2 Haziran 2016 Perşembe

Makalat Semseddin Tebrizi

Hak yolcusu bir

temaşa âlemine
gelmiştir. Bu arada aranılan sevgili ile bir ilgi kuranlar vardır. Bunlar Hak yolcularını görürler, rahatları

kaçar, ıstırap çekerler.
Biri der ki: «İşte bu yetim inci benim. Âlem içinde aranılan sevgiliyi seyretmeye geldim. Artık huzura

kavuştuk şimdi
yerimizde oturalım.» Öteki der ki: «Burası oturacak yer midir? gidelim.» Başka biri de, «Hele bir kaç

gün daha temaşa
edelim.» der. (M. 137) Şimdi her gün benim ışığımla temaşa ediyoruz âlemi. Yine her gün benim

nurumla cihanı seyredelim.
Mademki hem dost hem de Hak yolcusu olduk. Hakkı arayan, coşkunlukla İsa gibi erken konuşmaya

başlar ama aranılan
sevgili onu ya kırk gün sonra söz söylemeye yetkili kılar, ya on altı yıl geçtikten sonra aradığı dostun

yüzünü görebilir. On beş
yıl sonra da onu konuşturur, hararetli hararetli söyletir.
Bütün bunlarla beraber diyorum ki, onun pabucunun tozuna şüphe karışmıştır. Yakîn ve yakînde

şüphe, Allah yolunun
başıdır. Bunlardan yüz bin tanesinin bile o noktaya erişememiş olması daha iyidir. Hele şeyhliğe ve

kılavuzluğa yakışmaz ki, o
saçı ile, sakalı ile kapıda kalsın. Bu gibiler kendilerini asla şüpheden kurtaramazlar. Ama pek azı

taklitçilikten uzak kalır. Zaten
taklitçi, ne onun bunun şiirinden, ne de Allah kelâmından bir şey anlar. Allah korusun o bir sapkın

olur. Yani o ancak yakîn ve
hakikat yolu ile Hakkı kabul eder, taklit yolu ile değil. Kuran'ın içyüzünü, bâtın manasını ki ona,

bâtının bâtını perde çekmiştir,
taklit yolu ile değil ancak tahkik yolu ile anlar. Başka birinin şiiri mi daha dokunaklı olur yoksa senin

sözün, senin araştırma
ışığın mı? Sendeki kudret büyük bir çuvaldaki yün gibidir. Ama cevherle

iddiaya girişir de, «Ben mi daha değerliyim yoksa
pamuk çuvalı mı?» derse, cevher ona der ki, «Bunu bir kere divanelerden soralım, akıllılardan değil.»

Bunu işiten divaneler de
şu cevabı verirler: «Bir cevher vardır ki çuvallar dolusu berberi altını bile onun kadar değerli

değildir.» Cevherin kıymeti
kendindendir. Akıllıya gelince o da şöyle der; Siz onun sözüne bakmayın, o divanedir; yetim inciye

asla değer biçilemez.
Hümameddin'in sözleri bütün âlemde senet sayılır. Bundan sonra da ben konuşacağım, ona ayakbağı

olacağım.
Mevlânâ o gün pek duygulanmıştı, diyordu ki: «Sen bir gün bana Hümameddin'i seviyorum dememiş

miydin?» Ama
bu (birlikte yaşadığımız) Halk dururken kervansaraya gitmeye hakkım yoktur. Yabancılarla sohbet mi

daha iyi yoksa bunlarla
anlaşmak mı? O Yahudinin bir tek putu vardır, bunun yüz bin. Bir putla uğraşmak daha iyi değil mi? O

bana yumruk atar ama
ben ona atamam. Çünkü bu noktada bir rahmet vardır. Böylece benimle birlikte yoldaşlık edersin.

Bütün âlemde bütün sözler
talipleri^, arayanlarındır. Ya aranılan nişanı nedir? Dinliyorum, dinliyorsun.
(M. 138) Aranılan gerçeğin Allah ile karşılaştırılması yolu ile, o âleme varabilmenin zamanını bilmek

gerektir. Nihayet
nereye gidiyorsun? Benim nazenin -dostum! Bu tartışmadan sonra artık ne söyleyeyim. Allah seninle

beraber olsun derim.
Ama bu ayrılış dileği değil, ancak Allah lütfunun, inayetinin, Mevlâ dostluğunun ve sırları bilen Hakkın

seni koruması için bir
duadır.
«Dur, ey Devem! Sevinç son kertesine geldi, iş bitti, yol kesildi. Yeryüzü güzel bir cennete döndü.

Bayram geri geldi,
işler düzeldi.»
Biri dedi ki: «Tekkenin işi nedir? Hangi niyetle iş görür?» O, yedirir, istirahat ettirir, yoksulun biri

ondan bir şey istese
bütün kalbi ile der ki: Sen benden özel bir istekte bulunmadın, belki umum sırasında bir şey istedin.

Sen de o umum istekliler
arasındasın. Acaba benden geç kaldığını mı soruyor? Onunla benim yüzümü yırttı, bu bana yeter,

dedim. Benim şeriat yönüne
meylimi bilselerdi bana her gün sabahları külbastı ve tuğrak yedirirlerdi. Her türlü pişmiş et gaz

yapar, ama bunda pek az gaz
vardır. Sen benim kızarmış et parçalarını sevdiğimi nasıl bildin? Bunlar meselenin aslım bilirler. Şüphe

yok ki, sen benim
isteğime uygun hareket ettin, insanın niyeti uyanmak olduktan sonra, ister uyumuş olsun, ister ölmüş

bulunsun, ona İsa
nefesi gerektir. Ama ona Isa Peygamber üfler ve kalbiyle onun dirilmesini isterse, o uyanır. Lâkin onu

yalnızca sarsar da
uyandırmak niyetinde olmazsa o zaman ne olur. O zaman o kimse direnmeye başlar. Nasıl ki, Hazreti

Peygambere hitaben
Yüce Allah, «Sen sevdiğin kimseyi doğru yola getiremezsin!» buyurmuştur. Bana dedi ki: «Ben her

zaman Bed-reddin'in evine
giderken hep seni çağırırım. Sen niçin abdest almaya giderken beni çağırmadın?» «Yoldan mı?»

dedim. «Yoldan,» dedi. «Ben
seni çağırdım. Eğer aramızda muhabbet ve saygı olmasaydı başka ne ya-pabilirdim?» Bu arada

meseleyi öğrenmek için
kendimi zorluyordum. Çünkü anlaşmak ve birleşmek istiyordum. Mevlânâ'nın Muhabbetsi olmasaydı,

Allah hakkı için öz babam bile
olsaydı bana onların yaptığını yapar mıydı? isterse kitapla gönderilmiş Peygamber olsun onun şan ve

şerefini kırar işini alt üst
ederdim.» Dedi ki: Görüyorsun ya iş ne kadar ağırdır. Yiğitler gerektir' ki bu dağları kökünden

kazısınlar. Dinde ve işte geri
kalmışlardır. Hazreti Muhammed Aleyhisselâm kendisine gelen kesin emirden nasıl inledi. Kuran'da,

«Emrolunduğun gibi doğru
yürü!» buyuruldu ve buna işaretle, «Hud sûresi ve benzerleri, beni ihtiyarlattı,» diye yakındı. (M.139)

Bu bir feryattır. Ama
Ayaz için zor bir iş yoktur. Hep kolaydır. Ben buna karşı dedim ki: «Nihayet Ayaz'ın himmet ve gayreti

işleri kolaylaştırır.»
«Evet,» dedi. «O Ayaz ki, köpeklere karşı bile Muhabbet ve şefkat besler, kendi gözünün nuruna karşı

nasıl Muhabbet beslemez?»
Şimdi bizim sözümüzü üzülerek tekrar söyler ve ondan faydalanır.
Ömründe hamam yüzü görmemiş, vücudu ter ve kir kokan edepsiz bir adamı, Gazneli Sultan Mahmud

huzuruna
kabul etmedi. Hazreti Muhammed (S.A.) ki Mahmud'un mübalâğa sığası ile ifadesidir, yani ondan pek

çok yüce bir
mertebededir, öyle adamları nasıl kabul eder? Nihayet büyük erenlerin ruhları hazırdır; yaşıyanları

görür, onlara yardımcı
olurlar. Bir kimse nasıl edepsizlik yapar da, Dergahına lâyık olmadığı halde Hazreti Muhammed (S.A.)

hakkında söz
söyleyebilir? Bu, şu sebepten dolayı imkânsız görünüyor. Çünkü sen hep kendi mektubunu

okuyorsun, O Hazre-tin mektubunu
okumuyorsun, yani ona kendi halinden kıyas yapıyorsun (Onu kendi nefsinle karşılaştırıyorsun). Onun

kıyasını, kendi haline
uydurmuyorsun. Bu konuda O şöyle buyurur: «Benim dış görünüşüm (zahir), başkalarının bâtınlarının

yaratıldığı yerden
yaratılmıştır.» işte bu «başkalarının» sözlerinden anlaşılan, velilerle nebilerdir.; Yani onlarin kalpleri

ve bâtınları ile bildikleri
şeyler, benim için zahir bilgisi sayılır, demektir. Ytine onların bâtında gördüklerini Hazreti Peygamber

zahirde görür.
Kendinden söz söyleyen kimse, kendi benliğinden dışarı çıkmıştır. O kendi kendine der ki: Bunu

düşünebilmek için kafamı
idare eden zabıta kuvveti, kendi yuvasından dışarı çıkmıştır. «Ey gönülleri ve gözleri dilediği tarafa

döndüren ulu Allah!
Kalbimi dinim üzerinde sabit kıl!» Bu dua başkaları için. bir dilektir. Yani böyle bir

olayla karşı karşıya gelirseniz, Allaha böyle
yalvarınız demektir. Eğer iş böyle değilse sen, o kitapla gönderilmiş olan en büyük Allah Peygamberi

hakkında yanlış
düşünceye kapılır, onu öylesine nefsine düşkün, korkak, nefsinin fitnesinden feryat ediyor
1
sanırsın. Halbuki onun gönül evinin
etrafında hiç bir ihtisapçı (zabıta kuvveti) dolaşamaz. Zındık bile bilir ki, onun için korku yoktur. Ama

o sözü kendine söyler.
Söz başka bir yere gitmez. Nasıl ki şair, «Kendimle hoşum, bundan sonra da ben kendi kendime

yaşayacağım,» demiştir. Bu
noktada başka bir sır daha vardır ki, Hazreti Peygamber onu Hazreti Ömer'den gizledi. Ama bu, ondan

bir şey esirgediği için
değildi. Ancak daha vakti gelmemişti. Eğer o zaman bunu Ömer'e açıklasaydı Halifelikte şaşkın bir

hale gelirdi. O sözün
manasını kavramak mümkün olmazdı. Şeriat zahirdedir. Onu âlemde yaymak gerektir. Benim sizden

istediğim, içinizdeki
coşkunluğu, derin duyguları dışarı atmanız, açığa vurmamzdır. Sarhoşluk da ayıklık da meydana

çıksın. Benim istediğim hal
sende var mı? Nerede? Ben bu işleri senin önünde kendi kendime yapıyorum ki, göresin de o sırrı

açığa vurasın! Seni ibrik gibi
kaldırıp gezdireyim, oraya götü-reyim de, o geniş hırka yeni ile o işleri yapasın ki bâtının da sağlam

kalsın.
(M. 140) önce sana yuvarlak bir tandır ocağında oturmayı öğreteyim, ilk günü biraz geride oturursun,

sonra yavaş
yavaş tandırın kenarına gelirsin... Mev-lânâ ile sizin niyazınızdan bahsediyorduk, ben birkaç kelime

söylüyordum. Ben demek
de ne oluyor? Niyazınızın sonucundan ve içinizin temizliğinden gözümden yaşlar boşandı. Evet

Peygamberimiz buyurdu ki:
«Bu edep için bir öğretmen, bir mürşid gerektir.» «Bana edebi, Rabbim öğretti!» buyurmakla

büyüklük göstermiştir, O bu
sözleri ile dervişi övmüştür. Bana sizinle birlikte bir şey söylemek gerekmez, çünkü anlayamazlar.

Ancak bana içinden
çıkılması çok zor olan bir soru yönelten o tek insanın faydalanması için konuşacağım. Çünkü onun bu

sorusundan bir fayda
umulur ve bu yüzden irşad eden şeyh ile irşad olunan müridin hali belli olur. Devamlı olarak şeyhlik

yapacak kimse ile ona
devamlı surette bağlanacak mürit seçilmiş ve anlaşılmış olur. Bu bambaşka bir iştir. Dedi ki:

Mevlânâ'ya sordum; şu âlemde
neler temaşa ettiniz? dedim. Bana şu cevabı verdi: «Bir insan ki herkesle bir konu üzerinde konuşur,

o ya temaşa yönünden
geri kalmıştır, yahut sadece temaşa davasın- » da kuru davacıdır. Ama eğer yapacağı o temaşa,

herkesle konuşmasına engel
olursa iş başkadır. Diyelim ki karnım toktur, ama bana su lâzımdır. Ben nasıl ekmek yiyebilirim?

Yersem durumum daha kötü
olur.»
Pirlerde bir onur vardır, özellikle bilginlerde. Hele onun karanlığı bana engel oluyor gibi sözlerden

daha çok incinirim.
Onun karanlığından verecek cevabı da kaçırdım. Ama o kim oluyor? Onun karanlığı nedir ki, sana

perde olabilsin?
O gün şehre gelmeden o şeyhi tanımıyordum. Onun hali bana kapalı idi. Hele karanlığı bana hiç perde

olmadı, îster
çırpınsın, ister yılan gibi kıvransın, ben diyeceğimi dedim ve gitti.
Yetmiş yaşlarında bir Mecusî, yolculukta, yedi yaşındaki bir çocuğa muhtaç olur; bana bir su ver

diyebilir. Ama ben
bu halin ona kanıt olmasına razı olmam. Mecusîdeki sevda başkadır. Halbuki sen onun sözünü örnek

alıyorsun. Yahut ondan
daha aşağılık, daha bayağı birinin sözünü misal gösteriyorsun. İstiyorum ki Tekkeye gideyim de senin

şu sözünü eleştireyim.
Hani ya diyordun ki senin suç bağışlaman günah öğretmek anlamına geliyor ki, daha fazla olmasın.

Ama çok zararlar
ediyorsun, çok değişiklikler ve-karışıklıklar oluyor, başka bir sefer de söylemiştim. Eğer Nârenç bir

günah işlerse, kime ziyanı
var? (M. 141) Hiç evini bırakır da başka bir eve gider mi? Onu bir şeye benzetiyorsun ki, sana bir

faydası yok. Dine de faydası
yok. Razı değdlim ki iş kuru bir sonuca varsın. Nasıl ki bezirganın birinin boy abdesti almak pek

hoşuna gitmezdi. Kaç kere su
dökünse üşenirdi, bir kere de başı şişmiş, ağrımaya başlamıştı. Onu her gün şeytan aldatıyordu. Yeni

erginlik yaşına girmişti.
Onu-Gülistandaki medreseye götürdüm. Medresenin hocası dedi ki: Evet, ilham bir şeytanın adıdır

diyorlar. Onu İblis bu gence
musallat etmiştir. Bu gencin namaz ve temizlik niyetlerini şüpheye düşürür.» Hoca, postunu bir yere

götürdü, rengi sarardı.
Sonra ikinci defa anlattı: «Bil ki, bu vesvese yani kuruntu denilen şey de bir köpek, bir melundur.

Onun günahı senin boynuna
yazılır. Sakın onu bir daha dinleme!»
Şimdi benim çok yemek hakkındaki sözüm de bu; konuya dayandı. Sana Halep'te ne dualar ettim.

Rahatça
oturduğumuz o kervansarayda yüzümü halka göstermek istemiyordum. Eğer böyle yapmasaydım, ya

bir işle uğraşmak yahut
da tekrar Tekkeye dönmek zorunda kalacaktım. Benim yirmi günde başardığım işleri, sen bir anda

tekmeler, alt üst ederdin.
Bütün onlar iş hesabına sığmaz. Sonra bütün dşler bozulur, üzüntüsü de bana düşerdi. Görüyorsun,

senin terbiye ve yetişme
tarzın sana neler getirdi! Ben artık bu işe başladım. Allah fakirlerinin işi boş değildir. Nasıl ki, o ük

günde ne aydınlıklar
belirdiğini gördün. Eğer o neşe bu ana kadar devam etseydi he-sabet ki neler olurdu? Şu hale göre o

olup bitenler hep iş
hesabı değildi. Şam'a gitmek sizin işiniz değildir, o benim isimdir.
Mevlânâ bana şöyle bir yan gözle

baktı ve dedi ki: «O Allahyı böyle bir kimseden arıyor.» Ben ona çok inanırım.
Önce, «Bu yanlıştır,» dedim. Dedi ki: «Ben Allahı ondan aramıyorum, onu ben Allahtan istiyorum.»
Şu insanoğluna kendi gözü kadar hiç bir şey ziyan vermez. Yani kendine çok nazar değdirir.

Bakarsanız hiç kimse
bunun farkında değildir. Ancak bu işi .ben bilirim. Nazar değdi, bir yudum su gibi geçip gitti:
Kazvin'li dinsizin hikâyesi meşhurdur: Başım keşliler de Allah yoluna gitmedi.
Şiir:
Yazık ki, umut gününde aşk, bedenimi sırsıklam etti.
Eğer sen imanlı kişilere, namaz ve hizmet yolunda olanlara dil uzatmıyorsan bunu bu kadar güzel bir

..şekilde kim
ifade edebilir. Sen o abdesti alınca bütün bedenin öylesine parlak ve güzel görünür, başını secdeye

koyduğun vakit sana öyle
bir hal gelir ki, içki bile ona ziyan vermez. (M. 142) Ancak kendisinde bu makam yoksa, bu denizde kol

ve bacak sallayacak
gücü yoksa boştur. O taliplerden idi, arıyordu; aradığının ne olduğunu söylemek de ona ziyan vermez.

Ben kıyamete kadar bu
yanda yatar uyurum, bu bana zarar vermez. Belki her gün bana daha iyi gelir. Bununla beraber

benden ayrıldığın gün
üzüldüm, gece sabaha kadar rahatsız oldum. Onu bıraktığın gün de sevinçli ve neşeli olurum.

Kabe'nin kapısı kıble olmasaydı,
Kabe dışındaki dört taraf da kıble olmazdı.
Sen Erzurum'dansın. Rum ülkesinden genç olsun, yaşlı olsun, insan Allah evinden bu kadar uzaklaşır

mı hiç? Kulağına
vurayım gel sofra örtüsünü kaldır da bana su ver! Bu gece eğer benden ayrı ve yalnız uyursan ben

rahat edemem. Elimi
ayağımı bir tarafa atar çırpınırım. Sen arkamı örtersin, önüm isterse kış olsun. Eğer başka küçük biri

olsa, kâğıdı tutar, yağlar
ve fareye kaptırır. Sen bu işleri bize emret! Biz içiyoruz sana bakmıyoruz. Sen, «Oh, oh!» deyiver ki,

ben de senden ne kadar
istekli olduğumu anlayayım. Vücudum pek narin; ufak bir rahatsızlık bana yol buldu mu her gün geceli

gündüzlü hasta
olurum. Ancak ben rahatsızlıkların saldırısını, açlıkla önlüyorum. Onları açlık ve perhiz ateşiyle

yakarım.
Mevlânâ'dan nihayet bir şey aşırabildik. Bu hikâyeden hisse alman yerinde olur. Ama önce onun

per-desM kaldır da
öyle oku! Bu Kazvin'linin hikâyesidir: llya efendinin yaptığı çatlak ibriğe işeyip de onunla taharetlenen

Kazvinlinin hikâyesi.
Mevlânâ birisine darılınca ne hoş oluyor. Bir şeye kızdı mı pabuçlarını yere vurur, «Vahşeti anmak

vahşettir,» derler.
İşte ben onları sağlam tutarım. Zamanede soğukluk vardır. Biri yüzünü halka çevirirse, bu, cimrilik

yönündendir derler.
Sofi ile dişi merkep ve virane hikâyesi de bir başka türlü, ileride bunları da anlatırım. Benden her

hangi biri incinirse
onu çabuk bırakırım ama benden nasıl ayrılabilir? O pişman olur. Şimdi onu daha iyi olması için

sıkıştırıyorum. O, belki daha
çok zahmet çekecektir. Ama bir gün benden ayrılınca daha güçsüz kalır. (M. 143) Çektiği zahmetler

hatırına gelir, başka
biriyle dostluk kurar, o dost da kendisinden kaçar. Ama Mevlânâ'nın şaşırtıcı ve yorum isteyen sözleri

her konuya uygun
düşer. Dedi ki, «Kilise gereklidir. Çünkü ilk önce Müslüman olan pek az kimse vardır.» Dedim ki: «Bu

söz ilk defa söylenmiş
sözlerdendir.» Bu tekkeye geldiğimden beri dün gece bundan konuşuldu. Bu kimin sözüdür, bunu

yazmak gerek. «Şüphesiz,
Hak, Ömer'in dilinden konuşur,» buyurulmuştur. Mademki sende kendi sözlerinden hangisinin Allah

ilhamı, hangisinin Şeytan
vesvesesi olduğunu ayıracak güç yoktur, bunu ben sana söyleyeyim: Bunlardan Allah ilhamı sonucu

olanları yazmak gerek.
Nihayet kendi kusurunu anlatıyordu, diyordu ki: «Önce bana iman konusunda bir şeyler olmuştu. O

şeyh, beni kendisine çok
güvendiği zata- götürdü. Onunla çok konuştu. O, ortaya bir söz atıyordu, ama şüpheli konuşuyordu.

Biz, onu bizim tarafımıza
çekiyorduk. Çünkü o söz öyle bir kimseden doğuyordu ki onu Hazreti Muhammed''in (S.A.) yanında

oturtsalar yaraşırdı.
Bende öyle ateşli bir hal var ki, hiç kimse bu duruma katlanamaz. Ancak benim sözüm dinleyene

merhem olur. Halk
arasında kabul edildikçe kuvvet bulur. Bir gün, o da bu hale düşerse sonucuna katlanır. İş adamı,

yaptığı işte yetkili olmak
gerektir. Öyle kişi ne acımakla, ne gam çekmekle kendini yorar ve hiç üzülmez. Yola koyulunca her

an ayağı kaymasın diye
dikkatle yürür. Çünkü babadan kalma o hata bir kere işlenir. İnsan bir kere yanıldı mı arkasından

hemen pişman olur. Artık bir
daha yamlmamak için tetik ve uyanık davranır. Yanılsa bile ona fazla önem vermez, düşünmez. Çünkü

zaman geçtikçe
üzülmenin ve gam çekmenin bir faydası olmadığım anlar. Diyelim ki, savaşta bir adamın eli

yaralanmıştır. İlk defa buna çok
acı ve üzüntü duyar, ağlar, ama ne faydası olur? Ancak tedavi için

bir cerraha, bir hekime koşar, yahut hiç ağlayıp sızlamadan
bir kırıkçıya para vererek kuru sargı ile bağlattırır. O pansumanın verdiği rahatlık sonunda iyi

olduğunu sanır.
Mevlânâ'da, ledün ilminden sözler vardır. O konuşurken sözlerinin kimseye bir faydası olup olmadığını

düşünmez.
Ama benim çocukluğumdan beri Allah ilhamı olan bir halim vardır. Birini sözle terbiye edersem kend'i

benliğinden kurtulur.
(M. 144) Daha fazla ilerler. Bu şeyh, Haktır. Allah kullarından kimi iş adamı, kimi de söz eridir. Siz

benim için birer örnek iş
adamısınız. İçinizden söz adamı da çıkaracağım. Ancak bu daha yenidir. Kendisinde iş adamı olmak

gücü bulunan kişi
konuştuğu zaman, sözü iş kuvvetiyle birleşir, ona göre iş görür. Ben Tekkeye daha çok onu

yakalamak için giderim. E'ğer
avlayabilirsem selâm ve saygıyı, son derecesine vardırırsa ,başka bir zaman yine giderim; onu

avlamak için yine yakalarım.
Ben Hak yoluna çağırmakta serbestim. Ama Hazreti Peygamber, bu işe memur olduğu için, «Hûd

sûresi, beni kocalttı,»
buyurmuştur. Ben bu konuda zorunlu olmadığım için Allahnın, «Emrolunduğun gibi davran!» fermanı

beni ancak gençleştirir.
Çünkü hadisteki «y» harfinden bir nokta düşünce kelime gençlik anlamına gelir. Düşen ikinci nokta

birinci nokta ile yanyana
gelince birleşme meydana gelir. Ama bağımsızlık söz konusu olunca birleşmeye ne gerek var

diyeceksiniz. Ama Allahm
işlerinde hiç bir zorluk yoktur, ona göre hiç de güç değildir. Mevlânâ, «Yaratıcıların en güzeli olan

Allah, seni mübarek kılsın!»
diye dua eden kişinin elini öptü. O dininden mi döndü? Bilmedi ki o, Hazreti Peygamberin nurunun ışığı

ile Hazreti Ömer'in
dilinden konuştu. Nasıl olur da di-n'inden döner
1
? Görüyorsun ki o söz onun değildir. Mu-hammed'in (S.A.) hesabına Ali
konuşmaz, çünkü Cenabı Hak hep Muhammed'in (S.A.) diliyle konuşmuştur. Bugün de öyle değil mi?

Sana ne diyeyim ona ne
söyleyeyim. Dünya ve ahiret durdukça şehvet duygularından uzak bir Muhabbet vardır ki, buna hiç bir

şey engel olamaz.
Dün sizi hayırla anıyorduk. Ben hep böyle yapabilir miyim? Bunda asla günah olamaz. İster inkârlı

olsun, ister
inkârsız, ben bundan sonra bu mesele üzerinde durmuyorum. Bana yaramazlık etmeye başladı ama

yine de beni sevdi.
Ne olur birer birer söyleyin ne olur? Dost mu istiyorsun, yoksa aydın sabahlara eriştirecek sâm mı?
Rubai:
Ey can bugün bütün umudum sensin!
Başka sevgililer de var, ama asıl gönlümü yakan sensin!
Cihan halkı Nevruz bayramı ile sevinç içinde,
Bugün benim bayramım da, Nevruzum da sensin!
Şiir:
Bahar mevsiminde yârin gül yanağından uzak düştüm,
Bana hayat neye yarar, yeşilliklerden bana ne?
Bağdan yeşillik yerine diken topladık,
Buluttan damlacıklar yerine taş yağdı.
(M.145) Bir adamın gerçekten susamış olduğunu anlamak istiyorsan, önüne helvalar, şekerler koy.

Eğer onlara dönüp
bakarsa, o gerçekten susamış değildir. O yol kesici Kürt dedi ki: «Ey bilginler, ellerinizde ekmeğiniz

var, halbuki çömezler
açtır.» Bunun cevabını ben vereyim. «Git yakında bir köy var olaki orada eline bir ekmek verirler,»

dedim. «Orası uzak,
nerede o köy? Şimdi çocuklar açtır,» dedi. Dedim ki: «Biz de ekmek arıyoruz, bulamıyoruz.» Gidiyoruz,

hiç bir yerde
durmadan, bir tarafa bakmadan bu cevabı söylüyoruz. Hemen bıçağı yakaladı, bari onda bıçak

tutacak yürek ve güç olsaydı.
Ben dün birazcık çorba içmiştim, başka bir şey de yemedim. Eğer perhiz yapmasaydım her gün

hastalanırdım.
Bedenim arıklaşmıştır. Onu ancak perhiz ateşiyle dağlarım. Yazıklar olsun o güne ki, gönlüm perhiz

istemez. Allah perhiz
denilen o rahatsızlığı gönlümde öylesine şirin gösterir ki asla sağalmasını istemem.
Bu konuya

tekrar dönmek istemiyoruz. Ama yine bu bahse dönmezsek, din zarar görür. Yolda ona bir soğukluk

ve
uyuşukluk gelmişti. O gün para getirmesi Mevlânâ'mn hoşuna gitmemişti. Mevlânâ'nın bu

hoşnutsuzluğundan ona da soğukluk
geldi. Ama o konunun dışında konuşmak da bize hoş geliyor. Nasıl ki, bir kaç kere bu günlere eriştik,

bu günlerde ibadet
gerekiyordu. Allah bugünlerde kullarını başka günlerde olduğundan daha çok korur ve görür. Bu halk

böyle derler, ama Allah,
Allah olalıdan beri her şeyi görür, işitir. Şu halde niçin Ramazanda görür diyorsun? Günah işleme! O

Şaban ayında da görür.
(M. 146) Perhiz et! Şevval ayı girince artık günah ve fesatla uğraş; hal diliyle, «Artık Ramazan gitti,

Allah gelecek Ramazana
kadar tekrar yaptıklarımızı görecek ve bilecek değildir ya? Getir şu eğlence ve şarap kadehlerini

artık içelim!» dersin. Bu söz
garip hadisler arasında rivayet edilmiştir, ama çok yaygın değildir. De-n'iliyor ki: «O kimse ki belirli

güne kadar hep
günahlarına tövbe eder, tekrar bozarsa iblisin maskarası olur.» Onun hizmet ettiği şahne, eğer Sultan

kölelerinden b
:
rinin
huzuruna edepsiz bir durumda çıkacak olsa, köle onu iki parça eder. Sultan da Sarayının içinde ve

dışında bir şahnedir. Yani
uzaktır; lanet de uzak düşmekten ibarettir. Şeyh ibrahim bizim aramızdaki birliği bilir. Ben

konuşurken, söz, Mevlânâ'nın
sözüdür, derim. Her ikimiz de şüphesiz aynı şeyi söyleriz. Sonra hiç hatırıma gelmez ki, Mevlânâ başka

bir söz söylesin.
Bundan dolayı içimde bir üzüntü yoktur. Dedi ki: «M ur idlerden bir topluluk gördüm. O kime baş

sallıyordu? Sonra, sen de
söyleme diye kime işaret ediyordun?» «Hayır,» dedim. «Ama,» dedi, «O işaretten o mürid yapma

manasını anladı.» Biz de
zaten bu yapma işaretinden bunu anlıyoruz. «Söyle, söyle!» dedim. Yine dedi ki: «Özür diliyorlar ve

diyorlar ki, Mevlânâ
b'izimle birlikte olduğu zaman güler, bizi hiç suçlamaz, şu işi çabuk yap veya bir iş gör diye zorlamaz,

ses çıkarmaz, hiç bir
şeye kesin karar vermez ve bizi tehdit etmezdi. Eğer Şemseddin de böyle yapsaydı o, bizim gelmemiz
1
! engellemezdi.»
Biz bu kadar bol bol fedakârlıklar yaparken o diyor ki: Şöyle bir sofi sözü vardır: Eğer bir şey

bulursam, sen
kurtuldun, yoksa elimdesin. Ben bu fikirdeydim ve bu maksatla geldim. Eğer müritlerde vefa varsa bu

olur, yoksa olmaz.
Mevlânâ mademki eldedir, onu Aksaray'a getiren adam acaba daha fazla getirebilir miydi? Gönlüm

bunu istemiyor
ama bu sefer ister görünüyor. Nihayet Ben Murad yani istenilen kişi. Mevlânâ ise Murad'ın Murad'ı

olmuştur.
Bana, ne babam, ne anam, onun gösterdiği ilgiyi göstermiştir. O benim sözlerimi en hoş bir şekilde

söyler. O, benim
kendisine yapmadığım iyilikleri bana yapmıştır.
Mevlânâ askıdaki işlerden konuşur, yağmurdan, çamurdan söz açar. Ben namazı bitirdiğim zaman

defterini yere
vurur kimse okumasın diye bir şey yazmaz.
(M. 147) Haz (sevinç) üç türlüdür. Diyelim ki biri ötekine, «Ne oldu ki, bana bir cariye bağışladın?»

diye sorar. Bu
adam bundan fazla cariye sahibi ise hiç ses çıkarmaz, ona bir şey söylemez. Zamanı gelince onun

doğru söylemesi, eline
geçen nimetin keyfinden ve sevincindendir. Yahut da insan bir ilâcı içmekten keyf ve sevinç duyar.

Ama bu ilâcın bulunmadığı
zamanda da, yine kendisinde görülen keyf ve neşe bundan daha hoş ve daha üstün bir zevk değil

midir? Vaiz ve daha başka
meclislerdeki sevinç ve neşeyi onda nasıl umarsınız?
Mevlânâ'nın küçük oğlunun maksadı ne idi ki, «Ben ayrı ayrı her birine gittim, niçin toplanmıyorsunuz

diye sordum?»
diyor. Seni kim gönderdi bu işe? Toplantı senin sözünle mi olacak? Onların kaltaban canları isterse

paralar saçarlar, yüzlerini
yerlere sürerler, yüz binlerce feryat koparırlar. Abdulaziz'in buz deposundan daha soğuk gözyaşları

dökerler.
O, anasının karnından değil burnundan düşmüştür. İnsanoğlunda olmayan her çirkinlik onda

toplanmıştır. Bütün
yaramazlıklar, saldırganlıklar, küfür ve zındıklık ondadır. Sen eğer bu işten vazgeçme davasında

tecrübeli isen benim işim
sana şefkat göstermektir. Onu mademki tekrar okşuyorsun, bu takdirde yaptığın hareket vazgeçmek

demek değildir. Bir kere
şefkat şartlarım yerine getirmek gerekmez. Bugün gerektir ki, beni tamam göresin de sana bu ilimde

yakîn hasıl olsun.
Mademki Hak, işin doğrusu, benim yaptığım gibidir diyorsun, böyle cevap veriyorsun. Bu sözden ben'i

henüz tamam
görmemiş olduğun anlaşılmıyor mu? Onun belirtilerini de göremiyorum. Bir altından yarısı geri

kaldıkça, yahut yarim denk
kaldıkça altın tamam sayılamaz. Şüphe yok ki, eve parasız girilmez derler. Yani kendi varlığını

ortadan kaldıracaksın, altının
tamamlanması odur işte. Eğer ben kötüysem, nasıl ki İmad, bu da ona fazla güvendiği :
için ona düşkündür, diyordu. Ama o, o
adam değildir. Sen benim kötü tarafımı tamam görüyor ve susuyorsun. Kepazelik olur diye bir şey

söylemiyorsun. Sana derler
ki,' biz de önce böyle söyledik ama sen bizi dinlemedin.
(M. 148) Biz işte gidiyoruz, bu eğer iyi olursa

tamam görürsün. Düşmanların, inkarcıların geveleyip durmamaları için
söz başka türlü söylenir. Müridler-le de bu türlü konuşulur. Evvelce îmadla bu saatte kapalı bir şeyler

söyleşiyordun. Bu bilgiyi
eğer kabul ediyorsan gerektir ki, her ne söylesen bilesin ki o kapıdandır. O zaman işin rengi değişir.

Onların önünde senin, o
Hümam'ın evine gitmen, kendini onlardan sayman hatadır. Sana, o Şeref dedikleri adamı da kendini

onlardan gösteresin diye
gönderdiler. O sesi Ba-yezid anlarsa yanlışlık olur. Bir şey olur ki ondan iki katı meydana gelir (Az

şeyden çok şey çıkar). Nasıl
ki söylemiştim, eğer ben gidersem sen kendi evinde Kera hatundan başkalarına yüzünü gösterirsen,

beni bir daha
göremezsin. Bugün bu şekli istiyorum. Nihayet diyorum ki; O, imkânsız bir şeyi var etmek istiyor,

ondan dolayı da
imkânsızlaşmıştır o. Ben onun olmayacağım kuvvetle ispat ederim. Bu şeyler acayiptir. Onlara yol var.

Vaiz ve toplantılar
böyle olmaz. Şimdi önce bizim ayrılmamız bu Alaeddin'in yüzündendir. Nihayet onunla başlamıştır ve

onunla başlamış
olmasına da şaşmamalıdır. Keski o bizim için tek âlim bir düşman olaydı. Efendi! Bizim için hiç bir emir

ve nehiy söz konusu
değildir. Bize onun ne dostluğu, ne de düşmanlığı gerek. Biz ondan hırka giymişiz ve ona yüzlerce

secde ediyoruz. Her gün
bizim dostluğumuzu, düşmanlığımızı bırakmamızı söyler, istiyorum ki onu defedeyim de tekrar

kendime çekeyim. Ama ne
soğuk! Sanki Abdulaziz'in buzluğu. Vallah ki, bu saatte yola çıkmak güçtür ama ister istemez bu

olacaktır. O (Saroz) hatıra
geliyor.
Bana o kadar ağrılar musallat oldu ki iki seneden beridir o yol yorgunluğu benden gitmedi. Yolculuk

ettim, tekrar
geldim öyle ağrılar çektim ki, bu Konya'yı altınla doldursalardı o zahmetlere karşılık olmazdı. Ancak

senin Muhabbetn üstün geldi.
Bir çocuk için bir Allah adamını terk etmek mümkün olmadı. Bütün bu sözler önceden de

söylenmiştir. Ancak şu saatte de
konuşmak istiyorum.
(M. 149) Eğer bu üzüntünün uğursuzluğu olmasaydı, belki bizi uyuştururlardı. Ama biz nasıl bir araya

gelebiliriz?
Ancak o gitmek kararındadır. Dedim ki, keski oraya gitmiyeydim, yahut söylenenleri işitme-seydim.

Ama bunun ne faydası
olacaktı? Oraya gittikten sonra, dedi. Yani demek istiyor ki, ha bugün ha yarın, ne farkı olurdu?

Diyelim ki, bir kimse başka bir
kimseye bir iyilikte bulunmuştur. Acaba karanlıkta yapılan iyilik kimin içindir? îyi yapılmış, bir işi bir

soğuk nefesli uğursuz, bir
üfürükle bozar; altüst eder. Onlar da, kendi aralarında birbirleriyle açaba ne yapalım diye konuşurlar.

Ona, ne tedbir
düşünelim, derler. Bu onlara pek soğuk geldi.
Sen babasın, onların edeplerini takınmaları için tehdit edemiyorsun. Aynüddevle ana çocuğudur,

öylesine aldatıcı ve
onun gibi yüzsüz bir kâfirdir. Nizameddin'e hiç benzemez. Billâh darılma da, sana hoş bir söz

söyleyeyim, dinle. Seninle söz
konuşulabilir. Ama uzun zamandan beri dinliyemediğin için sözler araya karışıp gidiyor.
Yolculuk, bana çok zor geliyor. Bu sefer gidersem sakın geçen seferki gibi yapma! Şimdi ne yolculuğa

çıkabilirim ne
de Aksaray'a gidebilirim. Ancak gerekirse, burada bana zahmet vermeyecek b
:
r köşeye çekilir otururum. İki yıldan beri
yolculuğa tahammülüm yok. Çektiğim ıstıraplardan yıldım. Ancak üstü örtülü konuşmalar, uygun

dostlar toplantısı olmazsa, bu
sefer yola çıkarsam önce yaptığın gibi karşı durma! Yaptığım işlere karşı aksi davranışta bulunma! O

yine, birlikte olalım diye
tövbe eder bir arada oturmak ister, yahut anlamaz da başka şekilde yorumlarsa ve benim söylediğim

gibi yaparsa onlardan
her biri birer melek gibi olurlar. Nihayet ben biliyorum, beni bilgin olarak tanıyorsun, ilim adamı

biliyorsun. Nasıl olur da bunu
söylemek istemem! Bu saatte bu sözler söylenmiştir. Ancak şimdi daha başka bir öğüt vermeye de

çalışacağım. O da
muamele yönündendir. Yavaş yavaş anlatırsam bu işe engel olmaz. Başka işlere engel olsa bile

gerektir ki bu, işe uygun
düşsün.
İş adamı, işini sıkı tutmalıdır. «Şarap içmeye yol var mıdır?» diye sordular. «İçme!» dedi. Allah

Mevlânâ'ya uzun
ömürler versin; o kadar uzun ömürler versin ki, sonsuz ve ebedi anlamına gelen uzun ve mutlu bir

yaşantı olsun onun hayatı.
(M.150) Zincirde bile olsan dostluk et. öylesine ki, Hazreti Süleyman'ı sağ bil. Onun aşkı kabarınca, bir

an iyi ettin
der, sonra kendinden geçer. Ona Muhabbet veren kimdir? Eğer aşk yolunda ilerlersen, ruh âleminden

koku almaya başlarsın, Hak
âlemine erersin. Birer birer müridlere uğradım, henüz şehirde su içmemiştim, henüz dinlenmemiştim.

Yukarıya çıktım, ama
sanma ki, hepsinin hücresine uğradım. Sonra geri döndüm, eski pazara uğradım. Geldiğim zaman

hepsi burada, sabah
namazında idi. Bu imkânsızdır. Evi böyle biliyorsun. Allah ne işler yapar! Allahtan başka ilâh yoktur,

dedim. Nihayet hepsi
birden nereye gittiler?
Bir adam iyi yumruk vuruyordu, başkaları da vuruyorlardı. Bir Yahudi bile

olsaydı böyle yapardı. Bugün Allah kazası
birini yere vurdu. Bu belâ asla onun biçareliğinden dolayı başına gelmemişti. Belki de o, asla kavga ve

savaş görmemişti.
Sıçradı kalktı, başka birinin boğazını sıktı, «Bunu öldürmek istiyorum,» dedi. «Ama niçin?» dediler. «O

sana ne yaptı? Sen
bütün cihanı mı öldüreceksin? Seni herkes mi dövdü ki bu adama saldırdın? Bu biçareyi mi buldun

onu niçin öldüreceksin?»
dediler. «Hayır,» dedi, «Elbette onu öldüreceğim, ben niçin bütün ömrümde birini dövmeyeyim, onu

öldürmeyeyim?»
Padişaha gittiler, «Onu hazine tarafına götürün,» dedi. Şimdi yüz dinar al da bu adamı bırak dediler.

«Hayır,» dedi, «İnsan
azasından her biri bin dinar değer. Onun kaç azası varsa o kadar isterim.»
Adamın birini pazara götürdüler, kendine birşeyler al, hem de teklifsizcesine, keyfine göre al dediler.

İnsanın iki sıfatı
vardır. Biri niyaz yani yalvarma ve isteme, öteki de tok gözlülüktür. Sen niyazsızlıktan, tok gözlülükten

ne beklersin? Talib'in,
sevgiliyi ve doğru yolu arayanın son arzusu nedir? Matlup yani sevgili. O halde sevgilinin son arzusu

nedir? Talip, yani âşık.
Şeyh Muhammed bir kâfire, onun için, «Kıble taratma secde et, sözü doğru söyle!» dedi. Kâfir ona şu

cevabı verdi: «Benim
kıblem sensin. Ama senin kim olduğunu ben söylersem beni inkâr edersin. Sonra ben Müslüman

olurum, sen kâfir olursun.»
Müslüman kâfiri aradı, ama kâfir nerede? Bulayım da ona secde edeyim, ona yüzlerce öpücük

vereyim. Şimdi sen söyle, ben
kâfirim diye açık konuş, öpücükleri sana da sunayım.
Cehennemlik nerede? Acaba sonunda cehennem mi sonsuz kalacak, yoksa cennet mi? O halde

nerede cehennemlik
kul? Bütün âlemde tek cehennemlik (M. 151) yoktur. Bunların cehennemi, cennettir. Beni tanımaz! Şu

âlemde öyle ise kime
taparlar?
Şimdi söyle. Ben geçen kış yine senin yüzünden ne sıkıntılar çektim. «Bu evde, hoş değildirler,»

diyorum. «Delil
göster!» diyorsun bana. Benden delil isti-yenler Haktan istesinler. Haktan delil isterlerse benim

gönlüm hoştur. Asıl erlik,
başkalarının gönlünü hoş etmektir. Yalnız nefsini düşünende ne erlik olabilir? Er odur ki, sayesinde

kölesinin gönlü hoş olur.
Başkalarının gamını çekmek Allah işidir.
O dedi bi: Şemseddin'den bize bir gönül hoşluğu yoktur. Halbuki benden bir Mecusî bile gönül hoşluğu

istese, onu
bulur. Neşe ve mutluluk görür. Yeter ki beni incitmeden, acı sözler konuşmadan bunu istesin. Eğer bir

keşiş bir Müslümam
öldürse de Medreseye sığınsa, kendi yardımcılarından kaçmış, sana gelmiş ve sana gizlice, «Aman

beni kurtar!» demiştir.
Müslüman, Müslümanı öldürünce o cezadan kurtulamaz. Ama eğer sen o keşişin yalvarışına karşı

aman
vermezsen için burkulur. Üzülürsün. (Bu satırlardan sonra gelen yarım sayfalık Farsça metin, pek

açık saçık küfürler ve
bugünün anlayışına göre edep dışı, öfkeli sözler ile dolu olduğu için çevirisinden vazgeçilmiştir.

Okurlarımızdan özür dileriz
(Ç.))
(M.152) Her Müslümana bir zındık, her zındığa da bir Müslüman gerektir. Müslümanlıkta ne lezzet var?

Lezzet
küfürde! Çünkü Müslümanda hiç Müslümanlık yolunu bulamazsın. Ama bakarsan, bir zındıktan

Müslümanlık yolunu bulursun.
Bu el kâfir elidir dersen, öpersin; kâfirliği öpmüş olursun. Bu senin elin de Müslüman elidir dersin;

onda Müslümanlığı öpmüş
olursun. Doğrusu, Hak kimin elinde ise o eli öpmektir.
Allahm! Birinin üç yüz dirhem parası var, elbisesi var ona vurma, onu biz tutuyoruz. Bu adamın da

eline bir dânecik
geçse onu dağıtır, bu da Müslümanlık satmaktır. Bütün ilimlerde benden daha üstün olan öyle bir

önderi getirin ki, ona yüz
kere secde edeyim, bir kere değil. Eğer ben onun hazır olduğu toplulukta mimbere gider de tek bir

söz söylersem, herkes
bana güler. Ama ben size gülmem, edeple susarım. Ben çılgın mıyım? Her ne kadar bunlardan söz

açıyorum ama siz nasıl
kabul ediyorsunuz? O mutlu yüze yüz bin kere rahmet olsun! Allah bana onu öpmek fırsatını versin ve

beni ona lâyık kılsın.
Şeyh Muhammed Allahyı arıyordu, Allah adamıydı. Benimle görüşmek dileğinde bulunurmuş, ama

görüşemedi. Ben
de seninle buluşmak arzusunda idim. Bu, bana nasip oldu. Şu halde senin merteben nerede kalır?
Evet, dedi ki: Ben, bir gün atımı feda edeyim. ilâç içmek için sen o bir dirhem parayı veriyor ve onunla

birlikte
yürüyordun. Halbuki sen âlimsin, para sarfediyordun. «Neden, niçin?» dedim. Çünkü o öyle bir adamdı

ki, «Hayır, sen benim
konuşma tarzımı anlamıyorsun.» Mademki vezir senin uşağındır, Adalet Bakanı kaç paralık adamdır!

Bu Sultan sana köle
olmuştur. Diyordum ki: Hocendî'nin vaızına gideyim, onun mescidine uğrayayım. Ama gönlüm dedi ki:

Gitme! O yerinde
yoktur. Sonra gideyim de Ulu Camide oturayım, dedim. Her kim konuşursa söyle,

söyle! diyeyim. İkinci büyük kapıya vardım,
tekrar geri döndüm. Garip bir şey oldu. Hacının vaizi onun vaızın-dan daha iyidir, o zahir yönünden

konuşur, halk onun
öğütlerini tutarsa, binlerce faydasını görür, dedim. Dinledim. (M. 153) Hacının vaızında hayrette

kaldım. Bu kimdir ki
konuşuyor? Kimseyi göremiyorum. Ye, iç bir işe sarıl. Yazamıyorsan bari bir kalem kes! Onu da

yapamıyorsan, bir kalem
cızırdat. Her üçü de hoşa giden bir yemek gibidir. Biz hangisiyle uğraşsak. öteki işi bırakmış oluruz.

Her üçü ile uğraşmak
ancak vaizlerin işidir. Onların himmeti başkadır. Gayret yönünden yersizdir.
Soylu bir edebiyatçı bir Şehzade ile iki ay meşgul oldu, ona güzellikle söyledi, sert konuştu ama hiç

bir etkisi olmadı.
O hep kendi sazını çalıyor, oyuncakları ile eğleniyordu, îki ay sonra Padişah geldi oğlunu görmek

istedi, içeriye girince bir de
ne görsün, oğlan başına bir peçe örtmüş oyuncakları ile meşgul, öğretmen de haylaz öğrencisinin

elinde âciz kalmış, sarığım
onun başına örtü yapmış yanına oturmuştu.
Padişah, «Öğretmen nerede?» diye sordu. Peçenin altından gelen bir kadın sesi «Benim» dedi.

Padişah; «Bu ne hal?»
deyince öğretmen, «İki aydanberi hep onu kendi rengimle boyamaya, kendime benzetmeye uğraştım,

başaramadım. Şimdi
ben onun rengine boyandım, artık kendimi ona uydurmaya mecbur kaldım,» dedi. Ama öğretmen yine

erkekti, ona ne ziyanı
var? Mutluluk başgösterince sırasında vezir, padişaha, «Bu iş bu milletin işi değildir,» diyebilir. Sen şu

ileri yaşta genç
kuşaklara nasıl vaizlik yapabilirsin ki onun vaiz kürsüsünün altında oturuyorsun.
Çulhanın biri vezirin makamına gitti uzakta edeple oturdu. Vezir sordu, «Nasılsın? Boş şeyler mi

düşünüyorsun?»
Çulha, «Ne yapayım,» dedi. «Allah rızası için sizin ululuğunuza güvenerek geldim. Ama bunun Allah

rızası için olması işin zor
tarafıdır.» Sonra vezir onu çok uzaktan görünce hemen Padişaha haber saldı, Padişah tahtından indi.

Bu da yine Allah rızası
içindi. Nihayet iki yıl sonra, «Yarın gel de babana bir vaiz et,» dedi. Vaiz etti. Hayrette kaldılar. Dedi

ki: «Nihayet üç kere
tekrarladım öğrendim.» öğretmen dedi ki: «Ben sana onun kulağında bin tayla-san var dememiş

miydim?» Onun mimberi
altında oturmuşlardı. Yedi yüze yakın Peygamber hadisi anlattı. Sonra İmamlardan soruyordu: Böyle

bir hadis biliyor
musunuz? (M. 154) Bundan sonra sizinle benim aramda söz yoktur. Kör gibi hep benim sözlerimi

dinlediniz. Bunlar hep benim
sözlerimdi, siz bu bir hadistir sandınız. Siz bunu nasıl söylüyorsunuz ki sen bize çok iyi bir efendisin

ama biz sana karşı kötü
kuluz. Güzel efendilik yönünden bizim kötü kulluğumuza karşı bizi esirge!
Nara atan sarhoşa, az iç! diyorsun. Ey ham sofu! Su aşağı doğru akıyor. Fikir yürütenler bir dem

içindedirler. Amber
kokulu sağlam pabucu onun önüne bıraktım. Ansızın parmağım ayağına .değdi. Ateşte kızmış bir kızıl

demir gibi olmuştu.
Beyit:
Çok damlacıklar, çiy danelerl gördüm,
Ben onda Samîrî ile danası gibi kaldım.
«Dünya bir oyuncaktır,» dedi. Bugün eğer onunla geçinemiyorsan bari yapma, açıktan gösterme

bunu, beddua etme.
Allahya ısmarlayıp onu inciltme. Çünkü o görünüşte her şeye katlanır gibi gösterir ama içinden Allaha

havale eder. Öyle olur ki
bizim nefesimizi keserler, ağzımızı tıkarlar; yahut bu gece aralarında konuşur belki de öldürürler. O

dedi ki, «Ben sığınacak
yerimi gördüm. O geniş yolda kandan başka saldırganlığa karşı cesaretli oldum. Onun düşmanı gibi ve

yeşil toprak oldum.»
Her gezegenin, öteki gezegene kavuşmasından bir Burç doğar. Erkeğin kadınla birleşmesinden nasıl

insan doğarsa,
elbise ile insan bedeninde nasıl sıcaklık olursa, iki birleşmeden de bir şey meydana gelir. Yaydan

kirişi çıkarırsanız ne 'iş
görür? Ancak onun kulağını bükerlerse o zaman yaralar. Söz ağızdan çıkar hiç bir iş ve muamele

yoktur ki, o «Ben yoksulların
yoksulu, düşkünlerin düşkünüyüm Allah benim nefsimi sizden iyi bilir?» demesin. Bir kimse sana bu

sözü söylerse sen de ona
söyle ki, «O sensin kıskançsın, kıskançlıktan dolayı da böyle coşuyorsun. Sen kendine de haset

ediyorsun.» îşte her kim sana
bu türlü söz söylerse, de ki: «O sen değil misin? Sen o yılanın başısın!»
Biri sordu: «İblis kimdir?» «İblis sensin!» dedim. Eğer Cebrail kimdir diye sorsaydı, o sensin derdim.

Her kim sana,
falan kişi seni övdü derse, de ki, «Hayır beni sen övüyorsun da onu bahane ediyorsun.» Ona söyle sen

onun sözünden ne
anlaşıldığını nereden bileceksin? Gel de o sözü kendisinden soralım, görelim ne

demiştir. Ben bir söz söylersem başka manada
söylerim. Onun manası nedir acaba ne maksatla söylemiştir?
(M. 155) Kera Hatun bile kıskançtır, Mevlânâ da kıskançtır. Ama insanı cennete götüren o

kıskançlıktır. Bütün gün
benim konuşmalarım da bu kıskançlık üzerinedir. Ama ötekinin kıskançlığı onu cehenneme götürür.

Ben bir hizmet
görüyorum, ondan dolayı da bana kıskançlık ediyorsun ki ondan vazgeçeyim, geri durayım.
Efendi ev sizindir. Siz gitmeyin, ben gider ve size Kaf dağı gibi teşekkürlerimi sunarım. Mevlânâ'nın

sohbetinden,
onun şerefini omuzlarımda taşıdığım halde ayrılayım, tekrar teşekkürler sunayım, özgür kalayım.

Bendeki ahmaklık öyle bir
kerteye geldi ki. Eğer Musa Aleyhisselâm gelse de, «Benim dilediğim o ümmeti bana göster,» deseydi,

ona «îşte budur!» diye
gösterirdim.
Kendi kendime adakta bulundum. Eğer bu durumdan kurtulursam gizli, aşikâr neyim varsa sadaka

vereyim. Şimdi ey
düşmanlar bana bir hile yapamıya-caksınız! Bana kuracağınız tuzakla şu Kaf dağını kaldırıp

omuzlarıma yükleseniz, buna bir
kat daha ekle-seniz ve bunları hiç kaldırmasanız bile yine benim için bir can rahatlığı olacaktır.
Ömrümüzü hep kadın Muhabbetsi oyunları ile geçirdik. Allah kitabını arkamıza attık. O ilâhî kitabın

hesabını nasıl
vereceğiz. İnsan olan kimse de o kitabın âyetidir. O âyet içinde âyetler vardır.
Yahudinin biri bazı Kuran âyetlerini ezberlerdi, Bağdat'ta kadılık yapıyordu. Yıllarca yer altında bir

takım adamlar,
silâhlı kişiler gizlemişti. Halife bu hali haber aldı ve onu yakalattı. Kadılık, ilim, fetva ve Kuran hepsi o

Yahudideydi. Ama o
ancak sahtekâr bir köpekti. Karanlıkta yürüyen yolunu şaşırır derler. Kadir gecesi «İnnâ Enzelnâ»

sûresinde bir kaç âyette
işaret buyurulmuştur. O bin aydan hayırlıdır. Ayın on dördüncü gecesinden daha aydındır. Ama aylar

arasında gizlenmiştir.
Çok parlak olduğu için gizlenmiştir o Kadir gecesi. Gerçi diğer bir âyette, «Vah ne yazık ki Allah

tarafına yönelmekte, ona
yaklaşmakta tembel davrandım!» buyurulmuştur. Halbuki, öylesine zaman ve mekândan uzak,

öylesine yönsüz ve tarafsızdır
ki! Ama zamanı gelmeyince ne yapar. Ben hoşum, nasıl hoş olmıyayım. Şimdiye kadar beni hiç kimse

inkâr etmedi ki,
arkadan Allahya yakın yüz binlerce melek, gerçeklemesin. Bana asla bir kimse cefa etmedi, kötü söz

söylemedi ki, celâl ve
ululuğu en yüce olan Allah, o kötülüklere karşı beni binlerce defa öğmüş olmasın. Sonra benden

ayrılmıyan, bana yabancı
kalmıyan bir kimse yoktur ki, ona ulu Allah (M. 156) binlerce yakınlık göstermiş olmasın. Her kime

öğüt yoluyla bir söz
söyledimse bana o sözün karşılığını verdi. Yüz bin gerçek Allah eriyle Hakka yakın erenlerin canları

önüme gelip baş koydular,
beni kutladılar.
Bana «Dünya müminin zindanıdır,» anlamındaki hadis biraz garip geliyor. Ben zindan görmedim.

Ancak hep gönül
hoşluğu ve saygı gördüm. Hep devlete kondum. Bir kâfir elime su dökseydi Allah onu yarlı-gar, makbul

kişilerden olurdu. Ben
niçin kendimi o kadar aşağılık göreyim? Bir kaç kere kendimi tanıdım. Aman ne izzet, ne ululuk var

bende. Ben sanki bir
inciyim, pislik içine düşmüş bir mücevher gibiyim. Şimdi sanıyorum ki o durumdan kurtuldum. Ama

hayır bir Müslüman
kardeşinin elini sıkıyorsun kımıldandıkca günahların dökülüyor; o halde şimdi durmadan

kımıldanmak, hareket etmek
gerekiyor. «Ey Müslümanlar: Harekete geçin, kımıldayın ki biz de kımıldanalım...»
Hayır bu yanlış değil, Allah da böyle buyurdu. Her dilden türlü türlü hüner ve marifetleri benim elime

verdi. Parmağını
kulağına kadar kaldırdı. «Allah'tan başka Allah yoktur» dedi. Ben sana ne dedim, ben o gün gider bir

nargile içerim, sonra
cübbe giyer ve bunu mendile koyanm. Seni bağda çağırıyorlar niçin acaba! Gel de kulağına

söyliyeyim.
Şiir:
Nedir bu kanlı yaşlar, neden? diyorsun bana.
Mademki soruyorsun, gel anlatayım sana!
Şimdi anladın mı? Bunu hep senin için soyuyorum. Olmıya ki kimse işitsin, senin için söylediğimi

anlasın zamane
fenadır.
Bir delikanlı vardı, ona Zeynep hikâyesini sonuna kadar anlattım. Onun işine çok önem

vermiştim, îstiyordu ki bir kaç
gün orada, o sözü sonuna kadar tekrarlasın dursun. Anladım, «hayır» dedim. «O halde bütün bunları

senin için söylediğime
neden inandın da anlamak istemiyorsun,» dedi. «Evet,» dedim, «Anladım. Tekrar söyle» dedi. «Onu

Mevlânâ'ya söyliyeyim de
sana tekrarlasın» dedim.
(M. 157) Ama niçin benim sana anlattığım bir şeyi tekrar Mevlânâ'ya söylüyorsun? Niçin

tekrarlıyorsun ona? Diyelim
ki siz bunu benden dinlediniz ama başkalarının bunu sizden nasıl dinliyeceklerine güvenebilir miyim?

«Allahnın mağfiretine
uğramış bir kimse ile birlikte yemek yiyen de yarlıganmış olur,» buyurulmuştur. Ama bundan anlaşılan

ekmek ve yemek
değildir, bu onun yediği manevî gıdadan yiyenler demektir. Yoksa binlerce münafık ve Yahudi, Hazreti

Peygamberle birlikte
yemek yemedi mi?
«Allah arş üzerinde hüküm sürmektedir,» anlamındaki âyetin yorumunda ne demişlerdir? Bunun açık

anlamından
başka çeşitli tefsirciler türlü yorumlar yapmışlardır. «Bir adam Irak'a hakim oldu,» sözü de buna

benzer. Bu sözü de Eş'ariye
mezhebinin kurucusu Ebül-Hasan söylemiştir. Onun sözüne karşı bir araştırma yapmadan böylece

inanmak gerekir mi? Bu
sözden ne anlaşılıyor? Bu tâhâ sözü üzerinde de neler söylenmemiştir. Tefsirde açıklandığına göre

tâhâ, Mu-hammed'in (S. A.)
ismidir, yahut «Ey insan!» anlamına gelir. Noktalı, hareketli harfler, hele astronomların rakamları ta

harfinde aşikâr imiş,
bugün bilinmektedir ki, bunun yorumunu Levhi-Mahfuz'dan okumak gerekiyor ve o Levh üzerindedir.
Allah rahmet etsin Ahmed-i Gazali ile iki kardeşi temiz bir soydan id'iler. Her biri kendi bilim dallarında

eşsiz
kişilerdendi. Muhammed-i Gazâlî özellikle türlü ilimlerde eşsizdi. Yazdığı eserler güneşten dahr

parlaktır. Bunu Mevlânâ'da
bilir. Kardeş
1
! Ahmed-ı Gazâlî Allahsal bilgilerde, marifet ve irfan konusunda parmakla gösterilenlerin sultanı

olmuştu. Kulağı
iyi işitmiyen fakih bile benim sözüme hayret eder. Her insan benim sözümü nasıl anlatabilir,

başkalarına nasıl aktarabilir?
Ulu Allahnın yüce zatına ant içerim ki Mevlânâ eğer benim sözümü başkalarına aktarmak isterse

benden daha iyi
aktarır. Bunu daha güzel nükteler ve manalarla süsler. Ama Mevlânâ yine de benim sözümü nakletmiş

olmaz. Üçüncü kardeş
Ömer-i Gazâlî'ye gelince, o da zengin ve büyük bir ticaret adamıydı, hele cömertlikte, bağışta hiç

kimse ona yetişemezdi.
Muhammed-i Gazâlî'ye birisi dedi ki şu senin kardeşin Ahmed hakkında diyorlar ki, o söz söylüyor ama

hiç bir
bilgiden haberi yok. Muhammed Gazâlî de Zahire adlı kitabını kardeşine gönderdi ve götüren adama

tembih etti, «Git, edeple
yanına gir, her ne harekette bulunursa dikkat et. Gülümseme, (M. 158) baş ve el hareketleri gibi her

ne yaparsa gözden
kaçırma! Gözün onun gözüne baktığı anda çok dikkatli ol, onun bütün tavır ve hareketlerini izlemiye

çalış, ayak parmaklarına
varıncaya kadar dikkat et.»
Kitabı getiren adam içeri girince, gördü ki o, tekkesinde neşeli bir halde oturuyor. Ansızın gözü

gözüne ilişince üstad
tebessüm etti, sordu: «Bize kitaplar mı getirdin?» Adamın vücuduna bir titreme geldi. Sonra söze

başladı, üstad diyordu ki:
«Ben ümmîyim. Ama ümmî başka a'mî başkadır. O a'mî yani kara cahil, aslında kördür. Ümmî ise yazı

yazmayandır.» Sonra,
«Pekâlâ,» dedi. «Şimdi sen oku o kitabı ki, ben dinliyeyim.» Gelen adamcağız titriye titriye kitabın her

yerinden birşeyler
okudu, «O halde o kitabın başına şimdi sana inşad edeceğim şu beyti yaz» dedi.
Beyit:
Zahire neme lâzım, kitabı nideyim ben,
Yârın dudağı varken, şarabı nideyim ben.
İblis bir bahane, Adem nişanedir, iblis, karanlık, Adem ışıktır. İblis alçak, Adem yüksektir. Şu tarzda

konuşuyordum.
Dün hem kendi kendime söyleniyor, hem de hendeğin çevresini dolaşıyordum. Sözün sonu gelmiş,

yenilgiye uğramıştım
sanki. Sözün altında kalmıştım. Yenilginin verdiği güçsüzlükle ne yapayım diyordum. Eğer mimberde

de söz bana böyle üstün
gelir beni yıkarsa artık mimbere çıkmam. Efendi yalan gerekse yalan söyleyeyim, vaiz etmiyorum ki.
Söz benim içimdedir. Her kim benden söz dinlemek isterse, benim iç âlemime gelir, ancak orada bir

kapıcı
oturmuştur. (Ona baş vurur.)
Korkak bir köylü, bir çok korkusuz ve cesur kimselerle dost oldu. O

korkusuzluk ve teklifsizlik dolayısiyle de
dostlarının hiç birisi ona, sen kimsin? diye sormadı. Ben kimim demesine de fırsat vermiyordu.

Nihayet biri ben falan oğlu
falanın dostuyum diye geldi, öylesine bir vuruş vurdu ki, onu iki parça etti.
Ben bilmiyorum. Bunlardan bir şikâyet hikâyesi anlatırlar. Emire derler ki: «O adam şöyle böyle

yaptı.» Emir
görmeden bu olaya el koymak istemez. Çünkü kapıcı çok sevdiği bir kişidir. Olayı önce ona getirirler,

onun huzuruna çıkarır ve
derler ki: «Bu olay nedir? Bir bakıver.» Kapıcı der ki: Ben bakıyorum ama okuyamıyorum. (M. 159) O

zaten gereksiz bir iş
yapmaz sonra halvete çekilince kapıcıya sorarlar: «Niçin böyle yaptın?» Nihayet, «O bir dost idi bana

bir daha yapmam diye
söz verdi, gitti çok edepli ve niyazlı bir halde gitti,» der. Şimdi bu adam bundan sonra o kapıcıdan

vazgeçer mi? Evet başka
kapılar, başka kapıcılar da vardır, yol üzerinde başkaları da vardır. Ama o başkadır.
Uzun süren işler gönül âlemine dayanınca, onu gönül âlemine götürürler, îçinde bir sır saklayan

adamı sarhoş ederler
ki, o sırrı açıklasın, sarhoşlukla her şeyi anlatsın diye. Ama gerektir ki, onu dinleyen kimse, o sarhoş

sözleri arasındaki
açıklamalardan hangisinin sır olduğunu anlayabilsin. Hiç söylememiş olduğum ufak tefek şeyler var

ki, bu sözlerden bazdan
ağzından kaçmış, tekrar üstü örtülmüştür. Mevlânâ Allah nuruyla yazar, bir şey bulur yahut bulmaz.

Bunu gözden geçirelim ki,
anlaşılsın. Görüyorsun ki, ben hep, Allah beni tasarruf ehli kılsın diye düşündüm. Halimi düzeltsin de,

her şeye açık bir gözle
bakayım, dedim. O namaz kılan kişiyi de böylece göre-miyordum. Allanın verdiği o tasarruf (bazen)

kalmıyor, bende bir öfke
baş gösteriyor, yokluktan tekrar varlığa dönüyorum. Bu işe şaşıyor ve kendime gülüyorum. Bu değişik

haller içinde düşünmek
gerekiyor. Çünkü garip şeyler görüyorsun, bir an içinde hal böyle iken bir müddet sonra şöyle oluyor.

Gözünü yukarı
çevirinceye kadar durum böyle iken, aşaği bakınca-ya kadar, şöyle oluyor.
insanoğlu bütün geçici varlıklardan ve yaratıklardan üstündür. Çünkü onun görüşü, bütün arşı,

kürsüyü, yerleri ve
gökleri ve her ikisi arasında bulunan yaratıkları kapsayan bir genişliktedir. Allahya ait sıfatlara ortak

olan bu yaratığın görüşü,
bütün görüşlerden daha yücedir. Ne gariptir ki, ulu Allah, bütün sıfatları ile bu yaratıktan belirir.

«Nerde olsanız, o sizinle
beraberdir,» mealindeki âyetin hikmeti anlaşılır. Nasıl ki bu basiret, görüş sayesinde Allah herkese

bir yön, bir alan
göstermiştir. Başka tarafı görmesinler ve sapmasınlar diye. Birine kuyumculukta uzmanlık yolunu

göstermiştir. Ötekine
mücevhercilik ve kimya ilminin inceliklerini, sihir, bahane, büyücülük fenle-rini öğretmiştir. Bir

başkası mantık, tartışma
yolunda uğraşır; fıkıh, usul bilir. Daha başkaları öteki âlemin rahat ve sefası ile dolu olarak nuru ve

Allahyı görür. Biri de
şehvet, güzellik, aşk ile uğraşır, güldürü edebiyatı ile maskaralıktan hoşlanır. Yine başka biri de

melekleri, hurileri, arşı ve
kürsüyü bilir; bunlardan zevk alır. (M. 160) Bunlardan her birine bu köşke bir görüntü penceresi

açılmıştır, âlemi başka bir
balkondan seyretmektedir. Bunun halinden ötekinin haberi yoktur, öteki de berikinin halinden ve

isinden anlamaz.
Yüz binlerce, sonsuz sayıda canlı varlıklar, hayvanlar, böcekler, melekler ve başkaları için balkonlar

açılmıştır. Tabip,
astronom, bunlardan başka her kim daha yüksekten yürürse, daha çok balkonların açıldığını görür.
O, ünlü kişilerden değildi, ama Ahmed-i Gazali' nin çetin bir işi vardı ki hep kendisine perde oluyordu.

Hiç kimseye
karşı o perde kalkmıyordu. O kendi kendine çok yiğitlik etti.
Bir insan ki, gözünü göklere çevirse de melekler tarafına baksa, âyetteki, «Onu yerle bir etti,»

anlamındaki hikmeti
ve, «Gök yarıldığı zaman,» anlamına gelen öteki âyetin ilâhî kavramını görür ve okurdu. Öylesine gizli

çileler çekiyordu ki,
halk hiç anlayamı-yordu. Ama onun bu çile ve riyazatlarından her ne anlatırlarsa hepsi de yalandır.

Çünkü o, bu çile ve
halvetlerde hiç oturmamıştır. O bir bidattir, sonradan uydurulmuş bir âdettir. Muhammed (S. A.)

dininde böyle bir şey yoktur.
Hazreti Peygamber (S. A.) çilede oturmadı.
Musa kıssasında: «Biz Musa'ya söz verdik,» diye başlayan âyetteki hikmeti oku ve düşün. Bu kör

gözlüler, Musa'nın
bu kadar yücelikle, Allah yakınlığı ile beraber, «Yarabbi beni Muhammed ümmetinden kıl!» diye

yalvardığını göremezler,
anlayamazlar. Bu «Ulu Allahm beni cemalini gören kullarından et!» demek-tif. Bu sözün inceliği

buradadır. Yoksa Musa'nın
dileği, senin benim dileklerim gibi olsaydı sopası koltuğunda geçer giderdi. Maksat ya bu sır idi, ya

öteki. Bu, hem de Musa'yı
(hâşâ) ayıplama ve tartışma yeri oldu ama, Allah cemalini görecek ümmetler arasında tek ümmet

Hazreti Muhammed'in
ümmeti olduğunu Musa Peygamber biliyordu.
Ahmed-i Gazâlî, sözü geçen perdenin kaldırılması için

uğraşırken ona bir ses geldi, yahut gönlünde bir ilham ışığı
parladı. «Senin gözündeki perdeyi Zengan-lı şeyh kaldıracaktır,» denildi. Gazâlî hemen kalktı ve gitti

gider gitmez de aynı
günde hocanın ziyaretine uğradı. Onu semâ ederken buldu ve o semâ sırasında artık isteği yerini

bulmuştu. Oradan Tebriz'e
geldi. Tebriz'liler hep bir ağızdan, «Bu adam, filan güzel delikanlıyı görmek için gelmiştir,» dediler. Bir

kocakarıya para
vererek onun geçeceği yol üzerinde oturmasını, gayet gamlı ve kederli bir eda ile onu karşılamasını

tembih ettiler. Ahmed-i
Gazâlî, kadını bu halde görünce sordu: «Sana ne oldu ki böyle içlendin?» Kadın şu cevabı verdi: «Ben

nasıl üzülmeyeyim ki!
Ciğerimin köşesi, gözümün nuru bir oğlum vardı, sizlere ömür öldü de ona ağlıyorum.» Gazâlî sordu,

«Öldü mü?» Kadın,
«Evet,» dedi, «Öldü.» Gazâlî yol arkadaşlarına dönerek, «Ey kervan arkadaşları!» dedi, «Bana burada

bir saat kadar müsaade
eder misiniz? Aşağı inin de biraz bekleyin. Şu kadın acaba doğru mu söylüyor? Bunu bir araştırayım!»

Arkadaşları, «Hay hay!»
dediler, atlarından indiler bir saat kadar başını önüne eğdi. Ertesi günü güneş doğuncaya kadar

murakabede kaldı. Nihayet,
«Bu kadın yalan söylüyor,» dedi, «Çünkü Adem Peygamber zamanından bu saate kadar kalıbından

ayrılmış ve dünyadan
göçmüş olan yaratıkların ruhlarını yokladım. Bu kadının çocuğunun ruhu bunlar arasında yoktur. Artık

yürüyün!» Tebriz'e
geldiği zaman yine bütün şehir halkı birbirine geçti.
Söylemesi hoş değil ama, Ahmed'in güzel yüzlere karşı aşırı bir tutkunluğu vardı. Ama şehvet

yönünden değil. Çünkü
onun gördüğü şeyleri başkalarının gözü göremiyordu. Onu parça parça etseler bir şehvet zerresi bile

yoktu kendisinde.
Davranışlarını bazı kimse ler hoş görüyor bazıları da onu durmadan eleştiriyorlardı. Tebriz'de

bulunduğu sıralarda bir kişi vardı
ki, onu yüz kere beğenip gerçekledikten sonra, tekrar yüz kere de inkâr ediyordu. Nihayet bir gün işi

Tebriz Atabey'ine
anlattılar. «Bize inanın yoksa buyurun hamam penceresinden onun halini bir görün,» dediler. Ahmed,

hamam penceresinin
önünde uyumuş, ayakları oğlancığın kucağında, mangala ödağacı ve amber kokuları serpmişler her

taraf tütsü içinde. Atabey
bir aralık geldi, hamam penceresinden ve külhanın bif kenarından içeriye gizlice baktı.

Hoşnutsuzlukla geri döneceği sırada
içeriden bir ses yükseldi: «Ey Türk yavrusu! içeriyi tamam gör de ondan sonra git!» Atabey hemen

geri dönüp bir daha içeriye
baktı, bir de ne görsün, Şeyh, bir ayağını kaldırmış ateş dolu mangalın içinde duruyor. Bu hali gören

Atabey şaşırdı; ilk defa
yanlış gördüğünden dolayı özür diledi hayretle ağlayarak geri döndü.
Onun bir de âlim, erdemli, her fenne âşinâ ve müderrislik yapan bir müridi vardı. Bu adam, Şeyhin kulu

kölesi
olmuştu. Bu güzel çocuk konusunda kaç 'kere onu hoş görmüş, sonra inkâr etmişti. Çok kere şeyhin

atının dizginlerini
omuzuna alır, önü sıra yaya yürürdü. Oğlancık ise, Şeyhin terki bağına yapışmış yürürlerken yolda,

Şeyh çocukla bir şeyler
konuşur, gizli işaretler yapardı. Müderris, dizginler boynunda eve gelmeden onu on kere inkâr eder,

dizginleri boynundan atıp
kaçmak ister. Sonra tekrar, Şeyhin kerametine inanırdı. Başını açarak onun ayağına kapanmak

kafasında düğümlenen
vesvese ve kuruntulardan kurtulmak için çare arardı. Şeyh bu hali de biliyordu. (M. 162) O erdemli

müderris, Şeyhin elinde
bir saat ağlayan sonra bir saat gülen oyuncak bir bebek gibiydi.
Bir gün Mevlânâ dervişlere nasihat verdi; onlara, bizim niteliklerimizden söz açtı. Dostlar, bu

sözlerden çok
duygulandılar. Mevlânâ buyurdu ki siz: «Allah yüceliğini arttırsın! Hüdavent Şemseddin-i Tebrizi'ye

karşı ufacık bir
hoşnutsuzluk ve cefa eseri gösterirseniz benim size verdiğim öğütlerle, sizin aşırı duyarlığınız sizin

için kapalı kalacaktır.
Şeytan, kurt sizin bu içten duygularınıza karşı gözlerinize kar sa-vuracak yani sizi yine şaşırtacaktır.»

Dostlar kendi
kendilerine «Hayır!» dediler. «Gidelim ondan af dileyelim, suçumuzu bağışlasın artık bundan sonra da

Mevlânâ Şemseddin'e
karşı terbiyesiz bir davranışta bulunmayalım.» Evin kapısına kadar geldiler, ama içeriye girmeye yol

bulamadılar. Bunun
üzerine onların bütün duyguları değişti. Yol vermeyişimizin sebebi şu idi: Ben kendi kendime diyordum

ki, burası domuz ağılı
değil ki azıcık pişmanlık duyan, azıcık içi sıkılan herkes dışarı fırlasın da buraya koşsun. Nihayet, o

kadar yüceliği aşikâr olan
Ahmed-i Gazâlî'ye karşı kötü düşünenlerin yersiz düşüncelerini ve ayıplamalarını çürütmek için,

kendisine kitap
gönderdiklerini, bir vakit bu kitaptan sözler nakledersen, hakkında yanlış düşünenlerin ağızlarını

bağlamış olursun, dedikleri
için kardeşinin bile kendi tekkesine gelmesine yol vermediği söylenir. Bir anlatışa göre yedi yıl, başka

bir anlatışa göre de on
beş yıl hep seferde ve yolculukta dolaştı. İnkarcılara derdi ki, «Burası domuz ağılı mıdır ki başına bir

hal geldiği zaman buraya
koşuyorsun?» Nihayet bu dostların hiçbirisinden bir şey beklemiyorum. Önce sizden ilim öğrenmem.

Belki o zaman benim
sözlerimi anlar, güzel güzel kendinizi niyaza hazırlarsınız. Siz kendi bilginizden, kendi hayalinizden

dolayı benim sözlerimi
anlayamazsınız. Öyle değil. Nasıl ki bizim falan dostumuzu bizden sorarlar. O fakih midir yoksa fakir

mi? Dedi ki: «O hem
fakihtir, hem de fakir.» «Ama nasıl olurki bütün sözleri fıkıh konusundadır?» Cevap verdi ve dedi ki:

«Onun fakirliği o soğuk
davranışlı insanların fakirliğine benzemez. Bunu o taifeye söylemek gerekmez. Ona bu halk ile

konuşmak yazık olur.»
Sözü ilim yolu ile söylerler, sırları da işaret yolu ile anlatırlar. (M. 163) Onun

sözleri söylenmiş olur", dünyalık söz
olur. Mevlânâ bilir ki, bu şehirde büyüklerden biri vardır. O hep bizi görmek arzusundadır*. Hem

bugün, geceye kadar ona
hükmedersem ondan bana o kadar faydalı sohbet fırsatı erişir ki, sizden çok güçlü, bu mecliste

oturanlardan çok olgun kişidir.
Bugün, mademki sizde ne ilim öğrenmek arzusu ne marifet dinlemek isteği, hattâ dünyaya ait bir

dilek vardır. O halde size
her ne yapmanızı emredersem, yalnız sizin faydalanmanız içindir.
Bir kişi sizinle dervişler sohbetinden söz açarsa, inançla onu dinleyin. Mademki dinlediniz, türlü

yollardan onu inkâra
kalkışmayın ve mademki işittiniz, bu af dilemek resmî bir adettir, hiç bir değeri yoktur. Bin türlü kötü

sebeplerle bozulur.
Abdesbin bozulduğu gibi karnından çıkan yel gibi geçer gider. O zaman, «Yarabbi, nefsimize

zulmettik, sinemizi temizledik
dersin!»
Bir gün, «Mevlânâ Şemseddin şunu oku!» diye bir Şeyhin risalesini getirdiler. Onu ezgi ile, musiki

makamiyle okurken
alay yolu ile durak ve aksanlarını da ihmal etmiyordu ve diyordu ki: «Ben bunları bilmem. (M.164) O ne

yüce Mustafa ki, sefa
kaynağında bütün hayallerden uzaklaşmış, kendini bütün kuruntulardan kurtarmıştır.» Hayal

hakkında aynı sözü üç kere
tekrarlıyor ve diyordu ki: «Ey hayal git benden! Eğer gitmezsen ben gideyim.»
O direk üstünde yürüyen ip cambazı, iki gözü bağlanmış ayaklarında takunyası, başında su testisi,

elinde dört parça
eşya olduğu halde ip üzerinde ayaklarını gıcırdatarak ileri doğru yürüyor, tekrar dönüyor, ansızın

kendini aşağı atıyor, iki
ayağı ve koltuğu ile ipi tutuyor, sonra tek parmağı ile kendini asıyor, tekrar ip üzerine sıçrıyordu.
Öteki arkadaşı da şişmandı, ansızın aşağı düştü, arkadaşı ip üzerinde hep ona seslenir, «Seni falan

hocanın adına
getirdim,» diye bir ağlama tuttururdu. Hemen sopaları, çarşafları toparlar, bol bahşiş alırlardı. Bunlar

cambazlığı deniz
kıyısında öğrenirler, ipten düşerlerse su içine düşerler. Bu suretle uzun çalışmalar sonunda usta birer

cambaz olurlar. Ondan
sonra da karaya gelirlerdi. Yavaş yavaş sopalarını daha yükseklere çıkarır, ip üzerinde durma ve

yürüme usullerini öğrenirler.
Nasıl ki hilâl dolunay oluncaya kadar, taştaki yağmur yakut haline gelinceye kadar, denize yağan

yağmur taneleri de inci
oluncaya kadar sabır gerekirse, bunlar da sabır ve çalışma ile uzman birer cambaz olurlardı.
Mısra:
Koruktan zamanla helva yaparlar.
Bana ne zaman söverlerse hoşuma gider, övdükleri zaman da üzüntü duyarım. Çünkü övme öyle

olmalıdır ki,
arkasından sövme olmasın. Yoksa o övüş münafıklık olur. Nihayet münafık kâfirden de beterdir.

Âyette de işaret buyurulduğu
gibi münafıklar cehennemin en derin yerindedir. Kâfir dedi ki, «Bu sefer gel de beraberce Şam'a

gidelim, güz gelir gelmez
gidelim.» Benim hiç ilgjm yok, bu müritler ahmak insanlardır. Her biri bir yıllık kazancını, şunu al da

git, diye bana
verselerdi,Hümam da iki üç dirhem buna kalsaydı, on iki bin dirhem tutardı. Ben gizlice haber

gönderir, derdim ki: «Ey
Mevlânâ, epeyce para toplandı kalk gidelim!» Onu kaldırırdım. Onunla bir müddet hoş geçinir ve yine

dönerdik. Bunu
anlatırken hatırıma meşhur vaiz hikâyesi geldi:
Vaizin biri, konuşmasının en hararetli bir yerinde mecliste bulunan cimri bir zengini harekete

geçirmek için, «Ey
cemaat!» dedi. «Bana Allahsal bir ilham geldi. (M. 165) Bu saatte şurada oturmuş olan bu efendinin

güzel, ince ve şerefli
hatırından geçiyor ki, gideyim, vaktin şu vaizi olan bilginin başına Allah rızası 'için hemen şu

makamda yüz dinar saçayım.»
Cimri zengin dedi ki: «Ey vaiz efendi! Size gelen o ilham sizin gönlünüzün sefasından, sizdeki iyi niyet

yönündendir. Ama
Allahın yüz bin laneti benim hatırıma olsun ki, asla böyle bir şey düşünmedim.» Bu böyle geçti...

Bakalım herkes bu ırmaktan
nasıl geçecek?
Şam Kadısı Hoy'lu Şemseddin'e eğer kendimi ver-scydim, ömrünün sonuna kadar işi düzelecekti.

Ancak ona hile
yaptım o da o hileyi yuttu. Vay o güne ki ben hileye başlamayayım! Zaten işim ne? Hileden başka ne

yaparım? Allahnın da işi
budur. Hile etmek. Bugün gidelim diye bir at alırsam ne olur. «Gitmeni istemiyorum,» diyorsun. «Böyle

olmaz. Sana bir at
alayım ama, yine burada kal, gitme.» Senin söylediğin bu söz bile bir hile ve mekirdir. Benim işim yok.

Müslümanlık, arzusuna
karşı gelmek, nefsine uymaktır. Kâfirlik de kendi keyfine uymaktır. Diyelim ki, biri imana gelmiştir.

Bunun anlamı şudur: «Ben
artık arzularıma, nefsime uymayacağım, buna söz verdim.» Bir başkası da, «Bu benim işim değildir,»

dedi, «Ben bunu
yapamam, ancak haraç verir, kendi keyfimce yaşarım.» Peygamber de buna razı

oldu kabul etti, kâfire berat verdi ve buyurdu
ki, «Her kim bir Zim-mî'yi yani Müslüman olmayan bir insanı incitirse beni incitmiş gibi olur.» Ama

başka biri de diyor ki: «Ben
Müslümamm, artık heva ve hevesten de üzgünüm.» Ama istiyorum ki, o ne haraç versin ne de

arzularından vaz geçsin.
«Müminim, Müslümamm,» diyor ama imanı yoktur. «Dürüst adamım,» diyor ama dürüst değildir.
Sana, «Dostunum, senin uyruğunum,» der ama değildir. «Beyazım,» der ama siyahtır o, «Doğan

kuşuyum,» der.
Hayır, kargadır. Mümin üzerine şükretmek gerektir, çünkü kâfir değildir. Kâfire de münafık olmadığı

için şükretmek gerektir.
Garip hadisler arasında anlatırlar. Ama bu pek yaygın değildir. Cehennem halkı cehennemi

boşalttıkları zaman, en
alçak ve derin yerleri bomboş kaldığı, kapıları kapandığı sırada cehennem harap bir boş eve

dönerken münafıkların feryatları
duyulur. Onlara sorarlar: «Siz nasıl bir toplumsunuz ki, herkes burayı boşalttığı halde siz hâlâ

içerdesiniz!» «Bizler nifak ehli
kişilerdeniz bizim için ne kurtuluş umudu kalmıştır, ne de burada kalmak imkânı.»
(M. 166) Bu hadisi de Kadı Şemseddin-i Hoyi ders sırasında anlatmıştı. Ama yaygın değildir ancak

manaya âşinâ olan,
işin iç yüzünü bilen kimse bundan bir pay çıkarır. Bugün bir açık nifak vardır bir de gizli nifak. O açık

nifak bizden ve
dostlarımızdan ırak olsun ama insanoğlunun yaratılışında olan o gizli nifakı da ondan söküp atmaya

çalışmak gerektir. Yine
hadiste, «Mümin, Müminin aynasıdır,» buyurulmuştur. Bundan daha önemlisi, «Hak kulun aynasıdır,

kul da hakkın aynasıdır,»
anlamına gelen hadislerdir. Olgun söz böyle dolgun olur.
Şemseddin-i Hoyi'ye biri karşı çıktı ve şöyle bir tartışma açtı. Onun maksadı bir din adamını

kötülemekti. Diyordu ki:
«Filan kişi bu kadar şiir ezberlemiş, her fenden, devlet ve divan işlerinden bir kaç şey öğrenmiştir.

Ötekinin ise hiç bir şeyden
haberi, resmî işlerden bir bilgisi yoktur.» Buyuruyorsunuz ki: «Nihayet onun ezberinde bir şey yoktur,

kitap da yazmamıştır.
Ama söz eridir, tecrübe sahibidir. Görmüyor musunuz ki, sırası geldiği zaman nasıl konuşuyor.

Ötekinin ne kadar geniş bilgisi
olursa olsun, tecrübesi yoksa görüyorsun ki yeri geldiği zaman hiç bir şey söyleyemiyor.» Şimdi

bunların aralarındaki ayrılık
ve derece farkı, zahir bilgisi, duygu ve düşünce yönün-dendir. Bu cihanın aklı ve bu cihanın hissi

iledir.
Halbuki öteki cihanın akıl mertebelerinin nasıl olduğunu söylersem bu da bir mekir ve hile olur. Size

demiyor
muyum ki, pamukları kulağınızdan çıkarın da kuru sözlerin esiri olmayın. Açık ikiyüzlülüğe

kapıl-mayasınız, Her görünüşe
aldanmayasınız, gözünüzü kulağınızı açasınız ki, işin iç yüzünü kavrayabiles'niz. (Onun iç yüzünü

ancak Allah bilir yahut
Peygamberin rızasını kazananlar bilir,) Savaş adamlarına nasıl olur da sır verebilirsiniz? Ona, «Gel şu

savaşı, karşı durmayı
bırakıver» dersen ne çıkar? O, savaş sevdasındadır. Her nerede bir kavga görse, kendi havasına uyar

atılır. Banş isteyen bir
kimse de ona göre davranır, ona göre konuşur, çalışır ki, eğer birinin kulağına •giderse o da barışa

yanaşsın ve desin ki:
«Ben çok utanıyorum, yaptıklarımdan ettiklerimden ve dediklerimden pişman oldum. O, şeytanın

teşv'ki, şeytanın hilesiydi.
Yarabbi, ne fena işler yaptım! O ne iş idi ki ben yaptım. (M. 167) Meğer o bir kuruntu idi ki, benden bir

söz çıktı onun hatırı
kırıldı.» Pişmanlık duysun. Onun gönlünde güzel sözler ve hareketlerle barışsever bir insan olduğu

inancını yaratır.
Şiir:
Üstadın aşktır senin, oraya erişince
O sana hal diliyle anlatır ince, ince.
Hazreti Peygamber (S.A.) «Size helâl olan sihir sanatından haber vereyim ki, onunla özgür kimseleri

parasız pulsuz
kendinize köle yapasımz,» buyurdu. Sahabeler, «Ey Allah elçisi bize bildir,» dediler, «iyi davranış, tatlı

dildir,» buyurdu.
O ahmak bir iş yapar, bir söz söyler ki, soğukluğu açıktan belli olur. O, öyle bir hırsıza benzer ki

iş-kence yapmadan,
soruşturmadan yaptıklarını açıkça söyler. Ancak o bir hırsız ki içinde hırsızlık zevk ve muhabbeti

vardır. Gönlü çaldıklarına
bağlıdır. Onun hırsızlığını anlayanlar yüz bin kutsal canı böyle bir hırsızın ayağına saçarlar.
Dedi ki: Bugün Allah adı ile bu birinci lokmaya başladım, ikinci lokmaya, Cebrail'in, üçüncü lokmaya

Mikâil'in adı ile
dördüncü lokmaya Azrail'in adı ile başladım. Çünkü yoksulluk lokmasıdır.
Dostluk o mudur ki, dostu

uyurken biri gelsin, elbisesinin bir kenarını açsın, eteğini çeksin, edep yerlerini çıplak etsin
ve bunu halkın gözü önünde yapsın. Nuh Peygamberin oğlu gibi kara yüzüne erkekçe bir tokat vurur,

gizlice eteğini çekerler.
O da öteki gibi gülmez ve der ki, «Eğer ben de onun gibi gülmezsem beni çıplak eden zavallı incinir.»

Bu hoşgörme, yönünden
değildi, dostluktan da değildir. Umarım ki bir vakit bizi kötüleyenler yahut hayalle uğraşanlar

arasında bizim hakkımızda
konuşulurken bazıları tereddüt gösterirler. Hayret edilecek nokta şudur ki, acaba bu sözleri dostlar

mı söylüyorlar yoksa bizi
ayıplayanlar mi? Hangisini ele alalım. Onlar bir şey işitmek için kulaklarını dört açmışlardır. Bir taraf

belki öteki taraftan daha
üstündür, derler. Umarım ki sen bunlar arasında en doğru olan sözü söylüyorsun belki kendinden hiç

bir şey söylemiyorsun.
Zaten doğru konuşmak lâzımdır. Ben onlara (M. 168) dedim ki: «Sizden şu sebsple ayrılıyor ve

sohbetlerinizi terk ediyorum:
Siz dervişi incitiyorsunuz.» Bu söz onlar için faydalı oldu çünkü onlar anlamıyorlar. Senin perhizin,

onlardan ayrılman bizim
dostluğumuz yüzünden olmuştur. Onlar bu hali yorgunluk, yahut nezaket icabı sanırlar, yahut başka

sebeplere yorarlar. Eğer
hatıra bir şey gelir de bu sözü söylersen falana bir zarar gelir düşüncesi ile o sözü saklamak

gerekmez. Çarçabuk dosta
anlatmak ve söylemek lâzım gelir.
Gönül ki, göklerden, feleklerden daha büyük, daha geniş, daha hoş ve aydındır; onu gereksiz sözlerle

niçin
daraltmalı? Pek hoş olan bir âlemi kendine zindan gibi daraltmak nasıl uygun düşer? Bostan gibi olan

bir cihanı kendine
daracık bir zindan etmek, ipek böceği gibi daracık bir koza içinde kuruntular, vesveselerle, çirkin

hayallerle oyalanmak,
kendini karanlık bir âleme atmak, hep gafil uyumak ne demektir? Biz o kimselerdeniz ki, zindanı

kendimize bostan yaparız.
Bizim zindanımız bostan olunca ya bostanımız nasıl olur? Bir seyret de gör! Hazreti Peygamberin (S.A.)

mübarek sözlerinden
hiç birinden irkilmedim. Ancak şu, «Dünya müminin zindanıdır,» anlamındaki hadiste şaşaladım. Ben

dünyayı hiç de zindan
görmüyorum. «Zindan nerede?» diyorum. Ancak o hazret, «müminlerin zindanı,» demiş, «kulların

zindanı,» dememiştir.
Kullar başka bir toplumdur. Burada kendi maksadını o daracık düşünceye sığdırmak gerekmez. Dost

ile her ne gelirse, çabuk
çabuk, ahval şöyledir, der geçersin. Perhiz şu cihetten gereklidir ki, acaba bu bahsi dost ile nasıl

konuşayım? Dost zaten hali
görüyor. Eğer dost olan arkadaşına söylemezsen ne kadar araşan bu konuda sol yönü bulamazsın

çünkü onun her iki eli de
sağ eldir. Bundan dolayı âyette, «Allah ve Resulünün iki eli arasında,» buyurulması belki her iki eli de

açıktır anlamına gelir.
Nasıl ki o gün demişti ki:. Tebbet âyeti ile ihlâs sûresi arasında hiç bir fark yoktur. Her ikisi de birdir,

Allah kelâmıdır. Ben bir
vakit bu türlü söz söylemiştim. «Gel de şimdi anlat bakayım. Nasıl diyorsun ki Tebbel nedir ki?»

Ebû-lehep ziyan etti, helak
oldu, Ebûleheb'in iki eli kurusun! Alevli ateşe götürülecektir. Gün olur ki ateş içinde heybetli bir dille

konuşur. Şimdi bu îhlâs
sûresi yani söyle ki «Allah tektir,» âyeti ile Tebbet'ten her ikisi bir olur mu? Bu îhlâs sûresinin anlamı

Allah sıfatlardan başka
değildir. Şimdi söylemek gerekir ki, sen Müslüman olarak öleceksin, kâfir ölmeyeceksin,

kurtulacaksın ateşten. Şimdi öyle
hoşum, öylesine hoşum ki şu hoşlukla iki cihana sığamıyorum.
Siyah şalvarlı denen, bir din bilginiydi. Meliki Âdil ona çok inanırdı. Bindiği bir eşeğin sahibi ile

kavgaya tutuşmuş,
Farsça diyordu ki: «Bu eşek kötü yürüyor, her saat yüzüstü kapanıyor. Halbuki geçen gün bana iyi bir

eşek gösterdin, sonra
iyi eşekleri başkalarına verdin. Topal eşeği bana getirdin.» Ona dediler ki, «Bu adam Farsçadan

anlamaz, onunla Arapça
konuş!» Acem bir saat kadar düşündü, Arapça konuşacağı kelimeleri zihninde hazırladı. Eşek sahibi

biraz uzaklaşmıştı. Şeyh
ona seslendi. Kafasında hazırladığı Arapça sözleri unutmamaya çalışırken, eşekçi: «Ne diyorsun?»

dedi. Şeyh, şu anlamdaki
Arapça sözleri kekeledi: «Yarın ben, güzel bir eşek...» Eşekçi sordu: «Bugün de öyle misin? Yâ Şeyh!»
Onu çekmeyen kıskanç fakihler akşam namazını kıldırması için sözbüiiği ettiler. Biliyorlardı ki, o

Fatiha okumasını bile
beceremez. Onu koruyan Meliki Âdil de onun kim olduğunu bu vesile ile anlasın. Bu sözleşmeden

sonra onu söze tuttular ki,
namaz vakti geçsin. Ama Hoca işi sezmişti, yüzünü Meliki Âdil'e çevirdi, «Ey ulu sultan,» dedi. «Sen

lük, lük yürümesini bilir
misin?» «Hayır,» dedi sultan. Hoca, oradaki hizmetçiye gözüyle işaret ederek, «Getir şu

pabuçlarımı,» dedi. Pabuçları
giydikten sonra yerinden sıçradı. Bir ayağını basıyor ötekini sürüklüyor, arada duraklıyor; sonra öteki

ayağını da aynı veçhile
tekrar basıp sürükleyerek aksaklık örneği gösteriyordu. Şeyhin meclisinde bulunanlardan biri diyordu

ki, «Şimdi bende ne
küfür kaldı, ne iman. Kendimde küfürden de, imandan da bir şey bulamadım. Senin huzuruna geldim.

Ne Yahudilikten, ne
Mecusîlikten, ne de ana ve babadan kalma inançtan ne kaldı bende? Gerçi bundan önce de her neye

inandım, iman getirdimse
yavaş yavaş o ilk inançlardan vazgeçtim.» Bu yol çok çetindir. Başı sonu belli değildir. Elbette kolay

olmaz onun ilk inançları
hatırına gelmediği gibi ona yol da bulamaz. Bu tıpkı şuna benzer: «Adamın biri ırmak kenarında

yıkanmak için elbisesini
soyunur ve suya atlar. (M. 170) Su sertçe akmaktadır. Onu kaptığı gibi aşağı doğru sürükler. O ise

elbisesinin bulunduğu yere
doğru atılmaktadır ki, alsın da giysin diye. Ne çar'e ki, keskin akan su onu kapmış ve

götürmüştür.»
Muhammed Aleyhisselâmın ibadeti ve işi istiğrak yani Allahsal düşünceye dalmak idi.

Kendi kendine: «İş gönül işidir,
hizmet gönül hizmetidir, kulluk da gönülden kulluktur» buyurdu. Ama o ilâhi düşünce ve temaşa

âlemine ancak Ulu Allah'da
kendini yok etmekle varılabilir. O biliyordu ki herkese, gerçek amel ve ibadet için yol yoktur.

Kullardan pek az kimseye
istiğrak mutluluğu verilmiştir. Ümmet için bu beş vakit namaz ile yılda otuz gün orucu ve Hac

törelerini emretti ki, onlar da o
temaşadan yoksun kalmasınlar, kurtuluşa ersinler ve başka ümmetlerden üstün olduklarını

anlasınlar. Ola ki onlara da sözü
geçen o istiğrak mutluluğundan bir koku erişir. Eğer böyle olmasaydı, oruçtaki açlık nerede, Allahya

kulluk nerede kalır? Dinin
bu açık teklifleri ve ibadet ne işe yarardı?
Bu şeyhlerin bir çoğu Muhammed (S.A.) dininin yol kesicileridir. Bütün fareler gibi bu dinin evini

yıkmaya çalışırlar.
Ama Allahnın aziz kullarından öyle kediler de vardır ki, bu fareleri temizlemeye çalışırlar. Yüz binlerce

fare toplansa bile tek bir
kediye bakmak cesaretini gösteremezler. Çünkü kedinin heybeti onların bir araya toplanmalarına

imkân vermez. Kedi ise
kendi nefsinde bir topluluktur. Farelerde eğer toplanma cesareti olsaydı, birleşebilselerdi, içlerinden

bir kaç fedaî fare
çıkabilseydi, kedi nihayet bunlardan birini yakalar, onunla uğraşırken ötekiler kedinin gözünü

tırmalar, başına atlar elbette
onun işini bitirebilirlerdi. Hiç olmazsa kaçarlardı. Şu halde demektir ki, onlardaki korku

toplanmalarına engel olmaktadır. Fare
dağılmanın; kedi topluluğun remzidir.
Âyette, «Kabe'nin içine giren güvende olur,» buyurulmuştur. Hiç şüphe yoktur bunda. Sonra diğer bir

âyette,
«Etrafında bulunanları kapan,» cehennemden söz edilmektedir. Gönülden dışarıda (halkın yüreğinde

vesvese veren) Şeytana
işaret buyurulmuştur. Yüz binlerce vesvese veren Şeytanlar, feryatlar, korkular vardır, ibrahim

Peygamberin ateşe atılması,
Hakkın terbiyesindendir. Musa Peygamberin yetişmesi ve onun düşman elinde beslenmesi hep

Allahnın birer cilvesidir. Evet
Peygamber Allahın lütuf ve irşadını biliyor muydu ki önce yoldaş sonra yol buyurdu.
(M. 171) Yüzüne tükürdüğün zaman ses çıkarmayan kimse yoktur. Kerim, demiştir ki, «Biri gelmiş

pazarda
oturmuştu. Güya pazarı yakacaktı.» Ona dedim ki, «Ey ahmak. Sen de aynı yangının içinde yanar

gidersin. Yanmak ona derler
ki, yanaşın da senden hiç bir eser kalmasın.» Evet, evliya zümresinden bazı kimseler vardır ki yanan

ateşe atılırlar ama asla
yanmazlar. Gizli bir topluluk da vardır ki, onların her şeyi gizlidir. Dedi ki: «Ali'yi düşman bilenlerden

bir Haricî vardı. Ali için o
öldü,» dedi. Ama Alâ'nm (Ala-eddin) düşmanı dedi ki: «Ben öyle söylerim ki Hazreti Muhammed'in

(S.A.) düşmanı da Yahudi
idi. Lâkin yine Yahudi olarak öldü.» O erkek - dişi kerim değildir ki! Evet, o arkasını Kalenderîlerden

asla esirgemez. Ben onun
için öylesine kavgalar ettim, dostlarla cenkleştim ki! Müminler ulusu Hazreti Ömer bile hiç bir şey için

bu kadar uğraşmamış ve
bu kadar söylememiştir.
O bana karşılık olarak bunu yapar. Benim çöme-zimdir, hayli gün önümde diz kırmış oturmuştur.

Ondan çok zahmet
çektim. Bakıyordum çok yanlış konuşuyor, yanlış okuyor, elinden âciz kalıyordum. Yatırıp eline yüz

yahut bin sopa
vuruyordum. Bir sopa vurunca, «Tamam artık yüz sopa oldu,» diyordu. Derlerdi ki: Önün önünde ders

okurken henüz çocuk
idim. Bana böyle sövüp saymazdı. Meğerse sevdalı olmuştur. Artık aramızdaki muhabbet kesilmişti.

Şimdi tekrar karşıma
gelmiyorsun, eteğimi tutmuyorsun. Bu bağa gitmenin etkisidir. Bundan faydalandın. Ben dışarıdan

düşünüyordum ki, onu
görür görmez boynuna sarılayım. Sen ise gidiyorsun. Ev bana çok yabancı geliyor. Artık gideyim

dedim. Tekrar o kadının
yanına gitmeyeyim de ne yapayım? Gideyim de çabucak geri döneyim. O halde niçin gitmiyorsun

çabuk git!
Ona ya pire diyeyim yahut çekirge. Çünkü zıp, zıp sıçrıyor. Ben dedim ki: O, bu günahsız Kimya'dandır.

Ama gerektir
ki onun madenleri biz olalım ki, kendisim bu derece sertleşmiş görmesin. «Senin için pirinç mi

pişirelim, yoksa turşu mu
istiyorsun?» diye sordu. «Ey hoca,» dedi, «İki horozun yok mu?» «Var,» dediler* Âlâ ile Muhammed

Taceddin şikâyettendi.
«Dâye kadın bizi aç bırakıyor,» dedi. Ona dedim ki: «Dâye kadın seni aç bırakıyorsa annen yerinde

duruyor. Benim adımı ona
söyle. Nasıl olur ki, ben senin adını biliyorum da sen benim adımı bilmezsin? Ona söyleyince hemen

gelir, oradadır o. (M.
172) Korkma hemen söyle, evet oradadır.» Senden hapşırmak, sizden de şifalar olsun demek, yaraşır.

Tekrar hapşırdın mı,
bir daha şifalar olsun duasını tekrarlarım. Bazı şeyler var ki, söyleyemem. Ancak o sözlerin üçte biri

söylenmiştir. Yallah aslan
gibi erkeksin, kudretli bir kişisin. Birçok has Allah erleri vardır ki, kerametleri gizlidir, sırlarını herkese

açıklamazlar. Nasıl ki,
onlar da gizlidirler. Bir kimse bütün lütuf olsa bile yine eksiktir. Allah'ya bile hep lütuf ve rahmet sıfatı

yaraşmaz, onun aksi
sıfatı da vardır. Allahnın kahir sıfatı içinde hem lütuf hem de kahr vardır. Ona lütuf da yaraşır kahr da.

Hakikatta bunlardan
her biri onda teker teker belirmektedir. Böyle bir toplum için çok sert bir insan gerektir. Nasıl ki

Hazreti Muhammed
Aleyhisselâma göre, Hazreti Ali daha cenkçi idi. Nasıl ki, o gün her biri soruyorlardı: «Acaba

Ebubekr'in elinden kılıç vurmak
gelmez mi?» Sahabelerin her biri Muhammed'in (S.A.) sıfatlarından biri ile vasıflanmış idi. Ebubekr

Ömer'e sormuştu:
«Benden sonra halife olursan ne yaparsın?» Ömer (Allah ondan razı olsun),

buyurdu ki: «Ben adalet gösterir, hakkı
gözetirim.» «Doğru söylüyorsun,» dedi. «Senden adalet yağıyor.» Nasıl ki, kendi oğlunu işlediği

zinadan dolayı ceza olarak
eliyle sopa atarken öldürdü. «Böylece fesadı, bozgunluğu önledim,» dedi. Ömer de Hazreti Ebubekr'e

sordu, «Sen ne
yapacaksın?» «Ben yapabilirsem bir perde örtülürüm,» dedi.
Acayip şeyler anlatırlar: Onun atının dizginlerini omuzladığı halde inanmıyordu, inkâr ediyor ve

diyordu ki: «Filân
şeyh, karşısına geldi, selâm verdi almadı. Ama biraz sonra filân genç selâm verdi, ona çok iltifat

gösterdi.» İnanmıyordu, bir
çılgın gibiydi. Sordu, «Şeyhten yüz çevirdikten sonra, şeyh uzakta mıdır?» «Çoktan geldi,» dediler.

Şeyhin evinin kapısında
reisin oğlu ile satranç oynadığım gördü. Büsbütün inancı sarsıldı ve geri döndü. O gece Hazreti

Peygamberi rüyasında gördü,
onu ziyarete koştu. Ama Hazreti Peygamber kendisinden yüz çevirdi. Bu sefer feryada başladı.

Peygamber buyurdu ki: «Bizi
daha ne kadar inkâr edeceksin, bize inanmayacaksın sen?» «Ey Allahnın elçisi,» dedi, «Seni ne

zaman inkâr ettim?» «Ama
bizim dostumuzu inkâr ettin.» buyurdular.
(M. 173) Kişi sevdiği ile beraberdir. Hakikatte o bir dosttur. Müminler tek bir vücut gibidir. Hakikatte

onun eteğinde
bir avuç fındık ve kuru üzüm vardı. Koşarak geldi ve gördü ki, henüz satranç oynamakta. Kuru üzüm

eteğinde duruyordu.
Tekrar inancı bozuldu, istedi ki geri dönsün, şeyh arkasından seslendi. «Artık ne zamana kadar bu

imansızlık? Bari Seyyid-den
utan!» Hemen geri döndü ve şeyhin ayağına kapandı. «O bir avuç kuru üzümü o tabak içine dök ki, o

buradan gitmeye karar
vermiştir.» Bu saatte o mubahci (her şeyi hoş gören birisi) olmuştur. Onun hali nasıl olacaktır ki, bir

hafta hamamda kalmış,
bir ayağını o delikanlının kucağına, öteki ayağım da reis oğlunun kucağına koymuş. Ateş mangalında

kebap pişiriyor.
Bunlardan da kâh birinden, kâh ötekinden şeftali topluyor. Başka ne kaldı artık! Mimberin üstünde ilk

vaiz çıktığı vakit
okuduğu tevhicl şu anlamdaki rubaî olmuştu.
Rubai:
O put, meclisimizin süsüydü, dilberiydi.
Şimdi mecliste değil, nerelerde salınır?
Yüce bir servidir o, pek levend bir boyu var,
O mecliste olmazsa kıyamet bizden kopar.
O sırada delikanlıyı getiren reisin adamı toprak başına olsun, su döktü ve meclisten dışarı çıktı, sonra

içeri geldi,
beraberce oturdu. Vaiz başladı. Bundan sonra iyileşinceye kadar böyle perhiz edeceğim, îyi olmasam

bile böylece perhiz
ediyordum.
Bu gözağrısı sana sefa verdi dediğin güne kadar, perhiz ettim. İstiyordum ki, başka bir sefer daha söz.

aşırayım da
onları susturayım. Ama içim çok hararetli idi. Şimdi bunu tekrarlamazsam şaşılacak şeydir. Bu zevk

sahibi bir adamdır. Aynı
zevk ona da erişti. Konuşmak düşüncesinde değildir. Zaten bende söz kalmadı, çabuk kalk! Ben

başka birini buldum. Bir
şeyden anlamaz. Ama daha çok onunla konuşurum. Şaşırmış hayran kalmıştı. Bugün dost ile sevgili

ile de benim sabrım
böyledir. Bu biricik Muhabbetüli ile nasıl sabredebilirim? (M. 174) Sana önce çok kuvvetli bir ilgim,

Muhabbetm vardı. Ancak başlangıçta
görüyordum ki, o zaman işaret yolu ile söylemek mümkün değildi. Eğer söyleseydim beni mazur

görmezdin. Bu saatte de
zararlı çıkardık. O zaman bu hal yok idi. Bana diyorlar ki: Bir topluluk senin hakkında o bidatçıdır,

yapmacık şeylerle uğraşıyor
diye beni ayıplamaya başlamış. Ben de, «Doğru söylüyorlar, dedim. «Bidatçıyım. Şimdi sen bana söyle

bakayım, bu namazın
hakikati, içyüzü nedir?» Önce felsefecilerden bazıları. «Başını yere koymak, vücudunu ayakta tutmak

ayıptır, eksikliktir,»
derler. Yüzüstü düştü ki, benim de maksadım bu idi, bunu istiyordum zaten. Maksadım ne idi?

Felsefecilerden naklederek
anlattım ki, onlar imanlı kişilerden değildirler. Şimdi müsaade et de bir söz daha söyliyeyim. Hazreti

Muhammed (S.A.) bile,
«Bırak ne söylüyor dinliyeyim,» buyuruyor. Yersiz bir laf söylerse onu bilirsin. Asıl söz eri, benim

maksadım bu idi diyebilen
kişidir. Bugün mademki o kişi sensin bu da sana yaraşır.
Ben hiç kimse için, «O fasıktır, günahkârdır,» diyemem. Hiç kimseyi ne kötü işlerle ilgili görürüm, ne

de kötülük
düşünürüm. Yarlıganmayı da, ancak kötü düşüncelerin içimden temizlenmesi için Allahdan

dilemekteyim. Ben diyorum ki,
marifet kaynağı bu şeytanın getirdikleridir. Senin istediğin ve aradığın

şeye de engel olur. Sana, içini o marifetten boşaltmak
gerekir. Öyleki, o marifetin üzerinde hiç bir şey olmasın. O zaman zaman bizi gerçekler; gözünde yaş

b'rikir, külah ister.
Zaman zaman da, «Bize bir eşek kadar değer vermiyorsun, hiçe sayıyorsun,» der. Biz seni bilgin bir

müftü tanıyoruz. Nasıl ki
Şahap Herive, «Benim bir arzum var,» diyor. Bundan sana güzel bir yemek pişireyim de ye! O zaman

bende nasıl bir hüner
olduğunu göreceksin. Perhiz yapıyorsun, Kerim'e diyorsun ki: Ordu kumandanı ölmedi, eteğini

boynuna atmış. Benim, onunla
aramızda bir yatak ilgisi vardır. Birkaç kerre gördümki, gözlerimi üzerinden ayırınca zavallılık

gösteriyor ağlamaya başlıyor,
söyleniyordu. Gizlice kendini dışarı attı. (M. 175) Hem pabuçları ile birlikte çıktı, beşma vurarak,

«Gerektir ki dışarda
kalayım,» dedi. Kerim'in, «Otur!» diye söylediği yere gitti. Kerim ona demişti ki: «Sana ne söylerse

peki razıyım de!» O tam
bir erkektir. Ona, «Senin oğlun yüz tane kız oğlan kızdan daha iyidir, falanın yanında yatar,»

demişlerdi. Dedi ki, «O gün ve O'
gece onun yanında olduğunu iyi biliyorum. Allahya ant içerim ki, bana ondan dolayı hiç bir fesatlık

gelmedi. Bugün tekrar
tövbe etti.» Ona dedim ki: «Sana söylemedim mi?» «Evet,» dedi. Ben kötü ettim. Şimdi ne yapalım da

o hücreye biz de yol
bulalım. Tadı kalmadı ki bir günah işleyeyim. Bu güne kadar henüz bir suç işlemedik ki tövbemizi

yıksın. Böyle bir adam nasıl
başka bir adamı yaratıcı ve yapıcı bilsin? Bir tasvirci, bir duygulu adam onun karşısına geçer ki ona

bir söz söylesin, yahut bir
fikir ve tedbir beyan etsin. Her zaman böyle olur. Zaten onun Allah olması imkânsızdır. Belki âciz ve

zavallı biridir o.
Beni cennetin kapısına götürseler, önce kapıdan bakarım. O orada mıdır? Orada yoksa, nerede diye

sorarım. Hayır
onu gözümle görmeliyim. Böylece birlikte olalım. Eğer cennette bulamazsam cehenneme koşarım.

Cehennem benden sorar.
Kaç kerre görmüşüz? Açık konuşalım: Benim seninle işim yok. Onu bana ver. Sen bilirsin, bundan

sonra her ne söyleyecekse
o bilir. Benim onunla görülecek başka işim yok. Bunu söyleyince gitti. Onun tarafından da böyle

yapmak gerekirdi. İçi boş ise,
tekrar içeriye uğrar, iman getirir. O kimseler ki içerden değildir, onlara yüz binlece mucize göstersen

iman etmezler.
Hazreti Ebubekr, (Allah ondan razı olsun) hiç mucize istemiyordu. Diyordu ki: «Peygamber ne söyİedi

ise inandık ve
gerçekledik.»
Bana para verdi. Onbeş gün sonra tekrar gel o zaman gidelim. Bu gün beni bırakmazlar ki, gideyim.

Beni niçin
serbest bırakıyorsun? Dostlar elden gider, halk da bizim sözümüzü anlamazlar, anlamak da

istemezler.
O ihtiyara, «Bu adama niçin eğri gözle bakıyor?» diye sor. Halk Yahudilere bile, selâm verirken bugün

bizi sormuyor.
Biz onu yüz türlü kurnazlıkla nâz ve niyazlarla elde ediyoruz. Sen onun teveccühüne layık olduk mu

sanıyorsun?
Efendi! Halk, her şeyi kendi kuvvetleri ölçüsünde görür. (M. 176) Kendi kendine kıyas yürüterek,

cemaat dağılmıştır,
der. Tâ camiden onlara sesleniyoruz: Bu halkı hangi topluluk böyle dağıtmıştır? Gerekir ki, yine o

kimseler toplansınlar. Bu ne
acizliktir? Güçsüzlüklerinden bir takım kurnazlıklara saparlar, işleri ondan başkadır, gönül açıklığı da

onlardan başkalarındadır.
Ben diyorum ki, bana zehir tiryaktır. Bunu yediğim için sizin vebaliniz benim boynuma olsun, şahit

olunuz.
Başkalarının günahlarını bana yüklemeyi-niz. Eğer ben suçlu isem, şimdi artık hiç günahım yok. Benim

cehennemim, benden
çekinmekte ve korkmaktadır. Nihayet hadiste buyurulduğu gibi bana, «Geç ey imanlı kişi! Senin

nurun benim ateşimi
söndürecek!» diye seslenir. Diyorum ki, benim sevgilim senin önündedir, onu bana bağışla, benim

seninle işim yok, sen
bilirsin. Hazreti Peygamberin buyurduğu gibi, ben bunu kırayım dedim, böyle söyledim kendi işimin

aksine hareket ettim. Eser
hemen açıkça görüldü. Görmedin mi? Görmüyor musun ki, bunu başkaları yapsalardı onları parça

parça ederlerdi. O söz
bilmez adam niçin boş yere konuşsun. Yersiz, bilgisiz sözler onun sözleri değildir. Bunun delili de, söz

üretme kurallarını
bilmediği için bunu yapamamasıdır. Gramer okumadığı için söz çekimini de beceremez. Sözü ters

söyleyeyim yahut çevireyim,
başka anlamda söyleyeyim, farkında olmaz. Akıl kapısından dışarı çık perde çok uzakta mı duruyor?

Onların bir adım bile
yürümeye cesaretleri yoktuı. O dedi ki: «Sentakstan (Nahiv ilmi) hiç haberi yoktur.» Sentakstan, o

kimsenin haberi vardır ki,
kendisi sentaks olmuştur. Yallah ki, insan tamamıyla sentaks olmadıkça bu bilgiden haberi olmaz.
Ben bütün cefayı ancak sevdiklerime karşı yaparım, ama bazı kere yaptığım cefanın yerinde olmadığı

da oluyor.
Davette, kolaylık göstermekte kahır da vardır, lütuf da vardır. Ama halvet âleminde hep lütuf hep

hoşluk vardır. Bana, bundan
öyle bir kuruntu geldi ki, onun da maksadı benim geri dönmekliğim değildir. Tekrar bağa dönmek de

boşunadır. Çünkü onu
bağda göremiyecek, hatta Çelebiden, orada bu sırrı açıklamış olmasından korkacaktır. Onu görmek

imkânı da yoktuf.
Orada Bedr'e gitti dediler. (M. 177) «Bedr'e niçin gider?» dedi. O halde bana da izin ver, söyle ki,

gideyim. Beni ne
tutuyorsun? O gideyim dedikçe, «Hayır, asla, asla!» diyordum. Bana güldü. O gülüş Allah bana bir

nimet verdi, demektir.
Bunun teşekkür borcunu nasıl yerine getireceğim. Sonra bu, şu anlama da

geliyordu: Sen ne söylüyorsun? Ben sensiz nasıl
yaşarım? Allah iyiliğini versin!
Bu kadın, «Ben seni istemiyorum,» diyor. Eğer bu sefer geçip giderse benim umurumda değil. Şahit

getireyim, o
gelmeden ayağını çözeyim gitsin. Asıl beni üzen, elimi eteğimi bağlayan nokta, onun gönlü bende,

gözü arkada kalmasıdır.
Bu, bana ayıp olurdu. Çaresiz bir kadının halini o ne bilir? Bu kadın ki, benim nikâhıma girmiş,

aramızda yakınlık hasıl
olmuştur. Böyle yaparsa, o iyi bir kadındır. Ona kendi gözü ile bakmayın. Benim nazarım, her kime

ilişti ve tenim her kimin
tenine değdi ise, o büyüklenmezdi, kendini asla aziz saymazdı. «Bedr'e ne yapar?» dedim. «Teferrüç

yani gezinti,» dedi. «Bu
millet ile nasıl kaynaşabilir, nasıl gezintiye gidebilir? Onlarla nasıl oturabilir? Sanki o senin koçandır.

O kötü huylu koca,
benden izin almadan nasıl gidebilir? Bilmiyorum ki o hangi terbiyesiz bir davranışla seninle bunu

yapar? Mevlânâ'ya benim
saygılarımı söyle. Bir an için bir kaç söz konuşmak üzere uğramasını rica et! Zihnim karışık olduğu

için, bir ara geleyim,»
dedim. «Dostun zihin karışıklığı dostluğuna da geçer,» dedi. Benden rica etti. «Ona on gün mühlet

ver, bir ev tutsun da
gitsin.» «Ona söyle ki, iki ay otursun, iki yıl otursun, ömür boyunca otursun da bizi incitmesin. Söyle

ona rezalet çıkarmasın
ve otursun!»
Hiç kimse görmüş müdür ki, sözü tekrarlayan onu söyleyenden daha üstün olsun? Henüz bir söz

söylemedim. Hani
nerede araştırın da bakın. Kemal Mu-arrif'e dedik ki: «Ben bugüne kadar bu şehirde paça yemedim.»

Sana yüzlerce lanet
olsun eğer yemezsen, o yedi yüz makbul orucun makbul olunmasın. İçeriden hayretle arifler

sultanının kapısına baktı. Dışarı
çıkmadı. (M. 178) Karnı yırtılıyor, bacım kesiyorlardı sanki. Bu görünürde böyle değildi. «Şimdi sen

ona yapışma, imamlar
uygun görmüyorlar.» «Ama imamlar kim oluyor? Benim imamlarla ne işim var? Biz kendimiz

imamlardanız.» «Böyle
söyleme,» dedi. Sen başkalarının imamlarındansın. Başkaları da senin imamın. Sen de Allahya yakın

erenlerdensin! Bir kaç
söz söyle bari diyorsun. Bir zümre vardır ki, hastanın başında Ayetü'l Kursî okurlar bazıları da vardır ki

kendileri Kursî âyeti
olurlar.
Padişahın biri, bin türlü saltanat ve debdebe ile yoldan geçerken bir külhancı dışarı fırladı, ona

uygunsuz sözler
söyledi, yol. üstünde sövdü saydı. Padişahın yanma yaklaştı kimse ile konuşmadı. Eğer konuşsa idi

onu parça parça ederlerdi.
Padişah yolunu çevirdi, «Şu tarafa gidelim,» dedi. «Ama Efendimiz niçin o tarafa gidelim?» diye

soranlara, «Gönlüm böyle
istedi,» cevabını verdi. «Padişahların kahrı kimleredir bilir misiniz?» dedi, «Külhancılara değil. Onun

aslı külhancıdır. Külhancı,
külhancı ile kavga eder. Padişahlar ancak fermanına karşı boyun eğmeyenleri tepelerler.» Firavun ve

Nemrut için, «Elbette
işitmi-şinizdir sizden önce kendilerine Kitap gönderilenlerle, Allahya ortak koşanlara daha çok azap

vardır.» (Âli İmran sûresi,
184) anlamındaki âyet de buna delildir.
Muhammed Emirci anlatıyordu: «Bir adam gelir, söylenir durur. Kaynanama şöyle dedim, karıma böyle

dedim,
cariyeme bunu söyledim, diye bulaştırmadık kimse bırakmaz.» Bu adam kadın istiyorsa on tane bile

alsın. O temiz yürekli bir
erkek bana da gelir kendi evinde de böylece konuşur. Adamın sakalını tuttum, birer birer yoldum, ona

öyle bir şey yaptım ki,
başkaları da ibret alsın. Bunlar kadınların ve Müslüman ailelerinin adlarını kötüye çıkarmasınlar.
Ben bu evin temiz adını ve çocuklarınızı düşünerek üzülüyorum. Siz nasıl razı oldunuz? Benim haberim

olmadı. Eğer
konuşuyorsun dersem, tekrar söyle. Ne dedim ki, evet diyorsun, bunun manası nedir? Manası bu

demektir o kadar. «Eğer
evet demekte geç kalıyorsam, niçin evet demiyorsun,» diye soruyorsun. Bu itiraz demektir. Ben zaten

itiraz ediyorum. Eğer
varsa söyle; Q itirazda bir eğrilik varsa doğrultayım.
Bir adam vardır ki başka bir üstadın işinin kalıbı olur. (M.179) O kimse candır. Bundan keder yoktur.

Allahdan üstün
kimse var mıdır ki, hem kalıp olsun, hem can olsun? Bu imkânsızdır. Ben seninle birlikte azap

duyuyorum bunu filan zat ile
birlikte konuştuk. Bu işten dolayı özür dilemektedir. Ben ona dedim ki: Yüzünü görünceye kadar bu

sözlerle avunmam ancak
Mevlânâ o görüştüğümüz yerde üzüldü. Ben kılıç ile teklifsizim. Beni bilirler. Bunu yapmıyorsam

erkekli, ğim icabıdır. Yoksa
sizin yaptığınız gibi yapmadım. Belki onu sevdiğim zamanlarda bile yapmadım.
Bir daha hastalığın bana yol bulmasına fırsat verme. «Aman işitiyor,» dedim. «Ne dedim ki işitsin,»

dedi. «Bu açık
sözleri işitir,» dedi. «Yani bir şey işitmeyeyim bir söz olmasın. Bir zamiri, (gizli bir sözü) var,» dedi.

Görüyorsun ki, gizli sözü
anladı. Eğer bu sözün dış anlamına arif itiraz ederse bundan doğacak üzüntü benim elimde değildir. O,

elimde olmadan kendi
kendine bana musallat oluyor ve yine elimde olmadan geçip gidiyor. «Nasıl olur?» dedi. Ona, kendi

bilgisi perde oldu. îşte
Kuran'da buyurulduğu gibi, «Onu bir Allah bilir, bir de bilgide uzman olanlar.»

Günkü «Bilgide uzman olanlar sözün yorumunu
bilirler.» dedi. Bunu, soru yönünden söylemişti, ona gülmüştünüz. Bu söz her iki anlamın dışında

değildir. Söz yapıcı olduğu
zaman uyku getirir. Nasıl ki, uyanık gönüller uykuda da iş görür. Aman tekrar söyle bu mısranın baş

tarafı ne idi?
Sahabe (Peygamberin dostları) hiç itiraz etmezlerdi. Hazreti Mustafa'ya (S.A.) karşı inançları

dola-yısiyle onu
dinlerken mest olurlardı. O güzel sözlerden, Hazreti Ebubekr yedi hadisten başkasını nakletmedi.

Eğer sorsalardı, aldıkları
cevaptan çok faydalanırlar, birçok gizli noktalar açıklanırdı. Bundan bizim sözümüzün kokusu geliyor.

Hallac'ın «Ben Hakkım,»
sözü pervasızcadır. Bayezid'in, «Kendimi kutlarım,» sözü daha kapalıcadır, insanlar arasında hiç

kimse yoktur ki kendinde az
çok benlik olmasın. Hazreti Musa (Allahnın selâmı üzerine olsun), «Ben yeryüzünde olan insanlardan

daha bilginim,» diye biraz
benlik gösterince Allah onu Hızır Aleyhisselâma havale etti ki, bir kaç gün onunla birlikte dolaşsın; o

benlik davası kendisinden
gitsin.
(M. 180) Hazreti Muhammed (S.A) Hazreti Ali'ye buyurdular ki, «Sen niçin vuslat orucu tutmakta bana

uydun da
böyle arık ve güçsüz düştün?» «Ben, her hangi biriniz gibi değilim. Allahmın yanında gecelerim, O beni

yedirir içirir,» buyurdu.
Bazı gerçekçi araştırmacılar, Kuran'ın şu âyetinin inmesini araştırmışlar ve demişlerdir ki: «Ey

Resulüm, de ki, şüphesiz ben de
sizin gibi bir insanım!..» (Kehf sûresi, 111) anlamındaki Allah hitabının özeti şudur: «Ey Resulüm! Sen

Allahsal tecellî ile dolu
olduğun vakit benliği kendinden uzaklaştır, böyle söyle.» Ama ulu Allah sevgili Peygam-ber'inin kutlu

gönlünü kırmamak için
de âyetin sonuna şunu ekledi: «Ancak bana vahiy gelir. Allahnız tek Allah'dır.» Bundan sonra da

«Allahsına ulaşmak dileğinde
bulunan güzel ameller işlesin.» Bu da evvelki hitapların benzeridir. «Ben, her hangi biriniz gibi

değilim,» diyen Peygamber'ine
şunu da hatırlatıyor; aynı âyetin sonunda, «Rablerine kulluk vazifesini yaparken hiç bir ortak

koşmasın,» buyuruyor ki, bu da
onun aynıdır. Lâkin iyi kullar cihan yurdunu ibadetle, akılla bayındırlaştırırlar. İki cihan bu iki şeyle

yani ibadet ve akılla
bağlanmıştır. Bütün zamanlar, her iki âlemde tasarruftan gaflettedirler. Senin elin ayağın taklit ile

uzanır, güçlenir, bunda
yoksun kalmak korkusu yoktur. Ama önce inkâr ettirir, ama. sonra kendine gelince seni çevik ve

canlı bir hale getirir.
Herkes, bu zehî (ne güzel) kelimesine aşıktır. Bu, «ne güzel» sözü uğrunda ölürler. Senin görüşün

onun sıfatları
iledir. Kendi dileklerinden başkasını isteme! Senin istediğin şey oradadır. Pisliklere, karanlıklara ve

oburluğa, öteki âleme ait
perdelere bakmak ve böylece bulanıklıklar ve zorluklar içinde yaşamak çocuk oyuncakları ile

uğraşmaya benzer. Bazıları
görünüşte onu yok ederler, gaflet uykusundan uyanırlar.
Yarın vaiz etmek gerekiyor. Bu zordur, ama bir kapı açılmıştır. Çare yoktur. Bu kapıyı kapadın mı

feryatlar,
şikâyetler, ayıplamalar başlar. Keski bunun onlara bir faydası da olsa. Söylenmesi gerekli bütün

sözler söylenmiştir. Açık ve
kapalı anlatılmıştır. Ama sanki hiç öğüt dinlememiş gibi davranırlar. Ne sözün açık anlamını

kavrayabilirler, ne de maksat ve
manâsım anlarlar. Madem ki anlayamıyorlar bu konuda nasıl konuşulabilinir. Bilgiye dayanmayan

âmelin sonu sapkınlıktır.
Bunlar acaba girdikleri çilelerden ne elde ediyorlar? Orada ne yaparlar? «Allahdan başka ilâh yoktur,

ancak Allah vardır,»
yolundaki sözleri, dil işi değil muamele işidir. Onu uygulamak ister. Bilmiyorum bundan onun elinde

kalan kazanç (M. 181)
ister değişik olsun, ister olmasın. Söz ancak onun sözüdür. Nasıl isterse onu o tarafa çevirir. Nihayet

Allahın öyle kulları da
vardır ki, o halin, hali olur. Senin söz üstadın bilmiyorum, ben miyim? Vardır diyorum. Şimdi bizim

evimizin kervansarayında
bize cefa veren o adam kimdir ki, herkes ondan inciniyor? Bunlardan biri benim. Bugün sanki bir

yıldan beri binanın tapusunu
bana vermişler. Ama şimdi de kötülük yapmak istiyorlar, bunu artırabilirler de. O zaman o tapunun ne

değeri olur? Eğer gelir
de bu kervansaray bana lâzım değil derlerse, bana olan saygıyı artırmış olurlar. Bu bana da yaraşmaz,

geri al derim. Bu
sözleşmeyi bozmak olur. Lâkin onun bu işin bozulduğuna tanıklık edecek kimsesi yok. Bu söz

söylenmiş ama nasıl yapar? Ne
gibi bir tedbir bulmalı ki, bu icar sözleşmesini bozsunlar. Bundan bizim sözümüzün kokusu geliyor. O

sözden de şu beytin
kokusu:
Beyit:
Evet güneş bir adamdan uzaklaşınca,
Güneş yerine çıra yakar o zavallı.
Olur bu işler olur. Allah işidir bu.
Benim sözümü hatırında tutamadığını anladığın zaman, başka

sözlerle meşgul olursun. Sen namaz kılmıyorsun,
bundan önce kılıyordun. Namaz ve ibadetle meşgul olmak mutluluk nişanesidir. Senin kuruntuların

beni ihtiyarlattı. Eğer
ayrılığın herhangi bir şey yüzünden olsaydı, bu sıkıntı ona bağlı olurdu. Eğer oraya gelirsen benim

ayağımı kim tırmalayacak,
beni kim kötülüyecek?
Peygamberlere bile iftira ettiler. Yakupoğullarına yakışmayacak sözler söylediler. «Bir oğlanı

seviyor,» dediler. «O
pislik yuvasıdır,» dediler.
Hazreti Muhammed (S.A.)' yüzüğünü çevirince, «Sizi boş yere mi yarattık sanıyorsunuz? Siz yine bize

döneceksiniz,»
(Müminun sûresi, 116) anlamındaki âyetin hikmeti aşikâr olur. Gözleri çocuklarına dönük olan

peygamberler zümresine de hile
ettiler. Bu, onlara kendilerinin Hakta nasıl birleşeceklerini gösteren bir ayna oldu. Hazreti Peygamber

Ayşe ile nasıl birleşti ise,
bunun için hikâyelerin en güzeli, dediler ve zamane halkı bunu şehvet âlemine naklettiler- ve öyle

adlandırdılar. Ama gördük
kü bu vaiz, Davut Aleyhisselâm ile başka peygamberler hakkında neler söylüyor. Ancak oturan

dinleyicileri etkiledi. «İsterse
onlar meclisinizde hazır olmasınlar ve bunun için bu yolu açıyor, artık bizden vaiz istemiyecek,» dedi.

Nerede o vaizlar? Bu
vaizin okuyucuları nerede? Yahut nerede o peygamber ki, hep biricik oğlunu arasın? (M. 182) Nerede

o biricik evlât ki,
ayıpladıkları şeyi 'o yaratsın. Onlara dedi ki: «Siz de falanın konuştuğu gibi vaiz edin! Hatta benim

kardeşim ve vaizler neler
söylerler; işte vaiz derler sana! Eğer insanoğlu isen başını bu medreseden yukarı kaldırmazsın,

insanoğlu değilsen hayır; belki
benim gibi söylersin: Ben Şam' da, Rum diyarında kadılar kadısıyım, Halifenin ya-kınlarındanım.

Kitabım boynumda, âlimler
atımın dizginlerini çekiyorlar. «Bu karanlıklar içinde oldu,» derse o başka.
Ferhat ile Husrev ve Şirin hikâyesini Leylâ ile birlikte söylüyoruz. Eğer bırakırlarsa işler iyi olur. Lala

hikayesini birinci
gün yasakladı; ikinci gün bir kaç altın verdi, tatlı sözlerle tekrar müsaade etti, «Bana bir iş buyur,»

dedi. «Şöyle böyle hiç
şehvet sözü olmasın öyle bir şey bulunmasın içinde. Bu Lala işidir,» dedi. O günü baktım ve «Bu hal

şehvet halinden ne kadar
uzak!» dedim. O bir köşeden geldi. «Bu böyledir,» dedi. Keski bir şey okusaydı da beni şu

medreseden kur-tarsaydı. Allah
korusun ki bir şey okumadım da böyle bir kaç şey yapabildim. Allahya sığınırım eğer bir şey

okudumsa.
Şahap diyordu ki: Bu çocukcağız bana, Şam'a gideyim de tahsil edeyim diyor. Dedi ki: Allahya

sığınırım! Henüz
gitmediği halde bizi bazı sorularla âciz bırakıyor. Ben bütün bu divaneliğimle nice akıllıları şarap

küpüne sokmuşum. Bütün
dalgınlığımla nice açık gözleri koltuğumda götürmüşüm. İçimde bir müjde sevinci vardı. Güya

havalarda uçuyordum,
yeryüzünde değildim. Tahsil ediyorsun ama bana göre hayır. Her gün bir satır okursan böyle olur.

Babanın seni tahsile
göndermekten maksadı şu idi: Zamane kötüdür halk çocukları azdırır. Allahtan korkmazlar. Bu anda

Allahya çok şükürler
olsun! Senin elde ettiğin bilgiler yeter derecededir. Yolda çeşitli fenlerden söz açmıştım; Diyordum ki:

Yol, ev gibi değildir. Ben
türlü fenlerde yetkili bir bilgin gibi önemli fen konularından konuşuyordum. Biz, bir çok yazma

eserlerden daha üstün geldik.
Ama Mevlânâ bizden daha üstün. Çünkü her ne varsa bir kere ondadır. Sen kendini ta-mamiyle ona

vermezsen o da senin
olmaz.
(M. 183) Yüce Allah kutsal hadiste şöyle buyuruyor: «Bana bir karış yaklaşan kuluma ben bir arşın

yaklaşırım.»
Uzaklık, büyüklük Mevlânâ'dandır; açık söylüyorum. Bugün bana iyi bakacak mısın? Hiç mü-rüvette

sığar mı ki seni bu kadar
bilgi ile, üstün niteliklerle sade akıl yönünden göreyim? Hazreti Peygamber buyurmuştur ki: «Kul

acıkınca onun kalbinden ve
dilinden hikmet bulutları yağmur yağdırır.»
Şiir:
Bu gün kıblesi mutfak olan kimselerin,
İyi bil ki, yarın yerleri cehennem olacaktır.
Ey senin o, gırtlağın ki, Allahnın, «Yiyin için!» emri ile kesilmiştir! Bir kere sor ve de ki: Ey gırtlak söyle

bir kere sen
hançer misin? Yoksa hançere misin?
Az yemek sendeki gücü artırır, çok yemek hikmet ve düşünce kudretini azaltır.
Herkes mademki

onunla kendini süsler, bu öğüdü dinle: Burada bulur da yemezsen, öte tarafta yersin, bu bana bir
başlangıçtır dersin. Bunu öğren ki, gönül açıklığı ve sevap kazanasın! Aradığın sevgili sık sık sana yüz

göstersin. Bunun misali,
şuna benzer: iki kişi oruç tutar, biri bir şey bulamadığından aç durur, öteki ise bu orucu her şey

bulduğu halde Allah rızası
için, sırf sevap kazanması için tutar. Başka bir örneğini daha anlatayım: Bir hadım ağası ile başka bir

delikanlı zinadan
sakınırlar, yahut bir hasta ile güçlü kuvvetli bir erkek perhiz yaparlarsa, bunlar, hiç biri birbirlerine

eşit olurlar mı? Nasıl ki,
bütün hayvanlar da dişilerini bulamayınca göremeyince sabrederler. Ama hapsinin de zayıf bir tarafı

vardır.
Şiir:
Ey Leylâ'nın vefalı soydaşları,
Allah sizin sayınızı artırsın!
Leylâ gibilerdir ki, aşka susayanlara karşı cömertçe canlarını bağışlarlar. Evet Horasan caddesinde

develer gördüm;
bilmiyorum ki üç yüz tane mi yoksa bin tane mi? Bu nasıl bir zor iştir ki, onların hangisi erkek hangisi

dişidir, anlıyamadım
Ötekilerini de bilmiyorum. Bari onun sözü, erkek ve dişidir. Eğer öteki erkek ve dişi olmasaydı onun

sözü de erkek ve dişi
olmazdı. Hareketi de erkekçe ve dişice olmazdı. Her millette erkek de dişi de vardır. Ancak bir

toplumda yoktur. Bu ayrıcalıktır
ama nerede o toplum? Mademki onu göremiyorsun ey sevgili artık ne söyleniyorsun? B'zi biraz yalnız

bırak. (M. 184) Çünkü
bize yakınlık göstermezlerde yalnız kalmanız gerekiyor. Bizim aşinamız, bizi tanıyan o can kimdir?

Şimdi bu sözü açıktan
söylüyorum. O kendi uğursuzluğunu nasıl anlayabilir? Bunu, Allah bilir. Eğer mana yönünden söz

açarsak hoş olmaz. Eğer
manadan söz açmazsak kutsal hadiste buyurulduğu gibi, «Bana bir karış yaklaşana ben bir arşın

yaklaşırım.» Söz eri olan bir
insanın içinde dalgalanan nice sözler, nükteler vardır. Ancak onu dinleyecek yetenekte kimse

bulamazsa neye yarar? Oraya
gitti, oturdu. Deniyor ki, geride başka insanlar da var. Vaıza başlayınca benim hatırıma şu şiir geldi.
Şiir:
Hârâbat ehli oldum, gamdan kurtuldum,
Bende ne zabitlik kaldı, ne Kuran okuma kaygısı.
O özgür erlere hizmet yolunda,
Belimi, onun sağlam zünnarı ile bağladım.
Meclisin neşesi üç şeyle gelir derler.
Bende hem şarap var, hem güzel var, hem ışık.
Beyit:
Biz sana kulluğumuzu gösterdik, ne çare ki,
Senin çirkin huyun köle satın almasını bilmedi!
Kuyu kazan kimse sudan nasıl kurtulabilir? Sitemli sözlerle kendilerini ariflerden gösterirler, hep

uğraşırlar ki,
örtünsün diye. Bir de saçlarını hep dışarı fırlatır sonra örter, binlerce cilveler, yaramazlıklar yapar ki,

kimse kendisini
tanımasın. Akıllı adam onu bilir. O nerede, bu nerede? Bu birinin yaptığı, öteki gibi doğru olabilir mi?

Böylece söze de dikkat
etmelidir. Bir çok kimseler sözü kapalı söylemek isterler. Nihayet kendinden insaf et bir kere. Senin

güzel bir cariyen olsa,
hanımının erkek kardeşi de onu görse, ona, «Hoşuna gitmedi mi?» diye sorarsan, o hoşlanmamak

ileride ne etkiler ve ziyanlar
meydana getirir. Çocuğun biri, kendini öğen ve güzel bulan dadısına, «Benim yüzüm güzelse senin

hoşuna gitmeyen çirkin
yüz kimin yüzüdür?» demiş. O kimdir ki, beni bildiğini iddia ediyor? Dünyada hiç çirkin yoktur, ama bir

ölçüye göre. (M. 185)
Küfür bile çirkin değildir. Ama iman ile karşılaştırılınca çirkin olur. Yoksa kendi nefsinde güzeldir. O

iman karşısına gelince,
bozuk ve çirkin görünür. Demir nefsinde demirdir, serttir. Ama onda halk için faydalar vardır, kuvvet

yardır. Fakat bakıra
göre derecesi daha aşağıdır. Çünkü bakır her şeye elverişlidir, her kılığa girer;

demirden ziyade, kimya işinde elverişlidir. Bu
niteliği dolayısıyla de demirden üstün sayılır. Gümüşe sıra gelinceye kadar, çok güzeldir ama, altın,

mücevher, dürriyetim
denilen değerli inci de sıra ile biri ötekinden üstündür.
Yakuta sor bir kere: «Neden öyle kıpkızıl oldun? Yoksa sana bu hal güneşten mi geldi? Eğer söz onu

küçümserse,
değerini azaltır ve kırarsa onu başka bir manada, başka bir şekilde ayıklar gösterirlerse ne çıkar.

Eğer böyle olmasa, onun hiç
bir bilgisi yok demektir. Öyle ise en azından ona, «Pabuçlarını al! Biz bunu kabul etmeyiz; bunu kabul

edenlere de engel
oluruz, hayınlık ederiz,» deriz.
Ona sordum: Ne zaman beni bildin? Ne zaman beni gördün? Ne zaman eteğin eteğime, kolun koluma

dokundu? Ne
zaman benimle oturdun ve bana yoldaşlık ettin?
Balığın bilinen tarafı, onun suda yaşamasıdır. Eğer her hangi bir hayvanın sudan kaçtığını, su korkusu

ile öldüğünü
görürsen, o balık değildir. Ona Allahtan bahsedildiği vakit üzüntüden, korkudan ölür ve bu yüzden

sudan çıkmak ister. Ama
balığın suda yaşadığını isbat için, davaya, şahide, isbata hacet yoktur. Çünkü o suda yaşar, sudan

çıkmaz, rastgele çıksa bile
asıl olan onun suda yaşamasıdır.
Diyelim ki, Halife bir zümreye beyaz, bir zümreye yeşil, başka bir zümreye de kırmızı elbise

giydirmiştir. Hatta
bazılarının başlarına geniş kenarlı külahlar koydurmuştur. O bununla övünür ve onu bozmaz. Ancak

onun vezir ve, yakınları
belki bu töreyi değiştirebilirler. Ama onlar da hep birlikte o halifeye sığınırlar. Çünkü onların halkı

korumaktan başka işleri
yoktur. Başka maksatları da olamaz. Halife kendisi için iyi olanları bilir, onu affeder, nefsiyle bilir.

Vezir, eğer ona karşı bir
düşmanlığa kalkışan olursa bunu haber verir. Onun bundan başka işi yoktur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder