ŞEMS-İ TEBRİZİ'NİN ESERİ
MAKALAT
(KONUŞMALAR)
Tercüme
Mehmed Nuri GENÇOSMAN
GiRiŞ
Yıllardır, Makalât-ı Şems-i Tebrizî, ikinci adıyle Hırka-i Şems üzerinde çalışmaktayım. Bugünün diliyle
Şems-i Tebrlzî,
Konuşmalar diye adlandırdığımız bu kitabın aslı, Farsça ve Arapça ile karışık, onüçüncü yüzyılda
yazılmış çok çetin ve arkaik
pasajlar ve deyimlerle dolu bir elyazmasıdır. Eser, çok önemli ve şaşırtıcı tasavvuf konularını içine
aldığı gibi, o çağın belli başlı
şahsiyetlerini, zamanın kültür ve bilim hareketlerini yansıtması, hele Mevlânâ Celâleddin'ln karanlıkta
kalmış olan bazı
yönlerini aydınlatması bakımından da bir hazine değerindedir.
Şems-i Tebrizî, Konya'ya niçin gelmiştir? Mevlânâ ile onun arasındaki alaka nasıl başlamıştır?
Mevlânâ'nın normal
hayatını birdenbire altüst ederek ona coşkun ve taşkın yepyeni bir ruh aşılayan bu adam kimdir? İşte
bu noktaları bize açıkça
gösterecek çok Önemli bilgileri bu kitapta bulmaktayız. Kitabın gerçi çok çetin ve dikenli tarafları
vardır ve bu özelliği, bugüne
kadar bir çevirisinin yapılmasına engel olmuştur. Ancak mutlu bir raslantının bana bu eseri Türk
aydınlarına ve tasavvuf
meraklılarına tanıtmak fırsat ve cesaretini vermiş olduğunu söylersem, okurlarımın beni
yadırgamayacaklarını sanırım. Bu
çeviriye kaynak olan kitap, çok saygıdeğer dostum Mevlânâ torunlarından Prof. Dr. Ferudun Nafiz
Uzluk tarafından vaktiyle
bana armağan edilmiş olan elyazması bir nüshadır. Bu metin, 27x21 ölçüsünde ve 326 sayfadır. Nesih
kırması, nesih, sülüs ve
ta'lik gibi çeşitli yazı örnekleriyle temiz ve okunaklı bir şekilde yazılmış, üzerinde yer yer ufak tefek
nüsha farkları işaret
edilmiştir. Metnin bazı kısımlarının kenarlarına bol haşiyeler, açıklamalar eklenmiştir. Tarihi ve yazarı
belli olmayan bu
nüshanın, merhum Mevlevi arif meşahirinden Ayaşlı Şakir tarafından Dergâh müzesindeki iki nüsha ile
karşılaştırılarak orijinal
bir metinden kopya edildiği, sayfa kenarlarındaki haşiyelerin de sonradan eklendiği anlaşılmaktadır,
işte üstad Prof. Dr.
Uzluk'un himmetine borçlu olduğum bu kitabı her ihtimale karşı memleket kitaplıklarında bulunan
başka elyazmalarıyle de
karşılaştırmak lüzumunu duyduğum için önce Konya'dan işe başladım. Mevlânâ Müzesi
Kitaplığı'ndaki 2144 ve 2145 sayılı iki
yazma metinle yer yer karşılaştırdım. Daha sonra istanbul'da Beyazıd Kütüphanesi Kataloglarına baş
vurdum. Veliyüddin
Efendi Kitaplığından aktarılmış bir Makalât yazması buldum ama bu kitapçık ufak bir özetten başka
bir şey değildi, istanbul
Üniversitesi kitaplığında bulduğum 679 F.Y. numaralı metin de yine bir
özetten ibaretti. Yaptığım bu araştırma ve
incelemelerden sonra elimdeki nüshanın en doğru ve sağlam bir kaynak olduğu sonucuna vardım.
Kitabın bazı yerlerinde irkildiğim oldu. Bu yüzden, başlamış olduğum çeviri hayli gecikti. Son günlerde
ikinci bir
raslantı daha oldu. İran'da basılmış olan bir Makalât metni, yine aziz dostum Prof. Dr. Uzluk tarafından
getirtilerek bana
armağan edildi. Bu yeni fırsattan da faydalanarak yaptığım çevirileri bir de basılı metinle
karşılaştırmak ve son kontroldan
geçirmek lüzumunu hissettim. Türkiye'deki metinlerden alınan kopyalardan meydana geldiği
anlaşılan bu kitabın, değerli bilgin
ve araştırıcı İranlı Ahmed Hoşnuvis tarafından gözden geçirilerek üzerinde düzeltmeler yapıldığını,
gerekli not ve haşiyelerle
süslendiğini ve güzel bir baskı halinde irfan âlemine sunulduğunu görmekle de ayrıca mutluluk
duydum. Kendi hesabıma, bu
yeni baskıdan da hayli faydalandığımı inkâr edemem. Müellifine teşekkürlerimi sunmayı da bir borç
bilirim. Ancak, benim
çevirime esas olan nüsha ile yeni baskı arasında büyük ve önemli farklar buldum. Bendeki nüshanın
birçok sayfaları basılı
kitapta eksik kalmıştır. Hele yazma nüshanın 95'inci sayfasından 164'üncü sayfasına kadar olan
kısım tamamiyle atlanmıştır.
Daha başka yerlerde de hayli atlamalar görülmektedir ki kitabın ikinci baskısında bunların
düzeltilmesi çok faydalı olacaktır.
Şu hale göre Farsça metnin Türkiye'de kritik bir baskısını yapmak zorunlu görünmektedir.
Kitap hakkındaki araştırmalarımızı bu satırlarla özetledikten sonra, biraz da çeviri zorlukları üzerinde
durmak isteriz.
Kitaba esas olan elyazmalarını daha önce incelemiş bulunan İran'ın sayılı ilim ve fikir adamlarından
rahmetli Furûzan Fer'in şu
sözlerini aynen naklediyorum:
«Makalât kitabı, Şemseddin-i Tebrizî'nin bazı meclislerdeki sohbetleri sırasında, Mevlânâ ile
konuşurken aralarında
geçen bahislerden, müritler ve inkarcılar tarafından sorulan sorulara verdiği cevaplardan derlenmiş
bir eserdir. Kitaptaki
cümle ve pasajların kesik ve dağınık olması da gösteriyor ki bu eseri Şems kendisi kaleme almamış,
belki o anılar her gün
müritler tarafından kaydedilmiş ve son derece bir tertip bozukluğu ile de derlenmiştir. Ama inkâr
edilemez ki, bize Mevlânâ'mn
özel yaşantısını, onun hayat hikâyesini kapsayan bir çok gizli noktaları da gün ışığına çıkarmaktadır.»
Mevlânâ'nın, Şemseddin Tebrizî ile nasıl buluştuğunu anlatan ve o buluşmanın efsaneleşmiş yönlerini,
iyi bilinemeyen,
sebepleri anlaşılamayan taraflarını aydınlatmak gayreti gösteren birçok eski ve yeni menakıb
yazarları, bu hikâyeleri ancak
romantik bir kılıkta uzun uzadıya nakletmeye özenmişlerdir, işte Makalât kitabı bu gizli kalmış
konular üzerindeki perdeyi
kaldırdığı gibi, Mevlânâ'nın, Şems'e nasıl kapıldığına da bir dereceye kadar ışı tutmakta ve açıklık
getirmektedir. Kitap,
herkesçe bilinen halin aksine olarak Şemseddin-i Tebrizî'nin çok keskin görüşlü bir bilgin ve bir
hakikat âşığı, mürşitlik
mertebesine ermiş arif bir yol gösterici olduğunu öğretmektedir. İşte sadece bu nokta bile eserin
önemini belirtmeye yeter.
Kitabın tarihî değerinden başka ayrıca, Şemseddin'le görüşmesinden sonra Mevlânâ'da yeni bir
hayatın başladığım
gösteren açık işaretler vardır.
Şems'in getirdiği yeni fikirler, prensipler ve öğretim sistemi konusunda araştırma yapmak isteyenler,
aradıklarını
Makalât kitabında bulacaklardır. Çünkü Makalât ile Mesnevi arasında kuvvetli bir bağlantı vardır.
Nasıl ki Mevlânâ, Mesnevi'de
geçen birçok fıkra, hikâye ve nükteleri Makalât'tan almıştır.
Kitap ayrıca gönül çekici deyim ve terimlerindeki üslûp güzelliği bakımından Fars Edebiyat ve
Filolojisinin bir hazinesi
değerindedir.
İşin zorluğunu belirtmek için yukarda saydığım sebepleri üstat Furûzan Fer de kabul ediyor. Ana dili
Farsça olan
bir ilim adamının bu görüşü, açık bir gerçeğin ifadesidir. Çevirinin zorluğunu artıran engellerin
başında en çok diyaloglar
gelmektedir. Konuşanla dinleyen, soran ve cevap veren; hatta üçüncü şahıs, aynı fiil ile ifade
edilmektedir. Dedim ki, dedi ki
yerine hep dedi fiili kullanılmıştır ki bu da şaşırtıcı sebeplerden biridir. Ama kitabı birkaç kere
dikkatle, merakla ve sabırla
okuyup da havasına girdikten sonra konu biraz daha aydınlanıyor. Kesik ve bağlantısız gibi görünen
devrik cümlelerden
sonraki cümle ve satırlardan bir mânâ çıkarmak mümkün oluyor, ama ne de olsa yine gramer
kurallarına sığmayan sözler
eksik değil. Bizi en ziyade ilgilendiren nokta, ele alman konuları herkesçe anlaşılabilir bir hale
getirmek, Türk dilinin bugün
benimsenmiş olan deyim ve terimlerine uygun fakat her türlü aşırılıktan, zorlama ve yapmacıklardan
uzak bir çeviri örneği
vermektir. İşte bu nokta üzerinde, gücümüzün yettiği kadar uğraştık. Konuşmalar kitabında, özellikle
üstadın hayat hikâyesi,
Mevlânâ ile aralarında geçen tasavvufî bahislerdeki görüş birliği, bazen düşünce ayrılığı, üstadın
ağzından çıktığı gibi kayt ve
zapt edilmiştir. Bu sohbet konuşmasından bazen değişik bir üslûp
kokusu gelir; yer yer söğüp saymalar, öfke belirtileri,
zamaneye göre ayıp sayılmayan bazı açık saçık nükteler de eksik değil. Ama bu özellik ve
konulardaki değişik eda, okurları
sıkmadan, onlarda derin bir ilgi ve merak uyandırmaktadır. Şimdi eserden müessire intikal yoluyle
biraz da müellifin kısa bir
biyografisini çizmeye çalışalım.
Şems-i Tebrizî Kimdir?
Büyük arif Melikdâd oğlu Ali oğlu Muhammed Şemseddln, yaradılışında üstün vasıflarla bezenmiş,
Allah vergisi
yüksek bir istidat ve kabiliyetle doğmuş Allah âşıklarından, ilâhî aşk şarabiyle başı dönmüş hakikat
ve mânâ ehli
erenlerdendir. Altıncı hicret yüzyılında Tebriz'de hayata gözlerini açmış, henüz çocukluk ve ilk
gençlik çağlarında bile çağdaşı
olan kuşağın çocuklarından bambaşka bir vasıfta yaratıldığını göstermiştir. Coşkun, hareketli, duygu
ve düşünce bakımından
daima ileriye bakan ve zamanının değer ölçülerini aşan bu harika çocuk, bize kendini şöyle anlatıyor:
«Henüz erginlik çağına girmemiştim. Aşk deryasına daldım mı, 30-40 gün hiç bir şey yiyemezdim;
istekten kesilirdim,
günlerce açlığa susuzluğa katlanırdım. Bir gün babam bana çıkıştı, 'Oğlum, dedi, ben senin bu
halinden birşey anlamıyorum;
bunun sonu nereye varacak? Bu davranışlar seni felâkete götürecek.' Ben ona şu cevabı verdim:
Baba! Seninle benim babalık
ve evlâtlık alakamiz neye benzer bilir misin? Bir tavuğun altına tavuk yumurtalarıyle karışık bir de kaz
yumurtası koymuşlar.
Vakti gelip de civcivler çıktığı zaman bunlar hep birlikte analarının arkasına düşer giderler, yolda bir
göl kenarına raslarlar. Kaz
yumurtasından çıkan civciv hemen kendisini suya atar, bunu gören ana tavuk, eyvah yavrum
boğulacak der. Çırpınmaya
başlar. Halbuki kaz yavrusu neşe içinde suda yüzmektedir. İşte seninle benim aramdaki fark da
böyledir.»
Ahmet Eflâkİ'nin, sayın dostum Prof. Tahsin Yazıcı tarafından dilimize çevrilmiş olan Ariflerin
Menkıbeleri adlı eserine
göre Tebriz şehrinde Şemseddin'e Şems-i Perende yani Uçan Şems derlermiş. Bu lakabın ona, çok
gezmesinden ve sık sık
zamane ariflerini ziyaret için şehirler arasında dolaşmasından ötürü verildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca
ona manevî mertebesi ve
ergin ariflerden sayılması dolayısiyle Kâmil.i Tebrizî de denilirmiş. Ama bunun, hem büyük arif
Şemseddin Muhammed'in hem
de başka bir Şemseddin'in lakabı olduğu anlaşılmaktadır. Merhum üstat Furûzan Fer'in İran'da
vaktiyle neşretmiş olduğu
Menakıb-i Evhaduddin-i Kirman adlı eserde Evhaduddin şöyle anlatıyor: «Kayseri'de bulunduğum
sırada Kâmil-i Tebrizî denilen
bir zat vardı; bu, perişan halli bir âşık idi. Sultan Alaeddin ile vezirleri ona çok saygı ve Muhabbet
gösterirlerdi. Batın ehli bir adam
idi. Sultan yanında çok itibarı var idi. Herhangi bir adam için bin dinar bile iltimas etseydi red
olunmazdı.» Şimdi
Evhaduddin'in bahsettiği bu Kâmil-i Tebrizî ile büyük arif Şems-i Tebrizî'nin başka başka kişiler
olduğunda şüphe etmiyoruz.
Çünkü Şems-i Tebrizî, sözü geçen Kirmanlı Evhaduddin'in uzun uzadıya aleyhinde bulunmuş ve
Evhaduddin, Şems'in yüce
mertebesini anlayamamıştır. Şu hale göre onun Kayseri'de rastladığı Kâmil-i Tebrizî, başka birisidir
yani Kâmil sözünün, o
Şemseddin'in vasfı değil ismi olduğu anlaşılmaktadır.
Yine Eflâkî'nin Ariflerin Menkıbeleri kitabında, Mevlânâ Celâleddin, yukarda sözü geçen ikinci Şems-i
Tebrizî'den
bahsederken, «Tebrizli Kâmil, Konya şehrinin aptalıdır, Fakih Ah-med'den birkaç derece daha
üstündür,» demektedir. Bu
Kâmil-i Tebrizî'nin, çok vakit zamane sultanlarının, devlet büyüklerinin makamlarına teklifsizce girip
çıktığı, Saray kapıcılarının
ona ses çıkarmadığı, hatta sultanın tahtına çıkıp oturduğu, meclislere vakitli vakitsiz girip çıktığı,
meclislerdeki aletlerden
herhangi birini alıp dışarı fırladığı halde hiç kimsenin ona engel olmaya cesaret edemediği
anlaşılmaktadır. Bazı açık gönüllü
büyükler, Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî'ye, Seyfullah yani Allah Kılıcı da demişlerdir. Bu Kâmil-i
Tebrizî'nin adı, Makalât
kitabında da aynen geçmektedir. İlerde görüleceği gibi Makalât' ın ikinci bölümü şöyle başlıyor:
«Pir Muhammed'e sordular: Tebrizli Kâmil'in hırkası önünde ne hale geliyorsun? Tıpkı doğan
pençesine tutulmuş bir
serçeye dönüyorsun sonra diyorsun ki, 'doğanı öldüreyim de kendimi kurtarayım. Çünkü o kendi
hesabına yaşıyor»
Yukarıdaki sözlerden de anlaşılıyor ki bu Kâmil-i Tebriz başka bir Allah eridir. Evhaduddin'in
Kayseri'de gördüğü,
Mevlânâ'nm, «Fakih Ahmed'den birkaç kat daha üstündür,» diye bahsettiği zat da Kâmil-i Tebrizi'den
başka birisi değildir.
Çünkü bunun büyük arif Şemseddin Muhammed'e benzer bir tarafı yoktur. Zaten Eflâkî'nin verdiği
bilgi ile Mevlânâ
Çelâleddin'in Şems hakkında kullandığı deyimler arasında da çelişki vardır.
Mevlânâ, hiç bir zaman üstadını başka vasıfla
övmemiş, onu Kâmil-i Tebrizî diye anmamıştır. Bu açıklamalardan sonra şimdi yine asıl konumuza
dönebiliriz.
Büyük arif Tebrizli Muhammed Şemseddin, bazı yanlış görüşlü tetkikçilerin sandığı ve bize tanıttıkları
gibi basit bir
bâtınî dervişi değildir. O yüzyılların yetiştirdiği büyük mürşitler arasında üstün vasıflarla yaratılmış
eşsiz bir ariftir. Böyle
olmasaydı, Mevlânâ gibi zahir ve batin ilimlerinde yüksek derecelere ermiş, zamanında müderrislik ve
müftülük mertebelerine
yükselmiş seçkin bir insanı, Allahsal bir aşk ve iştiyak ateşiyle tutuşturabilir miydi? Mevlânâ'ya bütün
normal hayatını bir
tarafa iterek, işini gücünü, medresesini ihmal ettirerek, onu madde âleminin dışında başka bir âleme
götüren; ona mânâ
âleminin pencerelerini açan bu Tebriz güneşi, bu Türk velisi olmuştur. Şu halde, bu nitelikte ve bu
yetenekte olan ulu bir arifin
bayağı bir bâtınî dervişi olamayacağı; onun, gönlü yüce hakikatlerle dolu bir irfan ve irşad kaynağı
olduğu şüphesizdir.
Makalât'ın incelenmesi, bize, Tebrizli Şemseddin'in, zamanında en yüksek islâmî bilgilerden, tefsir,
hadis, fıkıh, felsefe ve
kelâm bilimlerinde de yeter derecede ilerlemiş olduğunu ve dört mezhebin fıkıh esaslarına da âşinâ
bulunduğunu ve bu
cümleden olarak Şafiîlerin meşhur beş kitabında Tenbih adlı eseri de incelediğini gösteriyor. Şems'in,
Arap edebiyat ve
filolojisinde de üstün bir bilgiye sahip olduğunu anlıyoruz. Yıllarca Suriye'de Halep ve Şam gibi büyük
şehirlerde yaşadığı,
Araplarla alaka kurduğu, onların dillerini gayet iyi bir şekilde konuşup yazdığı Makalât'taki yer yer
Arapça pasajlardan
anlaşılmaktadır. Bir aralık Erzurum'da ve Türk şehirlerinde öğretmenlik yapmış olan Şems'in
Konya'ya nasıl ve niçin geldiği
bahsine dönelim:
Makalât'ta şu satırları okumaktayız:
«Allahya yalvardım. Yarabbi beni kendi velilerinle tanıştır, onlarla yoldaş et dedim. Rüyamda, 'Seni bir
veliyle yoldaş
edelim,' dediler. 'O veli nerededir?' diye sordum. Ertesi gece bu velinin Rum diyarında (Anadolu'da)
olduğunu söylediler. Bir
müddet sonra tekrar gördüğüm rüyada, 'Henüz vakti gelmemiştir, her işin bir zamanı var,' dediler.»
Bu açıklama bize, Mevlânâ'nın da vaktin olgun velileri mertebesine yükselmiş kendisine muhatap
olacak kuvvetli bir
mânâ ehli bulamadığı için zahir bilgileri çerçevesi içerisinde kalmış olduğunu göstermektedir. Şems
bunu duymuş ve sezmiştir.
İçindeki coşkun hisleri aktaracak derin ve geniş bir gönül aramaktadır. Aradığını da Mevlânâ
Celâleddin'de bulmuştur.
Mevlânâ Celâleddin, gerçi mânâ âlemine ait bilgilerden yoksun değildi. İlk tasavvuf neşesini babası
Sultanu'l-Ulemâ'
dan, onun ölümünden sonra da Horasan erenlerinden babasının arkadaşı Tirmizli Seyid
Burhaneddin'den almıştı. Ama Şems ile
buluşması bambaşka bir hadise olmuştur. Bu hadiseyi Eflâkî, Molla Cami ve diğer tezkirecilerle
Mevlânâ'nın büyük oğlu Sultan
Veled, çeşitli ve renkli dekorlar içerisinde anlatırlar. İlerde bu konuya dönmek üzere bir de Şems'in
ilk üstatlarına -ve
tasavvufla nasıl ilgilenmiş olduğuna dair elimizdeki bilgileri özetleyelim:
İlk Çağları
Şems, kendi ifadesine göre ilk nasibini Tebriz'de, Ebûbekr Sellebaf (Sepetçi Ebubekir) adında bir
mürşitten almıştır.
Eflâkî'nin Sultan Veled'den naklederek anlattığına göre bütün velîlik niteliklerini onda bulmuştur ama
kendisinde, şeyhinin
göremediği ve hiç kimsenin farkında olamadığı birşey vardı ki onu ancak Mevlânâ Celâleddin
görebilmişti. Yine Şems'in Sultan
Veled'e anlattığına göre çocukluk günlerinde Allahyı, melekleri, yerlerde ve göklerde bir çok olayları
görür, herkesi de kendisi
gibi sanırmış. Ama sonradan anlamıştır ki bunları başkaları göremiyor. Şeyh Ebubekir de bunları
herkese söylemesini
yasaklarmış.
Hafız Hüseyin Kerbalayî'nin, Ravzatül Cinan (Cennet Ban. çeleri) adlı eserinde şu satırları
okumaktayız:
Şems-i Tebrizî uzun süre Tebriz'de Şeyh Ebûbekr Selle-bafın hizmetinde bulundu. Büyük bir olgunluk
ve erginlik
mertebesine erdi ama onu daha fazla olgunlaştırmak Şeyhinin takati üstüne çıkınca Ebûbekr, insaf
ve takdir yoluyla ona artık
bu olgunlaşmanın daha ileri mertebesini başka yerde aramasını tavsiye etti; seyahata çıkmasına izin
verdi. Şems önce
Kirmanlı Şeyh Evhaduddin'in piri Şecaslı Şeyh Rükneddin'e, sonra da Tebrizli Şeyh Şahabeddln
Mahmud'a gitti. Zamanın
büyük mürşitlerinden olan o zatın hizmetlerinden de çok feyiz aldı. Daha sonra zamane şeyhlerinin
önderi sayılan Cent'li Baba
Kemal'e baş vurdu; ondan da hayli faydalandı ama Mevlânâ ile
buluşuncaya kadar, ilk üstadı Ebûbekr'in hatırasını daima saygı
ile andı; onu hiç unutamadı. Ebûbekr'in manevî mertebesini Şeyh Sadi de Bostan kitabında şöyle
övmektedir:
«Tebriz taraflarında bir aziz vardı ki, daima uyanık gönüllüydü, geceleri uyumazdı. Gecenin birinde bir
hırsızın dama
çıkmak için kement attığını gördü. Adam o sırada, halkın sesini işitince o tehlikeli durumda sığınacak
bir yer bulamadı; telaş
ve korku içerisinde kaçmaya çalışıyordu. Bunu seyreden aziz derviş, mum gibi erimeye başladı,
zavallı hırsızın çektiği korkuyu
düşündü. Karanlıkta dama doğru yürüdü, başka bir yoldan hırsızın karşısına çıktı, 'Dostum gitme,'
dedi. 'Ben sana yabancı
değilim. Yiğitlikte senin ayağının toprağıyım.' Hemen kavuğunu, sarığını, yanındaki eşyasını
yukarıdan hırsızın eteğine bıraktı
ona çok özürler diledi ve 'Haydi çabuk şimdi buradan kaçıp canını kurtarmaya bak; duman gibi
kendini yok etmeye çalış,'
dedi.»
Cennet Bahçeleri'nin yazarı Kerbelâlı hafız Hüseyin, işte bu azizin Şems-i Tebrizî'yi yetiştiren Ebûbekr
olduğunu;
onun, eli vergili, cömert ve çok üstün yaratılışlı seçkin bir zat olduğunu kaydetmektedir.
Şimdi Mevlânâ'nın Şems'i nasıl gördüğünü, ona bağlanmasının nedenlerini tekrar araştıralım: Eflâkî
şöyle diyor:
«Hazreti Mevlânâ buyurdu ki 'Bir gün bana Melekût âleminin yolları açıldı; ilâhi bir temaşa zevkiyle
Miraç etmek nasib oldu;
dördüncü kat göğe kadar çıktım, ama o feleğin yüzünü kararmış gördüm. Beytül Mâmur denilen
sarayın sakinlerinden bunun
sebebini sordum. O makamın kutsal sakinleri, 'Bizim güneşimiz, fakirler sultanı Şems-i Tebrizî'yi
ziyarete gittiği için karanlıkta
kaldık,' dediler.»
«Ben o kutsal yerleri dolaşıp tekrar dördüncü kat göklere geldiğim zaman büyük güneşin eskisi gibi
kendi merkezinde
nur ve ışık saçtığını gördüm.»
Şimdi bir de Mevlânâ hakkında Şems'in görüşlerini dinleyelim:
«Dünyanın hiç bir yerinde Mevlânâ'nın eşi ve benzeri yoktur. Bütün fenlerde, temel bilgilerde, din
bilgisinde, gramer,
sentaks, mantık ilimlerinde en büyük uzmanlarla kuvvetle konuşur, tartışır; onlardan daha üstün,
onlardan daha zevkli,
onlardan daha lâtiftir. Gerekirse, gönlü isterse, üzüntüsü engel değilse ve konunun tatsızlığı sebep
olmazsa, hepsinden daha
yetkili konuşur. Ben akıl yönünden bilinmesi gerekli bu bahislerde yüz yıl uğraşsam ondaki ilim ve
hünerin onda birini elde
edemem. Halbuki o kendisini bilmezlerden sanır ve öyle zanneder. Benim önümde, beni dinlerken,
nasıl anlatayım, ayıptır
söylemesi, babasının önüne oturmuş iki yaşında bir çocuk yahut müslümanlığa dair hiç bir şey
işitmemiş dönme bir müslüman
gibi öylesine utangaç bir hal alır.» (Şems-i Tebrizî, Konuşmalar, M. 77.)
İşte her iki Allah âşığının aralarındaki karşılıklı Muhabbet ve saygıdan birer örnek alarak yukarda
naklettiğimiz vesikalar
bize gösteriyor ki, Şems ile Mevlânâ biri birini tamamlayan, biri birinden renk ve ışık alan iki irfan
hazinesidir. Her ikisi de aşk
ve hakikatla dolu; madde ve mânâ âleminin sırlarına ermiş üstün vasıflı birer Allah velîsidir.
Şems'in Ailesi
Devletşah Tezkeresî'nin anlattığına göre Şems-i Tebrizî İsmailiye mezhebi büyüklerinden
Büzrükümid'in torunu
Havend Alâeddin'in oğludur. Alâeddin, dedelerinin sapkın inançlarını bir tarafa atarak zındıklık
yolundan ayrılmış baba ve
dedelerinin kitap ve defterlerini yakmış, tam manasiyle islâm ve ehli sünnet inançlarını
benimsemiştir.
Bazı tezkerecilere göre de Şems'in aslı Horasanlıdır. Babası ticaret maksadiyle Horasan'dan Tebriz'e
gelmiş, orada
yerleşmiş; Şemseddin de Tebriz'de doğmuştur. Devletşah diyor ki, «O, nerede doğarsa doğsun işin
suretine değil manâsına
bakmalıdır. Asıl zevk, ruh âleminin manasına erebilmektedir. Yoksa, bedenler nerede olursa olsunlar
ne değeri var.»
Konya'ya İlk Gelişi ve Mevlânâ ile Buluşma
Konuşmalar'dan anladığımıza göre Şems,'642 hicret yılı Cemaziyelahır ayının yirmi altıncı günü
Konya'ya gelmiştir.
(M. 48). O
Mevlânâ ile ilk buluşma hakkında Eflâkî'nin verdiği bilgi ile Molla Câmi'nin
Nefahat-ül-üns'de ve bizzat Makalât
metninin 56'ncı sahifesindeki Arapça pasajda biraz değişik bir dekor içinde özetle şöyle
anlatılmaktadır: Şems yukardaki
tarihte Konya'ya gelir; Şekerciler Hanı'nda bir odaya yerleşir, Mevlânâ'yı sorar; onun, o sırada Meram
bağlarında sayfiyede
olduğunu, ikindiye doğru şehre geleceğini söylerler. Şems yol üzerinde beklemekte, sabırsızlıkla
Mevlânâ'nın yolunu
gözetmektedir. Derken belirli vakit gelir, Mevlânâ bir katıra binmiş, aheste aheste sürmekte ve
kendisine yaklaşmaktadır.
Yıllardır içi aşk ve iştiyak ateşiyle dolu olan Şems, katırın dizginine yapışır, selâm verir ve «Hemen
söyle bana,» der, «Hazreti
Muhammed mi daha büyüktür, yoksa Bayezid-i Bistamî mi?» Mevlânâ, «Bu ne sorudur?» der, «Hazreti
Muhammed (selât ve
selâm ona olsun) peygamberlerin sonuncusudur, en yücesidir. Onunla Bayezid arasında ne
münasebet var?» Şems, «Ama
niçin Hazreti Muhammed (S.A.) hep 'Yarabbi biz seni sana layık bilgiyle bilemedik,' dediği halde
Bayezid, 'Beni ululayın şanım
ne yücedir,' diye öğünmüştür?» Mevlânâ, bu sualin heybet ve azameti karşısında kendinden geçmiş,
bir süre sonra kendine
geldiği zaman Şems'in elinden tutarak piyade bir halde kendi medresesine götürmüş, onunla kırk gün
halvette kalarak hiç
kimseyle münasebette bulunmamıştır. Bu süre içinde bütün ihtiyaçlarını Mevlânâ'nın büyük oğlu
Sultan Veled sağlamıştır.
Eflâkî'ye göre Mevlânâ, Şems'in ilk sorusu karşısında güya yedi kat göklerin biri birinden ayrılarak
yere yıkıldığını,
büyük bir ateşin kafatasında alevlendiğini hissetmiştir. Ona şu susturucu cevabı vermiştir: «Hazreti
Muhammed (S.A.), cihan
varlıklarının en büyüğüdür, Bayezid kim oluyor? Bayezid'in susuzluğu bir yudum su ile diner, o zaman
da suya kandığından
söz eder. Onun idrak hazinesi o kadar bir suyla dolar; güneşin cihanı aydınlatan ışığı onun evinin
ufacık penceresine kadar
sızar ve ancak o kadar girer. Ama Hazreti Muhammed Mustafa'nın (S.A.), susuzluğu o kadar derindir
ki, şüphesiz hep
susuzluğundan dem vurur ve her gün o susuzluğun daha da artması niyazında bulunur. Şu halde bu
her iki davacıdan Hazreti
Muhammed Mustafa'nın davası çok büyüktür. Şu sebepten ki, Bayezid kendisini Hakka ermiş görünce
hemen dolu verir ve
daha fazlasına bakmaz ama Hazreti Mustafa (S.A.), her gün daha fazla Hakkı görür ve bu görüşle daha
çok ilerler. Hakkın
yüceliğinin, kudretinin, her varlığa hâkim olan saltanatının parlak belirtilerini her gün, her saat
gördükçe aşk ve hayreti artar
ve ondan dolayı da 'Yarabbi biz seni sana yaraşan bilgiyle bilemedik,' diye hep özlem duyar.» Bu
cevap karşısında Şems-i
Tebrizî, bir nağra atarak yere yıkılır.
Bu ilk misafirlik sırasında her iki Hak âşığı tam üç ay hep halvette kalır, gece gündüz, oruç, namaz,
ibadet ve
sohbetle meşgul olur, hiç dışarı çıkmazlar. Ama. öte yanda her gün Mevlânâ Celâleddin'in ilmî
konuşmalarından, irşad ve
sohbetinden yoksun kalan büyük bir halk topluluğu ve gençlik, Şems hakkında uygunsuz sözler
söylemeye ve düşmanca
hareketlere başlarlar. Konya şeyhleri arasında bir sofi de, «Yazıklar olsun ki bilginler sultanı
Bahaeddin Veled'in oğlu bir
Tebrizli oğlanın arkasından yürümeye başladı. Artık Horasan toprağının yetiştirdiği değerler,
Tebrizlilerin uydusu haline geldi,»
diye halkı ayaklandırıyordu. Bir kısım Konyalılar da, «Acaba Mevlânâ'da o kadar akıl yok mu ki, bir
Tebrizlinin peşine düşmüş?
Mevlânâ dünyadan el çekmiş bir insandır, halbuki Şemseddin henüz dünyadan el çekmemiştir,»
diyorlardı. Bu dedikoduları
işiten Mevlânâ da onlara şöyle diyordu: «Siz, Şemseddin'i anlamadığınız için onu sevmiyorsunuz, eğer
sevseydiniz onu öyle
çirkin karşılamaydınız.» Bazıları da, «Bize, Şemseddin'den bir gönül hoşluğu gelmiyor,» diyorlardı.
Şems ile Mevlânâ'nın İlk Buluşmalarının Çeşitli Yankıları
Mevlânâ'nın Şemseddin'le buluşması, ona, sanki kaybettiği değerli bir mücevheri Şems'in manevî
benliğinde, onun
velilik hazinesinde yeniden bulmasına fırsat sağlamıştır. O, Şems'in kudretli kişiliği önünde öylesine
mest ve coşkun bir hale
gelmişti ki, bütün normal işlerini, müftülük, müderrislik, vaizlik gibi meşgalelerini bir tarafa, iterek
artık Şems'in pervanesi
olmuştu. Dış âlemle alakasini kesmiş, artık başka bir âleme dalmıştı. Gözü kulağı Şems'in sohbet ve
irşadında, hep onun
işaretlerine dönük, hep onunla göz göze diz dize idi.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bu yüzden dedikodular gittikçe artmış, iş artık açık bir düşmanlık
haline dönüşmüştü.
Bunu en çok Mevlânâ'nın yakınları, talebesi, sohbet arkadaşları yapıyor, hoşnutsuzluk ateşini
körüklüyorlardı. Şemseddin,
hakkındaki bu dedikoduları, düşmanlık teranelerini anlamaz değildi. O da artık birkaç damla suyun
bardağı taşıracağını sezmiş
ve bu düşmanlık çemberinden kendini kurtarmak için kararını vermişti. Gecenin birinde Konya'dan
ayrıldı; kayıplara karıştı.
Nereye gittiğini hiç kimse anlayamadı. 643 hicret yılının 21 Şevval perşembe gününe rastlayan bu
ayrılıştan sonra onun Şam'a
gitmiş olduğu anlaşıldı. Bu ayrılık süresi, aşağı yukarı 16 ay kadar uzadı. Şems'in Konya'dan ayrılması
Mevlânâ'yı eski
hayatına döndürmek şöyle dursun, aksine, bağrının hasret ve firkat ateşiyle yanmasına, sıhhatinin
bozulmasına yol açtı.
Kimseyle konuşmuyor, meslislere gitmek istemiyor; hep gam, keder ve hicran içinde yine halvete
kapanıyordu. Neredeyse o
ayrılık ateşi içinde son nefeslerini vermek üzereyken Şam'dan gelen bir
mektup imdada yetişti. Bu mektup Şemseddin'den idi.
Mevlânâ'nm gözlerinde bir ümit ve hayat güneşi parladı. Çünkü Şems'in Şam'da olduğu anlaşılmış ve
kayıp hazinenin yeri belli
olmuştu. Şems'in mektubu şöyle başlıyordu:
«Mevlânâ'ya malûm olsun ki, bu zaif hayır duası ile meşguldür. Hiç bir yaratıkla ilgisi yoktur. Her
birinin ahvali sohbet
sırasında anlaşıldıktan ve dostlar ayrı ayrı kendilerini gösterdikten sonra ancak pek değerli, diri
gönüllü bir dervişe rastladım.
Öyle bir derviş ki, Mevlânâ eğer onun iç yüzünü, ger. çek tarafını bilselerdi şüphe yok ki ona
Muhabbet nazarıyla bakar, saygı
göstermekten geri durmazlardı. On yıldan fazladır ki burada bu duacınızın sohbetinde bulunmuş olan
bu eski dost Şam'a
tekrar gelişimde bana yine dostluk ve aşinalık gösterdi.»
Şemseddin'in Şam'da uzun süre kalması Hz. Mevlana'yı çok üzüyordu. Ona mektup yazdı ve şu gazeli
de ekledi:
Başlangıcı olmayan zamandan beri diri, yaratıcı, kudretli, bütün varlıkları ayakta tutan ulu Allahya ant
içerim ki onun
nuru, yüzbinlerce sır açıklansın diye aşk ışıklarını parlattı. Onun eşi ve benzeri olmayan hükmü ile
cihan aşk ile âşıklarla,
hâkim ve mahkûmlarla doldu. Şems-i Tebrizî'nin tılsımlarıyle, büyüleriyle onun akla hayret veren
hazinesi gizlendi. Senin
ayrıldığın günden beri ağzımın tadı bozuldu, mum gibi erimeye başladım. Cemalinden uzak düşünce
beden bir virane, can da
o viranenin baykuşu oldu. Aman ne olur, yine dizginleri bu tarafa çevir! Aşk filinin hortumunu yine
şahlandır; akşamım seninle
aydın bir sabah gibi olsun Ey Şam'ın, Ermen ve Rum ülkesinin kıvancı sevgili!
Mevlânâ bu mektubu yazdıktan sonra büyük oğlu Sultan Veledi, yirmi nefer atlı, birkaç yük değerli
hediye, altın ve
gümüş armağanlarla Şemseddin'i tekrar Konya'ya getirmek üzere Şam'a gönderdi. Söylediklerine
göre iki bin dinar altını
Şems'in pabucu içerisine doldurarak onu Konya tarafına çevirmesini de Sultan Veled'e tembih etti.
«Benden selâm götür,
âşıkane secdeler et. Şam'a girer girmez Salihiye semtinde meşhur bir han vardır oraya git ve mümkün
ise şu gazeli de onun
huzurunda irşad, et,» dedi.
Gidin ey yoldaşlar, dostumuzu bu tarafa çekmeye bakın! Nihayet o kaçak sevgiliyi tekrar bana
getirin!
Tatlı teraneler, renkli bahanelerle o güzel yüzlü ay parçasını o hoş çehreli sevgiliyi eve doğru
yürütmeye çalışın.
Eğer başka zaman gelirim diye söz verirse aldanmayın! Bütün sözleri hile ve kaçamaktır. O, sizi
atlatır.
Onun çok sıcak bir nefesi vardır. Cadılıkla, büyücülükle suya düğüm vurur, havayı bağlar.
Eğer mübarek ve sevinçli haliyle o sevgilim buraya gelirse, sen otur da seyret; bak Allahnın ne garip
işlerini
göreceksin.
Bir kere onun cemali parlayınca, güzellerin güzelliği hiç kalır. Onun güneş gibi parlayan yüzü
karşısında bütün ışıklar
söner.
Ey hafif kanatlı gönül kuşu git bensiz benim dilberime uç; o değer biçilmez mücevhere selâm ve
Muhabbetler götür.
Sultan Velecl, babasının tavsiyesine uyarak yol arkadaşları ve dostlarıyle birlikte Şam'a yollandı.
Oraya varır varmaz,
babasının işaret ettiği hana gitti, Şems'in odası önünde edeple durdular. Mevlânâ'hm mektubunu,
armağanlarını teslim
ettikten sonra bütün dostların yaptıklarından pişman olduklarını ve kendisini hasretle, saygı ile
Konya'da beklediklerini
anlattılar. «Umarız ki, bu dileklerimizi kabul buyurursunuz,» diye çok yalvardılar. Şems, bu İsrarlar
karşısında dayanamadı;
Sultan Ve-led, kendi binmiş olduğu rahvan atına Şems'i bindirdi, kendisi de neşe ve sevinç içinde
Şems'in önünde piyade
olarak yola koyuldu. Uzun süren bir kara yolculuğundan sonra Konya'ya yakın Zencirli hanına
geldikleri zaman babasını
müjdelemek için şehre bir derviş gönderdi. Mevlânâ, dervişin müjdesini işitince bütün elbise ve
giysilerini çıkardı ve dervişe
bağışladı. Konya halkına haberler salarak Şems'in geldiğini, halktan emirlerden, bilginlerden,
fakirlerden ve ahilerden onu
karşılamak isteyenlerin toplanmasını diledi. Kendisi de ata binerek bütün Konya ileri gelenleri ve
ahalisiyle birlikte Şems'i
büyük bir Muhabbet ve saygı hâlesi içinde şehre getirdi.
Şems, bir gün, bu yolculukta Sultan Veled'in
gösterdiği hizmet ve saygıdan dolayı çok duygulanmış, teşekkür
etmiştir. Bu ikinci gelişte, Mevlânâ'nın Şems'e karşı Muhabbet ve bağlılığı bir kat daha artmış; ona
eskisinden daha çok saygı
göstermiştir. Yıllarca ayrı düştükten sonra tekrar vuslata ermiş iki âşık gibi birbirleriyle öylesine
kaynaşmışlardır ki artık
ayrılmaz bir hale gelmişlerdir. Nasıl ki Mesnevî'de bu buluşmayı şu mısralarla anlatmaktadır:
Onun yüzünü görünce gül gibi açıldı, sevindi;
vuslatda ayrılık bağlarından kurtuldu, özgür oldu.
Ey canların etrafında döndüğü Hak ankası, dedi,
ok şükür ki o Kaf dağından tekrar geldin!
Ey aşkın, kıyamet meydanının İsrafili!
Ey aşkın aşkı, ey aşkın gönlünün istediği sevgili!
Ey tek güneş! Yüzbinlerce defa seni dinlemek
arzusiyle aklım başımdan gitmişti.
Sence bilinen benim kalp sözlerimi,
hep sağlam akçe gibi kabul eden sendin.
Şems'in rahat ve huzur içinde yaşayabilmesi için evlâtlık gibi evde yetiştirilmiş olan Kimya adındaki
genç ve güzel kızı
da Şems'e nikâh etti. Ama bu sefer müritlerle bazı kıskançlar tekrar harekete geçtiler; dedikoduya,
sövüp saymaya başladılar.
Eflâkî'nin anlattığına göre bu ikinci gelişte de tam altı ay yine Şems ile Mevlânâ medresedeki bir
hücrede halvete çekildiler.
Güya ki insanlık gereği olan yemek içmek ve başkaca ihtiyaçlardan uzak bir bir yaşantı sürüyorlardı.
Yanlarına yalnız Kuyumcu
Selâhaddin ile Sultan Veled'den başka hiç kimse giremiyordu. Öte tarafta Şems'i sevmeyenler, onu
fırsat buldukça
küçümsemekten, hakaretler savurmaktan geri durmuyorlardı. Şems, bu saldırılara bir zaman
katlandı, ses çıkarmadı ama
artık dayanılmaz bir hale gelince işi Sultan Veled'e anlattı ve gördüğü hakaretlerden hayli yakınarak,
«Artık bu halkın kötü
davranışları yüzünden öyle bir yere gideceğim ki, hiç kimse izimi tozumu bulamayacak,» dedi. Bu
müddet içinde ansızın
oradan kayboldu, ertesi gün Medresesindeki hücresinde dostunu ziyarete gelen Mevlânâ, odasını
bomboş bulunca
dayanamadı. Bahar bulutları gibi yaş dökmeye başladı ve hemen Sultan Veled'in evine koştu. Yüksek
sesle, «Kalk Bahaeddin
kalk! Ne uyuyorsun? Kalk da şeyhini aramaya çık! Çünkü canımız yine onun güzel kokusundan
yoksun kaldı,» diye feryada
başladı. Bir müddet ondan, o hakikat güneşinden bir haber beklediler. Ama hiç bir yerden ses
çıkmadı. Mevlânâ artık gece
gündüz onun ayrılığını terennüm eden şiirler ve gazeller söylüyor; öte yandan da onu yine Şam
taraflarında aramak için
yolculuk hazırlıklarına girişiliyordu. Bazı dostları ve sevdikleriyle beraber Şam'a kadar giderek orada
aylarca Şems' ten bir iz
ve haber almak için çırpındılar. Ne yazık ki, hiç bir sonuç elde etmeden eli boş gönlü kırık Konya'ya
döndüler. Bu olay, 645
hicret yılı . içinde bir perşembe gününe rastlar. Sipehsâlâr Menakibi yazarı Feridun Ahmed diyor ki:
«Bu sefer sırasında
Mevlânâ şu gazeli inşad buyurmuştur:
Biz Şam'ın âşığı başı dönmüş sevdalısı ve Şam delisiyiz. Şam sevgilisine can vermiş, gönül bağlamışız.
Rum
Ülkesinden Şam tarafına, yârin yurdu olan Şam'a koşuyoruz; onun akşam karanlığı gibi siyah
kâküllerinden Şam'da
tazeleniyoruz. Salihliye dağında bir mücevher madeni var ki, onu aramak için Şam denizinde
boğulmuşuz. Eğer Tebriz'in Hak
güneşi Şemseddin oradaysa Şam'ın kulu kölesiyiz; hem de ne mutlu bir kul ve köleyiz.
Şems'in ortadan kaybolması olayı hâlâ bir esrar perdesi arkasında kalmıştır. Eflâkî'nin anlattığına
göre güya Sultan
Ve-led şöyle demiştir: «Bir gece Şemseddin halvette Mevlânâ ile birlikte otururken bir adam dışarıdan
Şems'i çağırır. Şems,
hemen yerinden fırlar ve Mevlânâ'ya, 'Beni öldürmek istiyorlar,' der. Bir süre durduktan sonra, 'İyi
bilin ki madde ve mânâ
âlemi Allahındır,' diyerek dışarı çıkar. Kapı dışında pusu kurmuş olan yedi kişi bu fırsattan
faydalanarak, hemen bir bıçak
saplarlar. Şems o sırada öyle bir nağra atar ki saldırganların hepsi
kendinden geçmiş olarak yere serilirler. Kendilerine
geldikleri zaman da birkaç damla kandan başka hiç bir iz ve eser göremezler.»
Yukarıdaki hikâye ile Mevlânâ'nın Şam'a giderek Şems'i araması ve Sultan Veled'in Mesnevîleri'ndeki
bilgiler arasında
büyük bir çelişki vardır. Eflâkî, eserini Mevlânâ'nın torunu Ulu Arif Çelebi zamanında yazmıştır. O
zamana kadar halkın hayal
gücü ile yarattığı bu efsaneyi doğru sanarak kitabına geçirmiştir. Ama olayın bir de mantık yönü
vardır. Konya'da göz önünde
geçen bu acı dramın Mevlânâ'dan aylarca gizlenmesi; onun, Şems'in peşinden diyar diyar dolaşması,
Şam'da aylarca Şemsi
araması, biri birini tutmayan rivayetlerdendir.
Yine Efiâkî'nin anlattığına göre Şems'in kayıplara karış, masından sonra Mevlânâ hiç bir yerde karar
kılmazmış; hep
Medresesinde dönüp dolaşır, şu anlamdaki rubaiyi söylermiş:
Senin aşkından her tarafta bir gece uyanıklığı var; gece oldu kâküllerin yine amber saçıyor. Gönlüm
sükûnete
kavuşsun diye ezel nakkaşı her tarafa Tebriz? nakşını işliyor.
Şems'in Konya'dan ayrılışından sonra Mevlânâ'nın yazdığı şiir ve gazellerde, onun öldürülmüş
olduğuna dair hiç bir
işaret yoktur. Olaydan kırk gün sonra Mevlânâ başındaki beyaz sarığı atıyor; duman renkli sarık
sarıyor ve matem nişanesi
olan Yemen hırkası, Hint ferecîsi giyinerek ömrünün sonuna kadar bu kıyafeti devam ettiriyor.
«Cevahir-ül Esrar» Şems Hakkında Ne Diyor?
Kâşanlı Hüseyin bin Hasan, Mesnevi Şerhi başlangıcında bize Şems hakkında şu tamamlayıcı bilgileri
vermektedir:
«Şeyh Şemseddin-i Tebrizî, ticaret maksadıyle bir çok şehirleri dolaştıktan ve bir çok gönül ehli
erenleri ziyaretten
sonra, Dest tarafından Türkistan'a gitti. Yolda bir soyguncu sürüsünün saldırısına uğradı. Sonra Baba
KemaLi Cendi'nin
tekkesine sığındı. Baba Kemal ona halvet ve çile geçirmek üzere bir hücre verdi. O sırada bir raslantı
eseri olarak Lemeât
sahibi İbrahim Fahreddin Irakî (ölümü 688 H.)de, mürşidi Moltanlı Zekeriya'mn tavsiyesi ile Baba
Kemal'in tekkesine
gelmişti. Baba Kemal, onu da çileye oturttu. İbrahim Fahreddin, her günkü doğuşlarını şiirlerle,
gazellerle ifade ediyordu;
bunları besteleyerek şeyhine sunuyordu. Fakat Şemseddin duygularını onun gibi açıklayamıyordu. Bir
gün, Şeyhi, «Oğlum
Şemseddin, sen de Fahreddin gibi çilede duyduğun ilâhî sırlardan birşeyler anlatamaz mısın?» dedi.
Şemseddin, şu cevabı
verdi: «Ben, ondan daha çok müşâhade ve tecellilere şahit oluyorum. Ama o bu işte gerekli terimlere
ve bilgilere âşinâ olduğu
için duygularını uygun sözler ve deyimlerle anlatabiliyor; bazı sırları açıkça terennüm edebiliyor.
Fakat bende bu cihet
eksiktir.» Bu cevab üzerine Baba Kemal, «Allah sana öyle bir sohbet arkadaşı verecektir ki, o ilk ve
son hakikatleri
senin adına dile getirecektir.»
Şu rivayete göre Lemeât sahibi ibrahim Fahreddin İrakî ile Şems'in, Kübrevîye kolunun kurucusu
meşhur Necmeddini
Kübrâ'nın halifelerinden Cendli Baba Kemal'den feyz aldıkları anlaşılmaktadır. Tezkerelerin
anlattıklarına göre ibrahim
Fahreddin, ilk zamanlarda Hindistan'a gitmiş, Mollan şehrinde yerleşmiş orada Şeyh Şahabeddîn
Sühreverdî'nin müridi ve
daha sonra onun damadı olmuştur. Fakat son zamanlarda Hindistan'dan hacca gitmek maksadıyle
ayrılmış; dönüşte Şam'da
bir müddet kaldıktan sonra Konya'ya gelerek Şeyh Sadreddin'le görüşmüş ama Konya'da iken Şeyh
Şemseddin'le görüşmek
fırsatını bulamamıştır.
İranlı çağdaş yazarlardan Nimetullah Kadi'nin araştırmalarına göre Şemseddin henüz delikanlılık
yaşlarında evini
barkını terk ederek Tebriz'den ayrılmış, bir tesadüfle Zencan halkından pîr Rükneddin-i Secasî'nin
dergâhına gitmiş, onun
derviş ve müritleri arasına girmiştir. Orada yıllarca manevî sahada ilerledikten sonra Şeyh Fahreddin
İrakî'nin ününü duymuş
onun şu anlamdaki gazelini işitince, Fahreddin'e karşı büyük bir ilgi göstermiştir:
Bardağa dolan ilk şarabı sakinin sarhoş gözlerinden ödünç aldılar.
Âlemin neresinde bir gönül derdi varsa,
onları bir araya topladılar adına aşk dediler.
Diyelim ki âşıklar kendi sırlarını açıkladılar.
Ama İraki'nin adını niçin kötüye çıkardılar?
Şems, bu gazeli gece gündüz dilinden düşürmez, bunu okumaktan pek hoşlanır, okudukça durmadan
duygulanır, yaş
dökermiş. Şems'in yanıp yakılmasını, Şeyh Rükneddin görünce çok içlenmiş, müridinin alnından
öperek, «sevgili evlâdım, sen
artık dilediğin mertebeyi buldun,» demiş.
Yukardaki hikâyeyi Molla Cami, Fahreddin-i İrakî hakkında anlatır. Güya Şeyh Zekeriya Moltanî onu
çileye sokar, on
gün sonra Fahreddin'e bir coşkunluk hali gelir ve o coşkunluk haliyle yukarıda anlattığımız gazeli
yazarak yüksek sesle
okumaya başlar, hep ağlar gezer; Dergâhtaki dervişler bu hali tekke kurallarına, dervişlik
geleneklerine aykırı görür, Şeyhe
şikâyet ederler. Şeyh, onlara şu cevabı verir: «Fahreddin'in yaptığı şeyler size yasaktır ama ona
yasak değildir.»
Hikâyenin gerçek yönüne gelince Fahreddin İrakî'nin ilk gençlik ve dervişlik çağlarında, Şems
oldukça ileri bir yaşta
idi. Büyük bir ihtimale göre Halep, Şam ve Anadolu taraflarında yaşıyordu. Öte yandan, Fahreddin de
Hindistan'da yerleşmişti.
Onun şiirlerinin, o derece hudutlar ötesi bir şöhretle yaygınlaşarak Bağdat'ta Şeyh Rükneddin'in
Dergâhına kadar ulaşması
biraz şüpheli olsa gerektir. Hele o zamanın koşullarına göre Şems'in bunları öğrenip gece gündüz
sayıklaması yolundaki masal
ciddî sayılamaz.
Şemseddin'in Tarikat Bağlantısı
Eflâkî, Ariflerin Menkıbeleri'nde, Şemseddin'in Mevlânâ Celâleddin'e intisap ettiğini, onun müridi
olduğunu söyler ve
aşağıdaki tarikat zincirini şöyle sıralar:
«Hazreti Ali, Hasan-ı Basrî'yi; Hasan-ı Basrî, Habib-i Acemiyî; o, Davud-u Taî'yi; Davud, Maruf-u Kerhî'yi;
Maruf, Serî-
i Sakatî'yi; o, Cüneyd-i Bağdadî'yi; o, Şiblî'yl; o, Muhammed Zeccac'ı; o, Ebûbekr Nessacı; o, Ahmed
Gazalî'yi; o, Ahmed
Hatibî'yi; o, Şemsül Eimme Serahsi'yi ve o, Sultan'ül-ulemâ Bahaeddin Veled'i; Bahaeddin Veled,
Seyyid Burhaneddin
Tirmizî'yi; o da, Mevlânâ Celâleddin'i; o da, Şemseddin-i Tebrizî'yi; Tebrizî de, Sultan Veled'i irşad
etmiştir. Oysa bütün
tezkere yazarlarının anlattıklarına ve Mevlânâ'nın Şems'i öven kaside, gazel ve şiirlerindeki
açıklamalarına göre asıl Mevlânâ
Celâleddin'in, Şems-i Tebrizî'ye mürid olduğu neticesine varılmaktadır. Bu da, Eflâkî'nin sözleriyle
çelişmektedir. Nasıl ki, onun
şu anlamdaki gazeli de, buna bir delildir:
Eğer bizim gecemiz gündüzümüz Şemseddin'in aşkı ile geçmeseydi, bize sebepler âleminin her türlü
tuzağından
kurtulmak nasıl mümkün olurdu.
Onun aşkının parlaklığı bize kudret ve tahammül vermeseydi arzularımızın ateşi takatimizi
mahvederdi.
Onun aşkının okşayışları, Muhabbetsinin güzellikleri bizi kurtardı; bütün ıstırap ve belâlardan onun
sayesinde uzak kaldık,.
Bu hakkın ne mutlu kimyasıdır ki, onun canındaki şefkat bize aynı zevk ve rahat olmuştur; bütün
zorluklarda bize
yardımcı olmuştur.
Allahsal inayetler, yardımlar, o şahın hizmeti İçindir; ondan filizlendi o; edep kaynağından bize varlık
verdi.
Onun lütfuyle sürahilerin dolandığı mecliste canımız ve gönlümüz, neşeden ağır başlı, hafif ruhlu olur.
Tebriz ülkesi taraflarında bir bengi su pınarı var ki, gönülleri hep o tarafa çeker; biz istemesek bile
Hızır gibi bizi hep
o pınara çağırır.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Şemseddin, ilk çocukluk ve gençlik çağlarında önce Ebûbekr
Sellebâf'a mürid
olmuştu. Eflâkî'nin yazdığına göre de, onun terbiyesi sayesinde velîlik mertebesine yükselmişti. Nasıl
ki Konuşmalar'da da
şöyle demektedir: «O Şeyh Ebubekr'in sarhoşluğu, Allahdan idi. Fakat o
sarhoşluktan sonra gelmesi gereken ayıklık onda
yoktu.»
Bu o demektir ki, Ebubekr'in manevî coşkunluğun verdiği ilâhî sarhoşluktan (sekir halinden) sonra
tekrar sahiv yani
ayıklık haline dönmesi daha başka deyimle telvin yani kararsızlık mertebesinden temkin mertebesine
geçip sükûn bulması
mümkün olmuyordu. Bu yüzden Şemseddin'i başka pîrlerin terbiyesine havale etmiş ve bu
sebeptendir ki onu zamanenin
büyük mürşitlerinden Rükneddin Muhammed Secasî'nin Dergâhına tavsiye etmiştir. Bu Rükneddin,
çağdaş pirlerden Kirmanlı
Evhaduddin ile Tebrizli Şeyh Şahabeddin Mahmud'un da üstadıdır. Bağdat'ta Rıbatı Derece denilen bir
tekkesi vardı. Şemsin
Suriye, Şam ve Bağdat yolculukları sırasında bu Dergâhta bir zaman kaldığı ve gerekli olgunlaşma
devresini burada yaptığı
sanılmaktadır. Rükneddin Secasî'nin ölüm tarihi kesin olarak bilinmemekteyse de, Şeddülizar
müellifinin verdiği bilgiye göre
606 hicret yılında hayatta olduğu anlaşılmaktadır. Yukarıdaki açıklamalara göre Şemseddin'in tarikat
silsilesinin,
Rükneddin'den başlayarak geriye doğru Kutbeddin Ebu Reşid, Ahmed Bin Ebû Abdullah Ebherî,
Ziyaeddin Ebunnecip Abdul
Kahir Sühreverdî'ye; ondan da, Ahmed Gazalî'ye; ondan. Tuşlu Ebûbekr Nessac'a; ondan, Ebul Kasım
Bin Abdullah
Gürgânî'ye; ondan, Ebû Osman Sait Bin Selâmi Mağribî'ye; ondan, Ebû Ali Hasan Bin Ahmed Kâtib'e;
ondan, Ebû Ali
Rubarî'ye; ondan, Ebul Kasım Cüneyd Bin Muhammed Nehâvendî'ye (Bağdadî); ondan, Serî.i Sakatî'ye;
ondan Maruf-u
Kerhî'ye; ondan, İmam Musa Rıza'nın oğlu Ali'ye dayanmaktadır.
Üstad Ahmed Hoşnuvis şöyle diyor: «Merhum üstadım Füruzan Fer, Makamat-ı Evhadî adlı kitabının
başlangıcında,
yukarıda adı geçen pîrlerden Kutbeddin Ahmed-i Ebherî'nin (500-577), Ebul Necip Abdulkadir
Sühreverdî'nin halifesi olduğunu
kaydetmekte ise de, bu doğru değildir. Çünkü bütün tezkereciler, Kübreviye kolunun büyük
mürşitlerinden Bitlisli Ammar bin
Yâsir'in, Sühreverdî'nin makamına geçmiş olduğunu kaydederler. Ammar'ın ölümü 582 yılında
olduğuna göre bu cihet gerçeğe
daha yakındır. Nasıl ki, Şeyh kendi elyazısıyle nisbetini şöyle anlatır: Ben şeyhimiz Ammar biri Yâsir'in
sohbetine eriştim; o,
Ebul Necip Sühreverdî'nin; o, şeyh Ebul Kasım Gürgânî'nin; o, Ebû Osman Mağribî'nin; o, Ebû Ali Kâtib'
in; o, Ebû Ali
Rubârî'nin; o, Cüneyd-i Bağdadî'nin; o, SerîJ Sakatî'nin; o, Maruf-u Telhî'nin; o, Dâvud-u Taî'nin; o,
Habib-i Acemî'nin; o,
Hasan Basrînin; o, Hazreti Ali bin Ebi Talib'in; o da Hazreti Muhammed'in (S.A.) sohbetinden feyz
almıştır.» Evsafu'l -
mukarrebin adlı eserin müellifi Ağa Mirza Ah-med'in verdiği şu bilgi de önemlidir: «Mesnevî sahibi
Mevlânâ Celâleddin
Rumi'nin tarikat bağlantısı, Şemseddin-i Tebrizî ara-cılığıyle, Baba Kemal Cendi'ye ondan da büyük
mürşid Nec_ meddin
Kübrâ'ya ulaşır» Şu hale göre, Cevahirü'l Esrar sahibi Kemaleddin Hüseyin Harezmî'nin kaydettiği
gibi, Mevlânâ Celâleddin
Rumî'nin tarikat nisbeti iki yoldan, meşhur Kübreviye şubesinin Altın Zincir (Silsiletü'z-zehep) diye
anılan koluna bağlanmakta
ve şeyh Necmeddin-i Kübrâ'ya ulaşmaktadır. Birinci yoldan, Sultanü'l ulemâ aracılığı ile (çünkü o,
Necmeddin-i Kübrâ'dan feyz
almış, onun himmet ve terbiyesiyle yüce manevî derecelere yükselmiştir) bu alaka sağlanır.
Necmeddin-i Kübra da yukarıda
adı geçen Bitlisli Amman Yâsir'in; o, Ebul Necip Sühreverdî'nin; o da, Şeyh Ahmed Gazalî'nin; o,
Ebûbekr Nes-sac'ın; o da,
Şeyh Ebul Kasım Gürgânî'nin; o, Ebû Ali Kâtib'in; o, Ebû Ali Rubârî'nin; o, Ebû Osman Mağribî'nin; o,
Cüneyd'in; o, Serî-i
Sakatî'nin; o, Maruf-u Kerhî'nin; o da, Risale-i Kuşeyriye'nin verdiği bilgiye göre İmam Ali bin Musa
Rıza'nın yetiştirmesidir.
Mevlânâ, ikinci yoldan da, Şems-i Tebrizî aracılığı ile Baba Kemal Cendî'ye; ondan da, tekrar Şeyh
Necmeddin-i
Kübrâ'ya bağlanmaktadır.
Şems'in Son Günleri
Şems'in büyük tarikat ve tasavvuf erenleri arasındaki mevki ve derecesini yukarıda adları geçen
kaynakların ışığı
altında belirttikten sonra bir de onun kayboluşu ve ölümü üzerindeki esrar perdesini açmaya
çalışalım.
Şems'in, Konya'ya ikinci gelişinde Mevlânâ'nın, onu daha iyi bir rahat ve huzur içinde yaşatmak için,
Kimya adındaki
kızla evlendirdiğini; onunla zaman zaman anlaşmazlıklara, dargınlıklara yol açan, bir geçimsizlik
devresi geçirdiğini biliyoruz.
Konuşmalar'da bu anlaşmazlıklardan acı acı şikâyet etmektedir. Ferudun Ahmed Sipehsâlâr'ın
anlattığına göre bu geçimsizliğe
âmil olanların başında Mevlânâ'nın ikinci oğlu Alâeddin gelmektedir. Alâeddin, Şems ile Kimya'nın
özel harem dairelerine
teklifsizce ve hiç bir izin almadan girer çıkar ve bu yüzden Şems'in haklı ihtarlarına uğrarmış. Gerek
gördüğü bu
hakaretlerden, gerek daha önce Kimya'ya gizli bir ilgi beslediği sanılan genç Alâeddin'in Şems'i bir
düşman, bir engel gibi
görmesinden dolayı araları çok açılmış. Şems, bunu Mevlânâ'ya sezdirmemek için çok tahammül
göstermiş fakat son
zamanlarda bardağı taşıran bazı olaylar olmuş. Şems'in ortadan kayboluşu hadisesinde onu yok
etmek isteyen bir güruhun
başında Alâeddin Çelebi'nin bulunduğundan bahseden bazı tezkereciler,
şüphe yok ki sonradan uydurulan komplo masallarının
tesiri altında kalmışlardır.
Şems'in kayıplara karışmasından bir müddet sonra Kimya, derd-i gerden (boyun ağrısı) hastalığından
ölmüş. Alâeddin
Çelebi de sayılı müderrislerinden iken genç yaşta hayata gözlerini yummuştur. Aziz arkadaşım Prof.
Ferudun Nafiz Uzluk'un
himmetiyle bastırılan Mektûbât-ı Mevlânâ'da, Hazreti Pîr'den zamane kadısına bir mektup görüyoruz.
Bu mektupta, Fahru'l
Müderrisin yani Müderrislerin Kıvancı Alâeddin'in terekesinin mirasçıları arasında taksimi istenmekte
ve Alâeddin hakkında hiç
bir küskünlük eseri sezilmemektedir. Şems-i Tebrizî'ye gelince, onun Konya'dan tekrar Şam'a
döndüğü, oradan Tebriz'e gittiği
ve Tebriz'de Hakkın rahmetine kavuşarak Geçil Kabristanı'na gömüldüğü, değerli bilginlerimizden
merhum mütercim Asım
Efendinin araştırmalarından anlaşılmaktadır.
Şimdilik sözlerimize burada son verirken beşeriyet icabı bazı hatalarımız varsa bağışlanmasını,
düzeltilmesini sayın
okurlarımızın yüksek müsamahasından bekler, ulu Allahdan başarılar dilerim.
12/12/1973, Ağın
Mehmed Nuri GENÇOSMAN
BİRİNCİ BÖLÜM
(M. 2) Rahman ve Rahim olan Allah adıyla başlar ve ondan yardım dilerim.
Bu kitap sevgili erenler sultanı Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî'nin sözlerinden derlenmiştir. Allah
bereketini üzerimizden
eksik etmesin.
Ten'den geçer" de can'a erişirsen bir hâdis'e yani sonradan yaratılmış varlığa kavuşmuş olursun. Hak
kadim'dir;
başlangıcı olmayan varlıktır. Hadis, kadimi nerede bulur? Onu nasıl anlayabilir? Toprak nerede, her
şeyi yaratan ulu Allah
nerede?
Sende bulunan o kudret ki, sen onunla hareket eder onunla kurtuluşa erersin candır ama, canı
koltuğuna aldığın
zaman ne yapmış olursun?
Şiir:
Âşıkların sana can armağanı getirseler bile
Başın için hepsi de Kirman'a kimyon getirmiş olurlar.
Kirman'a kimyon getirmişsin ne değeri var? Ne yüz ağartır, kaç para eder? Bu gün orası öyle yüce bir
saraydır ki,
niyaz'sızdır; hiç kimseden bir şey beklemez. Ama sen ona niyaz götür ki, niyazsız olan o dergâh niyazı
sever; sen de o niyaz
yüzünden şu hadiseler arasından fırlayıp yakayı kurtarırsın. Kadimden sana bir şey erişir. İşte o
aşk'tır". Aşk tuzağı gelir ve
seni sarar; nasıl ki Kuran'da, «Onlar Allahı severler, Allah da onları sever,» (Mâide sûresi, 54) Âyetin
tamamı şöyledir: «Ey
iman edenler! Sizden dininden dönenlerin yerine Allah öyle bir toplum getirecektir ki, onlar Allahı
sevecekler Allah da onları
sevecek. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlüdürler, Allah yolunda savaşırlar.
Kovucuların
dedikodusundan çekinmezler. Bu Allahın bir vergisidir ki dilediğine verir.» (Mâide, 54) nükteleri, işte
bu Muhabbetnin etkisine
işarettir. O kadimden kadimi görürsün, «O, gözleri kavrar,» (En'am sûresi, 103) Âyetin tamamı
şöyledir: «Onu (Allahyı) gözler
kavrayamaz, belki o gözleri kavrar; o latiftir, her şeyi bilici ve görücüdür.» (En'am, 103).O âyetindeki
nükte de buna işarettir.
Kıyamete kadar sonu gelmeyen ve gelmeyecek olan sözün tamamı budur.
Bana velî diyorlar. Dedim
ki haydi öyle olsun, bana bundan ne kıvanç olabilir? Belki ben bununla öğünürsem çok
çirkin düşer, ancak Mevlânâ, Kuran ve hadiste yazılı vasıflardan anlaşıldığına göre velî'dir. Ben de
velinin velisi, dostun
dostuyum; bu bakımdan daha sağlamım.
Aynaya yüz kere secde etsen hiç yerinden oynamaz. Onda eğer sonradan olmuş bir çirkinlik varsa,
kusuru kendinde
bil aynayı kötüleme. Onun yüzünde gördüğün bu tek kusuru ondan gizle, çünkü o benim dostumdur. O
hal diliyle der ki, «Bu
elbette olmaz.»
Dedi ki: Şimdi ey dost, aynayı elime ver de bakayım diyorsun! Buna bir bahane bulamıyorum, sözünü
kıramıyorum,
ama gönülden bir bahane bulayım da aynayı sana vermeyeyim diyorum. Çünkü senin yüzünde bir
kusurun var desem, belki
ihtimal vermezsin, eğer aynanın yüzü kusurludur desen daha beter olur. Muhabbet bırakmaz ki bir
bahane bulayım. Şimdi
diyorum ki, aynayı eline vereyim, ancak aynanın yüzünde bir kusur görürsen onu aynadan bilme;
aynada sonradan olmuş b:l!
Onu kendi hayalin bil, yahut kusuru kendinde bul! Bari benim yanımda aynaya bakma. Şart odur ki
aynanın yüzünde kusur
bulmayasın. Eğer kendine de kusur bulamıyorsan, bari o kusuru bende bul ki aynanın sahibiyim.
Aynayı kötüleme!
«Kabul ettim and içtim,» dedi, «aynayı getir artık sabrım kalmadı.» Tekrar gönlü razı olmadı, «Ey
üstat,» dedi
«tekrar bir bahane bulayım ola ki bu şarttan vaz geçersin.» Ayna işi ince bir iştir. Tekrar aradaki
Muhabbet buna müsaade etmedi.
«Şimdi o şartı bir daha tazeleyelim,» dedi. O da şu cevabı verdi: Şart ve sözleşme şudur: Her
kusurunu gördükçe aynayı yere
vurmayacaksın, onun cevherini kırmayacaksın! Cevheri kırılmaya elverişli olmasa bile bunu
yapmayacaksın. «Hâşâ,» dedi
«asla böyle bir kasıtta bulunmam ve bunu da düşünmem bile. Ayna hakkında hiçbir kusur
düşünmem.»
«Şimdi aynayı bana ver ki bendeki edebi göresin; bendeki vefayı göresin!» Dedi ki: Eğer kırarsan onun
cevheri şu
kadar, bedeli bu kadardır. Buna tanıklar, deliller gösterdi.
Şimdi bütün bu sözlerden sonra aynayı eline verince kendisi kaçtı. Öteki kendi kendine, «Eğer bu
ayna iyi ise, o niçin
bırakıp kaçtı?» diyordu. (M. 3) Hemen kırmayı düşündü, yüzüne tuttuğu zaman yüzünde çok çirkin bir
hayal gördü; istedi ki
yere vursun. Ama bunu yapamadı. Dedi ki: Onun yüzünden ciğerim kan oldu. Şu suç ve ziyan karşılığı
ödeyeceği paralar, bu
iş için tutulan tanıklar sözleşmeler hatırına geldi. «Keski,» dedi «o şartlar, o tanıklar ve para cezaları
olmayaydı. Ben de
gönlümü hoş eder ne yapmak gerektiğini ona gösterirdim.»
O bunu söylerken ayna da hal diliyle ona şöyle çıkışıyordu: Görüyorsun ya! Ben sana ne yaptım? Sen
bana ne
yapıyorsun? Şimdi o kendini seviyor, bahaneyi aynada buluyor. Çünkü kendini seven kimse nefsine
saygı gösteriyor. Aynayı
seven de her ikisinden vazgeçer.
Bu ayna, Hakkın kendisidir. O sanır ki ayna ondan başkasıdır. Bununla beraber aynaya dönenlere
ayna da karşılık
verir. Aynanın eğiliminden dolayı onun da aynaya karşı eğilimi vardır. O tersine olarak aynayı kırmış
olsaydı beni de kırardı.
«Ben gönlü kırıkların yanındayım,» buyurulmadı mı? Sözün kısası, aynanın kendi kendine eğilmesi ve
ihtiyat göstermesi
imkansızdır. O bir mehenk taşı ve terazi gibidir; eğilimi daima hakka doğrudur.
Bir defa ona desen ki, «Ey terazi! Bu ağırlık azdır doğru oturmuyorsun! Doğru göster!» O ancak hak
olan şeyi
gösterir; iki yüz yıl düzen versen karşısında iki yüz kere secde etsen de faydasızdır.
Mevlânâ size çok teşekkür ediyordu; onu dinlemek ve dinlemekteki zevk, sizinle yanına gittiğimizde
gösterdiği lütuf
ve iltifatlar o kadar hoşumuza gitti ki, oradan ayrılmak istemedik. Şunu hatırla ki, bu halk ile iki yüzlü
konuşursan hoşlarına
gider; sen de onların sözlerini dinlersen hoş karşılarlar. Yoksa başka türlü konuşmaktan sıkılırlar.
Bugün onlar bizimle iyi
geçinmeseler bile yine doğru hareket etmek gerekir. Kendine ve dostlarına karşı daima doğru
davranmak yaraşır. Nasıl ki ulu
Allah Peygamberine, «Emrolunduğu gibi doğruluk göster!» (Hûd sûresi, 113; Şûra sûresi, 15)
buyuruyor. Sen ki doğrusun,
doğru kal! Doğruluk göster. Eğriye ne kadar doğru desem doğrulmaz. Adamın biri Padişaha nedim
olmuştu. Bu adamın gerçek
dostluğu Padişahın hoşuna gitti, onu daima okşardı. Padişahın işleri bu yeni nedimin günlerinde
düzelmiye başladı; en zor işler
kolaylaştı. Bu vaktin erleri ise bu yolda taklide giderler ve işi taklidin son kertesine götürürler. Bu iş
ve bu konudaki
düşüncemiz şudur ki, bütün bu sözler büyükler tarafından söylenmiştir. Remizler, işaretlerle bu
sözlerin yorumları her taklittir.
Hiç bir yerden başını çıkaramaz.
O ne yüce devletlidir ki kadı olmuştur. Kendimize bir kaç yol
seçiyoruz ve onlardan yürüyoruz. Ama onun evinin
kapısının Önünden geçmek istemiyoruz, sakınıyoruz, çok sağlam bir devlet sahibidir o. Bu kadar
kö-tülükleriyle beraber
silahtar oğluna kılıç çekti, kendi kendine dedi ki: Kötülükte böyle yüzlerce üstat vardır. O da dedi ki:
Ey hoyrat çocuk bu sözü
bir daha söylersen senin halin neye varır? Sen kendinden daha güzel değilsin, nasıl diyorsun ki bunu
Çelebi bilir? Ben
adamcağız kurtuldu dedim, «O söylüyorsa kanını dökeriz,» dediler. Ben de, o silahtar oğlu için, «O
bilir» dedim, «o onu
suçlandıramaz; kendi oğlu terbiyesine de gücü yetmez, soyu bozuktur her tüyü sayısınca kendini
vermiştir.»
Her kalender ve zındık bu oklidis ilmini ve bu konuları iyi bilir. H, bugün bütün suçları işlemiştir,
gönlüm ona yabancı
kalamıyor. Bu Allahnın işleri hep sebepsizdir, bununla beraber eğer ona söylersem derisini yüzer,
«Senin ne işin var ki bu
kadar yapamıyorsun?» derler. Mademki böylece birinin geldiğini gördün niçin karşılamıyorsun?
Haşmet ve saltanat sahibi
olanlara inciltmek yaraşır, onları her zaman işsiz bı rakıyorsun, bir temel üzerinde yürümek gerektir.
«Sözü bugün
söylemelidir,» diye şaka yaptığın için incindi. Bir gün diyorum ki, bu sözü ve bu aynayı'kırayım. Biri
İmad'dır ki şöyle
söylüyor: «Ben, Mevlânâ'nın senin kapında bir şey olacağına inanıyordum; halbuki şimdi sen ona
inanıyorsun. Öyleyse sen de
Mevlânâ da her ikiniz de bir şey değilsiniz!» tşte zor gelen bu söz ni-faksızdır. Doğru sözdür. Bu sözü
tekrarlamak yine aynı
sözdür. Bu tıpkı Cüneyd-i Bağdadî'ye gönderilen zındık mualimin işine benzer. Uzun yolculuklardan
sonra Cüneyd'in makamına
vardı, ona dedi ki: «Ey Cü-neyd, benden ayrıldığın günden beri her konup göçtüğün yerde senin bütün
hallerini biliyorum.
Ama burada kalalıdan beri sana söyleyecek bir şey bulamıyorum.» Nasıl ki şeyhin biri sofiye dedi ki;
«Sen, Musa' ya yakın
değilsin; seninle nasıl olur da sırlardan konuşabilirim? Bana bir sır söyle diyorsun; sana nasıl sır
söyleyeyim? Açıkça söylesem
bile anlamıyorsun, ya gizli söylesem nasıl anlıyabilirsin?»
Yavaş konuşulur, işitir; ancak bu sözden başka bir söz işitir. Ona yetişmek için uğraşırım ve, «Başka
şeyler işitiyorsun
derim,» ama ona sır söylersem nasıl takat getirebilir? Cüneyd'in şeyhi olan o zat ile yakınlığı yoktu.
Şeyhlerin kuvveti başka
başka olur. Onlar, küfür ve islâm bizim katımızda birdir derler, bununla beraber bütün kuvvetler iki
kılıkta görünür. Dedi ki:
Seninle hiç konuşulamaz; âlemin parmakla gösterilen adamı, cihanın maskarası olmuşsun. Bununla
beraber bir zaman bu
Cüneyd-i Bağdadî çokça üzüm yemişti, midesini gaz yapan şeylerle doldurmuştu, sıkıntısını gidermek
için ayakyoluna gitti o
üzümü demiyeyim, ancak ondan hasıl olan ve öteye beriye dağlan yeller', falan gibi yüz bin
uğursuzdan daha iyidir.
Evhad, bu celâl ve ululuk sahibi Allahnın temiz sıfatlarındandır. Onun mutlu sözlerindendir. Sen
kimsin, senin sözün
nedir; bu sözler Hakkın sözüdür ve bir hikmet üzerine söylenmiştir. Bu başka bir deyimde büyüklere
işarettir. Evet o da
vardır, seninki hangisidir? Ben kendi halimden bir söz söylüyorum hiç bunlarla ilgilenmiyorum; sen de
de söz varsa bana
söyle, anlat onları. (M. 4) Bir aralık ince bir söz açılırsa örnek göstermek için onu açıkla! Bu sözlere
Mevlânâ' nm buyurduğu
gibi Kuran ve hadislerden mühür vurmalıdır ki manası açıklanmış olsun; maksada uygun düşsün. Biri
dedi ki: Onun güzel ve
korkunç sıfatlan da vardır. Güzel sıfatları arasında utangaçlık, korkunç sıfatları arasında da öç alma
sıfatları vardır. Ama
korkunçluk tarafı güzellik tarafından üstündür; yalnız senin için şu var ki kinci değilsin. Bu sıfat
binlerce sıfatlardan daha iyidir.
O bir kaç gün seninle konuşmadığım zamanlarda niçin korku ve ürküntü içinde kaldın? Demek ki
Allah korkusu duydun. İşte
bu iyi bir alâmettir. Bir aralık ben sana, «Konuş,» dediğim zaman maksadım şu idi: Mana, kaplan
huyludur dışarı çıkmaz, söze
gücüm yeter; buna ister benim kuvvetim deyiver ister Allahsal kuvvetin eseri farz et. Kâh bir hile ile
onu dışarı fırlatırım, kâh
o söz gibi hiç çıkmaz olur. Sen konuştuğun zaman sanki benim sözlerimi konuşuyorsun, hele o
dervişle konuşurken nasıl bir
çok manalar sarf ettin; kapılar açıldı, güzel söz, geniş meydan açıldı.
Benim için diyordun ki: O son derece acizliği yüzünden gönderdiğim dostu sattı, harcadı, onun hiç bir
şeyi, hiç bir işi
yok. Belki gençlik etti yahut gençlerle düşüp kalktı diye hatıra gelir ama böyle düşünmek doğru
değildir. Çünkü günahlar
suçlar vardır ki, bunlar insanda gelip geçici şeylerdir. Olabilir ki gerçek bir suç da işleyebilir;
mademki bana inanmıştır ve
bugün daha çok bağlıdır. Gerektir ki bu dervişin sözü kabul edilsin, gerektir ki onun hatırına engel
olan bu işi bir zahmet
saymayalar. Ben biliyorum ki onda var mıdır yok mudur? Benim bunlarla bir alış verişim yok tur.
Ancak undan, odundan,
etten bir şeyler vermek suretiyle yardım edilsin.
Kışın üşümemesi için eskiden, giyecekten birşeyler gönderilsin. Sultan Alûeddin'in kardeşidir ama
Sultan İzzeddin'in
de bir himmeti yoktur. Alâeddin de bir cim ri idi. Onun ancak iki hüneri vardı ki, divan erleri bil selerdi
kaparlardı. Ancak onun
himmeti buna engel dir; bunlardan biri satranç öteki de ok atmaktır; baş ka bir işi yoktur.
Şimdi
söylediğin sözden ve aracılık yaptığın hayır dan dolayı biri sana öteki de yapana ait olmak üzere iki
hayır
meydana gelir. Hadiste, «Hayra aracılık eden onu işliyen gibidir,» buyurulmuştur. Bu o demektir ki,
aracılık ettiğin hayırdan
meydana gelen iki sevabın biri sana, ikincisi de onu işleyene aittir.
İncinme, ben iki yüzlülük etmemeye söz verdim. Bundan dolayı dostlarımla doğru konuşacağım;
çünkü söylemek
istediğim sözü bekleyemediğin için söz elden gitti. Başka söz de hatırıma gelmiyor. Ne söylesen ve ne
söylemek istesen
nihayet sonraya bırakıyorsun ki sözü tamamlıyayım diye. Halbuki derviş sözü naziktir; şimdi elden
gitti mi, söyleyeceğim söz
artık o sözden başka söz oluyor. Allah erlerinde bu tecelli de ve rü-yet yani İlahi işaret ve görüş, semâ
(çalgılı zikir âyini)
sırasında daha çok olur; onlar kendi varlık âlemlerinin dışına çıkmışlardır. Semâ, onları başka
âlemlerden dışarı götürür,
Hakka kavuşturur. Gerçi bir sema vardır ki, o haramdır ve yasaktır; ama Allah erlerinin yaptığı böyle
bir semâ'a haramdır
demek büyük bir küfürdür. O, ilâhî coşkunlukla harekete geçmeyen el elbette cehennemde
yanacaktır. Semâda yükselen eller
ise elbette Cennete varacaktır.
(Bir semâ da vardır 'ki mubahtır.) Bu semâ riyazat ve perhizle yaşayan sofilerle zahitlerin semaidir ki,
onlara göz
yaşı, yufka yüreklilik getirir. Şüphe yok ki bunlar da cennete gireceklerdir.
Bir başka semâ da, yapılması farz olan semâdır. Bu da hal ehli erenlerin semaidir. Biri de, Farz-i ayn
(yapılması Allah
tarafından emrolunan) semâdır. Beş vakit namaz, Ramazan orucu nasıl farz ise, açlık ve susuzluk
vaktinde yemek ve su ne
kadar gerekli ise, bu semâ da hal ehli erenlere o derece gereklidir. Çünkü onların yaşama zevkini
artırır. Semâ ehli erenler
den biri Maşrık'ta semaa başlasa, öteki Mağrip'te harekete geçer. Bunların, biri birlerinin hallerinden
haberleri vardır.
Biri dedi ki: Mevlânâ hep lütuf tur güzellik ve iyilik vasıflarıyle süslenmiştir. Mevlânâ Şemşeddinde ise
hem lütuf hem
de kahir sıfatları vardır ama onun zatı güzeldir. Başka biri de dedi ki: Herkeste böyledir. Benim sözüm
ortaya atılınca o zaman
gelir, yorumlar ve özür dileyerek der ki; «Benim maksadım onun sözünü red etmekti; yoksa size kusur
bulmak değil.» Ey
ahmak ben ne söyledim sen nasıl yorumluyorsun! Ne özür dileyebilirsin? O, beni Allah sıfatlarıyla
vasıflandırıyor ve «Allah gibi
hem lütfü hem de kahrı vardır,» diyor. O, onun sözü değildi. Ancak benim sözümdür; ne Kuran'dır ne
de hadistir. Bu benim
sözümdür ki onun dilinden çıkmıştır. Sen ne anladın ki benimle ilgili olan herkeste de lütuf ve kahır
vardır? Ama bu vasıflar
herkeste nasıl olabilir? Şimdi layık mıdır ki onlar bu akıl ve edep ile bir kaç gün içinde Bâyezid'e,
Cüneyd'e, Şiblî'ye yetişsinler
de onlarla aynı kâseden nimet yesinler? Eğer onun yanında o şeyhlerin hareketlerini anlatsalar,
onların yaptıklarını yapmadan
yalnız işitmekle akılları başlarından gider. Bununla beraber hepsi de Allahdan utanç duyarlar.
Dervişin biri onun mezarı başına gitti, dedi ki: Bu adamın Allah ile arasında bir perde kalmıştı; o perde
de, 10 dervişin
keremi idi; bunu başka bir dervişten sor. Mevlânâ'nın yüzü güzeldir. Bizim de hem güzel hem de çirkin
tarafımız var. Mevlânâ
bizim güzel tarafımızı görmüş, çirkin tarafımızı görmemişti. Bu se fer iki yüzlülük etmiyorum,
çirkinliğimi gösteriyorum ki, beni
olduğum gibi görsün. Hem güzellik yönümü, hem çirkinlik yönümü anlasın.
Benim meclisime yol bulan kimsede görülecek ilk etki, başkalarının sohbetinden soğuması,
hoşlanmamasıdır. Hatta
yalnız soğumakla da kalmaz, belki onlarla konuşamaz; onların sohbetine katılamaz. Bizim bazı
dostlarımız esrarla
neşeleniyorlar. Bu şeytan hayalidir; burada melek hayalinin bize yeri yoktur. Nerede kaldı ki şeytan
hayali yer bulsun! Biz,
melek hayaline bile razı değiliz. Şeytan hayali ne oluyor? Bizim dostlarımız niçin bizim o temiz ve
sonsuz âlemimizden zevk
duymasınlar? Bu âlem onları hiç farkına varmadan sarar, mest eder. Bu âlemin mubah olduğu
hakkında halkın söz birliği
vardır. Halbuki şarap haramdır.
(M. 5) Biri, «Şarabın haram olduğu Kuran'da yazılıdır ama bu esrarın haram olduğu hakkında Kuran'
da bir işaret
yoktur,» diye şüpheli bir söz söyledi. Dedim ki: Kuran'da bulunan her âyetin bir sebebi vardır. O,
sebepten dolayı indirilmiştir.
Bu esrarı Hazreti Peygamber çağında içmiyorlardı; eğer sahabe bunu kullansalardı, onların
öldürülmesini emir buyururlardı.
Her âyet ihtiyaca göre iner; âyetlerin inmesi bir sebebe dayanır. Nasıl ki sahabe Allah Resulünün
yanında Kuran'ı çok yüksek
sesle okudukları için müba rek hatırlarına perişanlık geliyordu. Bundan dolayı: «Ey iman eden
müslümanlar, seslerinizi
Peygamberin sesinden daha fazla yükseltmeyiniz.» (Hücürat sûresi 2) mealindeki âyet indirildi.
Bütün Peygamberler biri birini tanımışlardır. Isa diyor ki: Ey Nasranîler (Hıristiyanlar,) Musa'yı iyi
tanımıyorsunuz;
gelin beni görün ki Musa'yı anlıyabi-lesiniz. Hazreti Muhammed de (S. A.) buyuruyordu: Ey
Hıristiyanlar! Ey Yahudiler! Musa
ile İsa'yı iyi ^a-mmıyorsunuz; gelin, beni görün ki onları iyi
tanıya-bilesiniz. Peygamberler, hep biri birini tanıyan, tanıtan,
gerçekleyen kimselerdir. Onların sözleri de, bir birini tamamlayan, açıklayan sözlerdir. Bundan sonra
dostlar dediler ki: Ey
Allah elçisi, her Peygamberin kendinden önce geleni tanıttığına ve senin de sonuncu Peygamber
olduğuna göre seni kim
tanıtacak? Buyurdular ki: «Nefsini bilen şüphe yok ki Allahsını da bilir.» Şu hale göre, benim nefsimi
bilen benim Rabbimi de
bilir. Bu konuda her kim daha erdemli ise dileğinden o kadar uzaklaşmıştır. Her ne kadar fikri daha
ince ve olgun olsa da, o
daha uzaktadır.
Mısra:
Bu gönül işidir, kafa işi değil.
Bu mesele tıpkı bir define planı bulan kimsenin hikâyesini andırır. Planda şöyle yazılı idi: Falan
kapıdan dışarı
çıkacaksın, bir kubbe vardır, arkanı o kubbeye, yüzünü kıbleye çevireceksin; bir ok atacaksın, okun
düştüğü yerde hazine
saklıdır.
Vaiz öğüt verir, aranılan sevgilinin nişanını bildirir, onu aramanın yolunu gösterir. Bu yolda
yürüyenlerin
niteliklerinden söz açar. Bunu anlatma ve nişanını gösterme bakımından henüz olgunlaşmamış olan
şeyh ile şair de şiirler
söyler; ama bunlar bilgin bir insanın karşısında kepaze olurlar. Nasıl 'ki, biri balıktan bahsederken
başka biri, «Sen sus,» dedi.
«Balıktan ne anlarsın? Bilmediğin bu konuda nasıl konuşabilirsin?» Adam, «Ben mi balığı bilmem?»
dedi. Öteki, «Evet
bilmezsin sen; biliyorsan balığın nişanım anlat!» dedi.
«Balığın şöyle iki bacağı vardır, deveye benzer.» Öteki, alaylı bir kahkaha ile, «Ben senin yalnız balığı
bilmediğini
sanmıştım. Halbuki şimdi sen öküz ile deveyi de biri birinden ayıramıyorsun,» dedi.
Şiir:
Lâle eğer şaşkınca gülmeseydi.
İçindeki karanlığı kim görürdü?
O her ne kadar kendi kanına bulanmıştır ama,
Bu da kara kalpli olmasının cezasıdır.
Evet bütün bu sözler oraya dayanır. «Halk ile konuşurken onların anlayışlarına göre konuşunuz,»
buyurulmadı mı?
Demek ki onların bu eksik anlayışları onlar için bin belâdır.
Şiir:
Akıl, kişilerin bağıdır, aşk bu bağları çözer
Akıl der ki, taşkınlık etme! Aşk da teklifsiz davran, der!
Çocukluk çağlarında bana garip bir hal gelmişti. Kimse bu halimi anlıyamadı. Babam bile ne olduğunu
bilmiyordu.
Bana diyordu ki, «Sen divane değils:n bilmem ki bu gidişin sebebi ne? Sende bu yola gitmek için
gerekli olan ne terbiye var,
ne riyazat var ne de başka bir şey.» Babama dedim ki: Şu sözü benden dinle! Sen ve ben öyle bir
haldeyiz ki sanki bir kaz
yumurtasını tavuğun altına koymuşlar; bu yumurtadan kaz yavrusu çıkmış; biraz (M.6) palazlaşınca bir
su kenarına gelir,
yavru hemen suya atlar. Ana tavuk etrafında çırpınır; ama o kümes kuşudur; onun suya girmesine
imkân yoktur. İşte seninle
ben de böyleyiz. Ey Babacığım! Ben kendimi yüzdürecek bir deniz görüyorum, benim yurdum o
denizdir; halim de, deniz
kuşlarının hali gibidir. Eğer sen benden isen gel! Yahut ben bu der'ya içinde senden değilsem git,
kümes kuşlarına karış. Bu
sözlerim sana armağan olsun!
Mısra:
Dosta böyle yaparsan düşmana ne yaparsın?
Evet bir zümre şüphede kaldılar; bir zümre de yakın mertebesinde. Bu bir topluluğun mertebesidu"
diyorsun. Hallaç
(Mansur), şüphe içinde gitti, bir zümre de şüphe ve yakin arasında kaldı.
Şehitlerin ruhları yeşil kuşun, müminlerin ruhları ak kuşun, çocuklarınki serçelerin; kâfirlerin ruhları
da, kara kuşun
kursağındadır.
Allahnın has kullan için semâ helâldir çünkü onların kalpleri temizdir. Allah rızası için sever, Allah
gayreti ile kin
beslerler; gönülleri sağlamdır. Eğer benim sövüp saymam yüz yaşındaki kâfirin kulağına değse, imana
gelir. Müminin kulağına
ilişse velilerden olur; Cennete gider. Evvelce rüyamda sana demiştim ki: Benim göğsümle onun göğsü
birleştiği zaman bu
onun makamı olur; o bundan Önce de bir çok rüyalar görmüştür, nihayet müslüman gider, selâmet
gider. Eğer Hazreti
Muhammed'in ümmeti hakkındaki duası yani «Ulu Allahm ümmetime doğru yolu göster ki, onlar bunu
bilmezler,» anlamındaki
yalvarışı olmayaydı. Ebucehil nasıl olur da işkenbeyi o seçkin peygamberin arkasına bırakırdı; nasıl
olur da .onun elleri
kuruma-dı, veya şişip çatlamadı? Nihayet o Peygamber ki, on ların yolunda yürüyen tek bir atlıdır. Şu
kadar var ki, ona karşı
edepsizlik eden kimseye çarçabuk bir belâ yetişir. Öyle bir insan ki, onun karşısında bütün insanlar
ve melekler merdivenlerini
yere bırakır, onun yüceliğini seyre dalarlar, sözlerine hayran olurlar, ip ve urganlarla hünerler
gösteren, halkı şaşırtmak istiyen
hokkabazlar, onun ipinin kuvvet ve uzunluğu, onun kahramanlığı ve korkusuz savaşları karşısında
şaşırırlar. Mucizelerini
gören seyircilerin yürekleri yerinden oynar. Hele onu siyah bir aslana binmiş; aslanı tembel bir eşeği
kamçılar gibi sürdüğünü
görenler onu nasıl unutabilirler!
Bu unutkanlık iki türlüdür. Biri dünya yönünden olur. Nasıl ki dünyaya kapılanlar, ahireti anmayı
unuturlar, tkinci
unutkanlık sebebi de ahiret işleridir; insana kendini bile unutturur. Dünya ona göre kedinin elindeki
fare gibidir. Allah kulunun
yoldaşlığı ile ona öyle bir hal olmuştur ki, otuz yıl seccadede oturan şeyh bile bu mertebeye erişemez.
Unutkanlığın üçüncü sebebi Allah Muhabbetsidir. O, Muhabbetye tutulan dünyayı da, ahireti de
unutur. «Dünya ahiret erlerine,
ahiret de dünya erlerine haramdır. Dünya ile ahir'etin her ikisi de Allah erlerine haramdır,» sözü de bu
anlamdadır. Bana göre,
Muhabbetde sarhoşluk da vardır ayıklık da. Yani seven bazan unutur ama Mevlânâ'ya göre
Muhabbetde mestlik varsa da, ayıklık
yoktur. Benim için Mestlik halinde unutkanlık olamaz.
Dünyanın ne değeri vardır ki bana perde olsun yahut benden gizlensin? (M. 7) Benden ötürü, yalnız şu
kadar var ki o,
dünyadan el çekmiştir. «Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî bu halleri birleştirmiştir,» dediğiniz için hepiniz
suçlusunuz. Bu ne hoş
çekiştirme, bu ne güzel yoksulluk! Eğer bu adam cimrilik etmediyse Allahdan sorarım. O, bu sözü
söyledi mi, söylemedi mi?
Bundan sonra ya Allah ona, «Cimrilik ediyorsun,» der yahut da onu tutup, diyeyim ki, «Sen nasıl olur
da kendi dileğinin benim
dileğimin içinde olduğunu söyliyebilirsin?» O, der ki: Benim tarafımdan böyle yüzlerce tartışma uzayıp
gitmiştir. Eğer
bağışlarsan bir kere daha tekrarlanmaz. Başka türlü hiç mutluluk yüzü göremezler, kıyamette de beni
bulamazlar, hatta
cennette bile.
Demek oluyor ki, eğer o bir kaç kuruş olmasaydı, ben çıplak ve yaya olarak çıkar giderdim. Ama sizin
haliniz neye
varırdı? Benim için asla bir daha dönmek ümidi yoktur.
Şeyh dedi ki: Halife, semâyı yasak etti. Bu yasak dervişin içinde bir düğüm oldu. Hastalandı; onu çok
uzman bir
hekime götürdüler; nabzını tuttu ondaki hastalığın sebeplerini araştırdı. Okuduğu ve bildiği
hastalıklardan hiç birine
benzemiyordu; onda hiç bir şey göremedi. Derviş öldü, doktor dervişin mezarını açtı, göğsünü yardı,
içindeki sert düğümü
dışarı çıkardı; tıpkı akik taşı gibi olmuştu. Hekim, bu akiki, yoksul bir zamanında satmıştı. Elden ele
dolaştıktan sonra Halifeye
kadar dayandı. Halife bunu yüzük taşı yaptırdı. Bir gün bir semâ aleminde aşağı bakarken elbisesinin
kan içinde kaldığım
gördü. Kendini yokladı, hiç bir tarafında bir yara izi göremedi. Elini yüzüğüne götürdü, yüzüğün kaşı
eriyip akmıştı. Bunu
satanları aradılar, birer birer hekime kadar dayandı. Hekim de geçen hikâyeyi anlattı.
Şiir:
Bir yerde yer yer sızmış kanlar görürsen,
Bil k! benim gözümden damlamıştır.
Semâ ne yapar? Cisimle ilgili olan semâ yiyip içmektir. Onun azığı nefs ile olur, hep yenecek
şeylerden ibarettir. Nasıl
ki, «Kâfirler yerler ve faydalanırlar tıpkı hayvanların yiyip içmeleri gibi,» (Muhammed sûresi, 12)
buyurulmuştur.
Biri dedi ki: Hiç Allahyla konuşur musun? Öteki, «Evet konuşurum,» dedi. «Senin yalanın şimdi açığa
çıktı,» dedim.
Yalan şimdi bu saatte meydana çıkacak. Onu sıkıştırdım, dedim ki: Şimdi o sana cevap versin. «Bu
zor iştir,» dedi. Dedim ki:
Bu önce de zor idi ama sen kolay dedin, sana önceden bunu söylemek gerekirdi. Nasıl ki, bir din
bilgini Haccac Bin Yusuf ile
tartışmasında âciz kalmıştı. Haccac ona, «Bu âciz halini daha önce niçin göstermedin?» dedi.
Boğulacağını anlayınca,
«inandım,» diyen Firavun gibi, ön sırada yürümek istiyenler daima işin sonunu önceden hesaba
katmalıdırlar. Nasıl ki Şeyhin
yüzü başka bir renge girdi çirkin göründü; niyazdan, hakka yalvarışlarından gece yarılarında gizli gizli
inlemeden başka bir şey
yapmıyordu. «Ey ulu Allahm şu hali bizden uzaklaştır, şu perdeyi bizim gözümüzün önünden kaldır,»
diye yalvarıyordu.
Nihayet o, hali gördü. Sana erişen o şenlik ve aydınlık da bir perde idi ki, başka bir renkte görülmüştü.
Aklı olan her bilgin şu dönen feleklerin bir döndürücüsü olduğunu bilir. Şimdi mademki bu perde
açılmıştır, niyaz ateşi
gerektir ki onu yakabilsin. Ta ki bizden, hiç bir şeyde hiç bir kimse beleş faydalanmasın. Ne din ne de
dünya ile ilgili işlerde
hesap kitap sormasın. Onun sorularına cevap verebilir misin?
(M. 8) Buyuruyorsun ki: Mevlânâ'nın kudreti, nuru ve ululuğu vardır. Nihayet, o ki asılsız şeylere, batıla
inanır, onun
arkasından yürür ve ona uyar, böyle bir insanda nasıl kudret ve nur olabilir?
Yine buyuruyorsun ki: Elli tane Allah velisi Mevlânâ'nın ardından yaya yürüse gerektir. Nihayet o, bir
kör insanın
arkasından nasıl yürür? Velilerin nişanları izleri vardır diyorsun. Sen kimsin ki, evliyanın nişanını
bilesin? insan âciz kalınca, o
acizlikten ya bir aydınlık ya da bir karanlık belirir. Çünkü İblis acizliği yüzünden karanlıkta kaldı;
melekler ise yine acizlikleri
dolayısiyle aydınlığa çıktılar. Mucize de böyle yapar; Hakkın âyetleri de böyle olur. Âciz kalınca
secdeye kapanırlar.
«Ben insanı ilk görüşte tanırım,» diyen kimse büyük hata içindedir. O ve onun gibileri ne bulmuşlardır
ki, ona
güvenmiş, onunla sevinçli ve mest olmuşlardır? Bu ateşle ilgili ve ateşten bir bakıştır. Sen kendi iç
âleminde yürümeye bak,
ondan da ileri geçmeye çalış ki, o zaten havadan ibarettir. Benim şu âlemde bilgisiz halk ile bir işim
yok; onlar için gelmedim.
Âlemde Hakka yol gösteren bu insanlar üzerine baş parmağımı basarım.
Kelâm bilgini Şahap Herive, Şam'da bütün mantıkçılar arasında sayılırdı, ama kadın ve şehvet
yolunda çok düşkün
olduğu için zayıf düşmüştü ve derdi ki, «Aklın fetvası budur.» Muhammed Güyani ona demişti ki,
«Fetvada akıl hiç hata
etmez.» Diyordu ki, «Hayır akıl fetvada hataya düşmez ancak hataya düşen başka bir şeydir.» Dedim
ki: îmanın zevki gelip
gitmesinde değildir. Zeyneddin Sadaka'yı da kaçmış gördüm; başını çöllere çevirmiş, bir at gibi
koşarak kayıplara karışmış. Bu
Imad hiç olmazsa ondan daha iyidir. Nahiv'den (Sentaks), lügattan anlar.
Şahabeddin Sühreverdi'nin torunu bana, «Şüphe sevmektir,» dedi. «Ey kaltak bacılı,» dedim, «bari
seninki öyle
değil.» Yahya Peygamberi Kuran'da veli diye okumuş, çok ağlamıştı. Ben olsaydım onun gözlerini
silerdim. Çünkü o, suçsuz
idi; ağlamayayı gerektiren şey ise ancak günahlardır. Bu veli kimdir? Gel söyle! Peygamberler için
Kuran'da asla veli
denilmemiştir. Orasını Allah bilir.
Benim halimden haberi olmayanlar, diyorlar ki: Bekle de Şam'dan kervan gelsin yolların ahvalinden
bilgi versin;
ondan sonra gidersin. Eğer benim sözlerim şeyh sözleri; hadis ve Kuran yorumları veya karşılıklı
konuşma ve tartışma yolu ile
olsaydı, ne o bu sözleri işitebilir ne de benden faydalanabilirdi. Eğer niyaz yoluyla aydınlatma yoluyla
olsaydı ki (bu gelmek ve
dinlemek niyaz sermayesidir) ona faydalı olacaktı. Yoksa bir gün değil on gün değil belki yüz yıl
konuşsa biz elimizi çenemize
koyar dinlerdik.
Bir cevheri çirkin bir kap içine koyarak kara bir mendille sarsalar, on kat örtü içinde gizleseler,
üstüne bezler deriler
örtseler ki görünmesin. Bunda, şaşıla-<cak bir şey yoktur. Nasıl ki, Efendimize ruhun kokusu ve ruhun
güzelliği eriştiği zaman
henüz kendi ruhunu görmemişti.
(M. 9) Ruhun güzelliğine erişmek, ruhu görebilmek uzak bir
mertebedir. Ruhu gördükten sonra da Allah yoluna
gitmek gereklidir ki, Allah gözle görülebilsin. «Bu hayatta ve bu dünyadayken,» görür demiyorum.
Dünyadaki cevherlerin
birer perdeleri varsa da her cevherin bir de ışığı vardır ki dışarı vurur. Olgun görüşlü olanlar, dışarıya
vuran bu ışığı görürler.
Ama dışarıya vurmayan ışığı görüp bilmemelerine de şaşılamaz. Ancak dışarı vuran, avuçlarının içinde
ve karşılarında bulunan
ışığı göremiyenlere şaşılır. Yoksa Sokrat'ın Bokrat'm (Hipokrates), îhvanı Safa derneğinin, Yunan
filozoflarının söz ve fikirleri
Hazreti Muhammed'le (S.A.), onun evlâdı, torunları, can ve gönülden ona uymuş olan kimselerin
sözlerine benze mez. Hatta
sudan ve topraktan yaratılmış insanoğlunun sözlerine de benzemez. Bunlar, «Allah hazırdır,» derler.
Hazreti Ömer, bir gün Tevrat'tan bir parça okuyordu. Hazreti Muhammed (S. A.), Ömerin elindeki
kâğıdı çekti.
«Tevrat kendisine indirilmiş olan zat (Musa) sağ olsaydı, benim izimden yürür idi,» buyurdular.
İbrahim Ethem, Belh Sultanlığından çekilmeden önce, bu hevesle mallar bağışlıyor, bedenini türlü
ibadetlerle
yoruyordu. «Ne yapayım?» diyordu, «Ne yapmak gerek ki kendimde bir gönül açıklığı bulayım.» Bir
gece taht üzerinde
uyumuştu. Fakat içi uyanık gözleri uykuda idi. Bekçiler davullara tokmaklar, çubuklar vuruyor, neyler
üflüyor, gürültüler
koparıyorlardı. ibrahim Edhem kendi kendine dediki, «Siz hangi düşmanı uzaklaştırmak istiyorsunuz?
Düşman benimle birlikte
uyumaktadır. Biz Allahın merhamet nazarlarına muhtaç zavallılarız; sizden ne emniyet gelebilir? Bize
onun lütfü sığınağından
başka bir yerde kurtuluş yoktur.» Gönlü bu düşüncelerle ayaklanmış, başım yastıktan kaldırmış,
tekrar yatmıştı.
Şiir:
Şaşarım seven insan nasıl uyur?
Âşıka her türlü uyku haramdır.
Ansızın köşkün tavanından sert ayak sesleri, gürültüler işitti. Sanki damda büyük bir kalabalık
yürüyüş yapıyordu.
Ayak sesleri köşkün her tarafında yankılanıyordu. Şah kendi kendine, «Bu bekçilere ne oldu? Nerede
kaldılar?» dedi.
«Görmüyorlar mı ki bu kalabalık dam üstünde koşuyor?» Sonra bu gürültü ve ayak sesleri onu tekrar
şaşırttı, dehşete
düşürdü; sanki kendinden geçmiş düşündüğü şeyleri unutmuştu. Bağıramıyor, silâhlı nöbetçileri
çağırmaya gücü yetmiyordu.
Bu arada biri köşkün damından başım aşağı uzattı, «Ey taht üzerinde oturan zat sen kimsin?» dedi.
İbrahim Ethem cevap
verdi: «Ben Şahım, dam üstünde gezen sizler kimsiniz?» «Biz iki üç sürü deve kaybettik de bu köşkün
damında arıyoruz.»
ibrahim Ethem, «Divane misin?» dedi. Adam cevap verdi: «Divane sensin İbrahim Ethem!» «Deve
sürülerini köşkün damında
mı kaybettin? Burada deve aranır mı?» Adam şöyle cevap verdi: «Allah, Padişah tahtında mı aranır?
Sen Allahyı burada mı
arıyorsun?»
İşte o saatten sonra İbrahim Ethem'i kimse göremedi. O gitti; canlar da onun arkasından gitti.
Kendisinden bir haber
çıkmadı; genel olarak bu iş çok zor görünür. O kendisini, tamamiyle bir şeye verse idi, o zorlukta
kalmazdı.
Veliliğin manası nedir? Askerleri, tacı tahtı olan kimsede velilik yoktur; belki nefsinde velilik olan
kimse velidir.
Sözünde, susmasında kahir (M. 10) yerinde kahır, lütuf yerinde lütuf göstermesinde isabet olan kimse
velidir. Arifler, «Biz âciz
kimseleriz, o kudretlidir,» demezler. Gereklidir ki sen, kudret sahibi olasın; her sıfatta güçlü kuvvetli
olasın; susacak yerde
susasın; cevap verecek yerde, cevap veresin; kahır ve şiddet zamanında sertlik gösteresin; iyilik ve
yumuşaklık gereken
yerde iyilik edesin. Yoksa öyle bir insanın sıfatları kendisine belâ olur, azap olur; insan mahkum
olmazsa hâkim olur.
Sahte felsefecilerden biri ölümden sonraki kabir azabını yorumluyor, bunu akla uygun bir yoldan
anlatıyordu. Diyordu
ki: Can, buraya kendisini olgunlaştırmak için gelir, olgunluk sermayesini bu alemden toplamaya
çalışır. Bu âlemden gittikten
sonra da, artık onun bir hasreti kalmaz. Şimdi gerektir ki, suretten manaya gelelim: Ten, can ile
kaynaştıktan sonra suretle
meşgul olur. Can, ten ile kaynaşırsa belâya düşer. Canın, o genişlik ve şenlik tarafı kalmaz. O tarafta
mal görür, saygı görür;
beri tarafta cana yakın kadınlar, dostlar elde eder. Türlü zevkler bulur. Şu halde bu tarafa döner
yanında ölümden konuşmak
onun için bin ölüm demektir. O, dileklerini öteki alemden bekleseydi, oraya gitmek için çırpınırdı. Bu
gidiş onun için ölüm
değil, belki hayat olurdu. Hazreti Mustafa (S.A.) buyuruyorlar ki: «Müminler ölmezler, belki bir alemden
öteki aleme
göçerler.» Şu hale göre, göçme başka, ölüm başkadır.
İnsan daracık ve karanlık bir evde istediği gibi
gezinemez, böyle bir yerde rahatlık ve şenlik göremez, hatta serbestçe
ayağını uzatıp oturamaz. Ama o daracık evden geniş bir eve, büyük bir saraya göçer; içinde bahçeler
1
, akar sular vardır. İşte
o göçmeye ölüm denmez. Bu söz ayna gibi parlaktır. Sende de zevk ve iç aydınlığı varsa, ölüme âşık
olursun. Allah, bunu
sana mutlu kılsın; bizi de duadan unutma! Eğer sende böyle bir nur ve zevk yoksa, şu halde hazırlıklı
ol, çalış! Kurar» haber
veriyor: Eğer böyle bir hali arıyorsan bulacaksın. Nasıl ki Allah, Kuran'da haber veriyor. Eğer böyle bir
hali arıyorsan
bulacaksın. Nitekim Allah Kuran'da, İnkarcı Yahudiler için şöyle buyuruyor: «Eğer gerçek
müminlerden iseniz, ölümü
dileyiniz.» (Cuma sûresi,6) Şu var ki, gerçek Allah erlerinden, imanlı kişilerden ölümü arayanlar
olduğu gibi gerçek inançlı,
sağlam imanlı kadınlardan da ölümü arayanlar eksik değildir. Bu parlak bir aynadır ki, halinin açık
ifadesini onda bulursun. Her
halinde ve her işinde ölümü sorarsan, o iş iyi bir iştir. Şu halde, te reddüt halinde olduğun iki iş
arasından birini seçmek için
bu aynaya bakarsın. O iki işten hangisi ölüm tarafına yakın ise onu seçersin. Gerektir ki, ölüme hazır,
saf bir nur gibi onu
bekleyesin. Müçtehid (din bilgisiyle uğraşan kimse) içtihadında yani çalışma konusuna giren şeylerde
bu hale erince, sanırsın
ki o kendi işinden lezzet almış, dünyaya hasreti daha azalmıştır. Doğrusuna bakılırsa, onun dünya
hasreti daha çok artmıştır.
Çünkü bu âlem ile daha çok kaynaşmıştır. Nasıl ki kabir azabı bahsini açıklarken Suret ve Misal
cihetinden yürütülen
mütalaaları söylemiştik. Ben bunu sana ancak mana yönünden anlattım.
Sultan Mahmud (Gazneli), perdeciye bir mücevher vermişti. Perdeci, vezirin vekilidir. Padişahtan,
veziri hakkında çok
övgüler ve hoşnutluk sözleri işit-miştir. Perdeciye sorar, ona bir mücevher gösterir: «Bu iyi bir
mücevher midir?» «İyi demek
de söz mü? Bu konuda söz söylemek bile edep dışı olur. Yüz bin kere iyi bir mücevher! Nasıl ki,
şahımız hakkında sadece iyidir
demek onun yüceliğini belirtmeye yetmez. Edep dışı bir söz olur.» Şah emreder: «Öyle ise kır şu
mücevheri!»
«Nasıl kırayım bunu! Vezir diyor ki, Şahın bütün mülkü, bu mücevherin dörtte birini bile değmez. Bu
şimdi hazineye
yaraşır.» Sultan, «Peki, hâlâ hazineye yaraşsın öyle olsun,» dedi ve perdeciye kaftan kaftan üstüne
giydirerek okşadı. (M. 11)
Bu öyle bir imtihandı ki, eğer Saray'da böyle düşünen başka bir kimse varsa anlaşılsın diye yapılıyor
ve iş Ayaz'a kadar
dayanıyordu. Şah içinden, «Olmaya ki üzerine titrediğim Ayaz da böyle söylesin,» diyordu. Tekrar
diyordu ki: «Şayet o da
ötekiler gibi yaparsa ne yapalım gözdemizdir. Dilediği gibi söyler.» Mücevher beri tarafa geldi, bu
taraf Ayaz'ın bulunduğu
taraftı; yanına kimsenin yaklaşmaması için bir perde ile ayrılmıştı. Padişah, mücevheri alması için
Ayaz'a işaret ederken,
«Olmaya ki o da ötekiler gibi söyler,» diye korkuyor, titriyordu. Ayaz, Padişaha bakarak, «Niçin
titriyorsunuz,» der gibi, onu
süzüyor, «Şahın heybetinden titremek, Ayaza yaraşır,» demek istiyordu. Onun Sarayında yetişmiş,
edep terbiye öğrenmiş,
hakikatte gönlü Sultanın Muhabbetsiyle dolmuştu. Sultan, Ayaz'a dönerek âdeti dışında, «Ey Sultan
şu mücevheri al,» dedi, ama
«Ey köle al şunu,» demedi. Halbuki, bu «köle» sözünde Ayaza göre bin kere «Sultan» demekten daha
samimî bir iltifat gizli
idi; bu ona bin kere daha hoş gelirdi. «Sultan» sözünden gücenirdi.
Ayaz, mücevheri aldı. Padişah, «Nasıl, güzel mi?» dedi. Ayaz, hiç bir kelime katmaksızın «Güzel»
cevabını verdi. «Hoş
mudur?» deyince de, yine fazla bif söz katmadan, «Hoştur,» dedi. Sultan, «O halde, kır bunu!» dedi.
Ayaz, daha önce
rüyasında gördüğü bu olay için iki taş hazırlamış, kolunun içinde saklamıştı. Vurduğu gibi mücevheri
parça parça etti. Her
taraftan ahlar, feryatlar yükseliyordu. «Ahin, feryadın ne yeri?» var dedi. «Böyle değerli bir mücevheri
parçaladın,» dediler
Ayaz şu cevabı verdi: «Şahın emri bu cevherden daha değerlidir.» Bu cevap üzerine mecliste
bulunanların hep birden başlan
öne eğildi. Bu kere de içlerinden yüz bin feryad kopardılar. «Eyvah ne yaptık!» diye küstahlıklarını
anladılar. Şah çavuşlarına
emretti: «Cellâtları çağırın, şunlarm yakalarından yapışsınlar! Etrafımızı sarmış olan şu ahmakları
temizlesinler!» Ayaz atıldı,
«Ey yumuşak huylu Sultan, en uygun hareket bağışlamaktır,» dedi.
Şiir :
Bir gün hayalin bana geldi vuslatinin şarabiyle mest oldum
Uzun bir gece boyunca sarılarak yattık, sabahın yüzü parlayınca ayrıldık.
Bütün varlığım senin varlığına feda olmuş, benliğim senin benliğinle dolmuştur.
Allahyı aramaya o zaman koyulursun. Öyle bir Allah ki, içinde aklın, hayalin kaybolduğu şu gönülleri
yarattı. Bir yıldızı
bile anlamak mümkün olmuyor. Bu konuda, filozoflar, gök bilginleri, tabiat bilginleri ne demiş
olurlarsa olsunlar, iş onların
dediği gibi değildir. O, yıldız şimdi öyle bir âlemden var olmuştur ki,
bütün bu varlıklar da o âlemden gelmiştir. O, nasıl bir
âlemdir?
Gübre içinde kımıldayan bir böcek bile ister ki Allahyı görsün ve bilsin. Bu yolda başları dönmüş,
ciğerleri parça parça
oluncaya kadar canlarını feda etmiş olanlar, o âlemden aşağı inmişler. O âlem de, böylece onları
seyretmektedir. Bunlar
isterler ki, ölüm çağına erişsinler de Allah kendilerine taze bir hayat versin. Bazılarının da karınlarına
kan dolar; Allah onları bu
âlemde öldürünce mülk, mal can ve bütün varlıklarından vazgeçer, Rey Şehri padişahı İbrahim Ethem
gibi başka bir hayata
kavuşurlar.
Mevlânâ, Hak yolunu arıyordu. Bir kadına veya bir gence âşık olan kimse, bir gün dükkânını, tezgâhını
terk eder; işini
gücünü bırakır. Öyle bir insana, «Seni asacaklar,» deseler, «Zaten ben de onu arıyorum, asın beni,»
der. Âşıkta can korkusu
yoktur, malın mülkün de değeri yoktur. O, bekası olmayan fâni bir sevgili için ölür; her ikisi birlikte
toprağın altına giderler. Şu
halde başlangıcı ve sonu olmayan her türlü eksiklerden arı, tertemiz ulu Allahnın âşıkı olun, onu sevin
ki, o ölümsüzdür.
İbrahim Ethem, çok mal feda etti. Bu ebedî sevgiliye kavuşmak için gördüğü dervişlere can
bağışlardı. Elbisesinin
altından sert palaslar giyerdi. Gündüzleri gizlice oruç tutar, gizli halvetlerde ilâhî sohbetler ederdi.
Sonra gönlü daralır, hiç bir
gönül açıklığı gelmiyor diye üzülürdü. Dervişe halkın somurtkanlığından bir ziyan gelmez; bütün âlemi
sular kaplasa, denizler
tassa kazın ne umurunda? Niçin veliler, «Ey Allahm, beni besle ve beni başarılı kıl!» derler Nebiler,
«İnandık ve gerçekledik,»
demekle yetinirler. Burada, ince manalar vardır. Nebiler, bir dilek dilemediler ancak «İnandık,»
dediler. Ama veliler, Haktan
bir istekte bulundular. «Beni besle, işlerimde başarı ver!» diye yalvardılar. İşte bunu söylemek,
nebilerin işi değildir. Allah
erlerinin sözü ancak benzetmeyle bilinir. Onların bunlardan haberi olsaydı sözleri değişik olmazdı.
Onlar, ancak nazım ve
kafiye yönünden ve başka yollardan giderler. «Nebilerin haline (M. 12) nasıl erişebiliriz? Belki velilere
ulaşabiliriz,» derler.
Evet, «Bu beni besle ve beni başarıya ulaştır!» yolundaki dua insan için ayıptır. Bazan insanda bir ayıp
olur ki bin hünerini
örter; halbuki bir hüner gerekir ki bin ayıbı örtsün.
Bir insan da vardır ki, hiç bir eksik tarafı yoktur ama kincidir. Bu hal bütün hünerlerini örter. Sonunda,
«Sana lanet
osun!» hitabına hak kazanır. İyi adamın gözü ayıbı görmez. Şeyhin biri bir leşin yanından geçerken
orada toplanan halkın
burunlarını tutarak yüzlerini öte tarafa çevirdiklerini, oradan acele acele geçtiklerini görür. Şeyh ne
burnunu tutar ne yüzünü
çevirir, ne de adımlarını sıklaştırır. Kendisine, «Ne bakıyorsun?» diye soranlara da, «Ne beyaz, ne
güzel dişleri var!» diye onu
övmeye başar. Leş ona hal diliyle şöyle söyler: «Sizin amel defteriniz değişiktir. Bu değişiklik de Cebir
yönündendir; yani alın
yazınız böyledir.»
Değişik, renk renk yazılar yazmamaya bak. Nihayet bu Cebriye'yi bu taife iyi bilir (Cebriye
(Determinizm)
görüşüne göre kul, hareketinde, işinde mecburdur. Yaptığı şeyler önceden tespit edilmiş olan bir
plana bağlıdır;
alınyazısıdır ve değişmez. (Ç.)). Eğer sen, bu Cebriye düşüncesiyle görürsen çok şeyler kaybedersin.
Zaman zaman bir köye
gider, yatarız; bakalım Allah ne buyurur, diye bekleriz. İyi adam kimseden şikâyetçi olmaz, gözü ayıp
ve kusur aramaz.
Şikâyet eden çok kere kötü adamdır. Boğazını sıktığı zaman kusurun kendisinde olduğunu açığa
vurur. O, bir taraftan şikâyet
eder; bu, öteki taraftan. Her iki taraf da kendi hesabına başka düşünür. Kendi tarafına gelince
Kaderiye'den (Kaderiye,
görüşüne göre, kul, yaptığı işin yaratıcısıdır. Hareketleri hiç bir zorunlukla kayıtlı değildir, serbesttir.
(Ç.)), dostu tarafına
gelince Cebriye'den olur. Cebriye inancının iç yüzünü bu taife (sofîler taifesi) bilir. Başkaları ne anlar?
Cebriyede de, bir gerçek
Cebriye, bir de taklitçi Cebriye vardır. Taklit olana ne bakarsın? Gerçek tarafına niçin bakmazsın?
Sen bize hizmeti artır ki, biz
de duayı artıralım. Nasıl ki iyi ameli ağır basanlar kurtuluşa ermişlerdir.
Şiir:
Senden ayrıldığımdan beri gözlerim karardı
Gözlerimin bulutlarından yağmurlar gibi yaşlar aktı.
Aşıkların sohbetinde şu yönden bir heybet vardır ki, insan, «Acaba bendeki, kendi kendini ayıplayan
nefsimin
hakikatine kanmış bir hale gelmesi için gösterdiği gelişme arttı mı; belirmeye başladı mı?» diye
düşünür. Gerçek aşk için
söylüyorum, yine gerçek araştırmadan bahsediyorum. O anma ve araştırma ki, bir dilekten ibarettir.
Senden, Hakkı arama
hususunda yükselmiş bir ses değildir. Yani, «Keski olsaydı, yahut nerededir
o?» gibi sadece bir anmadan ibaret olur. Gerçek
bir âşıkm eski pabuçlarının tozunu, bu zamana şeyhlerinin, âşıklarının başına değişmem. Gece
oyuncuları gibi perde
arkasında hayaller gösterenler, o sahtecilerden daha iyidirler. Çünkü onların hep-; . hokkabazlık
yaptıklarını söylerler;
oyunlarının bv yalan olduğunu gizlemezler. Ekmeklerini 'kazanmak için, yoksulluktan ötürü bu işi
yaptıklarını açıkça
söylerler. Bu yönden, bu oyuncular, ötekilerden üstündürler. Ona bir yol ile bir söz söyledim ki, bunu
başkalarına
söylesem incinirler di. O diler ki, heva ve heves kendisini yukarıdan ve aşağıdan, her tarafından
sarsın; işte o zaman ondaki
parlaklık ve sözlerindeki güzellik nevadan gelmiştir. Ondan ayrılan her heva dalgacığı yine kendisine
döner. Bu söz ona
erişince hoşlanır. O, heva tekrar alçalınca onu da alçaltır. O, bu sözden de hoşlanır, işine gider, kendi
sözü kendisine senet
olur. Gerektir ki, ona Medreseden bir nasip olsun da Muhabbetsi ve muradı yerine gelsin. O, artık
herkesle şakalaşır; üstü başı
yenilenir, bazı ululara ve yabancılara karşı fenalık düşünür, Dervişlere karşı saygı göstermez, onları
gözetmez olur.
Benden daha akıllı kim vardır? Ben (M. 13) Siraceddin'den bilgi öğrendim, bana kim akıl öğretebilir?
Allahyı arama
yükünü başında taşıyabilecek benden daha yetkili kim olabilir? diye kuruntulara kapılır. Başta gelen
şeyhlerden bize
varıncaya kadar gelip geçenler, bir takım sınıflara ayrılırlar, îşe baştan başlamak gerek. Heva ve
heves bahsinde kalmıştık.
Buna, çeşitlidir denilemez. Senâi başka, Seyyid başka, o başka demek imkânsızdır. Bunu bir divane
bile söylemez. Hatta daha
kötü bir divane bile bundan bahsetmez. Nihayet, bir yıl bu huyunu terk et; yalvarmalar ve niyazlarla
sırtına bir hırka geçir,
seni genç bir Ermeni kölesi gibi satarlar. O havadan geçinmeyi bırak. Sen heva ve heves için
yaratılmadın. Bu öğütü canında
sakla. Olmıya ki, bunu kırık dökük sözlerle halka söyleyesin, de onları incitesin!
sevgilisine kavuşan âşık naz eder. Ama sevgiliye kavuşmadan önceki naz hoşa gitmez.
Yukarıda sözü geçen vezir, «Bu mücevheri nasıl kırayım?» dedi. Şah, «Doğru söylüyorsun,» dedi.
«Nasıl kırabilirsin?»
Gözüne bir buse kondurdu. Şimdi bu ha-raketiyle, yani vezirin gözünü öpmekle, aradığı gafil adamı
bulduğunu gösteriyordu.
Halbuki yaptığı denemede akıllı bir adam arıyordu. Biri mecliste çok hareketli olan bir adama iltifatlar
göstererek sordu:
«Kendi kendinize hep alıp veriyorsunuz. Bu hal icabı mı olsa gerek?» Dedim ki: Hareket iki türlüdür.
Biri işkence edilen bir
adamın çırpınması, sopadan kıvranması gibidir. Öteki de lâle bahçelerinde, reyhanlar, yabanî güller
arasında gösterilen canlı
hareketlerdir. Sen de her hareketin arkasından koşma!
Şiir:
Muma koşan pervane de bu sevdadan gitti,
O nura koştu ama ateşe düştü.
Şimdi mademki o bir ateştir, onun çırpınması da ateşten ileri gelmektedir. Allah erleri hakkında da
böyle düşünmek
gerektir.
Yüreğinize emeğinize sağlık; Mevlana haftasında Şems-i Tebrizi'yi anmamak olmaz. Araştırmanızdan yazınızdan okumalar ve alıntılar yaparak faydalandım teşekkürler
YanıtlaSil