkik, bazıları da mukallit oldular. Bazısı şaraba tapar, bazısı da kadehe tapar. Adalet
terazisi, cinsi, cins olmayanla toplamağa ve birbirine karıştırmağa razı olmadığından tekrar başka bir peygamber
ortaya çıkardı. Şarapı tanıyan ve nur ehli olan kimseler kadeh değişince yanılmadılar, bulundukları halden başka bir
hale dönmediler. Âdemle hemdem oldukları için bu peygamberi de Âdem olarak gördüler.
Beyit:
Âlemden maksat, Adem'in gelmesi ve Adem'den gelmesi ve
Âdem'den de maksat, o demin gelmesidir.
Kadehe tapanlar: "Biz Adem'in âşıkları ve bendeleriyiz ve bu peygamber, Âdem'den başka bir kimsedir."
diye onu inkâr ettiler. Bu peygamber hal diliyle: "Ey kadehe tapanlar! Ben aynı şarap ve aynı Adem'im, eğer ağzın
ve damağın varsa tad ve eğer bir burnun varsa kokla, gözün varsa gör, yok eğer bunların hiçbirine malik değilsen
git ve körlerin sırasında otur. Zira Adem'i görmeden ve tanımadan ondan nasıl bahsedebilirsin? Ben Âdem'i
arıyorum, diye onu red ve inkâr ediyorsun." dedi.
Böylece yeniden muhakkikler ve doğru insanlar o peygamberin etrafında toplandılar ve ona gönül verdiler.
Bunun üzerinden yüzyıllar geçti, tekrar onların arasından mukallitler baş kaldırdılar. Görünüşte bir göründüler.(14)
Adalet terazisi ve fazilet mihengi hakikî inci ile boncuğun, nakît para ile kalp paranın, altın ile bakırın, karga ile
şahinin bir olmasını ve bir sırada birbirleriyle karışmış bulunmalarını doğru görmedi.
(14)İnsanların hepsi tek ümmet iken dinde ihtilâf ettiler. (Sûre:2, Âyet:209.)
Allah Firavun'un sihirbazlarını diğer sihirbazlardan ve Sıptîleri Kıptîlerden ayırması için, Musa'yı meydana
çıkardı. Ahir zaman peygamberi olan Muhammed ile de böyle olmuştur. Mustafa'nın (Selam onun üzerine olsun)
zuhurundan evvel Ebucehil ve Sıddik derece itibariyle birdiler. Belki Ebucehil'in ismi Ebulhikem (Hikmet babası)
idi. Küfür ve inkâr yüzünden ismi Ebu cehil oldu. Bu, âlemin çöküp yıkılmasına kadar böylece devam eder.
Peygamberlerle aynı nefese, aynı zaman ve aynı nura sahip bulunduklarından, onların vârisleri olan evliya da,
peygamberler gibi halkı Allah'a davet ederler. Aslı Allah'a bağlı olan ve ondan nur alan ve muhakkik olan her kimse
www.semazen.net
yine ona meyleder ve bu daveti kabul eder. Aynı zamanda o kimsenin canı, evliyanın nefesiyle ondan, yeni bir ağaç
gibi kök tutar. Bu bahardan her an bir tazelik ve bir dirilik meydana getirir ve meyve verir. Surete tapan ve
mukallit olan kimselerin günden güne daha soğuk, daha cansız ve yüzleri daha çok kara olur. Muhakkikler,
ilerleme ve kabullenme ne nisbette artarlarsa mukallitler de inkârla o nisbette kıymetten düşerler. Mevlânâ
(Allah onun ruhunu aziz etsin) bu mânayı nazma alarak Hak ehlinin birliğini şerhetmiştir.
Nazım:
Bir ay parçası gibi gelen o kırmızı elbiseli, bu sene de bu pas renkli hırka içinde geldi. O sene de
yağmada gördüğüm o Türk, bu sene Arap gibi gelen bu aynı kimsedir. Her ne kadar kadeh değişmişse
de şarap aynı şaraptır. Bak şarapçının başına gelen ne kadar hoş! Elbisesi değişmişse de yar, aynı yardır. O
elbiseyi değiştirip, tekrar başka şekilde geldi.
Bununla beraber, insanların tamamen bu cevherden hâli olmadıklarını ve bu cevherin, hepsinde mevcut
olduğunu da bil! Zira Allah'ın büyüklüğünü herkes tanır ve ona kulluk, ibadet ve hizmet etmekten hiç kimse
utanmaz; Adem'in dış görünüşüne bakarak o nuru görmeyenler, ona ibâdet etmekten çekindiler. Allah, Âdem'i
imtihan maksadiyle yarattı. Bazılarının kibri, büyüklüğü ve kendini onunla bir tutmak istemesi, ona ibâdet
etmesine, onun önünde eğilmesine mâni oldu. Fakat, kuvvetli bir asıldan gelen ve o aslî cevher kendisinde çok
olan bazı kimseler, bu kibir ve benlik örtüsünü yırtar atarlar. İşte o zaman, o aslî nuru, bu varlık perdesi olmadan
görürler ve secdeye gelirler. Kendilerinde aslî cevher az ve zayıf olan kimselerin bu örtüyü yırtmağa kuvvetleri
yoktur. Bunlar örtüye yenilmişlerdir. Yenilgiye uğrayana ise yokluk hükmünü verdiler. Sâf bir gümüşte azıcık bakır
olmasına rağmen onu, yine gümüş sayarlar. Çünkü bakır yenilmiştir.
Büyüklüğü karar bulmuş ve kabul edilmiş olan bir peygambere tâbi olmaktan da kimse utanmaz. Hattâ ona
hizmet etmekle öğünür. Büyüklüğü karar bulmuş olan bu peygamber de Adem'den evvelki "Allah" gibidir. Zira,
zayıf ve kuvvetli, kalp ve halis ona kulluk ettikleri zaman, birbirinden ayrılmıyorlardı. Ulu Allah onlara tekrar,
tanıdıkları ve kendi aralarından, yeni bir peygamber gönderdi. Kendisinde o nur galip olan herkes, gurur ve
kıskançlık perdesi üzerine galebe çalar ve kurtulur ve her kimde bu nur zayıf olursa o, bu gurur ve kıskançlık
perdesine yenilir. Allah'ın verdiği kıymetten dolayı bu zayıf nura sahip olan kimselere eğer Allah'ın yardımı olursa,
mukarrer bir nebinin ve şeyhin yanında bulunmak ve ona meyletmek müsadesini verirler. Onlar, imtihan
edilmeden evvel, o şeyhin doğru ve muhakkik olan müritlerinin sohbeti ve şeyhin nazarı ile, tedricen, zayıf olan o
nuru, artırabilir ve kuvvetlendirebilirler. Bu nur çoğalınca, varlık perdesi kaybolur. Bunun tafsili hadsiz ve Allah'ın
işleri, yolları da hudutsuzdur. Hudutsuz olan bir şey şerh edilemez. Zira, şerh ve beyan mahduttur. Hudutsuz olan
bir şey de mahduda sığmaz. Fakat akıllı kimseler, bu azalan şeyden çoğunu da anlarlar. Gafiller ise çoktan, az bile
anlıyamazlar.
Mesel:
Akıllı bir kimseye, bir işaret kâfidir. Gafile ise şerhin faydası yoktur.
Şimdi gelelim, o suali sorana verdiğimiz ilk cevaba: İyi ve doğru şeyler istiyen bir derviş, istemekte devam
eder ve istediği şeyden burnuna koku gelir ve türlü, türlü ibadetlerle uğraştığı vakitte, her nerede olursa olsun
kendi fütuhatını görürse, uygun olan hareket ona devam ve kendisini bir karanlığa sokan ve istediği şeylerden
uzaklaştıran her şeyi, tâat bile olsa, terk etmesidir. Çünkü ne kadar mâsiyetler vardır ki uğurludur ve ne kadar
Kur'an okuyan vardık ki Kur'an ona lanet eder. (H.Ş.).
Beyit:
Seni yoldan alıkoyan her şeyi, ister küfür,
ister harf, ister imâ olsun, bırak.
Her ne ki, onunla dosttan uzak düşersin,
ister güzel, ister çirkin olsun onu da bırak.
Bu talip, hile ve kötülük yolunda bulduğu zevki, hayır ve tâat yolunda da elde edebiliryorsa, onun için artık
tâatten başka olan şeylere meyletmek doğru olamaz. Bunlar çoğunluk tâat yolunda bu zevki bulurlar. Tâattan
başka her şey, onlar için öldürücü bir zehirdir. Bu tafsilât ve hükümler, canlarını bu yolda feda eden, sadık talipler
hakkındadır. Biz: "Böyle yapınız, şöyle yapınız" deriz. Ama varlık perdesinden kurtulmuş ve Allah ile kaim olan ve
onların varlığından, onlar üzerinde bir şekil ve bir isimden başka bir şey kalmamış bulunan o kimseler, tuzluya düşen
at ve ester gibidirler. Çünkü, bunlar tuzluya düşmüş, senelerce orada kalarak tamamiyle erimiş ve atlıktan
esterlikten en ufak bir alametleri bile kalmamıştır. İşte onların varlıkları da Allah'ın varlığında böyle erimiştir.
www.semazen.net
Rubaî:
Aşk, geldi ve damarlarımın, derimin içindeki kanım gibi oldu.
Beni, benliğimden boşaltıp dostla doldurdu.
Vücudumda en ufak zerreye varıncaya kadar hepsini dost aldı.
Benden bana kalan şey, yalnız bir isimdir. Geri kalan ne varsa hepsi o'dur.
Böyle bir adama hiç kimse hükmedemez. Kimse: "Eğer onun hali şöyle olursa iyi, böyle olursa fena olur."
Diyemez. Bu mertebeye ermiş bir kimse, iyi ve kötünün üstünde, zıtlıkların ve sayılı şeylerin dışındadır. Ortaksız bir
tektir. Teklik tuzlasında o kadar yok olmuştur ki onda murdar olan zahirî varlıktan ve ikilikten hiçbir eser
kalmamıştır.
Rubaî:
Kemalle sıfatlanmış bir kimse fena yolunu tuttu.
Ansızın vücut deryasından geçerken,
onda varlığından bir kıl parçası kalmıştı ve bu kıl,
fakrın gözüne zünnar göründü.
Allah Ebayazid'e: "Ne istersin?" diye sordu. Ebayazid: "İstememeği isterim." Cevabını verdi. Zira, eğer isterse
o, hâlâ mevcut olur. Şu halde tuzlaşmış olan hayvandan tuza düşmeden evvelki halinden onda hâlâ bir damar ve bir
bağırsak kalmış olsa onun "birliği" tam bir birlik değildir ve ondan "ikilik" kokusu gelir. "Allah, surette ikidir"
demek nasıl küfür ise "ikilik"de hakikatte küfürdür. Mâna âleminde "iki olmak" da küfür olur. İşte bunun için
Ebayazid: "bir şey istememeği istiyorum, ta ki benim bu birkaç günlük olan varlığım, karışmadan, aslında nasılsam
yine öyle iradede tek kalmam için istememek isterim. Müridlik yalnız senin olsun" dedi.
Beyit:
Ay yüzlüm geldiği zaman ben kim oluyorum!
Asıl ben kendimde olmadığım zaman varolurum; yani benim varlığım aradan çıktıktan sonra var olurum.
Tuzladaki hayvanın varlığının kemale ermesi onda hayvanlıktan bir tek damar bile kalmadığı, hepsinin
tamamen sırf tuz olduğu zaman mümkün olur.
Beyit:
Ey benim Rabbim! Senin arayıcın benim veya beni arayan bizzat sensin.
Ey aşkı ile rüsva olduğum! Ben ben oldukça, san başkasın, ben başkayım. Eğer talep hakikî olursa taliple
matlup birdir.
Beyit:
Tevhidde talip ve matlûbun sıfatını ayrı ayrı gören kimse
Ne talip ne de matlûptur.
Mecnun'a: "Sermestlikten ve kendinden geçişten ileri gelen baş ağrından kurtulman için, kan aldır." dediler.
O da sermestliğinden ve aklı başında olmadığından buna razı oldu, damarından kan alması için berberi getirdikleri
zaman: "Hey! Ne yapıyorsun? Leylâ'nın kanını niçin akıtıyorsun. Ben her ne kadar Mecnun isem de Leylâ'nın aşkının
tuzlasından Leylâ oldum ve bende Leylâ'dan başka bir şey kalmamıştır." diye bağırdı.
Beyit:
Vücudumun en küçük cüzlerine varıncaya kadar hepsini dostun sevgisi kapladı. Benden benim üzerimde
kalan yalnız bir isimdir. Geri kalan ne varsa hepsi odur.
"Eğer bana vurursan Leylâ'ya vurmuş olursun ve eğer benden bir şey alırsan Leylâ'dan almış olursun" dedi.
www.semazen.net
Şiir:
Göz, denizle dalga karışınca acaba bu meydana gelen şey göz mü olur? Yoksa deniz mi?
Ağzını açtı ve Salâhaddin'in kalbine: "Ey Allâhı gören göz, sen benim Allahımsın!" dedi.
Göz, onu görünce Allah olur. Zira Allah Allah'ı görmüştür.
O kendi nurundan onlara bir nur bağışlamazsa gözler O'nu görmezler. Ancak bağışladığı bu nurla O'nu
görebilirler. (Sûre:6, Âyet: 193).
Binaenaleyh kendi kendini görmüş olur.
Beyit:
Allah'ı yine Allah görür, Ondan başka bir şey Ona nasıl sığabilir?
Birlik deryasında Ondan başka hiçbir yabancı yoktur.
Allah'ı ancak Allah adamı gösterir, Allah'dan gayri olan bir şey O'nu nasıl gösterebilir? Tuzlayı hatırlatmak için,
bir avuç tuz lâzımdır. Murdar bir posttan ve etten tuzu nasıl hatırlayabilir ve tuzladan nasıl bahsedebilirler?
(15) Ey Muhammed! Senin attığın, bizim attığımızdır ve senin sözün, bizim sözümüzdür. Zira tuzladan
aldıkları her şey, ancak tuz olur. Böyle bir kimseye: "Böylesi iyidir veyahut söyleşi fenadır" diye karışmaya kimin
cesareti vardır? O ne yaparsa iyidir. Alemin Kâbesi ve kıblesi O'dur. Üfür ve iman, masiyet ve tâat O'nun içindir.
O'nun rızası bulunmadığı içindir ki küfür kötü ve O'nun huzurundan uzaklaştırıcıdır. O'nın rızası ile Hakka ulaşmış ve
yakınlaşmış olduğu cihetten iman istenilir. Bunların, eğer bir vücuda ve bir itibarı varsa o da sırf bu mâna içindir.
Allah istediğini yapar. (Sûre: 14, Âyet:32).
(15)Attığınvakitsenatmadın;lâkinonuAllahattı.(Sûre:8,Âyet:17)
Beyit:
Küfür ve din her ikisi: "O bir tanedir ve eşi yoktur" diyerek O'nun yolunda koşarlar.
O'nun yaptığı işe itiraz yoktur. Ona itiraz eden herkes, "O'nu topraktan, beni ateşten yarattın." (Sûre:7,
Âyet: I I) diye Allah'a itiraz eden, mücadele ve mübahese ile meşgul olan İblis'in neslinden olur. İblis: "Beni
ateşten yarattın, onu topraktan yarattın" diye Âdem gibi bir varlığın önünde yok olmadı. Âdem'den de bir hata ve
Allah'a karşı bir itaatsizlik vücuda geldi; buğdayı yedi ve cennetten çıkarıldı. Ey Rabbımız! Biz nefsimize zulmettik
Sûre:7, Âyet:22) sözünü diline doladı. Feryat ve figan eyledi, kendi kendine ağladı ve dünyaya olan sevgi, saygı ve
değer yerine, günahlarının affını dilemede o kadar sebat etti ki Allah tarafından ona bağışlama hil'ati geldi ve ikilikten
sonra birlik, mânevi huzursuzluktan sonra huzur yer gösterdi. Çünkü Allah: "Ben kalbleri olanların yanındayım
(H.K.) Kırılmayan yalnız benim. Allahlık bana yakışır. Benimle ortak olmaktan uzak kalmak için siz kırılınız. Eğer
benim sırrıma vâkıf olursanız kendinizden dahi bizar olursunuz. Beni can ve gönülden kabul ediniz ki sizin başınız
ben olayım, siz elden ayaktan düşünüz ki elinizden tutup sizi kaldırayım" buyurmuştur.
Beyit:
Ayağım kalmadığı zaman beni çektiler.
Beni nasıl çektiklerini, nasıl söyliyeyim!.
Hakka yenilip ve Hakkın önünde ölürsen senin hareket etmen, Hakkın hareket etmesi ve senin sözün,
Hakkın sözü olur. Meselâ, murdar olan şarabı çok içen bir kimse ona mağlup olur. Akıllı insanlar, bu adamın yaptığı
ve söylediği şeyleri adamdan bilmezler ve: "O söylemiyor, şarap söylüyor", derler. O'nun işini ve sözünü şaraba
izafe ederler ve o adamı şarabın elinde bir âlet olarak kabul ederler. Bunun gibi cinin çarptığı bir kimse de gaipten
haberler verir, evvelce bilmediği birçok dillerle konuşur. Akıllı kimseler: "Bunu peri söylüyor, o söylemiyor" derler.
Ölmüş ve cansız olan şaraptan ve insandan, kıymet itibariyle daha aşağı olan peride öyle bir kuvvet mevcuttur ki,
insan onların âleti olur ve onlar insanda kendilerini gösterirler ve o şahsın bunda hiçbir rolü yoktur. Akıllılar, o
adamı muahaze etmezler. Toprağın, meleğin, insanın, cinin, perinin ve hayvanların yaratıcısı olan Ulu Allah'ın
tecellisi, kinsiz olan bir kalpte parladığı zaman, o insandan meydana gelen her şeyi Allah'dan bilmek ve Allah'a
izafe etmek niçin doğru olmasın? Bunu Allah'ın işi ve sözü olarak görmemek ve işitmemek körlükten ve dar
görüşlülükten ileri gelir.
www.semazen.net
Ebayazid bir gün kendinden geçmiş olduğu halde: "Kendimi teşbih ederim; şanım ne kadar büyük oldu!
Cübbemin içindeki Allah'dan başka bir şey değildir" dedi. Ebayazid kendine geldiğinde müritleri ona: "Sen böyle
söyledin, bu sana nasıl yakışır?" diye karşı koydular. Ebayazid'e onların birer mukallitten başka bir şey olmadığı zahir
oldu ve kendi kendine: "Eğer bunlar iman kabul edenlerden olsalardı, benimle sohbet ettikleri bu kadar zamandan
beri, nefesim onlara tesir eder, sözlerim kulaklarına girer ve kendilerine gelirlerdi. Şimdi her şeyden habersiz
oldukları için, en iyisi onları kendi kılıçlariyle yaralamam ve yine kendi kılıçları ile sırsız olan kafalarını kesmemdir"
dedi.
Beyit:
Allah'ın sırrı ile dolmuş olan bir baş, şah ve cihandardır.
Sırsız olan bir baş ise palana lâyıktır.
Ebayazid: "Dikkat! dikkat! ey dostlar, eğer müminlerden ve sadıklardan iseniz bu sözleri söylediğim zaman
hepinizin kılıçlarınızı ve bıçaklarınızı çekip bana vurmanız lâzımdır. Böyle yaparsanız Hakkın makbul kullarından
olursunuz" diye buyurdu. Ebayazid'e o hal tekrar geldiği zaman, hemen aynı şeyleri söylemeğe başladı ve o âlemden
bir kuş gibi uçtu. Yüzlerce defa söylemiş ve göstermiş olduğu harikaların yüz misli kendisinde göründü. Mukallit
müritler, bıçaklarını çekip onu yaraladılar; fakat bu mestlikten kendilerine gelince bazısının kendi elini kesmiş,
bazısının kendi karnını ve göğsünü parçalamış olduğunu gördüler. Yalnız Ebayazid'e vurmayan bazı kimseler
Ebayazid'e saldırdıkları yerde onunla hiçbir yara almamış oldukları halde göründüler. Kılıç onların ellerini nasıl
kesebilir? Çünkü onlar, İsmail'in neslindendirler. Kılıç onların boynunu kesmez, belki bütün âlemin boynunu, onlar
için keser ve bütün âlemi onlara kurban eder.
Ben ki Allah'ım, benim yüzümden başka ne varsa hepsi helak olur yok olur ve kalmaz. (Sûre: 28,Âyet: 88);
Ebediyen kalabilmeniz için hepiniz yüzünüzü benim yüzüme çeviriniz. Yüzünü başka bir tarafa çeviren, benden
başkasını gören ve benden başkasını seçen bir yüzü, yüz bilme. Benim yüzümün tersi yoktur. Ben tamamen
yüzüm, tamamen nurum, tamamen görmeyim, tamamen duymayım ve tamamen bilgiyim. Benden başka olan her
şey kalmayacaktır! Sizin yüzünüz bana çevrildiği zamanda yüz ve gözünüz bana baktığı zaman göz olacaktır. Sakın
saadet sermayesi olan böyle bir gölgeden ayrılmayınız ve uzaklaşmayınız ki ayrılığın yakıcı güneşi bizi bu amansız
çöllerde yakmasın ve yok etmesin. Ben ki Allah'ım, benimle ünsiyet peyda ediniz, benim huyumu alınız ve benim
gibi olunuz.
Allah'ın huylarını kendinize huy edininiz. (H.).
Rübaî:
Allah sana: "Ey gerçek uğrunda her yere başvuran kimse! Her peyden kesil; çünkü sen tamamiyle bizimsin ve
bizim için yaradılmışsın.
Bizim huylarımızı kendine huy olarak seç, senin aradığın, halvet gecelerinde senin önüne gelsin" buyuruyor.
FASIL: 4
Beyit:
Allah ile kendinden geçmiş olan kimse, her ne yaparsa revadır ve
onun her yaptığı şey doğrudur. Onun yolunda yanlış yoktur.
Biri: "Eğriliği kendisine iş edinen bir kimsenin yaptığı her işi nasıl doğru görelim ve eğriye, nasıl doğru
diyelim ve bunu doğru bilelim?" diye sordu.
Allah adamı her ne yaparsa doğru yapar ve doğru olur; fakat bu, cahillere eğri görünür meselâ, Kabe'nin
www.semazen.net
içinde bulunan bir kimse için yüzünü çevirdiği her taraf kıble olur. Eğer o kimse yüzünü, doğuya, ya batıya, sola,
sağa veya öne, arkaya çevirse onun için her taraf kıble olur; ve onun namazı Allah'ın indinde makbuldür. Kabe'nin
içinde bir tarafın diğer taraftan hiçbir üstünlüğü yoktur. Sağ ve sol bu bakımdan aynı değerdedir. Doğu ve batı da
aynı derece ve mertebededir. Ancak Kabe'den uzak bulunan insanların kıblesi Kabe'ye doğru olan tek yöndür. Bu
Kabe'ye doğru olan tek yönden başka, yüzlerini çevirdikleri her taraf, kıbleden saptırılmış olur ve onların namazı
doğru ve makbul olmaz. Çünkü namazı Kabe'ye doğru kılmamış olurlar. Kıbleden maksat, Kabe'dir. Kabe'nin içinde
olan bir kimse için yüzünü çevirdiği her taraf kıble olur.
Beyit:
Kabe'nin içinde kıble resmi yoktur. Dalgıcın ayağında sandal olmasa da ne ehemmiyeti var?
Kabe'nin içinde, yüzü kıbleye doğru olmadığından yanlış namaz kıldığını zanneden bir cahil, hatayı bizzat
kendisi işlemiş olur. Çünkü bu cahil kıbleyi, kıbleden ayrı olarak görüyor ve doğruyu yanlış anlıyor.
