27 Mart 2016 Pazar

Peygamber efendimiz(sav) ve Hz.Ebû Bekir Medine'ye hicret etmek üzere gizlice Mekke'den çıktıkları zaman Kureyş bunları yakalayana yüz deve vereceğini vadetmişti.Keskin bir izci olan Süraka

Peygamber efendimiz(sav) ve Hz.Ebû Bekir Medine'ye hicret etmek üzere gizlice Mekke'den çıktıkları zaman Kureyş bunları yakalayana yüz deve vereceğini vadetmişti.Keskin bir izci olan Süraka yüz deveyi almak için peşlerine düşmüştü.Kendilerine yaklaşınca atının ayağı kuma gömülmüş,kendisi de atından düşmüştü.Atını bir türlü kumdan çıkaramayan Süraka bunun bir mucize olduğunu anlayınca Resûlullah'tan eman istemişti.Resûlullah da Ebû Bekir'e ona bir eman yazmasını emretmiş,Ebû Bekir emanı yazarak ona vermişti.
SÜRAKA BİN MÂLİK (Radıyallahü Anh)
Peygaberinriz (s.a.v.) Mekke’den Medine’ye hicret ederken, yolda vuku bulan meşhûr hâdisede ismi geçen Sahâbî Eshâb-ı kirâmdan yedi zât bu isimle anılır, Fakat bunlardan bir tanesi pek meşhûrdur. Sürâka bin Mâlik bin Ca’şem Kenâni (r.a.) bu en meşhûr olanıdır. Künyesi Ebû Süfyân’dır. Doğumu kesin olarak bilinmiyor. 24 (m. 645) senesinde, Hz. Osman’ın zamanında vefât etti.

M. 622 senesinde Kureyş müşrikleri Peygamber efendimizin vücudunu ortadan kaldırmak için kesin karar almışlardı. Bu hususta ısrarlı idiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Habîbine hicret etmesi için izin verdi. Resûlullah (s.a.v.) Hz. Ebû Bekir’e, beraber hicret edeceklerini bildirince, gözlerinden sevinç yaşları aktı. Çünkü kâinatın efendisiyle böyle bir yolculuk herkese nasip olmazdı. Hz. Âişe validemiz, “O güne kadar, bir kimsenin sevincinden dolayı bu derece ağladığına şâhid olmamıştım” buyurmuştur.

Resûlullah (s.a.v.) ile Hz. Ebû Bekir hicret için yola çıktıktan sonra müşrikler arzularını yerine getirmek için Peygamberimizin (s.a.v.) hâne-i se’âdetlerine uğramışlardı. Fakat, onlar, Peygamberimizi (s.a.v.) evde bulamayınca şaşkına döndüler. Derhal her tarafı aramaya başladılar. Ancak Mekke’de olmadığını anlayınca dışarıda aramaya karar verdiler. Bunun için herşeylerini ortaya koydular.

Peygamber efendimizle (s.a.v.), Hz. Ebû Bekir’i öldürene veya esir edene çok miktarda mal, para vereceklerini va’d ettiler. Miktarını da 100 deve olarak bildirdiler. Bu haber, Sürâka bin Mâlik’in bağlı olduğu Müdlicoğulları arasında da yayıldı. Sürâka bin Mâlik iyi iz takibi yapan birisiydi. Bu yüzden bu haberle yakından ilgilendi.

Bir Salı günü Sürâka bin Mâlik’in oturduğu bölge olan Kudeyd’de, Müdlicoğulları toplantıda bulunuyorlardı. Bu toplantıya Sürâka bin Mâlik de katılmıştı. O sırada Kureyş’in adamlarından biri gelip Sürâka’ya “Ey Sürâka! Vallahi ben az önce, sahile doğru giden üç kişilik bir yolcu kafilesi gördüm. Onlar herhalde Muhammed (s.a.v.) ile Eshâbı’dır.” dedi. Sürâka, durumu anladı. Ancak, ortada çok fazla miktarda mükâfat vardı. Bunu kendisi elde etmek istiyordu. Onun için başkasının bundan haberdar olmasını istemiyordu. Bu yüzden, ortada önemli bir şey yokmuş gibi konuştu. “Hayır, o senin gördüğün kimseler, filân kişilerdir. Biraz önce geçmişlerdi. Onları biz de gördük.” dedi.

Sürâka bin Mâlik biraz daha orada kaldı. Dikkat çekmeden evine geldi. Hizmetçisine, atını ve silâhını alıp vadinin arkasında kendisini beklemesini söyledi. Kendisi de kargısını almış, ucunu aşağıya çevirmek suretiyle, ucunun parlaklığının dikkati çekmesini de önlemişti. Müşriklerin bâtıl bir âdetleri vardı. Bir işi yapmadan evvel, oklarla fala bakarlardı. Sürâka da yanına aldığı çantadan fal oklarını çıkardı. Peygamber efendimiz ile Eshâbına zarar verip veremiyeceğini, fal oklarından anlıyacaktı. Sürâka oklarla fala baktığında oklar, Hz. Muhammed (s.a.v.) ve Eshâbına zarar verilemiyeceğini gösteriyordu. Sürâka’nın buna çok canı sıkıldı. Fakat bütün düşüncesi vadedilen yüz deveyi almaktı. Onun için hiç düşünmeden atına bindi. Falının ters göstermesi bile onu bu takibinden vazgeçiremedi Atını koşturmağa başladı. Fakat Sürâka’nın atı tökezleyerek yere düştü. Kendisi de yuvarlandı. Acaba yanlış mı fala baktığını öğrenmek için tekrar bir kaç defa daha aynı işi yaptı. Netice hep aynı çıkıyordu. Muhammed (s.a.v.) ve Eshâbına (r.a.) zarar veremiyecekti. Buna rağmen, yine yoluna devamda ısrar etti. Aldığı bir haber üzerine Resûlullah’ın ve Eshâbının izlerini yine buldu. Nihayet yaklaşmıştı. Artık birbirlerini iyice görebiliyor, hatta Sürâka o sırada Resûlullah’ın (s.a.v.) okuduğu Kur’ân-ı kerîmi dahi işitiyordu. Fakat Resûl-i Ekrem efendimiz arkalarına hiç bakmıyorlardı. Hz. Ebû Bekir arkasına bakınca, Surâka’yı görüp, telâşa kapılmıştı. Peygamber efendimiz (s.a.v.) ona mağaradaki gibi “Üzülme, Allahü teâlâ bizimle beraberdir” buyurdu.

Buhârî hazretlerinin rivâyetine göre, bu sırada Hz. Ebû Bekir, bir atlının kendilerine yetiştiğini Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) arz edince, Peygamber efendimiz (s.a.v.): “Yâ Rabbi! Onu düşür” diye duâ buyurmuşlardı. Başka bir rivâyette, Sürâka yanlarına kadar gelince, Hz. Ebû Bekir, ağlamaya başlamış, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) niçin ağladığını sorunca, “Vallahi kendim için ağlamıyorum. Sana bir zarar gelirse diye ağlıyorum” demiştir.

Sürâka, Peygamber efendimize (s.a.v.) saldırabilecek kadar yaklaştı. “Yâ Muhammed! Seni, bugün benden kim koruyacak” dedi. Resûl-i Ekrem efendimiz de “Beni Cebbar ve Kahhâr olan Allahü teâlâ korur.” cevabını verdi. O sırada Sürâka’nın atı, iki ön ayaklarıyla dizlerine kadar yere battı. Bundan kurtulup, tekrar saldırmaya teşebbüs edince, atının ayakları yine yere saplandı. Atını bu durumdan bir türlü kurtaramadı. Başka yapacağı hiçbir şey yoktu. Bunun üzerine çaresiz kalan Sürâka âlemlere rahmet olarak gönderilen şefkat ve merhamet sahibi Resûlullah’a (s.a.v.) yalvardı. Bütün olgunluktan ve iyi ahlâkı kendisinde toplayan, üstün ahlâk ve yaratılış üzere olan Peygamber efendimiz (s.a.v.) onun bu dileğini kabul etti. Sürâka, “Yâ Muhammed! Bunun senin işin olduğunu anladım. Dua et de kurtulayım. Bundan sonra sana asla zarar vermem. Senin peşine düşenlere de senden hiç bahsetmeyeceğim” diyordu. Kâinatın efendisi (s.a.v.): “Yâ Rabbi! Eğer o sözünde doğru ve samimi ise onun atını kurtar” diye duâ edince, Allahü teâlâ bu duayı kabul buyurdu.

Sürâka bin Mâlik’in atı bir hayli çaba sarf ettikten sonra ayağını çukurdan çıkarabilmişti. Bu sırada atın ayağının çıktığı yerden, ateş dumanı gibi bir şey göğe doğru yükseliyordu. Bu manzarayı gören Sürâka hayretler içerisinde kaldı. “Amâân” diye bağırdı. Resûlullah (s.a.v.) ile arkadaşları durup beklediler. Sürâka, bütün bu olup bitenleri dikkatle takip ediyordu. Gördü ki, Hz. Muhammed (s.a.v.) bu hâdiselerde daima korunuyordu. Bütün bunları gördükten sonra Sürâka: “Yâ Muhammed, ben Sürâka bin Mâlik’im, benden asla şüpheniz olmasın. Size söz veriyorum. Bundan sonra beğenmediğiniz hiçbir işi yapmıyacağım. Kavmin, seni ve arkadaşlarını yakalıyana çok mükâfat vereceğini va’detti” dedi ve Kureyş müşriklerinin yapmak istediklerini tek tek haber verdi. Bu sırada Sürâka, onlara yol azığı ve binek deve vermek istediyse de, Peygamberimiz (s.a.v.) kabul etmedi. Ve Ona “Ey Sürâka! Sen İslâm dinini kabul etmedikçe ben de senin deveni ve sığırını arzu etmem, istemem. Sen bizi gördüğünü gizli tut, yeter” diye buyurdu, İbn-i Sa’d da şöyle nakleder Sürâka, Peygamber efendimiz’e (s.a.v.) bana istediğini emret deyince, Resûlullah (s.a.v.) de “Yurdunda dur. Hiç kimsenin bize yetişmesine meydan verme” buyurmuştur.

Allahü teâlâ dileyince herşey oluyordu. O’na hâlis bir şekilde güvenilip, rızası yolunda yürüyünce akıllara durgunluk veren hâdiseler meydana geliyordu. Resûlullahı (s.a.v.) öldürüp, büyük mükâfatlara kavuşma hırsıyla, kükreyen bir aslan endamıyle, yola çıkan Sürâka, şimdi mu’nis, uysal bir çocuk oluvermişti. Her şeye kadir olan Allahü teâlâ, Habîbine (s.a.v.) zarar vermemesi için Sürâka’nın kalbini iyiliğe doğru çevirmişti. Elbette Allahü teâlâ, Habîbini (s.a.v.) yalnız bırakmayacaktı. Çünkü O insanlara merhamet için, onların dünyâda ve âhirette ebedî seâdet ve mutluluğa kavuşması için gönderdiği sevgili Peygamberiydi.

Peygamber efendimiz ayrılmadan önce, Hz. Ebû Bekir’e, Sürâka’nın bir isteği olup olmadığını sormasını emir buyurdular. Hz. Ebû Bekir sorunca, Sürâka, “Sizinle benim aramda emannâme olacak bir yazı verin” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) emannâmenin verilmesini emretti. Hz. Ebû Bekir (r.a.) hicrette yanlarında bulunan Âmir bin Fuheyre’ye bu emannâme’yi yazdırıp, Sürâka’ya verdi. O da alıp çantasına koydu.


Sürâka bundan sonra izini takip ederek geri döndü. Karşılaştığı bu durumları yolda kimseye anlatmadı. Ebû Cehil onun eli boş döndüğünü görünce, müslüman olduğunu zannetti. Söylediği şiirlerle onu kötüleyip herkesin gözünden düşürmeğe çalıştı. Sürâka şâir birisiydi. Onun için Ebû Cehile şiirle cevap verdi. “Ey Ebû Cehil! Ben Muhammed’e iyice yaklaşmış, saldırmak üzereyken, atımın ayakları birdenbire yere batıverdi. Sen eğer bu hali görmüş olsaydın şüphesiz, Muhammed’in apaçık Peygamber olduğunu anlardın. Sen söyle, artık buna kim dayanabilir. Senin yapacağın, Kureyşlileri ona saldırmağa teşvik değil, bilâkis buna mâni olmandır. Ben inanıyorum ki, onun davet ettiği İslâmiyet bir gün yerleşip, her tarafa yayılacaktır. Öyle olacak ki, herkes ona karşı gelmeyi değil, O’nunla sulh içerisinde yaşamayı istiyecektir” dedi. Sürâka bundan sonraki senelerde İslâmiyetin hızla ilerlediğini, karşısına çıkan küfür ve şirk engellerini bir bir aştığına şahid oluyordu. Nihayet 8 (m. 630) senesinde Mekke feth edildi. Bu sırada, elinde seneler önce aldığı bir emannâme ile Sürâka, Resûl-i Ekrem’in huzur-i se’âdetlerine girip, müslüman oldu. O zaman Peygamber efendimiz (s.a.v.) Sürâka’ya “Ey Sürâka! Kisrâ’nın bileziklerini kollarında görür gibi oluyorum” buyurdular. Aradan uzun zaman geçmiş. Hz. Ömer devrinde, ülkesi feth edilen Kisrâ’nın kürk ve bilezikleri Medine’ye getirilmişti. O sırada Hz. Sürâka bin Mâlik de Medine’de idi. Hz. Ömer bu bilezikleri Sürâka bin Mâlik’e (r.a.) verdi. Sürâka (r.a.) bu bilezikleri bileğine takmış, çok geniş olduğu için, bilezikler dirseklerine kadar uzamıştı. Sürâka (r.a.) bu sırada Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) seneler önce buyurduğu mübârek sözü hatırlayıp bu mucize karşısında ağladı. Sürâka’nın (r.a.) bileğinde bu bilezikleri gören Hz. Ömer de (r.a.) “Şükür Allahü teâlâ’ya ki bize, Kisrâ’nın iki bileziğinin Mudlicoğullarından biri olan Sürâka bin Ca’şem’in bileklerine takıldığı günü gösterdi” buyurdu.
Göz, görülmemiş, şaşılacak şeyleri görmek için lazımdır. Can da manevî zevke, neşeye dalmak için işe yarar.
• Allah, bu başı bize bir güzelin güzelliğiyle mest olmak için lütfetmiştir. Ayak da, insana Hakk yolunda, sevginin
yolunda yürümek, zahmetler çekmek, yorulmak, çilelere girmek, belalara uğramak için verilmiştir.
• Aşk, kötülüklerle dolu olan bu kirli dünyayı terk edip göklere doğru uçmak için gereklidir. Akıl, bilgi, edep
öğrenmek için lazımdır.
• Sebeplerden dışarı ne sırlar, ne şaşılacak şeyler var! Bu yüzdendir ki, dünyada olup biten işlerde, yalnız sebepleri
gören, sebeplere takılıp kalan kişinin gözü perdelidir, kapalıdır.
• Çöllerin kumlarında sıkıntılar çekerek, mihnet ve meşakkatlere katlanarak yol almak, deve sütüyle kanaat etmek,
bedevî Arapların yağmasını göze almak hacı olmaya değer.

412. Bahar geldi, dünyanın düğünü var, bağlar, bahçeler çeyiz hazırlıyor.
Mefa'îlün, Mefa'îlün, Mefa'îlün, Mefa'îlün
 (c. II, 589)
• "Kış mevsimi geldi, yapraklan döktü" diye şikayetler ediyordun. Şimdi kalk da gül bahçesine gel! Kış mevsiminin
nasıl bozguna uğradığını, kaçıp gittiğini gör!
• Gök gürlemesinden davul seslerini duy! 0 sesler; "Dünyanın düğünü var, bağ, bahçe çeyiz hazırlıyor" demek
istiyor.
• Gel de padişahın meclisini gör, toprağın nasıl neşelendiğini, güldüğünü seyret! Miskler kokan bahar rüzgarı
yardıma geldi de, dondurucu düşman bozguna uğradı, defolup gitti.
• Bu savaşta süsenin keskin kılıcı ve hançeri çok işe yaradı, Allah'a hamd olsun! Reyhanların, güllerin, gül
bahçesinin ordusu, kış mevsiminin ordusunu bozdu.
• Nilüfer, goncanın kulağına; "Ey güzel kokulu gonca!" diyor. "Karnını doyur, savaşa girmek zamanı geldi." 

413. Karanlık gecede Mustafa (s.a.v.) gibi safa aramaya bak!
Müstefilün, Müstefilün, Müstef'ilün, Müstef'ilün
 (c. II, 525)
• Vakit geçti, akşam oldu. Güneş kuyuya girdi, kendini gizledi. Ey bahtlı kişiler, mana ayının doğacağı feyizlerin,
rahmetlerin yağacağı zaman geldi.
• Geceleyin rühlar, makamlarına ulaşırlar, istekleri yerine gelir. Gecenin kıymetini, kudretini bilip anlayan kişi,
gündüz gibi parlak bir gönül elde eder.
• Ey gündüz, yoksa sen mahçer günü müsün? Çünkü sen gelince bütün in-sanlar uykudan uyandılar, hayatlarını
kazanmak için meydanlara döküldüler. Ey gece, sen kadir gecesi misin? Yoksa Hakk'ın tecellîsine mazhar olan
Hz.Musanın ağacı mısın?
• Ey Hakk aşığı, beden kuyusunda gaflete dalma, aklını başına al da gökyüzü kovasını tut! Hz. Yüsuf o kovayı tuttu
da, kuyudan kurtuldu. Devlete erdi, Mısır'a sultan oldu.
• Karanlık gecede Mustafa (s.a.v.) gibi, safa aramaya bak! Çünkü o mana padişahı bir gece Mîrac etti de eşsiz,
benzersiz bir hale geldi.
• Geceleyin herkes sustu. Sen de onun huzuruna çıkman, ona münacatta bulunman, onunla manen buluşman için,
abdest al; acele hazırlan; çünkü sesler, gürültüler halvet yerinin huzurunu kaçırır.

414. 0 her yerde hazır ve nazırdır, güzel koruyucudur.
Mefa'îlün, Mefa'îlün, Mefa'îlün, Mefa'îlün
(c. II, 578)
• Neşeyle sözleştik, neşe benim olacaktır. Sevgiliyle sözleştik, sevgili de benim olacaktır.
• Padişah bana, kendi eliyle yazılmış bir ferman verdi. Baht baht oldukça, taht da taht oldukça o benim padişahım
olacak.
• Ayık da olsam, mest de olsam, ondan başkası benim elimden tutmayacaktır. Ben, kazayla elimi yaralarsam,
ancak o bana derman olacaktır.
• Kederin, düşüncenin haddine mi düşmüştür ki, benim şehrimin çevresinde dönüp dolaşsın; hakanım o oldukça
kim benim mülkümü, saltanatımı elimden almaya kalkışır.
• Ayın cübbesini yırtarım, padişahın kadehini dökerim, yırtıp döktüğümü bana ödetmeye kalkışırsa, o benim yerime
öder.
• Ne sevinilecek şeydir ki, o her yerde hazır ve nazırdır. Güzel koruyucudur, hoş yardım edicidir. Yarattığı şeylerde,
delil olarak kendi varlığını, birliğinı, gücünü, kudretini, sanatını gösterdikçe, ben onu inkar edenleri kolaylıkla yola
getiririm.
• Dünyada bir can vardır ki, o şekle bürünmekten utanmada, çekinmededir. Ama insan şekline bürünmede, benim
insanım olmada, yani benim tanıdığım îlahî sanatları haiz "insan-ı kamil" şekline bürünmede.
Burada; "Allah insanı kendi süretinde yarattı" hadîsine işaret var. Bu hadîs "Allah insanı kendi sıfatlan suretinde
yarattı
diye yorumlanır.

415. Aşık nasıl olmalı?
Mefa'îlün, Mefa'îliin, Mefa'îlün, Mefa'îlün
(c. II, 574)
• Bana göre aşık öyle olmalı ki, şöyle bir kalkınca, her tarafı ateşler sarmalı, her tarafta kıyametler kopmalıdır.
• Cehennem gibi olacak, cehennemi bile yakıp yandıracak bir gönül istiyor da, o gönlün önüne iki yüz deniz çıksa,
hepsini de yaksın, yandırsın. Onun tek bir dalgası, bir deniz meydana getirsin.
• Gökleri bir mendil gibi dürüp avucuna almalı, sonsuz zevalsiz çerağı bir kandil gibi gök kubbesine asmalı.
• 0 bir arslan gibi savaşa atılsın, onun timsah gibi bir kalbi olsun! 0 yeryüzünde kendisinden başka kimseyi
bırakmasın! Hatta kendisiyle bile savaşa girsin!
• Parlak nüruyla gönlün yedi yüz perdesini.yırtsm da ötelerden, arştan, gök ehlinden ona; "Maşallah, Maşallah!"
sesleri gelsin.

416. Yanağımın rengine bak, bu ettiğin vefa mıdır?
Mefa'îlü, Mefa'îlün, Mefa'îlün, Mefa'îlün
(c. II, 567)
• Sormak ayıp olmasın, senin evin nerededir; bir tarif et! Eğer bulabilirsek devlete konduk demektir. 
• Sen, dünyanın güneşi olduğun halde, bizden gizlenesin, bu nasıl olur? Bunu sen uygun buluyor musun? Eğer sen
uygun bulursan, biz de uygun bulduk.
• Sen; "Ben vefalıyım" demedin, ama yine de senden vefa bekliyorum. Fakat benim yanağımın rengine bak, bu
ettiğin vefa mıdır?
• Ben, bu aşk ateşinde yanıp kavruluyorum. Harap oldum, perişan oldum. Fakat ey güzeller padişahı, bundan,
başsız kalırsa ne olur?
• Gönle dedim ki: "Ey miskin gönül, gel yerine otur! Kinlerle dolu ateşten sakın!" Gönlüm bana dedi ki: "Varsın
olsun, ben ateşten korkmam!"
• Ey geceleri uykumu alıp götüren sevgili! Gel, tedbirim kar etmedi. Benim o Keşmir padişahımı sor, belki bir
tanıdık çıkar.
• Zaten o hem meydanda hem gizlidir. Cihan, bir kalp, yer gölge varlıktan ibaret, o ise candır. Bu nasıl bir padişah,
bir düşün bakalım! Acaba, o Hakk'ın nüm mu?
• Gönül evini satın aldın. Artık gönül evi senindir. Bilirsin ki, evde ne varsa, o hep ev sahibinindir.

417. Allah'ım, sana karşı duyduğum sevgiyi tesbihçi elimden aldı.
Mefa'îlün, Fe'ilatün, Mefa'îlün, Fe'îlün.
 (c. II, 940)
•Senin aşkın, tesbihi elimden kaptı aldı. Ağzıma türküler, şiirler, beyitler verdi. Çok "La havle" dedim, çok tevbeler
ettim. Ama gönül bunların hiç birini işitmedi, duymadı.
• Aşkın tesiriyle ellerimi çırpmaya, gazeller söylemeye koyuldum. Senin aşkın arımı, utanmamı, namusumu,
düşüncemi, bütün varımı yoğumu yaktı, yok etti.
• Ben afîfdim, zahittim, dağ gibi ayağımı diremiştim. Fakat hangi dağ var ki, seni zikredince, senin tecellîne mazhar
olunca, bir saman çöpü gibi kopup gitmesin.
• Ben dağ bile olsam, hep senin sesinle seslenirim. Saman çöpü kesilsem, hep senin ateşine yanarım. 0 ateşte
duman olur, tüterim ben!
• Senin varlığını gördüm de utancımdan yok oldum. Fakat bu yok oluş aşkıyla varlığıma can geldi.
• Nereye yokluk gelse, orada varlık yok olur. Bu ne biçim yokluktur ki, geldi de onun yüzünden varlığım arttıkça
arttı.
• Gökyüzü masmavi, bu yeryüzü ise, kör bir dilenci gibi gelmiş yol üstüne oturmuş, senin ay gibi nürlu, güzel
yüzünü gören kişi ise, bu kör dilenciden de, bu maddî gökten de kurtuldu.
• 0 tıpkı can gibi dünyanın gözünden gizlenmiş ulu bir erdir. 0, adeta, müşriklerie Yahüdiler arasında Allah'ın
gönderdiği Ahmed (s.a.v.) gibidir.
• Ey büyük varlık, seni övmek, gerçekten de insanın kendisini övmesidir. Çünkü güneşi öven, kendi j¦özünü övüyor
demektir.
• Seni övmek sanki bir denizdir. Dilimiz ise, o denizde bir gemi olmuştur. Deniz yolcusu yürür gider, sonucunda iyi
olur, hayra döner.
• Bana denizin inayeti, uyanık baht gibidir. Gözlerim uykuya dalsa da ne gam!

418. Mansur şarabı.
Fa'ilatün, Fa'ilatün, Fa'ilatün, Fa'ilat
(c. II. 731)
• Dünyada bağ, şarap ve üzüm yaratılmamışken bizim canımız zevalsiz bir şa-rapla, Hakk'ın şarabıyla mest ve
mahmurdu.
• Mansur'un o nükteli sözünün kavgası, gürültüsü olmadan önce, biz rüh dünyası Bağdat'ında "Ene'l-Hakk"(=Ben
Hakk'ım) diyorduk.
• Nefs-i Küll (=Cenab-ı Hakk), Hz. Adem'i daha balçıktan yaratmadan önce, bu hakîkatler meyhanesinde bizim
diriliğimiz mükemmeldi. Biz çok mutluyduk.
• Bizim canımız, o dünyada, güneş gibi can kadehi kesilmişti de, can şarabından, o dünya boğazına kadar nürlara
gömülmüştü.
• Ey saki, şu balçık aleminde, kendini üstün görenleri sarhoş et de, onlar nasıl bir devletten, bahttan uzak
düştüklerini anlasınlar.
• Can yolundan çıkıp gelerek gizlenmiş, örtülmüş her ne varsa onları ortaya döken, açığa çıkaran sakîye can feda
olsun!

419. Mest olan gönül susarsa, dilsiz dudaksız olarak daha güzel bir gazel söyler. 
Müstef'ilün, Müstef'ilün, Müstef'ilün, Müstef'ilün
 (c. II, 538)
• Gönül ateşi alevlenince mü'mini de, kafiri de yakar, yandırır. Mana kuşu uçmaya başlayınca, bütün süretler,
şekiller ortadan kalkar.
• Bütün alem baştan başa yıkılır, harap olur. Can da tüfana gark olur, batar. Eriyip su olan inciyi, yine o su
kucaklar, meydana getirir.
Tasavvufî bir görüşe göre; dünya her an yok olmakta, sonra tekrar var olmaktadır. Bu be-yitte sembolik olarak bu
görüş belirtilmektedir. Şöyle ki, can bir damla gibi aşk tüfanına, aşk denizine düşer, su olur. 0 denizde yok olur. Aşk
denizi kendinde yok olan canı tekrar sedef içinde inci haline getirir. Böylece can incisi yokluğa döner, yokluktan da
tekrar varlığa döner.
• Gizli sırlar meydana çıkar, dünyanın şekilleri yıkılır. Ansızın öyle korkunç bir dalga gelir ki, mavi gök kubbesine
kadar yükselir.
• Alev alev yanan güneşten gönle her an; "Şu madde alemindeki ışığı bırak da yine can ışığın uyansın, alemi
aydınlatsın!" diye bir ses gelmededir.
• Sen sevgiliye hizmet etmedesin; neden kendini gizliyorsun? Altın, kuyumcunun vuruşlarını seve seve yedikten,
onun eliyle dövüldükten sonra, her an daha da hoş, daha da güzel bir hal alır.
• Gönül, ezel şarabıyla mest olmuş, kendinden geçmiş de güzel güzel bu gazeli söylemededir. Fakat şu anda
nefesini tutar, susarsa; dilsiz dudaksız olarak bundan da daha güzel blr gazel söylemiş olur.

420. Sakın, öldüğüm için bana ağlama!
Mefa'îlün, Fe'ilatün, Mefa'îlün, Fa'ilün
 (c. II, 911)
• Ölüm günümde tabutum götürülürken, bende, bu dünyanın derdi, gamı var, dünyadan ayrıldığıma üzülüyorum
sanma, bu çeşit şüpheye düşme!
• Sakın, öldüğüm için bana ağlama; "Yazık oldu, yazık oldu!" deme. Eğer nefse uyup Şeytan'ın tuzağına düşersem,
işte hayıflanmanın sırası o zamandır!
• Cenazemi görünce; "Ayrılık, ayrılık!" deme! 0 vakit, benim ayrılık vaktim değil, "buluşma, kavuşma" vaktimdir!
• Beni toprağın kucağına verdikleri zaman sakın; "Veda, veda!" deme! Çünkü mezar, öteki alemin, cennetler
mekanının perdesidir!
• Batmayı, gözden kaybolmayı gördün ya, bir de doğmayı gör, düşün Güneş'le Ay batıp gözden kayboldukları
zaman bir ziyan gelir mi?
• Bu hal, sana, batmak, kaybolmak gibi görünse de, aslmda bu hal doğmaktır yeniden hayata kavuşmaktır!
• Mezar, insana hapishane gibi, zindan gibi görünse de, orası ruhun kurtulduğu yerdir!
• Hangi tohum yere atıldı, ekildi de tekrar bitmedi, topraktan baş kaldırmadı? Niçin insan tohumu hakkında yanlış
bir zanna düşersin?
• Hangi kova kuyuya sarkıtıldı da dolu çıkmadı? Can Yusufu neden kuyudan ziyan görsün, niçin feryad etsin?
• Bu dünyaya ağzını yumunca, öte tarafa aç! Artık senin hayhuyun, uğraşmaların mekansızlık alemindedir! 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder