4 Ocak 2015 Pazar

Besmele-Bismillah-Rahman ve Rahim olan Allah Teâlânın ismiyle

1. Rahman ve Rahim olan Allah Teâlânın ismiyle Tilavete Okumaya başlarım.


    1. Bu âyet-i celile, Besmele-i Şerife ünvanına haiz(adını alan), kâinatın Halikı(yaratıcısı) Yüce Allah'ın üç mukaddes ismini havi(içeren), her okunacak ve yapılacak mühim ve meşru bir şeye teberrüken kendisiyle başlanılması muvaffakiyete vesîle olan bir âyettir. İşte Fatiha Sûresini okuyacak bir kimse bu besmele-i şerifeyi okuyunca: (Rahman ve rahim olan Allah Teâlâ'nın mübarek ismiyle) bu sûreyi tilavete başladım, demiş ve bu mukaddes isimler ile bereket isteğinde bulunmuş, bununla Cenab'ı Haktan yardım dilemiş olur. Ne kutsi mukaddes, ne mübarek bir ayeti kerime!
    Euzu Besmele'nin Arapça Türkçe Yazılışı Okunuşu ve...
    Fatiha Suresi
    Besmele-i Şerîf’in ma’nâlarını arzetmeye çalışalım: بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِِ الرَّحِيمِ bütün hayırlı işlerin başıdır. O Arş-ı A’zâm’dan insanların eline uzatılmış nurânî bir hayttan ibarettir. “Bismillah”a dayanan insan, bütün kâinata meydan okuyabilir. Çünkü orada Allah’a güvenme, dayanma ve itimat etmekten bahsedilmektedir. Dünyanın kapısı “Bismillah”la açılmıştır. Kâinat “Bismillah”la kurulmuştur. Her hâdise “Bismillah”la meydana gelir. Ve kıyâmet “Bismillah”la kopacak, Haşr ü Neşr, Cennet-Cehennem “Bismillah”la teessüs edecek, mü’minler “Bismillah” dediklerinde cennetin kapısı açılacak ve orada mü’minler, بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِِ الرَّحِيمِ de anlatılan Allah’ı, Rahmân ve Rahîm olan Zât’ı göreceklerdir. Âlem “Bismillah”la başladığı gibi “Bismillah” la bitecektir.
    Besmele harf-i cer olan ب(be) ile başlar. Harf-i cer ismin sonunu cer eder. Burada اسم (isim) kelimesini cer etmiş ve bu kelimenin sonu kesre kılınmıştır. Kesre, inkisârdan gelir. Ve başlangıçtaki bu kesre bize Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna gelirken âdeta münkesir, yani kırık bir kalple gelmeyi ders verir. Esâsen, her hayırlı işte havl ve kuvvetine dayanacağımız Cenâb-ı Hakk’a karşı kalbimiz münkesir olmalıdır ki, aczimiz O’nun kuvvetini davet eden ب bir şefaatçı olsun...
    ب (be)’de musâhabet (yakınlık, dostluk) ma’nâsı vardır. İnsan, Allah ve Resûlü’ne yakın olmak istiyorsa besmele çekmelidir. Ve yine ب de ilsak (birlikte olma, sarılma) ma’nâsı vardır. İnsan, besmele ile Allah’ın Rahmân ve Rahîmiyetine sarılır. Bütün muamma ب nin noktasıyla başlar. ب nin mimiyle sona erer. ب nin altındaki nokta kaldırıldığında iki sonsuz arasında uzayıp giden bir elif akla gelir. Elif, hakikat ilminde Allah’ın remzidir. Elif’in alt tarafına bir nokta koyup onu ب “be” yapacağımız güne kadar, kâinatta gölge olmadığından dolayı o büyük ve nâmütenâhî ışık da bilinmiyor ve bulunmuyordu. كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا “Ben gizli hazine idim” ifadesi bu hakikate parmak basmakta ve bize bu hakikati şerh etmektedir.
    ب (be) nâmütenâhî uzayıp giden ve zıddı olmayan, nûrânî bir hattır. O, Allah’ın remzidir. Elif harfinin ilk yazıldığı yerde Hz. Ahmed’in adına remiz yapılmıştı. Onun başında da bir elif vardı. İş elifle başlar ve ebedlere kadar da öyle kalır. Nokta, Hz. Muhammed (sav)’in remzidir. Kâinatın çekirdeği ve nüvesi olan Hz. Muhammed (sav) اَوَّلٌ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِى “İlk yaratılan benim nûrumdur.” sözüyle bunu anlatmaktadır. Hz. Muhammed (sav) yaratılmasaydı Allah bilinmezdi. Allah kendini kendinde görüyor ve kendi ilmiyle kendini biliyordu ama, Allah başka gözlerle görülmek; başka kulaklarla duyulmak ve başka gönüllerde de bilinmek istedi. Onun için Hz. Muhammed (sav)’in nûrunu yarattı. Kâinatı da O’nun nûrundan halketti, nihâyet kâinatın müntehâsında insan, bir semere olarak zuhûr edip ortaya çıktı. “Mir’ât-ı Muhammed’de Allah görünür daim” sözünden biz bunu anlıyoruz.
    Ayna ve aynada tecelli eden şey بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِِ الرَّحِيمِ de yer almış bulunmaktadır.
    “Bismillah”ta ilk isim Allah’ın adıdır. “Allah’ın adıyla” ma’nâsına “Bismillah”la işlerimize başlıyoruz. “Bismillah”ın sonundaki “Rahîm” Allah’ın sıfatıdır, ama, kendi sıfatını Kur’ân’da Habîb-i Edîb’ine isim olarak takmıştır.» بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُفٌ رَحِيمٌ “(O) mü’minlere karşı çok bağışlayıcı, çok merhamet edendir” (Tevbe, 9/128) derken, Hazret-i Muhammed’i kasdetmektedir.
    وَمَآ اَرْسَلْنَاكَ الاَّ رَحْمَىً لِلْعَالَمِينَ “Biz seni ancak âlemlere Rahmet olarak gönderdik” (Enbiya, 21/107) derken de âlemlere rahmet için gelen Hz. Muhammed (sav)’in rahîmiyetine parmak basmaktadır. “Bismillah”da Allah anlatılır. Ve “Bismillah” da Allah’ı anlatan Hz. Muhammed (sav) dile getirilir.
    ب nin alâkalı olduğu bir fiil vardır. Zaten kâinat fiillerden ibarettir. Bu fiil, ya başa ya da sona takdir edilir. Biz Allah kelimesini başa alarak diyoruz ki, Allah vardı, hiçbir fiil yoktu. Allah zâtında fa’aldi. Belki, ef’âli de Zâtıyla beraberdi. İşte bu noktaya gelince susup bir şey diyemiyoruz...
    Takdir edilen bu fiil ya اَبْدَأُ veya إبْتِدَائِ şeklinde olur. Eğer اَبْدَأُ dersek, fâil, altındaki أَنَا dir. إِبْتِدَائِ dersek, ى fâildir. Böylece besmele yedi kelimeden meydana gelmiştir. Bunlardan dördü sarîhtir. Diğer üçünü ise biz takdir ediyoruz. 
    اِسْمٌ (isim) ya سَمَا - يَسْمُو den veya وَسَمَ – يَسِمُ den gelir.
    Birinciye göre ma’nâ: Yüksek oldu, yüce oldu şeklindedir. Allah zaten hem zâtıyla, hem de isimleriyle yücedir. وَللهِ اْلاَسْمَاءُ الْحُسْنَى “Allah’ın güzel isimleri vardır” (A’raf, 7/180) âyeti bize bunu anlatmaktadır.
    İkinciye göre ise ma’nâ, “alâmet ve işâret oldu” demektir. Başka hiç kimseye “Allah” denmez. “Allah” dendiği zaman insanın aklına; kâinatı idare eden, Vâcibü’l-Vücud’la tarif ettiğimiz Zât-ı Ecell-i A’lâ gelir. 
    اِسْمٌ kelimesi üzerinde bir nebze durmamız gerekiyor. Allah (cc) kendi isminden evvel bu kelimeyi zikrediyor. بِِ اللهِ (Billah) demiyor, بِسْمِ اللهِ diyor. Belki biraz düşününce بِاللهِ ile de aynı şey anlaşılırdı; ancak, bununla evvelâ, kasem (yemin) ma’nâsı hatıra gelirdi. Halbuki bizim maksadımız yemin etmek değil; Allah’ın inâyetiyle, Allah’ın emirlerine yapışarak, cismâniyetin karanlıklarından, rûhâniyat ve kalp nûrâniyatına yükselmektir. Yani biz insanî kemâlâta yükselmek ve insanî mi’râca çıkmak için bu kelimeyi söylüyor, bu kelimeye tutunuyoruz.
    “İsim” dendiği zaman akla, Allah’ın bütün isimleri gelir. Ve kâinattaki tasarrufu sayısınca Allah’ın isimleri vardır. İşte bu kelimeyi söylerken âdeta gözümüz önünde tecessüm eden Cenâb-ı Hakk’ın isimleri اَللهِ lafz-ı şerîfiyle, bütünüyle niyet edilmiş ve niyetteki genişlik nisbetinde de bütünüyle zikredilmiş olur. Yani bir insan aynı zamanda Rahmân, Rahîm, Rezzâk, Hâlık vs. gibi sayısız ismi söylemeyi de niyet etmiş ve bu isimleri şefaatçi yaparak isteyeceğini istemiştir. Her hareket ve talep bu isme dayalı olduğuna göre, “Bismillah” ifadesindeki geniş ve güçlü kuvvet hakikaten mânidardır. “Bismillah” diyen bir insan bütün Esmâ-ı Hüsnâ’yı söylemiş ve bu isimleri şefaatçi yaparak Allah’tan dilemiş oluyor.
    بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِِ الرَّحِيمِ diyen insan aynı zamanda gaybûbet makâmındadır. Yâni, Makâm-ı Fark’ta; yani Allah’a “O” diyeceği makamda bulunmaktadır. İşte böyle bir makamda “Bismillah” derken yardım talebiyle araya Allah’ın ismi girmektedir. Yani Lâfz-ı Celâle ile insan arasına “isim” kelimesi girmektedir. 
    Kâinat, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin cilvelerinden ibârettir. Her yerde dalgalanan, Allah’ın isimleridir. “İsim” dendiğinde bütün bu dalgalanmalar hatıra gelir. İşte ifâde edilen bu lâhutî ve ulûhiyete ait ma’nâ ne ise, biz onu “Allah” diye ifâde etmekteyiz.
    Besmelenin ب (be)’si, ب nin noktası ve بِسْمِ “Bismi”. İşte biz bu besmelenin altında o noktadan ibaretiz. Şiblî’ye: “Sen Şiblî misin?” diye soranlara, o şu ce-vabı verir: “Hayır, ben, müstakim ve nurânî hat altında gölge yapıp O’nun vücûduna âyine olan noktayım.”
    اَللهُِ Allah” lafz-ı şerîfini başka bir lügatten nakledilmiş olarak kabul etmek ve iştikak ilmine göre şu kelime-den veya bu kelimeden türemiştir deyip O’na bir asıl bulmaya çalışmak gönlüme uygun gelmiyor. Vâkıa, bazıları O’nu bir kısım kelimelere ircâ ederek bir temel kelime bulmaya çalışmışlardır. Fakat âcizane diyorum ki: Zât-ı Bâri, nasıl ezelî ise, ezelden beri O’nun adı “Allah”tır. “Allah” kelimesine de bir temel kelime aramak uygun değildir. Ama bu kelimenin etrafında “ben bu kelimeye benziyorum” diyen kelimeler vardır ki, ben de onların ma’nâlarını arzedeceğim:
    Herşey Allah’a bağlı ve herşey Allah’la ayakta durmaktadır. Kâinatın yüzünün nûru ve ziyâsı اَللهُِkelimesidir. “Allah” kelimesinin mevcût olmadığı yerde, bütün ilimler ve bilgiler; evhâm, hayâl ve seraptan ibaret olur ve iki ucu birleşmeyen bir kısım anlaşılmaz, karmakarışık fikir yığınları olarak kalır. Yirminci asırda bütün ilimlerin tıkanması işte bu noktaya dayalıdır. Günümüzde “Allah” kelimesine dayanmayan bütün ilim, teknik ve fenlerin hepsi tıkalıdır ve altlarında bir kısım tereddüt ve şüpheler vardır. İlim adamı bunlara hipotez, nazariye veya başka başka nâmlar takar, ma’nâsı ve mâhiyeti anlaşılmış gibi takdime çalışır. Fakat esas itibariyle ne ma’nâsı ne de mahiyeti anlaşılmıştır.
    Kâinatta her şey bir hakikate dayanmakta, her şeyin temelinde bir hakikatin vücudu gerekmektedir. Şu muhteşem kâinatın temeline de büyük bir hakikat gerekir ki, bu kâinat o büyük hakikate dayansın ve ma’nâsını, tonunu bulmuş olsun. İnsan gibi âbide ve yaratılış ağacının meyvesi olan bir varlık, bir kısım faraziyelere meselâ, denizlerin dibindeki amiplere, solucanlara, tesadüf rüzgârlarına dayanmaz. Bu âbidenin altında büyük bir hakikat olması lâzımdır ki, o da Allah, “Rahmân” ve “Rahîm” kelimeleridir.
    Burada bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum. Dünyanın doğusunda, batısında, kuzeyinde ve güneyinde gelişen ilmî akımlar, ilim ve teknoloji yönüyle oldukça ileride bulunan devletler vardır. Allah’a inanmayan bu insanlar, herşeyin tıkandığı noktada, gönlü Allah’a bağlı, bütün hissiyatıyla O’na imân etrafında pervane gibi uçan ve gerçekten inanan insanların bu hususta imdada koşmalarını beklemektedirler.
    Eğer bütün ilimlerin tensik edilmesi düşünülüyorsa, bu “Allah” kelimesine dayandırılarak yapılacaktır. O zaman ilimler ve maârif bir hakikate dayanmış ve ma’nâsını, tonunu bulmuş olacaktır.
    İlme ve fenne yeni bir mecrayı Allah’a inananlar verecektir. İlim ve fen sağlam temeller üzerine, inanmış insanlar tarafından oturtulacaktır. Yoksa kâinatın ma’nâsı anlaşılamadığından ve kâinat Allah’ın yarattığı istikâmette gidip değerlendirilmediğinden ötürü, Cenâb-ı Hakk kâinatı yıkıp dağıtacaktır. Bu, belki bir insanın, belki bir gezegenin, belki bir seyyarenin eliyle olacaktır. Çünkü böyle bir kâinatın artık ma’nâsı kalmamıştır.
    Allah (cc), Mâ’bûd-u bi’l-Hâk ve Maksûd-u bi’l-İstihkâk’tır, yani, Kendisi’ne ibadet edilmeye lâyık yegâne varlıktır. Allah bizâtihi mahbûbtur. Kalpler Allah’ı zikirle doygunluğa ulaşır. Bütün kırık gönüller Allah’a vardıkları zaman içlerinde sekine hasıl olur. Allah en yüksektir, müşriğin şirki O’nun izzet ve azâmetine ulaşamaz. Allah Muhtecîp’tir, bu gözlerle O’nu görmek mümkün değildir. O çok muallâdır. Bütün kâinatı idare eden O’dur. Allah’ı gözümüzle göremeyiz; fakat her şeyde âyândan daha âyân olan Allah’ın eserlerini görmekteyiz. Ve anlıyoruz ki O, şiddet-i zuhûrundan gizlidir. Bütün kalbi kırıkların sığınağı Allah’tır. Allah mü’min için bir hayret kaynağıdır. Allah hakkında ma’rifetini artıran herkes hayrete dalacaktır. Allah bütün insanların Ma’bûd’udur. Allah, Allah olduğu için Ma’bûd’dur. Şimdi de bütün bu arzettiğim sözlerin hepsini “Allah” kelimesiyle alâkalı ve Lafz-ı Celâle’ye yakın kelimelerden çıkarmaya çalışalım:
    İlâh kelimesi اَلَهَ den gelir. اَلَهْتُ اِلَى فُلاَنَ “Elehtü ilâ Fülânin” ise سَكَنْتُ اِلَيْهِ ‘Sakin oldum, kemâle erdim’ gibi ma’nâlara gelmektedir. İnsan, kemâl için koşup durmakta, kemâli buluncaya kadar da durmadan ve yorulma bilmeden mesâfe katetmektedir. İnsanlığını kaybetmemiş, vicdân ve kalp taşıyan bir insan, neticede kendisi için mukadder olan kemâli buluncaya kadar durmadan koşacaktır. Kâmil-i Mutlak olan Allah, ona kemâl verecektir. O, hayret ve dehşet içinde insanlık makamından isimler makamına, isimler makamından sıfâtlar makamına, sıfâtlar makamından Zâtî şuûnât makamına yükselecek ve yükseldikçe hayret ve dehşeti artacak ve mutlak kemâle ereceği âna kadar da koşacaktır. Allah onu olgunlaştırdığı, kemâle erdirdiği anda da, içinde sekîne hâsıl olacaktır.
    اَلاَ بِذِكْرِاللهش تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ “Dikkat edin! Kalpler ancak, Allah’la oturaklaşır, Allah’a imânla huzur ve itmi’nâna kavuşur” (Râd, 13/28) Öyle ise kemâl arayanların sığınağı, son durak noktası Allah’tır. Dolayısıyla اَللهُ kelimesiyle أَلَهْتُ اِلَيْهِ sözü arasında bir münasebet vardır ve Allah kelimesinin altında bu ma’nâ sezilmektedir.
    Lafz-ı Celâle ile alâkası olan bir diğer kelime de وَلَهَ (velehe) dir. وَلَهَ ‘irtifa etti, yükseldi’ ma’nâsına gelir. Yeryüzünde müşrik istediği kadar şirk koşadursun ve haddinden taşkın olarak: “Ben fezaları dolaştım da Allah’ı göremedim” desin. Bütün zaman ve mekândan münezzeh, bütün kâinatı idâre eden, herşeyi tesbih taneleri gibi evirip çeviren ve her yerde nizâmıyla kendisini ilân eden Allah, müşriğin her türlü şirkinden münezzeh ve muallâdır. İşte, Allah öyle mürtefi, öyle yüksektir. Bu da, Lâfz-ı Celâle’nin altındaki ma’nâda mündemiç bulunmaktadır.
    Bir başka kelime de وَلَْه (velh) kelimesidir. وَلْه Velh, ‘şaşkınlık ve aklın gitmesi’ demektir. Bu kelime, bir yönüyle hayret mâkâmını bildirir. Aslında her insanda bir hayret ve şaşkınlık vardır. Bu da tevhid nûrunun bir cilvesidir.
    İnsanlardan bazısı, cismâniyetini aşamaz, ten tenceresinin sıkıcı ve boğucu havası içinde hapsolur. Ne yapacağını bir türlü bilemez ve bu bir şaşkınlık hâlidir. Bir diğeri ise, esmâ makâmını aşar, sıfata yanaşır. Ama daha ilerisini keşfedemez. Bu da ayrı bir şaşkınlık içindir. İster ulvî isterse süflî şekliyle olsun, bu hayret ve şaşkınlık, tevhid nûrunun bir cilvesi, bir tecellisidir; ve bu büyük ma’nâ da yine Lafz-ı Celâle’de meknûzdur.
    Yine Lafz-ı Celâle ile alâkalı bir kelime de, لاَهَ “Lâhe”dir. اِحْصَبَ: لاَهَ – يَلُوهُ ma’nâsındadır ki, ‘gizli oldu, gizlendi’ demektir. Allah (cc), gözle görülmez. Halbuki âyândan daha âyândır. Görünmemesi, varlık kemâlinin zirvesinde bulunmasından yani şiddet-i zuhurdan ileri gelmektedir. Görünmek, zıddı olan ve varlığın kemâl noktasına gelememiş olanlar için söz konusudur. Gece gündüzün, gündüz gecenin zıddı olduğu için görünür ve bilinir. Sıcaklık soğuklukla, aksi de aksiyle hissedilir. Halbuki Cenâb-ı Hakk’ın zıddı ve benzeri yoktur.
    O Allah ki, görme, işitme, hayat-memat, imân-küfür, adâlet-zulüm ve bütün zıtlar hep O’nun tecellisiyledir. Hayır ve şer O’ndandır. Böylesine her şey O’ndan olan, zıddı ve benzeri bulunmayan Allah’ı görmeye imkân var mıdır? Onun için O’na, “O, şiddet-i zuhûrundan gizlidir” diyoruz. Bin seneden beri ehl-i kalp, “ey şiddet-i zuhûrundan gizli olan, ey kemâl-i nûrundan muhtefî bulunan Allah’ım!” diye O’na münâcatlarını arz ve takdim etmektedirler. Hz. İbrahim Hakkı:
    Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi misl-ü âlemde
    Ve sûretten münezzehtir, mukaddestir Taâlâllah
    Şerîki yok, berîdir doğmadan doğurmadan ancak
    Ehad’dir, küfvü yok, İhlas içinde zikreder Allah.
    Ayrı bir kelime de اَلِهَ (elihe)’dir. اَلِهَ ‘iltica etti, sığındı’ ma’nâsına gelir. Arap, اَلِهَ الْفَسِيلُ ‘bu, yavru annesine sığındı, iltica etti’ der, yani وَلِعَ اِلَى اُمِّهِdemektir.
    Bir yavru, aczi ve zaâfını şefâatçi yaparak anasına sığınır. Hatta ondan tokat yer, yine ona ilticâ eder. Kul da öyledir. Kolu kanadı kırık, âciz ve fakir olan insan, yavrunun annesinin şefkat dolu sinesine sığınması gibi, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve merhametine sığınır. Kendisine ilticâ edilen ve ona ilticanın bir faydası olan sadece Cenâb-ı Hakk’tır ve bu iltica ma’nâsı da Lafz-ı Celâle’de gizlidir.
    اَلِهَ kelimesinin bir diğer ma’nâsı da عَبَدَ ‘kulluk yaptı’dır. Ve Allah “Ma’bûd” ma’nâsınadır ki, kulluğa tek lâyık zât demektir.
    Ve yine اَلِهَ ‘himaye etti’ ma’nâsına da kullanılır ki, Cenâb-ı Hakk’ın kulunu koruyup, himâye etmesini ifade eder. Aynı kökten اَلَّهَ ise ‘ilâh edinildi’ demektir. Zaten, Allah’tan başka ilâh yoktur. Ve ilâh kabul edilmeye layık ve şâyeste sadece ve sadece O (cc) vardır. 
    Şimdi hep beraber bu cümlelerle bize anlatılmak istenen Ma’bûd-u Mutlak’ı, Lafz-ı Celâle’nin altında müşâhede edelim: Allah, kolu kanadı kırıkların sığınağıdır. O, ibadet edenlerin Ma’bûd’udur. O, dertlilerin dermânı, yaralı gönüllerin derdinin şifasıdır. O, kâinatın nûru ve ziyâsıdır. Her şey O’nunla hâllolur. O’nu bulduğun zaman hâdiselerin senin başına getirdiği dağdağalardan, sıkıntılardan, belâ ve musibetlerden kurtulursun.
    Lâfz-ı Celâle’nin diğer bir hususiyeti, başka isimlerle ifâde edemeyeceğimiz bir mu’cizelik ifâde etmesidir. Başından ا (elifi) kaldırdığımız zaman لله kalır ki, yine “Allah” demektir. ِللَّهِ ما فِي السَّمَاواتِ وَمَا فِي الأَرْضِ (Bakara, 2/284) (Nisa, 4/131,132); ve وَلِلَّهِ جُنُودُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ (Fetih, 48/4,7) âyetlerinde olduğu gibi. Başından ل(Lâm)’ı kaldırdığımız zaman له yine “Allah” demektir. Her iki ل la beraber ا i kaldırdığımız zaman ـه (Hû) kalır ki, Allah’ın zâtının ünvânıdır ve yine “Allah” demektir. Ve biz çok defa zikir, vird ve fikrimizi ـه demekle ifade ederiz.
    ـه (Hû) aynı zamanda İsm-i A’zâm arasında sayılmaktadır. Lâfz-ı Celâle’nin son harfi ـه dur ve Allah’ı ifade etmektedir. Hatta çok defa diğer isimlerle Allah’a yönelmektense, ـه ile yönelmek daha uygun olur. İşte Lâfz-ı Celâl’e, böyle mu’cizevî bir kelimedir. Onun bu son harfi üzerinde kısaca duralım, sonra umûmî ma’nâsına tekrar dönelim:
    ـه (hû) başlı başına bir mu’cizedir. İnsan ـه dediği zaman şu ma’nâları mülâhaza eder veya şu ma’nâların mülâhazası ona ـه dedirtir: “Nerede ben, nerede Sen? Ben bir damla hakir sudan mahlûk, Sen ezel ve ebed sultanı Ma’bûd. Ben, Sana sen diyemem. Sana ancak, kâinatı dolduran, Senin Esmâ’na ait ma’nâları birden ifade etme sadedinde, ünvanın olan ـه ile sesleniyorum. Ve ancak ـه (hû) demekle gönlümdeki ateşi söndürüyorum.”
    İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerini anarken, çok kere o ismin varlıkla olan alâkalarını hatırlar ve zikrettiği ismin kendisiyle olan alâkasını nazara alır. Meselâ: “Yâ Kerîm” dediği zaman, Allah’ın kendisine olan ikrâmını hatırına getirir. “Yâ Muhsîn” dediği zaman, Allah’ın ihsânını, “Yâ Cemîl” dediği zaman da Allah’ın cemâl ile tecellisini hatırına getirir. Böylece, kısmen de olsa ihlâsı zedelenir. Halbuki ـه (hû) dediği zaman, Zât-ı Ecell-i A’lâ’ya has bir ünvân ile, her türlü beklentinin, her türlü karşılığın üstünde; Allah, Allah olduğu için, O’nun Ma’bûd-u Mutlak olduğunu ilân etme sadedinde “hû” demek gönle öyle şifâ verir, öyle su serper ki, tâ gönlünün derinliklerinden ـه (hû) demiş insanlar ancak bu zevkin ne demek olduğunu bilirler. Bu ifâdenin, rûhu terbiyedeki tesiri ise başka hiçbir isimde yoktur.
    Ayrıca, Allah (cc) bize, kendini eserleri ve icraâtı ile tanıtmaktadır. Biz de O’nu kendimizde mevcud tecelli ve eserleri nisbetinde tanımaktayız. Bu tanımalar hep izâfîdir, hakiki ma’rifet yanında da noksandır. Çünkü, insan kendisine yapılan kerem, lütuf ve ihsân adesesinden, bütün kâinatta cereyan eden bu fiilleri ve bu fiillerin fâilini idrâk edip kavrayamaz. Belki kendi ölçüleri içinde mes’eleyi değerlendirir. Halbuki “hû” deyince, nefsü’l-emirde var olan ve bütün güzel isimlerin sahibi bulunan Zât-ı Ecell-i A’lâ kasdolunmaktadır. Böylece de hem enfüsî hem de âfâkî bütün delilleriyle, bize kendini tanıtan ve kâinatta bütünüyle tecelli eden Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda, O’na hitap sıgasıyla “Sen” demekten teeddüp ederek, gayb makamında sadece ve tek kelimeyle “O” ma’nâsı, “hû” denmektedir ki, aslında her nefes alışverişimiz, bir “hû” dan ibarettir. Yani “hû” bizim hayat kaynağımızdır. O’nu demeden yaşamamız mümkün değildir.
    Diğer bir husus da şudur:
    İnsan, o Sultan’ın huzurunda ve O’nun muhteşem saltanatı karşısında, açlığını, susuzluğunu, her türlü debdebe ve âlâyişi ve hattâ kendisiyle beraber varlığını unutur. Nazarını, başka her şeyden alır, sadece O’na çevirir ve orada “O” ma’nâsına deyiverir. Herşey onun gözünden kendisi ile beraber silinir, yok olur. Bismillah derken, işte bu ma’nâları mütâlâa ve müşâhede etmiş oluyoruz.

    Besmele; bütün mevcudatın lisan-ı haliyle ve kavliyle dillerinde devamlı tekrar edilen dua, zikir ve anahtardır. Böylece Allah a uzanan manevî bir hat ve irtibattır. Bu duaya insanlar, hayvanlar ve bitkilerden tutun, cansız varlıklara kadar her şey iştirak etmektedir. Zira Kur'ân-ı Kerîm deki O nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihini anlamazsınız (İsrâ sûresi, 17/44) âyeti, bu hususu ortaya koymaktadır. Sahâbîlerin önde gelen isimlerinden Abdullah b. Mesûd un (r.a): Biz Hz. Peygamber in yanında yemek yerken yemeğin Allah ı tesbih ettiğini işitirdik (Buharî, Menakıb , 25) şeklindeki haberi de, buradaki ayetin açık bir tefsiridir. 19. asırda filozoflardan biri, mazhar olduğu nuranî bir müşahede ile tabiatın hayat sahibi olduğunu söylemiş ve ileride de herkesin bu fikri benimseyeceğini haber vermiştir. (Çantay, 2:506) Günümüzde de tüm varlıkların canlı olduğunu deneyle ispatlayan Japon bilim adamının  bu konudaki bir araştırması ise şöyledir: Su cansız bir madde değil; canlı ve duyguları algılayan kristallerden oluşmaktadır. Yanında güzel sözlerle dua edildiğinde su, berrak ve estetik bir yapıya bürünür. Kötü sözler veya şeytan ifadeleri kullanıldığında kristaller kaotik ve karışık bir biçime dönüşmektedir. Bir başka deneyde ise iki kavanozun içine pirinç konmuş, birine teşekkür , diğerine aptal yazılmış. Bir ay boyunca bu sözler şişelere söylenmiş, sonuçta aptal denen kavanozun içindeki pirinçler siyahlaşmış ve kötü koku saçmış, diğerinde ise; pirinç beyaz kalıp, hoş bir koku salgılamıştır. Demek ki varlıklar, Allah ın adıyla can ve hayat bulmakta, O nun ismiyle huzura ve sükuna kavuşmaktadır. 

    Besmele, dinî açıdan da İslâm nişanını gösteren bir definenin anahtarıdır. Çünkü Rahman ve Rahîm olan Allah ın adıyla başlarım diyerek, yapacağımız işlerin gerçek faili, yaratanı olmadığımızı, bizi de fiillerimizi de yaratan bir güç ve kudrete bağlı bulunduğumuzu, ancak O nun müsaadesiyle işe başlayabileceğimizi, yapacağımız her şeyi O nun için yapmamız gerektiğini ilan ederiz. Dolayısıyla zahiri sebepler neticesiyle gelen nimetleri de o esbâp hesabına almamız doğru olmaz. Çünkü o sebepler, (meselâ ağaçların meyve vermesi, hayvanların süt vermesi v.s.gibi) doğrudan doğruya o nimeti Allah hesabına ve O nun müsaadesiyle, yaratmasıyla ürettikleri aşikârdır. Böylece biz de bu nimetleri alır, onlardan istifade ederken, Allah adına (besmele ile) almamız ve yapmamız gerekmektedir. 
    Besmeledeki bir başka sır da kısaca şöyle özetlenebilir: Besmelenin başındaki be cer edatı beraberlik veya yardım dileme manâsında bağlayıcı bir edattır, yani bağlaçtır. Dolayısıyla, başla, oku veya başlıyorum, okuyorum.. gibi hazfolunmuş takdiri bir fiile işaret eder. Allah ismi ise gerçek İlâh ın özel adıdır. Bütün sıfat-ı kemâliyeye sahip bulunan varlığı zaruri olan Zât ın ismidir. Oysa tanrı ve hudâ isimleri Allah gibi birer özel isim değildir. Ayrıca İlâh, Rab, Ma bud gibi genel anlam ifade eden isimler de böyledir. Zira İlâh ın çoğulu âlihe, Rabb ın çoğulu erbâb, hudâ nın çoğulu hudâyân ve tanrı nın çoğulu tanrılar şeklinde kullanılırken, hâlbuki Allah için Allahlar denemez, kullanılamaz. Bundan dolayı, meselâ Süleyman Çelebi Mevlidine Allah adıyla başlamış, Tanrı adı dememiş, o bahrin sonunda da Birdir Allah, andan artık tanrı yok diyerek tanrı kelimesini ilâh karşılığında tam yerinde kullanmıştır. 

    Yine Allah kelimesinde şu nükte de vardır: kelimesinin baştaki hemzesi kaldırılırsa geriye lâh kalır ki yükselme ve gizlenme fiilinden mastar ve ilâh anlamında bir isim olur. Şayet lâh da kaldırılırsa geriye Hû şeklinde zamir kalır ki, bu da Allah a râcî olan bir isme delâlet etmektedir. Görüldüğü gibi buradaki harfler bile tek başına Allah a işaret etmekte ve O nu göstermektedir. Besmeledeki er-Rahmân kelimesi de yüce Allah a mahsus bir isim, çok merhametli, çok rahmet sahibi manâsına bir isim-sıfattır. er-Rahîm kelimesi de, çok merhamet edici manâsında Allah ın sıfatlarından biridir veya yine bir isim-sıfattır. Rahmân ve Rahîm ikisi de rahmet masdarından mübalağalı birer sıfattır. Aralarındaki nüans inceliği ise; Allah ın Rahmân oluşu ezele, Rahîm oluşu ebede ve haşre işaret etmektedir. Bundan dolayı mahlukât, Allah ın Rahmân olmasıyla başlangıçtaki rahmetinden, Rahîm olmasıyla da sonuçta meydana gelecek merhametinden doğan nimetler içinde büyürler ve ondan faydalanırlar. Böylece Allah dünyada Rahman oluşuyla hem mü minlere, hem de kâfirlere acımakta ve nimetlerini vermektedir. Ahirette Rahîm oluşuyla da yalnız mü minlere merhametli olacağını göstermektedir (Yazır, 1:38-49). Kainattaki canlı ve cansız bütünündeki yardımlaşma ve dayanışma da Allah ın rahmetine bakmaktadır. Meselâ ağaçlar ve nebatâtların gıda anbarı, hayvanların süt çeşmesi, güneşin de bir lamba gibi insanların emrinde olmaları, bu nimetlere kaynaklık eden varlıkların insanın ihtiyaçlarını bilmesinden değil, belki insanı bilen ve tanıyan, merhamet sahibi bir Rahman ın olmasından dolayıdır. Bunun için önce Rahmaniyete sonra Rahimiyete bağlanarak işlere başlanılır. Böylece besmele dünyadaki manevi kapıları açan bir anahtar ve Allah ile irtibatı sağlayan manevi bir bağ ve duadır. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bu konuya işareten, Besmele ile başlanmayan önemli işler güdüktür (gerçek ve müspet manâda sonuçsuzluğa mahkûmdur) (Süyuti, 2:322) buyururken, bir başka hadislerinde Besmele her kitabın (önemli işin) anahtarıdır buyurmuşlardır (a.g.e., 2:4). Böylece hayvanı keserken çektiğimiz besmeleden tutun, sabah evden çıkarken çektiğimiz besmelelere kadar, her işimizde Allah la manen irtibatlı olduğumuzu göstermektedir. Dolayısıyla yaptıklarımızı Allah için yapabilmeli, Allah için verebilmeli ve Allah için alabilmeliyiz ki, amellerimiz ahirette de kıymet kazansın ve sevap olsun.

    Besmeleye devam etmek ve ona karşı hürmet ve saygı göstermek, kişinin dünyevî ve uhrevî yükselmesine vesiledir. Meselâ ilk devir sûfîlerinden olan ve yalınayak manâsına gelen ismi kendisine, O (Allah) yeryüzünü size bir döşek kıldı (el-Bakara, 2/22) âyetinden hareketle Allah tarafından döşenmiş bir yerde ayakkabı ile gezilmez diyerek yalınayak gezmeyi tercih etmesinden dolayı verildiği rivâyet olunan (Kara, Bişr el-Hâfî D.İ.A. 6:221) Bişr el-Hâfî nin (ö.227/841) seyr u sülûku ve seyr u sülûktaki mertebesi şu hadiseye dayanmaktadır: O, yolda bulduğu ve üzerinde Besmele yazılı bir kâğıdı itina ile temizledikten sonra levha haline getirerek muhafaza etmiş, bunun üzerine rüyada bir ses kendisine, besmeleye karşı bu hürmetinden dolayı adının dünya ve ahirette saygın kılındığını bildirmiş, böylece Bişr, zühd ve takvada zirveye ulaşmıştır (Ebu Nuaym, 8:336). Bişr el-Hafî, kaç asır sonra günümüzde bile bilinen, hayır ve sena ile anılan evliyâdandır.

    Besmele ile ilgili olarak şöyle bir hikâye de anlatılır: Dindar bir kadın ağzından besmeleyi hiç düşürmezmiş. Bir şey alırken ya da koyarken mutlaka besmele çekermiş. Kadının bu hâlinden hoşlanmayan kocası onu denemek ve mahcup etmek için kendisine bir kese altın vermiş ve saklamasını söylemiş. Kadın keseyi besmele ile sandığa koymuş. Kocası, gizlice sandıktan keseyi alıp kuyuya atmış. Sonra da kadından keseyi istemiş. Kadın besmele ile sandığı açmış ve sular sızan altın kesesini kocasına vermiş. Besmelenin bereketi hürmetine Allah, kadını mahcup etmemiş ve kocasının da aklı başına gelmiştir.

    Netice olarak besmele, dünyevi kapıları açan, âdetleri ibadete çeviren (yemek yerken, su içerken v.s de çekilen besmeleler gibi) sihirli bir anahtardır. Besmele, aynı zamanda Allah ile kul arasındaki irtibatı sağlayan manevi bir bağ ve duadır. 

    Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
    "Bilcümle semâvi kitâbların anahtarı "Rahman, rahîm Allah adı ile"dir; yani besmeledir." (1)
    "Meşrû işlerin hangisi olursa olsun besmele-i şerîfe ile başlanmazsa hayrına ve tamamına nâil olunamaz, bereketsiz kalır." (2)
    "Bir vartaya düşdüğün vakit:

    "Rahman, rahîm Allah adıyla. Çok yüce ve çok büyük Allah'a sarılmaktan, O'ndan yardım dilemekten başka çâre yoktur!" demeğe devam et. Zîrâ Cenâb-ı Allah bunların hürmetine belâ ve musîbetlerin nicelerini def eder." (3)
    "Cehennemin başlıca me'murları olan ondokuz zebânînin azabından necât bulmak isteyen kimse Besmele'ye devam etsin." (4) Zirâ besmele ondokuz harftir.
    "Sizden biriniz evine girmek istediği zaman şeytan onu ta'kîb eder. O kimse evine girdiği zaman besmele ile girerse şeytan der ki: Bu evde bana girecek yer yok." (5)

    "Her günün sabahında ve her gecenin akşamında:
    "Allah'ın adiyle ki, O'nun adı sâyesinde ne semâda, ne yeryüzünde, hiç bir şey zarar veremez. O her şeyi işiden, her şeyi hakkıyle bilendir" diyen ve bunu üç defa tekrarlayan kimseye hiç bir şey zarar veremez' (6)

    "Allah'ın adı anılmadan yenilen her yemek ancak hastalıktır, onda bereket yoktur. Bunun keffâreti, eğer sofra ortada ise Bismillah diyerek devam etmekdir. "(7)

    (1) Râmûzû'l-ehâdîs, 241.
    (2) Ebû Dâvûd, Edeb, 18.
    (3) Râmûzû'l-ehâdîs, 66.
    (4) el-Câmiu's-Sağîr. 
    (5) Müslim'den el-Ezkâr, 26.
    (6) Ebû Dâvûd, Edeb, 101; İbn Mâce, Dua, II; ibn Hanbel, Müsned, 1/62, 66, 72.
    (7) bk. en-Nevevî, el-Ezkâr, 205 vd.

    Besmelenin fazileti

    Sual: Euzü ve Besmele’nin manası nedir?
    CEVAP
    Euzübillahimineşşeytanirracim 
    demek, Allah'ın rahmetinden uzak olan ve gazabına uğrayarak dünyada ve ahirette helak olan şeytandan, Allahü teâlâya sığınırım, korunurum, yardım beklerim. Ona haykırır, feryat ederim demektir.

    Bismillahirrahmanirrahim demek ise, her var olana, onu yaratmakla ve varlıkta durdurmakla, yok olmaktan korumakla iyilik etmiş olan Allahü teâlânın yardımı ile, bu işimi yapabiliyorum demektir.

    Besmelenin fazileti
    Sual:
     Besmelenin fazileti nedir?
    CEVAP
    İlk yazılan, Besmeledir. Âdem aleyhisselama ilk gelen, Besmeledir. Müminler, Besmele yardımıyla Sırattan geçer. Cennet davetiyesinin imzası Besmele’dir.
    Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
    (Hoca çocuğa Besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü teâlâ, çocuğun ve anasının ve babasının ve hocasının Cehenneme girmemesi için senet yazdırır.)

    (Kur'an-ı kerimin anahtarı, Besmeledir) 

    (Besmele her kitabın anahtarıdır.) 
    [Hatîb]

    (Besmeleyle yenen yemek bereketli olur.) [İbni Mace]

    (Besmeleyle başlanmayan her önemli iş noksan kalır.) [Beyheki]

    (Eve girerken Besmele çekilirse, şeytan, “Bu eve girmeme imkân yok” der, dönüp gider.) [Tibyan]

    (Amel defterinde 700 Besmele bulunanı Allahü teâlâ Cehennemden çıkarır.) [Tergib-us-salat]

    (Besmeleyle yazı yazanın haceti kolaylaşır, Allahü teâlâ da razı olur.) [Deylemi]

    (Besmeleyle işe başlayanın günahları af olur.) [İ. Rafii]

    (Yemeği Besmeleyle yiyip, sonunda Elhamdülillah diyenin, daha sofra kalkmadan günahları affolur.) [Taberanî]

    (Sıkıntıya düşen, “Bismillahirrahmanirrahim ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm” derse, her türlü sıkıntıdan kurtulur.) [Deylemi]

    (Bin kere Besmele okuyanın dört bin büyük günahı af olur.)[Tergib-us-salat]

    (Besmele yazılı bir kâğıdı yerden kaldıran, sıddıklardan yazılır.)[Tergib-us-salat]

    (Besmelesiz koku sürünen, şeytanlara da koku sürmüş olur.)[İbni Sünni]

    (Şeytandan korunmak için, yemeğe Besmeleyle başlayın!)[Taberanî]

    (Su içerken Besmele çek, bitince de Elhamdülillah de ve üç nefeste için!) [İbni Sünni]

    (Yemeğe başlarken Allahü teâlânın adını anın, yani Besmele çekin! Başında Besmele çekmeyi unutan, hatırladığı zaman,“Bismillahi alâ evvelihi ve ahirihi” desin!) [Ebu Davud, Tirmizi, Hâkim]

    (Yemeğe başlayan kimse, Bismillahi desin. Bismillah demeyi unutursa hatırlayınca, “Bismillahi evvelehü ve âhirehü” desin.) [İbni Mace]

    (Şeytandan korunmak için yemek yerken, istirahat ederken ve gece yatarken Besmele çekin!) [Taberanî]

    (Helaya girerken çekilen Besmele, cinlerin gözüne perde olur, avret yerini göremezler.) [Tirmizî]

    (Kapısını besmeleyle kapatan şeytandan korunur. Bir çubukla da olsa kapları Besmeleyle örtün!) [İ. Hibban]

    (Şeytan, Besmele çekilmemiş yemeği kendine helâl görür.)[Müslim]

    (Şeytandan korunmak için, eve girerken selam verin ve yemeği besmeleyle yiyin!) [Taberanî]

    (Eve girerken Besmele çekilirse, şeytan, “Bu eve girmeme imkân yok” der, dönüp gider.) [Tibyan]

    (Evden çıkarken “Bismillahi, tevekkeltü alallah, lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah” diyen, tehlikelerden korunur ve şeytan ondan uzaklaşır.) [Tirmizi]

    (Ya Resulallah, çok yediğimiz halde doymuyoruz, yemeğin bereketi olmuyor) dediler. Resulullah, (Yemeği ayrı değil beraber yiyip Besmele çekilirse, bereketli olur) buyurdu. (İbni Mace)

    Resulullah efendimiz, Besmele çekip suyu üç nefeste içer, bitince Elhamdülillâh derdi. (İ. Sünnî)

    Sual: İşlere başlarken kısaca Bismillah demek yetişir mi?
    CEVAP Yetişir. [“h” harfinin iyice belli olması için] (Bismillahi) demek daha uygundur.

    Besmele ile başlanılan iş bitince de, (Elhamdülillah) demeli, yani Allahü teâlâya şükretmelidir!

    İbrahim suresinin, (Şükrederseniz elbette nimetimi artırırım)mealindeki 7.âyet-i kerimesi ile (Az-çok bir nimete kavuşan "Elhamdülillah" derse, Allahü teâlâ, o kimseye bu nimetten daha iyisini verir) ve (Yiyip içtikten sonra "Elhamdülillah" diyenden Allahü teâlâ razı olur) hadis-i şerifleri, nimete şükredince, hem eldeki nimetin yok olmaktan kurtulacağını, hem de yeni nimetlerin ele geçmesine sebep olacağını bildirmektedir. (T.Gafilin)

    Besmeleyle başlamak
    Sual: 
    Her hayırlı işe Besmeleyle başlamak gerektiğine göre, mektuplara, maillere de Besmeleyle başlamak gerekmez mi?
    CEVAP
    Besmeleyi İslam harfleriyle yazmak gerekir. Ancak Besmele şimdiki mektuplarda yerlerde sürünebileceği için mektuplara yazmamak daha uygun olur. Maillerde ve mektuplarda, İslam harfleriyle yazılı şeklini Latin harfleriyle karışık yazmamalı. İslam harfleriyle yazılı olup elden götürülecek mektuplara ve yine İslam harfleriyle yazılan maillere Besmeleyle başlamak sünnettir. Büyük İslam âlimi Dost Muhammed Kandihârî hazretleri, 29. mektubunda buyuruyor ki:
    Peygamber efendimiz, mektupların başına,Bismillâhirrahmânirrahîm yazardı. Mesela, Dıhye-i Kelbîaracılığıyla Rûm kayseri Herakliyus’a gönderdiği mektuba Besmeleyle başladı. Kâfire bile yazılan mektuba Besmeleyle başlamak sünnettir. Hudeybiye barışında Hazret-i Ali’ye Besmele yazmasını emretti.

    Her hayırlı işe Besmeleyle başlamalıdır.
    Besmelenin harfleri,Cehennem zebanilerinin sayısı kadar olup 19 tanedir.Bu 19 zebaniden kurtulmak isteyen,19 harfli besmeleyi okusun.Bunu okuyan kimse için Allah, bu harflerden her birisini, bir zebaniye karşı bir zırh yapar. Cehennem meleklerinin kendileri de bütün işlerini besmele çekerek yaparlar. Bütün güçlerini de besmeleden alırlar.
    Abdullah b Mesud(ra)
    Bir tehlikeye düştüğünde, sıkıntıya maruz kaldığında, ‘Bismillâhirrahmânirrahîm, Velâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-ayyi’lazîm’ (Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla, pek yüce ve çok büyük olan Allâh'ın yardımı, ihsanı olmasa; hiçbir tehlikeye-sıkıntıya karşı korunabilmeye güç, kuvvet, tâkât yoktur; O’na sarılmaktan, O'ndan yardım dilemekten başka çâre bulunmaz!) demeye devam et. Çünkü Allah Teala bunların hürmetine belâ ve musibetlerin nicelerini def eder.
    Allah-u Teâla kendisinden istemeyene kızar.Hadis-i Şerif
    Kainatın kalbi ve ilâhî hükümlerin icra makamı olan Arş-ı Azam, duaların yükseldiği ve kabul edildiği yerdir. Her kul için semada Arş’a açılmış kapılar vardır. Tevbe kapısı, dua kapısı, rahmet kapısı, rızık kapısı, amellerin arz kapısı gibi. Bu kapılar insan ölene kadar kapanmaz. Yeter ki insan, bu kapılardan içeri girmesini bilsin.
    Dua, ilâhî huzura sunulan bir dilekçe gibidir. Dua, kulun gönlünü ve derdini Yüce Rabbine açmasıdır. Ve arz edildiği makama uygun olan her dua muhakkak kabul edilir.
    Duaların arz edildiği makama uygunluğu derken, işin usül ve adabından söz etmiş oluyoruz. Bunlar manevi edepler ve zahiri edepler olarak ikiye ayrılır. Duanın Cenab-ı Mevlâ katında kabulü için önce manevi usül ve adaba dikkat etmek gerekir. Zira manevi edepler duanın özü, ruhu gibidir ve kalple ilgilidir. Zahiri usül ve adabın, ancak manevi edeplere uyulduğunda bir mana ifade edeceğini unutmamamız gerekir.
    Önce Samimiyet ve İçtenlik
    Duanın manevi edeplerini şöyle özetleyebiliriz:
    İnsan, önce duasız kulluğun ve ilâhî dostluğun olmayacağını bilmelidir. Dua ibadetlerin özüdür. Bütün ibadetler Yüce Allah’a kulluğun bir ifadesidir. Dua bu kulluğu en güzel şekilde ifade ve ispat eder. Çünkü insanın her an ihtiyaç içinde olduğunu bilmesi ve muhtaç olduğu her şeyi sebepli veya sebepsiz olarak yaratacak Yüce Yaradan’a yönelmesi en büyük kulluktur. Bunu bilmek ve O’na yönelmek farzdır,
    Dua, ümit, sevgi ve gönül hoşluğu içinde yapılmalıdır. Çünkü kendisinden bir şey istediğimiz Yüce Allah, bizim hakiki dostumuz ve sahibimizdir. O bize gönlümüz kadar yakındır. Kalbimiz O’na yöneldiğinde ve derdimiz dilimizden döküldüğünde bizi dinlemekte ve “ne istiyorsun kulum?” diye karşılık vermektedir (Bakara/186). Bize kendisinden istemeyi O emretmiştir. “Benden isteyin ki size vereyim” demiştir. Duadan kaçanları kınamıştır. Güzel kulluk ve samimi dua edenlere cenneti müjdelemiş, kibirlenip dua ve ibadetten kaçanlara cehennemi hazırlamıştır. (Mümin/60)
    Rasululllah A.S. Efendimiz’in belirttiği gibi Yüce Rabbimiz öyle zengindir ki, kendisinden istendikçe hoşnut olur. Kendisinden istemeyene kızar, kapısını çalmayana gazap eder. Kapısı herkese açıktır. Bütün kullara her istediklerini verse, hazinesinden hiçbir şey eksilmez. O, affedilmek isteyeni affeder, hidayet isteyeni hidayete ulaştırır, sıhhat ve afiyet isteyeni rahatlığa kavuşturur, rızık isteyeni genişliğe çıkarır, ateşten korunmak isteyeni cehennemden uzaklaştırır. Sevgi ve rızasını isteyeni rahmetiyle destekler, cennet yoluna sevkeder. (Buharî Müslim, Hakim)
    Kısaca kendisinden isteyeni seven, her istenene gücü yeten Yüce Rabbimiz’den bir şey isterken devamlı sevinçli, ümitli ve tevazu içinde olmalıyız. Bir arifin dediği gibi, eğer Allahu Tealâ kullarına vermek istemeseydi, benden isteyiniz diye emir vermezdi.
    Duada samimi ve ısrarlı olmalıdır. Bir kere istedim verilmedi demek yanlıştır, Allahu Tealâ’dan bir şey istemek kendi başına bir ibadettir. Her ibadete en azından on sevap verilir. Rasulullah A.S.: “İnsan, ben Allah’tan istedim de bana isteğim verilmedi demediği ve istemeye devam ettiği müddetçe, istediği kendisine verilir.” buyuruyor. (Müslim, Tirmizî)
    Dua ederken, kul kimden ne istediğini bilmelidir. Yani dil ucuyla değil, kalbin içiyle dua etmelidir. Çünkü kalp ile Yüce Allah arasında gafletten başka bir perde yoktur.
    Efendimiz A.S.’ın şu müjdesi duaya sarılmak için yeterlidir: “Allahu Tealâ, yeryüzünde dua eden hiçbir müslümanın isteğini boş çevirmez, muhakkak bir karşılık verir. Ya kulun istediği şeyi verir, ya onun yerine kendisinden bir kötülüğü kaldırır ya da isteğinin karşılığını ahirete saklar.” (Tirmizî, Hakim)
    Ayrıca kul şunu bilmelidir ki, Allahu Tealâ devamlı kendisine yalvaran kullarını çok sevmektedir. Onun için bazen kulunun iniltili sesini dinlemek için istediği şeyi geciktirir. Çünkü bu samimi yalvarmalar en güzel zikir çeşididir. Bu hal ayrıca kulun acizliğini ispat etmekte ve nefsi Yüce Rabbi’ne yöneltmektedir.
    Demek ki kul Rabbinden bir şey ister, Rabbi onu dinler ancak verilecek şeyi O tercih eder. Bu, hastanın durumuna benzer. Hasta doktoruna rica eder, ondan şifa bulacağını umduğu bir şey ister. Fakat doktor bazen hastanın arzu ettiğini değil, başka bir ilacı verir. Çünkü hastanın şifa sebebi ondadır. Kısaca, “ey Rabbim!” diye yakaran hiç bir kul eli boş dönmez.
    Usülsüz Vusül Olmaz
    Duayla ilgili bu manevi edeplerin yanı sıra, dualarımızı Arş’a yükseltecek ve ilâhî huzurda kabulüne vesile olacak diğer hususları Allah Rasulü A.S.’ın tavsiyeleri ışığında şöyle sıralayabiliriz:
    Rasulullah A.S. Efendimiz şöyle buyurmuştur:
    “Sizden biriniz dua ederken, ‘ya Rabbi! Dilersen beni mağfiret eyle, dilersen bana merhamet eyle’ demesin. İstediğini, sağlamca ve kesin bir ifade kullanarak istesin. Çünkü Allah’ı şu veya bu işe zorlayabilecek hiçbir kuvvet yoktur.” (Buharî, Müslim)
    Buradan anlaşılan odur ki, mümin kul birşey dilemek için Rabbi’ne yöneldiğinde, o şeyin olmasını bütün benliğiyle istemeli, kalbinde “olmasa da olur” şeklinde bir gevşeklik bulunmamalıdır.
    Duaya, Allah Teala’ya hamd ve sena, Rasulullah A.S. Efendimiz’e salât ve selam ile başlamalıdır.
    Efendimiz A.S., bir adamın duasını duydu ve “bu adam acele etti” buyurdu. Sonra da onu yanına çağırtıp şöyle dedi: “Biriniz namaz kılıp arkasından dua için ellerini kaldırdığında, Allah’a hamd ve sena ile başlasın, sonra Peygamber’e salât ve selam okusun, ondan sonra istediği duayı yapsın.” (Tirmizî, Ebû Dâvûd, Nesâî)
    Duayı, “amin” kelimesi ile bitirmelidir. Bu kelime, “Rabbim, kabul eyle” anlamına gelir.
    Sahabe’den birisi şöyle anlatır:
    Bir gece Rasulullah A.S. ile dışarı çıkmıştık. Israrla dua eden bir adama rastladık. Rasulullah A.S. durup onu dinlemeye koyuldu. Sonra da şöyle buyurdu: “Eğer sonunu iyi bağlarsa, istediklerini hak eder.”
    Cemaatten birisi, “Ey Allah’ın Resulü! Duayı nasıl bitirmesi gerekir?” diye sordu. Allah Rasulü A.S.: “Amin kelimesi ile… Eğer böyle bitirirse, istediği kendisine verilir.” buyurdu.
    Rasulullah A.S.’a soran adam, oradan ayrılıp dua eden kişinin yanına geldi ve şöyle dedi:
    “Duanı Amin kelimesi ile bitir ve gözün aydın olsun.” (Ebû Davud)
    Dua ederken elleri açarak kaldırmalıdır. Rasulullah A.S. Efendimiz, dua ettiği zaman ellerini kaldırdığında (elbisesinin yenleri geniş olduğu için) koltuk altlarının göründüğü olurdu. (Buharî)
    Dua ettikten sonra elleri yüze sürmelidir. Rasulullah A.S. Efendimiz dua için ellerini kaldırdığı vakit yüzüne sürmeden indirmez ve ashabına da böyle yapmalarını söylerdi. (Ebu Davud, Tirmizî)
    Alimlerimiz, dua adabı olarak bunlardan başka, yine Rasulullah A.S.’ın hadislerine ve uygulamasına dayanarak aşağıdaki hususları da tavsiye etmişlerdir:
    - Abdestli bulunmak.
    - Namaz sonrasında dua etmek.
    - Kıbleye yönelmek.
    - Eğer kıtlık, umumî sıkıntı ve felaketlerin kalkması için dua ediliyorsa, elleri kaldırarak avuçların içi aşağya gelecek şekilde dua etmek ve böyle dualardan sonra elleri yüze sürmemek.
    - Rızkını helal yollardan kazanmaya ve helal lokma yemeye titizlikle dikkat göstermek.
    - Sünnetullah’a, yani varlığa hakim tabiat kanunlarına aykırı birşey istememek.
    - Duada, Allah Tealâ’nın rızasına uygun olmayan şeyler talep etmemek.
    Şunu da ilave edelim: Mümin, kendisi, sevdikleri ve malı hakkında bedduada bulunmamalıdır. Rasulullah A.S. Efendimiz bundan sakındırmış ve şöyle buyurmuştur:
    “Kendinize beddua etmeyin! Çocuklarınıza beddua etmeyin! Hizmetçilerinize beddua etmeyin! Mallarınıza da beddua etmeyin! Çünkü o bedduanız Allah tarafından kabul edileceği bir saate rastlar da, kabul edilir (ve sonunda yine kendiniz üzülürsünüz.)” (Ebu Davud)
    Ayrıca mümin, sadece ihtiyaç ve sıkıntı anında Rabbi’ne yönelmez. Aksine, genişlik ve rahatlık içinde bulunduğu zamanlarda da duayı ihmal etmez ki, darlık ve sıkıntı zamanlarında Yüce Allah onunla birlikte olsun.
    Resulullah A.S. Efendimiz’in bu konudaki tavsiyesi açıktır:
    “Kim sıkıntı ve güçlük içinde bulunduğu zamanlarda duasının kabul olunmasını isterse, bolluk ve mutluluk zamanlarında çok dua etsin.” (Tirmizî, Ahmed b. Hanbel)
    Evet, dua başlı başına bir ibadettir ve diğer bütün ibadetler gibi ancak usül ve edebine riayet edildiğinde makbul olur. Arifler, “usül olmadan vusül, yani hedefe ulaşma olmaz” derler. Edebe dikkat etmeyene dost kapısının açılmayacağı da bilinir.
    Dua İçin Zaman ve Mekan Tercihi
    Efendimiz A.S.’ın hadislerinde dua etmek için hassasiyet göstermemiz gereken zamanlar şöyle haber verilir:
    Gecenin son üçte birlik kısmı.
    Farz namazların sonrası.
    Secde hali.
    Hac veya Umre.
    Ezan okunduğu vakit.
    Ezanla kamet arası.
    Namaz için kamet okunduğu zaman.
    Düşman karşısında iken.
    Yağmur yağdığı zaman.
    Kur’an hatminden sonra.
    Gözlerimiz iman hasssiyetiyle yaşardığı zaman.
    Bizi sadece Allah Teala’nın gördüğü tenha yerler.
    Kâbe’de Rükn ile Makam arası.
    Kabul Olunacağı Bildirilen Dualar
    Rasulullah A.S. Efendimiz’in hadislerinde, şu kimselerin duasının reddolunmayacağı haber verilir:
    Evine dönünceye kadar hacının ve gazinin duası.
    İyileşinceye kadar hastanın duası.
    Mü’min bir kimsenin, diğer mü’min kardeşi için gıyaben yaptığı dua.
    İftar edinceye kadar oruçlunun duası.
    Adaletli devlet başkanının duası.
    Babanın evladına duası.
    Esma-i Hüsna, salih ameller, peygamberler ve diğer büyük zatlar ile tevessül edilerek yapılan dua.
    Misafirin ev sahibine duası.
    Mazlumun duası ve bedduası.

    1 yorum:

    1. allah razı olsun bu kadar şeyo nasıl yazdın allah senin isyediklwrini uerine getirsin huzur sağlık versin allah tutuğnu altın etskin amin banada dua edersen çok seviirim duaya ihtiyacım var

      YanıtlaSil