2 Haziran 2016 Perşembe

Fihi Ma Fih Hz Mevlana Celaleddin

20. BÖLÜM - (Mevlânâ) buyurdu ki:
Gece-gündüz uğraşıyor, kadının huylarını güzelleştirmeye çalışıyorsun. Kadının pisliğini kendinle
temizlemedesin; kendini onunla temizlersen daha iyi olur; çünkü onu da kendinle beraber temizlemiş
olursun. Kendini, onun için temizle; ona doğru git. Sence olmayacak bir söz bile söylese doğru

söylüyorsun
de. Kıskançlığı bırak. Kıskançlık, erkek huyudur amma şu bir tek iyi huyla birçok kötü huylar

peydahlanır
sende. Allah rahmet etsin, esenlikler versin, Peygamber, bunun için "Müslümanlıkta keşişlik yoktur"
buyurdu; keşişler yalnız yaşarlar, dağlara çıkarlar, evlenmezler, dünyadan vazgeçerler; bunlar yoktur
Müslümanlıkta. Allah rahmet etsin, esenlikler versin, Peygamber’e ince, gizli bîr yol gösterdi yüce,

büyük
Allah. Nedir o yol? Kadınların cefâlarını çekmek, olmayacak sözlerini dinlemek, onlara üst olmak,

kendi
huylarını temizlemek, güzelleştirmek için evlenmek. "Gerçekten de sen, pek büyük, pek güzel huylara
sahipsin."
İnsanların cefâlarına, eziyetlerine dayanmak, kendi pisliğini onlara sürmek gibidir. Senin huyun,
onların kötülüklerine dayanman yüzünden güzelleşir, iyileşir; onların huylarıysa bu saldırma, bu

haddini
aşma yüzünden kötüleşir. Bunu bildin ya, kendini temizlemeye bak. Onları, kendi pisliğini onunla
temizlediğin bir çaput bil. Nefsini yenemezsen aklını başına devşir de tutalım, aramızda nikâh yok;

başı boş
bir sevgili o; istek üstün olunca yanına gidiyorum de; kızgınlığını, hasedini, kıskançlığını bu yolda yen,

gider
kendinden; onların cefâsına dayanmak, olmayacak şeylerine tahammül etmek tadını alıncaya dek bu

dersi
ver kendine. Ondan sonra artık bu ders olmadan da dayanmaya başlarsın, kendine zulmetmeye alışır
gidersin; çünkü artık faydanı, apaçık bunda görürsün.
Rivâyet etmişlerdir; Allah rahmet etsin, esenlikler versin, Peygamber, sahâbeyle bir savaştan

gelmişti.
Bu gece şehrin dışında yatacağız, yarın gireceğiz şehre diye davul çalın buyurdu. A Allah elçisi

dediler,
sebebi ne? Olabilir ya dedi, kadınlarınızı yabancı erkeklerle buluşmuş görürsünüz; canınız sıkılır; bir

fitnedir,
kopar. Sahâbeden biri dinlemedi; kalkıp gitti; karısını bir yabancıyla buldu. Peygamber'in yolu buydu:
Kıskançlığı, öfkeyi gidermek için zahmet çekmek; kadını doyurmak, giydirip kuşatmak için zahmet

çekmek;
yüz binlerce hadsiz-hesapsız zahmetler tatmak; böylece de Muhammed'lik âlemi yüz gösterinciyedek
dayanmak, Îsâ'nın yolu, çabalamak, yalnızlık, isteğe uymamaktı; esenlikler ona, Muhammed’in

yoluysa
kadının ve insanların derdini-cefâsını çekmek. Mâdemki Muhammed'in yoluna gidemiyorsun, bâri

Îsâ'nın
yoluna git de bir uğurdan yoksun kalma. Sende bir arılık varsa yüz sille yersin, meyvesini, karşılığını

ya
görürsün, yahut da göreceğine inanırsın; mademki buyurmuşlardır, haber vermişlerdir, elbette böyle

birşey
var, sabredeyim de zamanı gelir, birdenbire o haber verdikleri şey bana da ulaşır dersin; ulaştığını da
görürsün. Değil mi ki bu zahmetler yüzünden şu anda hiçbir şey elde edemedim amma sonunda

defineler
bulacağım diyorsun. Bunu gönlüne koymuşsun; defînelere ulaşırsın, beklediğinden, umduğundan

fazlasını
elde edersin. Bu söz, şimdi tesir etmez amma bir zaman sonra daha pişkin, daha olgun bir hale

gelirsin, o
vakit adam-akıllı tesir eder sana.
Kadın nedir, dünya ne? İster söyle, ister söyleme; o, neyse gene odur, yaptığını bırakmayacaktır o.
Hattâ söyledikçe daha da beter olur. Meselâ bir somun al, koltuğuna koy, sakla, bunu kimseye
vermeyeceğim de vermeyeceğim; vermek şöyle dursun, göstermeyeceğim de de. Ekmek,

bolluğundan,
ucuzluğundan yerlere dökülüp saçılmıştır, köpekler bile yemiyor amma vermemeye, göstermemeye
kalkıştın mı, bütün halk ona düşer; sakladığın, göstermediğin o ekmeği mutlaka göreceğiz diye
yalvarmaya, seni kınamaya, sövmeye koyulur. Hele koltuğuna-yenine sakladığın, vermemeye,
göstermemeye savaştığın o ekmeğe öylesine düşerler ki bu düşkünlük, haddi-sınırı aşar-gider. Çünkü
"İnsan men'edildiği şeye düşer." Kadına gizlen diye emrettikçe onda, kendini gösterme isteği

çoğalır-durur;
halkta da o kadın ne kadar gizlenirse onu görmek isteği o kadar artar. Şu halde sen oturmuşsun, iki

tarafın
da isteğini kızıştırıyorsun. Sonra da bunu doğru-düzen bir iş sanıyorsun; oysa ki bu iş, bozgunculuğun

ta
kendisi. Mayasında kötü bir işte bulunmamak varsa, yapma desen de, demesen de iyi huyuna, temiz
yaratılışına uyacak, ona göre hareket edecektir o; bırak, işkillenme sen. Yok, tersine, mayası pisse

gene
kendi yolunu tutacaktır o. Gerçekten de yapma-etme, görünme demek, isteği arttırır ancak; başka

şeye
yaramaz.
Şu adamlar, Allah sırrını kutlasın, Tebrizli Şemseddîn'i gördük diyorlar. A hoca diyor, onu gördüm ben.
A kızkardeşi orospu, nerde gördün? Damdaki deveyi görmeyen, iğne yordamını gördüm, ipliği de

geçirdim
diyor. Ne hoş söylemişler o hikâyeyi; hani, iki şeye güleceğim geliyor demiş; biri, Zencinin parmak

uçlarını
karaya boyaması, öbürü körün pencereden başını çıkarması. Onlar da tıpkı buna benzer. Can gözü

kör
olanlar, beden pencerelerinden başlarını çıkarmışlar; ne görecekler ki. Onların beğenmelerinden,

inkâr
islam-kuran-hadis.blogspot.com
etmelerinden ne çıkar? Akıllıya göre ikisi de birdir. Beğenen de, beğenmeyen de... İkisi de

görmemiştir,
saçma-sapan söylenip durmada. Önce görüşü elde etmek gerek, ondan sonra bakmak. Görüş elde
edildikten sonra da nasıl görülecek onlar? Dünyada bunca görüş sahibi, gerçeğe ulaşmış erenler var;
onlardan başka da erenler var; onları bunlar bile göremezler. Onlara "Allahnın örttüğü, gizlediği

erenler"
derler. Şu erenler, yârabbi, gizli erenlerinden birini göster bize diye yalvarıp yakarırlar. Fakat onlar
dilemedikçe, onlara gerekmedikçe ne kadar gözleri açık olsa göremezler o gizli erenleri. Şu başı boş
kahpelerden hiçbiri, onlarca gerekmezse ulaşamaz onlara, göremez onları. Allahnın gizli erenlerini, o

gizli
erenler dilemedikçe görmeye-tanımıya imkân mı var? Bu iş kolay bir iş değil. Melekler bile bunda

kaldılar
da "Biz seni överek noksan sıfatlardan arı olduğunu söylemedeyiz, seni kutlamadayız", hepimiz de
seviyoruz seni, hepimiz de candanız, salt ışığız; şunlar, şu bir avuç topraktan ibâret, obur insanlar,

"Kan
dökecekler" dediler. Şimdi bütün bunlar, insanın ibret alıp tir-tir titremesi içindir. Kutsal meleklerin ne
malları vardı, ne mevkileri. Ne perdeleri vardı, ne örtüleri. Salt ışıktı onlar. Allah güzelliğiyle, salt aşkla
gıdalanırlardı. İleriyi görürlerdi; gözleri keskindi. Böyle olmakla beraber insanın, eyvahlar olsun; ben

kim
oluyorum ki; nerden neyi tanıyacağım diye tir-tir titremesi, hattâ insana bir ışık ışısa, bir zevk yüz

gösterse
bile ben buna nerden layıkım ki deyip Allahya binlerce defa şükretmesi için melekler, inkârla ikrar

arasında
kala-kaldılar.
Bu sefer Şemseddîn'in sözünden daha da çok zevk duyacaksınız; çünkü insanın beden gemisinin
yelkeni inançtır. Yelken oldu mu, yel, onu büyükbir yere sürer-götürür. Fakat yelken olmazsa söz, bir

yeldir
ancak.
Ne hoştur sevenle sevilenin arasında hiçbir teklif-tekellüfün olmayışı. Bütün bu teklif-tekellüfler,
yabancılar içindir. Aşktan başka herşey haramdır âşığa. Bu sözü iyice, tam anlatırdım amma

yeri-sırası
değil. Suyun gönül havuzuna akması için çok arklar açmak, dereler kazmak gerek. Yoksa ya dinleyen
topluluk usanır, yahut da söyleyene usanç gelir, bahaneler getirir; dinleyenlerden usancı

gideremeyen
kişininse iki pul bile değeri yoktur. Âşık, sevgilinin güzelliğine delil getirmez kimseye. Hiç kimse de
sevgilinin güzel olmadığını belirten bir delili âşığın gönlüne yerleştiremez. Şu halde anlaşıldı ki burada
delilin işi yok; burada aşk istemek gerek. Şimdi beyitte mübalâğa yapsak da âşık hakkında mübalâğa
değildir o. Görüyoruz hani, mürîd , şeyhin görünüşüne, şekline özünü, anlamını saçıp döküyor da,
A şekli bile binlerce anlamdan daha da hoş olan
diyor. Çünkü zâten şeyhe gelen mürîd, önce kendi özünden, varlığından geçer, şeyhe muhtaç olur.
Bahâeddin, şeyhin şekli için kendi anlamından geçmiyor, kendi anlamından, şeyhin
canına ulaşmak, anlamına varmak için geçiyor, değil mi diye sordu.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Böyle olamaz; böyle olursa her ikisi de şeyh olur. Şimdi içinde bir ışık elde etmelisin ki şu işkil
yükünden kurtulasın, emin olasın, içinde böyle ışık bulunan kişinin gönlünde, beylik, vezirlik gibi

dünyâyla
ilgili düşünceler parlasa bile bir şimşek gibi çakıp geçiverir. Hani dünya ehlinin gönlünde de Allah

korkusu,
erenlerin âlemini özleyiş gibi görünmeyen dünyâyla ilgili düşünceler parlasa bile bir şimşek gibidir

bunlar,
çakar-gider. Allah ehli olanlarsa tümden Allahya vermişlerdir kendilerini; Allahya tutmuşlardır

yüzlerini;
Allahyla oyalanırlar; Allahya dalmış-gitmiştir onlar. Dünya hevesleri, erkekliği kalmamış adamdaki

istek,
gibi bir yüz gösterir, fakat durmaz, geçer-gider. Dünya ehli de ahret hallerinde tam bunun tersinedir.
21. BÖLÜM - Şerîf-i Pâ-sûhte der ki:
Dünyaya aldırış bile etmeyen o kutlu nîmet sahibi,
Herkesin,herşeyin canıdır da cana boşverir
Vehmin neyi kavrarsa
Onun kıblesidir o, fakat vehme aldırış bile etmez.
Bu söz, berbat bir sözdür. Ne padişahı övüştür, ne kendini övüş. A adamcık, o, sana aldırış bile
etmesin, bundan ne zevk alırsın sen? Dostların sözü değil, düşmanların sözü bu. Adam, düşmanına,

sana
boşvermişim, aldırmıyorum bile der. Şimdi şu ateş gibi giden âşık Müslümanı bir seyret, sevgiliden

zevk-
şevk elde etmiş de sevgili diyor, bana aldırış bile etmiyor. Bu, şuna benzer: Bir külhancı, külhanda

oturmuş
islam-kuran-hadis.blogspot.com
da padişah diyor, sana da aldırış etmez, bütün külhancılara da boşverir. Şu külhancı adamcağızdan

padişah
vazgeçmiş, ona aldırış bile etmiyor; peki bu adamcağız, ne zevk alabilir bundan? Evet, söz şuna

devler, ki
külhancı, ben külhanın damına çıkmıştım; padişah geçiyordu. Selâm verdim ona; bana birhayli baktı

da
geçti-gitti; sanki hâlâ da bana bakmada desin. Bu bir sözdür ki o külhancıya zevk verir. Fakat padişah
külhancılara boşverir sözü, ne padişahı övüştür, ne külhancıya zevk verir. "Vehmin neyi kavrarsa"

diyor. A
adamcık, senin vehmine de esrarkeşin vehminden başka ne olabilir ki? İnsanlar, senin vehmine de

aldırış
etmezler. Vehminle onlara hikâyeler anlatsan usanırlar, kaçarlar. Vehim de ne oluyor ki Allah ona

aldırış
etmesin. Aldırış etmeyiş âyeti kâfirler hakkındadır; hâşâ, mü'minler hakkında olamaz. A adamcık,

Allahnın
aldırış etmeyişi meydanda, herkes bilir bunu; sende bir hâl olur da bir-şeye değerse üstünlüğü ne

kadarsa
o kadar aldırış eder sana.
Şeyh-i Mahalle de derdi ki: Önce görüş gerek; söyleyip duymak sonra. Nitekim padişahı
görürler amma padişaha yakın olan, onunla görüşüp konuşan adamdır.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Bu eğri, berbat, tersine bir söz. Allah eserlik versin, Mûsâ söyledi, işitti de ondan sonra görmeyi
diledi. Söz makamı Mûsâ'nın, görme, Allah rahmet etsin, esenlikler versin; Mustafâ'nın. Öyleyse bu söz
nasıl doğru olur, ne biçim sözdür bu?
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Birisi, Allah sırrını kutlasın, ârifler padişahı Tebrizli Şemseddîn'in katında dedi ki: Bu sabah, kesin
delille Allahnın varlığını isbât ettim. Mevlânâ Şemseddîn buyurdu ki: Demin melekler gelmişlerdi; Allah
ömürler versin, dünyadakilere karşı kusurda bulunmadı da hamdolsun Allahya, Allahmızın varlığını

isbât
etti diye duâ ediyorlardı bu adama. A adamcağız, Allahnın varlığı zaten meydanda; onu isbâta delil
gerekmez ki. Sen bir iş yapacaksan onun katında bir mertebe, bir makam sahibi ol, o mertebede, o
makamda kendini isbât et; yoksa o, senin delilin olmasa da vardır. "Hiçbir şey yoktur ki onu överek

noksan
sıfatlardan arı olduğunu söylemesin."
Bunda şüphe yok ki bu fakıyhler zekidir, kendi alanlarında gördükleri şeyleri yüzde yüz, tam görürler.
Fakat onlarla öbür dünyanın arasına, caizdir, caiz değildir düzeninin kurulması için bir duvardır,
çekmişlerdir. Bu duvar, onlara engel olmasaydı o bilgiyi hiç okumazlardı; o iş, öylece kala-kalırdı.

Allah
sırrını kutlasın ulu Mevlânâ da buna benzer bir örnek getirir de buyururdu ki:
O dünya bir denize benzer, bu dünyâsa köpük gibidir. Üstün ve Ulu Allah, köpükçeğizi de mâmur bir
hale getirmeyi diledi de bir bölük halkın arkasını o denize döndürdü; onlar, bununla oyalanmasalar

halk,
birbirini yok eder, köpükçeğiz de bu yüzden yok olur-gider. Bir çadırdır, padişah için kurmuşlar. Bir

bölük
halkı da bu çadırın kurulmasına memur etmişler. Birisi, ben ipi germeseydim der, çadır nasıl düz

dururdu.
Öbürü ben mıhı çakmasaydım der, ipi nereye bağlarlardı. Herkes de bilir ki bunların hepsi, çadırda

oturup
sevgiliyi seyretmek isteyen padişahın kullarıdır. Çulha vezirlik isteğine düşseydi de bez dokumasaydı

bütün
dünya halkı, çır-çıplak kalırdı. Ona, bu işe karşı bir sevgi, bu işte bir zevk verdiler de işini yeter buldu.

Şu
halde bu topluluğu, bir köpükçeğizden ibâret olan dünyayı düzene sokmak için yaratmışlardır;

dünyayı da o
erenin düzeni için. Ne mutlu o kişiye ki dünyayı, onun düzeni için yaratmışlardır; onu, dünyanın düzeni

için
değil. Şu halde üstün, Büyük Allah, herkese, giriştiği işte bir yetiniş, bir tat veriyor; yüz bin yıl ömür

sürse o
işi bırakmıyor; her gün o işe karşı sevgisi daha da artıyor; o işte, o sanatta mahareti artıp duruyor;

ondan
lezzetler buluyor, hoşlanıyor. "Hiçbir şey yoktur ki onu överek noksan sıfatlardan arı olduğunu

söylemesin"
demişler ya. İp gerenin ayrı bir tesbihi var, mıh çakanın ayrı bir teşbihi. Direği yonan, yapan

marangozun
ayrı bir tesbihi var, çadır bezini dokuyanın ayrı bir tesbihi; çadırda oturup zevk eder, safâ süren

erenlerinse
bam-başka bir tesbihi.
Şimdi bu topluluk, yanımıza geliyor ya; sussak usanırlar, incinirler; bir-şey söylesek onlara lâyık olan
sözü söylemek gerek, o vakit de biz inciniriz. Giderler, bizden bezmiş, kaçıyor diye kınarlar bizi. Odun
tencereden kaçar mı hiç? Kaçsa-kaçsa tencere kaçar, tencere dayanamaz, Ateşin odundan

kaçması,
kaçmak değildir. Onu arık görmüştür de o yüzden uzaklaşmıştır ondan. Gerçekte, ne halde olursa

olsun
tencere kaçmaktadır. Şu halde bizim çekinip kaçmamız, onların çekinip kaçmasıdır. Biz aynayız;

onlarda bir
kaçış varsa o görünür bizde; onlar için kaçarız biz. Ayna, içinde insanın kendisini gördüğü bir araçtır.

Bizi
usanmış görüyorsan o usanç, onların usancından ileri gelir; çünkü usanç, arıklık sıfatıdır; buraya

usanç
sığmaz; ne işi var usancın burada?
Şöyle rasgeldi, hamamda Şeyh Salâhaddin'e fazla tapı kıldım. O da bana karşı fazla bir gönül
alçaklığında bulundu. O gönül alçaklığından şikâyet ettim. Bu sırada gönlüme şu düşünce geldi;

kendikendime,
tapı kılmada aşırı vardın; gönül alçaklığını yavaş-yavaş göstermek gerek;önce elini ovarsın, sonra
ayağını. Derken azar-azar, işi bir yere vardırırsın ki artık o tapı kılma, o gönül alçaklığı, görünmez olur;

o da
islam-kuran-hadis.blogspot.com
buna alışır-gider. Hâsılı onu zahmete sokmamak, alçak gönüllülüğe karşılık alçak gönüllülük etmeye
zorlamamak gerek... Onu buna alıştırırsan yavaş-yavaş alıştırırsın. Dostluğu da böyle yapmak gerek,
düşmanlığı da böyle azar-azar. Önce öğüt verirsin; dinlemezse döversin, gene dinlemezse kendinden
uzaklaştırırsın. Kur'ân'da da deniyor ya: "Kadınlara öğüt verin, yataklarınızı ayırın onlardan, dövün

onları."
Dünya işleri de böyle gider. Görmez misin? İlkbaharın barışı, dostluğu, başlangıçta azar-azar bir ısı
gösterir; derken daha çok, derken daha da çok. Ağaçlara bak; yavaş-yavaş gelişirler. Önce bir

gülümseme;
derken yavaş-yavaş yapraklanırlar, meyve verirler, varlarını-yoklarını elde ederler; dervişçe, sûfîce,

neleri
varsa ortaya korlar; hepsini de oynarlar, yutulurlar.Dünya işlerinde olsun, ahret işlerinde olsun, işe ilk
girişmede aşırı gidene o iş, kolaylaşmaz. Meselâ rıyâzat mı yapacak, yolunu şöyle göstermişler: Bir

batman
ekmek yiyorsa her gün bir dirhem azaltır; bir-iki yıl geçti mi yediği ekmeği yarım batmana indirmiş

olur.
Öylesine azaltır ki bedene onun azalışını göstermez. İbâdet de, ibâdete yüz tutuş da, namaz da böyle.

Hiç
mi namaz kılmıyor; namaza başladı mı, Önce beş vakit namaz kılar, onu bırakmamaya gayret eder,

ondan
sonra boyuna arttırmaya koyulur.
22. BÖLÜM (*)- Temel olan, İbni Çâvûş'un, Allah sırrını kutlasın, Şeyh Salâhaddin'in aleyhinde
bulunmamasıdır. Böylece faydalar elde eder, şu karanlıklardan kurtulur, perdeler, önünden kalkar. Bu

İbni
Çâvûş, neler diyor onun hakkında? İnsanlar, şehirlerini, babalarını, analarını, ayâllerini,

soylarını-boylarını
bırakırlar da Hintten-Sintten yola düşerler, giydikleri demir çarıklar paralanır-gider. Maksatları da o

âlemden
koku almış bir eri bulmaktır. Niceleri vardır, bu özleyişle ölürler de aradıklarını bulamazlar. Bu çeşit

bir eri,
evinde hazır bulmuşsun da ondan yüz çeviriyorsun; bu, büyük bir belâ, büyük bir gaflet değil de nedir?
Allah saltanatını ebedî kılsın, Şeyhlerin Şeyhi, Allah ve din Salâh'ı hakkında bana Öğüt verir,

gerçekten de
büyük bir adam, pek ulu bir er; yüzünde de görünüyor zâten; en önemsiz şey şu: Hangi gün yanına
gittiysem bir kere bile adınızı, efendimiz, mevlâmız şeklinden başka bir şekilde andığını duymadım;
günlerden bir gün bile bu sözleri değiştirmedi derdi. Onu perdeleyip bu halden başka bir hale

düşüren, kötü
garezleri değil de nedir? Şimdi de Şeyh Salâhaddin hiçbir şey değil diyor. Salâhaddin, onun kuyuya

düşmek
üzere olduğunu görüyor da başka insanları da kavrıyan esirgeyiciliği yüzünden kuyuya düşme diyor;

başka
ne yapıyor ki ona. Bu esirgemeden tiksiniyor o.
Salâhaddin'in râzı olmadığı bir şey yaparsan kahrının tâ içine dalarsın. Onun kahrında oldukça da

nasıl
için açılır? Gittikçe cehennem dumanına dalarsın, gittikçe kararırsın. Oysa öğüt veriyor sana, diyor

ki:
Kahrımda kalma; kahır yurdumdan, gazep yurdumdan lûtuf, rahmet yurduma taşın; çünkü benim râzı
olduğum şeyi işlersen sevgi yurduma, lûtuf yurduma girersin; bu yüzden de gönlün açılır, ap-aydın

olur. O
sana, senin iyiliğin için, hayrın için öğüt veriyor; sense bu esirgemeyi, bu öğüt vermeyi kötü bir

düşünceye,
bir gareze veriyorsun. Böylesine bir erin, senin gibisine karşı ne gibi bir kötü düşüncesi, ne gibi bir

garezi
olabilir? Sen, haram olan şaraptan, yahut afyondan; yahut semâ'dan, yahut bu çeşit bir başka

sebepten
sarhoş olursun da o anda bütün düşmanlarından razı olursun, onların suçlarını bağışlarsın,

ayaklarını-ellerini
öpmek istersin. Kâfir, mü'min, bu anda bir görünür sana. Şeyh Salâhaddin'se bu zevkin temelidir; zevk
denizleri onun katındadır. Allah korusun, nasıl olur da birisine kin güder, birisine garez besler o. Bu

sözleri,
bütün kulları kavrayan esirgeyişinden, acıyışından söylüyor ancak; yoksa bu çeşit çekirgelere,

kurbağlara ne
garezi olabilir ki? Bu saltanat, bu ululuk ıssı, hiç şu yoksullarla eşit olur mu?
Bengisu karanlıktadır derler. Karanlık, erenlerin bedenleridir; bengisu da onlardadır. Bengisuya,

ancak
karanlıkta ulaşabilirsin; şu karanlıktan çekinirsen, kaçarsan bengisuya nasıl ulaşacaksın?

Puştlardan
puştluğu, kahpelerden kahpeliği öğrenmek istersen binlerce istemediğin şeye, köteğe, dilemediğin

şeylere
katlanmak gerek, bunu belleyip elde etmek için dayanmak gerek değil mi? Bu, böyleyken

peygamberlerin,
erenlerin durağı olan ölümsüz, sürüp giden yaşayışı istiyorsun da sonra hoş görmediğin birşeye
uğramamak, sendeki bâzı huylardan vazgeçmemek dileğindesin; nasıl olur bu?
Şeyh sana, eski şeyhler gibi karını, evlâdını, malını, mevkiini bırak demiyor. Eski şeyhler, bunları
derlerdi. Hattâ karını bırak derlerdi, onu biz alacağız; mürîtler de dayanırlar, katlanırlardı buna. Size

kolay
bir öğütte bile bulunsa neden katlanmıyorsunuz, neden tutmuyorsunuz bunu? "Nice şeyler var,

tiksinir,
çekinirsiniz, oysa ki hayırdır size." Üstlerine körlük, bilgisizlik çöken şu insanlar, ne söylüyorlar; hiç
düşünmüyor bunlar. İnsan bir çocuğu, bir kadını sevse neler yapar, ne düşkünlüklere katlanır; onu
kandırmak için malını-mülkünü feda eder, varını-yoğunu verir de gönlünü eder; gece-gündüz

vazgeçmez
ondan, usanmâz-bezmez; fakat ondan başka herkesten usanç gelir ona. Şeyhin, Allahnın sevgisi,

bundan
önemsiz midir? En aşağı bir buyruktan, en küçük bir öğütten alınıyor da çekiniyor, vazgeçiyor

şeyhten.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
Anlaşıldı ki o ne âşık, ne de istekli. Âşık olsaydı, isteği bulunsaydı söylediklerimizin kat-kat fazlasına
katlanırdı; gönlüne baldan da, şekerden de tatlı gelirdi.
(*) Bu bölüm arapçadır.
23. BÖLÜM- (Mevlânâ) buyurdu ki:
Tokat tarafına gitmek gerek; o tarafın havası sıcak; Antalya da sıcak amma ordakilerin çoğu Rum;
sözümüzü anlamazlar. Amma Rumların arasında da öyle kişiler var ki anlıyorlar. Birgün, bir topluluk

içinde
konuşuyordum. Aralarında kâfirler de vardı. Söz arasında ağlıyorlar, tat duyuyorlar, halden hâle

giriyorlardı.
Birisi, onlar ne anlarlar, ne bilirler ki... Bu çeşit sözü, seçkin Müslümanların bile binde biri
anlayabilirken onlar ne anlıyorlar da ağlıyorlar diye sordu.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Bu sözün özünü anlamaları gerekmez; sözden maksat neyse onu anlarlar ya. Sonunda hepsi de
Allahnın birliğini söyler; hepsi de der ki: Allah yaratıcıdır, rızık veren odur, herşeyde tedbir, tasarruf

ıssıdır,
herkes dönüp ona varır; ceza da ondandır, bağışlama da. Bu söz, Allahyı anlatıyor, Allah anışsı; bu

sözü
duydular ya; herkes heyecana düşer, tat alır; özleyişi artar herkesin; çünkü bu sözden sevgilinin,

özlenenin,
istenenin kokusu geliyor. Yollar ayrı amma maksat bir. Görmez misin? Kâ'be'ye giden yollar çok.

Kimisi
Anadolu'dan gider; kimisi Şam'dan, kimisi İran'dan, kimisi Çin'den. Kimisi de deniz yoluyla Hint'ten

gelir,
Yemen'den gelir. Yollara bakarsan büyük bir ayrılık var, sınırsız bir ayrılık var. Fakat maksada

bakarsan
hepsi de birleşmiş, bir. Herkes gönlünden Kâ'be'ye gitmeyi geçirmede; gönüllerin Kâ'be'ye büyük bir
bağlılığı, sevgisi var, bu isteğe hiç mi hiç ayrılık, aykırılık sığmıyor. Bu istek, ne küfürle ilgili, ne

îmanla. O
ilgide hiçbir bulanıklık yok. Hani ayrı-ayrı yollar var dedik ya; herkes oraya vardı mı yoldayken

birbirleriyle
çekişip savaşmaları da kalmaz, ayrılık-aykırılık da biter-gider, dedi-kodu da. Yolda giderlerken bu,

ona, senin
tutuğun yolun aslı yok, sen kâfirsin derdi; o da bunu öyle görürdü ya; Kâ'be'ye vardılar mı bilirler,

anlarlar ki
o savaş, yoldaymış maksatları meğerse birmiş. Meselâ kâsenin canı olsaydı kâseciye kul-köle

kesilirdi;
onunla aşk oyununa girişirdi. Şimdi şu kâseyi yapmışlar ya; kimisi bunu sofraya böyle koymak gerek

der;
kimisi içini yıkamalı der; kimisi tekmil yıkamalı der; kimisi yıkamak gerekmez der. Ayrılık-aykırılık bu
şeylerdir. Fakat kesin olarak kâseyi bir yapan, bir yaratan var; kendi-kendine meydana gelmemiştir;

bunda
herkes birdir; bunda hiç kimsenin ayrılığı yoktur.
Şimdi geldik insanlara. İnsanlar, gönüllerinde Allah sevgisini taşırlar, onu dilerler, ona yalvarırlar;
herşeyi ondan umarlar; ondan başka herşeyi düzüp-koşan, herşeye gücü yeten birini tanımazlar. Bu

çeşit
anlayışsa ne küfürdür, ne îman. İçyüzde bir adı yoktur amma o anlam suyu içten coşup dil oluğundan

aktı
mı donar, şekle, söze girer; o vakit adı, küfür olur, îman olur; iyi olur, kötü olur. Hani bitkiler yerden

biter
ya; önce bir şekli yoktur onların. Şu dünyaya yüz tuttular mı başlangıçta güzel, ince görünürler,

renkleri
aktır. Dünyaya ne kadar ayak basarlar, dünyaya ne kadar gelirlerse o kadar kaba bir hale gelirler, o

kadar
katılaşırlar, başka bir renge bürünürler. İnananla inanmayan, bir arada otursa, fakat birşey

söylemese ikisi
de birdir. Düşünce yüzünden hiç kimse sorumlu olamaz. Adamın içi, hürlük dünyasıdır. Çünkü

düşünceler
göze görünmezler; düşüncelere göre hüküm verilemez. "Biz görünüşe, dışa göre hüküm veririz; gizli
şeyleriyse Allah bilir." Düşünceleri Ulu Allah belirtir sende; sen yüz binlerce çabada bulunsan, lâhavle
çeksen düşünceleri uzaklaştıramazsın kendinden. Hani Allahnın araca ihtiyacı yoktur derler ya;

görmez
misin, şu düşünceleri sende, araçsız, kalemsiz, şekilsiz-renksiz nasıl belirtmede. Düşünceler, havada

uçan
kuşlara, ormanda gezen ceylânlara benzer. Kuşu tutup kafese koymadıkça şerîatta satman, doğru

olmaz;
zâti havadaki kuşu satamazsın; buna gücün yetmez: Satımda satılan şeyi alana vermek şarttır. Elinde

değil
ki neyi vereceksin? Düşünceler, içte kaldıkça adsız-sansızdır; onlara hüküm yürütemezsin; ne küfür
diyebilirsin, ne Müslümanlık. Kadı, içinden şunu ikrar ettin, bu çeşit bir satışta bulundun; gel, içinden

şu
düşünceyi geçirmediğine and iç der mi hiç? Diyemez; çünkü hiç kimse gönülden geçene, hatıra

gelene
hüküm yürütemez. Düşünceler, havadaki kuşlardır. Şimdi söze geldi mi, o anda küfür, yahut

Müslümanlık
olduğuna, iyi, yahut kötü bulunduğuna hükmedilebilir. Nitekim bedenler bir âlemdir, hayaller bir âlem,
vehimler bir âlem. Ulu Allahysa bütün âlemlerin ardında; ne o âlemlerin içindedir, ne dışında. Şimdi

şu
islam-kuran-hadis.blogspot.com
düşüncelerde Allahnın tedbirine bak, kullanışını seyret; bunları nasıl neliksiz-niteliksiz yaratmada;

nasıl
kalemsiz, araçsız düzüp koşmada. O hayali, o düşünceyi araşan, göğsünü yarsan, zerre-zerre etsen
bulamazsın, orda. Kanda da bulamazsın, damarda da. Yukarda da bulamazsın, aşağıda da. Hiçbir

yerde
bulamazsın. Yanı-önü yoktur onun; neliksiz-niteliksizdir o. Dışarda da bulamazsın onu. Allahnın

düşünceleri
düzüp koşması bu kadar göze görünmez, bu kadar adsız-sansız olursa bütün bunları yaradanın izi-tozu
belirmez, gözlere görünmez de görünmez olduğunu artık var, seyret. Hani şu kalıplar, anlamlara karşı,

göze
görünür şeylerdir, bu anlamlarsa göze görünmez, neliksiz-niteliksizdir ya; Allahnın lûtfu karşısında

âdeta
bedenler, göze görünür şekillerdir.
Perdeler ardından o kutsal can bir görünseydi,
İnsanlardaki akılları da beden sayarlardı, canları da.
Ulu Allah, düşünceler âlemine sığmaz; hiçbir âleme de sığmaz ya. Düşünceler âlemine, yahut bir

başka
âleme sığsaydı düzülüp koşulanın onu kavraması, düşüncelerin yaratıcısı olmaması gerekirdi. Şu

halde
bilindi-an-laşıldı ya, o bütün âlemlerin ötesinde.
"Allah, and olsun ki Elçi sinin rüyasını gerçekleştirdi; Allah izin verirse Mescidül Harâma, kesin olarak
gireceksiniz." Herkes Kâ'be'ye gireceğiz der. Kimisi de Allah izin verirse gireceğiz der. Allah izin

verirse
diyenler âşıklardır. Çünkü âşık, kendini bir iş-güç görüyor, dilediğini yapıyor görmez; sevgilinin

işine-gücüne
koyulmuş görür. Bu yüzden de sevgili dilerse gireriz der. Şimdi zâhir ehline göre Mescidül Harâm,

halkın
gittiği bu Kâ'be'dir. Âşıklara, haslara göreyse Mescidül Harâm, Allahyla buluşmadır. Onun için de

Allah
dilerse derler, ona ereriz, görme yüceliğine ulaşırız. Fakat sevgilinin Allah izin verirse demesine az

rastlanır.
Bir garibin hikâyesi vardır hani. Fakat garip gerek ki garibin hikâyesini işitsin, duyabilsin.
Allahnın öylesine kulları vardır ki onlar, özlenilenlerdir, sevilenlerdir. Ulu Allah onları diler. Âşıkların
ödevleri neyse Allah, onlara karşı, o ödevleri işler; böylesine bir iştir, işler-durur. Hani âşık, Allah izin

verirse
varırız diyordu ya; Ulu Allah, o üstün ere karşı bunu der. Bunu anlatmaya koyulsak Allahya ulaşmış

erenler
bile ipin ucunu yitirirler; iş böyleyken bu çeşit haller, bu çeşit gizli şeyler, halka nasıl söylenebilir?
Kalem buraya geldi de başı yarıldı-gitti.
Minâre üstündeki deveyi göremeyen devenin ağzındaki bir tek kılı nasıl görebilir? Biz gelelim ilk
hikâyeye:
Allah izin verirse diyen âşıklar, yâni sevgilinin işine-gücüne koyulmuş olanlar, sevgili izin verirse,

dilerse
diyenler var ya; onlar Allahya dalmışlardır. Oraya yabancı sığmaz; orda yabancıyı anmak haramdır.
Yabancının da yeri mi? Kendisini yok etmeyen oraya sığmaz. "Evde-barkta Allahdan başka şey yok."

Şimdi
buracıkta işte; "Allah Elçisinin rüyasını" diyor ya; şimdi bu rüya, âşıkların, gerçeklerin, özliyenlerin

rüyasıdır.
Yoruluşu da öbür dünyada meydana çıkar. Zâti bütün dünya hayalleri rüyadır; yoruluşu da öbür

dünyada
meydana çıkar. Hani bir rüya görürsün, ata binmişsin. Umduğunu bulacaksın derler. Atla umudun ne

ilgisi
var? Sana ter-temiz paralar verirler, bunu görürsün; bir bilginden, güzel, temiz şeyler duyacaksın diye
yorarlar. Para, söze ne diye benzesin? seni darağacına asmışlar görürsen; bir topluluğun başı olursun.
Darağacı, ne diye başlığa, başbuğluğa benzesin? Böylece dedik ya, dünyanın halleri bir rüyadır.

"Dünya,
uykuya dalmış kişinin saçma-sapan düyasına benzer." Yoruluşları da öbür dünyada bir başka çeşit

olur;
buna benzemez. Onu Allahsal düş yorucu yorar; çünkü ona herşey ap-açıktır. Bu, şuna benzer hani;

bir
bahçıvan, bahçeye girer; ağaçlara bakar; dallarda meyveleri görmeden bu hurmadır, bu incirdir, bu

nardır,
bu armuttur, bu elmadır diye hükmeder; çünkü bu bilgiyi elde etmiştir o; yorduğu şeylerin, verdiği
hükümlerin gerçek olduğunu görmesi, o rüyanın sonucu ne oldu, bunu anlaması için kıyâmetin

kopması
gerekmez. Bahçıvan, bu dal ne meyve verir, nasıl önceden bilirse o da bu rüyanın yorumu nedir,

önceden
görmüştür. Mal, karı, elbise... Dünyanın herşeyi, bir başka şey için gerektir, özü, kendisi gerek değildir
bunların. Görmez misin? Yüz bin dirhemin olsa, sen de aç kalsan, hiç de ekmek bulamazsan o paraları
yemen, onlarla geçinmen mümkün mü? Kadın, çocuk meydana getirmek, isteği gidermek için gerek.

Elbise
soğuktan korunmak için gerek. Böylece bütün şeyler birbirine ulanır-gider; tâ, ululandıkça ululansın,

Allahya
varır, zâti asıl istenen de odur; öbürünü onun için isterler, başka bir şey için değil; çünkü o, hepsinin
ötesindedir, hepsinden iyidir, hepsinden daha yücedir, hepsinden daha güzeldir. Peki, hal böyleyken

onu,
ondan daha aşağı birşey için nasıl isterler? "Herşey döner, ona varır-dayanır." Ona erişenler, tümden

dileğe
erişir; artık ondan daha sonra geçilip gidilecek bir yer yoktur.
İnsan, kuşkular işkiller içindedir. Ondan kuşkuyu, işkili gidermeye imkân yoktur; meğer ki âşık olsun.
Âşık oldu mu, onda ne kuşku kalır, ne işkil. "Birşeyi sevdin mi ona karşı kör eder, sağır eder seni o

sevgi."
İblis Âdem'e secde etmedi; buyruğa karşı geldi; dedi ki: "Beni ateşten yarattın, onuysa topraktan
yarattın." Benim özüm ateşten, onun özüyse topraktan. Yücenin, aşağılık kişiye secde etmesi nasıl

yaraşır?
islam-kuran-hadis.blogspot.com
Bu suç, bu karşı koyuş, Allahyla bu çekişme, İblis'i lânete uğrattı, uzaklaştırdı da yarâbbi dedi,

hepsini sen
yaptın, senin sınamandı bu; sonra da bana lânet ediyorsun, uzaklaştırıyorsun kendinden beni.

Âdem'se suç
işledi; Ulu Allah onu cennetten çıkardı. Ulu Allah Âdem'e dedi ki: A Âdem, seni suçlandırdığım,

yaptığın suç
yüzünden seni sıkıştırdığım zaman niçin benimle çekişmedin; elinde delil de vardı; bana, herşey

senden, sen
yaptın; dünyada ne dilersen o olur; dilemediğin şey asla olmaz demedin. Elinde böylesine doğru,

sağlam bir
delil varken neden böyle bir söz söylemedin? Âdem, yârabbi dedi, bilmeye biliyordum amma sana

karşı
edebi bırakmadım elden, bir de sevgim, sana karşı koymaya bırakmadı beni.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Bu şerîat, su içilecek bir kaynaktır. Padişahın dîvanına benzer hani. Orda yapılması gereken,
yapılmaması buyurulan şeyler, öldürme, adâlette bulunma gibi halkın geri kalanlarıyla, ileri

gidenleriyle ilgili
buyruklar var. Padişahın dîvanından çıkan buyruklar sayısızdır, sayılamaz onlar. Pek de güzeldir, pek

de
faydalıdır. Dünya o buyruklarla durur. Fakat dervişlerin, yok-yoksul kişilerin hali, padişahla görüşüp
konuşmaktır; buyruk verenin bilgisini öğrenmektir. Nerde buyrukları bilmek, nerde buyruk vereni

bilmek,
padişahla konuşup görüşmek. Arada pek büyük bir fark var. Padişahla konuşup görüşenlerin halleri

bir
medresedir sanki. Orda fakıyhler var. Her fakıyhin bir müderrisi var; yaratılışına göre ders veriyor.

Buna
karşılık da ona aylık veriyor. Birine on, öbürüne yirmi, daha öbürüne otuz. Sözü, herkesin kendi

anlayışına
göre söylüyoruz. "İnsanlara, akılları miktarınca söz söyleyin, akıllarınıza göre değil; böyle hareket

edin de
Allahyı, Elçi'sini yalanlamasınlar."
24. BÖLÜM- Bu imâreti herkes bir kuruntuyla yapar. Ya vergili olduğunu göstermek için, ya adının
anılmasını sağlamak için, yahut da bir sevâb elde etmek için. Ulu Allahnın maksadı da erenlerin

rütbelerini
yüceltmek, yattıkları yerleri ululatmaktır. Onların ululanmaya ihtiyaçları yoktur, zâten uludur onlar.

Mumu
yüksek bir yere koymak isterler ya; bu, mum için değildir, başkaları içindir. Ona aşağı nedir, yukarı

ne?
Mum, nerde olursa olsun ışıklıdır. Fakat ışığın başkalarına da ulaşmasını isterler. Şu güneş de
gökyüzündedir; aşağıda olsa gene güneştir o; güneştir amma dünya karanlıkta kalır. Şu halde onun

yukarda
olması, kendi için değildir, başkaları içindir. Hâsılı erenler de yüceden, aşağıdan, halkın

ululamasından
münezzehtir, böyle şeylere aldırış bile etmezler. Sana da o âlemin zerre kadar bir tadı, bir bakımlık

lütfü yüz
gösterse o solukta yüceden de, aşağıdan da, alışverişten de, başbuğluktan da usanırsın; herşeyden

daha
yakındır varlığın sana ya ; ondan da bezersin; hatırına bile gelmez. O ışığın mâdenidir onlar; o tadın

özüdür
onlar; artık aşağıyla, yukarıyla bağları mı olur? Onların övünmeleri Allahyladır; Allah da yukardan,

aşağıdan
münezzehtir. Şu aşağı-yukarı, bize göredir; çünkü ayağımız, başımız var bizim. Allah rahmet etsin,
esenlikler versin, Mustafâ buyurdu ki: "Onun ağması balık karnında oldu, bense göğe ağdım, Arş'a

vardım
dîye beni, Yûnus'tan üstün tutmayın." Yâni, beni dedi, bu yüzden üstün tutacaksanız tumayın; çünkü

onun
ağması balık karnında oldu; bense göklerin yücesine ağdım; fakat Ulu Allahnın ne aşağısı vardır, ne
yukarısı. Yukarıya nasıl vurur, görünürse, aşağıya da öyle vurur; öyle görünür; balık karnına da öyle

vurur,
Öyle görünür. O yüceden de münezzehtir, aşağıdan da. Her yer birdir onca.
Çok kimseler vardır ki başarırlar, maksatları bam-başkadır; Allahnın maksadıysa bam-başka. Allah,
Muhammed dinini ululamak, yaymak, dünya durdukça durdurmak istedi. Bak da gör; Kur'ân için ne

kadar
tefsîrler yapıldı; onar-onar ciltler, sekizer-sekizer ciltler, dörder-dörder ciltler. Bunları meydana

getirenlerin
maksatları, kendi üstünlüklerini göstermek. Zemahşerî, kendi üstünlüğünü göstermek için bunca

gramer,
lûgat, yerinde kullanılmış söz incelikleriyle "Keşşâfı” meydana getirdi; maksadı kendi üstünlüğünü,

kendi
bilgisini göstermekti; fakat bununla da asıl maksat meydana geliyordu ki o da Muhammed dininin
ululanmasıydı. Şu halde bütün halk, Allah işini görmede; fakat Allahnın maksadından haberleri bile

yok;
onların maksatları başka. Allah, dünyanın durmasını istiyor da onları isteklere düşürüyor. Kadına,

zevk
almak için yaklaşırlar; fakat ondan bir oğlan doğar. Böylece güzelliği için, tatlılığı yüzünden bir işe
koyulurlar; fakat o iş âlemin durmasına sebep olur . Demek ki gerçek yönünden Allahya kulluk

ediyorlar;
ediyorlar amma o kuruntuyla yapmıyorlar bu işi. Gene bunun gibi hani, mescitler yaptırırlar; kapısına,
duvarına, tavanına bunca paralan harcarlar. Fakat itibar kıbleyedir; maksat odur; ululanan kıbledir;
yapanların, düzüp-koşanlann maksadı bu değildir amma bu işlerle kıble, ululandıkça ululanır.
Erenlerin şu büyüklüğü, görünüşte değildir. İyvallâh, onların yüceliği, büyüklüğü var amma

neliksizniteliksiz.
Şu dirhem puldan üstündür ya, görünüşte değildir bu. Meselâ dirhemi dama koysan, altını da
aşağıya; kesin olarak herhalde üstün olan altındır; inci, lâ'l de altından üstündür; ister aşağıda olsun,

ister
islam-kuran-hadis.blogspot.com
yukarda. Hani kepek, kalburun üstündedir de un altında kalmıştır; onun gibi tıpkı; kesin olarak üst

olan
undur, isterse altta olsun. Şu halde yücelik görünüşte değildir; anlamlar dünyâsındadır; o öz, onda

varken
herhalde odur üst olan, odur yüce olan.
25. BÖLÜM- Birisi içeriye girdi (Mevlânâ) buyurdu ki:
Sevgilidir, alçak gönüllüdür o. Bu, mayasında var onun. Hani meyvesi çok olan dal gibi; o meyve
onu aşağıya eğer. Meyvesi olmayan dalsa selvi gibi yücelere baş çeker. Meyve haddini aştı mı da
büsbütün yerlere döşenmesin diye o dala direkler dayarlar. Allah rahmet etsin, esenlikler versin,
Peygamberimiz pek alçak gönüllüydü; çünkü önden-sondan bütün dünyanın meyvesi onda

toplanmıştı; bu
yüzden de herkesten daha alçak gönüllüydü. "Selâm vermede Allah Elçisi'ni kimse geçememiştir."
Peygamber'den önce kimse ona selâm verememiştir; çünkü Peygamber, sonsuz bir gönül alçaklığıyla
ondan önce selâm verirdi. Fakat tutalım önce selâm vermesin, gene de gönlü alçak olan oydu,

selâmda ilk
davranan oydu; çünkü selâmı ondan öğrendiler, ondan duydular. Öncekiler de, sonra gelenler de,

hepsi
onun vuruşudur, hepsi onun gölgesi. Bir kişinin gölgesi, eve ondan önce girse gölge, görünüşte

öncülük
eder görünür amma gerçekte ilk giren, o kişidir. Çünkü gölge, ona uyar. Bu huylar, şimdi meydana

gelmiş
de değil. Tâ o vakitten, Âdem'in zerrelerinde vardı. Onun parça-buçuklarında vardı bu zerreler. Kimisi
aydındı, kimisi yarı aydın, kimisi de karanlık. Bu, şimdi meydana çıkmada. Fakat bu aydınlık, bu ışıklık,
daha öncedir; onun zerresi Âdem'de hepsinden daha arıydı, daha aydındı, daha alçak gönüllüydü.
Kimi insan vardır, öne bakar; kimi insan vardır, sona bakar. Sona bakanlar üstündür, büyüktür;
çünkü görüşleri sonadır son-uca. Öne bakanlarsa daha has kişilerdir. Onlar, sona bakmamıza ne

hacet var
derler. Mademki buğday ekmişlerdir önce, elbette arpa bitmeyecek sonunda. Arpa ekenler de

buğday
biçmeyecekler. Şu halde onlar öne, başlangıca bakarlar. Bir bölük halk da vardır, daha da hastır

onlar; ne
öne bakarlar, ne sona. Onların hatırına ne ön gelir, ne son; onlar. Allahya dalıp gitmişlerdir. Bir bölük

halk
daha var ki dünyâya dalmış... Onlar da öylesine gaflete dalmışlardır ki ne öne bakabilirler, ne sona;
bunlar, cehennem otlarıdır. Şu halde anlaşıldı ya, temel Muhammed'dir; "Sen olmasaydın gökleri
yaratmazdım" denmiştir ona. Yücelikten, gönül alçaklığından, buyruk yürütmeden, yüksek

rütbelerden ne
varsa hepsi de onun bağışıdır, onun gölgesi; çünkü ondan meydana gelmiştir bunlar. Hani şu el ne
yaparsa aklın gölgesidir o; onun gibi, aklın gölgesi vuruyor ele. Aklın gölgesi yok amma gene de

gölgesiz
bir gölgesi var; hani kimi insanın varlıksız bir varlığı vardır ya; tıpkı onun gibi. Bir adama aklın gölgesi
vurmasa bütün uzuvları hareketten kalır. El, tutup kav-rayamaz; ayak, adım atıp yol yürüyemez; göz,
birşey göremez; kulak, bir-şey duysa ters duyar. Şu halde bu organların hepsi de aklın gölgesi

yüzünden
doğru, düzgün, iyi işler görüyorlar, yerinde işler başarıyorlar; gerçekte bütün o işler, akıldan meydana
geliyor, organlar birer araç. Böylece bir insan da vardık ki pek büyüktür, vaktin halîfesidir; o Akl-ı

Küll'e
benzer; insanlarsa onun organlarıdır sanki; ne yaparlarsa onun gölgesiyle yaparlar. Onların birinden

ters
işler meydana gelirse bu, Akl-ı Küll'ün gölgesini, o adamın başından aldığındandır. Bir adam delirmeye
başlar hani, beğenilmeyecek işlere koyulur; herkes de anlar ki aklı başından gitmiştir onun; akıl,

gölge
salmamaktadır ona; aklın gölgesinden, aklın korunmasından uzak düşmüştür o. Akıl, melek

cinsindendir.
Meleğin şekli yoktur amma kolu-kanadı vardır; aklınsa ne şekli vardır, ne kanadı; böyle olmakla

beraber
gerçekte birdir onlar; bir işi başarırlar; huyları da birdir. Mâdemki bir işi görmedeler, görünüşe

bakmamak
gerek. Onların görünüşünü yaktın, erittin mi hepsi de akıl olur; ne kolu kalır, ne kanadı. Demek ki

bildik,
öğrendik ki hepsi de akıl olur; ne kolu kalır, ne kanadı. Demek ki bildik, Öğrendik ki hepsi de akıldır;

fakat
bedene bürünmüş; bu yüzden de onlara görünen akıl derler. Hani mumdan bir kuş yaparlar; o gene o
mumdur, bir şekle bürünmüştür amma gene o mumdur o. Buz da böyledir. Erittin mi su olur. Buz haline
gelmeden önce de suydu; kimse onu eliyle tutamazdı, ele-avuca sığmazdı. Fakat buz haline gelince

elle
tutulabilir, eteğe konabilir. Aradaki fark bundan ibârettir. Yoksa buz, o sudur, ikisi de birşeydir.

İnsanın
hali de şöyledir: Meleğin kanadını, getirip eşeğin kuyruğuna bağlamışlar; olabilir ya demişler, eşek,
meleğin ışığından ışıklanır; onunla görüşüp konuşma yüzünden melek olur. Eşeğin onun rengine
boyanması, melek olması mümkündür çünkü,
Beyit
Îsâ, akılla yüceldi, göklere ağdı;
Eşeğinin de yarım kanadı olsaydı eşeklikte kalmazdı.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
Eşeğin insan olmasına ne diye şaşılsın; Allahnın herşeye gücü yeter. Şu çocuk, ilk doğduğu zaman
eşekten de beterdir(*). Elini pisliğe atar, yalamak için ağzına götürür. Anası döver, bırakmaz onu.
Eşeğinse bari bir ayırdedişi var; işerken, üstüne sidik sıçramasın diye ayaklarını açar. Ulu Allah,

eşekten
beter olan bir çocuğu insan ederse, eşeği insan yaparsa ne diye şaşılsın. Allahnın katında şaşılacak

hiçbir
şey yoktur. Kıyamette insanın bütün organları teker-teker, ayrı-ayrı, eli, ayağı, öbür organları söz
söyleyecek. Felsefeciler bunu te'vîl ederler de el nasıl söz söyleyebilir derler; elde bir iz, bir eser
peydahlanır da söz yerine geçerse o başka. Hani bir yara olur, bir çıban çıkar da el söz söylüyor, isilik
veren birşey yedim de böyle oldum diyor denebilir. Yahut el yaralansa, yahut da kararsa el söz

söylüyor,
beni bıçak kesti, yahut isli tencereye süründüm diyor denebilir. Elin, öbür organların söz söylemesi

böyle
olabilir derler. Sünnîler hayır derler; olamaz. O el, o ayak, duyulacak sözler söyler; dil nasıl söylerse

hani.
Kıyamet gününde insan, ben çalmadım diye inkâr eder. El, evet, çaldın, ben de aldım diye apaçık

söyler.
Adam, yüzünü eline, ayağına tutar da sen söz söylemezdin, nasıl oluyor da konuşuyorsun der.

"Herşeyi
söyleten Allah bizi konuşturdu" derler; herşeyi söze getiren; kapıyı, duvarı, taşı, kerpici söyleten, bizi

de
söyletti; herşeye söz söyleme gücünü veren Yaratıcı, nasıl senin dilini söze getirdiyse bizi de söze

getirdi
derler. Dilin bir et parçasıdır, elim bir et parçası. Bir et parçası olan dilin söz söylemesi akla sığar mı?

Çok
et parçası görmüşsündür; söz söylemeleri sence mümkün görünmez; görünmez amma Allahya göre

dil bir
bahanedir: Söz söyle buyurdu mu söz söyler. Neye de söyle buyurur, hükmederse söyler.
Söz, dinleyenin miktarına göre söylenir. Bizim sözümüz su gibidir; subeyi akıtır onu. Su ne bilsin
subeyi hangi eliyle hıyar ekilmiş yere mi akıtmıştır onu, lâhana ekilmiş yere mi, yoksa soğan ekilmiş

yere
mi? Şunu biliriz ancak; su çok geldi mi o yerler daha susuzdur; az gelirse orası dar bir yerdir; bir

bahçedir,
yahut dört duvarla çevrilmiş küçücük bir yerdir. "Allah, dinleyenlerin anlayışlarına göre hikmet ilham

eder
öğüt verenlere." Ben ayakkabı dikicisiyim; deri geniş amma ayak ne kadarsa o kadar keserim, o

kadar
dikerim.
İnsanın gölgesiyim, insanın boyuncayım;
Boyu ne kadarsa o kadarını ben.
Yeraltında hayvancıklar vardır; yeraltında yaşarlar; karanlıktadır onlar. Yaşadıkları yerde göze,
kulağa muhtaç değillerdir. O yüzden de gözleri, kulakları yoktur. Göze, kulağa ihtiyâcı olmayana ne

diye
göz, kulak versin? Yoksa Allahda göz, kulak az değil, yahut nekeslik yok. Fakat birşeyi ihtiyâca göre

verir.
İhtiyâcı olmayana birşey verecek olursa o şey, ona yük olur. Allahnın hikmeti, lütfü, keremi yükü

almaktır;
iş böyleyken nasıl olur da birisine yük yükler? Meselâ keser, testere, törpü gibi dülger araçlarını bir

terziye
versen, bunları al desen, ona yük olur bunlar; terzi bu araçlarla iş göremez ki. Şu halde Allah, birşeyi
ihtiyâca göre verir. Bu, şuna benzer hani; yeraltında yaşayan o kurtlar, o karanlıkta yaşar-giderler. Bir
bölük halk da vardır; şu dünyâyı yeter bulurlar, bu dünyâya ihtiyaçları yoktur; Allahyla buluşmayı
özlemezler. Can gözü, akıl kulağı, ne işlerine yarar onların. Şu baş gözüyle bu dünyâ işi olur-gider; o

yana
gitmeyi kurmazlar bile; onlara nasıl olur da can gözü verir? İşlerine yaramaz ki.
Sanma ki yol alanlar yok,
İzleri belirmeyen olgun kişiler yok
Sen sırlara mahrem değilsin de
Sanıyorsun ki başka çeşit erler yok.
Şimdi dünya, gafletle durur. Gaflet olmasa bu dünya kalmaz. Allahyı özleyiş, ahreti anış, esriyip
kendinden geçiş öbür dünyanın mîmârıdır. Tümden yüz gösterse bunlar, tümden o dünyâya gideriz,
burada kalmayız. Ulu Allah burada kalmamızı, iki dünyânın olmasını diledi de iki kâhya dikti. Biri

gaflet,
öbürü uyanıklık; böylece iki dünyâ da mâmur olur-gider.
(*) Satırın kenarına arapça, "hamdolsun Allahya ki insan şeklinde eşek yarattı-hadîs" sözü yazılmıştır.
26. BÖLÜM - (Mevlânâ) buyurdu ki:
Katımda, yahut ben yokken lûtuflarda bulunuyorsunuz, çabalarda bulunuyorsunuz. Açıkça teşekkür
etmiyorsam, sizi ululamıyorsam, sizden özür dilemiyorsam, bunlarda kusur ediyorsam kendimi büyük
gördüğümden, yahut aldırış etmediğimden, yahut da nîmet verenin hakkını, karşılığında sözle, işle ne
mükâfatta bulunacağını bilmediğimden değil. Fakat sizin ter-temiz inançınızdan biliyorum ki siz, onu
özden, Allah için yapıyorsunuz, ben de özrünü Allah dilesin diyorum, ona bırakıyorum. Mâdemki

yaptığını
onun için yaptın; teşekkür etmeye kalkışsam, dille sizi ululasam, övsem Allahnın vereceği sevâbın bir
kısmını ben vermiş olurum. Çünkü bu gönül alçaklığı göstermeler teşekkür etmeler, övmeler, dünya
tadıdır. Dünyâda bir zahmettir, çekersin ya; bu, bir mal vermeye, bir mevki bağışlamıya benzer; bunun
karşılığının da tümden Allahdan gelmesi daha iyi. Bu yüzden teşekkür etmiyorum. Zâti teşekkürde
bulunmak, dünya istemektir. Çünkü mal yenmez ki, mal olduğundan istenmez mal. Malla at alırlar,
halayıkçağız alırlar, köle alırlar; bir mevki elde etmek isterler; böylece de övülmeyi dilerler. Zâti

dünyâ
dediğin de adamın büyük, saygı değer olmasıdır; böyle olan adamı överler, sayarlar.
Buhârâ'nın Dokumacı Şeyhi, büyük bir erdi; gönül ehliydi. Bilginler, büyükler, onun katına gelirler
ziyâretine varırlar, tapısında diz çökerler, otururlardı. Şeyh, anadan doğduğu gibiydi, okuma-yazma
bilmezdi. Kur'ân'ın tefsîrini, hadîsi onun dilinden duymak isterlerdi. Derdi ki: Ben arapça bilmem;

âyeti,
hadîsi benim dilime çevirin de anlamını söyleyeyim. Âyeti diline çevirirlerdi. O tefsîr etmeye, gerçek
anlamlarını söylemeye koyulurdu. Allah rahmet etsin, esenlik versin derdi; Mustafâ, filân duraktayken

bu
âyeti söyledi. Sonra o durağın makamları böyledir der, o durakların, o yolların hallerini, oraya ağmayı
etraflıca anlatırdı. Bir gün Muarrif Alevî, onun tapısında kadıyı övüyor, dünyâda böyle bir kadı olmaz,
rüşvet almıyor; eşi yok; pervâsız; özü doğru; Allah için halka adâletle muâmele etmede diyordu. Şeyh
dedi ki: Şimdilik rüşvet almıyor diyorsun; biyol yalan bu söz. Sen Alevîsin, Mustafâ soyundansın, sonra

da
tutuyor, onu övüyorsun; bu rüşvet değil mi? Onun karşısında onu övüyor, onu anlatıyorsun; bundan

daha
iyi rüşvet mi olur?
Tirmiz Şeyhülislâmı, Seyyid Burhâneddin, gerçekle ilgili sözleri güzel söylüyor; bunun sebebi de
şeyhlerin kitaplarını, sözlerini, onların sırlarıyla ilgili yazıları okumuş olması dedi. Birisi, sen de

okuyorsun;
nasıl oluyor da Öyle söz söylemiyorsun dedi. Dedi ki: Onda dert var, savaşma var, ibâdet var. Adam

peki
dedi, neden bunu söylemiyorsun, neden bu, hatırına bile gelmiyor da okumasını söylüyorsun? Temel

olan
bu, biz onu söylüyoruz, sen de onu söylesene. Onlarda, o dünyânın derdi yok. Kimisi ekmek yemeğe
gelmiş, kimisi ekmeği seyretmeye. Bu sözleri öğrenip satmayı isterler. Bu sözler, bir geline, güzel bir
halayıkçağıza benzer; onu, satmak için alırlar hani. O halayıkçağız, onu ne diye sevsin, ne diye ona

gönül
versin. O alış-verişte bulunan kişinin aldığı tat, satıştadır; erliği yoktur onun; halayıkçağızı satmak için
alıyor; erliği, erkekliği yok ki halayıkçağızı kendisi için alsın. Puştun eline, güzelim bir Hint kılıcı geçse

onu,
satmak için alır. Yahut bir babayiğidin yayı, eline düşse onu da satmak için alır. Çünkü onra o pazı

yoktur
ki tutsun da o yayı çeksin. O, yayı istese bile kirişi için ister; fakat kirişi çekecek gücü de yoktur;

sadece
kirişi sever. Onu da sattı mı, parasını allığa, rastığa verir puşt, başka ne yapacak ki? Onu sattıktan

sonra
ondan daha iyi ne alacak acaba?
Süryancadır bu söz; sakın anladım demeyin. Ne kadar çok anlar, bellersen o kadar uzak düşersin
anlamaktan, bellemekten. Bunun anlayışı, anlayışsızlıktır. Senin uğradığın belâ, düştüğün musibet,

elde
ettiğin yoksunluk, o anlayıştandır. O anlayıştan kurtulman gerek ki birşey olasın. Sen diyorsun ki

kırbamı
denizden doldurdum, deniz, kırbama sığdı; mümkünü yok bunun. Evet, kırbamı denizde yitirdim dersen

bu
söz güzel; temel olan da bu. Akıl, seni padişahın kapısına götürünceyedek güzeldir, dilenir. Onun

kapısına
geldin mi aklı boşa; o anda akıl, ziyan verir sana; yolunu keser. Meselâ biçilmemiş bir kumaştan bir
kaftan, yahut bir cübbe diktirmek istiyorsan akıl, seni tutar, terziyedek götürür. Akıl, bu ânadek iyidir;

seni
terziye ulaştırır. Şimdi bu anda aklı boşamak gerek; terziye karşı kendi düşünceni bırakmak gerek.

Hasta
da böyledir. Aklı o zamanadek iyidir ki onu tutar, hekime götürür. Hekime vardıktan sonra aklı bir işe
yaramaz artık; kendisini hekime tapşırması gerek.
Senin gizli-gizli attığın nâralar, dostların kulaklarına geliyor; duyuyorlar onlar.Birşeyi olan, bir özü,
bir derdi bulunan kişi anlaşılır. Deve katarının içindeki esrik deve, gözünden, yürüyüşünden, ağzının
köpürüşünden, daha da başka şeylerinden belli oluverir: "Secdelerinin izleri yüzlerinden belli olur,
yüzlerinde görünür." Ağacın kökü ne yiyorsa ağacın gövdesinden, başından, dallarından,

yapraklarından,
meyvelerinden belli olur. Birşey yiyip içmemiş ağaçsa solar-sararır; nasıl olur da attığınız şu yüce

nâralar
gizli kalır? Bu nâraların sırrı, bir sözden sözler anlamanız, bir harften nice şeyler duymanızdır. Hani

birisi,
Vasît okumuştur, büyük-büyük kitaplar okumuştur. Tenbîh'ten bir sözdür, duyar; onun şerhini

okumuştur;
o bir tek meseleden temeller, meseleler anlar. Tenbîh'in bir tek harfini duyunca hay der, yâni ben bu
sözde birçok şeyler görmedeyim; onu elde etmek için zahmetler çekmişim, gecelerimi gündüz

etmişim,
defîneler bulmuşum demek ister. "Göğsünü açıp ferahlatmadık mı" denmiştir ya, gönül anlatılmaya

kalkışılsa
sonu gelmez. Oysa o şerhi okumuştur; bir işâretten birçok şeyler anlar. Fakat okumaya daha yeni
islam-kuran-hadis.blogspot.com
başlayan, o sözden anlamını anlar; ne haberi vardır onun, ne de hay-hay eder, nâralar atar.
Söz, duyanın miktarına göre söylenir, dinleyen, o hikmeti ne kadar çekmeye uğraşır, ne kadar
onunla gıdalanırsa hikmet, o kadar söylenir. O istemezse hikmet de söylenmez, yüz göstermez. Ne
şaşılacak şey der, neden söz söylemiyor? Söyleyecek olan da ne şaşılacak şey diye cevap verir,

neden söz
söyletmiyor? Sana dinleme gücünü vermeyen, söyleyene de söyleme isteği vermiyor. Allah rahmet

etsin,
esenlikler versin; Mustafâ'nın zâmanında bir kâfirin Müslüman bir kölesi vardı; mayası temiz bir

köleydi.
Sahibi, tasları al da hamama gidelim dedi. Yolda mescidin önünden geçiyorlardı. Mustafâ, sahâbeyle
mescidde namaz kılıyordu. Köle, efendim dedi, Ulu Allah hakkıyçin şu tası bisoluk tut da iki rek'at

namaz
kılıvereyim; kılar-kılmaz gelirim. Köle mescide girdi, namaz kıldı. Allah rahmet etsin, esenlikler versin,
Mustafâ, dışarı çıktı; bütün sahâbe de dışarı çıktı. Köle mescidde yapayalnız kaldı. Efendisi, kuşluk
çağınadek bekledi, a köle, çık dışarı diye bağırdı.Köle, bırakmıyorlar beni diye cevap verdi. İş sınırı

aşınca
adam, başını mescidden içeri uzattı; bırakmayan kimdir, onu görmek istiyordu. Ne kimseyi gördü, ne
kimsenin gölgesini, ne bir ayakkabı vardı, ne kımıldayan kimsecik. Köleye, seni dışarı bırakmayan kim
dedi. Köle, seni içeriye sokmıyan biri var ya dedi, beni dışarı bırakmayan o. Sen onu görmezsin hani,

zâti
insan, görmediği, duymadığı, anlamadığı şeye âşıktır. Gece-gündüz onu arar, ister; görmediğime

kulumköleyim
ben der. Anladığından, gördüğünden usanır, kaçar. Bu yüzdendir ki filozoflar, Allahnın
görüleceğini inkâr ederler; derler ki görürsen doyabilir, usanabilirsin, buysa olamaz. Sünnîlerce o, bir
renkte, bir şekilde görünürse usanılır. Her solukta yüzlerce renkte, yüzlerce şekildedir. "Hergün bir

iştedir
o." Yüz binlerce yıllar görünse bir görünüşü, bir görünüşüne hiç mi benzemez. Sen de şu anda Allahyı
izlerinde, işlerinde görüp duruyorsun. Her solukta çeşit-çeşit görmedesin; bir işi, bir işine hiç

benzemiyor.
Sevinç vaktinde bir başka görünüş, ağlayış vaktinde bir başka görünüş, korku vaktinde bir başka

görünüş,
umut vaktinde bir başka görünüş. Allahnın işleri, işlerinin görünüşü, izlerinin-eserlerinin görünüşü,

renkrenk,
çeşit-çeşit olur, bir-birine benzemezse elbette zâtının görünüşü de böyledir, işlerinin görünüşüne
benzer. Onu, bununla kıyasla. Sen de bir parça-buçukken Allahnın gücüyle bisolukta bin hale

geliyorsun,
bir kararda durmuyorsun.
Kullardan kimi kullar vardır, Kur'ân'dan Allahya varırlar; kimisi de vardır, hastır; Allahdan gelirler de
Kur'ân'ı burada bulurlar; bilirler, anlarlar ki onu Allah yollamıştır. "Biziz Kur'ân'ı indiren; ve gerçekten

de
biziz onu koruyacak olan." Müfessirler derler ki bu âyet, Kur'ân hakkındadır. Bu tefsîr de iyidir amma

şu da
var: Yâni sana bir öz, bir istek, bir sürek verdik; onu koruyan, yitirmeyen, bir yere ulaştıran da biziz.

Sen
bir kere Allah de, ondan sonra ayağını dire; bütün belâlar sana gelir-çatar. Birisi, Allah rahmet etsin,
esenlikler versin, Mustafâ ya dedi ki: Gerçekten de seni seviyorum ben. Mustafâ dedi ki: Aklını başına

al,
ne diyorsun sen? Adam, seni seviyorum dedi. Mustafâ, aklını başına al, ne diyorsun sen dedi. Adam
tekrar, seni seviyorum ben deyince Mustafâ, öylesine ayağını dire dedi; kendi elinle seni öldüreceğim,

vay
sana. Birisi, Allah rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ'nın zamanında, tapısına geldi de dedi ki:

Senin
bu dinini istemiyorum, vallahi istemiyorum, bu dini geri al. Senin dinine girdim gireli bir gün olsun,
dincelmedim; mal gitti, kadın gitti, çocuk gitti; saygı görmem kalmadı, gücüm-kuvvetim kalmadı,

dileğimisteğim
kalmadı. Mustafâ, hâşâ dedi; benim dinimin şânından değildir ki bir yere gitsin, birinin gönlüne
yerleşsin de o adamı kökünden söküp atmasın; evini-barkını silip süpürmesin, ter-temiz etmesin de

geri
gelsin; "Ona ancak ter-temiz olanlar dokunabilirler." Nasıl sevgilidir o ki sende kıl kadar bile olsa,

kendini
sevmek, varlığına bağlanmak varken kendisine yol versin sana. Dostun yüz göstermesi için adamın,
tümden kendinden de, dünyadan da usanması, kendine düşman kesilmesi gerek. Bizim dinimiz de

hangi
gönülde yerleşirse o gönlü Allahya ulaştırmadıkça, gerekmeyen şeyleri o gönül ıssından ayırmadıkça
ondan el çekmez. Peygamber buyurdu ki: Şunun için din-celmedin, gam yemedesin: Gam yemen,

önceki
sevinçleri, neş'eleri kusmandır. Mîdende onlardan birşey kaldıkça yemen için sana birşey vermezler;
kusarken kimse birşey yiyemez. Kusması kesildi mi, o vakit yemek yer. Sen de sabret, gam yeme;

gam
yemen kusmaktır; kusman bitti mi bir neş'edir, çıkagelir; hem öylesine bir neş'e ki gam yok onda;

öylesine
bir gül ki tiken yok onda; öylesine bir şarap ki başağrısı vermez o. Dünyâda gece-gündüz dincelme,
esenleşme istiyorsun. Bunun dünyâda olmasına imkân yok; amma gene de bir soluk bile isteği
bırakamıyorsun. Dünyâda bir rahata ersen, bir huzur bulsan bile o rahat, o huzur, çakıp giden,

durmayan
bir şimşek gibidir. Hem de nasıl bir şimşek? Dolularla dop-dolu, yağmurlarla dop-dolu, karlarla

dop-dolu,
mihnetlerle dop-dolu bir şimşek. Meselâ birisi, Antalya'ya gitmek istese, fakat Kayseri yolunu tutsa,
Antalya'ya varacağını umsa da, çabadan vazgeçmese de bu yoldan Antalya'ya ulaşması mümkün

değildir;
ancak Antalya yolunu tutarsa, topal da olsa, arık da olsa gene varır, erişir; çünkü yolun sonu orası.

Dünya
işi bile zahmetsiz, eziyetsiz kolaylaşmıyor, ahret işi de böyle.Bâri şu zahmeti, şu eziyeti ahretten yana
harca da yitmesin. Sen diyorsun ki: Ey Muhammed, al benim dinimi, dincelmiyorum ben. Bizim dinimiz,
adamı dilenen şeye ulaştırmadıkça bırakır mı hiç?
Hani anlatırlar, bir öğretmen, yoksulluğundan kış günü, sâdece ketenden bir cübbe giyinmişti.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
Olacak bu ya, sel de dağdan bir ayıyı sürükleyip götürüyordu. Ayının başı, su içindeydi, gizlenmişti.
Çocuklar sırtını gördüler de hoca dediler, işte bir kürk, suya düşmüş, sen de üşüyorsun; al onu. Hoca

pek
muhtaçtı, pek üşüyordu. Bu yüzden postu almak için suya atıldı. Ayı, hocaya pençe attı. Adamcağız,

su
içinde ayıya tutulmuş-kalmıştı. Çocuklar, öğretmen, kürkü getir, getiremiyorsan bırak da sen gel diye
bağırdılar. Öğretmen, ben kürkü bırakıyorum amma kürk beni bırakmıyor, ne yapacağım, ben de
bilmiyorum dedi.
Allah özleyişi ne vakit bırakır seni? Burada şükretmek gerek ki irâdemiz, elimizde değil, Allah
elindeyiz biz. Hani çocuk, küçükken sütten, anasından başka birşey bilmez; tapacak odur ancak ona.

Ulu
Allah, hiç onu, bu halde bırakır mı? Daha ileri çeker; ekmek yemeye, oyun oynamaya düşürür. Derken
oradan da çeker, akıl durağına ulaştırır. Şu çocukluk, öbür dünyâya göre de tıpkı-tıpkısınadır; öbür
dünyâda da bir başka meme var; seni hâline koymaz, Öylesine bir yere ulaştırır ki o hâlin çocukluk
olduğunu, hiçbir şeye yaramadığını anlarsın. "Şaşarım bir bölük halka ki onları zincirlere bağlarlar da
cennete sürüklerler." "Tutun, bağlayın onları zincirlerle." Sonra nîmetlere ulaştırın, sonra da

olgunluğa
ulaştırın. Balıkçılar, balığı birden avlamazlar. Olta, balığın boğazına takıldı mı, kanı aksın, gevşesin,
arıklasın diye birazcık çekerler. Sonra hâline bırakırlar. Derken gene çekerler. Sonunda tam arık-laşır,

o
vakit tutup alırlar. Aşk oltası da insanın boğazına takıldı mı, kendisinde bulunan güç, pis kan,

yavaş-yavaş
ondan akıp gitsin diye Ulu Allah, onu yavaş-yavaş çeker. "Gerçekten de daraltan da Allahdır,

genişleten
de."
"Allahdan başka yoktur tapacak" sözü, herkesin inancıdır. Bir de hasların inancı var. Hasların
inancı, "Ondan başka varlık yoktur" sözüyle belirtilir. Hani bir kişi, rüyâda padişah olduğunu görür.

Tahta
kurulmuştur; kullar, perdeciler, beyler, çevre yanında ayakta durmadadır. Padişah olmam gerek, hem

de
benden başka padişah yok der. Bir de uyanır, bakar ki evde, kendisinden başka kimsecikler yok. Bu

kez,
benim der, benden başka kimse yok. Fakat buna uyanık göz gerek, uykulu göz, göremez bunu, onun

işi
değildir bu. Her bölük, öbür bölüğe aslı yoktur der. Bunlar, gerçek biziz, vahiy bize gelmiş, onların aslı

yok
der. Onlar da bunlara bu çeşit söyler. Böylece yetmiş iki millet, birbirlerine, aslı yok der. Şu halde

hepsi de
şunda birleşiyor: Diyorlar ki hepsine de vahiy gelmemiş; demek ki vahyin yokluğunda birleşiyorlar;

gene
bir bölüğe vahiy geldiğinde de hepsi bir, bunda da birleşiyorlar. Şimdi aklı-fikri başında bir ayırdeden

inanç
ıssı gerek ki o bir bölük hangisidir, bunu bilsin, anlasın, "İnanan, anlayışlıdır, ayırdedicidir."
(Birisi) sordu, dedi ki: Bilmeyenler, anlamayanlar çok, bilenler, anlayanlar az.
Bilmeyenlerle, özü düz olmayanlarla bilenleri ayırdetmeye kalkışsak bu iş uzun sürmez mi?
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Bilmeyenler çoktur, bilenler azdır amma o azı bildin mi hepsini bilmiş olursun. Hani bir avuç
buğdayı bildin mi, dünyâdaki bütün buğday ambarlarını bilmiş olursun ya; hani birazcık şekeri tattın,

tadını
anladın mı, yüz çeşit tatlı yapsalar şekeri biliyor, anlıyorsan, yediğin şeyde şeker bulunduğunu bilir,
anlarsın ya; onun gibi işte. Boynuz kadar bir şeker kamışını emen kişinin şekeri tanıyıp bilmemesi için

iki
boynuzlu olması gerek.
Size bu söz, tekrar gibi görünür; bu da ilk dersi anlamamış olmanızdandır; bu yüzden bize de hergün,
bunu söylemek gerekiyor. Hani bir öğretmen, bir çocuğu üç ay okutmuş, çocuk gene de "elifte birşey

yok"
sözünü geçememiş. Çocuğun babası gelmiş de galiba demiş, hizmette kusurumuz var; bir kusurda
bulunduysak buyurun da daha çok ağırlayalım sizi. Öğretmen, yok demiş; sizin kusurunuz yok; fakat
çocuk bu dersi geçemiyor. Çocuğu çağırmış; "elifte birşey yok" de demiş. Çocuk, "birşey yok" demiş,
"elifte" diyememiş. Muallim demiş ki: "Görüyorsun, hal, gördüğün gibi; bu dersi bile geçemedi, bunu

bile
öğrenemedi; ona yeni bir ders nasıl vereyim?
(Mevlânâ) hamd âlemlerin rabbi Allah'a dedi de sonra buyurdu ki:
Şimdicek, hamd âlemlerin rabbi Allaha dedik ya; ekmek, nîmet azaldı, yedik, bitirdik diye değil bu
hamd. Nîmetin sonu yok; fakat iştah kalmadı, konuklar doydular; o yüzden hamd Allaha dendi. Bu

ekmek,
bu nîmet, dünyâ ekmeğine, dünyâ nîmetine benzemez; çünkü dünyâ ekmeğini, dünyâ nîmetini,

iştahsız
olarak da, dilediğin kadar zorla yiyebilirsin; çünkü canı yoktur; nereye çekersen seninle gelir; canı

yoktur
ki senden çekinsin, dilemediği yere gitmesin. Bu, Allahsal nîmetin tersinedir. Allahsal nîmet,

hikmettir;
canlı bir nîmettir. İştahın varsa, adam-akıllı üstüne düşersen senin yanına gelir, sana gıdâ olur. Fakat
iştahın kalmadı, üstüne düşmedin mi, onu zorla yiyemezsin, zorla kendine çekemezsin. Yüzünü örter,
kendini göstermez sana.
Kerâmet hikâyelerini söyledi de buyurdu ki:
Birisi, bir gün içinde, yahut bir solukta Kâbe'ye gider; bu o kadar şaşılacak birşey de değildir,
kerâmet de değil. Sam yelinde de bu kerâmet var; bir günde, bir solukta dilediği yere gider. Kerâmet,

ona
islam-kuran-hadis.blogspot.com
derler ki seni aşağılık bir halden yüce bir hale getirsin de oradan buraya, bilgisizlikten akla,

cansızlıktan
canlılığa sefer edesin. Hani önce topraktın, cansızdın; seni bitki âlemine getirdi. Bitki âleminden

pıhtılaşmış
kan, et âlemine, pıhtılaşmış kan, et âleminden hayvanlık âlemine, oradan da insanlık âlemine sefer

ettin.
Keramet budur işte; ulu Allah, böylesine bir yolculuğu sana yakınlaştırdı, yakın gösterdi; oysa şu

açtığın
yollan nasıl aşacaksın, şu konaklarda nasıl konaklayacaksın; gelecek misin, hangi yoldan

geleceksin;
hatırında bile yoktu, vehmine bile gelmezdi. Fakat geldin ya, seni getirdiler ya; ap-açık görüyorsun ki
geldin. Böyelce seni, çeşit-çeşit, renk-renk yüzlerce bam-başka âlemlere de götürürler. İnkâr etme;
bundan haber verirlerse kabul et.
Allah ondan râzı olsun, Ömer'e armağanlar getirdiler, bir de zehir dolu bir kâse sundular. Bu neye
yarar dedi. Dediler ki: Birisini ap-açık öldürmeyi uygun bulmazlarsa bundan birazcık sunarlar ona;

içer,
gizlice ölür-gider. Kılıçla öldürülemeyecek bir düşman varsa gizlice ona, bundan birazcık sunup

öldürürler
onu. Ömer, pek güzel birşey getirdin dedi; verin bana onu da içeyim. Bende pek büyük bir düşman

var,
kılıç erişmiyor ona; düyâda ondan daha düşman kimsecik yok bana. Hepsini birden içmeye hacet

yok,
bunun bir zerresi yeter; bu, yüz bin kişiye yeter dediler. Bu düşman da bir kişi değil dedi Ömer; bin

kişinin
yerini tutar; yüz binlerce kişiyi tepesi üstü yerlere yıkmıştır. Kâseyi aldı, birden başına dikti. Ömer,

zehri
içince orda bulunanlar, bir uğurdan Müslüman oldular; senin dinin gerçek dediler. Ömer dedi ki:

Hepiniz
Müslüman oldunuz da bu kâfir, hâlâ Müslüman olmadı.
Ömer'in bu inanışı söylemeden maksadı, herkesin inanışını bildirmek değildi. Onda o inanç vardı,
hattâ daha da çok vardı; gerçeklerin inançı vardı onda. Fakat maksadı, peygamberlerin, hasların,
gözleriyle görmüş kişilerin inancıydı; o inançı umuyor, istiyordu. Hani, dünyânın bucaklarına bir

arslanın
ünü yayılmıştı. Halk o arslanı görüp meraktan kurtulmak için uzak yollardan o ormana yöneldi.

Konaklar
aşıp o ormana vardılar, arslanı uzaktan görünce öylece kalakaldılar, ileriye bir adım bile atamadılar.

Bu
arslanı görme sevdasıyla bu kadar yol aştınız; bu arslanın bir huyu vardı: Kim, yüreklice yanına

varırsa
sevgiyle elini uzatır, okşar onu; hiçbir ziyan vermez ona, fakat ondan biri ürker-korkarsa arslan, kızar

ona;
hattâ böylelerin kimisine, benim hakkımda ne de kötü bir sanısı var diye saldırır da; bunca adım

attınız,
yüz yıllık yol aştınız; şimdi arslana yaklaştığınız halde bu durmak da ne? Bir adım ileri atıverin dediler.
Fakat kimsede o yürek yoktu ki ileriye bir adım atabilsin. Bütün o adımları attık ya dediler, hepsi de
kolaydı; fakat buradan ileriye bir adım bile atamıyoruz.
Şimdi Ömer'in de o inanışı söylemeden maksadı, arslanın karşısına varınca ona doğru atılması
gereken o bir adımdı işte. O adımı pek az adam atabilir; haslardan, Allah yakınlarından başkalarının

işi
değil bu. O inanç, peygamberlerden başkasına nasib olmaz; çünkü onlar, canlarından el yumuşlardır.
Dost, güzel şeydir; çünkü dost, dostun hayaliyle kuvvet bulur, gelişir, canlanır. Mecnûn’ a Leylâ'nın
hayâlinin kuvvet vermesine, o hayâlin, Mecnûn'a gıda olması şaşılır mı? Geçici sevgiyle sevilen

sevgilinin
hayâlinde bu kadar güç-kuvvet, bu kadar etki olur, sevgilisine bu kadar kuvvet bağışlarsa gerçek

dosta,
kuvvetler bağışlıyor diye neden şaşıyorsun? Onun hayâli, görünse de vardır, görünmese de. Hattâ

hayâlin
de yeri mi? O, zâti gerçeklerin canı. Ona hayâl derler amma dünyâ da hayâlle durur. Bu dünyâya

gerçek
diyorsun ya, göze görünüyor, duyuluyor da ondan. O anlamlaraysa hayâl diyorsun; oysa ki bu dünyâ, o
dünyânın parça-buçuğu. İş tersine; hayâl olan asıl bu dünyâ.Çünkü o anlam, bu dünya gibi

yüzlercesini
meydana getirir de hepsi eskir, çürür, yıkılır, yok olur-gider. Gene bir başka, bir yeni dünya meydana
getirir. Fakat temel olan anlam âlemi güzeldir, eskimez; yenilikten de münezzehtir, eskilikten de.

Onun
parça-buçuklarıdır eskiliğe, yeniliğe bürünen. Onları meydana getirense ikisinden de münezzehtir,

ikisinin
de ötesindedir. Bir mühendis, içinden bir ev kurmayı geçirir, genişliği şu kadar, uzunluğu bu kadar

olsun...
Sofası şöyle olsun, girilecek yeri böyle olsun diye hayâl ederse buna hayâl demezler; çünkü o gerçek,

bu
hayâlden doğmadadır; bu hayâlin parça-buçuğudur. Evet, mühendis olmayan, gönlünden böyle birşey
geçirir, böyle bir düşünceye kapılırsa ona hayâl derler. Halkın da, mîmar olmayan, mîmarlık bilgisini
bilmeyen böyle bir adama sen hayâl kurmadasın demesi, süre-gelmiş bir âdettir.
27. BÖLÜM - Dervişten birşey sormamak daha iyidir. Çünkü ona bir-şey sorman, âdeta onu
kışkırtman, yalan icad etmeye zorlamandır. Neden mi? Çünkü ona, bedenine bağlı biridir soru soran.

Ona
da bu soruya cevap vermek gerek. Gerçeği söyleyemez; çünkü dinleyen kabul etmez; o kişiliğin ağzı-
dudağı, bu çeşit bir lokmaya lâyık değildir. Şu halde ona, anlayışına göre bir yalan cevap uydurmak

gerek
ki çekilip gitsin. Dervişin söyleyeceği her söz de gerçektir, yalan değildir hani; fakat o soruya

verilmesi
gereken cevâba, kendince söz denecek söze, gerçeğe karşı o cevap, yalan sayılır; duyanaysa

doğrudur,
islam-kuran-hadis.blogspot.com
doğrudan da üstündür.
Dervişin birinin bir yamağı vardı. Onun içir birşeyler derer-devşirirdi. Günün birinde derip- devşirdiği
şeylerle dervişe yemek getirdi. Derviş yedi, yattı. Geceleyin düşü azdı. Bu yemeği kimden aldın,

getirdin
diye sordu. Yamak, güzel bir kız verdi bana dedi. Derviş, vallahi dedi yirmi yıldır, düşüm azmamıştı. Bu,
onun verdiği yemekten oldu.
Böylece dervişin de çekinmesi, herkesin lokmasını yememesi gerektir. Çünkü derviş lâtiftir, herşey
tesir eder ona, herşey görünür, belirir onda. Hani temiz, ak bir elbisede azıcık bir karalık olsa hemen
görünür ya... Onun gibi. Amma bunca yıldır, pislikten kararmış, aklığı karalığa dönmüş kap-kara bir
elbiseye binlerce çeşit yağ damlasa, bu elbisede binlerce çeşit kir-pas bulunsa, halka da görünmez, o
elbiseyi giyene de. Mâdemki iş böyle, dervişin de zâlimlerin, haram yiyenlerin, bedenine tapanların
lokmalarını yememesi gerek. Çünkü, o kızın lokmasından dervişin nasıl düşü azdıysa bu çeşit

adamların
lokması da dervişe tesir eder, o yabancı lokmanın kötü, bozuk-düzen düşüncelere dalar.
28. BÖLÜM- Dileyenlerin, gerçek yolcularının virdleri, çabaya, kulluğa koyulmalarıdır. Zamanı, işlere
bölmek, her iş için bir zaman ayırmak gerek. Böyle yapan, her işi zamanında yapmayı âdet edinen

kişiyi
zaman, bir memur gibi o işe çeker, sürükler. Meselâ sabahleyin kalkınca ibâdete koyulmak daha

iyidir. Nefis
daha yatışmıştır, daha esendir, daha arı-durudur; herkes, kendisine yaraşan kulluğu, kendi

miktarınca yapar,
yerine getirir. "Gerçekten de biz saf kurmuşuz elbet; gerçekten de biz, noksan sıfatlardan arı

olduğunu
söyleriz onun." Yüz binlerce saf var; ne kadar daha temiz olursa o kadar ileri geçirirler adamı; ne

kadar
noksanı varsa o kadar geri safa korlar. "Onları Allah geriye atmıştır; siz de geriye atın." Bu, bir uzun
hikâyedir; fakat hiç kaçılamaz bundan. Kim bu uzun hikâyeyi kısaltırsa aziz ömrünü, tatlı canını

kısaltmış olur;
Allah korursa o başka. Erenlerin virdlerine gelince: Anlayabileceğin kadar söyleyeyim. Şudur onların

virdleri...
Sabahleyin kutlu canlar, tertemiz melekler, Allahdan başka kimseciklerin bilemediği halk; çünkü

Allah pek
kıskançtır, bu yüzden adlarını bile halktan gizli tutar; evet, bunlar, onlarla dolaşmaya, onlara selâm

vermeye
gelirler. "İnsanların, bölük-bölük Allah dinine girdiklerini görürsün." "Melekler, her kapıdan, onların,
tapılarına girerler. Sen onların yanına oturmuşsun; fakat göremezsin onları, duyamazsın o sözleri, o
selâmlan, o gülüşleri. Şaşılmaz buna; hasta, ölüme yakın hayaller görür; yanıbaşında oturandan

haberi
bile yoktur, ne dediğini duymaz bile. O gerçekler, bu hayallerden bin kere lâtiftir. Bu hayalleri bile

insan
öylesine hastalanmadıkça göremiyor, duyamıyor; o gerçekleri de ölmedikçe ölümden önce göremez.
Erenlerin hallerindeki inceliği bilen, onların ululuğunu anlayan ziyâretçi, erenin tapısına çın seherden

beri
bunca meleğin, bunca tertertemiz canın geldiğini bilir; böyle bir evrâd arasında şeyhe zahmet

vermemek
için bekler de bekler. Hani padişahın kapısında, sarayında köleler vardır. Her sabah virdleri vardır

onların...
Herbirinin belli bir durağı, belli bir kulluğu, belli bir ibâdeti vardır. Kimisi uzaktan tapıkılar; padişah

bakmaz
onlara; görmezlikten gelir onları. Fakat kullar, padişahı da görürler, ne yaptığını da görürler. Adam

padişah
oldu mu virdi şudur artık: Kullar her yandan, onun tapısına gelsinler; çünkü kulluk kalmamıştır artık:

"Allah
huylarıyla huylanın" hükmü yerine gelmiştir. "Ona kulak olurum, göz kesilirim" buyruğu meydana

gelmiştir.
Bu, pek ulu bir duraktır; söylemek de yazıktır. Çünkü ululuğu, u'yla, le'yle, u'yla anlaşılmaz; onun
ululuğundan birazcığı yol bulsa bu yana; ne u kalır, ne u'nun söylenirken çıktığı yer... Ne le kalır, ne

le'nin
söylenirken çıktığı yer. Ne el kalır, ne bel. Varlık biter; ışıklar ordusundan varlık şarı yıkılır-gider.

"Gerçekten de
padişahlar, bir şara girdiler mi, yıkarlar-yakarlar o şarı." Bir deve, küçücük bir eve girse o ev

yıkılır-gider
amma o yıkık yerde de binlerce defîne bulunur.
Defîne yıkık yerde olur;
Mâmur yerdeyse köpek bulunur, köpek.
Yolcuların duraklarını uzun-uzadıya anlattık; fakat erenlerin hallerinden ne anlatalım? Ona son yok;
yolcuların hallerineyse son var. Yolcuların son durağı ulaşmaktır. Erenlerin son durağı nedir?

Öylesine bir
buluşma ki ayrılığı yok mu, yok. Üzüm, tekrar dönüp koruk olmaz; olmuş meyve, bir daha ham bir hale
gelmez artık.
Halkla konuşmayı haram bilirim;
Fakat senin sözün açıldı mı, sözü uzatır da uzatırım.
Vallahi uzatmayacağım, kısa keseceğim.
Kan içiyorum da sen şarap sanıyorsun;
islam-kuran-hadis.blogspot.com
Can buluyorsun da sanıyorsun ki can veriyorsun.
Bunu kısa kesen, doğru yolu bırakmış, filân ağaç yakındır diye öldürücü çöle dalmış kişiye benzer.
29. BÖLÜM- Hıristiyan Cerrah dedi ki:
Şeyh Sadreddin'in ashâbından bir bölük halk, yanımda yediler-içtiler; sonra dediler ki:
Sizin sandığınız gibi Îsâ Allahdır, bunun gerçek olduğunu biz de biliyoruz, fakat şerîati
korumak için mahsustan gözlüyoruz, mahsustan inkâr ediyoruz.
Allah aziz sırrını kutlasın, Mevlânâ dedi ki:
Allahnın düşmanı, yalan söylüyor; hâşâ, olamaz bu. Bu söz, azdırıcı, azmış, aşağılatıcı, aşağılanmış,
Allah eşiğinden sürülmüş. Şeytanın şarabının verdiği esriklikten doğma bir söz. Yahûdilerin

düzeninden
tundan tuna kaçan, boyu iki arşından kısa olan arık bir adamın yedi kat göğü koruması nasıl mümkün

olur?
Her göğün kalınlığı beş yüz yıllık yol; her göğün, öbür gökle arası beş yüz yıllık yol. Her yeryüzünün

kalınlığı
beş yüz yıllık yol; her yeryüzünün, öbür yeryüzüyle arası beş yüz yıllık yol. Arş'ın altında bir deniz var;

onun
da derinliği bu kadar. O denizde Allahnın bir meleği var; deniz, topuğunu aşmıyor. Daha da kat-kat

artık
şeyler var. Nasıl olur da aklın, bütün bunları düzüp koşanın, o arıkların arığı olduğunu söyler? Sonra

Îsâ'dan
önce göklerin, yeryüzünün yaratıcısı kimdi? Zâlimlerin dediklerinden arıdır o.
Hıristiyan dedi ki (1): Topraktan olan toprağa gitti; temiz olan da temize ulaştı (2).
(1-2) Bu cümleler farsçadır.
(Mevlânâ) dedi ki:
Îsâ'nın canı Allah'sa canı nereye gitti? Çünkü can, aslına, yaratanına gider. Asıl oysa, yaratan oysa
nereye gitti öyleyse?
Hıristiyan, biz böyle bulduk, bulduğumuz yolu tuttuk dedi. Ben de dedim ki:
Babandan, babanın bıraktığı şeyler arasında kalp, kapkara bir altın bulur da ayarı tam, başka birşeyle
karışmamış altın eline geçtiği halde değiştirmez, kalpı kabul eder, ben bulmuşum, yeter dersen;

yahut
babandan sana, çolak bir el kalsa, sonradan da bir ilâç, çolak elini iyi edecek bir hekim bulur da ilâç
kullanmaz, hekime başvurmaz, ben elimi böyle çolak bulmuşum, iyileşmesini istemem dersen;

babanın
öldüğü, senin büyüdüğün yerin suyu tuzlu olur, sonra da suyu tatlı, bitkisi tatlı, halkı sağ-esen bir yere

yol
bulur da oraya göçmeyi dilemez, senden sayrılıkları giderecek tatlı suyu içmek istemez, biz bu yeri,
sayrılıklar veren bu acı suyu bulmuşuz; bulduğumuza sarılmışız dersen bu, akıl işi değildir. Akıllı olan,
sağduyu ıssı bulunan kişi, hâşâ, bu işi yapmaz, bu sözü söylemez. Ulu Allah sana, babanın aklından

başka
bir akıl, babanın görüşünden başka bir görüş, başka bir ayırdediş vermiş; görüşünü, aklını boşlama;

seni
aşağılık bir hale sokan, sana doğru yolu buldurmayan akla uyma. Yutaş'ın babası, ayakkabı dikerdi.

Oysa
padişahın tapısına ulaştı. Padişah ona, padişahların tapısında yapılması gereken edepleri, silâh

kullanmayı
öğretti, ona en yüce bir mevki verdi; o da kesin olarak, biz babamızdan ayakkabı dikmeyi öğrendik;

bu
mertebeyi istemeyiz; a padişahım, sen çarşıda bir dükkân aç bana da ayakkabı dikmeye başlayayım,

geçinip
gideyim demedi. Köpek bile köpekliğiyle av avlamayı öğrendi mi, padişahın avcısı olur; babasından,
anasından bulduğunu- gördüğünü unutur. Oysa ki samanlıklarda, yıkık yerlerde otururdu; leşe

düşkündü.
Fakat şimdi padişahın ordusuna uymada, onların peşine düşmede. Doğan da böyle. Padişah onu

terbiye
ettikten sonra biz, babamızdan, dağlardaki kovuklarda yuva kurmayı, leş yemeyi gördük, padişahın
davuluna kulak asmayız, avının peşine düşmeyiz demiyor. Hayvanın aklı bile babasından-anasından

bulup
gördüğü şeyden daha güzelini buldu mu ona sarılıyor da insan, aklıyla, ayırdedişiyle, yeryüzündeki
yaratıkların hepsinden üstünken, anamdan-babamdan böyle gördüm diyor; Allah korusun, ne de kötü
insandır bu çeşit insan. Evet, esenlik ona, Îsâ'nın rabbi, Îsâ'yı üstün etti, kendisine yaklaştırdı; Îsâ'ya

tapı
kılan, rabbe tapı kılmıştır; Îsâ'ya uyan, rabbe uymuştur derse doğrudur bu söz. Allah Îsâ'dan daha

üstün bir
peygamber yolladı da onun elinden Îsâ'dan beliren şeyleri, hattâ daha da üstününü belirtti mi, o
peygambere uymak gerektir; hem de Allah için uymak gerek, kendisi için değil. Ona tapı kılmak,

ancak
Allah içindir. Onu kendisi için değil, Allah için sevmek gerek. Zâti Allahdan başkasını sevmek de Ulu

Allahyı
sevmektir. "Sonucu rabbine varır." Yâni Allahdan başkası için birşey sevsen, Allahdan başkası için

arayıp
dilesen gene o sevgi, Allahya varır-dayanır; onu da ancak onun için seversin sen.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
Kâ'be'yi örtüyle örtmek, bir hevese uymadan başka birşey değil;
But olmaktan kurtulup Beyt oldu ya; beyt sözündeki "y"
süs olarak yeter ona (*).
(*) Bu beyit farsçadır.
"Gözlerin yaratılıştan kara oluşu, sürme çekmeye benzemez." Hani elbisenin yırtık-pırtık oluşu,
zenginliğin güzelliğini, debdebesini örter ya; elbisenin yeniliği, güzelliği de yoksulların yüzlerini,
güzelliklerini, olgunluklarını örter; buna benzer işte. Yoksulun elbisesi yırtıldı mı, yüreği açılır, gönlü

genişler
(*).
(*) Bu bölüm, notlarda belirtilen parçalardan başka, tüm olarak arapçadır.
Baş vardır, altın taçla bezenir; baş vardır, altın taç, mücevherlerle süslü taç, onun büklüm-büklüm
saçlarının güzelliğini örter. Çünkü güzellerin kıvırcık saçları, aşkı çeker mi çeker; gönüllerin taht

kurduğu
yerdir o baş. Altın taçsa cansızdır; o gönül sevgilisini örter.
Süleyman'ın yüzüğünü her yerde, herşeyde aradık; yoklukta bulduk. Bu güzelle bunca düştük-kalktık;
yokluğa râzı olduğu gibi hiçbir şeye râzı olmadı. Zâti ben, küçüklüğümden beri orospulara düşkünüm;

işimgücüm
buymuş benim; bilmiyorum işte; engelleri yokluk gidermede; perdeleri o yakmada. Bütün ibâdetlerin
temeli bu; geri kalanlar parça-buçuk. Hani koyunun boğazını kesmezsin de ayağına üfler-durursun; ne
faydası var bunun? Oruç, adamı yokluğa götürür; bütün güzelliklerin hazneleri de ordadır. "Allah,
sabredenlerledir."
Çarşıdaki dükkânda bulunan yenecek, içilecek, kullanılacak, alınacak şeylerin, bir sanatla ilgili
nesnelerin herbirinin ipucu, insanın özündeki ihtiyaçtır. Fakat o ipucu gizlidir. O şey gerekmiyorsa o

ipucu
oynamaz, meydana çıkmaz. Böylece her şerîatin, her dînin, her kerâmetin, peygamberlerden beliren

her
mûcizenin, her halin... bunların herbirinin, insanın canında bir ipucu vardır; o gerekmedikçe ipucu

oynamaz,
görünmez. "Biz, ap-aydın kitapta herşeyi sayıp döktük, takdir ettik."
Kötülüğü, iyiliği yapan bir midir, iki midir diye (birisi) sordu.
(Mevlânâ) cevap verdi:
Karşılıklı konuşurken, işkile düşünce kesin olarak iki olur. Çünkü hiç kimse kendisine aykırı olamaz,
kendisiyle karşılaşamaz. Bu yüzden de kötülük, iyilikten ayrılamaz. Çünkü iyilik, kötülük olmadıkça

olmaz.
Anlaşıyorlar ya, iyilikten vazgeçmek de kötülükle olur; kötülüğe düşkünlük olmasaydı kötülükten
vazgeçmeye de kalkışılmazdı; hiçbir şey de meydana gelmezdi. Hani Mecûsîler derler ya; Yezdan,

iyilikleri
yaratandır, Ahriman kötülükleri, istenmeyen şeyleri yaratan. Cevap verir de deriz ki onlara: Sevilen

şeyler,
sevilmiyen, istenmeyen şeylerden ayrılmaz ki. Çünkü istenmeyen, sevilmeyen bir tarafı olmayan

sevgili
bulunamaz. Zâti sevgili, istenmeyen, hoşlanılmayan şeyleri bulunmayan kişidir; fakat istenmeyen,
hoşlanılmayan şeylerin yok olması, o çeşit şeyler olmadıkça mümkün değildir. Sevinç, gamın yok

olmasıdır
hani; amma gamın yok olması, gam olmadıkça mümkün değildir; şu halde her ikisi de, birbirinden
ayrılmayan tek birşeydir.
Bir de dedim ki:
Birşey yok olmadıkça faydası görünmez; hani söz gibi. Sözün harfleri bitmeden, söz söylenmeden
dinleyen, faydalanamaz. Ârif kişi hakkında kötü söyleyen, gerçekte iyi söylüyor sayılır. Çünkü ârif, o

kınanan
huydan zâti kaçar, o huya düşmandır. Şu halde o huyu kınayan, ârifin düşmanını kınamada, ârifiyse
övmededir; sebebi de şu ki: Ârif, öylesine kınanan kötü huydan kaçmadadır; kötülükten kaçansa

övülmeye
geder; "Herşey, zıddiyle belirir." Öyleyse ârif, gerçek olarak bilir de der ki: O adam, benim düşmanım

değil,
beni kınamıyor. Ben, kutlu, güzel bir bahçeyim, çevremde de duvar var. O duvarın üstünde pislikler

var,
tikenler var. O bahçeye yolu düşen, bahçeyi görmüyor da o duvarı, o pisliği görüyor, onun kötülüğünü
söylüyor. İş böyle olunca bahçe, o dama ne diye kızsın? Bu kötü söz, bahçeye girmek için duvarı

aşmaya
uğraşan kişiye zarar verir. Demek ki duvarı kınayış, bahçeden uzak kalıyor; kötüleyen, kınayan da

kendisini
öldürmüş oluyor. Allah rahmet etsin, esenlik versin, Mustafâ da "Bengüle-güle öldürenim"

buyurmuştu ya.
Yâni benim bir düşmanım yoktur ki kızarak öldüreyim onu demektir bu. Mustafâ, o kâfir, kendi kendini

yüz
çeşit öldürmesin diye onu bir çeşit öldürür-gider de bu yüzden güle-güle öldürmüş olur.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
30. BOLÜM - Polis, tutmak için boyuna hırsızları arar; hırsızlar da ondan kaçar. Hırsızın polisi tutmak
için araması, görülmemiş birşeydir. Ulu Allah, Bayezîd'e, ey Bayezîd dedi, ne istiyorsun? Bayezîd,
istememeyi istiyorum dedi. Şimdi, insanda iki hal vardır ancak; ya ister, ya istemez. Şimdilik hep
istememek, insanlık huyu değildir. Kendisinden tümden boşalmış, varlığı hiç kalmamış kişinin halidir

bu.
Varlığı kalmış olsaydı onda, o insanlık huyu da kalırdı; yâni isterdi, istemezdi. Ulu Allah onu

olgunlaştırmak,
tümden şeyh yapmak istemişti. Bundan sonra da onda öylesine bir hal belirir ki oraya artık ikilik,

ayrılık
sığmaz, tümden ulaşmak belirir, birlik meydana gelir. Birşey istersin, o da kolay-kolay ele geçmez;

bütün
zahmetler, bundan meydana gelir; istemedin mi, zahmet de kalmaz.
İnsanlar kısım-kısımdır; bu yolda mertebeleri vardır onların. Kimisi, çalışa-çabalıya bir yere ulaşır ki
içinden geçen şeyi, düşüncesine gelen şeyi yapar; insanın da elindedir bu. Fakat içine bir istek

gelmesin, bir
düşünceye kapılmasın; bu, adamın elinde değildir. İsteği,düşünceyi Allah cezbesinden başka birşey
gideremez insandan. "De ki: Gerçek geldi, aslı olmayan gitti." "Geç a inanç ıssı; ışığın ateşimi

söndürdü."
İnanç ıssı, gerçek inanca tümden ulaşırsa o, Allah ne dilerse onu yapar, ister onun cezbesi olsun,

ister Allah
cezbesi olsun.
Hani peygamberlerden, Mustafâ'dan sonra başkalarına vahiy gelmez artık diye bir sözdür, söylerler

ya;
neden gelmesin? Gelir; gelir amma vahiy demezler ona; anlamı da şu: "İnanan, Allah ışığıyla

bakar-görür."
derler hani. Allah ışığıyla bakan, herşeyi görür; önü de görür, sonu da; önünde olmayanı da görür,

olanı da.
Allah ışığından nasıl olur da birşey örtülü kalır? Örtülü kalırsa Allah ışığı değildir o. Şu halde vahiy
demeseler de vahyin anlamı var.
Allah râzı olsun ondan, Osman, halîfe olunca minbere çıktı. Halk, ne diyecek diye bekliyordu. Sustu,
hiç söylemedi, halka bakmaya koyuldu. Halka öylesine bir hal geldi, öylesine vecde daldılar ki dışarı
çıkmalarına imkân kalmadı; birbirlerinden, nerde oturduklarından haberleri bile yoktu. Yüz öğütle, yüz
hutbeyle bu güzelim hali elde edemezlerdi. Öyle faydalar elde ettiler, öylesine sırlar açıldı onlara ki

bunca
ibâdetle, bunca öğütle bunları elde edememişlerdi. Meclisin sonunadek öylece bakıyordu onlara,

hiçbir şey
söylemiyordu. Minberden ineceği zaman "İş gören imam, söz söyleyen imamdan daha hayırlıdır size"
buyurdu. Çünkü sözden maksat, dinleyene fayda vermek, gönlünü yumuşatmak, huylarını

değiştirmektir.
Sözden elde ettiklerinin kat-kat fazlasını sözsüz elde ettiler. Bu bakımdan buyurduğu söz, gerçeğin ta
kendisiydi. Şimdi geldik şuna: Kendisine iş gören dedi amma minberdeyken gözle görülebilecek bir iş

de
yapmadı. Namaz kılmadı, Hacca gitmedi, sadaka vermedi, birşey okumadı, söylemedi; hutbe bile

okumadı.
Anladık ya artık; iş-güç bu görünen iş-güç değil yalnız. Şu görünenler, o işin-o gücün şekli, o iş-güçse

bunun
canı. İşte şimdilik Mustafâ, Allah rahmet etsin, esenlikler versin, "Sahâbem yıldızlara benzer,

hangisine
uyarsanız doğru yolu bulursunuz" buyurdu ya; birisi yıldıza bakar, gidilecek yolu gidilmeyecek yoldan
ayırdeder, yola düşer. Yıldız, ona söz söyler mi hiç? Ancak yıldıza bakar, yolunu bulur, varacağı yere

varır.
Böylece Allah erenlerine de bakarsın; olabilir ki onlar, sende tasarruf ederler de sözsüz-lâfsız,

dedisizkodusuz
maksadını elde edersin, ulaşma, buluşma durağına götürürler seni.
Sevgiyi kolay sanan bir bana baksın;
Halim anlatır ona; korkutur onu elbet.
Allahnın dünyâsında olmayacak şeye dayanmadan daha güç hiçbir şey yoktur. Meselâ, bir kitabı
okumuşsun, düzeltmişsin, harekelemişsin; birisi, yanında oturmuş, o kitabı yanlış okuyor; dayanabilir

misin
buna? Mümkünü yok. Onu okumamış olsaydın, ister doğru okusun, ister yanlış, bir farkı olmazdı

sence;
çünkü yanlışını doğrusundan ayırdedemezdin. Şu halde olmayacak şeye dayanmak, pek büyük bir

savaştır.
Şimdi peygamberlerle erenler de kendilerini savaşa sokmazlar, güce koşmazlar. Önce dilerlerken,

nefislerini
öldürmek, dileklerinden, özlemlerinden geçmek için savaşmışlardır; bu, en büyük savaştır. Eriştiler

mi,
eminlik durağını yurt edindiler mi, onlara eğri-doğru, herşey açılır, görünür artık. Doğruyu eğriden
ayırdederler, görürler. Fakat gene de büyük bir savaş içindedir onlar. Çünkü bu halkın bütün işi-gücü
eğridir. Onlar da görürler, dayanırlar. Yüz tane eğriden birini söylerler; o işi işleyene güç gelmesin

derler;
geri kalan eğri işlerini örterler. Üstelik o eğri iş doğrudur diye onu överler de; böylece birer-birer o

eğrilikleri
bırakmasına çalışırlar. Hani bir öğretmen, çocuğa yazı öğretir. Çocuk, harfleri öğrenip yazmaya

başladı mı
bir satır yazar, öğretmene gösterir. Öğretmene göre hepsi de eğridir, hepsi de kötü. Fakat

öğretmenlik
sanatı dolayısiyle hoşgörür de hepsi güzel, ne de güzel yazmışsın, tuh-tuh nazar değmesin; yalnız şu

harfi
kötü yazmışsın; şöyle yazman gerek bir de şu harfi kötü yazmışsın der; bir satırdan birkaç harfi

kötüler,
islam-kuran-hadis.blogspot.com
şöyle yazman gerek diye ona gösterir. Çocuğun gönlüne ürküntü gelmesin, yüreği gevşemesin diye

geri
kalan harfleri beğenmiş görünür. Çocuk da bu beğenişe aldanır, yüreğine güç-kuvvet gelir. Böylece

çocuğa
yavaş-yavaş öğretir, yardımda bulunur.
Allah dilerse umarız ki Ulu Allah, Emîr'in dileklerini kolaylaştırır; gönlünde ne varsa, neyi istiyorsa

verir.
Gönlünde bulunan, fakat ne olduğunu bilmediği için istemediği devletleri de kolaylaştırır, verir de

onları
görüp seyredince, kendisine ulaşan o bağışları elde edince önceki dileklerine bakar da utanır;

önümde böyle
birşey varmış, böylesine bir devlet, böylesine bir nimet varken nasıl oldu da o dileklerde bulundum

diye
utançlara dalar-gider. Şimdi vergi ona derler ki insanın ne vehmine gelir, ne aklından geçer. Çünkü

insanın
vehmine gelen şey, kendi himmetincedir, kendi miktarınca; Allah vergisiyse Allah miktarıncadır. Şu

halde
Allah vergisi, Allahya lâyık olan vergidir, kulun vehmine, kulun himmetine lâyık olan değil. "Ne göz
görmüştür, ne kulak duymuştur, ne de insanın hatırından geçmiştir." Her ne kadar sen, vergilerimi
umuyordun amma gözlerin gördüğü, kulakların, o çeşit şeyleri duyduğu, gönüllere onlara benzer

şeylerin
geldiği nimetleri umuyordun; benim vergimse bütün onlardan dışarı, bütün onların ötesinde.
31. BÖLÜM -Yakıyn sıfatı, olgun bir şeyhtir; güzel, gerçek sanılar da onun müritleridir. Ayrı-ayrı
dereceleri var, bunların. Sanı, doğruya yakın sanı, doğruya daha da yakın sanı; böylece gider işte.

Sanı, ne
kadar artık olursa inanca o kadar yakındır, yalandan-yalanlamadan o kadar uzak. "Abû-Bekr'in inancı
tartılsa." Bütün doğru sanılar, inançtan süt emerler de gelişirler. Bu süt emme, büyüyüp gelişmede

bilgiyle,
işle sanının artmasına işarettir; böylece herbir sanı, inanç olur, inançta tümden yok olur-gider; çünkü

inanç
haline geldi mi, sanı kalmaz. Şu bedenler dünyasında görünen şeyhlerle müritler, o inanç şeyhiyle
müritlerinin şekilleridir. Delili de şu: Bu görünen şekiller, zamandan zamana, yüzyıldan yüzyıla

değişirler;
fakat inanç şeyhiyle çocukları sayılan doğru sanılar, devirler geçer, yüzyıllar aşar da gene dünyada,
değişmeden dururlar. Yanıltıcı, azdırıcı, yalanlayıcı sanılar da inanç şeyhinin sürgünleridir. Hergün

ondan,
biraz daha uzaklaşırlar; hergün biraz daha alçalırlar; çünkü hergün, o kötü sanıyı çoğaltmaya,

geliştirmeye
uğraşırlar. "Gönüllerinde sayrılık var da Allah, sayrılıklarını arttırır onların." Deve sahipleri hurma yer,
develer de tiken yer. Ulu Allah demiştir: "Bakmazlar mı deveye?" "Ancak tövbe eden, inanan, iyi işte
bulunan başka"; "Allah onların kötülüklerini iyiliklere döndürür." Sanıyı bozup kötüleştirmek için

uğraşmaya
koyuldu mu, o anda sanıyı düzene sokmaya kuvvet olur bu uğraşma. Bu, şuna benzer hani: Bilgin bir

hırsız
tövbe eder de polis olur. Hırsızken hırsızlık, yankesicilik için çalışıp uğraşması, artık adalette

bulunmasına,
ihsanda bulunmasına bir kuvvet olur. Önce hırsız olmayan öbür polislerden de üstündür. Çünkü

hırsızlıkta
bulunmuş olan bu polis, hırsızların yolunu-yordamını bilir, hırsızların halleri kapalı-örtülü kalmaz ona.

Bu
çeşit adam, şeyh olursa pek olgun olur, dünyada kılavuz kesilir, zamanın Mehdî' si olur.
32.BOLÜM- Bizden kaçın, yaklaşmayın bize dediler; İhtiyacım size, nasıl çekinir, kaçarım
sizden? (l)
Şunu bilmek gerek ki herkes, nerde olursa olsun, muhtaç olduğu şeyin yanıbaşındadır, ondan
ayrılamaz. Her hayvan, muhtaç olduğu şeyin yanı-başındadır, onunla beraberdir. "Muhtaç olduğu şey,

ona
babasından da yakındır, anasından da; onunla bitişiktir o"(2) muhtaç olduğu şey, onun bağıdır, onu

bir
yular gibi o yana bu yana çeker-durur. Bir adamın kendi kendini bağlamasına imkân yoktur; çünkü

insan,
bağdan kurtulmayı ister. Bağdan kurtulmak isteyenin bağlanmayı istemesine imkân yok. Öyleyse

kesin
olarak onu, bir başkası bağlamıştır. Meselâ sağlık isteyenin kendini sayrı etmemesi gerekir. Çünkü

hem
sayrılık istemesine, hem de sayrık istemesine imkân yok. Madem ki muhtaç olduğu şeyin

yanıbaşındadır;
muhtaç olduğu şeyi verenin de yanıbaşındadır o. Madem ki yularlıdır; yularını çekenin, kendisine yular
takanın da yanıbaşındadır. Yalnız gözü yulardadır da o yüzden üstün değildir, o yüzden değersizdir o.

Gözü
yuları çekende olsaydı yulardan kurtulurdu; yuları çeken, yular kesilirdi ona. Çünkü yularsız, yuları

çekenin
peşine düşmez de o yüzden yular takılır ona; gözü, yuları çekende değildir. Hasılı " Büyüyüp bir

hortuma
dönen burnuna yakında, bir damgadır, vururuz" Madem ki yularsız peşimizden gelmiyor; biz de ağzına,
burnuna gem vuralım da istemeden çekelim-sürüyelim onu.
Sekseninden sonra oyun olur mu derler;
islam-kuran-hadis.blogspot.com
Ben de sekseninden önce oyun olur mu dedîm(3)
Ulu Allah, kendi lûtfundan ihtiyarlara öylesine bir çocukluk bağışlar ki çocukların haberleri bile

yoktur
ondan. Çocuklar, dünyâyı yeni görmüşlerdir; bıkmamışlar, usanmamışlardır dünyâdan; bu yüzden

çocukluk,
onları yep-yeni bir yaşayışa atar da sıçratır, hoplatır, güldürür onları; oynama isteği verir onlara. Bu

ihtiyar
da dünyâyı yeni görür.
Gerçekten de ihtiyarlığın kadri pek yüce;
Saçlar ağarmaya başladı mı yeniden oyuna dalıyor insan.(4)
Demek ki ihtiyarlığın ululuğu, Allah ululuğundan artmada; kadri, Allah yüceliğinden yücelmede; çünkü
Allah ululuğunun baharı beliriyor. Güz mevsimine benzeyen ihtiyarlık o baharı yenebilir mi, güzlük

huyunu
bırakmaz mı? Böyle bir şey olsa Allah baharının üstünlüğünün arıklaşması gerekir; bir dişin

düşmesiyle Allah
baharının gülmesi azalır; bir saçın ağarmasıyla Allah ihsanının yeşilliği kaybolur-gider; güz

yağmurlarının
yağmasıyla gerçekler bahçesi sararır-solar demektir. "Allah, zâlimlerin dediklerinden çok yücedir,
münezzehtir o sözlerden."
(1) Bu beyit arapçadır.
(2) Tırnak içindeki cümle arapçadır.
(3-4) Aynı şiirden olan bu iki beyit de arapçadır.
33. BÖLÜM - Onu vahşi bir hayvan şeklinde gördüm.(*) Üstünde bir tilki postu vardı. Tutmak istedim.
Küçücük bir odadaydı; deliklerden dışarıya bakmadaydı. Derken ellerini kaldırdı; şu yana-bu yana

sıçramıya
koyuldu. Sonra onun yanında Tebrizli Celâl'i gördüm. Bir hayvan şeklindeydi; benden ürktü.

Yakaladım onu;
beni ısırmak istiyordu. Başını ayağımın altına aldım, adam-akıllı ezdim onu; içinde ne varsa dışarıya

fırladı.
Ondan sonra derisinin güzelliğine baktım. Bu deriye dedim, altın, mücevher, inci, yakut, bunlardan da
kıymetli şeyler doldurulsa değer. Sonra da dedim ki: Ben alacağımı aldım; a ürkek hayvan; sen

dilediğin
yere kaç; ne yanı görürsen o yana sıçra. Zâti o, yenilmeden korktu da o yüzden sıçradı; oysa ki

kutluluğu,
yenilmesindeydi. Gerçekten de o, akan yıldızların âni hareketlerini ve bundan başka daha da bâzı

şeyleri
gösteriyordu sanki. Onun gönlüne, herşeyi anlama dileği geldi. Fakat bu yolu tutup herşeyi bellemeye
çalışan ve bundan tat duyan herkes, bunu elde edemez; buna imkân yoktur. Çünkü ârifin öylesine bir

hali
vardır ki bu tuzaklarla avlanamaz; bu av, ne kadar düz ve sağlam olursa olsun, bu tuzaklarla

avlanmaya da
lâyık değildir. Anlayışlı birinin, kendisini anlayabilmesi, ancak ârifin elindedir. Hiçbir kimse, o

istemezse ârifi
anlayamaz. Sen pusuya oturmuşsun; avlanmak istiyorsun.Avsa seni görüyor; ne kurduğunu, ne

düzende
bulunduğunu da görüyor. Av, dilediğini yapabilir; geçip giderken senin tasarladığın yoldan senin pusu
kurduğun yerden geçmez; kendi bildiği, dilediği yoldan geçer-gider. "Allahnın yeryüzü geniştir." "Onun
bilgisinden, dilediği miktardan başkasını kavrayamazlar." Sonra bu incelikler, senin diline, senin

anlayışına
düştü mü, incelikleri kalmaz ki; hattâ sana ulaştıklarından bozulur-gider onlar, Hani bozuk olsun,

düzgün
olsun, ârifin ağzına düşen, anlayışına-kavrayışına ulaşan herşeyin, Allah yardımlarıyla, Allah

lûtuflarıyla
örtülüp bambaşka birşeye döndüğü gibi. Sopayı görmez misin hele? Mûsâ'nın elinde nasıl değişti,

sopalığı
kalmadı. Hannâne direğiyle Peygamber'in elindeki çöp, Mûsâ'nın ağzındaki duâ, Dâvûd'un elindeki

demir de
böyle; Dâvûd'a karşı dağlar da böyle; bunlar da oldukları halde kalmadılar, olduklarından bam-başka

bir
hale döndüler. İşte ince anlamlar, dualar da karanlık, beden âlemine bağlı bir ele düşerlerse oldukları

gibi
kalmazlar.
Senin varlığın sende oldukça
İbadet bile etsen Kâ'be meyhâneye döner.
"Kâfir, yedi mîdeyle yemek yer." Bilgisiz döşemecinin seçtiği şu eşek sıpası da yetmiş mideyle yemek
yiyor; bir mîdeyleyse bile öyle geliyor adama. Çünkü sevilmeyen adamın herşeyi, her işi sevilmez.

Sevilenin
yaptığı herşey sevimli görünür. Döşemeci burada olsaydı yanına gider, ona öğüt verirdim; onu evden

atıp
kendinden uzaklaştırıncaya dek de yanından ayrılmazdım. Çünkü o, döşemecinin kanını, gönlünü,

canını,
aklını bozuyor. Keşke şarap içmek gibi kötülüklere alıştırsaydı onu; çünkü bunlar, yardımcının

yardımlarıyla
düzelir-gider. Oysa ki o, evi seccâdelerle doldurdu. Nolurdu döşemeci, onu bu seccâdelere sarıp da
islam-kuran-hadis.blogspot.com
yaksaydı; döşemeci, ondan da kurtulurdu, şerrinden de; çünkü o, yardımcı hakkındaki inancını

bozuyor, göz
göre-göre önünde alay ediyor, kovuculukta bulunuyor da döşemeci susup duruyor, kendini öldürüyor

âdeta.
Döşemeciyi tesbihlerle, virdlerle, namazlarla avlamış. Dilerim Allah, bir gün döşemecinin gözlerini

açsın;
elbette açar; açar da ne yoksunluklara düştüğünü, yardımcı Allahnın rahmetinden ne kadar

uzaklaştığını
görür, eliyle başını keser onun; ona der ki: Beni öldürdün; bütün suçlar bende toplandı; bütün kötü

işlere
ben daldım; kötü işlerimi, azgın, bozuk inançlarımı, evin bir bucağında otururken sırtıma yüklenmişim;

bunu
böyle gördüler; bunları yardımcıdan gizliyordum; hepsini de sırtıma yüklenmiştim; oysa, ondan

gizlediklerimi
hep anlıyordu da ne diye saklıyorsun diyordu bana; canım, elinde olana and olsun, o gizli şekilleri bir
çağırsam hepsi de birer-birer önüme gelir, ap-apaçık görünür; kendini gösterir, halinden haber verir.

İbâdet
yolunu tutarak kulları Allah yolundan azdıran, onların yollarını kesen bu çeşit yol kesicilerden Allah

kurtarsın
mazlumları.
Padişahlar, savaşlarda bulunamayan şehir halkına, savaş erlerinin savaşını seyrettirmek,

düşmanların
başlarını nasıl kestiklerini, kellelerin meydanda nasıl yuvarlandığını, erlerin saldırışını, geri çekilişini,

kaçışını
göstermek için meydanda top-çevgen oynatırlar. Meydandaki bu oyun, gerçek savaşı göstermek için

bir
usturlaptır sanki. Allah ehlinin namaz kılması, semâ 'etmesi de buna benzer işte. Gizlilik âleminde
kendilerine has olan Allah buyruklarına nasıl uyduklarını, Allahnın yapma dediği işlerden nasıl

çekindiklerini
göstermek içindir namazları, semâ’ları. Semâ'da nağmeler inşâd eden, namazdaki imama benzer;

semâ
edenler de ona uymuşlardır. Nağmeci, ağır ırlarsa semâ’ da ağır olur, hızlı ırlarsa semâ'da hızlaşır. Bu

da,
özden gelen, içten duyulan yap, yapma diye buyruk verenin buyruğuna uymayı gösterir.
(*) Bu cümle farsça, ondan sonra bu bölüm, bir beyitten başka sonuna dek arapçadır.
34. BÖLÜM- Şaşarım şu hâfızlara; nasıl da âriflerden bir koku bile almazlar. Allah anlatır da "Uyma çok
and içenlerin hiçbirine" der ya; bunu okur; fakat kovucunun da ta kendisidir o. Filânın sözüne kulak

asma, o
ne derse desin, sana karşı öyledir diye kovuculuk eder. "Ayıp arayan, kovucu, söz getirip götürücüye;

hayrı
tümden men'edene" (diye de gene okur).
Kur'ân, şaşılacak kıskanç bir büyücüdür. Öylesine bir göz bağlar, kulak tıkar ki. Açıkça düşmanın
kulağına okur; o da sözüm ona, anlar, fakat hiç haberi olmaz. Yahut da verir, gerisin-geriye alıverir.

"Allah
mühürlemiştir, kapamıştır." Mühürleyişi, kapayışı, ne de hoş; duyuyor da anlamıyor; okuyor, söylüyor

da gene
anlamıyor. Allah lâtiftir, kahrı da lâtîf, kilitleyişi de lâtîf. Amma kilitleyişi açışı gibi değil; açışının

güzelliği
tarifsiz, övülmeye bile sığmaz. Bütün organlarımı döküp-saçarsam bu, onun sonsuz güzelliğindendir;

kilitler
açıcılığındaki tattandır; onun neliksiz-niteliksiz açıcılığındandır. Sakının, benim için hastalığı

kınamayın; ölümü
yermeyin. Sayrılık, ölüm, gizlemek için bir sebep; asıl beni öldüren, bu güzelliktir, bu eşsizlik. Ortaya

gelen o
bıçak, o kılıç, yabancının kem gözü, bu öldürüş alanına değmesin diye yabancıların gözlerini oradan
uzaklaştırmak içindir.
35. BÖLÜM- Şekil, aşkın parça-buçuğudur; aşksız o şeklin değeri yoktur. Parça-buçuk,

tümsüz-temelsiz
olamaz. Allahya şekil diyemezler; çünkü şekil, parça-buçuktur; ona parça-buçuk denemez ki.
(Birisi,) aşk da şekilsiz düşünülemez, şekilsiz meydana gelemez; şu halde şeklin parça-buçuğu

olmuyor
mu dedi. Dedik ki: Neden şekilsiz düşünülemesin aşk? Oysa ki şekilleri meydana getiren odur. Yüz

binlerce
şekil, aşktan kopar; bu şekiller, hem göze görünürler, hem gerçekleşmişlerdir. Şekil, resim, şekli

yapandan,
ressamdan ayrı değildir; ressam da resimsiz ressam olamaz amma resim, parça-buçuktur, ressamsa

tümdürtemeldir.
Hani parmağın, yüzükle oynayışı gibi (*). Ev sevgisi olmadan mühendis, evin şeklini, evi düşünür
mü hiç? Hani buğday bir yıl altın pahasınadır, bir yıl toprak pahasına; şekliyse neyse odur gene.

Demek ki
buğdayın şeklindeki değer, aşka göre meydana geliyor. Böylece dilediğin, sevdiğin hünerde ne kadar
istekliysen sence o kadar değerlidir; ne kadar seviyorsan o kadar yücedir sence. Bir zaman bir

hünerin, bir
san'âtın dileklisi olmasa o hüneri, o san'atı hiç öğrenmezler; onun üstüne hiç mi hiç düşmezler. Aşk
yoksulluktur, bir şeye muhtaç oluştur; demek ki muhtaç oluş, temeldir, kendisine muhtaç olunan

şeyse parçabuçuktur
derler ya; biz, şu sözü söylüyorsun ya deriz, muhtaç olduğundan söylüyorsun; demek bu söz, senin
islam-kuran-hadis.blogspot.com
ihtiyacından meydana geldi. Çünkü bu sözü söylemek istedin, o yüzden doğdu bu söz. Şu halde

muhtaç
olmak daha önce geliyor; bu söz de ondan doğuyor; söz yokken de muhtaç oluş var demek; böyle

olunca da
aşk ve muhtaç oluş, parça buçuk olmaz.
(Birisi,) peki dedi; o muhtaç oluştan maksat, bu sözün söylenişiydi; maksat, nasıl olur da parça-buçuk
olur?
Dedi ki: Maksat daima parça-buçuktur; ağacın kökünden maksat, ağacın parça-buçuğudur, dalıdır,
meyvesidir.
(*)Bu cüm36. BÖLÜM-(Mevlânâ) buyurdu ki:
O cariyeciğin dâvasına giriştiler ya; yalan bir dâvâ, ileriye de gitmez; fakat o yüzden şu topluluğun
vehmine bir tozdur, konu işte.
İnsanın vehmi, insanın içi, koridora benzer. Gelenler, önce koridora girerler, ondan sonra eve gelirler.
Bütün dünya, bir evdir sanki. Bu eve giren, bu dehlize dalan, elbette evde görünecektir. Meselâ içinde
oturduğumuz şu evin şekli, önce mühendisin gönlünde belirdi, ondan sonra bu ev meydana geldi.

Bütün
dünya bir evdir dedik ya; vehim, tasarlayış, düşünce, bu evin koridorudur. Koridorda beliren, gözüne

görünen
şey gerçek olarak bil ki evde de görünecektir. Dünyada beliren, görünen hayır-şer, herşey, önce

koridorda
belirmiştir; ondan sonra burada, dünyada. Ulu Allah, dünyada görülmemiş, şaşılacak çeşit-ceşit renk

renk
şeyler, bağlar, bahçeler, çayırlar... bilgiler çeşit-çeşit kitaplar meydana getirmeyi istedi mi, o isteği, o

ihtiyacı
önce gönüllere koyar, ondan sonra da onları, bu istekten, bu ihtiyaçtan meydana getirir. Böylece bu

dünyada
ne görüyorsan bil ki o dünyada var. Meselâ bir nemde ne görüyorsan bil ki denizde de var. Çünkü bu

nem, o
denizden. Böylece Ulu Allah, bu göğü, bu yeri, Arş'ı, Kürsî'yi, başka şaşılacak şeyleri yaratmak

dileyince,
bunların isteğini, önce gelip-geçenlerin gönüllerine verdi; kâinat, bu yüzden meydana geldi.
Halkın kimisi, dünyanın önüne ön yoktur, der; bunların sözleri nasıl dinlenebilir? Kimisi de sonradan
yaratılmıştır der; bunlar erenlerdir, peygamberlerdir; bunlar, kâinattan da önce vardır. Ulu Allah

kâinatın
yaratılması isteğini onların canlarına vermiştir de sonra bu âlem meydana gelmiştir. Demek ki bunlar,

gerçek
olarak biliyorlar ki âlem, sonradan meydana gelmiştir, çünkü kendi duraklarından haber veriyor

bunlar.
Meselâ, şu oturduğumuz evdeyiz, ömrümüz altmış-yetmiş olmuş; görmüşüz ki bu ev yoktu; birkaç

yıldır,
yapıldı bu ev. Şimdi bu evde, kapının dibinden, duvarın kovuğundan, tahta kurdu, fâre, yılan, başka

küçücük
hayvanlar doğar ya; onlar evi, yapılmış-kurulmuş görürler de bu evin önüne ön yoktur diyebilirler.

Fakat
deseler de bu söz, bize delil olamaz ki. Çünkü biz görmüşüz ki bu ev, sonradan yapılmıştır. Böylece

evin
kapısında, duvarında meydana gelen, bu evden başka birşey bilmeyen, görmeyen şu hayvancıklar, bu

dünya
evinden meydana gelen topluluktur. Onlarda bir öz, bir maya yoktur. Buradan bitmedir onlar, gene

burada
yere gömülürler, yiter-giderler. Şimdi bunlar, âlemin önüne ön yoktur derlerse sözleri, peygamberlerle

erenler
katında delil olur mu hiç? Peygamberler, erenler, âlemden yüz milyonlarca yıl önce vardı; hattâ

yılın-sayının
da yeri mi? Onların varlığına ne sınır var, ne sayı. Senin, şu evin sonradan yapıldığını gördüğün gibi

onlar da
kâinatın sonradan yapıldığını görmüşlerdir. Sonra da o filozofçuk, Sünnîye âlemin sonradan yapıldığını

neyle
bildin diyor. A eşek, âlemin önüne ön olmadığını sen neyle bildin? Âlemin önüne ön yok demenin

anlamı,
âlem yaratılmamıştır demektir. Bu, birşeyin olmadığına tanıklık etmektir; oysa ki birşeyin varlığına

tanıklık,
yokluğuna tanıklıktan daha da kolaydır. Çünkü yokluğuna tanıklık etmenin anlamı, meselâ, filân

adam,
feşman işi yapmamıştır demektir. Fakat bunu bilip anlamak güçtür; tanıklık edenin, ömrü boyunca o

adamla
beraber bulunması gerektir ki bu tanıklıkta bulunsun; hem de gece-gündüz, uykuda- uyanıklıkta

beraber
olmalı ki bu işi yapmamıştır diye tanıklık etsin. Bu da gerçek olmayabilir. Bu adam uyuyabilir, yahut o

dama
aptesaneye gitmiş olabilir; bu hallerde de beraber bulunamazlar ya. Bu sebeple bir işin olmadığına

tanıklık
etmek doğru olamaz; çünkü buna imkân yoktur. Fakat birşeyin varlığına, olduğuna tanıklık

mümkündür,
kolaydır. Çünkü bir soluk onunlaydım, şöyle dedi, böyle yaptı diyebilir insan. Hâsılı bu tanıklık, kabul

edilir,
çünkü adamın elindedir, mümkündür. Şimdi a köpek, âlemin sonradan yaratıldığına tanıklık ediyor ya

şu
adam; bu tanıklık, senin âlemin önüne ön yoktur diye ettiğin tanıklıktan daha da kolay. Çünkü

tanıklığından
çıkan son-uç şu: Âlem yaratılmamıştır diyorsun, demek ki birşeyin olmadığına tanıklık etmedesin.

Amma her
islam-kuran-hadis.blogspot.com
ikisine de delil yok; âlem sonradan mı yaratıldı, yoksa önüne ön yok mu, görmemişsiniz ki. Sen ona,

sonradan
yaratıldığını neden bildin diyorsun; o da sana, a kaltaban diyor, yaratılmadığını, önüne ön olmadığını

sen,
neden bildin? Senin dâvân, daha zor, daha olmayacak bir dâvâ.
37. BÖLÜM- Allah rahmet etsin, esenlik versin, Mustafâ, sahabeyle otururken kâfirler, îtirâza
başladılar. Buyurdu ki: Hepiniz şunda birleşmişsiniz ki dünyada biri vardır, vahiy ıssı odur, ona vahiy
gelmededir; herkese gelmemededir. O kişinin de işinde, sözünde, yüzünde, bütün varlığında bunun izi
vardır. Şimdi o izleri gördünüz ya, ona yüz tutun, ona sıkı yapışın da elinizden tutsun sizin. Onlar alt

olup
bu söze karşılık söz bulamayınca kılıçlarına el atarlardı. Sonra gene gelip sahâbeyi incitirler, döverler,
aşağılarlardı. Allah rahmet etsin, esenlik versin, Mustafâ, dayanın da buyururdu, bize üst oldular,

zorla
dinlerini yaymak istiyorlar demesinler; Allah bu dini yayacak. Sahâbe, zamanlarca gizli namaz kıldılar,
Mustafâ'nın adını gizli andılar. Bir zaman sonra, siz de kılıç çekin, savaşın diye buyruk geldi.
Allah rahmet etsin, esenlik versin, Mustafâ'ya anadan doğduğu gibi kalmış, okuma-yazma bilmez
derler. Yazı yazamadığından, bilgiler ıssı olmadığından demezler; yazısı da, bilgisi de, buyruğu da

anadan
doğmadır, sonradan kazanılma değil de bu yüzden ümmî derler ona. Ayın yüzüne rakamlar yazan, yazı
bilmez mi hiç? Dünyada ne var ki bilmesin o; herkes ondan öğreniyor öğrendiğini. Cüz'î akılda ne

vardır
acaba ki Akl-ı Küll'de olmasın? Cüz'î akıl, birşeyi, yahut ona benzer şeyleri görmeden, kendiliğinden

birşey
meydana getiremez. Adamlar, işte, kitaplar yazmışlardır, yeni hendese kuralları kurmuşlar, yeni

yapılar
yapmışlardır; fakat bunlar, yeniden meydana gelmiş şeyler değil. O çeşit şeyleri görmüşler, onlara
fazlalıklar eklemişlerdir ancak. Kendiliklerinden yepyeni birşey meydana getirenler, Akl-ı Küll

mertebesinde
olanlardır. Cüz'î akıl, birşeyi öğrenebilir; bellemeye-öğrenmeye muhtaçtır. Akl-ı Küll, öğretmendir, bu
ihtiyaç yoktur onda. Böylece de meselâ mezar kazma işi gibi, bütün işlerin, bütün sanatların temeli,
başlangıcı vahiydir; halk bütün sıfatları, bütün hünerleri peygamberlerden öğrenmiştir; onlar, Akl-ı

Küll'dür.
Hikâye ederler ya, Kaabil, Hâbil'i öldürünce ne yapacağını bilmiyordu. Derken bir karga, bir kargayı
öldürdü. Toprağı eşti, o ölü kargayı gömdü, üstüne toprak attı; Kaabil'e mezar kazmayı, ölü gömmeyi
öğretti. Bunun gibi bütün zenaatlerde kimin aklı, cüz'î akılsa öğrenmeye muhtaçtır. Herşeyi ilk icat

edense
Akl-ı Küll'dür; Akl-ı Küll'e mazhar olanlar, peygamberlerle erenlerdir, onlar, cüz'î aklı Akl-ı Küll'e
ulaştırmışlar, birleştirmiylerdir. Meselâ, insanın eli, ayağı, gözü, kulağı, bütün duyguları, gönülden,

akıldan
birşeyler öğrenebilir. Ayak, akıldan yürümeyi öğrenir. El, akıldan, gönülden tutmayı beller. Gözle

kulak,
görmeyi, duymayı öğrenir. Fakat gönülle akıl olmazsa bu duygular, bir işe yarar mı, yahut bir iş

görebilir
mi? Şimdi böylece bu göz de akla, gönüle karşı katıdır, kabadır; akılla gönülse lâtif; bu katı, o lâtifle
durmada. Bunun bir inceliği, bir letâfeti varsa bile ondan geliyor; onsuz hiçbir işe yaramıyor,

pisleşiyor,
katılaşıyor, değersiz bir hale geliyor. Tıpkı bunun gibi cüz'î akıllar da Akl-ı Küll'e karşı bir araç, ne
öğreniyorlarsa ondan öğreniyorlar, ondan faydalanıyorlar; Akl-ı Küll'e karşı katı, kaba onlar.
(Birisi) bizi himmetle an, temel olan himmettir, söz olmazsa varsın, olmasın, zâti söz,
parça-buçuktur dedi.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Zâti bu himmet, canlar âleminde, bedenler âleminden önce de vardı. Bizi şu bedenler âlemine boş
yere getirmediler; böyle birşeyin imkânı yok. Şu hakde sözde de iş var, söz de faydalar vermede.

Kaysının
yalnız çekirdeğini yere eksen hiçbir şey bitmez; fakat kabuğuyla ekersen biter. Şu halde anladık ya,

şeklin
de bir işi var. Namaz, içe-öze âit birşey; "Gönül huzûru yoksa namaz da yoktur" demişler; fakat şekil
bakımından da namaz kılman, rükûa varman, secdeye kapanman gerek; ancak o vakit faydalanırsın,
maksadına ulaşırsın. "Onlar, namazlarını daima kılarlar." Bu, can namazıdır. Şekil namazının vakti

vardır,
buysa boyuna kılınır-durur. Çünkü can, deniz âlemidir, sonu yoktur; bedense kıyıdır, kuruluktur, sınırı
vardır, miktarı vardır. Demek ki daimî namaz, ancak canın namazıdır. Canın da rükûu, secdesi vardır

amma
görünüş bakımından da şu rükûu yerine getirmen, secdeye kapanman gerek. Çünkü anlamın şekle

bağlılığı
var; ikisi beraber olmazsa fayda vermez; kaysıyı kabuğuyla ekmedikçe bitmediği gibi hani. Şimdilik

şekil,
anlamın parça-buçuğudur diyorsun. Şekil tebaa, gönülse padişah; sonucu bütün bunlar, izâfî adlar. İş
böyleyken nasıl bu, onun parça-buçuğudur diyebilirsin? Parça-buçuk olmadıkça ona nasıl asıl adı

verilebilir?
Demek ki o, parça-buçuk yüzünden asıl oldu. Bu parça-buçuk olmasaydı onun adı bile anılmazdı.

Kadın
dedin mi, çâresiz ona bir erkek gerek. Hâkim dedin mi, çaresiz bir mahkûm gerek.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
38. BOLÜM (*):- Erzincanlı Hüsâmeddin, dervişlere katılmadan, onlarla düşüp kalkmadan, görüşüp
konuşmadan önce bilginlerle mübâhase etmeye pek düşkündü. Nereye gider-oturursa canla-başla

bahse
girişir, münâzaraya başlardı. İyi de ederdi, güzel de söylerdi hani. Fakat dervişlerle düşüp kalkmaya
başlayınca bu iş, gönlüne soğuk geldi; soğudu bundan artık.
Aşkı, ancak bir başka aşk giderir.
"Allahyla oturup kalkmak isteyen, tasavvuf ehliyle oturup kalksın." Bu bilgiler, dervişlerin hallerine
karşı oyundur, ömrü yitirmektir. "Dünya ancak oyundur." İnsan ergenleşince, aklı başına gelip

olgunlaşınca
oyun oynamaz. Oynasa bile kimse görmesin der, utancından gizli oynar. Şu bilgi, şu dedi-kodu,

dünyanın
şu hevesleri, yeldir; insansa toprak. Yel esti de toprağı tozuttu mu, nereye varırsa gözleri rahatsız

eder; o
yeli yererler, kınarlar ancak. İnsan topraktır amma bir söz duydu mu ağlar, gözyaşları, su gibi akar.
"Görürsün ki Allahdan gerçek olarak geldiğini bilirler de bu yüzden gözleri yaşlarla dolar-taşar."

Şimdi, yel
yerine toprağa su dökersen, iş, tersine olur; şüphe yok ki sulanan topraktan yeşillikler, fesleyenler,
menekşeler, güller biter. Şu yokluk yolu, öylesine bir yoldur ki bu yolda bütün dileklerine kavuşursun.

Neyi
istiyorsan elbette bu yolda, o şey, gelir-çatar sana; ordular bozmak, düşmanlara üst olmak, ülkeler
zapetmek, halkı avucunun içine almak, eşinden-dostundan üstün olmak, güzel, yerinde söz söylemek

gibi,
daha da bunlara benzer herşey. Mâdemki yokluk yolunu seçtin, bunların hepsi de gelir, ulaşır sana.

Başka
yolların aksine bu yola kim girdiyse hiç şikâyet etmemiştir. Bu yoldan başka yolu tutan,

çalışır-çabalar; yüz
binlerce dileğinden birini elde eder; onu da gönlü hoşlanacak, yatışacak kadar değil hani. Çünkü her

yolda
maksada ulaşmak için sebepler vardır, yollar vardır. Maksat, ancak sebeplerin yoluyla elde edilir.

Fakat o
yol da uzundur; tehlikelerle, engellerle doludur. Olabilir ya, sebepler, maksada aykırı gelir.
Şimdi yokluk âlemine geldin, bu yolda çalıştın ya; Ulu Allah sana, öylesine ülkeler verir, öylesine
âlemler bağışlar ki vehmine bile getirmemişsindir onları. Önceden dilediğin, istediğin şeylerden utanır

da
eyvanlar olsun dersin, bunca şeyler varken öyle bayâ şeyi nasıl istemişim ben? Fakat Ulu Allah der ki:

Sen
ondan arındın, istemiyorsun, bezdin amma o vakit aklından geçmişti; bizim için vazgeçtin ondan;
keremimize son yok; elbette onu vereceğiz sana. Nitekim Allah rahmet etsin, esenlikler versin,

Mustafâ,
ulaşmadan, tanınmadan, Arapların güzel, yerinde söz söylemelerini görürdü; ben de böyle güzel, böyle
yerinde söz söyleyebilsem derdi; bunu isterdi. Gizli âlem ona açılınca Allah esriği oldu; o istek, o dilek,
tümden soğuk geldi ona. Ulu Allah buyurdu ki: O dilediğin güzel, yerinde söz söylemeyi verdik sana.
Mustafâ, Yârabbi dedi, ne işime yarar benim; vazgeçtim, istemiyorum. Ulu Allah buyurdu ki: Gam

yeme;
hem ona ulaşırsın, hem de hiç aldırış etmezsin ona; sana ziyan vermez o. Ulu Allah, ona öylesine bir

söz
söyleme kabiliyeti verdi ki bütün âlem, onun zamanından bu zamanadek sözlerini anlatmak için

çeşit-çeşit
bu kadar cilt kitaplar düzüp koştu; hâlâ halk, o sözleri anlamaktan âciz kalıyor. Ulu Allah buyurdu ki:
Sahâbe, senin adını, arılıktan, can-bay korkusundan, hasetçilerden ürktüğünden kulaklara gizlice
söylüyorlardı. Büyüklüğünü öylesine yayayım ki dünyanın yedi iklim, dört bucağında yüksek

minârelerde,
günde beş kere adını yüce, güzel seslerle bağırsınlar, doğuda- batıda tanın. Şimdi, kim bu yola

kendisini
fedâ eder, varlığından geçerse onun dünyaya ait dilekleri de müyesser olur, ahrete âit dilekleri de;

hepsini
elde eder o; kimse bu yoldan şikâyetlenmemiştir.
Bizim sözlerimizin hepsi de yenidir, peşindir; başkalarının sözleriyse nakildir, rivâyettir. Bu nakil, bu
rivâyet, yep-yeni sözlerin parça-buçuğudur. Yep-yeni söz, insanın ayağına benzer, nakilse insan ayağı
şeklinde tahtadan yapılmış bir kalıptır. O tahta kalıbı şu ayaktan almışlar, onun boyunu-enini, bunun
boyuna-enine uydurmuşlardır. Dünyada ayak olmasaydı bu kalıbı nerden yaparlardı? Şu halde kimi

sözler
yep-yenidir, kimi sözler nakil, rivâyet. İkisi de bir-birine benzer. Bir ayırdedici gerek ki yeni sözü

tanısın da
rivâyetten ayırsın, ayırdediş, inanmaktır, küfür de ayırdedemeyiştir. Görmez misin, Firavun'un

zamanında
Mûsa'nın sopası yılan oldu. Büyücülerin ipleri, sopaları da yılan oldu. ayırdedemeyen hepsini bir

renkte
gördü, ayırdedemedi. ayırdediş kabiliyeti kimde varsa büyüyü gerçekten o ayırdı da bu ayırdediş

yoluyla
imana geldi. Bildik, anladık ya; inanmak ayırdediştir. Şu fıkhın temeli de vahiydi amma halkın
düşünceleriyle, duygularıyla, düzüp koşmasıyla karıştı da arılığı kalmadı; şimdi vahyin arılığına nerden
benzeyecek? Hani Turut'tan şehre akan bir su vardır; kaynadığı yerde bir seyret de gör, ne de

arı-durudur,
ne de güzel. Fakat şehre girdi de mahallelerden, bağlardan, şehir halkının evlerinden geçti mi, bu

kadar
islam-kuran-hadis.blogspot.com
halk elini, yüzünü, ayağını, bedenini, elbiselerini, halılarını onunla yıkadı mı, mahallelerin lâğımları,

atların,
katırların pislikleri akıp da ona karıştı mı, hâsılı o yandan bir yana geçti mi aynı sudur; hani toprağı

güllükgülüstanlık
eden, susuzu kandıran, bozkırı yeşerten sudur amma bulanmış-gitmiştir. Yalnız bu suda o
arılığın kalmadığını, kötü şeylerle bulanmış olduğunu anlamak için bir ayırdedicinin bulunması gerek.

"İnanç
ıssı zekidir, ayırdeder, anlayışlıdır, akıllıdır." İhtiyar, oyunla oyalandıkça yüz yaşında bile olsa daha
çocuktur. Çocuk, oyunla oyalanmadıkça ihtiyar sayılır. Burada yaşa îtibar yoktur. "Bozulmamış,

kokmuş su"
gerek. Bozulmamış, kokmamış su, öylesine bir sudur ki dünyanın bütün pisliklerini temizler de kendisi

hiç
pislenmez; nasıl arı-duruysa, nasıl temizse gene de öyledir o su, mîdede de bozulmaz, başka birşeyle
karışmaz, kokmaz; bengisudur o.
Birisi namazda nâra atar, ağlar; namazı bozulur mu, bozulmaz mı? Bu sorunun cevâbı etraflı olmalı.
Ona bir başka âlem, duygulardan dışarı bir âlem gösterdilerse, bu yüzden ağladıysa... Şimdi gözden

akan
suya gözyaşı derler zâti; acaba ne gördü de ağladı? Böyle birşey gördüyse gördüğü de namazdan

sayılır,
hattâ namazı tamamlar, namazdan maksat odur; o vakit namazı daha doğru, daha olgun olur. Fakat
tersine, gördüğü şey dünyaya âitse, dünya için, yahut yenildiği bir düşmana güttüğü kinden, yahut

onda
bunca mal-mülk var, bende yok diye birisine hasedinden ağladıysa namazı bozulur- gider. Anladık ya,
inanmak ayırdetmektir. İnanan gerçekle bâtılın arasını, yep-yeni bir sözle nakledilen sözün arasını
ayırdeder, bunları seçer, ayırır. Kimde ayırdediş kabiliyeti yoksa yoksundur o.
Şimdi bu sözleri söylüyoruz ya, kimde ayırdetme kabiliyeti varsa kazanır; kimde ayırdetme kabiliyeti
yoksa bu söz, onun katında yitiktir. Hani akıllı-fikirli iki şehirli, bir köylüyü esirgerler, faydalanması

için gidip
tanıklıkta bulunurlar. Fakat köylü, bilgisizliğinden öyle bir lâf eder ki lâfı, ikisinin sözüne de aykırıdır;
tanıklığın da hiçbir sonucu olmaz, adamların çabası da yite-gider. Bu yüzden, "Köylünün tanığı

kendisidir"
derler. Esriklik hali adamı iyice sardı mı esrik, burada bir anlayan, ayırdeden var mı, yok mu; bu söze
müstahak olan, ehil olan var mı, yok mu; bunlara hiç dikkat etmez, ağzına geleni söyler-durur. Hani bir
kadının memeleri iyice dolar, ağrımaya başlar. Gider, mahallenin köpek enceklerini toplar,

memelerindeki
sütü onlara sağar. Şimdi bu söz de anlamayanın eline düştü mü şuna benzer: Değerli mi değerli bir

inciyi,
değerini bilmeyen bir çocuğun eline verirsen biraz öteye gidince eline bir elma tutuştururlar, o inciyi
alıverirler; çocukta ayırdediş, anlayış yoktur ki. Hâsılı ayırdediş, anlayış pek büyük bir nîmettir.
Abâ-Yezîd'i babası, çocukken medreseye götürdü. Bâyezîd hocaya, bu Allah fıkhı mı diye sordu.
Hayır dediler. Abû-Hanîfe'nin fıkhı. Bâyezîd, ben Allah fıkhını isterim dedi. Babası, nahivciye götürdü.

Ona
da, bu Allah nahvi mi diye sordu. Hayır dediler, Sîbeveyh'in nahvi. İstemem dedi. Böylece nereye
götürdülerse böyle dedi, böyle söyledi. Babası bunda kaldı; kendi başına bıraktı onu. Derken

Bâyezîd,bu
arayışa düştü, Bağdâd'a geldi. Cüneyd'i görünce bir nâra attı da işte dedi, Allah fıkhı bu. Kuzu, nasıl

olur
da sütünü emdiği koyunu tanımaz? Akıldan, anlayıştan doğmuştur o; görünüşü, şekli bırak.
Bir şeyh vardı. Müritlerini karşısında el-pençe dîvan durdururdu. A şeyh dediler, neden bunları
oturtmuyorsun? Bu, dervişlerin âdeti değil; beylerin, padişahların âdedi. Hayır dedi şeyh, susun;

onların bu
yolu-yordamı ulu bilmelerini istiyorum; ulu bilsinler de muratlarına ersinler. Ululamak gönülledir amma
"Görünüş de özün adı-sanıdır." Ad-san nedir, anlamı nedir? Yâni mektubun üstündeki yazıdan, kime
yazıldığını, kimden geldiğini anlarlar. Kitabın adından, bu kitapta ne kısımlar var, ne bölümler var,

anlarlar.
Görünüşteki ululamadan, baş koymadan, ayakta durmadan da özlerinde ne ululamalar var, ne çeşit
ululuyorlar Allahyı, bu anlaşılır. Görünüşte ululamayan kişinin de içinde bir korku olmadığı, Allah

erlerini
büyük saymadığı anlaşılır.
(*) Fasıl yazılmamış, fakat üç nokta konarak ayrılmış. Selim Ağa nüshasında, kenara, «38. fasıl»
yazılı (154b). Bundan sonraki «fasıl»a 39 numarası konduğuna göre doğrudur (156 b).
39. BÖLÜM- Padişahın hizmetçisi Cevher sordu; dedi ki: Diriyken günde beş kere talkın
verildiği halde anlamayan, ezberlemeyen kişiye ölümden sonra ne soracaklar? Zâti ölümden
sonra cevaplarını öğrendiği soruları da unutur-gider.
Dedim ki:
islam-kuran-hadis.blogspot.com
Mâdemki öğretileni unutur; arı-duru bir hale gelir, cevapları öğretilmemiş soruları anlayacak, cevap
verecek bir kabiliyet kazanır. Şu anda, geldiğinden beri söylediğim sözleri duyuyorsun. O çeşit sözler
duyduğundan, kabul ettiğinden kimi sözlerimi kabul ediyorsun; kimi sözlerimi yarı kabul ediyorsun;

kimisinin
üstünde duruyorsun, kimisinde de bahse girişiyorsun. Şu senin, içinden reddedişini, kabul edişini,

bahse
girişini kimsecikler duymuyor; ordaki hali duyuracak bir araç yok. Ne kadar kulak verirsen ver,

içinden
kulağına bir ses gelmez, içinde de arasan-tarasan, bir söyleyeni bulamazsın. İşte senin bana şu

gelişin yok
mu? Sorunun ta kendisidir bu. Dilsiz-damaksız, bize bir yol gösterin, gösterdiğiniz yolu daha da

aydınlatın
demektir bu. Bizim de susarak, yahut konuşarak sizinle oturmamız, sizin gizlice sorduğunuz o

sorulara
cevap vermemizdir. Buradan dönüp padişahın tapısına gittin mi, sorudur padişaha bu, cevap verişidir
padişahın. Padişah, dilsiz-dudaksız, bütün gün kullarına ne yapıyorsunuz, ne yiyorsunuz, ne

görüyorsunuz
diye sorular sorar-durur. Birisinin özden eğri bir görüşü varsa ona, kesin olarak eğri cevap verilir. O

da
doğru cevap vermek için kendisini zorlayamaz. Birinin dili tutuk olsa doğru-düzen konuşmak istese

de
konuşamaz. Kuyumcunun, altını mehenk taşına sürmesi sorudur; altın da işte buyum ben, halisim,

yahut
karışığım diye cevap vermededir.
Potaya girdin de sızırıldın mı;
Altın mısın, yoksa altın suyuna batmış bakır mısın, pota söyler sana.
Açlık, beden evinde yıkım var diye tabiattan bir istektir; kerpiç ver, balçık ver diye isteyiştir. Yemek

de
al işte diye bir cevaptır. Yememekse henüz ihtiyaç yok diye cevap veriştir. Duvarın bedeni daha

kurumamış
demek, üstüne sıva vurulamaz demektir. Hekim gelir, hastanın nabzını tutar, bu bir sorudur. Damarın

atışı
cevaptır. İdrara bakış soru sormaktır, söz söylemeksizin cevap duymaktır. Tohumu yere dikmek,

bana filân
meyve gerek diye soru sormaktır; ağacın bitmesi, dille söylemeksizin cevap veriştir. Harfsiz cevaba,

harfsiz
soru gerek. Tohum çürümüşse ağaç bitmez; bu da sorudur, cevaptır.
Bilmez misin ki cevap vermemek de cevaptır.
Padişahın biri, birinin üç mektubunu okudu, cevap yazmadı. Adam, üç kez tapıya halimi bildirdim;
dileğimi kabul mü ettiniz, red mi; lûtfen bildirin diye bir mektup daha gönderdi. Padişah, bilmez misin

ki
cevap vermemek de cevaptır; ahmak kişiye karşı susmak, ona cevap vermektir diye mektup yazdı,

yolladı.
Ağacın bitmemesi, cevap vermemesidir ki bu da cevaptır. İnsanın her hareketi bir sorudur, gam

olsun, neş'e
olsun, uğradığı hal de cevaptır. Güzel bir cevap duyarsa şükretmesi gerekir; şükür de gene o çeşit

soru
sormasıdır; çünkü o soruya bu cevabı aldı. Kötü bir cevap duyarsa tez tövbe etmesi, artık o çeşit

soru
sormaması gerekir. "Onlara azâbımız geldiği zaman yalvarıp yakarmaları gerekti; o vakit bile aldırış
etmediler; gönülleri katılaştı." Yâni, anlamadılar ki cevap, sorularına uygundur. "Şeytan, yaptıkları

işleri
bezedi, güzel gösterdi onlara." Yâni sorularının cevabını duydular da bu kötü cevap o soruya lâyık

değil
dediler. Bilmediler ki duman odundandır, ateşten değil. Odun ne kadar kuru olursa dumanı o kadar az

olur.
Bir gül bahçesini bir bostancıya versen, sonra da o bahçeden pis bir koku gelse gül bahçesini

kınama,
bostancıyı kına.
Adamın birine birisi, ananı neden öldürdün dedi. Lâyık olmayan bir şey gördüm dedi adam. O
yabancıyı öldürmen gerekti denince de her gün dedi, birisini öldürmem gerekti. Şimdi başına ne

gelirse
nefsini terbiye et; her gün biriyle savaşman gerekmez. "Herşey Allahtan" derlerse deriz ki nefsini

kınamak,
âlemi kurtarmak da Allahtan. Hani birisi, bir zerdali ağacına çıkmıştı. Hem zerdali topluyordu, hem

yiyordu.
Bahçenin sahibi gördü de Allahdan korkmuyor musun dedi. Adam, neye korkayım dedi; ağaç Allahnın
ağacı, ben de Allahnın kuluyum. Allah kulu Allah malını yiyor. Bahçe sahibi, dur dedi, cevabını

vereyim. İp
getirin, şu ağaca bağlayın bu adamı, vurun köteği de sözünün cevabını duysun dedi. Adamı bağlayıp
dövmeye koyuldular. Allahdan korkmuyor musun diye bağırmıya başladı. Bahçe sahibi, neden

korkayım
dedi; sen Allah kulusun, bu sopa da Allah sopası... Allah sopasını Allah kuluna vuruyorum. Sonucu şu:
Dünya, bir dağa benzer. Hayır olsun, şer olsun, ne dersen onu duyarsın dağdan. Bir güzel söz

söyledim,
dağ çirkin cevap verdi sanırsan imkân yok buna. Bülbül dağa karşı şakısın- çilesin de dağdan karga

sesi
gelsin; yahut insan seslensin de dağ eşek anırışıyla yankılansın; mümkünü yok. Eşek anırışını

duyuyorsan
iyice bil ki sen anırmışsındır.
Dağa geldin mi güzel sesle seslen;
Dağa karşı ne diye eşek gibi anırırsın?
*
Dilerim, bu gökkubbe, boyuna hoş sesli kılsın seni.
islam-kuran-hadis.blogspot.com
40. BÖLÜM- Biz su üstündeki kâseyiz sanki. Suyun üstündeki kâsenin gidişi, kâsenin buyruğuyla,
dileğiyle değildir; suyun buyruğuyladır, suyun dileğiyle.
(Birisi), bu herkese göre böyledir; yalnız kimisi suyun üstünde olduğunu bilir, kimisi
bilmez dedi.
(Mevlânâ) buyurdu ki:
Herkese göre olsaydı "İnananın gönlü, Allahnın iki parmağı arasındadır" diye inanan hakkındaki özel
hüküm doğru olmazdı. Allah, "Rahmân, Kur'ân'ı öğretti" buyurdu. Bu da herkese göre böyledir

denemez.
Bütün bilgileri o öğretti amma Kur'ân hakkındaki bu özellik ne? Nitekim "Gökleri ve yeryüzünü

yarattı"
âyetinde gökle yer, özel olarak anılmada; bu neden? Mâdem ki herşeyi bir uğurdan yarattı; şüphe yok

ki
bütün kâseler onun gücünün, onun dileğinin denizi üstünde yüzmede; fakat kötü birşeyi o suya katıp
söylemek, edepsizlik olur. Meselâ, ey pisliği, sesli-sessiz yellenmeyi yaratan denmez de ey gökleri

yaratan,
ey akılları yaratan denir. Öyleyse, genel de olsa bu özellikte bir fayda var. Demek ki birşeye özellik

veriş, o
şeyi seçiştir; buna delâlet eder. Hâsılı su üstünde giden kâseyi su, öylesine götürür ki bütün kâseler

o kâseyi
seyrederler. Su üstünde giden kâse öylesine gider ki bütün kâseler, yapılışları bakımından ondan

kaçarlar,
utanırlar; su, onlara kaçmayı ilham eder, kaçış gücü verir; onların gönüllerine, Allahm, bizi suya
yaklaştırdıkça yaklaşır duâsını ilham eder. Genel olarak gören kişi, suya kapılış bakımından ikisi de

bir der. O
da suyun bu kâseyi ne kadar güzel götürdüğünü, bu götürüşteki güzelliği görseydin bu özel güzelliği
sorardın, o genel sıfatı anmazdın bile diye cevap verir. Hani birisinin sevgilisi, anlam ve beden

bakımından
bütün pisliklerle eştir amma âşığın aklına, sevgilim pisliklere eş diye birşey gelmez. Genel sıfat

bakımından
ikisi de bedendir, ikisinde de parça-buçukluk var, altı yön var, ikisi de sonradan meydana gelmiştir,

yok olup
gidecektir; daha da bu eşit genel sıfatlar ıssıdır. Fakat bu sıfatlar, kesin olarak sevgili hakkında

söylenmez,
sevgiye sığmaz. Sevgiliyi kim bu genel sıfatlarla anarsa âşık, ona düşman olur, kendisinin şeytanı bilir

onu.
Fakat sana göre bu sıfatlarla da anılabilir; çünkü genel bir görüşün var; bizdeki özel güzelliği

seyredecek kişi
değilsin sen; seninle bahse girişmeye değmez; çünkü bizim bahse girişmemiz, güzellikle karılmıştır.

Ehli
olmayana güzelliği göstermek zulümdür; o, yalnız ehline gösterilir. "Hikmeti, ehli olmayana vermeyin,
verirseniz hikmete zulmetmiş olursunuz; fakat ehlinden de saklamayın, ehil olanlara zulmedersiniz"
buyurmuştur. Bu, görüş bilgisidir, münâzara bilgisi değil. Ağaçlar, güzün çiçek açmaz, meyve vermez

ki
buna dâir bahse girişelim. Bitkilerin güze dayanabilmeleri için karşıkoyacak, dayanacak gücü-kuvveti

olmalı;
çiçekte, güze karşıkoyacak güç yok. Güneşin tesiriyle ılık havada açılır çiçek; güneşi, havayı

bulamazsa
başını çeker, aslına kavuşur-gider. Güz ona, kuru dal değilsen karşıma çık, ersen gel der; o da sana

karşı bir
kuru dalım, istediğini söyle, er değilim ben der.
Beyit
A gerçekler padişahı, benim gibi bir münâfık gördün mü sen? (*)
Dirilerinle diriyim, ölülerinle ölüyüm ben.
A Bahâeddin, dişleri düşmüş, yüzü kertenkele derisine dönmüş, bum-buruşuk olmuş bir kocakarı,
çıkagelir de ersen, gençsen geldim işte; aha at, aha güzel; aha erlik meydanı; ersen erliğini göster

derse
Allah korusun dersin, vallahi sana karşı er değilim ben; ne söylemişlerse yalan söylemişler; çift sen

olduktan
sonra er olmamak daha hoş. Hani bir akrep, kuyruğunu kaldırmış, duydum, güzel bir ermişsin,

güzelmişsin;
hadi, gül de gülüşünü seyredeyim diye üstüne doğru geliyor. Adam der ki: Sen geldin ya, artık gülüş

yok
bende, o güzel huy bitti-gitti; hakkımda ne demişlerse yalan söylemişler; beni güldürecek herşeyim,
gidersin de uzaklaşırsın benden umusuna düşmüş, bu umutla oyalanmada.
Ah ettin de zevk gitti; ah etme de zevk gitmesin dedi
(Mevlânâ buyurdu ki:)
Kimi vakit olur, ah etmezsen zevk gider; kimi vakit de ah edersin, zevk gelir. Böyle olmasaydı
"Gerçekten de İbrâhim, çok ah eden yumuşak bir erdi" buyurmazdı Allah. Aynı zamanda hiçbir ibâdeti

de
göstermemek gerekirdi. Çünkü ibâdetlerin hepsi de zevki belirtmektir. Şimdi şu sözü söylüyorsun ya,

zevk
gelsin diye söylüyorsun. Söz, zevki gideren, kesen bir şeyse zevk gelsin diye ona koyuluyorsun. Bu,

şuna
benzer: Uyuyan birine, kalk, gündüz oldu, kervan gidiyor diye bağırır birisi. Derler ki: Bağırma, o, zevk
içinde; zevki kaçar. İyi amma o zevk, ölüm zevkidir, buysa ölümden kurtuluşunun zevkidir. Derler ki:
İşkillendirme onu, düşündürür, yoksa şu uykuda ne düşüncesi olacak onun? Uyandıktan sonra

düşünmeye
islam-kuran-hadis.blogspot.com
başlar. Bağrış da iki çeşittir. Bağıran, bilgi bakımından ondan yüceyse fazla düşünmesine sebep olur.

Çünkü
uyandıranı, bilgi ıssıdır; Allahsal bir uyanıklığı vardır onun. Onu gaflet uykusundan uyandırdı mı, içinde
bulunduğu âlemi anlatmış olur ona; oraya çeker onu; bu bakımdan da düşüncesi yücelir; çünkü ona,

yüce
bir yerden seslenmişlerdir. Fakat tersine olursa, uyandıran, akılca ondan aşâğıysa bakışı aşağıya

düşer;
çünkü uyandıranı, ondan aşağıdır ya; kesin olarak onun bakışı da aşağıya düşecektir; onun

düşüncesi de
aşağı âleme gidecektir.
(*) Selim Ağa nüshasında "beyit" kelimesi yok. Başa "Fasıl 41" yazılmış (158 b).le arapçadır.

1 yorum:

  1. Buradaki herkese DR WALE'in kaderimi nasıl değiştirdiğini anlatmak istiyorum. Neredeyse on beş yıldır bir otomobil şirketinde pazarlamacı olarak çalışıyordum ve belirli bir meslektaşım ev satın alırken faturalarımı ödemek için zar zor komisyon aldım. Onun hakkında kafam karıştı çünkü herkes onun ne kadar komisyon aldığını kıskanıyordu. Neyin yanlış olduğunu anlamadım çünkü işimde iyiydim ve yaptığı ekstra onu farklı kılan hiçbir şey yoktu ve neredeyse beş yıl boyunca ona kendimi ifade etme cesaretini toplayamadım. Bir gün beni gezdirirken ona bazı ipuçları vermesi için yalvardım ve ondan bir şeyler öğrenmeyi tercih ettim ama o işte daha iyi olduğumu söyledi ve bu da kafamı daha da karıştırdı çünkü belli ki o daha iyiydi. Birçok konuşmadan sonra, kendisine iyi şanslar büyüsü yapan DR WALE hakkında bilgi verdi ve bu onu istisnai yapan şeydi. Bana onun bağlantısını verdi ve onunla konuşmamı ve benden ne yapmamı isterse onu yapmamı istedi. Yedi ay oldu ve ilk evimi yeni aldım ve ikiz kızlarımı üniversiteye gönderecek kadar para biriktirdim. Paramparça ve evsizdim ve bu kadar yakında bir evim olacağını asla hayal edemezdim. Teşekkürler DR WALE. Ondan yardım isteyin ve izniyle doğrudan iletişim numarasını WhatsApp / Viber : +2347054019402 VEYA E-posta : drwalespellhome@gmail.com bırakıyorum

    YanıtlaSil