Şimdi gelelim büyük bir şehir belki de uçsuz bucaksız bir âlem gibi olan insanın iç âlemine: "Bazı kimselerin
içinde hâkim olan şey, şeytan ve nefistir. Bazılarında ise hâkim, Süleyman gibi olan akıldır ve bu insandan tâat ve
hayır ister. Allah adamının isteği, iç saltanatına Süleyman'ın hâkim olması ve "lahavle velâ kuvvete illâ billâh" demekle,
Allah'ı zikretmekle, namaz kılmakla, oruç tutmakla. Şeytanın da güç bir durumda kalması ve kuvvetinin kınlmasıdır;
hattâ mümin, can ve gönülden bu ibadetlere tam bir sadakatle mülâzemet ederse şeytan tamamiyle ölür ve yok
olur. Süleyman gibi olan akıl o zaman, bu memlekette tam bir istiklâl rakîpsiz olarak hâkim olur. Şeytanın mânası yok
olduğu ve Allah'ın rahmet nuru o insanın içini doldurduğu zaman, Süleyman gibi olan aklın, yaptığı ve buyurduğu her
şey doğrudur. Çünkü o perhizlerden ve ihtiyatlardan maksat şudur ki, her iş karanlıkta değil, Allah'ın nuru ve Allah'ın
hidayeti ile olur, şeytanın delâleti ile değil. Süleyman'ın istediği yaptığı emrettiği her şey tamamen tâat ve sevap olur.
Her ne kadar o iş zahirin zulüm ve günah, iyi, kötü, doğru ve yanlış görülmesi mahlûk tarafındandır. Halik ise
bunlardan tamamen beridir. Çünkü Allah istediği şeyi yapar (Sûre: 14, Âyet:32).Eğer Allah'ın işine ve yaptığı şeylere
bakılırsa, O'na teslim olmak ve rıza göstermek ve O'nu samimiyet ve bağlılıkla kabul etmekten başka bir şey
yapılamaz. Kim bunun aksini düşünürse o, her iki âlemde de kâfir ve reddedilmiş olur. Bütün aleme mensup
olanların tâati, O'nun rızası içindir. Allah her ne yaparsa o, doğrudur. Bir memleket gibi olan iç hayatından şeytanı
atan ve Hakkın istek ve fermanından başka içinden hiçbir şey geçmeyen bir insandan meydana gelen her şey
doğrudur. Meselâ akıllı bir adam, ata binse, at onun mağlûbu ve mahkûmu olur.Atın gitmesi gerçekten binicinin
gitmesidir. Çünkü at eğer kendi başına olsa ya ot yemek için otlak tarafına, veya taylarının yanına yahut kurtlara
yem olmak ve ölmek için ormana doğru gider. O halde atın yapıcılık, hayır ve fayda yönüne gitmesi muhakkak ki
attan değil, binicidendir. At faydasını ve işini ne bilir? Attan, eşeklikten ve yolunu kaybetmesinden başka ne beklenir?
O halde hakikatte, menzil, han, şehir, bağ tarafına giden attır, diyemeyiz. Her ne kadar görünüşte at gidiyorsa da
atın eli, ayağı, sürücünün hükmü altındadır, şu halde giden at değil sürücüdür.
Evliyanın kalbi, Allah'dan ayrı olamaz ve onsuz hareket edemez. Müminin kalbi, Allah'ın kudretinin iki
parmağı arasındadır. O, kalbi istediği gibi çevirir (H.). Eğer bu söz umumi olsaydı ve herkesin bunda hissesi
bulunsaydı, Allah bunu mümine tahsis etmezdi. Hakkın kudretinin elinde bir âlet haline gelmiş olan o kalbi, Allah
bizzat vasıtasız olarak idare eder. Tıpkı bir binicinin, âleti olan atı idare etmesi gibi. Binici istediği her tarafa onu
sürebilir. O halde böyle bir müminin yaptığı her şey doğrudur, onu yanlış gören, hatayı bizzat kendisi yapmış olur.
Beyit:
Onların yanında hatâ, hatâ değildir.
Âşıklar ne yaparlarsa doğru yaparlar.
www.semazen.net
FASIL: 5
Harekette bulunan, elem ve rahattan etkilenen ve her şeyden haberli olan canlı yaratıklar üç nevidir. Birinci
nevi, o âlemde ve o âlemin durumundan habersiz ve nasipsiz olan hayvanlardır. İkinci nevi, bu âleme yabancı olan,
uyku ve yemeğe ihtiyaçları olmayan, kuvvet ve kudretleri, yiyecekleri tâat ve Allah'ın zikrinden olan, suda yaşayan
balıklar gibi bununla yaşayan meleklerdir. Üçüncü nevi ise, hayvanı nâtık denilen insanlardır. İnsanların ilmi ve
nutku melekî, su ve çamurdan olan cisimleri ise hayvanidir. Meleklerin sevabı ve günahı yazılmaz. Zira bu onların
tabiatıdır. Meselâ bir adamın tatlı yemekler yemesi, katıksız şarap içmesi ve kendisini zevk ve sefaya vermesi ne kadar
tabiî ise, melekler için de tâat ve sevap bunun gibidir. Melekler hakkında sevap ve günah aynı derecededir. Bunun
gibi, hayvanların da ahval ve hareketleri kaleme alınmaz. Hayvanın tâat kabiliyeti yoktur. Çünkü tamamiyle
cismanîdir. Uyku ve yemekten başka bir şey bilmez ve bir şeye de sahip değildir. İnsanın ise yarısı melek, yarısı
hayvan, yarısı süflî, yarısı ulvî, yarısı toprak (hâk) olan cihandan ve yarısı ise temiz (pâk) olan cihandan ibarettir.
Beyit:
İnsan, ulvîlikten sufılikten mürekkep garip bir karışımdır.
Hayvanlar toprakta yaşıyan yılanlar, melekler ise denizlerdeki balıklar gibidir. İnsan ise, yılan ve balık gibidir.
Yılan olan yarısı, onu toprağa doğru çeker. Balık olan kısmı ise onu denize doğru götürür. Bu iki yarım kısım,
birbirleriyle, daimî bir mücadele halindedir. Bu şuna benzetilebilir: Meselâ, bir şehrin ahalisinin yarısı kâfir, yarısı
müslüman olsa, daima şehirde, bu iki ayrı gurup birbirleriyle mücadelede bulunurlar. Müslümanlar küfrün yok
olup, bütün şehre kendilerinin hâkim olmalarını isterler. Kâfirler de müslümanlığın yok olmasını ve bütün şehrin
kendi ellerinde bulunmasını arzu ederler.
Beyit:
Biz de istiyoruz, başkaları da istiyorlar.
Bakalım talih kime yâr olacak ve yâr kimin olacak?
Müslümanlık galip gelirse, her ne kadar şehirde kâfirler bulunsa da onlar yenilgiye uğradıkları için şehre
müslüman şehri derler. Çünkü hüküm yenenindir. Meselâ at, biniciye yenilir ve binici onu yenerse atın
yürümesini biniciden bilirler. Her ne kadar görünüşte at giderse de akıllı kimseler: "Falan Lârende'ye gitti veya
Aksaray'a yahut başka bir şehre gitti" derler. At kıra ve otlağa doğru gider. Şehirler ve menzillere doğru gitmek
insanlara mahsustur. At böyle yollarda ve maksatlarda insanın âleti olur.Yani atın ayağı, insanın ayağı oluyor.
Küfür, insanda mağlûp ve nefis mahkûm olunca, o insana Allahsal derler. O insanda şeytan bulunsa bile o
şeytan, insanın mahkûmu olduğu için şeytan değil, melektir. Bundan dolayı Peygamber: "Benim şeytanım, benim
elimde müslüman oldu" (H.) buyurmuştur.
Beyit:
Senin yanağının etrafında peri ve şeytan askeri sâf bağlamış;
Süleyman'ın mülkü senindir, yüzüğü kaybetme!
İnsanın zatı, vaktin Süleyman'ı gibidir ki onun tahtının ve bahtının etrafında melekler, ruhlar, şeytanlar ve
periler sâf bağlamış ve köle gibi onun hizmetine durmuşlardır. Yüzük gibi emaneti, koruyan da onun gönlüdür.
Eğer bir şeytan onun yüzüğü olan gönlünü, ondan suret, mal ve mevki vasıtasiyle alırsa, ondan sonra onun vücut
şehrinde, şeytan, Süleymanlık yapar ve kendisinde bulunan meleklik sıfatı yenilir ve âciz kalmış olur.
Nazım:
Can, içinde aç, tabiat ise dışında servet ve sâmân içinde. Dev yemek içmekten mide fesadına uğramış,
Cemşid ise aç. Şimdi senin Mesih'in bu yeryüzünde; burada bulunduğun müddetçe derdinin devasına bak!
Mesih göğe çıktıktan sonra derdinin devası kaybolur.
Şeytan ve peri, Süleyman'ın hükmü altında oldukları zaman, onun âleti olurlar, tıpkı süvarinin eli altında ve
gitmekte olan bir at gibi... Nasıl ki bu, hakikatte atın değil, süvarinin gitmesi ise, bunun gibi şeytanın ve perinin işi
de Süleyman'ın işi olur. Çünkü Süleyman'ın mahkûmudurlar ve onun emriyle iş görürler.
Mümin'in nefsi her ne kadar canlı ise de, ferman altında olduğu için ona nefis demezler, akıl derler.
www.semazen.net
Mümin'in kalbi, Allah'ın iki kudret parmağı arasındadır. Onu istediği gibi çevirir (H.). Hakikati görenler,
bu kalbin hareket etmesini kalbin kendisinden değil, Hak'tan bilirler. Eğer bir çadır ve bir bayrak, rüzgârlı havada
sallanırsa, akıllı kimseler, bunun rüzgârın hareketi olduğunu bilirler. Çünkü ne çadır, ne de bayrak rüzgâr olmadan
hareket edebilirler. Bu yüzden Ulu Allah, kendi Kelâm-ı mecidinde şöyle buyuruyor:(16) Ey Muhammed! Senin vücut
yayından dışarı atılan okun atıcısı, sen değilsin, Biziz Çünkü sen Bizim büyüklüğümüz önünde ölmüşsün ve sende
varlık, ihtiyar ve hareket etme kudreti kalmamıştır. Ecel-i zaruriden evvel benim aşkımda, "ölmeden evvel ölünüz"
(H.). hadisinin gereğince ölmüş ve yok olmuşsun. Ölü hareket etmez, eğer onda bir hareket görülürse bu, ondan
değildir. Onu birisi hareket ettirmiştir. Allah adamları, kalmamışlar, yok olmuşlardır; Celâlin aşkı ve Hakkın
büyüklüğü karşısında, helak olmuşlardır. Artık duvar ve kapı gibi hareketsiz ve bihaberdirler. Eğer bir duvardan
yahut bir dağdan bir ses, bir hitap gelirse herkes, o sesin hatiften geldiğini bilir. Yahut duvarda ses veren, bir adam
gizlidir. Çünkü duvarın kendi kendine ses verme kabiliyeti yoktur. O halde eğer ölmeden evliya, enbiya ve şeyh-i
kâmillerden bir ses, bir söz işitirsen yakîn olarak bil ki bu sözü onların suretinde başka biri söylüyor. Çünkü onlar yok
olmuşlar ve kalmamışlardır.
(16) Attığın vakit sen atmadın; lâkin onu Allah attı. (Sûre:8, Âyet: 17)
Beyit:
Onlar kendi varlıklarından fâni ve dost ile bakîdirler.
Bu ne garip şeydir ki onlar hem varlar, hem yoklar.
Eğer sen onlardan bir ses işitirsen o ses, onların suretine girmiş olan başka birisinindir. Çünkü onlar
kalmamışlardır ve yok olmuşlardır. Nitekim bir duvardan ses işittiğin zaman nasıl hayrete düşersen ve bu hal sende ne
gibi bir değişiklik yaparsa, evliyadan bir söz işittiğin vakit de böyle olman, yani o sesi duvardan bilmemekliğin
gerekir. Meselâ, bir adamı cin çarptığı zaman muhtelif dillerle konuşur. Halbuki o adam, bu hale tutulmadan
evvel, bu dilleri bilmez ve anlamazdı. Meselâ.Arapça konuşur, Kur'an'ı hiç okumamış, ezberlememiş olduğu halde
Kur'an okur. Bunu görenler bu sözleri onun değil, perinin söylediğine inanırlar. Bunun gibi, bir adam pek çok şarap
içmiş olsa, serhoşluk halinde ve kendinden haberi olmadığı bu arada durmadan bir çok şeyler söyler; akıllılar:
"Ondan bilmeyiniz, çünkü o söylemiyor, şarap söylüyor." derler. Zira peri ve şarapta öyle bir kuvvet vardır ki
bunlar insanı kendi aletleri yaparlar ve onun suretinde söz söylerler. Fakat o söz, insanın sözü olmaz. Onların sözü
olur. Böyle olduğu halde insanın, perinin, yerin, göğün, arşın, kürsînin, yaratıklar ve gerçeklerin yaratıcısı olan
Allah'a, bir insanı kendi âleti yapması ve kendi sözünü ona söyletmesi niçin lâyık olmasın? İnsan ortada yoktur ve
söylediği şeyde de hiçbir dahli olamaz. Muhakkak ki sözler Allah'ın sözleri olur.
Beyit:
O ses, her ne kadar kulun ağzından çıkıyorsa da
hakikatte Allahdandır.
Bunun gibi, meselâ Kur'an Peygamberin dudağından, ağzından, damağından ve dilinden ses, harf ve söz olarak
dışarı çıktığı halde, buna, "Hakkın kelâmı" derler; Allah'ın Elçisi Muhammed'in sözü, demezler. Her kim böyle
söylerse kâfir olur.
Beyit:
Gerçi Kur'an, Peygamberin dudakları arasından çıkmıştır.
Fakat her kim ki onu Allah söylemedi, Peygamber söyledi derse o kâfirdir.
Fakr, kemale erince Allahdır ve O bir tanedir, O'nun ortağı yoktur. Bu mertebeye erdiği içindir ki Mansur:
"Ben Hakkım." Demiş ve Ebayazid de: "Cübbemin içinde Allah'dan gayrı bir şey yok" demiştir. Madem ki fakr'da
senin varlığından üzerinde bir şey kalmıştır, sana müşrik (ortak koşan) derler. Tevhid âleminde, seni tevhide
inananlardan saymazlar.
Şirk (ortak koşma) iki türlüdür: Sözle şirk, hal ile şirk. Allah'ın oğul ve ortağı olduğunu söylemek sözle
şirktir. İnsanın içinde Allah'dan başka şeyler için yer ve yol bulunması da şirk-i halidir.
Rubai:
Kemala ermiş bir kimse öldü.
Ansızın varlık denizden geçerken varlığından
www.semazen.net
üzerinde bir tek kıl kalmıştı.
O kıl hakikî fakrın gözüne zünnar göründü
Nazım:
Dün gece bir ihtiyar rüyamda bana: "Aşk yolunun âfeti, benlik ve bizliktendir." demişti. Ben ona: "Benlik"
ve "Bizlik" nasıl olur? Bunu bana anlatın, çünkü bütün güçlüklerin çözümü sizin elinizdedir" dediğim zaman o
ihtiyar, bana cevap verip: "Hakkın aynı olmayan her şey "Ben" ve "Biz" dir ve bu hatanın ta kendisidir" dedi.
Her şey helak olur, fânidir. Ancak O bakidir. (Sûre 28, Âyet:88). Buna müfessirler şöyle mâna
vermişlerdir: Baki ancak Allahdır. Allahdan başka melekler, periler, enbiya, evliya, müminler, hayvanlar kuşlar
otlayanlar hattâ yer ve gök, arş ve ferş gibi ne varsa hepsi yok olur ve kalmaz.
Biz deriz ki: Allah bu sözü, "Yalnız ben varım ve benden başka her şey yok olur" deyip öğünmek için
söylemiyor. İyice bakılırsa bu hitabın, kulları için bir rahmet ve davet olduğu görülür. Yani, şunu söylemek ister ki:
Eğer beka istiyorsanız bakî benim,kendinizden geçip bana bağlanınız ki benim benliğim sizin benliğiniz olsun ve
varlıktan kurtulunuz ki, benim varlığım sizin varlığınız olsun Allah: Eğer ben bir kulu seversem onun gözü, kulağı ve
dili ben olurum (H.K.) Benimle söyler, benimle görür, benimle işitir. Ben, onun nutku, onun dili ve dilinden
söyleyen olurum. Gözünün nuru ben olurum; o her şeyi benimle görür. İşitmesi de ben olurum; o her şeyi
benimle görür. İşitmesi de ben olurum ve benimle işitir. Nasıl ki benim varlığımla var olmadan evvel ruh-u cüz'i ile
yaşadığı zaman, görme, işitme nuru, ilim, bilgi ve söz kudretini hep o ruhtan aldıysa ulûhiyet denizinden bir damla
olan onun cüz'i ruhu o denize ulaştıktan sonra da, onun canı ben oldum. Ayrılık perdeleri ortadan kalktı. Bu
dereceye geldikten sonra onun diriliği, hareketi, sükûneti, görmesi, işitmesi hepsi benden olur ve o Allah ile kaim
olur. Bu şekilde öldürülmüş olan bir can, ölmez ve benimle kaimdir, buyurmuştur. Bunun gibi bir kovaya su alınıp
konulsa, bu su, bigâneler ve yabancı unsurlar arasında denizden ayrı olarak bulunduğu için zaman zaman eksilir.
Rengi, kokusu ve tadı kaybolur. Çünkü o suyun varlığını toprak yer, rüzgâr götürür ve güneşin sıcaklığı çeker.O
durgun suya Allah tarafından bir sel gelirse suyu alır, tekrar denize götürür. İşte bu sel, ya bir kâmil şeyhin vücudu
olabilir yahut Hakkın cezbelerinden bir cezbe (H.) buyurulduğu gibi Hakkın bir cezbesidir. Hakkın cezbelerinden
bir cebze bütün insanların ve cinlerin ibâdetinden daha çok hayırlı ve tesirlidir. Cezbe ile şeyh, bunların her ikisi de
o deryanın bir dalgasıdır. Yalnız bu dalga, su ve çamur suretinde görülmüştür. Testinin içindeki bir damlayı, Allah'ın
rahmet denizinin bir dalgası deryaya ulaştırırsa o damla, deniz olur ve o damlanın varlığı yokluk bulmaz. Çünkü "Biz
Allah içiniz ve sonunda ona döneriz. (Sûre: 2, Âyet: 11)" âyeti, böyle denize ulaşan bir damla hakkında varit
olmuştur.
Şiir:
Denizin suyu, her nerede olursa olsun yine denizdendir.
Denizden çıkar ve tekrar denize döner.
Bunun başka türlü olmasının imkânı yoktur.
Müminlerin, evliyanın ve enbiyanın canları
Hakkın zatının güneşinin şualarıdır.
Allah halkı karanlıktan yarattı, sonra onlar üzerine kendi nurundan saçtı (H.). Ev gibi olan bu vücutları,
karanlık olan çamur ve su âleminden yarattı ve sonra zulmetten yaptığı bu yaratık üzerine kendi nurundan saçtı.
Sonunda onun nuru, tekrar ona döner. Güneş, gökyüzünde burcdan burca dolaşarak yer değiştirirken, onun ışığı
da bu evler gibi olan vücutlarda bir yerden bir yere geçer ve akşam batıda battığı zaman onun, bizim bir ev gibi
olan vücudumuzdaki nurunun huzmeleri ve parçaları da güneşle beraber batar. Bunun gibi her ne kadar bu nur
ayrı vücutlarda, yani ayrı ruhlarda parlar ve var olursa da hakikatte bu canlar, bu ruhlar bakî olan güneşin
nurunun huzmeleridir ve ezelî olan güneşe bağlıdırlar.
Beyît:
Ey güneş! Bendeki bu ışıklı parıltılar sendendir. Ben, her nereye saçarsan saç, yine sana bağlıyım.
En can güneşi! Sen karanlık dünyaya bir ay ışığı gibi ışık veriyorsun.
Ayın ışığı da güneştendir. Ay güneşten nur, ışık alır. O halde hakikatte ayın ışık vermesi, güneşin ışık
vermesidir. Çünkü sahip olduğu bu nur ondandır. Halk ve taliplerin, Hakkın Celâl güneşinin nuruna
mukavemetleri yoktur ve buna tahammül etmeğe de güçleri yetmez. Onun Rabbı dağda tecelli edince, dağı
www.semazen.net
parçaladı ve Musa bayılarak düştü, (Sûre:7, Âyet: 139) buyurulduğu gibi, dağ bile dayanamıyarak parça, parça ve
zerre, zerre oldu. Hak, güneşi aşkıyla harap olan ve incelen peygamberler ve evliyanın canlarını, kendi Celâlinin
nurundan doldurdu ve halka o kalıplar vasıtasiyle o nuru anlasınlar ve ona tahammül edebilsinler, kevnü fesadın
karanlığında o ayın ışığı ile halk dalâlet yolunu hidâyet yolundan ayrı görsünler ve tanısınlar, iyiyi, kötüden ayırsınlar
ve temyiz etsinler diye gönderdi. Gökteki yıldızlar, parlak ve ezelî bir güneş olan şeyh'in hizmetindeki müritler
gibidir. Çünkü, Benim eshabım, yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız hidayete erişirsiniz (H.), buyrulmuştur. İş, ezelî
olan güneşindir ve bakî ancak odur. Bedir ki zamanın kutbudur, rahman güneşinin mazharıdır ve yıldızlar hepsi,
Allah'ın Visali olan Cennet-i bekada ve güneşin nuru ile dolmuş olan mürit ve müminler gibidir. Peygamberler,
Hakkın zeval bulmaz halifeleri ve Celâl güneşi nurunun kadehleri olan bedirler gibidirler.
Allah: "Yeryüzüne bir halife gönderdim" (Sûre:2 , Ayet: 28). buyuruyor. Her ne kadar bu, görünüşte
yeryüzünün halifesi olsa da hakikatte gök yüzünün de halifesidir. Onun su ve çamurdan ibaret olan görünüşü yere
mensup olanların kıblesi ve onun nakışsız olan cemâli, canı ve gönlü semâya mensup olanların halifesi olur. Bu
yüzden göğe mensup olan meleklere: "Âdeme secde ediniz (Sûre: 2, Âyet: 32) emri geldi ve Bütün melekler secde
ettiler. (Sûre: 15, Âyet:30) buyrulduğu gibi bütün melekler emre itaat ve kendi halife ve öncülerine secde ettiler.
Şeyh, yer ve gök yüzünde Allah'ın halifesi olur. Yeryüzüne mensup olanların ona tâbi ve mahkûm olması nasıl
farz ise, semaya mensup olanlar için de aynen böyledir. Bu suretle yeryüzünde şeyhin ve Allah'ın halifesinin vücudu
ile yanlış, haktan; eğri, doğrudan; kötü, iyiden; yakınlar, uzak olanlardan; tortu, saftan; kalp, nakitten; yar,
ağyardan ayrıldı. Bundan evvel, bedir gibi olan şeyhin yokluğu sebebiyle hasıl olan bir gece karanlığı içinde her şey,
birbirinin aynı görünüyordu ve güzel ile çirkin beraberdi. Bir bedir gibi olan şeyhin vücudu ile bütün gizli ve örtülü
olan şeyler zahir oldu.
Beyit:
Evliyanın güneşi doğunca: "Ey karışık olan şey uzaklaş ve sâf olan, gel!" dedi.
Ebubekir Sıddık, Ebucehil'den; gökyüzünde de melek, İblis'ten üstün oldu.
O âlem ve bu âlem, Hakkın halifesi olan şeyhin vücudu ile süslendi ve onarıldı. Hakikatte bunların hepsi
Allah'ın işidir. Çünkü bedir, nura Hakkın güneşi sayesinde maliktir. Allah, şeyh suretinde Allahlık ediyor. Bazan
doğrudan doğruya, bazan vasıta ile. Allah daha iyi ve daha doğru bilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder