26 Mayıs 2016 Perşembe

Hidayet nedir?

Hidayette olup olmadığımız, Kur’an ve sünnet çizgisinde olup olmadığımızla ilgilidir. İslam’ın bu iki temel kaynağına uygun bir çizgide olanlar hidayette, bu çizginin dışında olanlar ise dalalettedir. Hidayetin iman ve amel olmak üzere iki boyutu vardır.

Yoldan çıkmak, yoldan sapmak, yanlış yola sapmak manasına gelen dalalet İslam literatüründe farklılık arz eder. İslam’ın bu iki temel kaynağının öngördüğü iman boyutundan mahrum olanın dalaleti küfür, amel boyutu olmayanın dalaleti ise fasıklık olarak adlandırılır.

Ehl-i sünnet alimlerinin ittifakıyla iman ve amel çizgisinin manevî pusulası olan HİDAYET de, doğru yol rotasını şaşırmak anlamına gelen DALALET de Allah’ın yaratmasıyla meydana gelir.

“(Resulum!) Onları hidayete / hak yola getirmek senin görevin değil, lâkin Allah dilediğini hidayete / doğru yola getirir.”(Bakara, 2/272),

“Bu müminler hâlâ öğrenmediler mi ki Allah dileseydi bütün insanları hidâyet eder, doğru yola koyardı.”(Rad, 13/31);

“Hiç kötü işleri kendisine güzel görünen kimse, iyilik edip dürüst işler işleyen kimse gibi olur mu? Allah dilediğini dalalete / sapıklığa, dilediğini hidayete / doğru yola iletir. O halde o insanlardan ötürü üzülüp kendini mahvetme! Çünkü Allah onların bütün yaptıklarını bilir.”(Fatır, 35/8)

mealindeki ayetler gibi, daha pek çok ayette hidayet ve dalaletin varlığı, Allah’ın yaratmasına bağlı olduğu vurgulanmıştır.

Hidayetin iman boyutunun özellikle vurgulandığı şu ayetler de bize konumuzla ilgili açık bir mesaj vermektedir:

“Eğer Senin Rabbin dileseydi, dünyada ne kadar insan varsa hepsi imana gelirdi. (Ama bunu irade etmedi). Şimdi sen mi, imana gelsinler diye insanları zorlayacaksın? Allah’ın izni olmadıkça hiç bir kimsenin iman etmesi mümkün değildir.”(Yunus, 10/99-100),

“(Resulüm!) Sen dilediğin kimseyi hidayete / doğru yola eriştiremezsin, lâkin ancak Allah dilediğini hidayete / doğruya ulaştırır.”(Kasas, 28/56).

Bu ve benzeri ayetlerden anlaşılıyor ki, HİDAYET  Allah tarafından insanlara verilen, yani dışarıdan telkin edilip yaratılan bir ilahî nimettir.

İnsanın hidayet ve dalalette bir kesbi, bir vesilelik boyutunun olduğu, yine Ehl-i sünnet alimlerinin kabul ettiği bir gerçektir.

“De ki: “İşte Rabbiniz tarafından gerçek geldi. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.”(Kehf, 18/29)

mealindeki ayet ve benzeri bir çok ayette, insanın özgür iradesinin -kesb, vesilelik bakımından- rolüne işaret edilmiştir.

Şunu açık olarak belirtelim ki, hidayetin yalnız Allah’ın elinde olması, onun yegâne yaratıcı olmasının bir gereği olduğu gibi, kesb / vesilelik cihetiyle insanın özgür iradesinin söz konusu olması da ilahî adaletin olmazsa olmaz şartıdır. Ehl-i sünnet alimlerinin -hidayetin öncelikli boyutu olan- iman tanımları da bu yöndedir.

Bediüzzaman Hazretlerinin şu tanımı -insan kesbini de içine alan- çok açıklayıcı, efradını cami, ağyarını mani bir kapsama sahiptir:

“Şu kelime-i şahadetteki cevher-i iman bir nurdur, Allah (onu) istediğinin kalbine atar / bırakır. Keyyumu (imanı kalpte tutan) Hidayet-i ilahiyedir. Burhanı ise bir mücahittir (ki), düşmanını tart eder, bir süpürgecidir ki, evhamdan tezhip eder.”(Asar- ı Bediiye, Nokta, s. 21).

“İman, Sa'd-ı Taftazanî'nin tefsirine göre; "Cenab-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz-ü ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur." denilmiştir.”(İşaratu’l-İ’caz, s.42).

Demek ki iman ve hidayetin iki yönü vardır. Bir tarafı vesilelik cihetidir ki, insanın vicdan hürriyetine bakar, diğeri ilahî hükümranlığın istiklali cihetidir ki Allah’ın birliği ve tevhit cihetine bakar. Kulun kesp / özgür irade tarafı yüzde bir ise, Allah’ın müdahalesi yüzde doksan dokuzdur.

Şeytanın görevi insanları hidayete çağırmak değil, hidayete girmelerini engellemek, onları hidayetten uzaklaştırmaktır.

“(Şeytan) Öyle ise” dedi, “Sen beni azgınlığa mahkûm ettiğin için, ben de onları gözetlemek üzere Senin doğru yolunun üzerinde pusu kurup oturacağım. Sonra onların gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh sağlarından, gâh sollarından sokulacağım, vesvese verip pusu kuracağım, Sen de onların ekserisini şükreden kullar bulmayacaksın.” (Araf, 7/16-17)

mealindeki ayet ve benzerlerinde bu husus açıkça ifade edilmiştir.

Bu kısa açıklamadan sonra konuyla ilgili ileri bazı ayetleri bahane ederek hidayet konusunda ileri sürülen iddialara cevap vermeye çalışacağız:

İddia:
“Kur'ân'daki hidayet" insan ruhunun ölmeden evvel Allah'a ulaşmasıdır. Bugün İslâm âleminin önündeki en büyük tuzaklardan biri, "Ruh insana hayat verir. Ruh vücuttan çıkarsa kişi ölür." anlayışıdır. Bu anlayış, dînimize sonradan sokulmuş, Kur'ân-ı Kerim'e tamamen aykırı bir bid'attir. Öyle ki bu korkunç bid'at sebebiyle Kur'ân'daki hidayetin üzeri örtülmüş, insanlar Allah Tealâ'nın teslim emirlerinden bîhaber bırakılmışlardır.

Cevap:
“Kur'ân'daki hidayet" insan ruhunun ölmeden evvel Allah'a ulaşmasıdır.” sözünden maksat, insanın ölmeden evvel Allah’ı tanıması, ona kul olması, ona teslim olması ise, bu doğrudur. Eğer bundan maksat, ruhun gerçek anlamda Allah ile bir şekilde buluşmak, onun yanına varmak, Allah’ın la-mekân ve la-zaman olan ezelî nezdine gitmek ise bu açık bir küfürdür.

"Ruh insana hayat verir. Ruh vücuttan çıkarsa kişi ölür." anlayışının Kur’an’a aykırılığını iddia etmek bütün Ehl-i sünnet alimlerinin görüşlerini reddetmek anlamına gelir. Tabii ki bu ifadelerden ne kastedildiği pek açık değildir. Eğer bundan maksat ruhun bedenden çıkmasıyla kişinin bedeni yine de ölmez ise, bu gözle görülen realiteye aykırıdır. Eğer maksat ölümden sonra da yine ruhun baki olduğunu vurgulamak ise bu doğrudur. Fakat bu muğlak ifade -bilerek- bir demagojinin yapılmasına yöneliktir.

İslam alimlerine göre, Ruh, başına şuur takılmış, -bağımsız bir varlık olarak- vücud-u haricî giydirilmiş, hem alem-i emir hem  irade vasfından gelen bir kanun-u emrîdir.(bk. Sözler, Lemaat, s.702),

“Ruh; zîhayat, zîşuur, nurânî, vücud-u haricî giydirilmiş, cami, hakikatdar, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanun-u emrîdır”(Sözler, s.6-517).

İddia:
Bugünkü İslâmî tatbikatta hidayeti bilerek veya farkına varmaksızın gizleyenlerin Kur'ân-ı Kerim'e aykırı olmasına rağmen dayandığı iki tez vardır.
1. bid'at: Ruh insana hayat verir, ruh vücuttan ayrılırsa kişi ölür.
2. bid'at: 1400 yıl boyunca İslâm'da ruhun Allah'a ulaşması yer almamıştır.

Bu iki kavram da ne yazık ki dîne sonradan dahil edilmiş hurafelerdir; İslâm âleminin önüne çekilmiş iki karanlık settir. İşte bu iki karanlık setin Kur'ân âyetleri ışığında bir an evvel yok edilmesi gerekmektedir. Bid'atlerle örülmüş bir dîn tatbikatının insanlığı kurtuluşa erdirmesi asla mümkün değildir. Asrın insanı, Allah'ın dînini yegâne Furkan olan Kur'ân-ı Kerim'den öğrenmeli ve bir an evvel hayatına geçirmelidir.

Cevap:
Herkesin hidayeti doğrudan Kur’an’dan öğrenmeyi öngörüne yukarıdaki son cümle, Kur’an dili olan Arapçayı ve bu dilde yazılmış milyonlarca tefsiri ve diğer kaynakları öğrenme ümitlerini kaybetmelerinden  kaynaklanan bir şaşkınlık içerisinde kalanların -bozuk plak gibi- sık sık tekrarladıkları bir cehalet ürünüdür.

Dünya ve ahiret alemiyle ilgili ilimleri ihtiva eden Kur’an gibi bir semavî kitabı, sadece mealine bakarak öğrenmek mümkün müdür? Değişik ilim dallarına ait milyonlarca eserlere kaynaklık eden Kur’an’ı -başka eserlere ihtiyaç duymadan- tek başına anlayacağını iddia eden kimsenin halet-i ruhiyesi gerçekten büyük önem arz eder.

İddia:
"Ruh vücuttan ayrılırsa kişi ölür." anlayışı, dînimize sonradan girmiş bir büyük hurafedir, iblisin insanlığa bir büyük tuzağıdır. Allah Tealâ Kur'ân-ı Kerim'inde "Hayatı veren de öldüren de biziz." buyurmaktadır (Hicr, 15/23; Mülk, 67/2). Ruhun insana hayat verdiğine dair tek bir âyet-i kerime mevcut değildir. Kaldı ki, ruh insanda Allah'ın bir emanetidir. Allah Tealâ'nın insanı eşref-i mahlûkat kılması da, sadece ve sadece Allah'ın ona üfürdüğü ruh sebebiyledir. İnsandan başka hiç bir varlık, Allah'ın ruhunu bünyesinde taşıma yetkisinin sahibi değildir. (Secde, 32/9).

Cevap.
Aşağıda da arz edeceğimiz üzere, “Allah’ın ruhu” ifadesi İslam inancına aykırıdır. Çünkü, ruhun varlığı başka bir vücudu gerektirir.  İnsan ve diğer bütün canlılarda ruh-cesed ikilisi vardır. Ruh sahibi cin taifesinin “ateş”ten, melek taifesinin “nur”dan yaratıldığı Kur’an’la sabittir. Demek onlarda da ruhun dışında başka bir madde vardır. Allah’a ruh isnat edersek -ki ne bir ayette ne de sahih bir hadiste böyle bir şey söz konusu değildir- o takdirde Allah’a parçaları atfetmiş oluruz ki, bu özellik tamamen yaratılmışların özelliğidir.

Bu konuyu bir sonraki konuda daha detaylı ele alcağız.

İddia:

"Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem'î (işitme hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz."(Secde, 32/9)

Cevap:
Anlaşılan bu ifadelerin sahibi, insanların ruhunu Allah’ın ruhunun bir parçası kabul etmektedir. Delil olarak da Secde suresinin 9. ayetinde geçen “fîhi min rûhihî = ruhundan üfledi” ayetini göstermektedir.

Evvela şunu söyleyelim ki, bu ayette ruhun Allah’a izafe edilmesi, teşrif / şereflendirmek içindir. Bu sebeple -mealen- “ruhumdan” ifadesi, “özel yarattığı o güzel insanî / sultanî ruh” demektir. Nasıl ki, bir insana verdiğimiz bir kalemi güzel ve özel bir hediye olduğunu göstermek için “şu kalemi size veriyorum” yerine “şu kalemimi size hediye ediyorum” demeyi tercih ederiz. Bunun gibi Allah da insana verdiği değeri belirtmek için “Ona /Adem’e ruh üfledim” yerine “Ruhumdan üfledim” ifadesini tercih buyurmuştur.  “Kalemim” dediğim zaman onun benim bir parçam olduğu anlamına gelmediği gibi, ayetteki “ruhum” ifadesinden de ruhun -hâşa- “Allah’ın bir parçası” olduğunu da anlamamak gerekir.

Eğer insandaki ruhu Allah’ın ruhundan alınmış olduğunu savunursak, bu takdirde “Onun hiç bir benzeri yoktur.”(Şura, 42/11) mealindeki ayete ters bir yola girmiş oluruz. Çünkü, bu takdirde insanda olan ruh, Allah’ın ruhunun bir parçası olduğuna göre, onun ruhu ile insan ruhu -sadece benzer değil- birbirinin aynısı olmuş olur.

Kaldı ki,  “(Meryem) onlarla (ailesi ile) kendi arasına bir perde çekmişti. Ona ruhumuzu (Cebrail’i) gönderdik. O da ona düzgün bir insan şeklinde göründü.”(Meryem, 19/17) mealindeki ayette de Hz. Cebrail “ruh” olarak değil, “ruhumuz” şeklinde ifade edilmiştir. Hangi akıl sahibi, Hz. Cebrail’in Allah’ın bir parçası olduğunu söyleyebilir!? Gerçek şudur ki, burada da  Cebrail’e şeref bahşeden bir üslup kullanılmıştır.

Kur’an’da “Beyt” kelimesi “Beytî / Benim evim” (Bakara,2/125; Hac, 22/26) ve “naket” kelimesi Naketellahi / Allah’ın devesi, (Şems,91/13) kelimeleri de Allah’a izafe edilmiştir. Bunlar da yalnız teşrif içindir. (bk. Alusî, Secde, 9. ayetin tefsiri) Yoksa “ev” ve “deve”nin Allah’ın bir parçası olduğunu iddia etmek gibi en büyük bidat bataklığına düşülür.

İbnu’l-Cevzî, Beydavî ve Şevkanî de bu izafenin teşrif ve tekrim / şereflendirmek, onurlandırmak ve değer vermek için olduğunu belirtmiştir. (Zadu’l-mesîr,(Hicr, 29); Beydavî, Fethu’l-kadîr, Secde suresi, ilgili ayetin tefsiri)

Ebu Hayan’a göre, Ruh’un Allah’a izafe edilmesi, mülkün malike, muhlukun Halık’a izafesidir. (el-Bahru’l-muhît, ilgili ayetin tefsiri)

Özetle, daha onlarca kaynak verebiliriz ki, hiç birinde “ruhumuz” ifadesini Allah’ın ruhu manasına anlamamıştır. Hepsi de bir şekilde “onun teşrifi, acip  bir yaratık olduğuna” işaret etmek için Allah’a izafe edildiğini belirtmişlerdir. (bk. Nesefî, Maverdî, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri)

İddia:
Ruhumuz Allah'tan gelmiştir ve mutlaka Allah'a geri dönecektir. Allah Tealâ bizlere emanet olarak verdiği ruhu, insandan başka hiç bir yaratılmışın üstlenmediğini de Kur'ân-ı Kerim'inde açıkça ifade etmektedir.

"İnnâ aradnel emânete ales semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehal insân(insânu), innehu kâne zalûmen cehûlâ(cehûlen)."

"Muhakkak ki Biz, emaneti göklere, arza ve dağlara arz ettik (sunduk, teklif ettik). Onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Ve insan onu yüklendi. Muhakkak ki o (nefs), çok zalimdir, çok cahildir."(Ahzab, 33/72)

Cevap:
İnsanın bu emaneti (Allah’ı tanıma emaneti) yüklenmesi sadece ruhtan dolayı değil, aynı zamanda nebatî ve hayvanî yanlarıyla birlikte bir kompozisyon oluşturduğu içindir. Yoksa, meleklerde de ruh vardır, cinlerde de ruh vardır. Fakat bu kompleks fıtratları olmadığı için bir vahid-i kıyasî olamamışlardır.

Kaldı ki, bu emaneti yüklenme özelliği sadece ruha ait olsa bile, bu ruhun Allah’ın ruhundan geldiği anlamına gelmez. Kur’an’da Allah’ın hayatından bahsedilir, fakat ruhundan hiçbir yerde bahsedilmemiştir. Eğer olsaydı, Hay ismi gibi ruhu ifade eden bir ismi de olurdu.

İddia:
Allah Tealâ emanet olarak verdiği ruhunu, biz bu dünya hayatını yaşarken geri istemektedir.

"İnnallâhe ye'murukum en tueddûl emânâti ilâ ehlihâ ve izâ hakemtum beynen nâsi en tahkumû bil adl(adli), innallâhe niımmâ yeızukum bih(bihî), innallâhe kâne semîan basîrâ(basîran)."

"Muhakkak ki Allah, emanetleri sahibine teslim etmenizi ve insanlar arasında hakemlik yaptığınız zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Muhakkak ki Allah, onunla (bununla) size ne güzel öğüt veriyor. Ve muhakkak ki Allah, en iyi işiten ve en iyi görendir."(Nisa, 4/58).

Kur'ân-ı Kerim'e göre bütün insanlık "İrciî" emrinin muhatabıdır.

Cevap:
Nisa suresinin 58. ayetinin meali şöyledir:

“Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adalete uygun tarzda hüküm vermenizi emreder. Allah bununla, size ne de güzel öğüt veriyor! Şüphe yok ki Allah semî ve basîrdir (sözlerinizi de, hükümlerinizi de hakkıyla işitir, bütün yaptıklarınızı hakkıyla görür).”

Ayette geçen “Allah size emanetleri ehline vermenizi… emreder” mealindeki ifadesinden “Allah Tealâ emanet olarak verdiği ruhunu biz bu dünya hayatını yaşarken geri istemektedir.” yargısına varmak gerçekten akla ziyandır.

İddia:

"İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh(mardıyyeten)."
"Rabbine dön (Allah'tan) razı olarak ve Allah'ın rızasını kazanmış olarak!"(Fecr, 89/28)

Fecr Suresinin 28.âyet-i kerimesinde Allah Tealâ ruha seslenerek, "İrciî ilâ rabbiki; Rabbine geri dön." emrini vermektedir. Ölüm halinde ruhu Allah'a ulaştıracak olan vazifeli ölüm melekleri vardır. Kur'ân'ı Kerim intiharı yasak kıldığı cihetle, Allah Tealâ'nın insana "öl" emri vermesi de mümkün değildir. Her kim kendi eliyle hayatına son verirse onun gideceği yer cehennemdir. Buradaki "İrciî" emri ruhun ölmeden evvel Allah'a ulaşmasını ihtiva etmektedir. Ruhun Allah'a geri dönüşü, kişinin Allah'a ulaşmayı dileyerek Allah'ın vazifeli kıldığı hidayetçiye tâbiiyetiyle başlayan ve yedi tane gök katı aşarak Allah'ın Zat'ına ulaşması ile gerçekleşen bir vetiredir.

Cevap:
İbn Abbas, İbn Mesud, Zeyd b. Harise ve Ubey b. Kâb gibi büyük sahabelere göre, ayette yer alan “Ey nefs-i mutmaine, rabbine dön” emri yeniden dirilişten sonra, ruhların cesetlerin içine girmeleri için yapılan bir çağrıdır.”(bk. İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri).

İmam Maverdî, “Nefs-i mutmainne!” kavramı hakkında yedi görüş beyan edildiğini ifade etmiştir. İbn Abbas’a gör, bundan maksat “mümin nefis”,  Mücahid’de göre “icabet eden nefis”;  Katade’ye göre “Allah’ın vaadine hakkıyla inanan nefis”; Ubey b. Kâb’a göre, “Emin olan nefis”; Mukatil’e göre, “Razı olan nefis”, bazı işaret ehline göre, “dünya ile tatmin olan nefis”, Hasan-ı Basri’ye göre, “Allah ile itminana kavuşan nefis” demektir.(Maverdî, ilgili ayetin tefsiri).

“Rrabbine dön” çağrısı da üç şekilde yorumlanmıştır. İbn Abbas’a göre bu çağrı,  “kıyamet günü ruhların cesetlerin içine girmeleri için yapılan bir çağrıdır”. Ebu Salih’e göre bu çağrı, “Ey nefs-i mutmainne, dünyadaki ölüm anında Rabbine dön” manasına gelir. Diğer bazı alimlere göre bu çağrı, “Ey nefs-i mutmainne, artık Rabbinin senin için hazırladığı ahiretteki mükâfata dön” manasına gelir.(a.g.e,).

İddia:
Dînin yegâne kaynağı Kur'ân-ı Kerim'e göre dünya hayatını yaşarken ruhun Allah'a ulaşması farzdır. Peygamber Efendimiz (S.A.V) de; "Ölmeden evvel ölünüz." hadîs-i şerifiyle ruhun Allah'a ulaşmasının farziyetini dile getirmiştir. 14 asır evvel bütün sahâbe bu emri yerine getirerek hidayete ulaşmışlardır (Zumer-17,18).

Cevap:
Bir önceki açıklamada belirtildiği üzere, tefsir kaynaklarında “Rabbine dön!” çağrısını “dünya hayatını yaşarken ruhun Allah'a ulaşması...” manasında değerlendiren hiçbir tefsirci yoktur. Zaten bunu aklen anlamak da mümkün değildir.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, eğer bundan maksat Allah’ı tanıma şerefine nail olmak ise, bu hususu zaten her mümin için -derecesine göre- söz konusudur. Eğer bundan maksat yaşarken Allah’ın katına çıkmak ise, bu takdirde her müminin her gün gerçek bir miraç yaşaması gerekir. İslam inancına göre, Hz. Muhammed (a.s.m)’den başka böyle bir miraca çıkan kimse olmamıştır.

Bir de diyelim ki, soruda söz konusu olan makale sahibi böyle bir miraca çıksın. Kur’an’da farz olduğu iddia edilen böyle yükselme, bir yücelme -Hz. Peygamber (asv)'den başka- sadece bir kişiye mi mahsus kalmış? Bu takdirde Hz. Ebu Bekir (r.a)’den tutun ta bu güne kadar gelmiş, geçmiş bütün alimler, veliler, şehitler ve diğer salihlerin hepsi de günahların deryasında yüzmüşlerdir. Çünkü, bunlardan hiçbiri “Dînin yegâne kaynağı Kur'ân-ı Kerim'e göre dünya hayatını yaşarken ruhun Allah'a ulaşması farzdır.” demediği gibi, kendisinin böyle bir yüce mertebeye ulaştığını da söylememiştir.

Bundan da anlaşılıyor ki, bu iddia tamamen indî bir vesvesenin ürünüdür. Bunu iddia eden  kişinin bilerek yalan uydurduğunu söylemiyoruz, hüsnüzan ediyoruz.  Dediğimiz şudur ki; bu kişi böyle bir vesveseye maruz kalmış, bu telkinî doğru sanmış ve bu sebeple de bu kuruntunun esiri olmuştur.

İddia:

"Vellezînectenebût tâgûte en ya'budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâd(ıbâdi)."

"Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah'a yöneldiler (Allah'a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!"

"Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi)."

"Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah'ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl'elbabtır (daimî zikrin sahipleri)."(Zümer, 39/17, 18)

Cevap:
İlgili ayetlerin doğru mealleri şöyledir:

“Tağuta ibadet etmekten kaçınıp gönülden Allah’a yönelenlere müjdeler var! O halde sözü dinleyip sonra da en güzelini tatbik eden kullarımı müjdele! İşte onlardır Allah’ın hidâyetine mazhar olanlar ve işte onlardır akl-ı selim sahibi olanlar.i”(Zümer, 39/17-18).

Görüldüğü gibi, bu ayetlerde var olduğu iddia edilen “Allah’a ulaşmak” diye bir şey söz konusu değildir. Ayette bu konudaki anahtar kelime “ENABÛ ” fiilidir. İddia sahibinin de meal verirken bu kelimeye “Allah’a yöneldiler” mealini vermesi doğru bir tespittir. Ancak kendi düşüncesini dayatmak için  “parantez içerisinde gösterdiği “Allah’a ulaşmayı istediler” ilavesi indî ve keyfî bir yorumdur. Çünkü, ayette yer alan “ENABÛ” fiilî “NEVB” kökünden geliyor ve “bir yere tekrar, tekrar dönmek, yönelmek manasına geliyor. “Enabe ilellah” ise, -tövbe etmek ve  halis amel yapmak suretiyle Allah’a dönmek, O’na yönelmek” manasına gelir.(bk. Rağıb, “N-V-B” maddesi).

Demek ki, inabe, yaşarken -hâşâ- bir şekilde bizzat Allah’a ulaşmak değil, amel yaparak, tövbe ederek, Allah’ın emirlerine boyun eğerek samimî kul olmak manasına gelir.

Nitekim ayette hidayete ermiş olanlar -maddî bir ulaşım yolu bulanlar olarak değil-, “sözü dinleyip sonra da en güzelini tatbik eden kullar” olarak vasıflandırılmıştır. Demek ki, hidayet tamamen manevî bir kavramdır, sırat-ı müstakîmi ifade eder. Sırat-ı müstakîm ise, Allah’ın kendilerine iman, istikamet nimetini verdiği nebîler, sıddîkler, şehitler ve salihlerin yolu olduğu Nisa suresinin 68-69. ayetlerinde açıkça ifade edilmiştir.

Bu büyüklerden hiç kimse, Allah’a kavuşmak için “kulluk etme” dışında bir ulaşım yolunu bulduğunu iddia etmemiştir.

İddia:
Bütün bu âyet-i kerimelerden de anlaşılıyor ki; "İrciî" emri bir ölüm emri değildir.

Cevap:
Daha önce detaylı bir şekilde açıklandığı gibi, bu ayet-i kerimelerden hiçbirinde "İrciî" emrinin bir ölüm emri olmadığı anlaşılmıştır. Yaşarken bir yolunu bulup Allah’a kavuşma emri olduğuna delalet eden en ufak bir sözcük bile söz konusu değildir.

İddia:
Ne yazık ki Peygamber Efendimiz (S.A.V)'den on dört asır sonra bugün İslâm katledilmiş, ruhun Allah'a ulaşma farziyeti yok edilmiştir. Sevgili kardeşlerimiz! Dünya hayatında ruhun Allah'a ulaşması yoktur, iddiası, dînimize sonradan girmiş bir büyük hurafedir. İblisin insanlığa bir büyük tuzağıdır.

Cevap:
Daha önce de ifade edildiği gibi, eğer bu ifadelerle “ruh’un Allah’ı tanıyarak, ona kulluk ederek, onu sevip sayarak, manevî  ubudiyet irtibatıyla irtibat kurmak” kast ediliyorsa, bu gerçek on dört asırdan beri Müslümanların anladığı ve kabul ettiği bir hakikattir.

Yok eğer maksat, bunları dışında ruhun ulaşımından söz ediliyorsa, bu yeni çıkma hurafe ne bu gün ne de on dört asır önce İslam düşüncesinde yer almıştır.

İddia:
Allahû Tealâ'nın Şûrâ suresinin 13., R'ad suresinin 21., Bakara suresinin 120. ve Al-i İmran suresinin 73. âyet-i kerimelerinde Allah Tealâ'nın ne dediğine dikkatlice bakalım!

"... Allah dilediğini Kendisine seçer. Ve seçtiklerinden kim Allah'a ulaşmayı dilerse, onları Kendisine ulaştırır."

Cevap:
İlgili ayetin meali şöyledir:

“O, ‘Dini doğru anlayıp hükümlerini uygulayın ve o hususta tefrikaya düşmeyin!’ diye, din esasları olarak Nuh’a emrettiğini, hem sana vahyettiğimizi, keza İbrâhim’e, Mûsâ’ya, Îsâ’ya emrettiğimizi sizin için de din kıldı. Senin insanları dâvet ettiğin esaslar, müşriklere çok ağır gelmektedir. Halbuki Allah dilediği kullarını bu din için seçer ve gönülden Kendine yöneleni hidayete erdirir / doğru yola iletir.”(Şura, 42/13).

Ayetin tamamının mealine bakınca konunun, “Dini doğru anlayıp hükümlerini uygulamanın” ifade edildiği anlaşılacaktır.

İddia:

"... Onlar, Allah'ın Kendisine ulaştırmasını istedikleri şeyi, O'na ulaştırırlar."(Rad, 13/21)

Cevap:
Bu ayetin meali şöyledir:

“Allah’ın ulaştırılmasını / gözetilmesini emrettiği şeyleri ulaştırırlar/gözetirler. Rab’lerinden çekinir ve pek çetin bir hesaptan endişe ederler.”(Rad, 13/21).

Bu ayette “gözetilmesi” olarak tercüme edilen kelime “Vesale” fiilinin müzari kalıbıdır; vuslat, ulaşmak manasına gelir. Meallerdeki “gözetilme” ifadesi bu kelimenin Türkçe’de iyi anlaşılmasını sağladığı için tercih edilmiştir. Çünkü, buradaki “ulaştırılması" emredilen şeyden maksat,  ilahî emrin konusu olan şeyin yerine getirilmesidir ve o emrin hakkının gözetilmesidir.    

İddiacının ilave olarak eklediği (Allah’ın) “kendisine” (ulaştırmasını..) sözcüğü ayette yoktur. İlgili fiil meçhul kalıbıdır: “en-Yûsale” şeklinde gelmiştir. Ayetteki konumu itibariyle “yerine ulaştırılması istenen şey” demektir ki Allah ile bir ilgisi yoktur.

İddia:
2/Bakara-120: ...Muhakkak ki Allah'a ulaşmak (Allah'ın kendisine ulaştırması) işte o, hidayettir...

Cevap:
Bakar suresinin 120. ayetinde “Allah’a ulaşmak.. “diye bir şey söz konusu değildir. İlgili ayetin meali şöyledir:

“Ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar, sen onların dinlerine tâbi olmadıkça asla senden razı olmazlar. Sen de ki: “Allah’ın hidâyet yolu olan İslâm, hidayet/doğru yolun ta kendisidir.”

İddia:
3/Ali İmran-73: ... Muhakkak ki hidayet Allah'a ulaşmaktır. (İnsanın ruhunun ölmeden önce Allah'a ulaşmasıdır.)...

Cevap:
Bu ayette de dikkatlerini çeken cümle “Allah’ın hidâyet yolu olan İslâm, hidayet / doğru yolun ta kendisidir.” mealindeki cümledir.

Bu her iki ayette de yer alan anahtar kelime “Huda”dır ki, hidayet, rehberlik, yol gösterici gibi manalarına gelir. Söz konusu cümle “Asıl hüda Allah’ın hüdasıdır / asıl hidayet Allah’ın hidayetidir / asıl rehberlik Allah’ın rehberliğidir / asıl doğru yol Allah’ın gösterdiği yoldur.” manasına gelir.

Şayet hidayeti "ulaşma" olarak tercüme etsek bile, yine de iddiacının nereye varacağı belli olmayan meçhul bir manaya yorumladığı gibi değildir. Bilakis şöyle tercüme edilebilir:

“Muhakkak ki hidayet /doğru yol Allah’ın yoludur / Allah’ın rızasına ulaştıran yoldur.”

İddia:
Acaba Allah'ın Kendisine ulaştırılmasını istediği şey nedir? O Allah ki, en sevgili mahlûkunu sadece ve sadece Kendi Zat'ına davet etmektedir. Ve O Allah ki Kur'ân-ı Kerim'inde "Her şey aslına rücû eder." buyurmaktadır.

Cevap:
Allah ile kulları  arasında “yaratan-yaratılan, Mabud-âbid, Rezzak-rızıklanan” gibi bağlardır. Yoksa “ASIL-FER” ilişkisi değildir. İhlas suresi baştan sona Allah’ı bir şeyin aslı, herhangi bir mahluku O’nun bir parçası gibi görenlerin bu görüşlerini reddetmeyi öngörmektedir. Bu sebeple, “Her şey aslına rücû eder." ifadesini, insanların Allah’ın bir parçası olduğuna delil getirmek çirkin bir saçmalıktır.

İddia:
Ne buyuruyordu 13. asrın müceddidi Said-i Nursi Hazretleri? Toplatılan ve gizlenen Tılsımlar mecmuası adlı eserinde buyuruyordu ki:

"Fâniyim fâni olanı istemem
Acizim aciz olanı istemem
Ruhumu Rahmân'a teslim eyledim
Gayrısını istemem." (Tls:93)

Cevap:
İslam teslimiyeti gerektirir. Allah’a iman eden ona güvenir, ona güvenen  tevekkül eder, ona tevekkül eden kendisine teslim olur. Bu teslimiyet, beden veya ruh cevherinin bir şekilde yolunu bulup kendini Allah’ın katına çıkarıp ona bizzat telsim olmak manasına asla gelmez.

Bu teslimiyet, tahkîkî imanın, takvalı İslam’ın, samimî kulluğun manevî bir tezahürüdür.

Bu ifadelerin sahibi olan Bediüzzaman'ın eserlerine şöyle bir göz gezdiren kimse, şu sözleri bulacaktır:

"Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı İmân ile hayatlandırınız ve ferâizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhâfaza ediniz."(Sözler, On Üçüncü Söz)

"Ve o tâlim ve tâlimât ise (başta namaz) ibâdettir. O iki nefer ise, biri ferâiz-i diniyesini bilen ve işleyen ve kebâiri terk ve günahları işlememek için nefis ve şeytanla mücâhede eden müttakî Müslümandır. Diğeri, Rezzâk-ı Hakikiyi ittiham etmek derecesinde derd-i maîşete dalıp, ferâizi terk ve maîşet yolunda rast gelen günahları işleyen fâsık-ı hasîrdir. Ve o harb ise; nefis ve hevâ, cin ve ins şeytanlarına karşı mücâhede edip günahlardan ve ahlâk-ı rezîleden, kalb ve ruhunu, helâket-i ebediyeden kurtarmaktır." (Sözler, Beşinciz Söz)

"De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin." (Al-i İmrân, 3/31) âyet-i azîmesi, ittibâ-ı sünnet ne kadar mühim ve lâzım olduğunu pek kat'î bir surette ilân ediyor. Evet, şu âyet-i kerime, kıyâsât-ı mantıkıye içinde, kıyas-ı istisnâî kısmının en kuvvetli ve kat'î bir kıyasıdır. Şöyle ki:"

"Nasıl mantıkça kıyas-ı istisnâî misali olarak deniliyor: "Eğer güneş çıksa gündüz olacak." Müsbet netice için denilir: "Güneş çıktı. Öyleyse netice veriyor ki, şimdi gündüzdür." Menfi netice için deniliyor: "Gündüz yok. Öyleyse netice veriyor ki, güneş çıkmamış." Mantıkça, bu müsbet ve menfi iki netice katîdirler."

"Aynen böyle de, şu âyet-i kerime der ki: Eğer Allah'a muhabbetiniz varsa, Habibullaha ittibâ edilecek. İttibâ edilmezse, netice veriyor ki, Allah'a muhabbetiniz yoktur. Muhabbetullah varsa, netice verir ki, Habibullahın Sünnet-i Seniyyesine ittibâı intaç eder."

"Evet, Cenâb-ı Hakka İmân eden, elbette Ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâşüphe, Habibullahın gösterdiği ve takip ettiği yoldur." (Lem'alar, On Birinci Lem'a)

Ayrıca, bu ifadeler iddia edildiği gibi saklı değildir. Sözler isimli kitabın, 17. Söz'ünde ve 26. Söz'ün Hatime'sinde de geçmketedir.

İddia:
Öyleyse sizlere sormaz mıyız ki; Ruh hayat veriyor olsaydı eğer; "Beddiüzzaman, ölmeden evvel ruhunu Rahmân'a teslim edebilir miydi?" sevgili kardeşlerimiz? Peki ya; Zübdetül Hakayık kitabında, Aynül Küzâti Hemadanî'nin, "Eğer mezhebi bir kişiyi Hakk'a ulaştırmıyorsa, o kişi Müslüman değildir. Ben beni Hakk'a götürmeyen mezhebi ateşe verir yakarım. Benim arzum ne dîndir, ne de mezheb, ben senin yolunu, seni istiyorum." sözleri size bir şeyler söylemiyor mu?

Cevap:
Bunu söyleyen kimse şunu kastediyor: Din, Allah’a götüren bir yol olduğu için önemlidir. Allah’ın marifetine ulaşmak, onun rızasını tahsil etmek için din ve mezhep önemlidir. Şayet insanı Allah’a ulaştırmayan bir din söz konusu ise, ben öyle bir dinde yokum, demek istiyor.

Yoksa, eğer din olmadan da bir şekilde insanı Allah’a ulaştıran, yani onun rızasını kazandıran bir yol olduğu düşünen kimsenin imanını yenilemesi gerekir.

“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa,  bilsin ki bu din asla ondan kabul edilmeyecek  Ve o âhirette ziyan edenlerden olacaktır.”(Ali İman, 3/85)

mealindeki ayetin ifadesi bu konuda çok açıktır.

İddia:
Peki ya Lâ mekâna kavm olan Yunus? Yunus nasıl teslim etti ruhunu Allah'a; ne diyorsunuz?

Cevap:
“Peki ya Lâ mekâna kavm olan Yunus” tan kastedilen Allah’ın kavmi ise yanlıştır. Eğer maksat Yunus’ın kavmi ise, yine yanlıştır. Çünkü onların mekânı NİNOVA’dır.

Kur’an bize Yunus kavminin bir yolunu bulup kendisine ulaştığını söylemiyor; iman ettikleri için azaptan kurtulduklarını bildiriyor.(Yunus,10/98).

Yunus, bütün sebeplerin bir şeye yaramadığını görüp hakikî tevhit inancının bir gereği olarak vahidiyet içinde sırr-ı ahadiyeti hakka’l-yakîn derecede gördüğü için duası bir anda kabul olup o ölümcül tehlikeden kurtarılmıştır. Bunun yeni bir icat ile bidatkâr bir kavram olan “ruhun cevheri ile Allah’a ulaşmak” la ne alakası vardır?

Öyle anlaşılıyor ki, bu iddialar sahibi, Mehdiliğe soyunmuş olduğundan Kur’an’da yer alan “Hidayet” kavramını da kendisiyle ilgili olduğunu savunmaktadır. Kendisini Mehdi olarak tanımayanları “Hidayet”i inkâr etmekle suçlama talisizliğine düşmektedir. Çünkü, gerçek anlamda hidayeti gizleyen veya inkâr eden kimse yoktur. Hidayet Kur’an yoludur. Müslüman bir ilim adamının hidayeti gizlemesi söz konusu olabilir mi? Demek ki bu iddiaları seslendiren kişi, hidayeti gizlemelerinden değil, güya kendi mehdiyetini gizlemelerinden ötürü hocaları şikayet etmektedir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Bakara Suresi 2. ayeti neden "Huden li'l-muttekîn" "Takva sahipleri için tarifsiz bir hidayettir." diye biter? Muttakiler için hidayet sözünün anlamı nedir?

Allah her an her yerde hazırdır ve bize şah damarımızdan daha yakındır. O halde Kur’an’da “Allaha döndürüleceksiniz” gibi ayetlerde geçen “rücu”, yani “Allah’a dönme” ne demektir?

"Ölmeden önce ölünüz!" hadis-i şerifi nasıl anlaşılmalıdır?

“Ruhumuzu Allah’a ulaştırmayı dilemeyen, ölümü isteyip de bir an önce ahirete gitmek istemeyen cennete giremez” sözü doğru mudur?

Hidayet Allah'tandır, sözü nasıl anlaşılmalıdır?

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

Yazar
Sorularla İslamiyet
Hidayet nedir?

Sual: Hidayet nedir?
CEVAP
Hidayet; Hakkı hak, batılı batıl olarak görüp doğru yola girmek, doğru yola iletmek, dalâletten ve batıl yoldan uzaklaşmak, iman etmek, Müslüman olmak, yol gösterici, Kur’an, tevhid gibi anlamlara gelir.

Hidayet, doğru yolu gösterme, Allahü teâlânın razı olduğu yolda bulunma, cenab-ı Hakkın insanın kalbinden her sıkıntı ve darlığı çıkarıp, yerine rahatlık, genişlik verip, kendi emir ve yasaklarına uymada tam bir kolaylık ihsan etmesi ve kulun rızasını kendi kaza ve kaderine tâbi eylemesi demektir. İhtidanın manası da hidayete erme demektir, yani Müslüman olma, din olarak İslamiyet'i seçme.

Aşağıdaki âyet meallerinde parantez içinde tefsirlerdeki manaları bildiriliyor:

(Rabbimiz, her şeye bir özellik veren, sonra da hidayet eden [doğru yola eriştiren]dir.) [Taha 50]

(Onların hepsini [İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u] emrimizle [vahyimizle] hidayeti [doğru yolu; İslamiyet’i] gösterecek imamlar [rehberler] kıldık, kendilerine hayırlı işler yapmayı, namazı doğru kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar [puta tapmazlardı] bize ibadet eden kimselerdi.) [Enbiya 73]

(Allah, dilediğini doğru yola hidayet eder, iletir.) [Bekara 213]

([İman ederek] hidayeti kabul edenlerin [Müslümanların] hidayetlerini [doğru yoldaki başarılarını, İslamiyet’e uymalarını Allahü teâlâ] artırmış, onlara kötülükten sakınma çarelerini ilham etmiştir [açıklamıştır].) [Muhammed 17]

(Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini hidayete [doğruluğa, İslamiyet’e] erdirir.) [Tegabün 11]

(Altlarından ırmaklar akan cennet ehli, “Allah'a hamd olsun ki, bizi, hidayeti ile [Müslüman yaparak] buna kavuşturdu. Eğer Allahü teâlâ bize hidayet vermeseydi [Müslüman yapmasaydı], kendiliğimizden bu yolu bulamazdık” derler.) [Araf 43]

(İman edip salih âmeller işleyenleri, Rableri, imanları sebebiyle altlarından ırmaklar akan nimeti bol Cennetlere hidayet eder [Cennetlere koyar].) [Yunus 9]

(Ey Resulüm de ki; “Cebrail’e düşman olan, Allah’a düşmandır.” Çünkü o, Kur’anı, Allah’ın izniyle, kendinden önce gelen kitapları doğrulayıcı, bir hidayet [yol gösterici] ve müminler için müjdeci olarak senin kalbine indirmiştir.) [Bekara 97]

(Biz, hidayeti [Kur’anı] dinleyince, Ona iman ettik.) [Cin 13]

(Allah, [kâfirleri dost edinip, kendine] zulmedenlere hidayet etmez [doğru yola iletmez].) [Maide 51]

(Dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğine de hidayet eder [doğru yola, İslamiyet’e kavuşturur].) [Fatır 8]

(Allah, dilediğine hidayet verir [İslamiyet’e ulaştırır], dilediğini dalalette bırakır.) [İbrahim 4]

(İhtilaflı şeyleri insanlara açıklayasın ve iman eden bir kavme de hidayet [doğru yolu gösterici rehber] ve rahmet olsun diye bu Kitabı sana indirdik.) [Nahl 64]

(Allah’a likayı [kavuşmayı] inkâr edip de, hidayetten [doğru yol olan İslamiyet’ten] uzak kalanlar, elbette en büyük ziyana uğramış olacaklardır.) [Yunus 45]

(Hidayet ancak Allah’ın hidayetidir [Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur].) [Bekara120]

(İşte onlar, Allah'ın hidayet verdiği [İslamiyet’e kavuşturduğu] kimselerdir.) [Zümer 18]

(Hidayete erenlerin [iman edenlerin, Müslüman olanların] Allah hidayetlerini [İslamiyet’e bağlılıklarını] artırır.) [Meryem 76, Muhammed 17]

(Onları hidayete erdirir [imana kavuşturur].) [Muhammed 5]

(Onlar hidayet [doğru yol] yerine dalaleti satın alanlardır.) [Bekara 175]

(Allah, Resulünü, hidayet ve hak din, İslamiyet’le gönderdi. İslam dinini, diğer dinler üzerine üstün kıldı. [Muhammed aleyhisselamın hak] Peygamber olduğuna şahid olarak Allah yeter.) [Feth 28]

Hidayeti kim verir?
Sual: Bir ateist, Kur’an-ı kerimde birkaç yerde geçen, (Allah, dilediğini hidayete kavuşturur, dilediğini sapıklıkta bırakır) mealindeki âyetleri gösterip, (Bakın Tanrı, dilediğini Müslüman, dilediğini kâfir yapıyor. Sonra da, kâfiri cezalandırıyor. Olacak şey mi bu?) diyor. İşin doğrusu nedir?
CEVAP
Kur’an-ı kerimin âyetleri, birbirini açıklar. Sadece bir âyeti almak, cümlenin yarısını almak gibi yanlışlıklara sebep olur. Aynı hataya Cebriye fırkası da düşüyor. Bir hükûmet düşünün, kötüleri cezalandırıyor, iyilere mükâfat veriyor. Biri, kötüleri cezalandırdığını görüp (Bu hükûmet, hep ceza yağdırıyor) derse, doğru söylememiş olur. Bunun gibi, başka biri de, (Bu hükûmet, herkese ödül veriyor) derse o da yanlıştır.

Kul hayır veya şer yapmayı ister, Allahü teâlâ da dilerse, kul irade-i cüz’iyyesiyle onu işler. Yoksa kimseye zorla hayır veya şer işletmez. Öyle olsa, şer işleyen kimse, (Falancaya hayır işlettin, bana niye şer işlettin?) der.

Allahü teâlâ, kullarının iyilik mi, kötülük mü işleyeceklerini, cehennemlik mi, cennetlik mi olduklarını elbette bilir, bildiğini yazıyor. Yoksa yazdığı için kul, iyilik veya kötülük yapmak zorunda kalmıyor.

Allahü teâlâ, ezelî ilmiyle, kullarının yapacakları işleri bilir. Eğer Allah, yarattıklarının ne yapacağını bilmezse, bilmeyenden ilah olamaz. İlahın her şeyi bilmesi, her şeye gücü yetmesi gerekir. Bilmeyen, gücü yetmeyen, muhtaç olan, ölebilen ilah olamaz. Cebriye fırkası da, (Allah her işi zorla yaptırır. İnsan kaderine mahkûmdur. Hiç kimse, işlediği günahtan mesul değildir) der. Bu, çok yanlıştır. Herkes yaptığından mesuldür. İyilik eden mükâfatını, kötülük eden cezasını görür. Kur’an-ı kerimde zerre kadar hayır ve şer işleyenin, karşılığını alacağı bildiriliyor. (Tekvir 14, Zilzal 7,8)

Muhammed Masum hazretleri buyuruyor ki: Cebriye denilen kimseler, insanın kesbini, iradesini inkâr ederek, (İnsan istese de, istemese de her hareketini, her işini Allah yaratır. İnsanın her işi, ağaç yapraklarının rüzgârdan sallanması gibidir. Her şeyi Allah zorla yaptırıyor. İnsan hiçbir şey yapamaz) dediler. Böyle söylemek küfürdür. Elin, ayağın titremesiyle, irade ederek hareket ettirilmesi, bir olur mu? Üç âyet-i kerime meali:
(Allahü teâlâ, onların yaptıklarının hepsini soracaktır.) [Hicr 92, 93]

(İsteyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. İnkâr edenlere Cehennem ateşini hazırladık.) [Kehf 29]

(Allahü teâlâ, onlara zulmetmez. Onlar, kendilerine zulmediyorlar.) [Nahl 33]

(Yâ Resulallah, yaptığımız ve yapacağımız işler önceden takdir edilip yazıldığına göre, iş yapmanın ne önemi var?) diye soranlara, Peygamber efendimiz Şems sûresini okudu. İlgili kısmın meali şöyle:
(Cenab-ı Hak, hayrı ve şerri [taat ve günahı] ve bu ikisinin hâllerini öğretip bunlardan birini yapabilmesi için, insana ihtiyar [tercih hakkı, irade-i cüziyye] verdi. Nefsini tezkiye eden [kötülüklerden temizleyip faziletlerle dolduran] kurtuldu. Nefsini günahta, cehalette, dalalette bırakan, ziyan etti.) [Şems 8-10]

Görüldüğü gibi, Allahü teâlânın bilmesi, zorla yaptırması demek değildir. İşte, bir kimsenin günah işleyeceğini de, Allahü teâlâ elbette bilir. Bu, onun kaderinde yazılıdır. Yazılı olması, o günahı işleyeceği içindir; yoksa kaderinde yazılı olduğu için o günahı işlemez.

İnsana bela gelmez, Rabbimiz yazmadıkça,
Rabbimiz bela vermez, o insan azmadıkça.

Mutezile, (Kaderini herkes kendi belirler) der. Birinci mısra buna cevaptır. (Allahü teâlâ dilemedikçe insan bir şey yapamaz) deniyor.

Cebriye ise, (Allah, dilediğini hidayete kavuşturur, dilediğini sapıklıkta bırakır) âyet-i kerimesini yanlış anladığı için, (Her şeyi bize zorla yaptıran Allah’tır) der. İkinci mısrada, (Allah’ın takdiri insanların amellerine göredir) deniyor.

Tekvir sûresinin (Herkes [iyi kötü] ne getirmişse, onu görecektir) mealindeki 14. âyeti herkesin kendi iradesiyle günah veya sevab işlediğini bildiriyor. Kul kendi iradesi ile imanı ve küfrü seçmeseydi, günah ve sevap işlemeseydi, hâşâ peygamberler, Cennet, Cehennem lüzumsuz olurdu. Allahü teâlânın (Niye yaptın?) diye kullarına hesap sorması da yersiz olurdu.

Her şeyi Allahü teâlânın yarattığına dair birçok âyet vardır. Cebriyeciler, hâşâ, bunları Allah zorla yaptırıyor sanıyorlar. Hâlbuki günahlarımız sebebiyle bela geliyor. Bir âyette, (Başınıza gelen bir bela, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir, [bununla beraber] Allah çoğunu affeder) buyuruluyor. (Şura 30)

Demek ki bela, günahlarımız yüzünden geliyorsa da, gönderen yine Allah'tır. Âyet-i kerimenin devamında, (Allah çoğunu da affeder) deniyor. Bazıları, kötülükleri nefsimizin yarattığını söylüyorlar. Hâşâ, Allah'tan başka yaratıcı yoktur. Günahlarımızın ve nefsimizin kötülükleri sebebiyle Allah bela veriyor. Günahlarımız ve nefsimiz, sadece sebep oluyor.

Ateistin de, Cebriye fırkası gibi, âyetleri yanlış anlayıp, (Allah bize zorla günah işletiyor, bizi zorla kâfir yapıyor) demesi çok yanlıştır. Nahl sûresinin 33. âyeti şu mealdedir:
Hâşâ hiç zulmetmez, kula Huda’sı,
Herkesin çektiği, kendi cezası.

İnsanların kimi, içki içiyor, kumar oynuyor, hırsızlık ediyor. Kimi de, hiçbirini yapmıyor. Bunları Allah mı yaptırıyor, yoksa bizzat kendi iradeleri ile mi yapıyorlar? Cebriye’nin ve ateistin, (Allah yaptırıyor) demesi yanlıştır. Cezayı ve mükâfatı veren Allah ise de, suçları ve sevabları işleyen insanların kendileridir.

Ateistin sorduğu âyeti, Ehl-i sünnet âlimleri şöyle açıklıyor:
(Allah, dilediğini [irade-i cüz’iyyesini doğru yolda kullandığı için] hidayete kavuşturur, dilediğini de, [irade-i cüz’iyyesini kötü yolda kullandığı için] sapıklıkta bırakır.) [Mektubat-ı Ma’sumiyye]

Burada Allahü teâlânın dilemesinden maksat, onların sapıklıkta kalmasını istemek, beğenmek demek değildir. Onlar kendi iradeleriyle sapıklıkta kalmak isteyince, Allahü teâlâ da bunu irade edip yaratıyor. Bunun gibi, (Siz Allah’ın dilediğini arzu edersiniz) mealindeki âyet-i kerimeye de, İmam-ı Mâtürîdî hazretleri, (Allahü teâlânın iradesi, sizin iradenizle beraberdir. Siz irade edince, Allahü teâlânın iradesini hazır bulursunuz) diye mânâ vermektedir. (F. Bilgiler)

Demek ki, doğru yola gitmek isteyeni doğru yola, yanlış yola gitmek isteyeni yanlış yola iletiyor. Daha kolay anlaşılması için şöyle bir örnek verelim:
Cehenneme gidecek işler yapıp Cehenneme giden trene bineni, Cehenneme götürüyor. Cennete gidecek işler yapıp Cennete giden trene bineni, Cennete götürüyor. Treni yapan, çalıştıran ve götüren Allahü teâlâdır. İncelik buradadır. Yani (Kim nereye gitmek isterse, biz onu oraya götürürüz) deniyor. Ama zorla götürmüyor, binenleri götürüyor. Kişi, amelleriyle neresi için bilet almışsa oraya götürüyor.
Ehl-i sünnet itikadı

Sual: Ehl-i sünnet itikadında olmanın şartları nelerdir?
CEVAP
Ehl-i sünnet itikadından, önemli olanlardan bazıları şunlardır:

1- Amentü’deki altı esasa inanmak. [Hayrın, şerrin ve her şeyin Allah’tan olduğuna inanmak. İnsanda irade-i cüziye vardır. İşlediği günahlardan mesuldür.]

2- Amel, imandan parça değildir. Yani ibadet etmeyen veya günah işleyen mümine kâfir denmez. [Vehhabiler, (amel imanın parçasıdır, namaz kılmayan ve haram işleyen kâfirdir) derler.]

3- İman ya vardır ya yoktur, artıp eksilmez. [Parlaklığı artıp eksilir.]

4- Kur’an-ı kerim mahluk [yaratık] değildir.

5- Allah mekândan münezzehtir. [Vehhabiler, (Allah gökte veya Arşta) derler. Bu küfürdür.]

6- Ehl-i kıble tekfir edilmez. [Vehhabiler, kendilerinden başka herkese kâfir derler.]

7- Kabir suali ve kabir azabı haktır.

8- Gaybı yalnız Allah bilir, dilerse enbiya ve evliyasına da bildirir.

9- Evliyanın kerameti haktır.

10- Eshab-ı kiramın hepsi cennetliktir. [Rafiziler, (Beşi hariç sahabenin tamamı kâfirdir) derler. Halbuki Kur’anda, tamamı cennetlik deniyor.] (Hadid 10)

11- Ebu Bekr-i Sıddık, eshab-ı kiramın en üstünüdür.

12- Mirac, ruh ve bedenle birlikte olmuştur.

13- Öldürülen, intihar eden eceli ile ölmüştür.

14- Peygamberler günah işlemez.

15- Bugün için dört hak mezhepten birinde olmak.

16- Peygamberlerin ilki Âdem aleyhisselam, sonuncusu Muhammed aleyhisselamdır. [Vehhabiler, Hazret-i Âdem’in, Hazret-i Şit’in, Hazret-i İdris’in peygamber olduğunu inkâr ederler. İlk peygamber Hazret-i Nuh derler. Liderlerine resul [Peygamber] diyen bazı gruplar da, (Nebi gelmez, ama resul gelir) derler. Bunun için de Resulüm diyen zındıklar türemiştir.]

17- Şefaate, sırata, hesaba ve mizana inanmak.

18- Ruh ölmez. Kâfir ve Müslüman ölülerin ruhları işitir.

19- Kabir ziyareti caizdir. İstigase, yani Enbiya ve evliyanın kabirlerine gidip, onların hürmetine dua etmek ve onlardan yardım istemek caizdir. [Vehhabiler ise buna şirk derler. Bu yüzden Sünnilere ve Şiilere müşrik, yani kâfir derler.]

20- Kıyamet alametlerinden olan Deccal, Dabbet-ül-arz, Hazret-i Mehdi’nin geleceğine, Hazret-i İsa’nın gökten ineceğine, güneşin batıdan doğacağına ve bildirilen diğer kıyamet alametlerine inanmak.

İmam-ı a’zam hazretleri (Kıyamet alametlerine tevilsiz inanmalı) buyuruyor. (Fıkhı ekber)

Bir hadis-i şerif meali:
(Güneş batıdan doğmadıkça, Kıyamet kopmaz. O zaman herkes iman eder, ama iman artık fayda vermez.) [Buhari, Müslim]

Güneşin batıdan doğmasını, (Avrupa Müslüman olacak) diye tevil etmek, imam-ı a’zamın sözüne aykırıdır. Hiçbir İslam âlimi tevil etmemiştir. Hâşâ Resulullah, bilmece gibi mi söz söylüyor? Böyle tevil etmek, (elma dersem çık, armut dersem çıkma) demeye benzer. Nitekim (Salat, duadır, namaz diye bir şey yok) diyenler çıkmıştır. O zaman ortada din diye bir şey kalmaz. Bir de Avrupa Müslüman olunca, iman niye fayda vermesin? Güneşin batıdan doğması, ilmen de mümkündür. Dinsizler itiraz eder diye zoraki tevile gitmek gerekmez. Allahü teâlâ, dünyayı şimdiki yörüngesinden çıkarır, başka yörüngeye koyar. Dönüşü değişince, güneş batıdan doğmuş olur.

21- Ahirette Allahü teâlâ görülecektir.

22- Kâfirler Cehennemde sonsuz kalır ve azapları hafiflemez, hatta gittikçe artar.

23- Mest üzerine mesh etmek caizdir.

24- Sultana isyan caiz değildir.

(Bu bilgiler, Fıkh-ı ekber, Nuhbet-ül-leali, R. Nasihin, Mektubat-ı Rabbani, F. Fevaid’den alınmıştır.)

Cehennemden kurtulan tek fırka
Sual: Ben dini bilgilerden mahrum olarak yetiştim. Dinimi doğru olarak öğrenmek istiyorum. Birçok kitap aldım. Kitaplarda oldukça çok farklılık var. Kur'an mealleri de farklı. Kendi başıma doğruyu bulmam mümkün değildir. Aynı konuları hocalara sordum. Onlar da farklı şeyler söylediler. Dinimi doğru olarak öğrenmeden ölürsem, mazur sayılır mıyım? Yoksa yanlış bildiğimden sorumlu olur muyum?
CEVAP
Aynı ve benzer sualleri çok kimse soruyor. Her fırka, her grup, benim yolum doğru diyor. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Hadis-i şerifte, müslümanların 73 fırkaya ayrılacakları bildirildi. Bu 73 fırkadan herbiri, İslamiyet’e uyduğunu, Cehennemden kurtulacağı bildirilen bu fırkanın kendi fırkası olduğunu söylemektedir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Her fırka, doğru yolda olduğunu sanarak, sevinmektedir.) [Müminun 53 ve Rum 32]

Bu çeşitli fırkalar arasında kurtuluş fırkasının alametini Peygamber efendimiz bildirmiştir:
(Bu fırkada olanlar, benim ve Eshabımın gittiği yolda bulunanlardır.) [Tirmizi]

Peygamber efendimiz, kendini söyledikten sonra, Eshab-ı kiramı da söylemesine lüzum olmadığı halde, bunları da söylemesi, (Benim yolum, Eshabımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshabımın gittiği yoldur) demektir. Eshab-ı kiramın yolunda giden, elbette Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasıdır. Cehennemden kurtulan fırka, yalnız bunlardır. (C.1, m.80)

Bugün çok kimse de kendilerinin Ehl-i sünnet olduğunu söylüyor. Bu bakımdan Ehl-i sünnet itikadının ne olduğunu bilmek şarttır. Bu bilindikten sonra doğruyu, hakkı bilmek zor olmaz.

Şirki affetmez ne demek?
Sual: Allah’ın her günahı affedebileceği söyleniyor. Halbuki en büyük günah olan şirki affetmeyeceği Kur'anda yazılı imiş. Bu hususu açıklar mısınız?
CEVAP
İtikadımızı düzeltmeliyiz. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
İtikad edilecek şeylerde, bir sarsıntı olursa, kıyamette Cehennemden hiç kurtulmak olmaz. İtikad doğru olup da işlerde [ibadetleri yapmakta, haramlardan kaçmakta] gevşeklik olursa, tevbe ile ve belki tevbesiz de af olabilir. Eğer af olunmazsa, Cehenneme girse bile, sonunda yine kurtulur. İşin aslı, temeli itikadı düzeltmektir. (1/193)

Yine İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Her müslüman, Ehl-i sünnet itikadını öğrenmeli, imanını buna göre düzeltmelidir. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan itikada uymayan fena, bozuk itikadlar, imanlar, yani bunlara gönül bağlamak, gönlü öldüren bir zehirdir. İnsanı sonsuz azaba götürür. Amelde, ibadetlerde tembellik, gevşeklik olursa, affolunabilir. Amma itikadda gevşek davranmak affolunmaz. Allahü teâlâ buyuruyor ki:
(Allah [ahirette] şirki [küfrü, bozuk imanı] asla affetmez. Diğer bütün günahları ise, istediği kimselerden affeder.) [Nisa-48]

O halde ölmeden önce itikadı düzeltmelidir. (2/67)

Görüldüğü gibi, şirk yani küfür üzere ölen kimse, ebedi olarak Cehennemde kalır. Dünyada iken, yani ölmeden önce şirke [küfre] düşen kimse, tevbe ederse affolur.

Bir kâfir, kâfirliğine tevbe ederse, tertemiz, günahsız müslüman olur. Bir müslüman da şirke [küfre] düşerek kâfir olur, sonra pişman olup tevbe ederse, yine müslüman olur. Tevbe etmek için yalnız Kelime-i şehadet söylemek kafi değildir. Küfre sebep olan şeyden de tevbe etmek lazımdır. (Allah şirki affetmez) sözü yanlış anlaşılmaktadır. Şirk üzere ölmüş olan affolmaz; fakat hayattayken, defalarca şirke düşüp sonra tevbe eden affolur.

Ehl-i sünnet olmak için
Sual: Bir muteber kitapta, (Tafdil-uş-şeyhayn, hubb-ül-hateneyn ve mest üzerine mesh, Ehl-i sünnet olmanın alametidir) deniyor. Burada ne denmek isteniyor?
CEVAP
Tafdil-uş-şeyhayn, iki kayınpeder olan Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer’in diğer sahabe-i kiramdan üstün olduğuna inanmaktır. Hubb-ül-hateneyn, iki damadı, yani Hazret-i Osman ile Hazret-i Ali’yi sevmek demektir. Bir de, mest üzerine mesh etmek, Ehl-i sünnet olmanın alametlerindendir. Özellikle İbni Sebeciler, ilk üç halifeyi sevmezler ve mest üzerine meshi caiz görmezler. Çıplak ayağa mesh ederler. Bunları kabul etmeyenin Ehl-i sünnet olmadığı anlaşılır.

Her şeyi yaratan Allah’tır
Sual: İmam-ı Rabbani hazretleri, 289. mektubunda, (Cebriye’nin, “İşi insanın yapması mecazdır, görünüştür, insanda kudret yoktur. Kullar, rüzgârla sallanan yaprak gibidir. İnsanların her hareketi, ağacın hareketi gibi mecburidir” sözü küfür olduğu gibi, “Kulların iyi kötü, bütün işleri, hakikatte onların değildir. İhtiyarî [isteğe bağlı] hareketleri de yapan, yalnız Allah’tır” sözleri de küfürdür) buyuruyor. Aynı mektupta ve başka mektuplarda da, her şeyi yaratanın Allah olduğu bildiriliyor. İkisi farklı gibi görünüyor. Biz nasıl inanırsak Ehl-i sünnete uygun yani doğru inanmış oluruz?
CEVAP
Her şeyin yaratıcısı elbette Allahü teâlâdır. Aksini söylemek küfür olur. Ancak bize irade-i cüziyye vermiştir. (Şunu yaparsan günah olur, şunu yaparsan sevab olur) diyor. İrade-i cüziyyemiz olmasa, yani her şeyi bize zorla işletse, günahımıza ceza, ibadetimize sevab vermez. Bize irade-i cüziyye kuvvetini veren de Allahü teâlâdır. Her şeyin yaratıcısı Odur. Böyle inanırsak doğru inanmış oluruz.
Fıkh-ı ekberden parçalar

İmam-ı azam hazretlerinin Fıkh-ı ekber kitabının bazı bölümleri şöyledir:
İman Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna, hesap, mizan, Cennet ve Cehenneme inanmak ve hepsini hak bilmektir.

Allah, birdir, doğmamış ve doğurmamıştır. Ona hiçbir şey denk değildir. O yarattıklarından hiçbirine benzemez, isimleri, zati ve fiili sıfatıyla hep var olmuş ve var olacaktır. Onun İsim ve sıfatlarından hiçbiri sonradan olma değildir, hepsi ezelidir. O ilmiyle daima bilir, kudretiyle daima kadirdir. Kelam ile konuşur, yaratması ile daima halıktır, fiili ile daima faildir. Yapılan şey mahluktur. Allah’ın fiili ise mahluk değildir. [Fiil; iş, fail ise iş yapan demektir. Kadir, her şeye gücü yetendir.]

Tevhidin aslı, Amentü’ye inanmaktır. Kur’anda zikredilen el, yüz ve nefs gibi şeyler, keyfiyetsiz sıfatlardır. Onun eli, kudreti veya nimetidir denilemez. Çünkü bu takdirde sıfat iptal edilmiş olur. [Bozuk fırkalar, bizzat el yüz gibi diyerek insana benzettikleri için, bu sıfatları aynen kabul ederek tevil etmenin caiz olduğunu imam-ı Gazali hazretleri bildiriyor.]

Allahü teâlâ ahirette Cennette görülecektir.

Allahü teâlânın, isim ve sıfatlarının hepsi de azamet ve fazilette eşittir, aralarında farklılık yoktur.

Onun sıfatlarının hepsi, mahlukların sıfatlarından başkadır. O işitir, fakat bizim işittiğimiz gibi değil. O kadirdir, fakat bizim gücümüzün yettiği gibi değil. Biz uzuvlar ve harflerle konuşuruz. Oysaki Allah, uzuvsuz ve harfsiz konuşur. Harfler mahluktur, fakat Allah’ın kelamı mahluk değildir.

Kur’an-ı kerim mahluk [yaratık] değildir, orada Peygamberlerden, kâfirlerden, mesela Firavun ve İblisten naklen verilen haberlerin hepsi Allah kelamıdır. Allah’ın kelamı mahluk değildir.

Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselamın neslini, sulbünden insan şeklinde çıkarmış, onlara akıl vermiş, hitap etmiş, imanı emredip, küfrü yasaklamıştır. Onlar da onun Rab olduğunu ikrar etmişlerdir. Bu, onların imanıdır. İşte onlar bu fıtrat üzerine doğarlar. Bundan sonra küfre sapan, bu fıtratı değiştirip bozmuş olur. İman ve tasdik eden de fıtratında sebat ve devam göstermiş olur.

Peygamberlerin hepsi de küçük, büyük günah ve çirkin hallerden beridir. Fakat onların sürçme ve hataları vaki olmuştur. [Buna zelle denir. Zelle, doğrular içinde en doğruyu bulamamak demektir.]

Peygamberlerin mucizeleri ve velilerin kerametleri haktır.

Peygamberlerin şefaati haktır. Peygamber efendimizin şefaati büyük günah işleyenleredir.

Kıyamet günü amellerin mizanla tartılması ve Peygamber efendimizin havzı haktır. Kıyamette, hasımlar arasında hesaplaşma olması haktır.

Cennet ve Cehennem şimdi vardır, ebediyen de yok olmayacaktır.

Eshab-ı kiramın hepsini ancak hayırla anarız. Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi, Hazret-i Ebu Bekir, sonra diğer üç halifedir. [Fazilet sırası, halifelik sıralarına göredir.]

İman, iman edilmesi gereken şeyler yönünden artmaz ve eksilmez, fakat yakîn ve tasdik yönünden artar ve eksilir.

Müminler, iman ve tevhid hususunda birbirlerine eşittir. Fakat amel itibariyle birbirlerinden farklıdır.

[İman; dil ile ikrar kalb ile tasdiktir. İman artmaz ve eksilmez. Ancak parlaklığında, kuvvetinde çoğalma olur. Amel, imandan parça değildir. Günah işleyene kâfir denmez. İman herkese lazım iken, her amel herkese lazım değildir. Mesela nisaba ulaşmayan fakir zekat vermez. Hayz ve nifas halinde namaz kılınmaz. Fakat fakire ve böyle kadına iman lazım değildir denemez.]

Allahü teâlâ, dilediğini bir lütuf olarak hidayete ulaştırır. Dilediğini de adaletinin gereği olarak sapıklığa düşürür.

Mirac haberi haktır. Deccal’ın, Yecüc ve Mecüc’ün ortaya çıkması, güneşin batıdan doğması, Hazret-i İsa’nın gökten inmesi ve diğer kıyamet alametlerinin hepsi de haktır.

Kabir suali kabirde ruhun cesede iadesi ve kâfirler ile günahkâr müminler için kabir azabı haktır.

Mestler üzerine meshetmeyi bildiren hadise göre; mestin mesh müddeti, mukim için bir gün bir gece, yolcu için üç gün üç gecedir. Hadis, mütevatire yakın olduğu için inkâr edenin küfründen korkulur.

Kişinin nasıl ibadet edeceğini öğrenmesi birçok ilimden daha efdaldir.

Ehl-i kıbleden olanı tekfir etmemek [namaz kılana kâfir dememek], kimseyi imandan uzaklaştırmamak, marufu [iyilikleri] emredip, münkerden [kötülüklerden] sakındırmak, senin için takdir olunanın mutlaka sana ulaşacağını bilmek, Eshab-ı kiramdan hiçbiri ile alakayı kesmemek, hepsini de sevmek gerekir.

Günahkâr Müslümana kâfir denmez. Günahlar, mümine zarar vermez de demeyiz. Küfür hariç, büyük ve küçük günah işleyen, fakat tevbe etmeden mümin olarak ölen kimsenin durumu Allah’ın dilemesine bağlıdır. Dilerse ona Cehennemde azap eder, dilerse affeder, hiç azaba uğratmaz.

İmam-ı a'zam hazretleri, âlimlerle otururken biri gelip, (Bir mümin, babasını öldürse, sonra şarap içerek sarhoş olsa ve zina etse imanı gider mi?) dedi. Bunu işiten âlimlerin hepsi bu suali sorana kızarak, (Bunu sormaya ne lüzum var? Elbette imanı gider, kâfir olur) dediler. İmam-ı a'zam hazretleri, (O kimse, çok büyük günahlar işlemişse de, yine mümindir. Günah işlemekle iman gitmez) buyurdu.

İnanılması gereken diğer şeylerden mezhebimizde olanlardan bazıları da şöyledir:
Allah, kulun güç yetiremeyeceği şeyleri onlara emretmez.

Şeytan, müminden imanı zorla alamaz. Fakat kul imanı terk ederse şeytan da onun imanını alır.

Kâfir olarak ölen asla affa uğramaz, sonsuz olarak Cehennemde kalır.

Peygamberlerin ilki Adem aleyhisselam, sonuncusu Muhammed aleyhisselamdır.

Kul kendisinden emir ve yasakların kalkacağı bir duruma ulaşamaz. Herkes, gücü yettiği ölçüde ibadet etmekle yükümlüdür.

Öldürülen de, intihar eden de eceliyle ölmüştür. Ecelsiz ölüm olmaz.

Ölüler için dua edilince ve onlar için sadaka verilince ölüler fayda görür.

Evliya, peygamber derecesine ulaşamaz.
Emali kasidesi

Sual: Emali kasidesini çok övüyorlar. Bu kaside hakkında bilgi verir misiniz?
CEVAP
Büyük İslam âlimlerinden, Siraciyye fetva kitabının sahibi, Ali Uşi hazretlerinin yazdığı Emali kasidesinde, Ehl-i sünnet itikadı manzum olarak çok güzel anlatılmıştır. Orijinal aslı şahane bir manzumedir. Bu eserde özetle deniyor ki:

Allahü teâlâ, ezeli ve ebedidir. Hayrı da, şerri de yaratan odur. Fakat O, şerre razı değildir.

Allah’ın sıfatları, zatının aynı da, gayrı da değildir. Bütün sıfatları da ezeli ve ebedidir. O hiçbir şeye benzemez.

Her şeyi yoktan yaratan Allahü teâlâ, Arşı da yaratmıştır, fakat oraya yerleşmiş denilemez. Çünkü Arşı yaratmadan önce de var idi. Mekandan ve zamandan münezzehtir.

Mukallidin imanı muteberdir. [Ana babasını, hocalarını taklit ederek, doğru itikada kavuşan kimsenin imanı sahihtir. Ancak, inceleyip araştırmadığı için, yani fen bilgilerini kısaca öğrenip, Allahü teâlânın varlığını düşünmediği için, günah işlemiştir. Fen bilgisini öğrenmemiş bir kimse, ana babadan, kitaptan öğrenerek iman ettiği, düşünerek kabul ettiği, aklını kullanarak inandığı için, istidlali terk etmiş sayılmaz diyen âlimler de vardır.]

Kuran-ı kerim kelam-ı ilahidir, mahluk [yaratık] değildir.

Cennette nimetler, Cehennemde azap vardır. Cennet ve Cehennem hiç yok olmaz.

Müminler, Cennette iken, hiçbir şeye benzemeden Allahü teâlâyı görünce başka nimetleri unuturlar.

Allahü teâlâya en faydalı olanı yaratması farz [mecbur] değildir.

Peygamberlere ve meleklere [ve Amentü’deki diğer esaslara] inanmak farzdır.
Hazret-i Muhammed aleyhisselam son peygamberdir, dini kıyamete kadar bâkidir, miracı da haktır. Bütün peygamberler, peygamberlikten önce de sonra da günah işlemezler. Kadınlardan peygamber gelmemiştir.

Hazret-i İsa gelecek, Deccalı öldürecektir.
Evliyanın kerameti haktır.

Ebu Bekr-i Sıddık, bütün eshab-ı kiramdan üstündür.

Akıl baliğ olanın Allah’ı bilmemesi özür olmaz.
Kâfirin son nefesteki imanı makbul değildir.

İbadetler, ameller imanın parçası değildir. [Yani farzı yapmayana kâfir oldu denmez.] Katillik, gasp, zina gibi büyük günah işleyen müslümana kâfir oldu denilmez. Bir müddet sonra, dinden çıkmayı niyet eden, o anda dinden çıkıp kâfir olur.

Elfaz-ı küfürden bir sözü, anlamını kabul etmese de söyleyen kâfir olur. [Yani şaka olarak veya güldürmek için söylese yine küfür olur. Mesela ben peygamberim dese küfür olur.] Sarhoş iken, elfaz-ı küfrü söyleyene kâfir dememelidir.

Helal da haram da rızktır.
Kabir suali ve kabir azabı haktır.

Affa ve şefaate kavuşanlardan başka bütün günahkârlar, günahlarının cezalarını çekeceklerdir.

Müminlerin, Cennete girmesi Allah’ın fazlındandır. Çünkü kimse ameliyle Cenneti hak edemez.

İnsanlar, dirilince hesaba çekileceklerdir.

Kıyamet günü amellerin tartılması ve sırattan geçmek haktır.
Bu dünya sonradan yaratılmıştır.

Duaların etkisi vardır.
Dağlar kadar büyük günahı olanlar da, az veya çok şefaate kavuşacaktır.

Cennet de Cehennem de şu anda mevcuttur.

İman ehli, günahların cezası olarak ebediyen Cehennemde kalmayacaktır. [Cehennemde ebedi kalmak kâfirlere mahsustur.]


hidayet nedir kısaca
islam hidayet nedir
hidayet nedir anlamı
hidayet ne demek
allah dilediğine hidayet verir
allah hidayet versin ne demek
hidayet ne demek tdk
allah hidayet versin duası

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder