2 Haziran 2016 Perşembe

Mesnevi Hz Mevlana Celaleddin

Ey Hak ziyâsı Hüsâmeddin, şu üçüncü defteri de meydana çıkar. Bir şeyin üç kere yapılması sünnettir.  
   Üçüncü defterde sır hazinelerini aç, özürleri bir yana at.  
   Senin kuvvetin Allahı kuvvetinden sızıp gelmekte… Hararetle atan damarlardan değil.
   Şu aydın güneş çırağı, fitille, pamukla, yağla, aydınlanmıyor ya.

5. Böylece durup duran gök kubbenin ne ipi var, ne direği!
   Cebrail’in kuvveti mutfaktan değil, varlığı yaratanın cemalinden.
   Hak Abdâl’ inin kuvveti de bil ki Hak’tandır; yemekten tabaktan değil.
   Onların cisimlerini nurla da yuğurdular.. onlar bu yüzden ruhu da geçtiler, meleği de.
   Sen de ulu Allahının sıfatlarıyla sıfatlandın..Halil’e olduğu gibi sana da ateş gül bahçesi haline geldi.

10. Ey unsurlar, mizacına köle olan, beş duyguyla altı cihet râm oldu.
   Her mizacın mayası anasıdır. Fakat senin şu mizacın, her mertebeden üstün.
   Senin mizacın, şu yayılmış, şu geniş âlemden birlik vasfını bir araya derleyip toplayıvermiştir.
   Ne yazık, halkın anlayış sahası pek dar.. halkın havsalası yok!
   Fakat ey Hak ziyâsı, reyindeki isabet ve kudret, o kadar büyüktür ki helvan, taşa bile boğaz verir.

15. Tur dağı, tecelliye uğrayınca boğazlandı, şarap içti, hattâ o şaraba tahammül edemedi de
   Yarıldı, zerre zerre oldu. Hiç dağın deve gibi oynadığını gördünüz mü?
   Herkes, herkese bir lokma bir şey verebilir ama, boğaz bağışlamak, ancak Allahı işidir.
   Allahı, cisme de boğaz verir, ruha da. Her uzvuna ayrı, ayrı boğaz bağışlar.
   Fakat bu ihsanı, kendini ululuğa verdiğin, kötülükten ve hileden arındığın vakit yapar da

20. Sen de padişahın sırrını kimseye söylemez, şekeri sineğe sunamazsın.
   Ululuk şarabını o adamın kulağı içer ki sûsen gibi yüzlerce dili olduğu halde dilsizdir.
   Allahının lûtfu, su içsin de yüzlerce ot bitirsin diye toprağa da boğaz ihsan eder.
   Sonra topraktan yaratılan mahlûklara boğaz verir, dudak verir.. onlar da arayıp topraktan biten otları otlarlar.
   Hayvan, ot yedi de semirdi mi.. insana gıda olur, ortadan kalkar.

25. Fakat toprak da, ruh çıktı, insan görüşten ayrıldı mı insanı yeyip sömürür.
   Zerreler gördüm: Hepsi ağızlarını açmışlar, gıdalarını söylesem söz uzar gider.
   Yaprakların gıdası onun kereminden… dallara dadı, onun umumi ve şâmil lûtfu.
   Rızıkların rızkını o vermekte. Buğday, rızıksız nasıl baş gösterir, biter?
   Bu sözün sonu gelmez. Ben, bir mikdarını söyledim, öbürlerini sen anlayıver.

30. Bil ki bütün âlem yiyen ve yenenden ibarettir. Hak’la bâki olanları da Hakk’a yönelmiş ve Hakk’ın makbulü olmuş bil.
   Bu âlem de daima neşre uğrayıp durur, bu âlemdekiler de. O âlemle o âleme gidenlerse daimî ve ebedîdir.
   Bu âlemin de sonu yoktur, bu âleme âşık olanların da. O âlem ehliyse ebedî ve bir aradadır.
   Kerem ona derler ki insan, kendisini ebedî kılacak âbıhayatı kendisine versin.
   Kerem sahibi, “Bâkıyât-us sâlihat” ın ta kendisidir. Yüzlerce âfetten, tehlikeden korkudan kurtulmuştur.

35. Onlar, binlerce kişi olsalar yine bir kişiden fazla değildirler.Hayallere kapılanlar gibi sayı düşünmezler ki.
   Yiyenle yenenin boğazı, gırtlağı var… galiple mağlûbun aklı reyi.
   Allahı adalet asâsına boğaz verdi de o kadar sopaları, o kadar ipleri yedi.
   Öyle olduğu halde o yemeden semirmedi, şişmedi. Yeyişi de hayvan yeyişi değildi, kendisi de hayvan değil.
   Allahı her doğan hayali yesin diye yakına da, asâya verdiği gibi boğaz verdi.

40. Âyan gibi maaninin de boğazı vardır… Maaniyi rızıklandıran da Allahıdır.
   Balıktan aya kadar mahlûkattan hiçbiri yoktur ki gıdayı çekecek, yiyecek ağzı olmasın.
   Nefsin boğazı vesveseden boşaldı mı ululuk vahyine konuk olur.
  *Akılla gönlün boğazında fikir kalmadı mı midenin hazmına muhtaç olmayan bakir rızkı bulur.
   Fakat bil ki bunun şartı mizacı tebdil etmektir. Çünkü kötülerin ölümü kötü mizaçtandır.
   İnsanın mizacı toprak yemeye alışırsa rengi sararır, kötüleşir. İnsan hastalanır, düşkün bir hale gelir.

45. Fakat kötü mizacı değişirse kötülüğü gider, yüzü çırağ gibi parlar.
   Dadı, süt emer çocuğunu türlü, türlü nimetlerden gıdalandırır.
   Ama çoğunu memeden kesti mi ona yüzlerce bahçelerin, bostanların yolunu açar.
   Çünkü meme, o zayıf çocuk için binlerce nimetlerin, binlerce yemeklerin, binlerce ekmeklerin hicabıdır.
   Hulâsa yaşamamız, sütten kesilmemize bağlıdır. Sen de yavaş, yavaş kendini gıdadan kesmeye çalış vesselâm.

50. İnsan, ana karnındayken kan emer, varlığı kanladır, bedenin nesçi kanla vücut bulur.
   Kandan kesilince gıdası süt olur, sütten kesilince lokma yemeğe başlar.
   Lokmadan kesildi mi Lokman kesilir, gizli matlûba talip olur.
   Ana karnındaki çocuğa birisi dese ki: Dışarda pek düzgün, pek güzel bir âlem var…
   Boyuna, enine geniş bir yeryüzü… orada nice nimetler var, nice sonsuz yiyecek şeyler.

55. Dağlar ,denizler, ovalar, bostanlar, bağlar, çayırlar…
Pek yüksek, ziyadar bir gökyüzü…  güneş,ay ışığı, yüzlerce süha yıldızı.
   Yıldızdan, poyrazdan, doğudan, batıdan esen yeller… bağlar bahçeler gelin gibi süslenmekte, bezenmekte.
   O âlemdeki şaşılacak şeyler anlatılamaz ki… sen, neden bu kapkaranlık yerde mihnetler içindesin?
   Bu daracık çarmıhta kan yemektesin; hapis içinde, pislikler içinde, sıkıntılar içindesin.

60. Çocuk, kendi haline bakıp bunları inkâr eder, bu elçilikten yüz çevirir, kâfir olur.
   Olmayacak şey, hileden, yalandan başka bir şey değil, der. Kör adamın vehmi, bunu anlamaktan ne kadar uzak!
   Buna benzer bir şey görmediği için münkir idraki bunu da kavramaz.
   İşte cihandaki halk da buna benzer. Abdâl, onlara öbür âlemden bahsetti mi,
   “Bu dünya kapkaranlık, dapdaracık bir kuyudur… bu kuyunun dışında renksiz, kokusuz bir âlem var” dedi mi.

65. Bu söz onların hiçbirinin kulağına girmez.
Çünkü bu dünya tamahı, kuvvetli ve büyük yerdedir.
   Tamah, kulağa bir şey duyurmaz. Garez, gözü kapar adama bir şey anlatmaz.
   Nitekim o ana karnındaki çocuk da kana tamah ettiğinden, o aşağılık yurtlara kan, onun gıdası olduğundan.
   Tamah ona bu âleme sözü duyurmaz. Bedendeki kanı, gönlüne sevdirir.
  *Sende bu âlemin güzelliğine tamah etmektesin de bu tamah, o ebedî âlemin güzelliğine perde oluyor.
  *Gururla dopdolu olan bu hayatın zevki seni doğruluk hayatından uzaklaştırmakta.
  *İyi bil ki tamah seni kör eder… şüphe yok. Senden yakînı örter.
  *Tamah yüzünden Hak, sana bâtıl görünür…tamah yüzünden sende yüzlerce körlükler artar durur.
  *Doğrular gibi tamahtan çekinde ayağını o eşiğin üstüne bas.
  *O kapıdan girdin mi kurtulursun. Gamdan da dışarıya ayak atmış olursun neşeden de.
  *Can gözün aydınlanır Hakk’ı görür; küfür karanlığından kurtulur, din nuru kesilir.
  *Erlerin öğüdünü canla, başla dinle de korkudan kurtulup emniyete eriş.
     
      Hırslarından fil yavrularını yiyenler ve yemeyin diyenin öğüdünü
                                             dinlemeyenler

Bilmem işittin mi? Akıllı, bir adam, Hindistan’ da dostlarından iki üç kişinin

70. Uzak bir seferden geldiklerini, aç ve çıplak bir halde bulunduklarını gördü.
   Bilgiden doğma merhameti coşup “ Hoş geldiniz” dedi, güller gibi açıldı.
   “Biliyorum… karnınız bomboş, pek açsınız. Açlıktan âdeta Kerbelâ’ya düşmüşsünüz, bu yüzden bütün mihnetlere uğramışsınız.
   Fakat dostlar, aman Allah için olsun sakın fil yavrusu yemeyin.
   Şimdi gideceğiniz yolda filler vardır… benim öğüdümü can-ü gönülden dinleyin.

75. Yolunuzdaki fil yavrularını avlamak istersiniz. Bu gönlünüze pek hoş gelir.
   Onlar pek kuvvetsiz. Pek lâtif ve semizdir. Fakat anaları pusudadır, onları korur.
   Yavrusunun ardından feryad-ü figan ederek yüz fersah yol yürür, evlâdını arar durur.
   Hortumundan ateşler saçar, dumanlar savurur. Yavrularına merhameti çoktur. Sakın ha yavrularını avlamayın” dedi.
   Yavrum, veliler de Allahı çocuklarıdır. Onlar ortada olsun, olmasın…Allahı, mallarını, canlarını korur, onların ahvalinden haberdardır.

80. Sakın noksanlarını bulup aleyhlerine gıybet etme. Onlar için kin güden, onların öcünü alan Allahı’dır.
   Allahı dedi ki : Bu veliler benim çocuklarımdır. Gariplik âlemindedirler, eşleri yoktur. Ne işleri vardır, ne güçleri.
   Halkı imtihan için hor ve yetim görünürler. Fakat hakikatte dostları da benim, nedimleri de.
   Hepsi de benim korumama arka vermiştir. Sanki onlar, benim cüzülerimdir.
   Sakın, sakın! Bunlar benim hırka giyenlerimdir.Binlerce kişi arasında yüz binlerce kişidirler, fakat yine de hepsi bir vücuttur.”

85. Öyle olmasaydı bir tek Musa, bir tek sopa ile Firavun’un altını üstüne getirebilir miydi?
   Öyle olmasaydı Nuh, bir beddua ile doğuyu batıyı sulara gark edebilir miydi?
   İhsan ve kerem sahibi Lût, zâlimlerin şehirlerini perişan eyleyebilir, yerlere batırabilir miydi?
   Cennete benzeyen şehirleri Karasu Diclesi oldu. Git de gör.
   Bu Karasu Şam tarafındadır. Kudüs’e giderken yolda görürsün.

90. Hakk’a tapan yüz binlerce peygamber yüzünden her devirde nice azaplar oldu.
   Söylesem uzun sürer. Ciğerde ne oluyor ki? Dağlar bile kan kesilir.
   Dağlar kan kesilir de sonra yine donar, kalır. Sen bu kan oluşu görmezsin, çünkü körsün, kötüsün… bu görüşten ne kadar uzaksın!
   Bu kör, ne şaşılacak şey kördür; uzağı görür, gözü de keskin. Fakat yalnız devedeki yükü görür.
   İnsan hırsından her şeyi kıldan kıla görür, bilir ama oynayıp salınmasında hayır yoktur, bu oynayış şerle doludur.

95. Benliğini kıracak yerde oyna, salın da şehvet yarasının üstündeki pamuğu çek, kopar.
   Erler, meydanda oynar, dolanır, kendi kanları içinde raksederler.
   Varlıklarından kurtuldular mı ellerini çarpar… noksanlarından ayrıldılar mı raksa girerler.
   Çalgıcıları, içlerinden def çalar… denizler, onların coşkunluğunu görüp köpürür.
   Sen görmezsin ama onların gayretinden yapraklar bile dalların üstünde el çırpar.

100. Dalların el çırpışını görmüyorsun değil mi? Buna can kulağı gerek… ten kulağıyla duyulmaz ki.
   Baş kulağını alaya, yalana, dolana kapa da aydın can şehrini gör.
   Muhammed’in kulağı, sözlerin iç yüzünü duyar. Allahı, ona Kuran da “ Kulağın ta kendisi” der.
   Bu peygamber baştanbaşa kulaktır, gözdür. Onun merhameti sütninedir, biz de onun süt emer çocuklarıyız.
   Bu sözün sonu gelmez. Sen yine o fil hikâyesine dön, yine o hikâyeye başla da onu anlat.

                  Fil yavrularına dokunanlar hikâyesinin sonu

105. Fil onların her birinin ağızlarını koklamakta… hepsinin midelerinin etrafın da dönüp dolaşmakta.
   Yavrusunu kim kebap edip yemişse, bularak öc almağa, kuvvetini göstermeye çalışmaktaydı.
   Sen de Allahı kullarının etlerini yemekte, onların aleyhinde bulunup günah kazanmaktasın.
   Kendinize gelin, sizin ağzınızı koklayan da Allahıdır. Doğrudan başka kim canını kurtarabilir?
   Bir adamın kabirde ağzını koklayan Münker, yahut Nekir olursa yazıklar olsun o acımağa değer kişiye!

110. O ulu meleklerden ne ağzını gizlemeye imkân var, ne güzel kokularla iyi bir hale getirmeye çare.
   Mezara girene, onlara yaltaklanmak mümkün değil; akıl, fikir için hileye sapmaya yol yok!
   Saçma sapan söyleyen adamın başına gürzleri iner, pençeleri batar.
   Azrail’in sopasını, demirini gözünle görmüyorsan gürzünün eserine bak!
   Bazı zamanlar suret bakımından da görünür de onun için yalnız hasta, bunu anlar, duyar.

115. O hasta, dostlar, der; bu tepenin üstünde duran kılıç nedir ki?
   Dinleyenler de “ Biz öyle bir şey görmüyoruz . Bu, hayalden ibaret” derler . Halbuki ne hayali? Göçme zamanı bu!
   Ne hayali bu? Bu aşağılık felek bile bunun korkusuyla hayal haline geldi. Ölüm haline gelen hastanın önünde gürzlerle kılıçlar his âlemine girdiler.
   O, bu kılıçların ona çekildiğini görür. Fakat ondan başka düşmanın gözü de bağlıdır, dostun gözü de…
bunları gören yoktur.

120. Dünya hırsı gitti de o yüzden hastanın gözü kuvvetlendi; gözü, kan dökme zamanı aydınlandı.
    Kibrinin, hışmının yüzünden gözü, vakitsiz öten horoza döndü.
   Vakitsiz çan çalan, vakitsiz öten horozun başını kesmek vaciptir.
   Her an, canının bir cüz’ü ölüm halindedir. Her an can verme zamanındadır. Can verme ânında imanını gör, gözet!
   Ömrün, altın kesesine benzer, geceyle gündüz de para sayan adamdır.

125. Bilmeden, anlamadan sayar durur, nihayet kese boşalır, ay tutulur.
   Dağdan alsan da yerine koymasan dağ bile yerin de kalmaz, yok olur gider.
   Şu halde her an yerine karşılık koy ki: “ Secde et de yaklaş” âyetinin maksadı neyse bulasın.
   Bütün işlere böyle çalışma, dindeki işten başka iş için savaşma.
   Sonra sonunda tamamlamadan geçip gidersin.İşlerin sona ermez, ekmeğin de ham kalır.

130. O mezarını lâhdini yapma işi taşla, tahtayla, kilimle, keçeyle olmaz.
   Kendine gönülde bir mezar kazman, onun benliğinin önünde bu benliği görmen gerektir.
   Onun toprağı olman, gamına gömülmen lâzım ki nefesin, nefesinden yardımlara nail olsun, nefesin kutlu ve tesirli bir hale gelsin .
   Mezara türbe yapmak, üstüne kubbe kurmak, mâna sahiplerine makbul değildir.
   Bir bak da gör, diri iken atlaslara bürünen kişinin aklını o ipekler, o atlaslar hiç fazlalaştırır, onun reyine isabet verir mi?

135. Canı Münker ve Nekir’in azabına uğramış, gamlı gönlünde de gam akrepleri yer tutmuştur.
   Zâhirini süslemiş, püslemiş ama içi düşüncelerden feryatlara düşmüş.
   Başka birini de görürsün ki eski elbiseler giyinmiş ama o köhne libaslar içinde kamışa benzer, sözü de şeker gibidir.

                     Fil hikâyesine dönüş, öğütçünün öğüdü

   Öğütçü dedi ki “ Bu öğüdümü tutun da gönlünüz, canınız belâlara düşmesin.
   Otlara, yapraklara kaani olun, fil yavrularını avlamaya varmayın.

140. Ben boynumdaki öğüt borcumu ödedim. Öğüdü tutanın sonu, ancak kutluluktur.
   Ben, sizi nedametlerden kurtarmak için elçiliğimi yaptım.
   Kendinize gelin, sakın tamah yolunuzu urmasın. Tamah, yapraklarınızı ta kökünden söker, çıkarır.”
   Bunları söyleyip “Haydi, hayra karşı” diyerek onları uğurladı, selâmetledi,gitti. Onlar, yolda kıtlığa düştüler, susuzlukları artıkça arttı.
   Ansızın yolda yeni doğmuş güzel bir fil yavrusu gördüler.

145. Sarhoş kurtlar gibi başına üşüştüler. Onu tertemiz yeyip bu işten ellerini yıkadılar.
   Yoldaşlarından biri, onlara öğüt verdi, o adamın öğüdü hatırındaydı.
   Bu söz, adamın o fili kebap edip yemesine mâni oldu. Eski ve tecrübe görmüş akıl, sana yeni bir baht bağışlar.
   Onlar fil yavrusunu yeyip yattılar, uyudular. O aç adamsa sürüyü bekleyen çoban gibi uyanıktı.
   Birdenbire baktı ki kızgın bir fil çıkageldi. Önce o gözetleyene gelip çattı.

150. Ağzını üç kere kokladı. Fakat ondan hiçbir kötü koku gelmedi.
   Birkaç kere etrafın da dönüp dolaşarak gitti.O iri fil, adama hiç dokunmadı.
   Uyuyanların hepsinin ağızlarını kokladı, hepsinden de koku aldı.
   Yavrusunu kebap edip yiyenleri hemencecik paraladı öldürdü.
   O anda hepsini de birer ,birer paralıyor, onlardan hiç de ürkmüyordu.

155. Onların her birini havaya kaldırıp yere vurarak parçalamaktaydı.
   Ey halkın kanını emen, bu işten uzaklaş, halkın kanı seni savaşa düşürmesin.
   Bil ki halkın malı kanı demektir. Çünkü mal güçle, kuvvetle çalışmayla ele geçer.
   O fil yavrularının anaları kan güder, fil yavrusu yiyenden öç alır, öldürür.
   Ey rüşvet alan, sen fil yavrusu yemektesin. Sana düşman olan fil, kökünü kazır, seni mahveder.

160. Hilelere sapanı koku, rüsvay etti. Fil yavrusunun kokusunu bilir.
   Hak kokusunu Yemen’den duyan bendeki bâtıl kokuyu nasıl olurda duymaz?
   Mustafa, ta uzak yol dan koku alır da ağzımızda ki güzel kokuyu nasıl almaz?
   Duyar, duyar ama yüzümüze urmaz, örter.İyi koku da göklere çıkar, kötü koku da.
   Sen uyuyup durursun, o haram koku ise şu yeşil gökyüzüne urup durur.

165. Seni çirkin nefeslerine yoldaş olup felekte kokuları alanlara kadar gider.
   Kibir, hırs, şehvet kokusu, söz söylerken soğan gibi kokar.
   Yemin eder de “Ben onları ne zaman yedim?Soğandan da çekinmekteyim, sarımsaktan da” dersen
   O yalan yemini ederken nefesin, kovuculukeder.
Kokusu seninle beraber oturanların dimağına vurur.
   O koku yüzünden dualar reddedilir. O kötü kalb, sözle kendisini gösterir.

170. O duaya “ Sesinizi kesin” cevabı gelir. Her azgının cezası onu kovan sopadır.
   Fakat sözün eğri, özün doğru olursa o söz eğriliği, Allahıya makbuldür.
 
          Dostların hatası, yabancıların doğrusundan daha iyidir.

   O doğru sözlü Bilâl, ezan okurken “Hayyı alesselâ, Hayyı alelfelâh- Haydin namaza, Haydin felâha” cümlelerindeki “ Hayyı- haydin” kelimesini “Heyyi” diye okurdu.
   Nihayet Peygamber’e dediler ki: “ Ya Resulâllâh, bina yeni kuruluyor. Bu hata, hiç de doğru değil.
   Ey Allahı habercisi, ey Allahı resulü, ey Allahı meydanının tek binicisi, daha fasih bir müezzin getir.

175. Din daha yeni kurulur, doğruluk düzenlik daha yeni meydana gelirken “ Hayyı alelfelâh”’ı yanlış okumak ayıptır.
   Peygamber’in hiddeti coştu. Gizli inayetlerden bir iki remiz söyleyip dedi ki :
   “Ey aşağılık adamlar, Allahı yanında Bilâl’in Heyyi’si yüzlerce hadan, hıdan, yüzlerce dedikodudan iyidir.
   İşi çok karıştırmayın da sırrınızı açmayayım, önünüzü, sonunuzu söylemeyeyim.”
   Her duada güzel bir nefese sahip değilsen yürü, özü sözü doğru kardeşlerden dua ist

    Musa aleyhisselâm’a, Beni günah etmediğin ağızla çağır diye vahiy
                                                  gelmesi

180. Allahı, “ Ey Musa, bana suç etmediğin, kötü söylemediğin bir ağızla sığın, dua et” dedi.
   Musa, “Bende o ağız yok deyince Allahı, “ Başkasının ağzıyla dua et”
   Başkasının ağzıyla nasıl günah edebilirsin? Yarabbi diye başkasının ağzıyla çağır” buyurdu.
   Sen de öyle muamelede bulun ki ağızlar, gece gündüz sana dua edip dursunlar.
   Günah etmediğim ağız, başkasının özürler dileyen ağzıdır.

185. Yahut da kendi ağzını temizle, ruhunu çevik bir hale getir.
   Çünkü Allahı adı temizdir, temizlik geldi mi pislik, pılısını pırtısını toparlayıp gider.
   Zıtlar, zıtlardan kaçar. Ziyâ parladı mı gece kalmaz.
   Ağza temiz bir ad gelince de ne pislik kalır, ne gamlar, kederler.

Yalvarırım Allah demesi, Hakk’ın Lebbeyk demesinin ta  kendisidir

   Birisi her gece Allah der durur, bu zikrinden ağzı tatlılaşır, zevk alırdı.

190. Şeytan “Ey çok söz söyleyen, bunca Allah demene karşılık onun Lebbeyk demesi nerde?
   Allahı tahtından bir cevap gelmiyor.Böyle utanmadan, sıkılmadan ne vakte dek Allah deyip duracaksın” dedi.
   Adamın gönlü kırıldı, başını yere koydu, yattı. Rüyada yeşiller giyinmiş Hızır’ı gördü.
   Hızır “ Kendine gel, niçin zikri bıraktın, çağırdığın addan nasıl usandın, zikrinden nasıl pişman oldun?” dedi.
   Adam, cevap olarak “Lebbeyk sesi gelmiyor, kapıdan sürüleceğimden korkuyorum” deyince

195. Hızır” Senin o Allah demen, bizim Lebbeyk dememizdir. Senin o niyazın derde düşmen, yanıp yakılman, bizim haberci çavuşumuzdur.
   Senin hilelere düşmen, çareler araman, seni kendimize çekmemizden, ayağını çözmemizdendir.
   Korkun da bizim lûtfumuzun kemendidir, aşkın da.Her Yarabbi demende bizim, efendim, buyur dememiz gizli” dedi.
   Bilgisiz adamın canı, bu duadan uzaktır. Çünkü Yarabbi demesine izin yok ki!
   Zarara, ziyana uğrayınca Allahı’ya sızlanmasın diye ağzında da kilit var, gönlünde de. Ağzı da bağlı, gönlü de.

200. Firavun’a yüzlerce mal, mülk verdi, o da nihayet ululuk, büyüklük dâvasına girişti.
   O kötü yaradılışlı, Hakk’a sızlanmasın diye ömründe baş ağrısı bile görmedi.
   Allahı, ona bütün dünya mülkünü verdi de dert, elem, keder vermedi.
   Dert, Allahı’yı gizlice çağırmana sebep olduğundan bütün dünya malından yeğdir.
   Dertsiz dua soğuktur, bir şeye yaramaz. Dertli dua ve niyaz, gönülden, aşktan gelir.

205. O gizlice niyazın, o önü sonu anman yok mu?
   İşte sâf, halis ve hüzünlü dua odur. “Ey Allahım ey feryadıma erişen, ey yardımcım” demendir.
   Allahı yolunda köpeğin sesi bile Allahı cezbesiyledir. Çünkü Allahı’ya her yönelen, bir yol kesicinin esiridir.
   Eshabı Kehf’in köpeği gibi… pis şeyden kurtulunca padişahlar sofrasının başına oturdu.
   Mağaranın önünde kıyamete kadar dağarcıksız,
heybesiz ârifcesine rahmet lokmasını, rahmet suyunu yeyip içmekte.

210. Nice köpek postuna bürünmüş adsız sansız kişiler var ki perde ardında şarapsız kalmazlar.
   Oğul, bu şarap, için can ver. Savaşsız, sabırsız yenme olur mu hiç?
   Bunun için sabır güç bir şey değildir. Sabret, sabır, güçlüklerin, sıkıntıların anahtarıdır.
   Bu pusudan sabır ve ihtiyat etmeksizin kimse kurtulmadı. Sabır da ihtiyatın eli ayağıdır.
   İhtiyatta bulun, bu zehirli otu yeme. İhtiyata riayet, peygamberlerin kuvvetinden, nurundandır.

215. Her yelden oynayıp duran samandır. Dağ, hiç yele ehemmiyet verir mi?
   Her yanda bir gulyabani, seni çağırır, “Kardeş, gel, yol istiyorsan işte buracıkta.
   Yoldaş, sana yol göstereyim, yoldaşın olayım. Bu ince yolda ben sana kılavuzum” der.
   Fakat ne kılavuzdur o, ne de yol bilir. Yusuf, o kurt huylunun yanına az var!
   İhtiyat ona derler ki seni bu dünyanın yağlı, ballı şeyleri, bu âlemin tuzakları, hileleri aldatmasın.

220. Çünkü bu âlemin ne tadı vardı, ne tuzu. Sihir okur da kulağına üfler durur.
  “Ey nur gibi apaydın adam, ev senin sen de benimsin” der.
   İhtiyat ona derler ki “Midem dolgun tokum”,yahut  “Hastayım, bu mezardan hastalandım”,
   Yâhut “ Başım ağrıyor, sen bunu geçirmeye bak” yahut da “ Benim dayımın oğlu çağırdı, davetliyim” deyip başından savasın.
   Çünkü bir şerbeti bile zehirlerle sunar, tatlısı vücudunda yaralar, bereler meydana getirir.

225. Sana elli, altmış bile verse ey balık, o verdiği şey , oltada ettir.
   Verdi, farz edelim, fakat o hilebaz nereden verecek? Hilebazın sözü çürümüş cevizdir.
   Onun gürültüsü aklını alır, beynini altüst eder.Yüz binlerce aklı bile bir pula saymaz.
   Dostun, kesendir, hurcundur, Ramin’sen Vise’den başkasını arama.
   Vise de sensin, mâşukun da sen. Bu zâhiri şeylerin hepsi sana âfettir.

230. İhtiyat ona derler ki seni davet ettiler mi bunlar, benim sarhoşum bunlar benim dostum, beni seviyorlar, beni istiyorlar demeyesin.
   Davetlerini, kuşlara çalınan ıslık bil. Avcı, pusuda gizlidir de kuş gibi örter durur.
   Önüne de seslenen, öten, çığıran budur zannını vermek için bir ölü kuş koymuş.
   Kuşlar… onu kendi cinsinden sanıp toplanırlar. O da onların derilerini yüzer.
   Ancak Allahı hangi kuşa ihtiyat ve tedbir duygusu vermişse o kuş o taneye, o tuzağa aldanıp gelmez.

235. İhtiyatsızlık, tedbirsizlik, pişmanlıktan ibarettir. Bunu anlatan şu hikayeyi de dinle.

  Köylünün şehirliyi aldatıp yalancıktan ve birçok ısrarla köye çağırması

   Kardeş, eskiden bir şehirliye köylünün tanışıklığı vardı.
   Köylü, şehre geldikçe şehirlinin mahallesine çadır kurar, evine kurulup otururdu.
   İki ay, üç ay ona konuk olur, dükkanına geçer oturur, sofrasına çökerdi.
   Şehirli, köylünün ne ihtiyacı varsa bedavaya yerine getirir, düzer koşardı.

240. Köylü bir gün yüzünü şehirliye döndü de dedi ki: “A efendim, sen hiç köye gelmez, hiç seyre seyrana çıkmaz mısın?
   Allah aşkına olsun bütün oğullarını getir. Şimdi tam gül mevsimi, ilkbahar.
   Yahut da yazın meyve zamanı gel de hizmetine kemer kuşanayım.
   Soyunu sopunu, çoluk çocuğunu,akrabalarını getir, köyümüzde üç, dört ay kal.
   Bahar çağında köy pek hoş olur, çayırlık, çimenlik, gönle ferah veren gönül çeken lâlelik kesilir”

245. Şehirli, başından savmak için ona vaatte bulundu, vaadinin üstünden de sekiz yıl geçti.
   Köylü, her yıl “ Ne vakit geleceksin. Kış gelip çattı” der,
O da “ Bu yıl filan yerden konuk geldi.
   Müsaade edin de gelecek yıl, işten, güçten kurtulursam gelirim” der,
   Köylü “ Ailem, ey kerem sahibi, çoluğunu, çocuğunu bekleyip duruyor” diye karşılık verirdi.

250. Her yıl leylek gelince köylü de gelir, şehirlinin evine konardı.
   Şehirli, her yıl altınından, malından köylüye harceder, onun üstüne kanat gererdi.
   Nihayet son defa o yiğit köylü, tam üç ay şehirliye misafir oldu.O da, ona sabah akşam sofra yaydı, yedirdi, içirdi.
   Köylü, utanıp yine “ Efendim, kaç keredir vadettin, beni kaç kere beni kaç keredir aldattın bu, niceyedir?” dedi.
   Şehirli dedi ki: “ Canım da, bedenim de buluşmayı isteyip duruyor ama her hareket, onun takdiriyle.

255. İnsan yelkenli gemiye benzer. Rüzgârı estiren bakalım onu ne yana sürecek?”
   Köylü, yine şehirliye andlar vererek “ Ey kerem sahibi, çoluğunu çocuğunu al, gel de ikramı gör” deyip.
   Elini tuttu. Üç kere and verdi, “ Allah için olsun gayret et, tez gel” dedi.
   Bunun üstüne on yıl geçti. Her yıl böyle lâflar eder, tatlı tatlı vaatlerde bulunurdu.
   Şehirlinin çocukları “Baba ay da sefer eder, bulut da gölge de.

260. Köylü bunca hakkın geçti. Onun için nice zahmetler çektin.
   O da, sen ona konuk olasın da hiç olmazsa bu hakların bir kısmını olsun ödemek ister.
   Bize, onu kandırın, köye getirin diye gizlice bir çok ricalarda bulundu” dediler.
   Şehirli dedi ki: “Yavrucuğum, doğru ama iyilik ettiğin kişinin şerrinden sakın demişler.
   Dostluk, son demdedir. Korkarım ki bir şey olur da tohum bozulur”

265. Sohbet vardır, keskin bir kılıca benzer, bostanı, ekini kış gibi kesip biçer.
   Sohbet vardır, ilkbahar gibidir. Her tarafı yapar, sayısız meyveler verir.
   İhtiyat ve tedbir ona derler ki kötü zannı gideresin, kaçıp kötülüklerden kurtulasın.
   Peygamber, “ Tedbir sui zandır” dedi. A boşboğaz, her adımı bir tuzak bil.
   Sahranın yüzü dümdüz ve geniştir ama her adımda bir tuzak var, küstahça koşmayı bırak.

270. Dağ keçisi “Nerde tuzak?” diye koşar, fakat yürüdü mü tuzağa düşer, boğazından yakalanır.
   Nerde tuzak diyordun ya, işte buracıkta,bak da gör.Ovayı gördün ama tuzağı görmedin.
   A şaşkın, çayırlıkta tuzak, pusu ve avcı olmadıkça kuyruk mu olur?
   Bu yere küstahça gelenlerin kemiklerini, kellelerini gör!    
   Ey seçilmiş kişi, mezarlığa var da onların kemiklerine başlarından geçenleri sor!

275. O kör sarhoşlara bak da aldanış kuyusuna baş aşağı nasıl düştüler, açıkça gör!
   Gözün varsa körcesine gelme, gözün yoksa eline bir sopa al.
   Tedbir ve ihtiyat sopan yoksa bir gözlüyü kılavuz edin.  
   Tedbir ve ihtiyat sopan yoksa kılavuzsuz her yolun başında durma.
   Körün adım atması gibi ihtiyatla adım at da ayağın kuyudan da kurtulsun, köpekten de.
280. Kör, bir kazaya uğramayayım diye titreye, titreye korkar ve ihtiyatlı adım atar.
   Ey dumandan kaçıp ateşe düşen… lokma ararken yılan’a lokma olan,

                        Seba’lılar ve nimetten azmaları

   Seba halkının macerasını okumadın mı? Belki de okudun... okudun ama sesten başka bir şey duymadın.
   O dağ, sesi anlamaz ki.. dağın aklı mânaya gidemez ki.  
   Dağ, akılsız, kulaksız ses verir durur. Fakat sen sustun mu o da susar.
285. Allahı Seba’lılara pek büyük bir genişlik ve rahatlık verdi, yüz binlerce köşk, hayvan ve bağ ihsan etti.
   O kötü yaradılışlı adamlar buna şükretmediler. Vefada köpekten de aşağı oldular.
   Köpeğe bir kapıdan bir lokma ekmek verilse o kapıya bağlanır, hizmetkâr olur.
   Kapıya bekçi kesilir. Ona eziyet edilse yiyeceği lâyıkıyla verilmese bile o kapıyı bırakmaz.
   Orada karar eder, başka bir kapıya gitmez.

290. Oraya bir garip köpek gelse oradaki köpekler, onu gece gündüz tedibederler.
   İlk konağına git. Oradan nimetlendin, o nimetin hakkı, gönlünü oraya rehin etmendir derler.
   Yerine git, o nimetin hakkını bundan fazla terketme diye onu ısırırlar.
   Sen de gönül ve gönül ehlinin kapısından bir hayli âbıhayat içtin, gözlerin açıldı.
   Canın, ehlin diller gönlünden nice şükür, vecit ve kendinden geçiş gıdaları yedi.

295. Sonra da yine hırs yüzünden bu kapıyı bıraktın, hırs yüzünden her dükkânın etrafında dönüp dolaşmadasın.  
   O çömleği yağlı ihsan sahiplerinin kapısına, arda kalasıca bir tirit için koşup duruyorsun.
   Bil ki can, asıl burada yağlanır, ümitsiz bir hâle düşenin işi burada düzelir.

      Hastaların, duasıyla şifa dilemek, şifa bulmak için her sabah İsa
             aleyhisselam’ın ibadet ettiği yerin kapısına toplanmaları

   İsa’nın ibadet yeri, gönül ehlinin sofrasıdır. Kendine gel, kendine ey derde müptelâ, sakın bu kapıyı bırakma.
   Halk her taraftan toplanır, kör, çolak, kötürüm, topal… hepsi.

300. Sabahleyin İsa’nın ibadet ettiği yerin kapısına gelir, onun nefesiyle illetten kurtulmayı umarak bekleşirdi.
   İsa, o güzel gidişli, evradını bitirince kuşluk çağı dışarı çıkar.
   Zayıf, perişan bir çok dertlinin şifa ümidiyle kapıya oturup bekleştiğini görür.
   Dua ederde “ Allahı, hepinizin muradını verdi,
maksatlarınıza eriştiniz.
   Şimdilik illetsiz zahmetsiz yürüyün, Allahının yargılama ve kerem etmesine doğrulun” der.

305. Hepsi ayaklara bağlı develere benzerken himmet edip bağlarını çözer.
   Onlar da hemencecik sıhhat bulup onun duasıyla neşelenerek yürür giderlerdi.
   Sen de bunca âfetlere uğradın, hepsinden tecrübeler gördün… padişah meşrepli erlerden sıhhat buldun.  
   Topallığın kaç kere düzeldi, canın kaç defa gamdan, mihnetten kurtuldu.
   Sense gâfilcesine kendini de kaybetmemek için ayağına bir ip bağlamış durmaktasın be herif!

310. Şükretmiyorsun, nâil olduğun nimetleri unutmuşsun. Bu unutuş, o bal yediğin zamanları hatırına
bile getirmiyor.
   Hulâsa o yol, sana bağlandı. Çünkü gönül ehlinin gönlü, senden incindi, sana darıldı.
   Çabuk onları bul, kusur dile, tövbe et. Bulut gibi ağla, inle.
   De sana onların gül bahçeleri açılsın, sana olgun meyveler saçılsın.
   O kapıda dön, dolaş Eshabı Kehf’in köpeğiyle kapı yoldaşıysan köpekten aşağı olma.

315. Köpekler bile, gönlünü ilk eve bağla diye köpeklere nasihat ederler.
   Kemik yediğin ilk kapıya sıkı bağlan, hak gözetmeyi terketme derler.
   Edeplensin de oraya gitsin, kurtuluşu o ilk kapıda bulsun diye onu ısırırlar.
   A azgın köpek, velinimetine isyan etme.
   Halka gibi o kapıya bağlan. O kapıda bekçilik et, o kapıda çevik davran, o kapıda sıçra.

320. Vefasızlığını apaçık gösterme, beyhude yere vefasızlığı fâş etme.
   Köpeklerin âdeti vefakârlıktır. Yürü be, bari köpeklerin adını kötüye çıkarma derler.
   Ulu Allahı bile vefakârlıkla öğündü de “ Bizden gayrı ahdine kim vefa eder ki?” dedi.
   Hakları reddettikten, saymadıktan sonra isteğin kadar vefakâr ol. Bil ki bu vefa, vefasızlığın ta kendisidir.
   Çünkü hiç kimse Allahı hakkından daha ziyade hak sahibi değildir ki.

325. Ana hakkı bile Allahı hakkından sonra gelir. Çünkü Allahı, anayı senin ana karnındaki şekline borçlu etmiştir.  
   Allahı, seni onun cisminde bir surete bürümüş, gebelik halinde ona seninle istirahat ve huzur vermiş, onu sana alıştırmış.
   O da seni kendisinin bir cüz’ü görmüştür. Allahı’nın tedbiri anaya ilişik olan o cüz’ü ayırmıştır.
   Allahı, binlerce sanat ve fen düzdü de ana, sana sevgi bağladı, şefkat gösterdi.
   Şu halde Allahı hakkı, ana hakkından öncedir, Allahı hakkını bilmeyen eşektir.

330. Anayı, ananın memesini, sütünü yaratan, onu babayla çift eden O’dur, O’na serkeş olma.
   Ey Allahı, ey ihsanı kadîm olan, bildiğim de senindir, bilmediğim de.
   Sen, Allahı’yı an, çünkü benim hakkım hiç eskimez.
   O sabah çağında, sizin Nuh’un gemisinde koruduğumuzu, bu suretle lûtuflarda bulunduğumu an.
   O zaman sizin aslınızı, atalarınızı tufandan, tufan dalgasından korudum, onlara aman verdim.

335. Ateş huylu su, yeryüzünü kaplamıştı. Dalgası, dağların tepelerine kadar çıkıyordu.
   Sizi reddetmedim, atanızın atasının atasının varlığında sizi korudum.
   Madem ki baş oldun, sana nasıl ayağımla vururum, kendi iş yurdumu nasıl ziyan ederim?
   Vefasızlara kendini feda ediyor, kötü bir zan yüzünden o tarafa doğru gidiyorsun.
   Bense unutmadan, vefasızlıktan berîyim. Benim yanıma gelsen bile kötü bir zanla gelirsin.

340. Sen, hani kendine benzeyenlerin önünde iki kat olursun ya… işte onlar hakkında kötü zanda bulun.
   Nice ulu ulu dostlar, yoldaşlar edindin. Sana, nerede onlar diye sorsam gittiler dersin.
   İyi dostun yüce göklere gitti kötülük dostunsa yerin dibine geçti.
   Ara yerde sen kalakaldın, yardımsız, yardımcısız kervandan arta kalan ve sönmeye mahkûm ateşe döndün.
   Ey baba yiğit dost, yukardan, aşağıdan münezzeh olanın eteğini tut.

345. O, ne İsa gibi göklere ağar, ne Karun gibi yerlere geçer.
   Sen yerden, yurttan alımdan, satımdan kaldın mı o, mekân âleminde de seninle beraberdir, Lâmekân âleminde de.
   Bulanıklardan, duruluklar çıkarır, cefalarını vefa yerine tutar.
   Cefakârlıkta bulunursan noksandan kurtulup kemâle erişesin diye kulağını burar.
   Sülûkte virdini terk edersen zahmete, mihnete düşer, sıkıntıya uğrarsın ya.

350. İşte o tediptir. Yapma, o eski ahdi hiç değiştirme demektir.
   Bu iç sıkıntısı bir zincir şeklini almadan, bu gönlünü sıkan şey, ayağını bağlamadan önce.
   Bu işareti, beyhude zan etmemen için uğradığın o mâkul zahmet, duyguna hitap eder bir hâle gelir ve meydana çıkar.
   Suç işlediğin zaman iç sıkıntıları gönlünü kaplar, bu sıkıntılar, ecelden sonra ist zincir şekline bürünür.  
   Burada bizi anmaktan çekinen kişiye dar bir yaşayış verilir ve körlükle cezalanır.

355. Hırsız, insanların mallarını çaldı mı bir iç sıkıntısı, bir darlık gönlünü tırmalamaya başlar.
   O, bu sıkıntı, bu darlık nedir ki? der. Şerrinden ağlayan mazlum yok mu? İşte onun sıkıntısı, onun darlığı.
   Bu darlığa, bu sıkıntıya pek aldırış etmezse bu inadının rüzgarı ateşini üfler.
   Hulâsa gönül sıkıntısı, memurların sıkıştırması hâline gelir, o mânalar, duyulur, görülür bir hâle gelip meydana çıkar.
   Dertler, zindan ve çarmıh olur. Dert; köktür, kök; dal budak verir.

360. Kök gizliydi, meydana çıktı. Sen de darlığını, ferahlığını bir kök bil.
   Kötü kökse hemencecik, çabucak onu sök ki çimenlikte çirkin bir diken çıkmasın.
   İç sıkıntısı görünce ona bir çare bul. Çünkü dallar, hep kökten meydana gelir.
   Genişlik gördün mü de onu sula, yetişip meyve verince dostlara dağıt.

                                 Seba’lılar hikâyesi

   Seba’lılar, heveslerine uymuş ham kişilerdi. İşleri, güçleri büyüklerin nimetlerine karşı nankörlükte bulunmaktı.

365. Bu nankörlük, âdeta sana ihsan eden adama karşı kötülükte bulunmana, onunla savaşmana benzer.  
   Meselâ, o iyilik edene, ben bu iyiliği istemiyorum, bundan inciniyorum, neden beni incitiyorsun?
   Lûtfet de bu iyiliği yapma. Ben, göz istemiyorum, beni kör et, dersin, işte bunun gibi.
   Seba’lılar da “ Şehirlerimiz birbirine çok yakın, onları uzaklaştır. Kötülük, çirkinlik bize daha iyi, bizim ziynetimizi güzelliğimizi al.
   Biz, bu köşkleri, bağları, bahçeleri istemiyoruz. Ne güzel kadınlarla işimiz var, ne emniyet ve huzurla.

370. Şehirler, birbirine pek yakın. Halbuki orada ne boş bir çöl, ne güzel bir ova var. Orada yırtıcı hayvanlar, canavarlar vardır” dediler.
   İnsan yazın kışı ister, fakat kış geldi mi bundan da vazgeçer, istemez.
   Bir hâle katiyen razı olmaz. Ne darlıktan hoşlanır, ne genişlikten, boşluktan.
   Geberesi insan, efendisine ne de kâfirdir ya… hidayete nail oldu mu tutar, inkâra sapar.
   Nefis, bu çeşit mahlûklardandır da onun için gebertilmeye lâyıktır… onun için ulu Allahı “ Öldürün nefislerinizi” demiştir.

375. Nefis, üç köşeli dikendir, ne çeşit koysan sana batar, ondan kurtulmana imkân mı var ?
   Heva ve hevesi terketme ateşini vur şu dikene… iyi işli dosta uzat elini, sarıl ona!
   Seba’lılar, haddi aşınca bize veba, seher yelinden daha iyi diyecek derecede taşkınlık gösterince,
   Öğütçüler, onlara öğüt verdiler, kötülüklerine, küfürlerine mâni olmaya çalıştılar.
   Fakat onlar öğütçülerin kanlarına kastediyorlar, kötülük ve kâfirlik tohumu ekiyorlardı.

380. Kaza geldi mi bu cihan daralır, tatlı helva bile ağzında zehir kesilir demişler.
   Kaza gelince göz kapanır da göz gözü görmez olur.
   O atlının hilesi, bir toz kopardı mı o toz , seni yardım dilemeden bile uzaklaştırır.
   Atlıya doğru yürü, toza doğru değil. Yoksa atlının tozu, seni ezer, bitirir.

385. Allahı bu kurdun yediği adama “ Kurdun tozunu gördü de neden feryad etmedi?
   Kurdun kopardığı tozu bilemedi. Bunca bilgisiyle, bunca hüneriyle neden yayılıp otlamağa koyuldu?
   Koyunlar bile kendilerine zarar verecek olan kurdun kokusunu duyar, ondan taraf taraf kaçarlar.
   Hayvan bile aslanı kokusundan anlar da otlamayı bırakır”
der.
   Aslanın kızgınlığından bir koku aldın mı dön Allahı’ ya sığınmaya, yalvarmaya koyul.

390. Onlar, kurdun tozundan ürkmediler, çekinmediler. Tozun ardından o koca mihnet kurdu çatıp geldi.
   O koyunları, hışımla paraladı gitti. Onlar, akıl çobanından göz yummuşlardı.
   Onları, çoban ne kadar çağırdı da gelmediler… çobanın gözüne toz, toprak serptiler.
  “ Yürü be, biz senden ziyâde çobanız… her birimiz başız, uluyuz. Böyle olduğu hâlde nasıl sana uyarız?
   Biz kurtlara lokmayız, senin adamın değil. Ateşin odunlarıyız, utanma arlanma yok bizde” dediler.

395. Bilgisizlik, akılda bir taassuptur ki buna tutulanların şehirlerinde kargalar şom, şom bağırışırlar, yerleri, yurtları harabeye döner.
   Onlar mazlûmlar için kuyu kazdılar ama kazdıkları kuyuya kendileri düştüler, ah etmeye başladılar.  
   Yusufların derilerini yüzdüler, fakat kendi yaptıklarını birer birer buldular.
   O Yusuf kimdir? Senin Hak arayan gönlün. O gönül, bir esir gibi senin yurdunda bağlıdır.
   Bir Cebrail’i direğe bağlamış, koluna, kanadına yüzlerce yara açmış, perişan etmişsin de.

400. Sonra da önüne kebap olmuş dana getiriyor, bazan da onu samanlığa götürüp
   Hadi ye, işte bizim yağlı gıdamız budur diyorsun.Halbuki ona Allahı vuslatından başka gıda yoktur.
   O dertlere düşmüş zavallı da bu işkenceden bu sınanmadan kırılıp senden Allahı’ya şikâyet ederek der ki:
   “ Yarabbi, bu kocamış kurttan elâman.” Allahı da ona  “Sabret, işte vakit geldi.
   Haberi olmayan her kişiden öcünü alacağım” der. Feryada erişen Allahı’dan başka kim feryada erişir ki.

405. O “ Yarabbi, yüzünün ayrılığından sabrım bitti. Yahudiler elinde âciz kalmış Ahmed’im Semud kavminin hepsine düşmüş Salih’im.
   Ey Peygamberlerin canlarına kutluluk bağışlayan.Ya beni öldür, ya kendine çağır, yahut da sen gel!
   Kâfirlere bile ayrılığına tahammül yok…onların bile her birisi, keşke toprak olsaydım, der.
   “ Kâfirin bile hâli böyle olursa senin ülkenden olanın hâli, sensiz ne olur?” der.

410. Halk da der ki “ Öyledir, doğru ey temiz adam. Fakat söz dinle, sabret sabır iyidir.
   Sabah yaklaştı, sus, çok coşma. Ben senin için çalışıp duruyorum, sen çalışma!”

             Şehirlinin, köylünün daveti üzerine köye gitmesi

   Ey yiğit arkadaş, dön… bu söz hadden aştı. Köylü, şehirliyi evine nasıl götürdü, onu söyle.
   Seba’lıların hikâyesi bir tarafta kalsın, daha iyi.Sen şehirlinin köye gelişini anlat.
   Köylü, yaltaklandıkça, yaltaklandı. Nihayet şehirlinin reyi, tedbiri elden gitti, şaşırdı, ahmaklaştı.

415. Köylünün haber üstüne haber salması, nihayet şehirlinin duru suyunu bulandırdı.
   Bir taraftan da çocukları neşeyle “ Baba, gezer oynarız, ne olur?” demeye başladılar.
   Yusuf gibi. Onu da “ Gezer oynarız” sözü tuhaf bir takdir neticesi babasın gölgesinden ayırdı.
   O oyun değil, canlı oynayış… hile , düzen, hainlik.
   Seni dostundan ayıran sözü dinleme.O sözde ziyan vardır, ziyan!

420. Hattâ o sözde sad edenler sad vefkının faydası bile olsa aldırış etme. Altın için hazineyi bırakma yoksul !  
   Şunu dinle, Allahı,  Peygamber’in eshabına iyi, kötü nice şeyler söyleyip kaç kere itabetti.
   Çünkü kıtlık yılında davul sesini duyunca Cuma namazını hemencecik bırakıverdiler.
   Başkaları daha ucuza almasınlar, o alışverişle bizim kârımızı onlar elde etmesinler dediler.
   Peygamber, namazda kendini tamamıyla niyaza vermiş iki üç yoksulla kalakaldı.

425. Allahı; “ Davul sesi, abes işler ve alışveriş, Allahı Rasülünden sizi nasıl ayırdı?
   Şaşkın bir halde buğdaya doğru dağılıverdiniz de Peygamber’i atakta yalnız bıraktınız.
   Buğday için olmayacak tohumlar ektiniz, o Hak Resulünü terk ettiniz.
   Onun sohbeti oyundan da hayırlıdır, maldan da. Hele bir gör, kimi bıraktın. Gözünü ov da bak!
   Hırsınızın yüzünden şunu yakînen bilmediniz mi ki rızık verici benim, rızık verenlerin hayırlısı benim.

430. Buğdaya güneşle rızık veren Allahı,senin ona dayanmanı nasıl olur da zâyi eder?
   Buğday için, gökyüzünden buğday gönderenden ayrıldın ha!

                        Doğanın kazları ovaya çağırması

   Doğan ,Kaza “ Sudan çık da şekerler akan ovaları bir gör” dedi.
   Akıllı kaz dedi ki: “ Ey sudan uzakta kalmış doğan, su bizim kalemizdir, huzurumuzdur, neşemizdir.”
   Şeytan da doğan gibidir. Kazlar, koşun, kendinize gelin, su kalesinden dışarıya az çıkın.

435. Doğana deyin ki: “Haydi yürü yürü, dön geri. Ey aşağılık adam,başımızdan el çek.
   Biz senin davetinden uzağız, bu davet senin olsun. Biz senin şu nefesini içmeyiz bile a kâfir!
   Kale bizim olsun, şekerle şeker yurdu senin. Bize senin hediyenin lüzumu yok, al, senin olsun!
   Can oldu mu gıda eksik gelmez elbet. Asker var mı, bayrak elbette bulunur!
   Tedbirli şehirli, birçok özürler getirdi, o merdut ifrite nice bahaneler serdetti.

440. “ Şimdi mühim işlerim var. Gelirsem onlar yüzüstü kalır. Düzene girmez.
   Padişah bana mühim ve nazik bir iş buyurdu, geceleri bile uyumuyor, benim bu işi başarmamı bekliyor.
   Padişahın emrinden dışarı çıkamam, huzurunda yüzü kara olamam.
   Her sabah, her akşam hususi çavuşu gelip işin neticesini soruyor.
   Reva görür müsün, köye geleyim de padişah, bana yüzünü assın, kaşlarını çatsın?

445. Kızarsa kızgınlığına karşı ne çare bulurum, diriyken kendimi topraklara mı gömeyim?” dedi.
   Daha da bu çeşit yüzlerce bahaneler etti, fakat hileleri, Allahı takdirine eş olmadı.
   Âlemin zerreleri birbirine girse yine Allahı’nın kaza ve kaderine karşı hiçtir hiç!
   Bu yeryüzü, gökten nasıl kaçabilir, yeryüzü kendini gökten nasıl gizleyebilir?
   Gökten yeryüzüne ne yağarsa yağar. Yeryüzü, ne kaçabilir, ne bir çareye başvurabilir, ne bir pusuda gizlenebilir.

450. Güneşten ateş yağsa yine o, gökten yağan ateşe karşı yüzünü yerlere döşemiştir.
   Yağmur yağsa da tufanlar coşsa, üstündeki şehirler yıkılıp yerle yeksan olsa
   O, yine Eyyup gibi teslim olmuştur, ben bir esirim, ne dilersen yağdır demektedir.
   Sen de bu yeryüzünün bir cüzünün,baş çekme. Allahı hükmünü görünce isyan etme.
  “ Sizi topraktan yarattık” sözünü duydun ya, demek ki senden toprak olmanı istiyor, yüz çevirme!

455. ( Allahı diyor ki:) “ Toprağa nice tohum ektim. İnsan da toprağın bir tozundan ibaretti, onu ben yükselttim.
   Yine bir hamle et de kendine topraklığı sıfat edin, alçal. Ben de seni bütün beylere emîr yapayım.
   Su, yukardan aşağıya, akar da sonra aşağıdan yukarıya akar.
   Buğday, yukarıdan aşağıya, yerin dibine gider de ondan sonra yerden baş çıkarıp yükselir.
   Her meyvenin tohumu yerden biter de ondan sonra yerden baş verir.

460. Nimetlerin aslı felekten ta yere kadar umumiyetle aşağıya geldiler, alçaldılar da temiz cana gıda oldular.
   Tevazula felekten toprağa inince de diri ve yiğit adamın cüzü oldular.
   Bu suretle o cemad, insan sıfatlarını kazandı, arşın yücesine uçtu, neşelendi.
   Önce diri âlemden geldik, sonra yine aşağılıktan yücelere çıktık.
   Diyerek bütün cüzüler, hareket ve sükûn hâllerinde “ Biz, şüphe yok, yine gerisin geri Allahı’ ya dönüyoruz “ derler.

465. Gizli cüzlerin zikir ve tespihleri, gökyüzüne bir gulguledir salar.
   Kaza, hileler düzmeye başladı mı köylü, şehirliyi matetti.
   Şehirli, binlerce rey ve tedbiri olduğu halde matoldu ve bu seferden âfetlere uğradı.
   Kendi sebatına itimadı vardı, bir dağdı ama yarım bir sel, onu kapıp götürdü.
   Kaza ve kader, felekten baş çıkardı mı akıllıların hepsi kör ve sağır olur…

470. Balıklar, kendilerini denizden dışarıya atarlar. Tuzak, uçan kuşu zebun eder.
   Peri ve şeytan, şişe içine girer. Hattâ Bâbil Harut’unu bile kaza ve kader kapar, avlar.
   Ancak kaza ve kaderden yine kaza ve kadere kaçan kişi kurtulur. Hiçbir tedbir onun kanını dökemez.
   Allahı’nın kaza ve kaderinden yine Allahı’nın kaza ve kaderine kaçan, kişiden başka hiçbir kimseyi, hiçbir hile, kaza ve kaderden kurtaramaz.

  Darvan’lılar ve onların yoksullara bir şey vermeden bahçelerden meyva
                                 devşirmek için hileye sapmaları

   Darvan’lıların hikâyesini okumadın mı? Okuduysan niçin hileye sapmakta ısrar edip duruyorsun?

475. Birkaç akrep iğneli kişi, birkaç yoksulun rızkını çarpmak için hileye, düzene giriştiler.
   Gece vakti, sabaha kadar birkaç, Amır’la Bekir, yüzyüze verip hile düşündüler.
   Sırlarını , Allahı anlamasın diye gizli söylüyorlardı.
   Sıvacıya çamur sıvamaya koyuldular. Hiç, el, gönülden gizli bir iş yapabilir mi?
   Allahı, “ Seni yaratan, düşünceni, gizli konuşuşunda, fısıltısında doğruluk mu var, hile mi… bunu hiç bilmez mi?” buyurdu.

480. Sabahleyin yola çıkanı gözüyle gören, ertesi gün nereye konacak, bundan sonra nasıl gâfil olur?
   Yüzünü nereye döndürdüğünü, sayısını, yolunu, yordamını, ineceği, çıkacağı yeri nasıl bilmez?
   Şimdi sen de kulağını gafletten temizle de o dertlinin ayrılık derdini dinle.
   Onun derdine kulak astın, elemlerini dinledin mi bil ki bu, o dertliye verdiğin bir zekattır.
   Gönül hastalarının dertlerini dinler, yüce canın su ve toprak ihtiyacını anlarsan, bu bir zekâttır.

485. Dertli adamın tereddütle dolu, dumanlarla dolu bir gönül evi vardır. Derdini dinlersen o eve bir pencere açmış olursun.
   Senin bu dinleyişin ona bir nefes yolu oldu mu gönül yurdunda o acı duman azalır.
   Yolcu, eğer yüce Allahı’ya gidiyorsa bize dertdaş ol, derdimize çare bul.
   Bu tereddüt, bir hapistir, bir zindandır. Canın bir tarafa gitmesine müsaade etmez ki.
   Bu şu tarafa çeker, o bu tarafa. Her biri, doğru yol benim der.

490. Bu tereddüt, Allahı yolunun tuzağı, sarp yeridir. Ne mutlu ayağı çözük kişiye.
   O, doğru yolda tereddütsüz gider. Eğer yol bilmiyorsan öyle bir hür adamın adımı nerede? Onu ara!
   Ceylânın izini izle, her şeyden kurtulmuş bir halde yola düş de onun izini izleye, izleye nihayet miske erişesin.
   Bu çeşit yürüyüşle zâhiren ateşe bile girsen yine apaydın yücelere kadar varırsın.
   Mademki “ Korkma” hitâbını duydun, ne denizden korkun var ne dalgadan, ne köpükten!

495. Allahı, sana Hak korkusunu verdi mi bunu “Korkma” hitâbı say. Sana tabak yolladı mı ekmek de yollayacak demektir.
   Korku, korkusu olmayan adamındır. Dert, burada dönüp dolaşmayan kimsenindir.

                             Şehirlinin köye gitmesi

   Şehirli, işe koyuldu, hazırlığını tamamladı, azim kuşu köye doğru koşmaya, uçmağa başladı.
   Ehli, çoluğu, çocuğu da yol hazırlığını görüp eşyalarını azim öküzüne yüklediler.
   Neşeli bir halde koşa koşa yola düştüler. “Köyden istifadeler edeceğiz, bize köyden müjde ver, müjde!” diye diye köye doğru yöneldiler.

500. “ Gittiğimiz yer güzel bir çayırlık, çimenlik. Orada da sevdiğimiz kerem sahibi bir dostumuz var.
   Bizi binlerce istekle çağırdı. Bizim için ihsan ağacını dikti.
   Uzun kışın azığını köyden tedarik edip şehre getiririz gayri.
   Hattâ dostumuz, bağını bile bize bağışlar. Bize canında yer verir.
   Yoldaşlar, çabuk olun da istifadeler edelim” diyorlardı. Fakat akıl,içeriden içeri “ Öğünmeyin!”

505. Allahı faydasıyla faydalanın. Şüphe yok, Rabbim, sevinen, öğünen kişileri sevmez.
   Allahı’nın size ihsan ediverdiği şeylere sevinin, neşelenin. Sizi işgal eden şey, sizi Hak’tan alıkor aldatır.
   Gamdan neşelenen, ondan başka bir şeyden neşelenme, sevinme. Dert ve gam bahardır, başka şeyler kış!
   Ondan başka her şey, seni yavaş, yavaş helâke doğru götüren düşüncelerindir. İsterse sana taç, taht, mal, mülk olsun!
   Gamdan sevin… gam vuslat tuzağıdır.Bu yolda aşağıya düşüş, hakikatte yükseliştir.

510. Gam bir hazinedir. Senin zahmet ve meşakkat çekişine maden. Fakat bu söz, çocuklara nerden tesir edecek?
   Çocuklar, oyun adını duydular mı hepsi de yaban eşeğiyle yarışa girişirler.
   Ey yaban eşekleri, bu yanda tuzaklar var. Bu yandaki tuzaklarda kan içiciler var.
   Oklar uçuşup durmakta, yay, gayb âleminde gizli. Gençlere yüzlerce ihtiyarlık okları erişmekte.
   Gönül ovasına adım atmak gerek. Çünkü bu ovada ferahlık, genişlik, neşe olamaz.

515. Dostlar, gönül, eminliktir, huzur yeridir. Orada kaynaklar, gül bahçeleri içinde gül bahçeleri var.
   Yolcu, kalbe yürü, orada seyret, orada gez dolaş. Ağaçlar var orada, akan sular var orada.
   Köye gitme. Köy, adamı ahmak bir hâle sokar… Aklı nursuz, fersiz bir hâle getirir.
   Ey seçilmiş temiz adam, Peygamber’in sözünü dinle. Köyde yurt tutmak, aklın mezarıdır.
   Köyde sabah, akşam bir gün kalan kişinin aklı, bir ay yerine gelemez.

520. Tam bir ay onun ahmaklığı gitmez. Köy otlarından da bundan başka ne biçilebilir ki?
   Köyde bir ay kalan kişi, nice zaman bilgisiz ve kör kalır. Köy nedir? Hakikate ulaşmamış, elini taklit ve huccete atmış şeyh!
   Aklı kül şehrine karşı bu duygular, gözleri bağlı değirmen eşeklerine benzer.
   Bunu geç de hikâyeye giriş, inciyi bırak. Buğday tanesini ele al.

525. İnciye yol yoksa hemencecik buğdayı al. O tarafa yol yoksa bu tarafa at sür.
   Zâhir,eğri büğrü uçsa bile sen zâhirine bak. Zâhir, nihayet insanı bâtına götürür.
   Her insanın evveli suretten ibarettir. Ondan sonra can gelir ki can, mânevi güzellik, ahlâk güzelliğidir.
   Her meyvenin evveli suretten başka nedir ki? Ondan sonra lezzet gelir ki lezzet, meyvenin mânasıdır.
   Önce çadır kurarlar da sonra Türkü konuk çağırırlar.

530. Bil ki suretin çadırıdır, mânan Türk. Mânan bil ki kaptandır, suretin gemi!
   Allah için şunu bir nefes olsun bırak da şehirlinin eşeği çanını çalsın!

                    Şehirliyle akrabasının köye gitmeleri

   Şehirli ve çoluğu, çocuğu hazırlıklarını tamamladılar, eşyalarını katırlara yükleyip köye doğru yollandılar.  
   Hayvanlarını neşeli neşeli sürmekte, “Sefer edin de ganimet bulun” demekteydiler.
   Ay, sefer ede ede Keyhusrev olur. Tolunay hâline gelir. Sefer etmeksizin nasıl padişah kesilir ki?

535. Beydak, seferle satrancın en üst hanesi olan ferzin hanesine gelir, ferzin olur. Yusuf, seferden faydalanır, yüzlerce muradına erişir.
   Onların da gündüzün yüzlerini güneş yakıyor, geceleyin yıldızla yol buluyorlar,
   Kötü yol, onlara güzelleşiyor, köyün neşesiyle cennet gibi görünüyor, bu suretle gidip duruyorlardı.
   Acı, tatlı dudakların tesiriyle tatlılaşır, diken, gül bahçesi dolayısıyla gönül çeker bir hâle gelir.
   Ebu Cehil karpuzu, sevgili yüzünden hurma kesilir, ev, evdeki dost yüzünden ova olur.

540. Gül yanaklı, ay yüzlü bir dilberin vuslatı ümidiyle nice nazeninler diken zahmetini çekerler.
   Ay yüzlü sevgilisi yüzünden niceler sırtı yaralı hamal olmuştur.
   Gece gelsin de ay ( yüzlü sevgilinin) yüzünü öpsün diye demirci, yüzünü simsiyah etmiştir.
   Esnaf, gönlüne bir serviyi diktiğinden akşama kadar dükkanda çarmıha çakılmış gibi bekler durur.
   Tacir, deniz demez, kara demez yürür durur ama evinde oturan bir sevgilinin aşkıyla koşup yeler.

545. Kimin bir ölüye, bir taşa, toprağa sevdası varsa bir diri yüzlünün sevdasıyla sevdalanmıştır.
   Dülger, tahtaya yüz tutmuştur ama ay yüzlü güzeline hizmet etmek ümidiyle.
   Sen de bir dirinin ümidiyle çalış, çabala ki o, bir gün sonra cansız bir hale geliversin.
   Aşağılık yüzünden bir saman çöpünü kendine munis olarak seçme. Onun munisliği ariyettir.
   Ananla, babanla munistin, Allahı’dan başka munislerin sana vefakârsa hani o ünsiyet?

550. Hak’tan gayrı birisiyle dostluk, yerindeyse dadınla, lalanla ünsiyetin ne oldu?
   Sütle, memeyle olan ünsiyetin kalmadı. Mektepten nefret ederdin, o nefret de geldi geçti.
   O ünsiyet, onların duvarına varan güneş ziyâsından ibarettir. O akis güneşe gitti.
   Yiğidim, o ışık nereye düşerse sen ona âşık oluyorsun.
   Her vara taallûk eden aşkın, Allahı vasfından, meydana gelir, o şeyin yaldızından, o şeyin zâhirî güzelliğinden değil.

555. O şeyin altın yaldızı aslına gitti de bakırı kaldı mı insanın tabiatı doyar, onu boşlayıverir.
   Onun yaldızlı, zâhirî sıfatlarından ayağını çek.         Bilgisizlikle kalpa pek hoş deme.
   Kalplardaki o hoşluk, o güzellik eğretidir. O süsün, püsün altında süssüzlük vardır.
   Kalpın üstündeki altın, madenine gider. Sen de onun gittiği madene git.
   Duvardaki ışık güneşe varır. Sen de sana lâyık olan o güneşe git.

560. Ondan sonrada madem ki oluktan vefa görmedin, suyu yağmurdan iste.
   Kurdun tuzağı, kuyruk madeni değildir. O koca kurt, kuyruk madenini nereden tanıyıp bilecek?
   O aldanmış kişilerde altını çıkınlamış sandılar da köye doğru koştular.
   Gülerek oynayarak o dolaba doğru çark ura ura yürüdüler.
   Köye doğru uçan bir kuş görseler sabırsızlıktan elbiselerini yırtıyorlar,

565. Köyden bir adam geliyor görseler yüzünü, gözünü öpüyorlar,
  “ Sen bizim dostumuzun yüzünü gördün. Sen, bizim canımızın canısın, bizim gözümüzsün sen” diyorlardı.

           Mecnun’un, Leylâ’nın civarında oturan bir köpeğe iltifatı

   Tıpkı Mecnun gibi. O da bir köpeği okşamakta, öpmekte, önünde yanıp erimekteydi.
   Etrafında eğilip bükülerek onu ululayıp ağırlayarak dönüp dolaşıyor, ona sâf şeker şerbeti veriyordu.
   Bir herzevekil dedi: “ A ham mecnun, bu yapıp durduğun şey ne delilik, ne sersemlik,

570. Köpeğin ağzı daima pis şeyleri yer. Ardını bile diliyle temizler.”
   Köpeğin ayıplarını bir hayli saydı döktü. Zaten ayıp gören gayp aleminin kokusunu bile alamaz.
   Mecnun dedi ki. “ Sen, baştanbaşa suretten, cisimden ibaretsin. Gel de benim gözümle bir bak!
   Bu köpek, bence Allahı’nın bir çözülmez tılsımıdır. Bu köpek, Leylâ’nın mahallesinin bekçisi.
   Himmetine bak, gönlüne, canına, irfanına dikkat et ki neresini seçmiş, neresini yurt edinmiş?

575. O benim mağaramın yüzü kutlu köpeği, hattâ o benim dertdaşım, gamdaşım.
   Onun mahallesinde yurt tutan köpeğin ayağının bastığı toprak bile ulu aslanlardan yeğdir.
   Ey köpeklerine aslanların köle olduğu sevgili.. anlatmaya imkân yok ki, sus vesselâm!..”
   Dostlar, suretten geçerseniz her yer sizin için cennettir. Gül bahçesi içinde gül bahçesidir.
   Suretini kırdın, yaktın mı her şeyin suretini kırdın demektir.

580. Artık her sureti kırar, Haydar gibi Hayber kapısını çekip koparırsın.
   O sâf şehirli de surete zebun oldu, köylünün kötü sözleriyle köye doğru yola düştü.
   O yaltaklanma tuzağına tutularak neşeli neşeli gidiyordu. Taneyle sınanmaya giden kuşa benziyordu.
   Kuş, o taneyi kerem ve ihsan yüzünden saçılmış sanır. Halbuki o ihsan hırsın son derecesidir.
   Kuşcağızlar taneye tamah ederek sevinip o hileye doğru uçar, koşarlar.

585. Şehirlinin sevinçlerini de anlatsam korkarım ki yolcu, seni yolundan alıkorum.
   Onun için kısaca geçiyorum. Yolda bir köy göründü. Fakat o köylünün köyü değildi, başka bir yola saptı.
   Bir aya yakın bir müddet köyden köye dolaştılar.Çünkü köyün yolunu iyi bilmiyorlardı.
   Kılavuzsuz yola gidene iki günlük yol, yüz yıllık yol olur.
   Kâbe’ye delilsiz giden bu başı dönmüş zavallılar gibi zillete düşer.

590. Ustaya müracaat etmeksizin bir sanat tutan kişi şehre de alay mevzuu olur, köye de!
   Doğuda da, batıda da anasız, babasız bir insan doğması pek nadirdir.
   Bir işe girişen, çalışan kişi mal kazanır. Ama nadir olarak bir adam, bir hazine de bulabilir.
   Fakat nerede bir Mustafa ki cismi can olsun da “ Er rahman, Allemel Kur’an- Rahman, ona Kur’an’ı öğretti” sırrına ersin.
   Ten ehlinin hepsi kalemle, okuyup yazmakla öğrenir, öğretir. Allahı kereminin bolluğuyla kalemi, öğretiş ve öğrenişe vasıta halk etmiştir.

595. Oğul, her hırs sahibi mahrumdur. Harisler gibi öyle koşma, aheste aheste yürü.
   Şehirli ve çoluk çocuğu da o yolda karada yaşayan kuşun suda çektiği eziyet ve zahmet gibi  eziyetler, zahmetler çektiler.
   Köye de karınları toktu artık, köylüye de. Öyle usta olmadan şeker yapmaya da doymuşlardı, hattâ.

    Şehirliyle akrabasının köye varmaları, köylünün onları tanımazlıktan
                                                   gelmesi

   Bir ay sonra kendileri perişan, hayvanları yemsiz bir hâlde o köye vardılar.
   Köylüye bak ki kötü niyeti yüzünden falan feşman diye zırvalamaya,

600. Gündüzleri, bağına, bahçesine yüz tutmasınlar diye onlardan yüzünü gizlemeye koyuldu.
   Gizlediği yüz de zaten tamamıyla hile ve riyadan ibaretti. Öyle yüzün, Müslümanlardan gizli kalması daha iyi.
   Öyle yüzler vardır ki şeytanlar, sinek gibi başına üşüşür, bekçi gibi orada yurt tutar, otururlar.
   Bu çeşit adamların suratını gördün mü ya bakma, yahut da madem ki baktın, hoşlanıp gülme.
   O çeşit habis ve âsi suratlar hakkında Allahı, “ Alnının perçeminden yakalar, çekeriz” dedi.

605. Konuklar, köylünün evini sorup buldular, akraba ve bildikleri gibi kapıya koştular.
   Köylünün evindekiler kapıyı kapadılar. Şehirli, bu aykırı hareketten deli gibi oldu.
   Fakat zaten sertlik gösterilecek zaman değildi. Kuyuya düştükten sonra sertliğin ne faydası var?
   Tam beş gün, geceleri soğuktan üşüyerek, gündüzleri sıcaktan yanıp yakılarak kapısının önünde kaldılar.
   Orada kalışları ne gafilliklerindendi, ne eşekliklerinden. Zaruretten, açlık ve susuzluk yüzündendi.

610. İyiler, zaruret yüzünden kötülerle bağdaşırlar. Adam, zaruret yüzünden ölü eti bile yer!
   Şehirli, köylüyü gördükçe selâm vermekte, “ Yahu, ben filan kişiyim, adım da şu” demekteydi.
   Köylü ”Olabilir. Fakat sen kimsin, nesin, ben ne bileyim? Belki kötü bir adamsın, belki temiz bir adam.
  * Ben, gece gündüz, Allahı’nın işlerine hayran kalmış, dalmış gitmişim. Seninle hiçbir surette mukayyet olmam ben.
  * Kendi varlığımdan bile haberim yok. Varlığımdan bir kıl ucu kadar bile eser kalmadı.
  * Aklım, Allahı’dan başka hiçbir şeyden agâh değil. Gönlümde de Allahı’dan başka bir şey yok, canımda da ” diyordu.
   Şehirli dedi ki: “ Bu an, tam kıyamete benzedi: Kardeş, kardeşinden kaçmada !”
   Şehirli, köylüye “ Soframdan fazlasıyla yemek yemedin mi sen? Ben o adam değil miyim?

615. Filan gün sana feşman şey almadım mıydı, seninle buluşup görüşmez miydik?
  * Aylarca bana konuk olmaz mıydın, sayısız ihsanlarıma, in’amlarıma nail olmadın mı?
   Halk, aramızda ki sevgiyi duymuş, işitmiştir.Boğaz, nimet yerse yüz utanır” diye anlatıp duruyor.
   Köylü de “Saçma sapan ne söylenip duruyorsun ki? Ne seni tanıyorum, ne adını, ne yerini!” diyordu.
   Beşinci gece gökyüzünü bulutlar kapladı, bir yağmur başladı ki gök bile bu yağışa şaşa kaldı.
   Artık bıçak kemiğe dayanınca şehirli “Ev sahibini çağırın” diye kapının halkasını döğmeye başladı.

620. Köylü, yüzlerce ısrardan sonra nihayet kapıya gelip “ Babasının canı ne istersin, ne var” deyince
   Şehirli, dedi ki: “ Bunca haktan vazgeçtim,bütün zanlarımı, düşüncelerimi terkettim.
   Zavallı cancağızım, beş günde bu sıcakta yanıp şu soğukta donarak beş yıllık zahmet çekti.”
   Bildikten, dosttan, soydan gelen bir cefa, ağyarın üç yüz bin cefasına eşittir.
   Çünkü insan, eşin dostun cevrü cefada bulunacağını ummaz, tabiatı daima onun lûtfuna, vefasına alışmıştır.

625. İnsanların uğradıkları belâ ve mihnet, dikkat edersen anlarsın ki alışmadıkları şeylerden meydana gelir.
   Şehirli: “ Ey sevgi güneşi zevale erişen arkadaş, kanımı bile döksen helâl ederim.
   Yalnız şu yağışlı gecede bize bir bucak ver de kıyametten sen de bunun ecrine nail ol” dedi.
   Köylü, “Orada bağcının sığındığı bir bucak var. Bağcı, o bucakta kurtları bekler.
   Kurt gelirse öldürmek için eline yayını, okunu alır, bekler durur.

630. Sen de o zahmeti çekebilirsen ne âlâ, orası senin olsun. Fakat bu işi başaramazsan kendine başka bir yer ara” deyince,
   Şehirli dedi ki: “Sana yüzlerce hizmette bulunayım, sen tek yer ver. O yayı, oku da ver elime.
   Ben uyumam, üzümleri beklerim. Kurt gelirse tam kellesinden vururum.
   İki yüzlü münafık. Allah için olsun sen beni gece vakti yağmur altında, çamur üstünde bırakma da!”
   O bucak boşaltılınca şehirli, çoluk, çocuğuyla beraber o daracık, o dönüp kımıldamağa bile imkânsız yere gitti.

635. Selden, mağara bucağına sığınmış çekirgeler gibi âdeta birbirlerinin üstüne binmişlerdi.
   Bütün gece “ Aman Yarabbi, sen acı. Biz değil buna, hattâ bunun iki yüz misline bile lâyığız.
   Aşağılık kişilerle dost olanın, adam olmayanlara adamlık gösterenlerin lâyığı budur.
   Ham tamaha düşüp ulular kapısındaki hizmeti bırakan, buna lâyıktır.
   Temiz kişilerin taşını, toprağını öpüp yalamak aşağılık adamlara hizmetten, onların bağına, bahçesine nâil olmaktan yeğdir.

640. Gönlü aydın bir ere kul olmak, padişahların başına taç olmadan daha iyi.
   Ey yol çavuşu, ey aykırı yollarda koşup duran, sen şu toprak yüzündeki padişahlardan davul sesinden başka bir şey bulamazsın ki.
   Şehirliler bile ruha nispetle yol uran hırsızlardan ibaretken köylü dediğim kim oluyor? Feyizden mahrum bir ahmak!
   Aklına, tedbirine uymayıp gulyabani sesi duyunca o sese tabi olana bu layıktır” diyorlardı.
   Yaptığı işe candan gönülden nâdim oldu, oldu ama artık soğuk soğuk ah etmenin ne faydası var.

645. Şehirli de bütün gece elinde yayla ok, her yanı gezip dolaşmakta, her tarafta kurt araştırmaktaydı.
   Halbuki asıl kurt, kıvılcım gibi ona sıçramış, musallat olmuştu da o bundan habersiz hâlâ kurt arıyordu.
   Sivrisineklerle pireler, kurt gibi o viranede onların başına üşüşmüş, onları yaralayıp duruyordu.
   İnatçı kurdun saldırması korkusuyla sivrisinekleri kovmaya da mecalleri yoktu.
   Kurt gelir de sürüye bir ziyan verirse köylü şehirlinin saçını, sakalını yolardı.

650. Dertleri aşırı bir derecede, yürekleri ağızlarına gelmiş bir hâlde beklerken,
   Ansızın bir tepeden saldırıp gelmekte olan bir kurt karaltısı göründü.
   Şehirli, yayını kurup bir ok attı, hayvanı vurdu, tepeden aşağı düşürdü.
   Hayvan düşerken bir yellendi. Köylü, duyup eyvah dedi, ellerini dizlerine vurdu.
  “ Be hey mürüvvetsiz, eşeğimin sıpasını vurdun” dedi. Şehirli, “ Yok canım, dev gibi kurt.

655. Karaltısına baksana, kurdun ta kendisi. Şeklinden de kurt olduğu anlaşılıp duruyor” dediyse de,
   Köylü, “Hayır. Yellendi ya.. tanıdım ben. Onun yellenmesini suyu şaraptan nasıl ayırt edersem öyle ayırt eder, anlarım.
   Çayırlıkta benim sıpamı vurdun, öldürdün. Dilerim, neşe yüzü görmeyesin” dedi.
   Şehirli, “İyi, bak… vakit gece. İnsan, geceleyin iyi göremez.
   Gece ekseriye adamı yanıltır, başka şeyler gösterir. Herkes geceleyin gördüğünü fark edemez.

660. Hele bu gece hem karanlık, hem bulut var, hem şiddetli yağmur yağmada. Bu üç karanlık, adamı pek yanıltır.” dedi ama,
   Köylü “ Hayır. Bu bana gün gibi aşikâr. Tanırım ben, bu yellenme, benim eşeğimin sıpasının yellenmesi.
   Yolcu, azığı nasıl tanırsa ben de yüz yel arasında bile o yeli tanırım” deyince,
   Şehirli dayanamadı, sıçrayıp köylünün yakasına yapıştı.
   Dedi ki: “ A hilebaz sersem, a bunak mendebur, sen hem afyon yutmuş, hem esrar içmişsin.

665. Bu üç karanlık içinde eşeğin yellenmesini tanıyorsun da beni nasıl tanımıyorsun be hey avare!
   Gece yarısı eşek sıpasını tanıyan adam, güpegündüz dostunu nasıl tanımaz?
   Kendini dalgın ve ârif gösteriyor da mürüvvetin, vefanın gözüne toprak serpiyorsun.
   Benim kendimden bile haberim yok, gönlüme Allahı’dan başka hiçbir şey sığmıyor ki.
   Dün yediğim bile aklımda değil.Bu gönül, hayretten başka bir şeyden neşelenmiyor diye kendini müstağrak gösteriyorsun ama

670. Asıl akıllı, fakat Allahı mecnunu benim, bunu hatırında tut da şu kendimde olmayışımı mazur gör.
   Bir insan,şer’an murdar olan hurma şarabı içse kendinde değilse şeriat, onu mazur tutar.
   Sarhoş ve esrarkeşin karı boşaması ve bir şey satması, makbul ve muteber değildir. O, çocuğa benzer, yaptığı affedilir, hürdür, serbesttir.
   Asıl tek padişah olan Allahı’dan gelen sarhoşluksa insana yüz küpün şarabından ziyâde tesir eder, yüz küpün  şarabından ziyade adamın aklını alır.
   Haydi yürü artık böyle adama nasıl teklif olabilir ki? At düştü, elsiz, ayaksız bir hâle geldi.

675. Âlemde eşek sıpasına kim yük yükler? Ebumerre’ye kim Farsça okutabilir?
   At topallamaya başladı mı, üstündeki yükü alırlar. Çünkü Allahı “ Köre teklif yok” dedi.
   Ben de kendime karşı kör, fakat Allahı’yı görür oldum. Şu halde azdan da affedilmişim, çoktan da!
   Halbuki sen, dervişlikten dem vuruyorsun, kendinde olmadığını söylüyorsun, ebedî sarhoşlar gibi
hayhuylarda bulunuyor, naralar atıyorsun.
   Yeri gökten fark etmiyorum diyorsun ama Allahı gayreti seni bir sınadı ki!

680. Eşek sıpasının yellenmesi seni böyle rüsvay etti, senin, ben yokum diye kendini nefyedişini reddederek, varlığını ispat etti.
   Allahı, sersem adamı böyle rüsvay eder, kaçan avı böyle yakalar işte!”
   Hey babam hey… ben, padişah kapısına çavuş oldum diyene yüz binlerce sınama var.
   Halk, onu bu sınamayla tanımasa bile ileri gelenler, onun dâvasına delil ister, yolundan nişan sorarlar.
   Aşağılık bir adam, terzilik dâvasına kalkışsa padişah, onun önüne bir atlas kumaş atar.

685. Bundan bir geniş kaftan yap der. Bu sınamayla yersiz dâvaya kalkışanın başında iki boynuzdur peyda olur, öküzlüğü anlaşılıverir.
   Eğer kötüleri sınama olmasaydı her puşt, savaşta Rüstem kesilirdi!
   Farz et ki puşt zırh giymiş, kaç para eder? Savaşa girişip sıkışınca esir olacak değil mi?
   Allahı sarhoşu, kasırgadan ayrılır mı hiç? O , sur üfürülünceye kadar kendine gelmez.
   Allahı şarabı doğrudur, doğru… yalanı yok. Sense şarap değil, ayran içmişsin, ayran içmişsin , ayran içmişsin!

690. Kendini Cüneyd ve Bayezid gösteriyorsun. Yürü be.. ben, baltayı kilitten fark edemem ki diyorsun ama.
   A düzenbaz, kötülüğü tembelliği, kızgınlığı ve ihtirası bu sersemlikle nasıl gizleyebileceksin?
   Kendini Mansur-ı Hallâc göstermede, dostların pamuğuna ateş urmadasın.
   Ben Ömer’i Ebuleheb’den ayırdedemem de gece yarısı eşek sıpasının yellenmesini tanırım diyorsun ha!
   Senin gibi eşeğin bu sözüne inanan da kendisini, hatırım için kör ve sağır eden bir eşektir.

695. Kendini öyle pek yol erlerinden sanma. Sen yol kesicilerin adamısın, herze yiyip durma!
   Sersemlikten uç, akla doğru koş. Mecazi akıl, göklere uçabilir mi hiç?
   Kendini Allahı âşıkı gösteriyorsun ama kapkara Şeytan’la aşkbazlık ediyorsun.
   Kıyamet günü aâşıkla mâşuku birbirine bağlarlar da herkesin önüne çıkarıverirler.
   Sen kendini nasıl oluyor da ahmak,dalgın gösteriyorsun? Üzümün kanı nerede? Sen bizim kanımızı içmişsin!

700. Yürü, benden uzaklaş hemen. Ben seni tanımıyorum. Kendini bilmeyen bir ârifim ben, köyün Behlûl’üyüm ben diyorsun ha!

AÇIKLAMALAR ( Beyitler  1 - 700 )

B. 6. Cebrail, Cebreil, cibril denen bu melek, kadri en yüce meleklerdendir. Peygamberlere Allahı buyruklarını getirmek vazifesine memurdur.

B. 7. Abdâl. C. I, S. 26, B. 264 e bakınız.

B. 9. C. l, S. 53, B. 547 ve C. I, S. 169, B. 1732 ye bakınız.

B. 10. Dört unsur, beş duygu, altı cihet. C. I. S. 84, 186. 355, B. 877, 1899, 3576 ve C. II, S. 56. B. 613 e bakınız.

B. 15. C. I, S. 3, B. 25, 26 ya bakınız.

B. 34. "Mal ve erkek evlât, dünya yaşayışının süsüdür. İnsanların daima faydalanacakları ve âlemde sürüp gidecek temiz hayırlar, rabbinin katında daha iyi, daha sevaplı ve daha istekli şeylerdir" (Sure 18, Kehf, âyet 46).

B. 40. C. II, S. 66, 89, 240, 301, B. 719-720, 963, 2585, 3248 e bakınız.

B. 52. C. II, S. 135, B. 1491 e bakınız.

B. 53-65. "Mümin, dünyada ana karnındaki çocuğa benzer. Ana karnından çıktı mı ağlamaya başlar. Fakat dünyayı görüp süt emmeye başlayınca tekrar ana karnına girmesini istemez. Mümin de dünyadan ölümle gider, rabbine ulaşır, artık dünyaya dönmek istemez. Çocuğun ana karnına dönmeyi istemeyişi gibi" mealinde bir hadis rivayet edilmiştir.

B. 81-84. Eski şeriatlarda Allahı'ya "baba" denmektedir. İncilde ekseriyetle bu söz geçer. Muhammed dininde yanlış anlaşılmaması için bu söz menedilmiştir. Bunun yerine "sahip, malik, hâkim, dost" mânalarına gelen "veli" kelimesi kullanılmıştır. Allahı, iyi kişilerin velisi olduğu gibi onlar da Allahı velileridir, "Kim bir dostumu ulularsa beni ululamış, kim bir dostumu incitirse beni incitmiştir" ve "Kim bir dostuma hiyanette bulunursa benimle savaşa girişmişir" mealinde iki hadisi kutsi de rivayet edilmiştir."

B. 85. C. I, S. 27, B. 278-279 a bakınız.

B. 86. Nuh Pcygamber'in "Yarabbi yeryüzünde kâfirlerin bir tanesini bile bırakma" diye dua ettiği Kur'anın 71 inci suresi olan Nuh suresinde anlatılmaktadır (Âyet 26).

B. 87-89. Lût Peygamber, İbrahim Peygamber zamanında yaşamış olan ve onun şeriatına tâbi bulunan bir peygamberdir. Bu peygamberin gönderdiği kavim genç erkeklerle münasebette bulunurdu. Lût, bu huydan vazgeçmelerini söylemişse de dinlememişler, bunun üzerine Allahı içlerinde Cebrail de olduğu halde birkaç meleği gayet güzel delikanlı kıyafetinde bu diyara yollamış bunlar meleklere de dokunmak istemişler, melekler Lût'a bu diyardan gitmesini söylemişler, Lût aralarından çekilince şehirlerini gökyüzüne kadar kaldırmış baş aşağı atmışlar, üzerlerine gökten de taş yağmış, helak olmuşlardır. Lût'un karısı da onlara uyduğu için kaçarken gökten başına bir taş düşmüş, o da ölmüştür. Şehirlerinin yerinde acı ve tuzlu bir sn çıkmıştı ki Filistin'deki Lût gölü bu göldür. Lût kavminin hikâyesi Kıır'anda 11 inci sure olan Hûd süresiyle (âyet 74-83) 26 inci sure olan Şuara suresinde (âyet 160-174) ve 15, 22, 29, 38, 50 ve 66 inci surelerde anlatılmaktadır.

B. 102. "Onların bir kısmı o çeşit adamlardır ki Peygamberi incitirler de derler ki: O, kulaktan ibaret, ne duyuyorsa inanıyor, ne işitiyorsa dinliyor. De ki, kulak oluşu daha iyi ya. Allahıya inanır, müminlerin sözlerine inanır, içinizden iman edenlere bir rahmettir. Allahı Resulünü incitenler yok mu.. Şiddetli azap onlar içindir" (Sure 9, Tevbe, âyet 61).

B. 109. Münkir ve Nekir, iki melektir. Bunlar insan ölünce kabrinde dirildiği zaman baş ucuna gelip Allahını, peygamberini, dinini sorarlar. Adam dünyada iyilik ettiyse bunlara cevap verir. O vakit bu melekler, o adam için beşîr ve Mübeşir, yani cennetle muştulayıcı Melek olurlar. Dünyada kötülük ettiyse cevap veremez, adama azap ederler.

B. 127. Kur'anın 96 ncı suresi olan Alak suresinin son âyeti olan 19 uncu âyetinde "Secde et de bize yaklaş" denmektedir.

B. 161. C. II, S, 111, B. 1203 e bakınız.

B. 192.   Musa Peygamber'le çağdaş olan Hızır Peygamber, halk rivayetlerine göre nerede gezerse oranın havası güzelleşir ve ayağının bastığı yerlerde çimenler bitermiş. Adının başka bir çeşitte okunuşu yeşillik mânasına geldiği için böyle bir rivayet icat edilmiş olmalı. Aynı zamanda sıkıntıda kalanlara yardıma koşan bu zatın baştanbaşa yeşiller giydiği ve boz bir ata bindiği de halk rivayetlerindendir. C. I, S. 22, B. 224 e de bakınız. Hızırın gezdiği yerlerin yeşillenmesi hakkında bir hadis de vardır (Feyz-al Kadir, I, 575).

B. 200 C. I, B. 244, B. 2455 e bakınız.

B. 208. C. I, S. 38, B. 392 ye bakınız.

B. 209. Eshabı kehf'in köpeğinin kıyamete kadar mağara önünde beklediğini söylemekle bu köpeğin ve Eshabı Kehf'in hayatta olduğunu mu söylüyor? Şiîlerce Eshabı Kehif de Hızır ve saire gibi diri kalanlardandır ve bunlar Mehdi zuhur ettiği zaman meydana çıkarak ona yardım edeceklerdir.

B. 212. C. I, S. 10, B. 96 ya bakınız.

B. 228-229. Vise ve Ramin, esas itibariyle Pehlevî diliyle yazılmış bir Hint hikâyesidir. 447 Hicrîde ölen (1055) Fahreddin Esed-i Cürcanî tarafından Acemceye çevrilmiş XIV üncü asır şairlerinden Lamiî tarafından da Türkçeye nakledilmiştir. Cürcan şahı, bir bahar eğlentisinde Şehrû adlı bir kadını beğeniyor, Şehrû, kızı Vise'yi methederek, padişahı bu kıza alâkalandırıyor. Sonra kaçıyorlar, padişah bunları takip ederken başka bir kıza âşık oluyor. Turan şahına oğlu Ramin de Vise'ye tutuluyor.  Babası bu işe engel oluyorsa da nihayet ölüyor ve Vise padişah olunca Ramin'i alıyor.

B. 263. H. Ali'nin  "Kötü kişiyle iyilik ettiğin adamdan sakın" dediği rivayet edilmiştir.

B. 268. H. Muhammed'den böyle bir söz rivayet edilir.

B. 181. den sonraki hikâye. Kur'anın 34 üncü suresi olan Sebe suresinin 15-21 inci âyetlerinde Yemen ülkesindeki Sebe'lilerin mamur ve meyvalı şehir ve bağları anlatılmakta, bu nimetin kadrini bilmedikleri için bir selle şehirlerinin ve bağlarının bozulduğu, harap olduğu söylenmektedir.

B. 297. den sonraki hikâye. C. I, S. 83, B. 865 e bakınız.

B. 336.   C. I, S. 39, B. 403 e bakınız.

B. 345. C. I, S. 83, B. 863 ve C. II, S. 85, B. 920 ye  bakınız.

B. 346. C. II, S. 56, B. 612 ye bakınız.

B. 349. Sülûk, manevî bir yolculuktur. Sofiler, kötü huylardan arınmak ve vahdet sırrına, hakikate erişmek için bir uluya tâbi olarak muayyen bir tarzda mücahedeye girişirler ki buna "sülûk" denir. Sülûk esnasında muayyen vakitlerde okunan tertip edilmiş dualara "vird-ervad" ve "ders" dendiği gibi Allahı adlarından birini muayyen bir miktarda tekrarlamaya da "zikr" denir. (C. II, S. 230, B. 2478 e ve S. 300, B. 3240 a da bakınız.)

B. 347-364. Bu âlemde yapılan ve duygularımıza hitabeden suret ve cesetleri olmadığı cihetle "meânî"den ibaret bulunan iyi veya kötü işlerin ahrette iyi ve kötü suretlere temessül edeceğini anlatıyor. C. II, S. 89, B. 963 e de bakınız.

B. 354. Kur'anm 20 nci suresi olan "Tâhâ" suresinin 124-128 inci âyetlerinde "Kim beni anmaktan yüz çevirirse mutlak dünyada geçim darlığına uğrar, ahrette de biz onu kör olarak diriltiriz. Yarabbi, neye beni kör dirilttin, ben gözlüydüm, görürdüm der. Allahı der ki: Senin işin de böyleydi ya. Delillerimiz geldikçe onları unuturdun. Bugün de yaptığına uğradın, sen unutuldun. Kim nefsine zulmeder, Allahısının delillerine inanmazsa ona böyle karşılık veririz, ahret azabıysa daha şiddetli ve süreklidir" denmektedir.

B. 371-372 Ankaravî. Meşhur Câhiliyye şairi İmriul Kays'ın "İnsan, yazın kışı ister, kış gelince de onu istemez, ondan hoşlanmaz. O bir hale razı olmaz vesselam, geberesice insan, nimete ne de kâfirdir ya" mealindeki dörtlüğünden alındığını kaydediyor (S. 75).

B. 374. "Geberesi insan, efendisine, rabbine karşı ne de kâfirdir ya!" (Sure 80, Abes, Âyet 17, İmriul Kays'ın dörtlüğünün bir mısraıdır.)

B. 374. "Musa, kavmine o vakit dedi ki: Öküze Allahı deyip tapmakla nefislerinize zulmettiniz. Sizi yaratan rabbinize tövbe edin.. öldürün nefislerinizi ey kavim. Bu, Rabbiniz katında size daha hayırlıdır. . . . Sure 2, Bakara, Âyet 54.

B. 408 C. II, S. 168, B. 1807 ye bakınız.

B. 417. Kardeşleri Yusuf'a "gezer, oynarız" diye babasından izin almışlardı (Sure 12, Yusuf, Âyet 12).

B. 425-431. "Alışveriş, yahut oyun gördüler mi yanından ayrılır, dağılır, o tarafa koşarlar da seni ayakta yapayalnız bırakırlar. De ki: Allahı katındaki oyundan da yeğdir, alışverişten de. Ve rızık verenlerin hayırlısı Allahı'dır." Sure 62, Cumua, Âyet 11.

B. 454. Kur'anın 20 nci suresi olan Tâhâ suresinin 55 inci âyetinde "Sizi topraktan yarattık, yine oraya sokacak, sonra da bir defa daha yine oradan çıkaracağız" denmektedir.

B. 664. "Sizi korkudan, açlıktan, mal, beden ve meyva azlığından bir şeyle sınarız. Musibete uğrayınca sabredip biz, şüphe yok, Allah'ınız ve şüphe yok yine ona dönenleriz diyenleri muştula" Sure 2, Bakara, Âyet 155- 156.

B. 471. Eskiden peri ve cin davet ettiklerini iddia edenler bazı uydurma şeyler okurlar ve güya gelen peri veya cini bir Şişeye sokup kapağını kapayarak orada hapsederlerdi, C. I, S. 52, B. 52, B. 535 e de bakınız.

B. 472. Bir burçta ve aynı derecede bulunan iki yıldızın arasındaki mesafe gök küresinin dörtte biri kadar olursa bu vaziyete terbi denir ve müneccimlerce o saat kutsuz ve yomsuzdur.

B. 473. ten sonraki hikâye, Kur'anın 68 inci suresi olan Nün suresindedir, âyet 16-33.

B. 483-484. Müslümanlıkta üreyen ve muayyen bir miktarı aşan mal bir yıl sahibinin elinde kalırsa onun az ve muayyen bir miktarını yoksullara vermek lâzımdır. Bu verilen mal, malın diğer kısmını temizlemiş olur ve bu mal ibadetine "zekât" denir.

B. 505. Karun'a akrabası "Sevinme, öğünme, ferahlanma; şüphe yok Allah sevinen, öğünenleri sevmez" demiş (Sure 28. Kasas, âyet 76, C. I, S. 83, B. 804 e de bakınız.)
B. 519. H. Muhammed'in "Köyde oturmak, akıllılar için kabirde oturmaktır, köylerde oturan, kabirlerde oturana benzer. Köylerde oturma... Köyde oturan kabirde oturana döner" dediği rivayet edilmiştir.

B. 523. Akl-ı Küll. C. I, S. 186, B. 2899, S. 373, B. 3756 ya bakınız.

B. 534. Keyhusrev, meşhur Key'ler zamanında İran'da hüküm süren bir şahıstır. Bunun eski. Hint mabutlarından olup sonradan tarihî bir masal kahramanı şekline geldiği de rivayet edilir.

B. 580. C. II, S. 115, B. 1244 e bakınız.

B. 589. İbrahim Peygamber tarafından yapıldığı Kur'anda bildirilen, Âdem ve Nuh Peygamberler tarafından yapıldığı da rivayet edilen Mekke'deki dört köşeli bir mabet. Müslümanlıktan önce puta tapan Arapların mabediyken Muhammet tarafından Kıble yapılmış ve Mekke alındıktan sonra putlardan arınmıştır. Müslümanlar, namaz kılarlarken Mekke'dekiler Kabe'ye, Mekke'de olmıyanlar Kabe tarafına dönerler. C, II, S. 207, B. 2231, S. 182, B. 2243 e de bakınız.

B. 593. Kur'anın 55 inci suresine "Rahman - Acıyan Allahı" suresi derler. Bu sure şöyle başlar: "Acıyan Allahı, Kur’anı öğretti; insanı yarattı, ona söz öğretti."

B. 604. C. I, S. 10, B. 100 e bakınız.

B. 613. Kur'anın 80 inci suresi olan Abes suresinde "Kıyamet günü öyle bir gündür ki o gün insan, kardeşinden, anasından, babasından, karısından ve oğlundan kaçar" denmektedir (âyet 34-36).

B. 675. Ebumerre, Şeytan'ın künyesi olarak meşhur olduğu gibi Araplarda da bu künye ile şöhret kazanmış pek ahmak bir adam vardır.

B. 676.  C. II, S. 7,  B. 70 e bakınız.

B. 690. C. I, S. 225,  B. 2275  ve C. II, S. 86, B. 926 ya bakınız.

B. 693. C. II, S. 29,  B. 305 e bakınız.

B. 700. Behlûl ve daha doğrusu Bühlûl.
Allah yakınlığına eriştin de sanat, sanatkârdan ayrı olmaz sanıyorsun ha!
   Şunu olsun görmez misin? Allah velilerinin eriştikleri yakınlıkta yüzlerce keramet, yüzlerce iş güç var.
   Meselâ demir, Davud’un elinde mum oluyor… halbuki senin elinde mum, demir kesiliyor!
   Yaratma ve rızık verme yakınlığında herkes müsavidir, bu sıfatlar herkeste var. Fakat bu ulular, Allah aşkının vahyi yakınlığına sahip olurlar.

705. Babacığım, yakınlık da çeşit, çeşittir. Güneş dağa da vurur, altına da!
   Fakat güneşin altına bir yakınlığı var ki söğüdün bundan haberi bile yok!
   Kuru dal da güneşe yakındır, yaş dal da. Güneş hiç ikisinden de gizlenir mi ki?
   Fakat yaş taze dalın yakınlığı nerede? O daldan olgun meyveler devşirmede, olgun meyveler yemedesin.
   Fakat bir de bak, kuru dal, güneşe yakınlığından kuruluktan başka ne bulabilir?

710. Akıllı, aklın başına gelince pişman olacak bir sarhoşluğa düşme.
   O sarhoşlardan ol ki onlar şarap içmeye koyuldular mı olgun akıllar bile onlara hasret çeker.
   Ey kedi gibi kocalmış fareyi tutan, o şaraptan içmiş onunla gıdalanmışsan aslan tut aslan!
   Ey hayale kapılıp aslı olmayan kadehten hayal şarabı içen, hakikat sarhoşları gibi sarhoşluk etme, o tarafa sarkıntılıkta bulunma!
   Sarhoş gibi şu yana, bu yana düşüp durmadasın ama sana bu tarafa yol yok, o tarafa yürü.

715. O yana yol bulursan ondan sonra bazan bu tarafa salın, bazan o tarafta.
   Tamamıyla bu tarafa mensupken o tarafta dem varma. Madem ölümün gelmemiş, yalan yere can çekişme.
   Fakat ebedî hayata erişen ve ecelden korkmayan Hızır canlı kişi, mahlûku tanımasa da caiz.
   Damağını vehmin zevkiyle çeşnilendirir, varlık tulumuna üfürür, kendini havayla şişirip gururlanırsın ama,
   Bir iğneyle o yel kaçıp gider. Dilerim akıllı adam, bu çeşit semirmesin!

720. Kışın kardan testiler yapıyorsun, iyi ama hiç onlar suya dayanır mı?

 Çakalın boyacı küpüne düşüp boyanması ve çakallar arasında tavusluk
                                       dâvasına kalkışması

   Bir çakal boyacı küpüne düştü, orada bir müddet kaldı.      
   Sonra postu boyanmış olarak çıkıp “Ben illiyyin tavusuyum, demeye başladı.
   Postu boyanmış, pek güzel parlamış, güneş de o renklere vurmuştu.
   Çakal, kendini yeşil, kızıl, pembe ve sarı renklerde görüp o çeşitli renklerle öbür çakallara göründü.

725. Hepsi de “A çakalcık, bu ne hâl? Fazlasıyla neşelere dalmışsın, pek memnunsun.
   Neşeden âdeta bizden nefret ediyorsun! Bu ululuğu nereden elde ettin?” dediler.
   Fakat çakallardan biri “ Sen ya hile yapıyorsun, yahut da hakikaten bir neşeye sahip oldun, neşeliler arasına katıldın.
   Mimbere çıkmaya, lâfla ulu görünüp bu halkı, kendine meftûn etmeye kalkıştın.
   Bir hayli çalıştım, fakat bir aşk, bir hararet görmeyince hileye sapıp utanmazlığı ele aldım” dedi.

730. Doğruluk ve yanıp yakılma, velilere âdettir. Utanmazlık da her aşağılık kişinin sığındığı bir sanat.
   Bu suretle neşeliyiz diye halkı kendilerine çekerler ama iç yüzlerine bakılırsa hiç de hoş değildirler.

    Yalan dâvalarda bulunan birisinin her sabah bir kuyruk  parçasıyla
       dudağını, bıyığını yağlayıp “Ben şunu yedim, bunu yedim” diye  
                                     dostlarının arasına çıkması

   Aşağılık bir adam, bir kuyruk parçası buldu. Her sabah bıyıklarını onunla da yağlar,
   Devlet sahiplerinin yanına varıp “Evde yağlı yemek yedim” der,
   Sözünün doğruluğunu ispat için de, bıyıklarıma bakın gibilerden eliyle bıyıklarını sıvazlar.

735. “İşte sözümün doğruluğuna şahit... bıyıklarım, yağlı, yağlı şeyler yediğime delil” demek isterdi.
   Karnı ise sessiz, sadasız “ Allah, yalancıların düzenini kurutsun!
   Senin lâfın bizi ateşlere yaktı. O yağlı bıyığın kökünden kopsun.
   A yoksul, şu kötü dâvan olmasaydı belki bir kerem sahibi bize acırdı.
   Yahut da noksanını, yoksulluğunu söyleseydin, bu yalanları, bu düzenleri düzüp koşmasaydın, bir doktor çıkarda derdine deva ederdi.” derdi.

740. Allah” Ey eğri adam , kulağını, kuyruğunu sallama. Doğrulara, doğrulukları fayda verir” dedi.
   A cenabet, mağarada eğri büğrü yatma. Neyin varsa göster, “doğrul, doğru ol”
   Ayıbını söylemiyorsan bari sus, gösterişte, hileyle kendini öldürme!
   Bir para elde ettiysen ağzını açma. Yolda sınama taşları var.
   Sınama taşlarının önünde de halli hallerine sınamalar var, onlar da imtihanlara tabi!

745. Allah, “ Doğumdan bu ana kadar onlara her iki kere sınanırlar” dedi.
   Babam, imtihan içinde imtihan var. Derlen toplan da ufacık bir imtihanla kendini satma!

                 Bâbûr oğlu Bel’am’ın Allah imtihanlarından yüzü
                                  ak çıkacağına emin olması

   Bâbûr oğlu Bel’am’la melûn iblis, en son imtihanda alçaldılar.
  “ O adam da kendi iddiasınca devletli görünürdü ya, fakat midesi, bıyığına lânet eder,
  “ Yarabbi, şu adamın gizlendiğini sen dışarıya vur, meydana çıkar. Bizi yaktı, yandırdı, sen onu rüsvay et” derdi.

750. Onun bedeninin bütün cüzleri, ona düşman olmuştu. O, bahardan dem vurdu ama onlar, kışın ta kendisindeydiler.
   Adam, ihsandan, keremden dem vururdu ama merhamet dalını, ta kökünden kesmekteydi.
   Ya doğru ol, doğruluğunu göster, yahut sus da merhamete eriş, sonra coş!
   Adamın karnı da bıyıklarına düşman kesilmiş, gizlice el kaldırıp dua ediyor,
  “ Yarabbi, sen bu aşağılık herifi rüsvay et de kerem sahipleri bize merhamete gelsinler” diyordu.

755. Karnın duası kabul oldu. İhtiyaçtan doğan yanıp yakılma, dışarıya kadar bayrak açtı, görünür bir hale geldi.
   Allah “ Beni çağırdın mı, suçlu da olsam, putperest de olsam ben, yine icabet ederim.
   Onun için duadan hiç çekinme; hiç usanma. Dua, nihayet seni gulyabani nefsin elinden kurtarır.” demiştir.
   Karın, kendini Allah’ya ısmarlayınca ansızın bir kedi gelip o kuyruk parçasını kaptı, götürdü.
   Ev halkı, kedinin peşine düştüler, fakat kedi koşup kaçtı. Babamın azarına uğrayacağım diye çocuğunun beti, benzi kaçtı.

760. Babası, bir toplulukta otururken o çocukcağız gelip işi anlattı. O lâfla geçinen adamın şerefini bir paralık etti.
   Dedi ki: “ Hani her sabah dudaklarını, bıyıklarını yağladığın o kuyruk parçası yok muydu?
   Kedi geldi, onu kapıverdi. Ardına düştük, bir hayli koştuk ama faydasız… yakalayamadık ki!”
   Oradakiler şaşırıp gülüştüler, Bu hâle acıdılar.
   Onu davet edip doyurdular, yeryüzüne benzeyen varlığına merhamet tohumunu ektiler.

765. O da ululardan doğruluk zevkini görünce ululuğu bırakıp doğruluğa kul oldu.

        Boyacı küpüne düşen çakalın tavusluk dâvasına kalkışması

   O rengârenk çakal gizlice çıkagelip kendisini kınayanın kulağına dedi ki:
  “ Hele bir bana, hele rengime bak. Şamanın bile böyle bir putu yoktur.
   Gül bahçesi gibi ne de güzel bir hale geldim, ne de hoş yüzlerce renklere boyandım. Benden baş çekme, secde et bana!
   Şu güzelliğime, şu letâfetime, şu rengime bak da bana Fahri Dünya, Rükn-i din de!

770. Allah lûtfuna mazhar oldum. Ululuk sırlarını şerheden levh haline geldim.
   Çakallar, oraya toplandılar, mumun etrafındaki pervaneye döndüler.
   Hiç çakalda bunca güzellik mi olur?”
  “ Peki a elmasım, sana ne diyelim?” diye sordular. Çakal: “ Müşteri yıldızına benzer erkek aslan deyin” dedi.
   Bunun üzerine dediler ki: “ İyi ama can tavusları gül bahçelerinde salınır cilvelenirler.”

775. “ Sen de öyle cilveleniyor musun?” Çakal: “ Yok canım. Çöle düşmeden nasıl Mina’ya vardım diyebilirim?” dedi.
  ”Peki, tavus kuşları gibi bağırabilir misin?”diye sordular. “Kara taştan kaynak mı çıkar hiç” diye cevap verdi.
   Bunun üzerine dediler ki: “ Tavusun güzellik elbisesi gökten gelir, ezelîdir. Hileyle dâva ile hiç, o güzelliği elde edebilir misin sen?

   Firavun’un Allahlık dâvasına kalkışması da çakalın tavusluk iddasına
                                                   benzer

   Firavun da saçını, sakalını süslemiş, eşekliğinden kendisini Musa’dan yüce göstermeye, ondan daha yücelere bir derece üstün uçmaya kalkışmıştı.
   O da, o boyacı küpüne düşen dişi çakalın soyundandı. O da mal ve mevki küpüne düşmüştü!

780. Kim onun Mevkiini, malını gördüyse secde etti, o da o saçma sapan heriflerin secdelerine kandı.
   O yamalı hırka giyen yoksul halkın secdesinden, malına mülküne karşı şaşırmasından âdeta kendinden geçmiş, bir sarhoşçuk oluvermişti!
   Mal, yılandır… onda zehirler var. Halkın mal sahibini büyük sayması, ona secde etmesiyse ejderhadır âdeta.
   A firavun, ululanıp durma. Sen bir çakalsın, tavusluk dâvasına kalkışma.
   Tavusların arasına varsan âciz kalır, onlar gibi salınamaz, rüsvay olursun.

785. Musa ile Harun, tavuslara benzerlerdi. Karşısında salındılar, cilvelendiler, seni perişan ettiler.
   Çirkinliğin meydana çıktı, rüsvay oldun gitti. Yücelikten aşağılıklara düşüverdin!
   Mehenk taşını görünce kalp akça gibi simsiyah oldun,
Üstündeki aslan nakşı gitti, köpekliğin meydana çıktı.
   A uyuz çirkin köpek, hırsından, kızgınlığından aslan postuna bürünme. Aslan kükrer de seni sınar. O vakit üstünde aslan,
   Sureti olduğu, fakat hakikatte köpeklerin huylarına sahip olduğun anlaşılır.

                  Ve leta’rifennehum fî lahnil kavli âyetinin tefsiri

790. Allah, söz geliminde Peygambere dedi ki: “Münafıkların anlaşılması için en kolay ve görünür delil şudur:
   Münafık iri yarı, korkunç, zâhiren babayiğit görünse bile sen onun sesinin tonundan ve sözünden tanır, anlarsın.
   Testi aldığın zaman o testileri sınar, o testilere vurursun, değil mi?
   Neden vurursun? Sesinden kırık testiyi anlamak için.    
   Kırık testinin sesi daha başka türlü olur. Ses, çavuşa benzer, önde gider.

795. ”Ses gelir de o şeyin ne olduğunu anlatır, onun ahvalini sayar, döker. Ses mastara benzer, fiil de o mastarı tasrif eder!
   Sınama sözü gelince hemencecik Hârût hikâyesini hatırladım.

  Hârût’la Mârût’un hikâyesi ve onların Ulu Allah’nın sınamalarına karşı
                                           yiğitlik taslamaları

Bundan önce de bu bahse dair az bir söz söylemiştik. Fakat zaten ne kadar söylesek ancak binde birini anlatabiliriz.
   Bu vakayı adamakıllı anlatmak istedim ama şimdiye kadar söz, sözü açtı, birçok sebeplerle kalıp gitti.
H   ele bir hamle daha edeyim de çoğundan azını, âdeta filin tek bir uzvunu söylemiş olayım.

800. Ey yüzüne kul, köle olduğumuz, Hârût ve Mârût kıssasını dinle!
   Allah lûtuflarını , padişahın lûtuf şeklinde tecelli eden şaşılacak kahırlarını seyretmekten sarhoş olmuşlardı.
   Allah’nın kahırlarında böyle sarhoşluklar varken Allah miracının ne sarhoşlukları var?
   Tuzağındaki tane,insana böyle bir sarhoşluk verirse ya nimet sofrası ne yapar ne lûtuflarda bulunur?
   Hârût da Mârût da sarhoş olmuşlar, bağlarını çözmüşler, kayıttan kurtulmuşlar, âşıkçasına hayhuylar ediyorlar naralar atıyorlardı.

805. Fakat yolda öyle bir tuzak, öyle bir imtihan vardı ki kasırgası dağları bile saman çöpü gibi kapıp götürebilirdi.
   Bu sınama bunları altüst etmekteydi. Fakat sarhoşun bunlardan ne haberi olabilir ki?
   Sarhoşun önünde hendek de birdir, meydan da. Ona kuyu da doğru yol kesilmiştir, hendek de!
   Dağ keçisi, yüce dağ başlarında yiyecek arar, hiçbir zarara uğramadan koşar durur !
   Yiyecek bulmak, yayılmak üzereyken ansızın feleğin sınaması gelir çatar.

810. Öbür dağa bakar, orada bir dişi dağ keçisi görür.
Derhal gözleri kararır. Bu dağdan ta o dağa sıçramak ister.
   Dişi keçinin bulunduğu dağ, ona o kadar yakın görünür ki oraya sıçramak, ev kapısının etrafında koşup dolanmak kadar kolay gelir.
   Binlerce arşın yol ona iki arşınlık bir mesafe görünür, o sarhoşlukla sıçramak ister.
   Sıçrayınca da iki amansız dağın arasında ki çukura düşüverir.

815. O avcılardan dağa kaçmıştı, kaçıp sığındığı yer, kanını döker.
   Avcılarsa o iki dağ arasındaki yarda oturmuş, bu azametli kaza ve kaderin zuhurunu beklemekteler…
   Dağ keçisi, ekseriyetle böyle avlanır. Yoksa bu hayvan, pek yürük, pek çeviktir, düşmanını sezer, anlar.
   Rüstem’in kellesi, kulağı yerindedir, sakallı, bıyıklı bir adamdır. Ama ayağını tutup onu kafese sokan tuzak, şehvettir.
   Benim gibi şehvet sarhoşluğundan kesil, bu sarhoşluğu, devede seyret !

820. Sonra da âlemdeki bu şehvet sarhoşluğu, bil ki meleklerin sarhoşluğuna karşı pek hordur, pek bayağıdır.
   O sarhoşluk, bu sarhoşluğu kırar, mahveder. Melek, nasıl olur da şehvete iltifat eder ki?
   Tatlı suyu tatmadıkça acı su, insana gözünün nuru gibi hoş gelir.
   Gökyüzü şaraplarının bir katrası bile insanı şaraptan da vazgeçirir, sâkilerden de!
   Artık düşün sen, meleklerin ne sarhoşlukları olur, tertemiz ruhlar, ululuktan ne mestîliklere düşer!..

825. Onlar, bu şaraptan bir koku alarak gönüllerini vermişler, bu âlem şarabının küpünü kırmışlardır.
   Ancak, ümitsiz ve o âlemden uzak olanlar, kâfirler gibi kabirlerinde gizlenmişler,
   İki âlemden de ümitlerini kesmişler, hadde hesaba gelmez dikenler ekmişlerdir!
   Hârût la Mârût, sarhoşluklarından “ Ah ne olurdu, bulut gibi biz de yeryüzüne rahmet yağdırsak,
   Bu zulüm yurduna adalet, insaf, ibadet ve vefayı yaysaydık” dediler.

830. Onlar bunu dedi ama kaza ve kader de “ Durun ayaklarınızın önünde gizli tuzaklar pek çok.
   Kendinize gelin de belâ çölüne küstahça gitmeyin… Kendinize gelin de körcesine Kerbelâ’ya at sürmeyin!
   Çünkü o çölde helâk olanların kıllarından, kemiklerinden yolcu, ayak basacak yer bulamaz.
   Yol, baştanbaşa kıl, kemik, sinir doludur. Allah’nın kahır kılıcı, nice varları yok etmiştir!
   Allah, “ Allah’nın inayetine erişen kullar, yeryüzünde yavaş ve mülâyim bir surette yürürler” dedi.

835. Ayağı yalın olan dikenlikte nasıl yürür? Dura, dura. Düşüne, düşüne, ihtiyatla adım ata ata! diyordu.
   Kaza bunu söylüyordu ama onların kulakları, coşkunlukları yüzünden tıkanmış, sağır olmuştu.
   Varlıklarından kurtulanlardan başka herkesin gözlerini bağlamışlar, kulaklarını tıkamışlardır.
   Gözleri, Allah inayetinden başka ne açar, kızgınlığı sevgiden başka ne yatıştırır?
   Dilerim, Allah ihsanı olmayan muvaffakiyete ulaşmak için çalışıp çabalama, dünyada kimseye mukadder olmasın, Doğruyu Allah daha iyi bilir.

   Firavun’un Musa aleyhisselâm’ı rüyada görmesi ve doğmaması  için
                                           tedbirlere girişmesi

840. Firavunun çalışıp çabalaması, Allah ihsânı olan muvaffakiyete ulaşmamıştı. Allah muvaffakiyet vermediği için de diktiği yırtılıp sökülüyordu.
   Hükmünde binlerce müneccim, binlerce düş yorucu, binlerce büyücü vardı.
   Firavun’a rüyâsında Musa’nın doğacığını, Firavun’u ve saltanatını mahvedeceğini göstermişlerdi.
   Düş yorucularla müneccimlere “ Bu hayâlin, bu kötü rüyânın delâlet ettiği şeyi nasıl defetmeli?” dedi.
   Hepsi de dediler ki: “ Bir tedbirde bulunalım, çocuğun doğmasına mâni olalım”

845. Doğum gecesi gelince Firavun kulları şu tedbiri kabul ettiler, şunu münasip gördüler:
   O gün İsrailoğullarını erkenden meydana, padişahın huzuruna götüreceklerdi.
  “ Ey İsrail oğulları, haydin… sizi padişah filân yerde huzuruna çağırıyor.
   Sizi örtüsüz, nikapsız yüzünü gösterecek, sevaba ermek üzere size ihsanlarda bulunacak” diye tellâllar bağıracaklardı.
   Çünkü o esirler, Firavun’a hiç yaklaşmazlardı, onu görmelerine izin yoktu.

850.  Hattâ yolda ona rastlasalar yüzü koyun yere kapanmaları emredilmişti.
   Kanun buydu: hiçbir esir, ister vakitli olsun, ister vakitsiz, o padişahın yüzünü göremeyecek.
   Yolda çavuşların seslerini duydu mu, yüzünü görmemek için duvara dönecekti.
   Şayet yüzünü görürse mücrim sayılır, başına gelecek en kötü şeyler gelip çatardı.
   Onlarda görmeleri men edilen o yüzü görmeyi pek isterlerdi. İnsan men edildiği şeye haristir derler.

     İsrailoğullarını, Musa aleyhisselâm’ın doğumuna mâni olmak üzere  
                                           meydana çağırmaları

855. ( Tellâllar bağırdılar:) “ Esirler, meydana doğru koşun. Umulur ki padişahlar padişahı, size yüzünü gösterecek. İhsanlarda bulunacak!”
   İsrailoğulları bu müjdeyi duyunca padişahın didarına susuz ve müştak olduklarından,
   Hileye inandılar. Süslenip  püslenip o tarafa doğru koştular.

                                          Hikâye

   Hani şunun gibi: Burada da hilekâr Moğollar,  “Mısırlılardan birini arıyoruz .
   Mısırlıları bu tarafa toplayın da aradığımızı ele geçirelim” derler.

860. Kim gelirse “ hayır bu değil. Sen geç oracıkta otur”derler de,
   Bu suretle herkes derlenip toparlandı mı bu hileyle hepsinin boynunu vururlar.
   Onlar, ezan sesi duyunca Allah davetçisine uymazlardı ya… Onun şomluğu yüzünden.
   Hilekâr Moğolların daveti, onları ölüme kadar çekti, sürdü. Akıllı kişi, sakın Şeytan’ın hilesinden !
   Yoksulların, muhtaçların seslerini içesiye duy da hilebaz kişinin sesi, kulağını tutup çekmesin!

865. Yoksullar, tamahkâr ve kötü huylu adamlarsa bile sen yine gönül sahibini onların içinde ara!
   Denizin dibinde inciler, taşlarla karışık olarak bulunur. Öğülecek şeyler, ayıplar, kusurlar arasında olur.
   İsrailoğulları coşarak erkenden meydana doğru koştular.
   Firavun bu hileyle onları meydana götürünce güzelim yüzünü onlara gösterdi.
   Gönüllerini aldı, ihsanlarda bulundu, vaitler etti.

870. Ondan sonrada “ Canınız için ne olur. Bu akşam hepiniz bu meydan da kalın, burada yatın uyuyun” dedi.
   Cevap vererek dediler ki, “Sana kulluk eder, sözünü dinler hattâ dilersen burada bir ay otururuz”

       Firavun’un, doğum gecesi, İsrailoğullarını karılarından ayırdığına  
                           sevinerek meydandan şehre dönmesi

   Firavunun, geceleyin “ Bu gece doğum gecesi, fakat hepside karılarından ayrı” diye sevinerek geri döndü.    
   Haznedarı İmran da yanındaydı. Onunla konuşa  konuşa şehre geldi.
   Ona, “ İmran, bu gece sen de burada yat, karının yanına gitme onunla buluşma” dedi.

875. İmran, “ Peki, burada yatarım, senin gönlünün istediği şeyden başka bir şey düşünmem bile” dedi.
   İmran da İsrail oğullarındandı. Fakat Firavun’a âdeta gönüllü , candı.
   Firavun, onun isyan edeceğini, gönlünü korktuğu şeyi yapacağını nereden aklına getirecekti?

      İmran’ın, Musa’nın anasıyla buluşması ve kadının Musa’ya gebe        
                                                   kalması

   Firavun gitti, İmran da orada yatıp uyudu. Gece yarısından sonra karısı, onu görmeye geldi.
   Üstüne kapanıp dudaklarından öpmeye koyuldu. Gece yarısı, onu uykudan uyandırdı.

880. İmran uyanıp karısını gördü. Kadın, hoşuna gitti, dudak dudağa öpüşmeye başladılar.
   İmran, “ Bu zamanda nasıl geldin?” dedi. Kadın “Sana iştiyakımdan. Allah’nın kaza ve kaderi bu” diye cevap verdi.
   İmran, karısını sevgiyle kucakladı kendini tutamadı.  
   Onunla buluştu ve emaneti ona verdi. Sonrada dedi ki: “ Kadın, bu küçük bir iş değil!”
   Demir taşa çalındı, bir ateştir sıçradı. Hem de öyle bir ateş ki padişahtan da saltanatından öç alıcı, padişaha da, saltanatına da kin güdücü bir ateş.

885. Ben buluta benziyorum sen yersin Musa’da nebat. Allah , satranç oyununda şahı sürüyor, bir yutulduk mu yutulduk!
   Hanım, yutulmayı da hakikî padişah olan Allah’dan bil, yutmayı da. O işi bizden bilip bize hayıflanma!
   Firavun’un korktuğu şey yok mu ? Seninle buluştum, meydana geldi işte!

         İmran’ın karısıyla buluştuktan sonra “ Beni görmemiş ol” diye
                                               nasihat etmesi

   Sakın bunu kimseye söyleme, gizle de bana da yüzlerce türlü gam, gussa gelmesin, sana da.
   Sonucu, bunun eserlerini meydana çıkar çünkü nazeninin, alâmetleri belirdi!”

890. Tam o sırada meydandaki halktan naralar duyulmaya, yer, gök nâralarla dolmaya başladı.
   Firavun, bu nâralardan korkup sıçradı, gürültünün ne olduğunu anlamak için yalınayak koştu.
   Meydandan gelen ve dehşetinden cinleri, perileri bile korkutan bu nâralar, bu gürültüler nedir anlamak istiyordu.
   İmran, “ Padişahımızın ömrü uzun olsun…İsrailoğulları, lûtfundan neşeleniyorlar.
   İhsanlarına seviniyorlar, oynuyorlar, ellerini çırpıyorlar “dedi.

895. Firavun dedi ki” Olabilir. Fakat beni adamakıllı bir vehim, bir endişedir kapladı.

                              Firavun’un o sesten korkması

   Bu gürültü, âsabımı bozdu. Bu acı dertle, kederle âdeta beni kocattı.”
   Padişah, bütün gece ağrısı tutmuş gebe kadın gibi bir yandan bir yana gidip geliyor.
   Her an “İmran, bu nâralar, beni dehşetle yerimden sıçrattı” diyordu.
   Zavallı İmran’ın kudreti yoktu ki karısıyla buluştuğunu söylesin.

900. Karısı gebe kalınca gökte Musa’nın yıldızının belirdiğini anlatsın.
   Her peygamber, ana rahmine düşünce yıldızı da gökte zuhur eder, parlamaya başlar.

       Gökte Musa aleyhisselâm’ın yıldızının belirmesi ve meydanda  
                                         müneccimlerin feryadı

   Kör Firavun’un hilelerine, tedbirlerine rağmen gökyüzünde Musa’nın yıldızı belirdi.
   Sabah olunca İmran’a “ Git de o gürültünün, o patırtının ne olduğunu anla” dedi.
   İmran, meydana koşup “ Bu ne gürültüydü? Padişahlar padişahı uyuyamadı” deyince,

905. Her müneccim, yaslılar gibi başı açık, yeni yakası yırtık bir halde toprağı öptü.
   Yaslılar gibi sesleri ses veriyor, feryatları ortalığı dolduruyordu.
   Saçlarını, sakallarını yolup, yüzlerine vuruyorlar, gözleri kanlı yaşlarla doluyordu.
   İmran “ Hayrola. Bu ne feryat, bu ne hâl? Bu yomsuz yıl, kötü alâmetler mi gösteriyor yoksa?” dedi.
   Özürler serdederek dediler ki: “Emîr Allah’nın kaza ve kaderi bizi esir etti.

910. Her çareye başvurduk, fakat padişahın devleti karardı, düşmanı dünyaya geldi, galip oldu.
   Geceleyin gökyüzünde o çocuğun yıldızı göründü, bizi kör etti.
   O Peygamber’in yıldızı gökte yüceldi, biz de ağlamaya, yıldızlar gibi gözyaşları dökmeye başladık.”
   İmran , içinden sevindi, fakat zâhiren “ Eyvahlar olsun!” diye elini başına vurup,
   Kızgın suratı asık bir halde deliller gibi akılsız.

915. Ve gûya kendini bilmez bir halde müneccimlerin üstüne yürüyüp onlara bir hayli ağır sözler söyledi.
   Kendini meyus ve mahzun göstererek sevincini gizliyor, onlara oyun oynuyordu.
  “ Padişahımızı aldattınız, hıyanetten, tamahtan vazgeçmediniz.
   Onu bu meydana kadar sürükleyip yüzünün suyunu döktünüz, şerefini hiçe saydınız.
   Ellerinizi, göğüslerinize koyup padişahı dertlerden kurtaracağız diye vaitlerde bulundunuz” dedi.

920. Padişah da bunu duyunca “ Hainler, dedi, ben de sizi asayım da görün.
   Kendimizi gülünç hallere soktuk, düşmanlara mallar ihsan edip ziyana girdik.
   Bu gece bütün İsrailoğulları, karılarından uzak kaldılar diye,
   Mal da gitti, şeref de. İşe gelince hiçbir şey olmadı. Bu mudur iyi adamların muaveneti, bu mudur iyi kişinin yapacakları iş?
   Yıllardır paralar, libaslar alıyor, ülkelerin servetini rahatça yiyip duruyorsunuz.

925. Bu mu sizin tedbiriniz, bu mu nücum bilginiz? Siz besbedava lokma yiyen hilekâr ve şom kişilersiniz.
   Sizi öldürür, parçalatır, ateşlere atar, burunlarınızı, kulaklarınızı, dudaklarınızı kestirir…
   Sizi ateşe odun yapar, yiyip içtiklerinizi fitil fitil burnunuzdan getiririm.”
   Müneccimler, secde edip “Padişahım, Şeytan bu sefer bize galebe etti.
   Fakat yılardır nice belâlar defettik. Yaptıklarımıza vehim bile hayran olmakta.

930. Bu sefer tedbirimiz, hiçe çıktı. O Peygamber’in anası gebe kaldı, o, ana rahmine düştü.
   Düştü ama padişahım, suçumuzu, affettirmek için biz de doğum gününe dikkat ederiz.
   Bu fırsatı da kaçırmamak, kaza ve kaderin zuhuruna mâni olmak için doğacağı günü hesaplayacak, gözleyeceğiz.
   Ey akıllarla fikirler, reyinin kulu, kölesi olan padişah, bunu da yapamazsak bizi öldür” derler.
   Firavun, düşmanları vurup öldüren takdir oku, yayından fırlamasın diye günden güne dokuz ayı sayıp duruyordu.

935. Takdirle savaşa girişen, takdire baskın yapmaya kalkışan, başaşağı gelir, kendi kanına bulanır.
   Yer, göğe düşmanlığa kalkışırsa çoraklaşır, ölü haline girer.
   Resim, ressamına pençe vurmaya kalkarsa kendi saçını sakalını yolmuş olur!

  Firavun’un hileye girişerek yeni doğuran kadınları meydana çağırması
 
   Dokuz ay sonra padişah, yine tahtını meydana kurdurup tellâllar çağırttı.
   Tellâllar, “ Kadınlar, bütün israiloğullarının kadınları çocuklarıyla meydana gelsinler.

940. Bundan önce erkekler, ihsanlara nail oldular. Elbiseler, altınlar elde ettiler.
   Kadınlar, bu yıl devlet sizin. Herkes dilediği şeye nâil olacak.
   Padişah, kadınlara elbise verecek, ihsanlar edecek. Çocukların başlarına da altın külâhlar koyacak.
   Padişah diyor ki “Hele bu ay doğanlar yok mu, bilhassa onlar ihsanıma, hazinelerime ulaşacaklar” diye bağırdılar.
   Kadınlar, sevindiler, çocuklarıyla çıktılar, padişahın otağına kadar gittiler.

945. Yeni doğurmuş olan her kadın, hileden, kahırdan emin bir halde şehirden çıkıp meydana yöneldi.
   Kadınların hepsi toplanınca erkek çocukları analarının kucaklarından aldılar.
   Düşman doğmasına, felâket artmasın diye gûya ihtiyata riayet ederek başlarını kestiler.

     Musa’nın vücuda gelmesi, memurların İmran’ın evine gelmeleri,  
           Musa’nın anasına, Musa’yı ateşe at diye vahiy edilmesi

   Musa’yı doğurmuş olan İmran ’ın karısına gelince elini, eteğini çekmiş, o kargaşalıktan, o toz dumandan kurtulmuştu.
   Fakat o alçak Firavun , evlere de hafiye olarak ebeler gönderdi.

950. “ Burada bir çocuk var. Anası, ürktüğü,şüphelendiği için meydana gelmedi.
   Bu sokakta güzel bir kadın var, bir de çocuk doğurmuş… fakat pek akıllı, pek tedbirli bir kadın” diye kovaladılar.
   Bunun üzerine memurlar eve gelince Musa’nın anası, Allah emriyle Musa’yı tandıra attı.
   Bilen Allah’dan kadına “Bu çocuğun aslı Halil’dendir.
   Ey ateş, soğu, yakma emrinin koruması yüzünden ateş yakmaz, bir zarar vermez” diye vahiy gelmişti.

955. Kadın, vahiy üzerine Musa’yı ateşe attı. Fakat, ateş Musa’yı yakmadı.
   Memurlar, bunu görünce meyus olup muratlarına erişmediler, çekilip gittiler. Fakat kovucular, yine bu işi anlayıp,
   Firavun’dan birkaç para koparmak için memurlara macerayı anlattılar.
   O tarafa dönün, pencereden iyice bir bakın dediler.

                  Musa’yı suya at diye anasına vahiy gelmesi

   Musa’nın anasına yine “Çocuğunu suya at, saçını, başını yolma, ümitlen,

960. İtimat et, onu Nil’e at… ben, onu yüzü ak olarak sana kavuştururum” diye vahiy geldi.
   Bu sözün sonu gelmez ki. Firavun’un bütün hileleri, yakasına, paçasına dolaşmaktaydı.
   O, dışarıda yüz binlerce çocuk öldürüyordu; Musa ise evinin içinde baş köşede yetişmekteydi.
   O uzağı gören kör Firavun , hilelere sapıp deliliğinden nerede yeni doğmuş bir çocuk varsa öldürtmekteydi.  
   İnatçı Firavun’un hilesi ejderha idi, bütün âlem padişahlarının hilelerini yutmuştu.

965. Fakat ondan daha Firavun birisi zuhur etti. Onu da yuttu, hilesini de!
   O bir ejderha idi, asâ da bir ejderha oldu. Bu, onu Allah tevfikiyle sömürüp yutuverdi!
   El üstünde el var… nereye kadar bu. Ta son erişilecek menzile, ta Allah’ya kadar!
   Çünkü o, öyle bir denizdir ki ne dibi var, ne kıyısı! Bütün denizler, ona karşı sele benzer.
   Hileler, tedbirler ejderha ise Tek Allah önünde hepsi de hiçtir!

970. Sözün, buraya gelince yere baş koyup mahvoldu… doğru yolu Allah daha iyi bilir!
   Firavunda olan yok mu? Sende de var. Fakat senin ejderha kuyuya hapsedilmiş!...
   Yazıklar olsun… bunların hepsi de senin ahvalin. Fakat sen, onları Firavun’a isnat etmek istersin.
   Senin hâlinden bahsettiler mi canın sıkılır, başkasından bahsettiler mi sana masal gelir.
   Lâkin nefis seni ne de harap etmiş… bu arkadaşın da seni hikâyelerle uzaklara atmakta!

975. Senin ateşine, Firavun’un ateşine atılan odun atılmamakta, onun gibi fırsat bulamıyorsun sen. Yoksa fırsat bulsan senin ateşin de Firavun’un ateşi gibi yalımlanır!

          Yılancının donmuş bir ejderhayı ölü sanarak iple baplayıp
                                         Bağdat’a getirmesi

   Eski vakaları bilip söyleyenden bir hikâye dinle de bu üstü örtülü sırdan bir koku al.
   Bir yılancı, afsunlarla yılan tutmak üzere dağlara yüz tuttu.
   Arayan ister yavaş gitsin, ister hızlı ,nihayet aradığını bulur.
   İki elini de aramadan çekme. Arama, yolda en iyi bir kılavuzdur.

980. Topal olsan, sakat olsan bile, uyuklar gibi halde, hattâ edepsizcesine de olsa ona doğru kımıldan, onu ara.
   Gâh lâfla, gâh susarak, gâh şuraya, buraya boynunu uzatarak, o padişahın kokusunu almaya çalış.
   Yakup, oğullarına “ Yusuf’un kokusunu haddinden fazla arayın” dedi.
   Siz de her duygunuzu istidatlı bir hâle getirin de her yanda adamakıllı onu araştırın.
   Allah, “Allah lûtfundan meyus olmayın, ümit kesmeyin” dedi. Çocuğunu kaybetmiş Yakup gibi sen de bucak bucak yürü.

985. Onu ağzınla sorup soruşturun. Dört yana kulak verip onu araştırın!
   Nereden bir güzel koku alırsan koklayın. Ne taraftan o âşinanın kokusunu alırsanız o tarafa yürüyün!
   Nerede bir kişiden lûtuf görürsen o adama mukayyet ol… belki o lûtfun aslına yol bulursun, olur ya!
   Bütün bu hoşluklar, ulu bir denizdendir. Sen cüzü bırak da külle dön.
   Halkın savaşları hep güzellik içindir, hep iyilik içindir. Fakat yoksulluk azığı yok mu, asıl saadet nişanesi odur.

990. Halkın kızışları sulh içindir ama rahata ulaşma tuzağı, daima rahatsızlıktır, zahmetle rahata ulaşılır.
   Her sille, okşamak içindir... Her şikâyet, insana şükretmeyi andırır.
   Ey kerem sahibi, cüzden kül kokusunu al…ey hakîm, zıttan zıddı istidlâl et!
   Doğrusu savaşlar, barışa sebep olur. Yılancı da kim için yılan aradı.
   İnsan, geçim için, rahatlık için yılan arar, gamdan kurtulmak için gam yiyip durur.

995. O da o karda, kışta dağları dönüp dolaşmakta, iri bir yılan arayıp durmaktaydı.
   Derken bir dağda iri bir ölmüş yılan gördü. Şekli bile gönlünü dehşetle dolduruyordu.
   Yılancı, o şiddetli kış mevsiminde yılan ararken o koskoca ölü ejderhayı gördü.
   Yılancı, halkı hayretlere düşürmek için yılan tutar. İşte sana halkın bilgisizliği!
   İnsan, bir dağa benzer, dağ nasıl aldanır, nasıl olur da bir yılana hayran olur?

1000. Yoksul âdemoğlu kendisini tanımadı, bilmedi, fazilet makamından gelip bu noksan âlemine düşüverdi.
   İnsan kendisini ucuz sattı. Atlastı, kendini bir hırkaya yamadı gitti!
   Yüz binlerce yılan ve dağ, ona hayranken o , niçin hayretlere düştü, yılan sevdasına kapıldı?
   Yılancı, o ejderhayı tutup, halkı hayrete düşürmek için Bağdat’a geldi.
   Birkaç para elde etmek için o çadır direği gibi ejderhayı çekip sürükledi.

1005. “ Ölü bir ejderha getirdim. Avlamak için ne zahmetler çektin” diyordu.
   O, ejderhayı ölü sanıyordu. Fakat iyi dikkat etmemişti. Ejderha diriydi.
   Kıştan, soğuktan donmuştu. Diriydi ama ölü gibi görünüyordu.
   Âlem de donmuştur da adı cemad olmuştur. Üstadım, camit, donmuş demektir.
   Mahşer güneşi doğuncaya dek sabret de âlem cisminin hareketini gör.

1010. Musa’nın elinde asâ, yılan oldu ya… bütün âlemi de buna kıyas et.
   Senin bir avuç topraktan ibaret olan varlığını nasıl bir cisim haline getirir? Bütün toprakları da bilgi ve anlayış sahibi bilmek gerek.
   Bunların hepsi de bu âleme göre ölü, fakat hakikat âleminde diridir. Burada susup duruyorlar ama orada söylemekteler.
   Onları hakikat âleminden bize yolladılar mı işte asâ, bize ejderha kesilir.
   Dağlar, sese gelir, Davut’la beraber ırlar, ilâhi okur, demir bile avucunda mum gibi yumuşar.

1015. Rüzgâr, Süleyman’ı yüklenir, taşır; deniz Musa ile konuşur.
   Ay, Ahmet’in işaretini emrini anlar, fermanına uyar; ateş, ibrahim’e ağustos gülü olur…
   Toprak, Karun’u yılan gibi sömürür, yutar; Hannâne direği akla, fikre sahip olur...
   Taş, Ahmet’e selâm verir; Dağ Yahya’ya haber yollar…
   Hepsi de bunlara “ Biz size karşı duyar, görürüz… sizinle hoşuz, neşeliyiz. Fakat namahremlere karşı susup durmaktayız” derler.

1020. Ama siz bir cemada gidiyor, ona yöneliyorsunuz. Artık cematların canına,sırrına nasıl mahrem olursunuz ki?
   Cematlardan can âlemine gidin de âlemin cüzülerinin ahengini duyun!
   O vakit cansız şeylerin tespihlerini apaçık duyarsın da tevil vesveselerine kapılmazsın.
   Can âleminde kandiller yok da görmek için tevillere yapışıyorsun.
   “ Tespihten maksat, nasıl olur da zâhirî tespih olur? Bu tespihte bulunan bu cansız şeyleri görmek de sapıklıktan başka bir şey değil.

1025. Doğrusu şu: onları gören, ibret alır da Allah’yı tespih eder.
   Sana Allah’yı tespih etmeyi hatırlıyor ya… işte bu tespihe delil olmaları, onları tespih etmesi demektir” dersin.
   İtizal ehlinin tevili budur işte. Hal nuruna sahip olmayan kişinin işi budur.
   İnsan, duygudan çıkmadı mı gayb âlemine tamamıyla yabancıdır.
   Bu sözün sonu gelmez… Yılancı, o yılanı yüzlerce zahmetle çeke çeke,

1030. Bağdat’a kadar geldi. o maceracı adam, çarşıda bir hengâmedir koparmak için,
   Yılanı Şat kıyısına koydu.Bağdat şehrinde bir gürültüdür koptu,
   “ Bir yılancı ejderha getirmiş, acayip görülmemiş mefret bir şey. Nasıl da avlamış?” diye,
   Yüz binlerce ahmak adam toplandı, ahmaklıklarından onlar da yılancı gibi yılana avlandılar.
   Onlar, yılanı görmek için bekleşiyorlardı. O da etraftaki halk tamamıyla toplansın diye bekliyordu.

1035. Halk, iyice toplansın da elime geçecek para çok olsun diyordu.
   Yüz binlerce herzevekil toplandı, halka oldular. Bir ayak, bin ayak üstüne geldi!
   Kalabalıktan erkeğin kadından haberi yoktu. Halkla ileri gelenler birbirlerine girmiş âdeta kıyametten bir alâmet olmuştu.
   Yılancı, yılanın üstündeki kilimi kımıldattıkça halk, parmaklarının ucuna basıp boyunlarını uzatıyordu.
   Ejderha, zemheriden donmuştu. Yüzlerce kilimin, kebenin altındaydı.

1040. Yılancı, ihtiyatı elden bırakmamış, onu kalın iplerle bağlamıştı.
   Fakat halkın toplanmasını beklerken epeyce bir zaman geçmiş, Irak güneşi, yılanın üstüne vurmuştu.
   Güneş onu epeyce ısıtınca âzasından soğuk ahlât sıyrılıp gitmişti.
   O müddet zarfında ölü bir halde bulunan ejderha dirildi, kımıldamaya başladı.
   Ölü yılanın kımıldadığını görünce halkın hayreti birken yüz bin oldu.

1045. Şaşkınlıklarından naralar atarak hep birden kaçışmaya koyuldular.
   Ejderha, halkın gürültüsünden çatır, çatır bağlarını koparmaya başladı. İplerin her biri bir yana düştü.
   İplerini koparıp kilimin altından sıyrıldı. Bir de ne görsünler, aslan gibi kükreyen çirkin, mefret bir ejderha!
   Kaçarken halk birbirini çiğnedi, birçok kişiler ayak altında kalıp öldüler, ölülerden yüzlerce yığın oldu.
   Yılancı, ben meğerse dağdan, ovadan ne getirmişim diye korkusundan yerinde katılıp kaldı.

1050. O kör koyun kurdu uyandırdı. Cahil, Azrail’in yanına kendi ayağıyla gitti.
   Ejderha o ahmağı bir lokma ediverdi. Haccac’a kan dökmekten kolay ne var,
   Sonra da bir direğe sarılıp kendisini sıktı, karnında herifin kemiklerini çatır, çatır kırdı.
   Senin nefsinde bir ejderhadır.O,nereden öldü ki? Dertten, eline fırsat düşmediğinden dondu, yoksa!
   Firavun’un eline geçenler, onun da eline geçse neler yapmaz! Irmak bile, Firavun’un emriyle akardı.

1055. Onun eline de böyle bir kudret düşse hemen firavunluğa başlar, yüzlerce Musa’nın da yolunu vurur, yüzlerce Harun’un da!
   O ejderha, yoksulluk elinde bir kurtcağız kesilir. Mevki ve mal yüzünden bir sivrisinek büyür, çaylaklaşır!
   Ejderhayı ayrılık karı içinde tut, sakın onu Irak güneşinin altına getirme.
   Ejderhan donmuş bir halde iken selâmettesin fakat kurtuldu, kendine geldi mi ona lokma olursun.
   Onu mat et de mat olmaktan emin ol. Ona pek acıma, o iyilik edilecek kişi değildir.

1060. Üstüne şehvet güneşi vurdu mu o geberesice hemen yarasa gibi kanatlarını çırpmaya, uçmaya başlar.
   Ercesine onu savaşa çek, babayiğitçe onunla vuruş… Allah, sana vuslatıyla karşılık versin!
   Hulâsa o adam ejderhayı getirip de o korkunç şey, sıcak havada kendine gelince,
   O fitneleri meydana çıkardı. Hattâ azizim, söylediklerimizin yüz kat üstününü yaptı!
   Sen ona zahmet, eziyet vermeden uslu, rahat ve vefakâr bir halde tutmayı mı umuyorsun?

1065. Bu, her aşağılık kişiye nasip mi olur? Ejderhayı öldürmeye bir Musa gerek.
   Yüz binlerce halk onun tedbiriyle mağlûp oldu, ejderhasından yılıp kaçtı, ölüp gitti!

                 Firavun’un Musa aleyhisselâm’ı tehdit etmesi

   Firavun, Musa’ya “ Ey Kelîm, sen neden halkı öldürdün, neden halka korku saldın?
   Halk, senden yılgınlığa düştü, kaçışırken ayaklar altında çiğnenip öldü.
   Hulâsa, halk sana düşman kesildi. Sana karşı erkeğin gönlünde de kin var, kadının gönlünde de.

1070. Halkı kendine davet ediyorsun ama iş aksi çıktı. Sana aykırı hareket etmekten başka çareleri kalmadı.
   Ben de senin şerrinden kaçıyor, sana aşikâre karşı durmuyorum ama aleyhine çömlek kaynatıp duruyorum.
   Beni aldatmayı gönlünden çıkar, arkandan, gölgenden başka kimsenin geleceğini umma.
   Bir iş becerdim, halkın gönlüne bir korkudur saldım diye mağrur olma.
   Bunun gibi yüzlerce iş becersen sonunda yine rüsvay olursun, hor hakir bir hale gelirsin, seninle alay eder, sana gülüşürler.

1075. Senin gibi nice hilebazlar vardı, bizim Mısır’ımız da nihayet rüsvay oldular” dedi.

                Musa’nın Firavun’un tehdidine cevap vermesi

   Musa, Firavun’a dedi ki: “Ben, Allah emrine karışamam. Emreder de kanımı bile dökerse korkum yok.
   Ben, bu âlemde rüsvay olayım, buna hem razıyım, hem de şükrederim… tek Hak yanında yüce olayımda.
   Halka karşı hor hakir olayım, benimle alay etsinler, bana gülsünler… Allah’ya karşı sevgili olayım,o beni istesin, beğensin… yeter bu bana.
   Bunları da söz olsun diye söylüyorum hani. Yoksa Allah seni yarın kara yüzlülerden edecek, bu muhakkak!

1080. Yücelik onundur, onun kullarınındır. Onun nişanesini Âdem’le İblisin hikâyesini oku da anla!..
   Allah’nın zâtına nasıl son yoksa hikmetlerine de son yoktur. Aklını başına al da ağzını yum, yaprağı çevir!”

             Firavun’un Musa aleyhisselâm’a cevap vermesi

   Firavun, Musa’ya “ Yaprak bizim elimizde... şimdi defter de bizim hükmümüzde, divan da bizim!
   Bütün  âlem halkı beni seçmiş, beni kabul etmiş. A Musa, bütün âlemde en akıllı sen misin ki?
   A Musa, sen kendini beğenmiş, almışsın.. haydi oradan be… kendini az gör, kendine güvenip gururlanma.

1085. Dünyanın sihirbazlarını toplayayım da bütün şehre senin bilgisizliğini göstereyim.
   Fakat bu, bir iki gün içinde olmaz. Bu yaz çağında bana kırk günceğiz mühlet ver” dedi.

                            Musa’nın Firavun’a cevabı

   Musa dedi ki: “ Bana bu hususta izin yok. Ben bir kulum, sana mühlet vermeye emir almadım.
   Sen hükümdarsın, gâlipsin, benim yardımcım, dostum yok… fakat Allah fermanına tabiim, başka bir şeyle işim yok.
   Diri oldukça seninle canla başla savaşacağım. Ben kulum, yardımla, yardımcıyla ne işim var?

1090. Allah’nın hükmü zuhur edinceye kadar seninle uğraşacağım. Her hasmı düşmanından Allah ayırır”

        Firavun’un Musa’ya cevabı ve Musa aleyhisselâm’a vahiy gelmesi

Firavun, hayır dedi, mutlaka bir mühlet vermek gerek. Beni aldatıp durma, yel alıp poyraz satma.
   Bu sırada ulu Allah’dan Musa’ya “ Ona bol, bol mühlet ver, korkma.
   Bu kırk gün mühleti, ona gönül rızasıyla ver de çeşit, çeşit hileler düzsün.
   İstediği gibi çalıp çabalasın. Ben uyumuyorum ki. Ona söyle, hızlı gitsin, fakat yolu ben tuttum, pusuda ben varım.

1095. Onların hilelerini ben birbirine katar, onların arttırdıklarını ben eksiltirim.
   Su getirirlerse ateş haline sokar, şerbet içerlerse zehir yaparım.
   Birbirlerine muhabbet bağlasalar sevgilerini yıkar, berbat ederim. Vehimlerine bile gelmeyen şeyleri yaparım ben.
   Sen korkma, ona uzun bir müddet mühlet ver… asker topla, yüzlerce hileler düz de” diye vahiy geldi.

     Musa aleyhisselâm’ın Firavun’a şehirlerdeki sihirbazları toplamak
                                         üzere mühlet vermesi

   Musa, “ Emir geldi, mühlet sana. Bizden kurtuldun, şimdilik ben yerime gidiyorum” dedi.

1100. Musa yola düştü, ejderha da bilgili ve dost bir av köpeği gibi peşine takıldı.
   Av köpeği gibi kuyruğunu sallayarakgidiyor,
ayaklarının altında taşları kum gibi eziyordu.
   Taşı, demiri nefesiyle çekip sömürmekte, demiri apaşikâr bir surette ağzında ezip çiğnemekteydi.
   Havalanıp burçların üstüne çıkmakta, Rum, Gürcü… herkes ondan kaçmaktaydı.
   Deve gibi ağzından köpükler saçıyordu. O köpüğün bir katresi kimin üstüne düşse cüzzam illetine tutuluyordu.

1105. Dişlerinin gıcırtısı, yürekleri yerinden oynatıyor, kara aslanların bile canları elden gidiyordu.
   O seçilmiş peygamber, kavminin yanına varınca ejderhayı boğazından yakaladı, ejderha asâ oldu yine.
   Asâya dayandı da dedi ki: “ Ne şaşılacak şey. Bizim yanımızda güneş, düşmana karşı gece!
   Ne hayret edilecek şey ki bu ordu, kuşluk güneşiyle dopdolu olan bu âlemi görmüyor.
   Göz de açık, kulak da; sonra da bu zekâ… Allah’nın gözbağcılığına hayretteyim!

1110. Ben onlara şaşırıyorum, onlar da bana şaşırıyorlar. Baharın onlar diken,ben yasemin:
   Onlara nice lezzetli şaraplarla dolu kadehler sundum. Fakat onlara kadehteki şerbet taş kesildi.
   Gül desteleri yaptım, götürdüm, her gül, diken oldu, şerbet zehire döndü.
   Bu kendisinden geçenlerin canlarına nasib olan bir şey. Onlar, kendilerine oldukça nasıl meydana çıkar?
   Yanımızda uyanık bir uyur gerek ki uyanıkken rüyalar görsün!

1115. Halkın düşüncelere dalması bu güzelim uykunun düşmanıdır. Halk, düşünceleri yatışmasın, uyumasın diye bu güzelim uykunun boğazını sıkar.
   Bir hayret lâzım ki düşünceleri silip süpürsün. Hayret, fikirleri de yok eder, zikirleri de!
   Hüner ve marifette kim daha kâmilse mâna bakımından artta sureta ileridedir.
   Allah “ Geri dönenler” dedi. Geri dönmek sürünün yazıdan gelip ağıla gitmesine benzer.
   Sürü, yazıdan dönüp geldi mi giderken en önde olan keçi artta kalır.

1120. Giderken geride kalan topal keçiye gelince suratı asıkları bile güldürecek bir halde öne düşer.
   Bu kavim, laf olsun diye topal olmadılar ya… öğünmeyi terk ettiler de ârı satın aldılar.
   Bu kavim, hacca ayakları kırık olduğu halde topallaya topallaya giderler. Sıkıntıdan kurtuluşa gizli bir yol vardır.
   Bu tarife gönüllerini bilgilerden yıkayıp arıtmışlardır. Çünkü bu yol, zâhirî bilgiyi tanımaz.
   Bu yolda, aslı o âlemden olan bir bilgi gerek. Zira her feri, aslında yol gösterir.

1125. Her kanat, denizi aşacak kudrete nereden sahip olacak? Allah bilgisi gerek ki insanı Allah’ya ulaştırsın.
   Şu halde adama sonunda gönülden silinip arıtılması lâzım olan bilgiyi neye öğretirsin?
   Öyleyse bu âlemde ileri gitmeye heves etme, topal ol da geri dönerken en öne düş.
   Ey nazik adam, ileri giden son gelenlerden ol. Taze ve turfanda meyve, ağaca nazaran daha ileridedir, derecesi  daha üstündür.
   Gerçi meyve ağaçtan sonra vücuda gelir, fakat hakikatte evvel odur, çünkü ağaçtan maksat odur.

1130. Melekler gibi “ Bizim bilgimiz yok de  de “ Ancak senin bildirdiğin bilgiyi biliriz” sırrı elini tutsun.
   Bu mektep de hecelemeyi bilmezsen Ahmed gibi akıl ve irfan nuriyle dolarsın.
   Şehirlerde ad san sahibi olmazsan, Allah kullarının halini daha iyi bilir ya, kaybolmazsın, merak etme.
   Altın definesini bilinmeyen viranelere gizlerler?
   Hiç defineyi bilinen yere koyarlar mı? İşte kurtulmanın, halâs olmanın da zahmet ve meşakkatlerde gizlenmesi buna benzer.

1135. Burada hatıra birçok şüpheler, tereddütler gelebilir ama iyi at, kösteklerini kırar, bukağıdan kurtuluverir.
   Onun sevgisi, şüphe ve tereddütleri yakan bir ateştir. Gündüzün nuru, bütün hayalleri siler süpürür.
   Ey Allah rızasını elde eden, bu suâl, sana o taraftan geldi, cevabını da o taraftan ara.
   Gönlün köşesiz köşesi yok mu? İşte o bucak, padişaha varan bir yoldur. Gönlün doğudan da olmayan, batıdan da olmayan aydınlığı, tek bir aydan meydana gelir.
   Ey mâna dağı, sen yoksullar gibi bu tarafa o tarafta neden ses arayıp durursun.

1140. Derde düşünce iki büklüm olup “ Yarabbi” diye yalvardığın taraf yok mu, bu sesi de o tarafta ara.
   Dert ve ölüm zamanı o tarafa yönelir, feryat ve figana düşersin. Dertten kurtulunca neden yabancıya dönüyor, hiç o tarafı aklına bile getirmiyorsun?
   Mihnet zamanında “ Allah” demeye başlar, sıkıntın geçti mi “ Nerede ona yol ?” dersin.
   Bu hal, şundan ileri geliyor: “ Allah’yı şeksiz, şüphesiz bilen, tanıyan, daima onu anlar, ondan hiç ayrılmaz.
   Fakat akıl ve şüphe hicaplarında kalan kişiye Allah tecellisi, gâh örtülür, gâh yenini, yakasını yırtıp görünür.

1145. Aklı cüzi gâh üstündür, gâh baş aşağı ,Aklı Külli ise bütün hâdiselerden kurtulmuştur, emindir.
   Akılla hüneri sat da hayreti satın al. Oğul, horluğa doğru git, Buhara’ya değil!
   Biz neye bu derece de söze daldık? Hikâye söyleyelim derken hikâye olduk gitti.
   Ben yokum zaten ağlayıp, ağlayıp sızlayarak masal oldum gitti… Bu suretle secde edenler arasına katılayım, onlarla beraber yuvarlanayım bari.
   İş bilen, söz anlayan adama bu söz, hikâye değil. Hâlimi anlatıyorum ben, sevgilinin huzurundayım ben!

1150. Âsi, bunlar önce gelip geçenlere ait aslı yok masallar dedi ya…Kur’an hakkında söylenen bu söz, nifak eseridir.
   İçinde Allah nuru olan Lâmekân âleminde nerede geçmiş, nerede gelecek, nerede hâl,
   Geçmiş, gelecek, sana göredir. Yoksa hakikatte ikisi de birdir. Fakat sen iki sanırsın.
   Bir adam, onun babasıdır, bizim oğlumuz, Zeydin altında olan dam, Amr’ın üstündedir.
   Damın altta, üstte oluşu, o iki adama göredir. Hakikatteyse dam tek bir şeydir, işte o kadar!

1155. Bu söz, onun misli değildir, bir misaldir ancak. Eski harfler, yeni mânayı ifade edemez ki.
    Ey tulum, burası madem ki ırmak kıyısı değil, ağzını kapat. Bu şeker denizinin ne kıyısı var, ne kenarı!

    Firavun’un sihirbazları çağırtmak üzere şehirlere adam göndermesi

   Musa, dönüp Firavun kalınca bütün rey ve tedbir sahiplerini danışmak üzere çağırdı.
   * ” Bizim de sihirbazlarımız var. Her bireri sihirde tek, bütün sihirbazla,r onlara uymakta” dediler.
   Padişahın, Mısır sultanı olan Firavun’un Mısır civarındaki bütün sihirbazları çağırmasını kararlaştırdılar.
   Firavun hemen bütün sihirbazların toplanması için etrafa bir hayli adam gönderdi.

1160. Nerede ünlü bir büyücü varsa gelmesi için on haberci yolladı.
   İki genç vardı ki büyü de pek şöhret bulmuşlardı. Sihirleri, aya bile tesir ederdi.
   Aydan apaşikâr süt sağarlar, bir yere gidecekleri vakit küplere binip giderler.
   Ay ışığını bez şekline sokup ölçer, biçer satarlardı.
   Müşteri, para verip alır, sonra anlayınca eyvahlar olsun deyip hayıflanmaya, yüzüne vurmaya başlardı.

1165. Onların, buna benzer nice sihirleri vardı ki herkes apaçık görür dururdu.
   Onlara da “ Padişah şimdi sizden bir çare aramakta.
   İki yoksul adam gelip padişahın köşkü önüne otağ kurdu.
   Bir sopadan başka bir şeyleri yok. Fakat emirleriyle ejderha oluyor.
   Padişah da çaresiz kaldı, ordusu da. Bu iki kişinin elinden hepsi feryad ve figana geldi.
   * Bir çare bulmanız için bu kulunu size gönderdi. Size haber gönderip buyuruyor ki:

1170. Bunları defetmek için bir çare bulun..karşılık olarak size hesapsız hazineler bağışlayacak” diye haber gönderdi.
   Bu haberi duyunca iki büyücünün de gönüllerine hem korku düştü, hem sevgi.
   Cinsiyet damarı atmağa başladı, ikisi de hayretlerinden başlarını dizlerine koydular.
   Sofinin meşk yeri dizidir,Müşkülü halletmek hususunda iki diz, âdeta sihirbazdır.

       O iki sihirbazın, babalarının ruhaniyetine sığınmaları ve Musa    
           aleyhisselâm’ın hakikatını babalarının ruhundan sormaları

   O iki büyücü, bu haberi alıp hayrete daldıktan sonra annelerine “ Anne, babamızın mezarı nerede? Bize göster” dediler.

1175. Anneleri, onlara rehberlik etti, babalarının mezarını gösterdi. Üç gün Allah rızası için oruç tuttular.
   Sonra “ Baba, padişah korkmuş, bize emir göndermiş...
   İki adam, onu sıkıştırmış, ordusunun önünde şerefine, haysiyetine dokunmuş.
   Onların ne silâhları var, ne askerleri. Bir tek asâları var ama o asâ da kıyametler koparıyormuş.
   Sen zâhiren toprakta yatıp uyuyorsun ama hakikatte doğrular ülkesine gitmişsin.

1180. Eğer onların yaptıkları sihirse bize haber ver.Canım babacığımız, onlar Allah eriyse, yaptıkları iş Allah’dansa yine bildir.
   De onlara uyalım, secde edelim, kendimizi bir kimyaya atalım ( da halis altın olalım).
   Ümidi kesilmiş biçareleriz. Bize bir ümit ver Allah tapısından sürülmüşleriz, bizi o tapıya yine onun keremi çekti” diye yalvardılar.

                Ölmüş büyücünün oğullarına cevap vermesi

   Babaları, onlara rüyalarında dedi ki: “Oğullarım, bunu açıkça söylemeye imkan yok.
   Apaçık ve olduğu gibi söylememe izin yok. Ama bu sır, uzak değil gözümün önünde.

1185. Size bir nişane göstereyim de gizli şey aşikâr olsun.
   Gözlerimin nurları, oraya varın da onun uyumakta olduğu yeri anlayın.
   O hakikat sahibi uyurken korkmayın asâyı almaya kalkışın.
   Eğer çalabilirseniz o sihirbazın biridir. Sihirbaza karşı çare bulmayı bilirsiniz siz.
   Yok eğer çalamazsanız aman ha aman… kendinize gelin, o, Allah eridir. Ululuk sahibi ve hidayet verici Allah’nın elçisidir.

1190. Yeryüzü doğudan batıya kadar Firavun’la dolsa savaş zamanı Allah, yine onu üstün eder; Firavun, baş aşağı gelir.
   Babalarının canı yavrucuklarım, bu doğru nişaneyi verdim işte. Buna göre iş yapın, Allah doğrusunu daha iyi bilir.
   Yavrularım, sihirbaz uyuyunca sihirinin, hilesinin hükmü kalmaz.
   Çoban uyudu mu kurt emin olur. Çoban uykuya daldı mı dikkati elden gider.
   Fakat bir hayvana Allah çobanlık ederse kurt, oraya nereden yol bulur, onu kapmayı nasıl umabilir?

1195. Hakk’ın yaptığı sihir, haktır, yerindedir. O yerli yerinde olan şeye sihirbazlık demek hatadır.
   Babalarının canı yavrular, bu keskin bir nişanedir. O peygamber, zâhiren ölse bile Allah yine onu yüceltir, kadrini yükseltir.

       Kadri yüce Kur’an, Musa’nın asâsına, Mustafa sallallâhi aleyhi
         vesellem’in vefatı, Musa’nın uykusuna, Kur’an’ı, değiştirmek
          isteyenler de Musa’yı uyur bulup asâyı çalmak isteyen o iki
                                      küçük sihirbaza benzer

   Allah’nın lûtufları, Mustafa’ya vaitlerde bulundu da dedi ki: “ Sen ölsen bile bu din, bu iman ölmez.
   Senin kitabını, mucizeni ben yüceltirim. Kur’an’dan bir şey eksiltmeye, ona bir şey katmaya yeltenen kişiye ben mâni olurum.
   Ben seni iki cihanda da korurum. Sözünü kınayanları terk eder, onları hor hakir bir hale korum.

1200. Hiç kimse Kur’an’ı değiştirmeye kudret bulamaz; ona ne bir şey ilâve edebilirler, ne ondan bir şey eksiltebilirler. Sen benden daha iyi başka bir koruyucu arama!
   Senin parlaklığını gün geçtikçe artırır, adını altınlara, gümüşlere bastırırım.
   Senin için mimberler, mihraplar kurdururum.Ben, seni öyle seviyorum ki senin kahrın, benim demektir.
   Şimdi adını korkudan gizlice söylüyorlar, namaz kılacakları zaman gizleniyorlar.
   Melûn kâfirlerin korkusundan dinin mağaralarda gizli kalıyor ya...

1205. Bütün âlemi minarelerle dolduracağım, âsilerin gözlerini kör edeceğim ben.
   Kulların şehirler alacak, mevkiler bulacak…
   Dinin balıktan aya kadar her tarafı kaplayacak.
   Ey Peygamberimiz, sen sihirbaz değilsin, doğrusun… sen de Musa’nın giydiği elbiseyi giymişsin, sen de onun gibi bir peygambersin.
   Kur’an’ın, Musa’nın asâsına benze,r küfürleri ejderha gibi sömürüp yutar.

1210. Sen, toprak altında uyursun ama o tertemiz söz asâ gibi her şeye agâhtır.
   Kast edenlerin elleri o asâya ulaşamaz.Uyu ey padişah, uyu… uykun mübarek olsun!
   Bedenin uyur ama nurun göklere ağar, düşmanlarını kahretmek için okunu kur, yayını ger.
   Felsefeci, aleyhine söylenmeye yeltenir ama nurunun oku ağzını oklar, onu susturur.”
   Hakikaten de öyle oldu, hattâ bu vaitten de üstün şeyler vücuda geldi. O uyudu, fakat bahtı, ikbali uyumadı.
 
1215. Babalarının canı yavrularım, sihirbaz uyudu mu işinin parlaklığı gider, sihrinin tesiri kalmaz.”
   Bu sözleri duyup uyandılar, ikisi de kabri öpüp o ulu savaş için Mısır’a hareket ettiler.
   Mısır’a varınca Musa’yı, Musa’nın evini aramaya başladılar.
   Onların Mısır’a geldikleri gün de Musa, tesadüfen bir hurma ağacının altında uyumaktaydı.
   Sordukları adamlar onlara “ Varın hurmalıkta arayın” dediler.

1220. Hurmalığa geldikleri zaman bir de baktılar ki hurma fidanlarının dibinde bir uyuyan var, fakat cihanın uyanığı!
   Naz ederek baş gözlerini yummuş ama arş da gözlerinin önünde, ferş de!
   Gözleri açık, fakat gönlü uykuda nice adamlar var… zaten su ve toprak ehli olanın gözü ne görebilir ki?
   Fakat gönlü uyanık olanın baş gözü uyusa bile gönlünde yüzlerce göz açılır.
   Gönül ehli değilsen uyanık ol, uyuma. Bir gönül iste, mücadeleye giriş.

1225. Gönlün uyandı mı güzelce uyu. Gayri gözünden ne yedi kat gök kaybolur, ne altı cihet!
   Peygamber, “ Gözüm uyur ama kalbim nasıl uyur, buna imkan mı var?” dedi.
   Bekçi farzet ki uyumuş fakat padişah uyanık ya. Gönül gözleri açık olduğu halde uyuyanlara can feda!
   Ey mânevi er, gönül uyanıklığını anlatmaya kalkışsam binlerce Mesnevî’ye sığmaz.
   Sihirbazlar, Musa’yı sırt üstü yatmış görünce asâyı çalmaya kalkıştılar.

1230. Hemencecik asâyı çalmak için Musa’nın ardından gidecekler, sopayı kapıvereceklerdi.
   Onlar, azıcık yürüyüp bu işe niyetlenir niyetlenmez asâ titremeye başladı.
   Öyle bir titremeye başladı ki her ikisi de korkudan yerlerinde katılıp kaldılar.
   Sonra asâ ejderha oldu, onlara saldırdı. İkisi de sapsarı kesilip kaçmaya başladılar.
   Korkudan her inişte sendeleyip yuvarlanarak yüz üstü düşüyorlar, kalkıp yine kaçmaya çalışıyorlardı.

1235. Katiyetle anladılar ki bu iş Allah işi, sihirbazların harcı değil bu!
   Korkularından âdeta sıtmaya, hummaya tutulmuş gibi titriyorlardı; ölüm haline gelmişlerdi.
   Yaptıkları işten dolayı özür dilemek üzere Musa’ya bir adam gönderdiler.
   “ Evvelce sana hased ediyor, seni kıskanıyorduk, o yüzden sınadık, yoksa seni sınamak kimin haddine düşmüş?
   Sen bir Padişahsın, senin yanında biz mücrimiz, bizi affet ey Allah dergâhı haslarının hası! Diye ricada bulundular.

1240. Musa onları affetti, derhal iyileştiler, sıhhat buldular, Musa’nın önünde yere secde ettiler.
   Musa dedi ki: “ Ey ulular, sizi affettim. Cehennem teninize haram oldu, canınıza da.
   Ey dostlar, ben sizi görmemiş olayım, siz de beni görmemiş gibi davranın.
   Kalben âşina, fakat zâhiren yabancı bir halde padişahın huzuruna benimle savaşmaya gelin!”
   Bunun üzerine sihirbazlar yeri öpüp gittiler,
çağırıldıkları zamanı ve fırsat vaktini gözetmeye koyuldular.

     Sihirbazların şehirlerden toplanıp Firavun’un huzuruna gelmeleri,        
         ihsanlara nail olmaları, ellerini göğüslerine koyup düşmanını    
                               kahredeceklerine dair söz vermeleri

1245. Sihirbazlar Firavun’un huzuruna geldiler. Firavun onlara bir çok ihsanlarda bulundu, elbiseler verdi.
   Onlara daha bir hayli ihsanlarda bulunacağına dair vaitlerde bulundu, önceden de kullar, atlar, ağır ve değerli şeyler, yiyecek ve içecek verdi.
   Ondan sonra: “ Ey devletimle ileri giden kişiler, imtihanda galip gelirseniz,
   Size o derecede ihsanlarda bulunacağım ki cömertlik de utanacak” dedi.
   Sihirbazlar da cevaben dediler ki: “ Padişahın sayesinde galebe edeceğiz, düşmanın bitik bir hale gelecek.

1250. Biz bu fende saflar bozan yiğitleriz. Âlemde kimse bizimle başa çıkamaz.”
   Musa’nın anılışı, hatırları oraya bağlıyor, bu hikâyeler evvelce olup biten şeylere aittir zannını veriyor.
   Halbuki Musa’yı anmamız işi gizlemek için. Yoksa Musa’nın nuru, ey iyi adam, senin bugün elinde.
   Musa da sende, Firavun da. Bu iki düşmanı da kendinde ara sen.
   Musa, kıyamete kadar vardır. Nuru hep o nurdur, başka nur değil… değişen yalnız kandildir.

1255. Bu kandille fitil başka, fakat nuru başka nur değil, hep o âlemden.
   Kandile bakarsan kayboldun gitti. Çünkü ikilik ve sayıya sığış, kandile göredir.
   Fakat nura baktın mı ikilikten de , önü, sonu bulunan cisim âleminin sayısından da kurtulursun.
   Ey varlık hulâsası, müminle Mecusi ve Yahudi’nin birbirlerine aykırılığı, hep bakış, görüş yüzündendir.

             Filin, nasıl bir hayvan olduğu ve şekli hususunda ihtilâf

   Hintliler karanlık bir ahıra bir fil getirip halka göstermek istediler.

1260. Hayvanı görmek için o kapkaranlık yere bir hayli adam toplandı.
   Fakat ahır o kadar karanlıktı ki gözle görmenin imkânı yoktu. O, göz gözü görmeyecek kadar karanlık yerde file ellerini sürmeye başladılar.
   Birisi eline hortumunu geçirdi, “ Fil bir oluğa benzer “ dedi.
   Başka birinin eline kulağı geçti, “ Fil bir yelpazeye benziyor “ dedi.
   Bir başkasının eline ayağı geçmişti, dedi ki: “ Fil bir direğe benzer.”

1265. Bir başkası da sırtını ellemişti, “ Fil bir taht gibidir é dedi.
   Harkes neresini elledi, nasıl sandıysa fili ona göre anlatmaya koyuldu.
   Onlsrın sözleri, görüşleri yüzünden birbirine aykırı oldu. Birisi dal dedi, öbürü elif.
   Herkesin elinde bir mum olsaydı sözlerindeki aykırılık kalmazdı.
   Duygu gözü ancak avuca, ancak köpüğe benzer, avuç bütün fili birden elleyemez ki !

1270. Denizi gören göz başka, köpüğü gören göz başka. Köpüğü bırak da denizin gözüyle bak sen.
   Köpükler, gece gündüz denizden meydana gelir, onları deniz harekete getirir. Fakat sen ne şaşılacak şey, köpüğü görüyorsun da denizi göremiyorsun!..
   Biz, gemilere benziyoruz. Aydın denizin içindeyiz de gözlerimiz görmüyor, birbirimize çarpıp duruyoruz.
   Ey ten gemisine binmiş, uykuya dalmış adam, denizi gördün ama asıl denizin denizine bak!
   Denizin de bir denizi var, onu sürüp duruyor. Ruhun da bir ruhu var, onu istediği tarafa çeker çevirir ?

1275. Güneş, bütün varlık ekinini suladığı vakit Musa neredeydi, İsa nerde ?
   Allah bu yaya kiriş taktığı zaman Âdem neredeydi, Havva nerede ?
   Bu söz de noksandır, bu sözün de bir neticesi yoktur. Noksan olmayan söz o tarafa, hakikat âlemine ait olan sözdür.
   Fakat sana söylense hemencecik o misale yapışır, o sureti hakikat sanırsın a yiğidim!

1280. Ot gibi ayağın yere bağlı… hakikate erişemez de bir yelle başını sallar durursun.
   Ayağın yok ki bir yerden bir yere gidebilesin, yahut çalışıp çabalayıp ayağını bu balçıktan kurtarasın.
   Nasıl kurtarabilir, nasıl bu balçıktan ayağının çekebilirsin? Hayatın bu balçıktan. Hayatını terk etmekse senin için pek müşkül bir şey!
   Fakat ey yoksul adam, Hak’tan hayat bulursan topraktan müstağni olur, bu balçığı o vakit terk edersin.
   Süt emen çocuk dadıdan vazgeçti mi yemek yemeğe başlar, artık onu bırakır gider.

1285. Sen, topraktan biten taneler gibi yerin sütüne bağlanmış, ona bağlanmış, ona alışmışsın. Kalblerin gıdasına alış da bu sütten kesilmeye bak!
   Ey hicapsız nurları kabul etmeye istidadı olmayan kişi, hiç olmazsa harflerde gizlenmiş bir nur olan hikmet sözlerini duy, onları ye!
   Böyle böyle o hicapsız nuru da kabul etmeye istidat kazanır, gizli nuru da hicapsız olarak görürsün.
   Bu suretle yıldız gibi felekte seyreder, hattâ felekten hariç keyfiyetsiz seferlere düşersin!
   Yokluktan varlığa geldin ya… kendine gel, geldin ama nasıl geldin Sarhoşça… hiç kendinden haberin yok!

1290. Geldiğin yollar aklında bile kalmadı. Fakat biz yine sana bir remiz söyleyecek, bir şey hatırlatacağız.
   Bu aklı terk et de hakikî akla ulaş. Bu kulağı tıkda da hakikî kulak kesil!
   Hayır hayır… söyleyeceğim, çünkü henüz hamsın sen. Daha ilkbahardasın, Temmuzu görmedin bile!
   Ey ulular, bu cihan bir ağaca benzer; biz de bu âlemdeki yarı ham, yarı olmuş meyveler gibiyiz.
   Ham meyveler, daha iyice yapışmıştır, ordan kolay kolay kopmazlar. Çünkü ham meyve köşke, saraya lâyık değildir ki.

1295. Fakat odluda tatlılaştı, dudağı ısırır bir hale geldi mi artık dallara iyi yapışmaz, hemen düşüverir.
   O baht ve ikbal yüzünden adamın ağzı tatlılaştı mı insana bütün cihan mülkü soğuk gelir.
   Bir şeye sımsıkı yapışmak, bir şeyde taassup göstermek hamlıktır. Sen ana karnında çocuk halindeyken işin gücün ancak kan içmeden ibarettir.
   Söylenecek bir şey daha kaldı ama ben söylemeyeceğim, sana onu Ruhulkudüs bensiz söylesin.
   Hayır hayır… Ruhulkudüs değil, sen kendin, kendi kulağına söylersin… orada hakikatte ne ben varım, ne benden başkası, sen de bensin zaten canım efendim!

1300. Bu rüyaya benzer. Uykuya daldın mı kendinden geçer, fakat yine kendinden kendine gelmiş olursun.
   Kendini duyar, dinler de senden başka gizli bir adam rüyada sana söz söylüyor sanırsın.
   A güzelim yoldaşım, sen alelâde tek bir adam değilsin ki. Sen bir âlemsin, sen bir derin denizsin.
   O senin muazzam varlığın yok mu. O belki dokuz yüz kattır. O, dibi, kıyısı bulunmayan bir denizdir, yüzlerce âlem, o denize dalar gark olup gider.
   Zaten burası ne uyanıklık yeri, ne uyku yeri. Buradan bahsetme, Allah, doğrusunu daha iyi bilir.

1305. Bahsetme de asıl bu âlemden bahse muktedir olanlardan dile gelmez, söze sığmaz bahisler işit!
   Bahsetme de o güneşten kitaba yazılmaz, hitaba girmez sözler duy!
   Bahsetme de sana bu âlemden ruhun bahsetsin… Nuh’un gemisinde yüzgeçlik bahsini bırak!
   Bu bahse girirsen Kenan’a benzersin. Bana düşman olan Nuh’un gemisini istemem diye o da yüzmeye girişmişti.
   Nuh, ona “ Hey, gel, babanın gemisine gir de behey aşağılık oğul, tufana gark olma “ demişti.

1310. O, “ Hayır, ben yüzme öğrendim. Senin mumundan başka bir mum yaktım “ diye cevap verdi.
   Nuh, “ Kendine gel, buna belâ tufanının dalgası derler. Bugün yüzme bilenin eli, ayağı bir işe yaramaz “ dedi.
   Fakat Kenan dedi ki: “ Yok yok… ben o yüce dağa çıkarım; o dağ beni her türlü belâdan kurtarır.”
   Nuh, “ Aklını başına topla, şimdi dağ, bir saman çöpü mesabesindedir.
   Allah, kendi dostundan başkasına aman vermez” dediyse de Kenan,

1315. Ben ne vakit senin öğüdünü dinledim ki benim de sana uyanlardan olmama tamah ettin,
   Senin sözün bana hiç hoş gelmedi ki… ben, iki âlemde de senden uzağım “ dedi.
   Nuh, “ Yapma yavrum, bugün, naz günü değildir… Allah’nın ne eşi var, ne benzeri!
   Şimdiye kadar inat etmedin ama bu zaman, nazik bir zaman. Bu kapıda kimin nazı geçer ki?
   O, ezelde “ Doğmadı da, doğurmaz da” hakikatine mahzardır. Allah’nın ne babası var, ne oğlu, ne amcası!

1320. Oğulların nazını nerden çekecek, babların niyazını nerden duyacak?
   “ Ey ihtiyar, ben doğmadım, bana az nazlan… ey genç, ben baba değilim, öyle pek salınma!
   Ben koca değilim, şehvetim de yok… hanım nazı bırak.
   Bu hususta kulluktan, ihtiyaçtan, zaruretten başka hiçbir şeyin itibarı yok “ demekte,
   Dedi ama Kenan: “ Baba, yıllardır bu sözleri söylemektesin, yine de söylüyorum… cahil misin ne?

1325. Bu sözleri herkese ne kadar söyledin de nice soğuk cevaplar aldın, kötü sözler duydun.
   Bu soğuk sözlerin kulağıma bile girmedi, şimdi mi girecek? Artık ben bilgi sahibiyim, büyüdüm” diye cevap verdi.
   Nuh, “ A yavrum, bir kerecik olsun babanın öğüdünü tutsan ne olur? “ dedi.
   O, böyle güzel güzel nasihatler ediyor, Kenan’da bu çeşit ağır sözlerle karşılık veriyordu.
   Ne babası, Kenan’a öğüt vermeden usandı, ne o kötü oğlun kulağına babasının bir sözü girdi!

1330. Onlar, böyle konuşup dururlarken bir çevik dalgadır geldi. Kenan’ın başından aştı, onu boğup götürüverdi.
   Nuh, “ Ey sabırlı padişahım, eşeğin öldü, yükümü sel götürdü.
   Bana nice defalar, sana mensup olanlar tufandan kurtulacaklar diye vaitlerde bulundun.
   Ben de âfım, senin vaitlerine kandım, ümitlendim… iyi ama neden sel kilimini aldı, götürdü*” dedi.
   Allah dedi ki: “ O senin ehlinden, yakınlarından değil… kendin de görmedin mi? Sen aksın o mavi!

1335. Dişine kurt girdi mi çıkartmaktan başka hiçbir çaresi yoktur.
   Çıkarmalı ki vücudun, onun yüzünden elemlere düşmesin… o, senin oğlundu ama sen onu terk et, benim bir şeyim değil de.”
   Nuh, dedi ki: “ Yarabbi, senden başka kimsem yok. Sana teslim olan ağyar sayılmaz.
   Sana karşı ne haldeyim, ihlâsım nasıl? Zaten biliyorsun.
   Çayırlıklar, çimenlikler, nasıl yağmura muhtaçsa, nasıl yağmurdan yeşerir, yetişirse ben de sana öyle muhtacım, onlar gibi senden yetişmekteyim; hattâ ihtiyacım onlardan yirmi kat fazla,
   Yoksul, seninle diridir, seninle neşelenir; vasıtasız, hailsiz senden gıdalanır, bende böyleyim işte.

1340. Ey kemâl sahibi Allah ne seninleyim, ne senden ayrı. Seninle keyfiyetsiz, sebebsiz, illetsiz bir haldeyim.
   Biz balıklarız, hayat denizi sensin. Ey iyi sıfatlı Allah, senin lûtfunla diriyiz.
   Sen düşünceye de sığmazsın, sebeble de izah edilemezsin.
   Bu tufandan önce de her macerada söz söylediğim sendin, tufandan sonra da söz söyleyeceğim sensin.
   Ben, seninle konuşuyorum, ey yepyeni sözler bağışlayan ve eski sözlere sahip olan Rabbim, onlarla değil.

1345. Âşık, gece gündüz gâh çadır yerlerinde kalan çerçöpe, gâh harabelere hitabeder;
   Zâhiren çadır yerlerinde kalan süprüntülere, çerçöpe yüz tutar, onlara hitabeder ama kimi öğüyor, kimi*
   Şükrolsun tufan gönderdin de o süprüntüleri, o yapı bakiyelerini ortadan kaldırdın.
   Çünkü onlar kötü ve aşağılık binalardı, kötü ve aşağılık yığınlardı. Bize ne sesleniyorlar, ne sesimize karşılık veriyorlardı!
   Ben öyle yapılar isterim ki onlara hitabedince dağ gibi sesime ses versinler,

1350. De adını iki kere duyayım. Ben canıma can olan, ruhuma istirahat veren adına âşığım.
   Her peygamber, senin adını iki kere duysun diye dağı sever.
   O alçak ve taşlık dağ, farenin, yurdu olmaya lâyıktır, bizim yurdumuz değil!
   Ben söyleyeyim de o bana yâr olmasın, sözlerim cevapsız kalsın, sesime ses bile vermesin ha!
   Öyle dağı yerle yeksan etmek…insana hemdem olmadığından onu ayaklar altına atıp ezmek daha iyi!

1355. Allah: “ Ey Nuh, eğer istiyorsan bütün boğulanları yeniden ve tekrar dirilteyim, yeryüzüne getireyim.
   Senin hatırını bir Kenan için kırmam ben. Fakat seni ahvalden haberdar ediyorum” dedi.
   Nuh, “ Hayır hayır… eğer beni de gark etmek istesen yine hükmüne razıyım.
   Her an beni gark et. Hoşlanırım bundan, hükmün cana benzer, canla başla razıyım.
   Hiç kimseciğe bakmam, bakmam bile o bakış bahanedir, gördüğüm sensin.

1360. Şükür, zamanında da senin yaptığın işe, sana âşığım, sabır zamanında da. Kâfir gibi hiç senin yarattığına âşık olur muyum?
   Allah hükmüne âşık olan nurlanır, yarattığına âşık olansa kâfir olur “ diye cevap verdi
     Küfre razı olma küfürdür, hadisiyle kaza ve kaderine razı olmayan
       benden başka bir Allah arasın hadisinin mânalarını birleştirmek
   Dün mübahaseyi seven birisi, bana bir sual sordu.
   Dedi ki: “ Küfre razı olmak küfürdür.” Bunu Peygamber söyledi, onun söylediği söz de doğrudur, yerindedir.
   Sonra da yine “ Müslüman olan kişinin her türlü kazaya razı olması lazımdır” buyurdu.

1365. Kafirlik ve münafıklık da Allah’nın kaza ve kaderiyle
değil mi? Fakat buna razı olursak( ilk hadise göre) kötülük etmiş olmaz mıyız?
   Razı olmazsak o da suç… peki, ikisinin arasında hangi çareye başvuralım.”
   Ona dedim ki: “ Bu küfür, Allah’nın takdiriyledir ama Allah’nın hükmüyle, Allah’nın emir ve rızasıyla değildir. Bu küfür yalnız kaza ve kaderin eserlerindendir.
   Hocam, Allah’nın kaza ve kaderini, Allah’nın bilgisi olarak bil de şüphe ve tereddüdün kalmasın.
   Küfrede razıyız, çünkü Allah’nın bilgisine muvafıktır, fakat bizim fenalığımızdan, bizim kötülüğümüzden meydana geldiğinden de razı değiliz.

1370. Küfür Allah bilgisi olmak bakımından küfür değildir, Hakk’a kâfir deme, burada dur!
   Küfür, cahillikten meydana gelir, fakat küfrün takdiri, Allah’nın bilgisidir, ( Allah, kâfirin kâfirliğini ezelde bilir, bildiği gibi de zuhur eder). Rüya ve mülâyimlik mânasına gelen hilm ile, sümük mânasına gelen hilm nasıl bir olur?
   Çirkin resim, ressamın çirkinliğini icap ettirmez ya. Çirkini de yaptığına, yapabildiğine bir delil olur ancak.
   Hattâ hem çirkin resmi, hem de güzel resmi yapabildiğinden ressamın, kuvvetli bir ressam olduğuna delildir.
   Bu bahsi açar, düzüp koşarsam sual ve cevaplar uzar gider.

1375. Ben de aşk nüktesinin zevkini kaybederim. Allah’ya hizmet, başka bir şekle döner, maksat hidayetten dalâlet olur.

        Hayretin, mübahase ve düşünceye mâni olduğuna dair misal

   Saçı sakalı kır bir adam, iyi bir berberin önüne gider de,
   “Yiğidim, saçımdaki sakalımdaki akları ayır, yol. Bir yeni gelin aldım der.
   Berber, adamın sakalını dipten tıraş ederek kılları önüne kor da der ki: “ Benim bir işim çıktı sen ayırıver!”
   İşte bunun gibi bu sual, şu da cevabı, artık sen ayırıver… din kaygısı, bunlarla uğraşmaya vakit bırakmaz.

1380. Birisi Zeyd’e bir sille vurur. Zeyd de hileye sapıp onu dövmek üzere üstüne saldırınca,
   Adam: “ Dur, senden bir şey soracağım, cevabını ver, sonra beni döv.
   Senin kafana vurunca şırak diye bir sestir çıktı. Şimdi burada dostça senden bir sualim var:
   Bu şırak sesi benim elimden mi çıktı, yoksa senin kafandan mı ey uluların öğündüğü ulu zat?” dedi.
   Adamcağız dedi ki: “ Acıdan kurtulmadım ki bu düşünceye dalayım.

1385. Senin derdin yok, sen düşüne dur.” Dert sahibi böyle düşüncelere saplanamaz, kendine gel!

                                         Hikâye

   Sahabenin ruhlarında Kuran’a karşı fevkalâde bir iştiyak vardı ama aralarında hafız pek azdı.
   Çünkü bir meyve oldu mu kabuğu adamakıllı incelir, çatlar, dökülür.
   Ceviz, fıstık ve badem bile olunca kabukları incelir.
   İlmin hakikati de kemâle gelince kışrı azalır.
   Zira sevgilisi, âşıkı yakar, yandırır.

1390. İstenen, sevilen kişinin vasfı, isteyen, seven kişinin vasıflarının zıddıdır. Vahiy ve nur şimşeği, peygamberi yakar.
   Kadîm olan Allah’nın sıfatları tecelli edince hâdisin sıfatlarını yakar, mahveder.
   Sahabe arasında birisi Kur’an’ın dörtte birini ezberledi de duyuldu mu, sahabe, bu bizim ulumuzdur derdi.
   Böyle bir büyük mâna ile sureti bir arada cem etmek, hayretlere düşmüş, mest olmuş padişahtan başka kimseye mümkün değildir.
   Böyle bir sarhoşluk âleminde edep kaidelerine riayet etmenin zaten imkânı yoktur, bu imkân bulunsa bile şaşılacak şeydir doğrusu!

1395. İstiğna âleminde niyaza riayet etmek, yuvarlak bir şeyle uzun bir şeyi, zıddoldukları halde bir arada cem etmeye benzer.
   Sopa, esasen körlerin sevgilisidir. Kör, Kur’an sandığına benzer ancak.
   Körlerin sözleri, Mushaf harfleriyle, eski hikâyelerle, korkutuşlarla dolu sandıklardır.
   Fakat Kur’an’la dolu sandık, boş sandıktan iyidir elbet.
   Yüksüz sandık fareler ve yılanlar dolu sandıktan daha iyidir.

1400. Hâsılı insan, vuslata erdi mi vasıta olan kadın, adamın gözüne soğuk görünmeye başlar.

AÇIKLAMALAR ( Beyitler  701 - 1400 )

B. 740. "Allah Kıyamet günü der ki: Bugün doğrulara doğruluklarının fayda verdiği gündür. Onlara öyle bahçeler verilir ki ağaçlar altından ırmaklar akar, orada ebediyen kalırlar. Allah, onlardan razı olur, onlar Allah'dan. İşte bu, pek büyük bir kurtuluş, pek büyük bir nimettir." (Sure 5, Maide, âyet 119).

B. 741. "Emredildiğin gibi hareket et, doğru ol, seninle beraber inananlar, kötülüklerinden tövbe edenler de doğru olsunlar, azgınlık etmesinler. Şüphe yok, Allah sizin yaptığınız şeyleri görür" (Sure II, Hûd, âyet 112).

B. 746 dan sonraki hikâye. Baûroğlu Bel'am bir, yahut iki kere sınanırlar... öyle olduğu halde yine de ne tövbe ederler, ne öğüt tutarlar" (Sure 9, âyet 126).

B. 746 dan sonraki hikâye. Baûroğlu Bel'am. C. I, S. 327, B. 3297 ye  bakınız.

B. 757. "Rabbimiz dedi ki: Beni çağırın da size icabet edeyim. Beni çağırmada ululuk gösteren kişileri hor bir surette cehenneme koyacağım" (Sure 40, âyet 60).

B. 767. Şaman C. I, S. 379 a bakınız.

B. 769. Fahreddin-i Razî'ye telmih vardır. C. I, S. 132,  B. 1350 ye  de  bakınız.

B. 775. Mina, Mekke'de bir ovanın adıdır. Müslümanlar hac âyininde o ovada Şeytan'ı taşlarlar. C. II, S. 181, B. 2231 ve S. 209, B. 2243 e  de bakınız.

B. 770. Levih. C. I, S. 104, B. 1064 e bakınız.

B. 785. Harun, Musa Peygamber'in kardeşidir ve onunla  beraber peygamberlik  etmiştir.

B. 789 dan sonraki başlık "Dilesek onları mutlaka sana gösteririz, onları yüzlerinden tanırsın. Konuşulurken de yine onları tanır, bilirsin. Allah da sizin yaptıklarınızı bilir." (Sure 47, Muhammet, âyet 30).

B. 790. "Münafıkları görünce vücutlarının iriliği seni şaşırtır. Konuşurlarsa sözleri seni çeker, dinlemeye başlarsın. Fakat onlar kuru sopalara benzerler, sanki bir duvara dayanmışlardır. Duydukları sesi kendi aleyhlerine sanırlar  onlar  düşmandır sakın onlardan..."  (Sure 63 Münafikun, âyet 4).

B. 796 dan sonraki bahis. C. I, S. 52, B. 535 e bakınız.

B. 834. Sure 25, Furkan, âyet 63.

B. 841. Müneccim, yıldızları yeryüzüne ve insanlara tesiri bilgisine, astronomiye sahip olan kişidir. Düş yorucu da rüyaları yoran ve onlardan gelecek zamana ait hükümler çıkaran kişidir. Büyücü, büyü yapan, yani bazı otlar, kökler yakarak acayip dualar okuyup yapılmak istenen şeyi elde etmeye çalışan adamdır.

B. 859. O vakit Moğollarla Mısırlıların arası pek açıktı, Anadolu'da ve Moğolların hâkim oldukları yerlerde bir adamın Mısırlılarla münasebeti olduğunu söylemek o adamı soyu ile mahvetmek, demekti. Bu beyitten sonraki hikâye de bu tarihî düşmanlığı belirtmektedir.

B. 901 ve bu beyitten sonraki bahis. Her peygamber, ana karnına düşünce gökte yıldızı doğarmıs. Bu inanış İncil'de de vardır. (Metta, ikinci bap).

B. 953-954. C. I, S. 53, B. 547 ye bakınız.

B. 959 dan  itibaren başlayan hikâye. Firavun, gördüğü  rüyadan korkarak saltanatını yıkacak çocuğun doğmaması  için İsrailoğullarının yeni doğan çocuklarını öldürtüyordu. Musa'nın anası, oğlunun öldürülmemesi için Musa'yı bir sepete koyarak Nil'e atmış ve çocuk Firavun'un karısı tarafından bulunarak saraya götürülmüştü.  Sonra anası bu çocuğa sütnine olmuş ve bu   suretle Musa, Firavunun sarayında büyüyüp yetişmiştir. Tevrat'tan alınan bu hikâye Kur'anda  da  anlatılır (Sure 28, Kasas, âyet 6-14).

B. 975 ten  sonraki  hikâye. O vakitler, yılan oynatma âdeti vardı. İhtimal hikâye edilen vaka,   olmuş bir vakadır. Yılan, boğa yılanı olsa gerek.

B. 1010. C. I, S. 27,  B. 278-279 a  bakınız.

B. 1014. C. II,  S. 46, 48,  B. 439,  915 e bakınız.

B. 1015. Süleyman Peygamber'in  rüzgâra  emrettiği ve  rüzgârın,  tahtını  gündüz  bir  aylık,  gece de bir aylık yola  götürdüğü, cinlerin,  perilerin de  onun hükmüne tâbi oldukları Kur'anda anlatılmaktadır  (Sure 34, Sebel, âyet  21-13).

B. 1016. C. I, S. 105,  B. 1077 ye  bakınız.

B. 1017. C. I,  S. 83, B. 864 e  bakınız.

B. 1017. C. II, S. 208, B. 2112-2119 a  bakınız.

B. 1018. Bir taşın H. Muhammed'e selâm verdiği ve bir dağın Yahya Peygamber' i düşmanlarından korumak üzere çağırdığı rivayet edilmiştir.

B. 1023. Kur'anın  17 inci  suresi  olan Esra suresinin 44 üncü âyetinde "yedi kat gökle yeryüzü ve göklerle yerde ne  varsa  hepsi  Allah'yı  tesbih  eder  ama onların  tesbihini siz  anlamazsınız, hiçbir  şey yoktur ki, onu  överek  anmasın:  Şüphe yok  o,  halimdir ve  günahları ziyadesiyle örtücüdür"   denmektedir.

B. 1027. İtizal ehli:  C. II, S. 6, B. 61 e bakınız.

B. 1050. (Azrail diğer bir okunuşa göre İzrail) ecel meleğidir. Kendisine yardım eden meleklerle canları alır. Bu meleğe Türkçe’de canalıcı derler, Yunusta böyle geçiyor.

B. 1051. Haccacı Zalim. Emevîler zamanında Hicaz ye Irak ülkelerinin valiliğini etmiştir. Mekke’yi yakıp yıkmıştır, bu arada Kabe de yanmıştır. Pek zalim olan bu adamın 120.000 kişi öldürdüğü ve öldüğü zaman zindanda 50.000 kişinin mahpus bulunduğu söyleniyor. Hicri 95 te (713-714) ölmüştür.

B. 1071. Birisinin aleyhine çalışmaya "Aleyhine çömlek kaynatma" denir. Halk tabirlerindendir. Büyücüler insan şeklinde mumdan bir şey yapar, su dolu çömlek içinde kaynatırlar, ölümü istenen adam da bu mum eridikçe erir, ölürmüş. Yine içme yazılar yazılan, yahut dualar, acayip şekiller yazılmış kâğıtlar atılan çömleklerde su kaynatılır ve bir adamın işlerinin karmakarışık bir hale gelmesi temin edilirmiş.

B. 1130. Allah Âdem'i yaratacağı vakit meleklere, yeryüzünde kendisine bir halife yaratacağını söylemiş, olanlar yerin düzenini bozacak ve kan dökecek olan insan cinsinin yaratılmamasını istemişler, Allah, siz benim bildiğimi bilmezsiniz demiş ve Adem'i yaratmış, ona her şeyin adını belletmiş, sonra bu adları meleklere sormuş, onlar "Seni tesbih ederiz, bildirdiğin şeylerden başka şey bilmeyiz, bilen de sensin, hükmeden de sen" diye acizlerini söylemişler (Sure 2, Bakara, âyet 30-32. C. I, S. 121, B. 1234 e de bakınız.)

B. 1131. H. Muhammet, rivayete göre anadan doğduğu gibi kalmış, yani okuma yazma öğrenmek için mektebe gitmemiş ve okuma yazma bilmezmiş. C. I, S. 51, B. 529 a bakınız.
B. 1150. Kur'anın 83 üncü suresi olan Mutaffifin suresinde Kureyş ulularının Kur'an âyetlerine "Geçmişlerin masalları" dedikleri anlatılmaktadır (âyet 13).

B. 1162. Eskiden büyücülerin küplere binerek gidecekleri yere gittiklerine inanılırdı. Bu inanış, masallarımıza kadar girmiştir. Aynı zamanda günlük lisanımıza da geçmiş ve kızan kimseye "Küplere bindi" denegelmiştir.

B. 1173. Sofiler murakabe yaparlarken, sağ dizlerini dikip sol dizlerini yere korlar ve sol ayaklarının, üstüne otururlar, iki ellerini sağ dizlerinin üstüne kavuşturup başlarını ellerine dayarlar. C. II, S. 15, B. 158 e bakınız.

B. 1298-1299. Ruhülkudüs, yani Mukaddes ruh, hıristiyanlarda Allah'nın üç şahsiyetinden biridir. Eb, yani baba, Allah'nın hayat sıfatına, İbn yani oğul, Allah'nın kelâm sıfatına, Ruhülkudüs ise Allah'nın kudret sıfatına delâlet eder. Onlara göre Ruhülkudüs, İsa’da teşahhus eden Allah kudretidir ve Azizlerde de bu kudret zuhur eder, mucizeleri o kudret gösterir. Kur'an da İsa'nın, Ruhülkudüs'le kuvvetlendiğini söyler (Sure 2, Bakara, âyet 253, sure 5, Maide, âyet 109). Fakat Müslümanlarda Ruhülkudüs, Cebraildir" 16 inci surenin (Nahil) 102 inci âyetinde bu, açıkça belirtilmektedir.

B. 1302. H. Ali'nin "Derdin sendedir. Fakat görmezsin. İlâcın sendedir, fakat bilmezsin. Kendini küçücük bir cisim mi sanırsın? Şu koca âlem sendedir" kıtasından alınmadır.

B. 1307-1337. Kur'anın onbirinci suresi olan Hûd  suresinde  anlatılmaktadır   (âyet 40-47).

B. 1361 den sonraki bahis. Bu iki söz hadis olarak rivayet edilmiştir.

B. 1368. Allah'nın, her şeyin sonunu bilişi kaderdir. İnsanların iyilik veya kötülük yapacaklarını bilir, fakat bu bilgisi "Mücbiri fiil" değildir; yani o adama, yapacağını bildiği iyilik veya kötülüğü zorla yaptırmaz. Herkes yaptığı işi kendi iradesiyle, fakat Allah takdiriyle yapar. O işi yaratan Allah'dır, iradeyi sarfeden kuldur. Hulâsa cebir, yani zorla yapış bâtıl olduğu gibi tefviz, yani Allah karışmaksızın yapış da bâtıldır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder