25 Ekim 2016 Salı

Mübarek Şaban’ı Şerîf geldi. Bu ayın nısfı “Beraat gecesi” çok fazîletli, pek mübarek ve mühim bir gecedir. Onun için bu gece hiç uyumamak lâzımdır. Çünkü bu gece “Tefrik gecesi”dir.
“Tefrik gecesi” demek kimin saîd kimin şakî olacağının, kimin gelecek Beraat gecesine kadar eceli gelip kimin gelmeyeceğinin, kimin ne kadar rızkı olacağının ayrıldığı ve tespit edilerek vazîfeli meleklere teslim edildiği gece demektir. Allahu teâlâ Kur’ân’ı Kerîm’inde buyuruyor:
“Hak ile bâtılı ayıran, helal ile haramı bildiren, eğri ile doğruyu açıklayan kitab ‘Kur’ân hakkı için yemin ederim ki hakîkaten biz Azîmü’ş-şân onu mübarek bir gecede indirdik. Hakîkaten biz Azîmü’ş-şân, Kur’ân hükümleri ile insanları inzâr etmiş bulunmaktayız. Bütün hikmetli işler, her türlü mühim hükümler o mübarek gecede tefrik olunur.” (Duhan Sûresi, 1-4)
Resûlü Ekrem Efendimiz de hadîs-i şerîflerinde bu gece hiç uyumamayı emretmişlerdir. Bedeni, bünyesi zayıf veya hasta olanlar veya uykusuzluğa hiç dayanamayanlar bir iki saat kaylûle yaparlar ve sonra kalkar geceyi uyanık geçirmeğe çalışırlar.
Çünkü herkes hakkında bu gece hüküm verilecektir. Hakkında hüküm verilecek kimse uyumamalıdır.
Duâ, niyaz, ibâdet, tevbe, istiğfar, zikir, şükür yaparak hakkında verilecek hükmün hayırlı olması için yalvarmalıdır.
Nısf-ı Şâbân (Şâbân’ın ortası) on dördüncü günü on beşinci güne bağlayan gecedir.

Berat Gecesinde yüz rekat namaz kılınması, o geceyi uyanık geçirmeğe güzel bir vesîle olur.
Berat gecesi eceller tayin edilir, şakîler ve saîdler ayrılır, bu sebeple bu gece çok duâ etmelidir. Çünkü Cenâb-ı Hakkın bu edilen duâlarla hakkımızda saîd ve hayır yazması mümkündür, bunun için çok niyaz etmelidir. Bu gece okunacak “Berat Duâsı” vardır. Bunu okumalı ve hakkımızda hayırlı hükümler yazılmasını dilemelidir, çünkü Allah dilediğini yapar, dilerse değiştirir, dilediğini tesbit eder (yerinde bırakır), dilediğini imhâ eder. Âyet-i celîlede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Allah Teâlâ dilediği hükmü kaldırır veya değiştirir veya tespit edip yerinde bırakır. Bütün kitapların anası, esası Allah indindedir.” (Râd Sûresi, 39)
Demek ki Allah’ın hüküm verdiği gece uyumamak ve yalvarmak lâzımdır ki, belki bu yalvarışlar Allah’ın rızâsına uyar da O da hakkımızda hayırlı hüküm verir... Allah hükümlerini tespîte de, tebdîle de, tefrîke de muktedirdir. Kulunun duâsı vesîle olur da hükmünü dilediği gibi değiştirir. Berat gecesi uyumadan duâ ve niyaz etmek bunun için çok mühimdir...
Denilmiştir ki:
Dua göklerin anahtarıdır. Bu anahtarın dişleri helâl lokmadır. Duanın kabul olmasının son şartı ihlâs ve huzûr-ı kalbdir ki Cenâb-ı Hak:
“Allah’a dîni hâlis kullar olarak dua ediniz.” (Gâfir Sûresi, 14) buyurmuştur. Yani, îmanınıza girmiş küfür, şirk, nifak tohumlarını, kalbinize girmiş olan haset, kin, kibir gibi dininizi mahveden zehirli otları temizleyerek ve dininizi, îmanınızı bunlardan uzak tutarak hâlis bir din duygusuyla îman nûruyla dua ediniz, demektir.

Allah Resülü Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Suffa ashâbı ile birlikte yemek yediği ve onlara ikramlarda bulunduğu zaman, en son kendisi yer,dâimâ onlara öncelik verirdi.

Kıble, henüz Kâbe tarafına çevrilmeden önce idi. Mescid-i Nebevî'nin kuzey duvarında, hurma dallarıyla bir gölgelik ve sundurma yapıldı. Buna  "Suffa" denilirdi. Burada kalan Müslümanlara da "Ashâb-ı Suffa" ismi verildi.
Mescid-i Şerifin Suffasında kalan bu sahabîlerin, Medine'de, ne meskenleri, ne de aşiret ve akrabaları, hiçbir şeyleri yoktu. Âileden uzak, dünya meşgale ve gâilesinden âzâde ve tam mânâsı ile feragatkâr bir hayata sahib idiler. Kur'an ilmi tahsil eder, Resûl-i Ekrem Efendimizin va'z ve derslerini dinleyerek istifâde ederlerdi. Ekseriya, oruçlu bulunurlardı.
Vakitlerini Resûl-i Kibriyanın huzurunda geçiren bu mübârek zümre, Efendimizden hep feyz alırdı. Resûl-i Ekremin medresesine Allah için nefsini vakfetmiş fedakâr, ilim aşığı talebeler idiler. Peygamber Efendimiz tarafından tespit edilen muâllimler, kendilerine Kur'an öğretirlerdi. Bunlardan yetişenler, Müslüman olan kabilelere Kur'an öğretmek ve Sünnet-i Resûlullahı beyân etmek için gönderilirlerdi. Bu cihetle de kendilerine "kurra" denilirdi. Suffa ise bu itibarla "Dârü'l-Kurra" diye anılmıştır.
Sayıları 400-500 kadar olan mütevazi fakat feyizli bir hayata sahib bulunan bu güzide sahabîler, bir irfan ordusu idiler. Bütün mesâilerini Kur'an ve Sünnet-i Resûlullahı öğrenmeye hasretmişken, gerektiğinde gâzâlara da katılırlardı.
İçlerinden evlenenler, Suffe'den ayrılırlardı. Fakat, yerlerine başkaları alınırdı.
Bu güzîde sahabîler ne ticâretle, ne bir sanatla meşgul olmazlardı.  Mâişetleri  Resûl-i Kibriyâ  Efendimiz  ve sahabîlerin zenginleri tarafından temin edilirdi. Bu hususu, Suffa'nın baş talebelerinden biri olan Ebû Hüreyre Hazretleri kendisinin çok hadis rivâyet etmesini garipseyenlere karşı verdiği cevapla pek güzel ifâde etmiştir:
"Benim, fazla hadîs rivâyet edişim garipsenmesin! Çünkü; Muhacir kardeşlerimiz çarşıdaki, pazardaki ticâretleriyle, Ensar kardeşlerimiz de tarlalardaki, bahçelerdeki ziraatlarıyla meşgul bulundukları sırada Ebû Hûreyre, Peygamberin (a.s.m.) mübârek nasihatlarını hıfzediyordu."1
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Ashab-ı Suffa'nın hem tâlim ve terbiyesi hem de mâişeti ile çok yakından ilgilenirdi. Onlarla daima oturur, sohbet eder, alakadar olurdu. Zaman zaman da onlara, 
"Eğer, sizin için Allah katında, neyin hazırlandığını bilseydiniz, yoksulluğunuzun ve ihtiyacınızın daha da ziyâdeleşmesini isterdiniz."
diyerek, bu meşguliyetlerinin son derece mühim ve mübârek olduğunu ifâde buyururlardı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, evvelâ bu mübârek cemaatın ihtiyacını gidermeye çalışırdı. İcabında, Hâne-i Saâdetlerinin ihtiyaçlarıyla ikinci derecede meşgul olurdu. Bir kere Hz. Fâtıma (r.a.), el değirmeni ile un öğütmekten yorulduğundan şikâyet ederek bir hizmetçi istediğinde Efendimiz ciğerpâresini reddetmiş ve şöyle buyurmuştu:
"Kızım! Sen ne söylüyorsun? Ben henüz Ehl-i Suffa'nın mâişetini yoluna koyamadım."3
Bir gün, Ashab-ı Suffanın başlarına durmuş, hallerini tedkikten geçirmişti. Fukaralıklarını, çekmekte bulundukları zahmetleri görmüş, şöyle buyurarak onların kalplerini hoş etmişti:
"Ey Ashab-ı Suffa! Size müjdeler olsun ki; her kim şu sizin bulunduğunuz hâl ve sıfatta ve bulunduğu durumdan razı olarak bana mülâki olursa, o benim refiklerimdendir."4
Resûl-i Kibriyâ Efendimize herhangi bir şey getirilince, "Sadaka mı, yoksa hediye mi?" diye sorardı. Getirenler, "Sadakadır" cevabını verirlerse, onu el sürmeden Ashab-ı Suffaya ulaştırırdı. "Hediyedir" cevabını verirlerse onu kabul eder ve Ashab-ı Suffaya da ondan hisse ayırırdı. Çünkü; Kâinatın Efendisi, Peygamber Efendimiz (a.s.m.) sadaka kabul etmez, sadece hediye kabul ederdi. 
Bir gün adamın biri, tabakla hurma getirmişti. Adama, 
"Sadaka mıdır? Hediye midir?" diye sordu. Adam, 
"Sadakadır" cevabını verince, Peygamber Efendimiz onu doğruca Suffa Ehline gönderdi. 
O sırada torunu Hz. Hasan, Peygamber Efendimizin önünde bulunuyordu. Tabaktan bir hurma alıp ağzına götürünce, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz derhal müdâhale etti ve onu ağzından çıkarttırdı. Sonra da, 
"Biz Muhammed ve ev halkı [Ehl-i Beyti] sadaka yemeyiz, bize sadaka helâl değildir!" buyurdu.5
Şu âyetin Ashab-ı suffa hakkında nâzil olduğu da rivâyet edilmiştir.6
"Sadakalar, kendilerini Allah yolunda hizmete adamış fakirler içindir ki, onlar yeryüzünde dolaşıp hayatlarını kazanmaya fırsat bulamazlar. Onların hallerini bilmeyen kimse, istemekten çekindikleri için, onları zengin sanır. Ey Habibim, sen onları yüzlerinden tanırsın. Yoksa onlar insanlardan ısrarla bir şey istemezler. Ve siz her ne bağışta bulunursanız, şüphesiz Allah onu hakkıyla bilir."7
Tam mânasıyla Allah yoluna kendilerini vakfetmiş bulunan bu güzide sahabîler, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin hiçbir nasihatını, hiçbir hitabesini kaçırmazlardı. Dâima orada hazır bulunur, irad edilen hitabeleri ve öğütleri hıfzedip diğer sahabîlere de naklederlerdi. Bu bakımdan İslâmî hükümlerin muhafaza ve naklinde Ehl-i Suffa'nın pek müstesna hizmet ve gayretleri vardır. Kur'an nûrunun kısa zamanda âlemin her tarafına sürâtle yayılmasında bu ilim heyetinin büyük payı vardır. Bu bakımdan İslâm tarihinde Ehl-i Suffâ müstesnâ bir yer işgal eder.
Bir ilim müessesesi olan Suffanın, has bir talebesi Ebû Hüreyre kendileriyle ilgili bir hâdiseyi şöyle anlatır:
"Açlıktan yüzü koyun yatıyordum. Bazen de karnıma taş bağlıyordum. Bir gün halkın gelip geçtiği bir yol üzerinde oturdum. O sırada oradan Resûlullah geçiyordu. Vaziyetimi anladı ve
'Ey Ebû Hüreyre,'
 diye seslendi.
'Buyur, yâ Resûlâllah,' dedim.
'Haydi gel,' buyurdu.

"Beraber gittik. Eve girdi. Ben de girmek için izin istedim. Müsaade ettiler. Ben de girdim. Bir kapta süt buldu.
'Bu süt nereden geldi?' diye sordu.
'Falâncalar hediye olarak getirdiler' diye cevap verdiler. Sonra da, 

'Ey Ebû Hüreyre, Ehl-i Suffaya git, onları bana çağır!' diye emretti.
"Ehl-i Suffa, İslâmın misafirleriydi. Ne âileleri ne de mal mülkleri vardı. Resûlullah'a bir hediye geldiği zaman hem kendisine ayırır hem de onlara gönderirdi. Kendisine, ehline verilmesi için gönderilen sadakaların tamamını onlara gönderir, katiyyen kendisine bir pay ayırmazdı."
"Resûlullahın Ehl-i Suffayı dâveti beni üzdü. Ben, bu kaptaki sütü tek başıma içer de, bununla epeyce bir müddet idare ederim, diye umuyordum. Kendi kendime, 'Ben elçiyim. Suffa ehli gelince onlara sütü ben taksim ederim' dedim. Bu durumda sütten bana hiçbir şey kalmayacağını biliyordum. Fakat, Allah Resûlunün emrini yerine getirmekten başka çare de yoktu. 
"Gidip, onları çağırdım. Geldiler. Müsâade isteyip oturdular. Peygamberimiz (s.a.v.),
'Ebû Hüreyre, kabı al ve onlara süt ikrâm et' buyurdular.
"Süt kabını alıp, dağıtmaya başladım. Herbiri kabı alıyor, doyuncaya kadar içiyor, sonra arkadaşına veriyordu. Suffa ehlinin sonuncusu da içtikten sonra, kabı Resûlullaha verdim. Aldı. İçinde sadece azıcık süt kalmıştı. Başını kaldırarak bana bakıp gülümsedi ve 
'Ebû Hüreyre,' dedi.
'Buyur, yâ Resûlallah,' dedim.
'Süt içmeyen ikimiz kaldık,' buyurdu.
'Evet, yâ Resûlallah' dedim.
'Otur sen de iç' buyurdular. Oturup içtim.

'Biraz daha iç', dedi. İçtim. Yine içmem için ısrar etti. 'Daha daha,' diyordu. Nihayet, 
'Seni hak din ile gönderen Allah'a yemin olsun ki, içecek yerim kalmadı' dedim.
'O halde bardağı bana ver' buyurdu. Verdim. Allah'a hamd ve senâ etti. Sonra Besmele çekerek geri kalanını da kendisi içti."8
Dipnotlar:
1. Tecrid Tercemesi, 7/47.
2. M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili 2/941.
3. Tabakât, 8/25.
4. M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili 2/941.
5. Müslim, 3/117.
6. M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili 2/940.
7. Bakara Sûresi, 273.
8. Buhari, 4/89; Tirmizi, 4/648-649.

Kıble, henüz Kâbe tarafına çevrilmeden önce idi.
Mescid-i Nebevî’nin kuzey duvarında, hurma dallarıyla bir gölgelik ve sun­durma yapıldı. Buna “suffa” denildi. Burada kalan Müslümanlara da “Ashâb-ı Suffa” ismi verildi.
Mescid-i Şerif’in suffasında kalan bu sahabelerin, Medine’de ne meskenleri, ne de aşiret ve akrabaları, hiçbir şeyleri yoktu. Aileden uzak, dünya meşgale ve gailesinden âzade ve tam manasıyla fe­ra­gat­kâr bir hayata sahip idiler. Kur’an ilmi tahsil eder, Resûl-i Ekrem Efendimizin va’z ve derslerini dinleyerek isti­fade ederlerdi. Ek­seriya oruçlu bulunurlardı.
Vakitlerini Resûl-i Kibriya’nın huzurunda geçiren bu mübarek zümre, Efendimizden hep feyz alırdı. Resûl-i Ekrem’in medresesine Allah için nefsini vakfetmiş fedakâr, ilim âşığı talebeler idiler. Peygamber Efendimiz tarafından tespit edilen muallimler, kendilerine Kur’an öğretirlerdi. Bunlardan yetişenler, Müslüman olan kabilelere Kur’an öğretmek ve Sünnet-i Re­sû­lul­lah’ı beyan et­mek için gönderilirlerdi. Bu cihetle de kendilerine “kurra” denilirdi. Suffa ise bu itibarla “Dârü’l-Kurra” diye anılmıştır.
Sayıları dört yüz, beş yüz kadar kadar olan, mütevazı, fakat feyizli bir ha­yata sahip bulunan bu güzide sahabeler, bir irfan ordusu idiler. Bütün mesaile­rini Kur’an ve Sünnet-i Re­sû­lul­lah’ı öğrenmeye hasretmişken, gerektiğinde ga­zâlara da katılırlardı.
İçlerinden evlenenler, suffadan ayrılırlardı. Fakat yerlerine başkaları alı­nırdı.
Bu güzide sahabeler, ne ticaretle, ne bir san’atla meşgul olurlardı. Maişet­leri, Resûl-i Kibriya Efendimiz ve sahabe­lerin zen­ginleri tarafından temin edi­lirdi. Bu hususu, suffanın baş talebelerinden biri olan Ebû Hüreyre Hazretleri, kendisinin çok hadis rivayet etmesini garipseyenlere karşı verdiği cevapla pek güzel ifade etmiştir: “Benim, fazla hadis rivayet edişim garip­senmesin! Çünkü muhacir kardeşlerimiz çarşıdaki pazardaki ticaretleriyle, ensar kardeş­lerimiz de tarlalardaki bahçelerdeki ziraatleriyle meş­gul bulundukları sırada, Ebû Hü­reyre, Peygamberin (a.s.m.) mübarek nasihatlerini hıfzediyordu.”[1]

Pey­gam­be­ri­mizin Ashâb-ı Suffa’ya Yakın Alâkası

Resûl-i Kibriya Efendimiz, Ashâb-ı Suffa’nın hem tâlim ve terbiyesi, hem de maişetiyle çok yakından ilgilenirdi. Onlarla daima oturur, sohbet eder, alâka­dar olurdu. Zaman zaman da onlara, “Eğer sizin için Allah katında neyin ha­zırlandığını bilseydiniz, yoksulluğunuzun ve ihtiyacınızın daha da ziyadeleş­mesini isterdiniz!”[2]diyerek, bu meş­guliyetlerinin son derece mühim ve mü­ba­rek olduğunu ifade buyururlardı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, birinci derecede bu mübarek cemaatin ihtiyacını gidermeye çalışırdı. İcabında, Hâne-i Saadetlerinin ihtiyaçlarıyla ikinci dere­ce­de meşgul olurdu!
Bir kere Hz. Fâtıma (r.a.), el değirmeniyle un öğütmekten usandığından şi­ka­yet ederek bir hizmetçi istediğinde, Efendimiz, bu ciğerpâresine, “Kızım, sen ne söylüyorsun? Henüz, Ehl-i Suffa’nın maişetini yoluna koyamadım!” ce­vabını vermişti.[3]
Bir gün, Ashâb-ı Suffa’nın başlarında durmuş, hallerini ted­kikten geçirmişti. Fukaralıklarını, çekmekte bulundukları zahmetleri görmüş ve “Ey Ashâb-ı Suf­fa! Size müjdeler olsun ki her kim şu sizin bulunduğunuz hal ve sıfatta ve bu­lunduğu durumdan râzı olarak bana mülâkî olursa, o, benim refiklerimden­dir!”[4]buyurarak kalplerini hoş et­miş­ti.
Resûl-i Kibriya Efendimize herhangi bir şey getirilince, “Sadaka mı, yoksa hediye mi?” diye sorardı.
Getirenler “Sadakadır” cevabını verirlerse, onu el sürmeden Ashâb-ı Suf­fa’ya ulaştırırdı. “Hediyedir” cevabını verirlerse, onu kabul eder ve Ashâb-ı Suf­­fa’ya da ondan his­se çıkarırdı. Çünkü Pey­gamber Efendimiz, sadaka kabul et­­mez, sadece hediye kabul ederdi.
Bir gün, adamın biri, tabakla hurma getirmişti. Adama, “Sadaka mıdır, he­diye midir? diye sordu.
Adam, “Sadakadır” diye cevap verince, Efendimiz onu doğruca Suffa Eh­li’ne gönderdi. O sırada torunu Hz. Hasan, Peygamber Efendimizin önünde bulunuyordu. Tabak­tan bir hurma alıp ağzına götürünce, Resûl-i Kibriya Efen­dimiz derhal müdâhale etti ve onu ağzından çıkarttırdı. Sonra da, “Biz Mu­hammed ve Ev Halkı [Ehl-i Beyti] sadaka yemeyiz; bize sadaka helâl değil­dir!” buyurdu.[5]
Ayrıca “Verin o fakirlere; ki Allah yolunda kapanmışlardır (ilme, cihada vakf-ı nefs etmişlerdir), şurada burada dolaşmazlar. İstemekten çekindikleri için, bilmeyen onları zengin zanneder! Onları simalarından tanırsın; halkı bîzar etmezler. Hem, işe yarar her ne verirseniz; hiç şüphesiz, Allah onu bilir”[6]me­â­lindeki ayet-i kerimenin, Ashâb-ı Suffa hakkında nâzil olduğu da rivayet edilmiştir.[7]

Pey­gam­be­ri­mizin Va’z ve Hitabelerini Kaçırmamaları

Tam manasıyla Allah yoluna kendilerini vakfetmiş bulunan bu güzide sa­habeler, Resûl-i Kibriya Efendimizin hiç­bir nasihatini, hiçbir hitabesini kaçır­mazlardı. Daima ora­da hazır bulunur, irad edilen hitabeleri ve mev’ızaları hıf­zedip diğer sahabelere de naklederlerdi. Bu bakımdan, İslamî hükümlerin mu­hafaza ve naklinde Ehl-i Suffa’nın pek müstesna hizmet ve gayretleri vardır! Kur’an nurunun kısa zamanda âlemin her tarafına süratle yayılmasında bu ilim heyetinin büyük payı vardır. Bu bakımdan, İslam tarihinde, Ehl-i Suffa müstesna bir yer işgal eder.

Ebû Hüreyre Anlatıyor

Bir ilim müessesesi olan suffanın, has bir talebesi Ebû Hü­reyre, kendileriyle il­gili bir hadiseyi şöyle anlatır:
“Açlıktan yüzükoyun yatıyordum. Bazen de karnıma taş bağlıyordum.
“Bir gün, halkın gelip geçtiği bir yol üzerinde oturdum. O sırada oradan Re­sû­lul­lah geçiyordu. Vaziyetimi anladı ve ‘Yâ Ebâ Hü­rey­re!’ diye seslendi.
“‘Buyur, yâ Re­sû­lal­lah!’ dedim.
“‘Haydi, gel!’ buyurdu.
“Beraber gittik. Eve girdi. Ben de girmek için izin istedim. Müsaade ettiler. Ben de girdim. Bir kabta süt buldu.
“‘Bu süt nereden geldi?’ diye sordu.
“‘Falancalar hediye olarak getirdiler’ diye cevap verdiler.
“Sonra da, ‘Yâ Ebâ Hüreyre! Ehl-i Suffa’ya git, onları ba­na çağır’ diye em­ret­ti.
“Ehl-i Suffa, İslam’ın misafirleriydi. Ne aileleri, ne de mal mülkleri vardı. Re­sû­lul­lah’a bir hediye geldiği zaman hem kendisine ayırır, hem de onlara gön­derir idi. Kendisine, ehline verilmesi için gönderilen sadakaların tamamını onlara gönderir, kat’iyyen kendisine bir pay ayırmazdı!
“Re­sû­lul­lah’ın Ehl-i Suffa’yı daveti beni üzdü! Ben, ‘Bu kabtaki sütü tek ba­şıma içer de bununla epeyce bir müddet idare ederim’ diye umuyordum! Ken­di kendime, ‘Ben elçiyim. Suffa ehli gelince onlara sütü ben taksim ederim’ de­dim. Bu durumda sütten bana hiç­bir şey kalmayacağını biliyordum. Fakat Al­lah Resûlünün emrini yerine getirmekten başka çare de yoktu.
“Gidip, onları çağırdım. Geldiler, müsaade isteyip oturdular.
“Peygamber (a.s.m.), ‘Ebû Hüreyre, kabı al ve onlara süt ikram et’ buyurdu.
“Süt kabını alıp dağıtmaya başladım. Her biri kabı alıyor, doyuncaya kadar içiyor, sonra arkadaşına veriyordu.
“Suffa Ehlinin sonuncusu da içtikten sonra, kabı Re­sû­lul­lah’a verdim. Aldı. İçinde sadece azıcık süt kalmıştı. Başını kaldırarak bana bakıp gülümsedi ve ‘Ebû Hüreyre!’ dedi.
“‘Buyur yâ Re­sû­lal­lah!’ dedim.
“‘Süt içmeyen ikimiz kaldık!’ buyurdu.
“‘Evet, yâ Re­sû­lal­lah!’ dedim.
“‘Otur, sen de iç’ buyurdular. Oturup içtim.
“‘Biraz daha iç’ dedi. İçtim. Yine içmem için ısrar etti. ‘Daha, daha!’ di­yor­du. Nihayet, ‘Seni hak dinle gönderen Allah’a yemin olsun ki içecek yerim kal­ma­dı!’ dedim.
“‘O halde bardağı bana ver’ buyurdu. Verdim. Allah’a hamd ve senâ etti. Sonra ‘besmele’ çekerek geri kalanını da kendisi içti.”[8]

______________________________________________________

[1] Tecrid Tercemesi, c. 7, s. 47. [2] M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 2, s. 941. [3] İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 25. [4] M. Hamdi Yazır, a.g.e., c. 2, s. 941. [5] Müslim, Sahih, c. 3, s. 117. [6] Bakara, 273. [7] M. Hamdi Yazır, a.g.e., c. 2, s. 940. [8] Buharî, Sahih, c. 4, s. 89; Tirmizî, Sünen, c. 4, s. 648-649.
ED-DÎNÜ’N-NASÎHA Fâtiha-i a’mâl ve mukaddime-i âmâlimiz, dîn-i mübîne hizmet ve ihvân-ı mü’minîne nasîhatle müstelzim-i sa’âdet-i dâreyn olan menhec-i kavîm-i istikāmet ve sırât-ı müstakīm-i hidâyete da’vetden ibâret olmakla, mesâ’î-i vâkı’amızın hamiyyet-şi’ârân-ı ümmet tarafından hüsn-i telakkī edileceğine ümidvârız. Kâfil-i nizâm-ı âlem ve müstelzim-i refâh ü sa’âdet-i ümem olan şerî’at-ı garrâ-yı İslâmiyye ahkâm-ı münîfesinin hükm-i li-dînihî ve fevâ’id ü menâfi’-i maddiyye ve ma’neviyyesi milel ve akvâm-ı sâirece mechûl olmakla beraber cihâr-aktâr-ı âlemi eşi’a-i irfânıyla tenvîr eden şems-i tabân-ı İslâmiyyet gözlerini kamaştırdığı huffâş-bînânın setr-i envâr-ı hakīkat maksad-ı garaz-kârîsiyle herbâr diyânet-i mu’azzama-i Muhammediyye aleyhine neşriyyât-ı fâside ve isnâdât-ı kâzibeden hâlî kalmadıklarından neşriyyât ve müfteriyyât-ı vâkı’ayı delâ’il-i akliyye ve berâhîn-i nakliyye ile redd ü tekzîb eylemek dahi derûhde eylediğimiz vezâ’if-i asliyye cümlesinden olmakla bu bâbda erbâb-ı ilm ü irfân tarafından ihdâ buyurulacak âsâr-ı nâfi’a ve makālât-ı müfîdenin ma’at-teşekkür derc-i sahîfe-i iftihâr kılınacağı mukarrerdir. Vallahu yehdî ilâ sevâ’is-sebîl. 1 Birinci sayının ilk baskısında “Gazetedir” yazılmışken, aynı hafta yapılan 2. baskıdan sonra bu ifade “Risâledir” olmuş ve 50. sayıya kadar böyle devam etmiştir. 2 Asıl metinde yanlışlıkla “30 Şaban” yazılmıştır. HÜRRİYET – MÜSÂVÂT Cenâb-ı Hakk’ın avn-i samedânîsi ve ahrâr-ı ümmetin senelerden beri bezl-i mesâ’îsi ve ordumuzun şân-ı askerîye bi-hakkın lâyık olacak ve ile’l-ebed kulûb-i ümmetde nâ-kābil-i zevâl bir hiss-i minnetdârî ve kemâl-i ihtirâm-kârî ile yer tutacak ve târih-i Osmaniyyemizin en şanlı sahîfelerini tezyîn edecek gayret-i kahramâne ve hamiyyet-i dindârânesi sâyesinde zincîr-i esâretden tahlîs-i girîbân ettik. Berât-ı hürriyet ve burhân-ı musâvâtımız olan Kānûn-ı Esâsî’mizi istirdâd ettik. Ve bunun bütün mevâdd-ı münderecesi ahkâmına harfiyyen ri’âyet edeceğimize cümlemiz yemin eyledik. Fakat memleketimizde ulûm ve ma’ârif henüz lâyık olduğu vechile intişâr etmemiş ve edenler meyânında da ma’- at-te’essüf sû-i ahlâk zuhûra gelmiş olduğundan [2] bu kānûn-ı münîfin ahkâmına ri’âyet hususunda dûçâr-ı hayret olduk. Kānûn-ı Esâsî nedir? Bunun hâvî olduğu ahkâm ve bize bahş ettiği hukūk-ı hürriyet ve müsâvât neden ibâretdir? Ekser ahâlimiz bunlardan gâfil ve bir kısmı da mütegâfil olduğu ve binâ’en-aleyh bu yüzden: – Hürriyet var, müsâvât var!.. diye şu günlerde kānûn-ı mezkûr ile aslâ münâsebeti olmayan şâyân-ı te’essüf bazı ahvâl-i gayr-i lâyıka vukū’a gelmekte bulunduğu cihetle bu bâbda ber-vech-i âtî bazı mütâla’ât serdine mecbûr oldum. – 1 – HÜRRİYET Evvelâ “hürriyet”den bahs edelim: “Hürriyet” âzâdelik, âzâde olmak ma’nâsınadır. Ama her kayıddan azâde olmak ma’nâsına değil. Çünkü hürriyet-i mutlaka, yani her kayıddan âzâde olmak keyfiyeti, dünyanın hiç bir yerinde, hattâ 2 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 1 - SAYFA 3 silsile-i kâ’inâtın hiç birinde yokdur. Sırr-ı teklîf bütün kâ’inâta sârîdir. Bütün avâlim ve bütün avâlimdeki nizâm ve intizâm ancak sırr-ı teklîfin her şeye sirâyeti sâyesinde sâhaârâ-yı vücûd olmuşdur. Eğer sırr-ı teklîf olmasaydı kâ’inât teşekkül etmez, hiç bir şey vücûda gelmez, avâlimde müşâhede ettiğimiz şu bedâyi’ aslâ zuhûr eylemezdi. Ez-cümle bir muharrik-i ezelînin emr-i tahrîki, mebde’-i âleme hareketle teklîfi olmasaydı esâsen asl u mebde’-i kâ’inât olan eczâ-yı ferde vücûda gelmezdi. Çünkü tahrîk olmayınca hareketin, hareket olmayınca eczâ-yı ferdenin vücûdu mutasavver değildir. Zîrâ bunlar yekdiğerine lâzım ve melzûmdur. Melzûmun lâzımdan infikâki ise gayr-i kābildir. Kezâ bir dâfi’in def’i, bir câzibin cezbi teklîfî olmasaydı bütün kuvânın merci’-i aslîsi olan hareket vücûda gelmeyeceği gibi, şu fezâ-yı nâ-mütenâhiyi dolduran eczâ-yı ferdeden hayret efzâ-yı ukūl olan şu ecrâm-ı bedî’ü’l-intizâm dahi husûl-pezîr olmazdı. Kezâ elektrik, ziyâ, harâret vesâire gibi kuvâ-yı tabî’iyyenin bütün mükevvenât üzerinde icrâ-yı te’sîrâtı olmasa ve onların da bu te’sîrâta karşı bir inkıyâd-ı tabî’îsi bulunmasaydı avâlimde adedleri add ü ihsâdan efzûn ecnâs ve envâ’-ı mahlûkāt zuhûr edemezdi. Kezâ ecsâm-ı uzviyyeden bir cismin her bir uzvu bir nevi’ vazîfe ile mükellef olmasa ve o uzuv mükellef olduğu vazîfeyi îfâya mecbûr bulunmasaydı âlemde “ecsâm-ı uzviyye” denilen mahlûkātdan eser bile bulunmazdı. Kezâ her nev’in bekāsı için kendi muktezâ-yı tabî’atı olan evâmir ve ahkâma o nev’in efrâdı inkıyâd etmeyip de hilâfına hareket etselerdi, enva’-ı mahlûkātdan hiç bir nevi’ kendi bekā-yı mevcûdiyetini muhâfaza edemeyecek ve derhal ma’rûz-ı inkırâz olup gidecekdi. Meselâ: Âkilü’n-nebât olan hayvânât muktezâ-yı tabî’- atları olarak kendi bekā-yı nev’leri için yalnız nebât ile tegaddîye me’mûr ve lahm ile tegaddîden memnû’ olduğu gibi, âkilü’l-lahm olan hayvânât da kendi muktezâ-yı tabî’- atları olarak bunun hilâfına mahkûmdur. Binâ’en-aleyh eğer bunlar kendi tabî’at-ı nev’iyyelerinin şu emirlerine, şu hükümlerine inkıyâd etmeyip de âkilü’n-nebât olmak üzere yaratılmış olan hayvânât lahm ile ve âkilü’l-lahm olmak üzere yaradılmış hayvânât da nebât ile tegaddî yollarına sulûk etselerdi bir müddet-i kalîle zarfında bu cins hayvanların mahv olacağı bedîhî idi. Mahlûkāt-ı sâirede dahi hâl böyledir. İşte görülüyor ki hayvânâtda, cemâdâtda ve hattâ zerrâtda bile hürriyet-i mutlaka yoktur. Her şey bir çok kuyûd ile mukayyed ve bir çok ahkâm ile mükellefdir. Her mahlûk behemehâl kendi fevkinde bir âmirin emrine, bir mü’essirin te’sîrine tâbi’dir. Ve bu da bir emr-i tabî’î ve bir emr-i cibillîdir 1 daha emsâli ve celîli ı-nazm) وَإِنْ مِنْ شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ ِ بِحَمْدَه) nice âyât-ı beyyinât ile dahi bu dekāyika işâret buyurulmuştur. Binâ’en-aleyh zübde-i kâ’inât ve hülâsa-i mevcûdât olan insanda hürriyet-i mutlakanın olamayacağı evlâ bi’t-tarîkdir. Nitekim “İnsan zann eder mi ki başı boş olarak bıra- 1 İsrâ, 17/44. kılmıştır?” me’âlinde olan 2 i-âyet) أَيَحْسَبُ اْلإنسَانُ أَن يُتْرَكَ سُدًى) kerîmesi de işte şu hakīkati beyân sadedinde şeref-nâzil olmuştur. İnsanda hürriyet-i mutlaka nasıl olabilir ve insan nasıl “başıboş bırakılmıştır” denilebilir ki, insan hayat-ı cismâniyyesini muhâfaza için bir çok kuvâ-yı tabî’iyyenin taht-ı hükmünde bulunmak ve bir çok kavânîn-i hilkatin te’sîrâtiyle mukayyed olmak husûsunda hayvânât-ı sâire ile hemhâl oldukdan mâ’adâ, fıtraten i’tidâl-i mizâcı ve tab’an medenî olması cihetiyle hayvânât-ı sâire gibi ağdiye-i basîta ve elbise ve mesâkin-i tabî’iyye ile iktifâ edemeyeceğinden agdıye ve elbise ve meskenini tedârik husûsunda bir çok umûr-ı sınâ’- iyyeye muhtâcdır. Bu umûr-ı sınâ’iyyenin husûlü ise beyne’l-beşer te’âvün ve iştirâk husûlüne vâbestedir. Çünkü hiç kimse kendine lâzım olan her şeyi yalnız başına yapmağa muktedir değildir. Bununla beraber insanda kuvâ-yı behîmiyye kuvâ-yı melekiyyeye gâlib olduğundan ve bu cihetle ale’l-ıtlâk celb-i menfa’at ve def’-i mazarrat dâ’iyesi herkesde bir emr-i cibillî bulunduğundan beynlerinde adl ü nizâmın halelden mahfûz kalması için bütün efrâd-ı beşer yekdiğerine te’âvün ve iştirâk hususlarında bir takım kavânîn-i mevzû’a ahkâmına dahi inkıyâd mecbûriyetindedir. Ve bu mecbûriyet, dünyanın her tarafında hüküm-fermâdır. Şu kadar ki bu kānunlar her yerde aynı derecede, aynı me’âlde olmayıp her memleketin, her iklîmin mizâcına, örf ve âdetine, kavâ’id-i mezhebiyesine göre tanzîm edilmiştir. Bundan başka insan şu cism-i sagîriyle beraber bir nüsha-i kübrâ olmak ve o cism-i sagîr-i latîfine bir de hiç bir nev’-i hayvanda olmayan [3] bir rûh-ı ulvî munzam bulunmak hasebiyle cismânî ihtiyâcâtını tedârik için bir takım kavânîn-i tabî’iyye ve mevzû’aya inkıyâda mecbûr olduğu gibi, rûhanî ihtiyâcâtını tedârik için bir çok kavânîn-i şer’iyye ahkâmına inkiyâd ile de mükellefdir. Şu hâlde Kur’ân-ı mu’ciz-beyânımızın dünyaya müte’allik ahkâm-ı siyâsiyyesinin bazı aksâmını beyândan başka bir şey olmayan Kānûn-ı Esâsî’mizin bize bahş ettiği hürriyetden maksad, bundan evvel taht-ı kahr ü istibdâdında ezildiğimiz gayr-i ma’kūl ve gayr-i meşrû’ bir takım kuyûd-ı bâtıladan azâde bir hürriyetdir ki o da kavânîn-i mevzû’a ve kavâ’id-i dîniyyemiz ve âdet-i milliyyemiz dâiresinde serbestâne hareketden ibâretdir. –mâba’di var– Mûsâ Kâzım SAFAHÂT-I HAYÂTTAN FÂTİH CÂMİ’İ 3 Aşındırmış öpüp lâyenkatı’ dâmânını a’sâr, O, lâkin işte endâmıyle pâ-bercâ-yı istikrâr. Siyeh-reng-i dalâlet bir bulut şeklinde mâzîler, Kaçar pîrâmeninden eylemez aslâ sebât izhâr; Ziyâ-rîz-i hakīkat bir seher tavrında müstakbel, 2 Kıyâme, 75/36. 3 Âkif Bey, ilk olarak burada yayınlanan şiirlerini daha sonra “Safahat” adı altında toplarken bazı tashihler yapmıştır. Şiirler buraya ilk şekilleriyle aynen alınmıştır. Son şekilleri için “Safahat”a bakınız. CİLD 1 - ADED 1 - SAYFA 4 SIRÂTIMÜSTAKĪM 3 Gelir fevkinden eyler sermedî envârını îsâr. Derâgûş etmek ister nâzenîn-i bezm-i lâhûtu: Kol açmış her menârı sanki bir ümmîd-i cür’etkâr! O revzenler, nazarlardan nihan dîdâra, müstağrak, Birer gözdür ki sıyrılmış önünden perde-i esrâr. Bu kudsî ma’bedin üstünde tâban fevc fevc ervâh, Bu ulvî kubbenin altında cûşân mevc mevc envâr. Tabîat perde-pûş-i zulmet olmuş, hâbe dalmışken, O, gûyâ kalb-i nûrânîsidir leylin, durur bîdâr. Evet bir kalbdir, bir kalb-i cûşâcûş-i âşıktır, Ki cevfinden demâdem yükselir bin nâle-i ezkâr. Nümâyan cebhesinden Sadr-ı İslâm’ın me’âlîsi: O sadrın feyz-i enfâsıyle gûyâ bir yığın ahcâr, Kıyâm etmiş, uluvv-i dîne bir timsâl-i nûr olmuş; Nasıl timsâl-i nûr olmaz? Şu pek sâkin duran dîvâr, Asırlar geçti hâlâ bâtılın pîş-i hücûmunda, Göğüs germektedir, bir kerre olsun olmadan bîzâr. Bu bir ma’bed değil, Ma’bûd’a yükselmiş ibâdettir; Bu bir manzar değil, dîdâra vâsıl mevkib-i enzâr. Semâdan inmemiştir, şüphesiz, lâkin semâvîdir: Zemînî olmayan bir cilve-i feyyâzı hâvîdir. * * * Bir infilâk-ı safâdır ki yâr-ı cânımdır, Sabâhı pek severim, en güzel zamânımdır. Ridâ-yı leyli henüz açmamıştı dest-i semâ; Sabâ da hâb-ı sükûndan ayılmamıştı daha, Fezâ-yı rûhda aksetti, es-salâ-perdâz Müezzinin dem-i mahmûru, bir hazîn âvâz. İçimde cûşa gelip lücce lücce istiğrâk, Ezâna bakmadım artık; açılmadan âfâk, Zalâmı sîneye çekmiş yatan sokaklardan Kemâl-i vecd ile geçtim. Önümde bir meydan Göründü; Fâtih’e gelmiştim anladım, azıcık Gidince, câmi’e baktım ki bekliyor uyanık! Sokuldum artık onun sîne-i münevverine, Oturdum öndeki maksûreciklerin birine. Fezâ-yı ma’bedin encüm-nümâ meşâ’ilini, O lem’a lem’a dizilmiş ziyâ kavâfilini Görünce geldi çocukluk zamanlarım yâda... Neler düşündüm o sâ’atte âh ben orada! * * * Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: “Bu gece, Sizinle câmie gitsek de gelsek erkence. Giderseniz geliniz, sâde orda uslu durun; Bakın eğer yaramazlık ederseniz oturun! Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi. Girince câmi’e, hâliyle koyverir peşimi, Namaz kılardı. Ben artık kalınca âzâde, Uzunca boylu koşardım hasırlar üstünde! Hayâl otuz sene evvelki hâli pîşimden Geçirdi, başladım artık yanımda görmeye ben: Beyaz sarıklı, yaşça elli beş var yok; Vücûdu zinde, fakat saç, sakal ağarmış çok; Mehîb yüzlü bir âdem edeb-güzîn-i namaz; Yanında bir küçücek kızcağızla pek yaramaz [4] Yeşil sarıklı bir oğlan ki, başta püskül yok. İmâmesinde fesin bağlı sâde bir boncuk! Sarık hemen bozulur, sonra şöyle bir dolanır; Biraz geçer, yine râyet misâli dalgalanır! Koşar koşar duramaz; âkıbet denir “âmîn” Namaz biter. O zaman kalkarak o pîr-i güzîn, Alır çocukları, oğlan fener çeker önde. Gelip düşer eve yorgun, dalar pek âsûde Derin bir uykuya... Derken bu hâtırât-ı lâtîf Çekildi aslına, artık hakīkatin o kesîf Likāsı başladı karşımda cilve eylemeye; Vakit de kalmadı zâten hayâli dinlemeye: Sağım, solum, önüm, arkam huşû’a müstağrak Zılâl-i âdem iken, bir sadâ bülend olarak, Sükûnu dinleyen âzân-ı mesti çınlattı O kâinât-ı huzû’u yerinden oynattı; Sufûf ayakta müselsel cibâl-i velveledâr Gibiydi. Her birisinden çıkardı Arş-karâr, Birer enîn-i tazarru’, birer niyâz-ı hazîn, Ki kalb-i rahmeti sızlattı şüphesiz o enîn! Eğildi sonra o dağlar huzûr-i izzette; Göründü sonra o dağlar zemîn-i haşyette! İnâyetiyle Hudâ kaldırınca her birini, Semâya doğru o dağlar da açtı ellerini. O anda koptu yüreklerden öyle bir feryâd, Ki rûhum eyleyecek tâ ebed o dehşeti yâd. Kesildi bir aralık inleyen hazîn âvâz... Ne oldu Arş’a çıkan onca sîne-çâk niyâz? O cûş-i safvet-i vicdan? Evet hurûşa gelip bahr-i rahmet-i Subbûh, Kulûba indi semâdan da bir İlâhî rûh: Rûh-i itmi’nân. Mehmed Âkif TÂRÎH-İ DÎN-İ İSLÂM’DAN BİR SAHÎFE Ulûm-ı şer’iyye ulûm-ı nakliyyeden yani mücerred akl-ı insanî ile idrâk olunamayıp sem’a tevakkuf eder ulûmdandır. Çünkü ulûm-ı şer’iyye, ilm-i fıkh, ilm-i hadîs gibi ulûm-ı adîdeyi câmi’ olup ahkâm-ı şer’iyye dahi esâsen kitab ve sünnetden ahz ü istinbât olunur. Kitab ve sünnetden ahz ü istinbât-ı ahkâm ise onların me’ânîsini bilmeğe ve keyfiyet-i istinbâtın mütevakkıf olduğu ahvâl ve kavâ’idi fehm ü idrâke tevakkuf eder. Kitab, Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâma inzâl buyurulup ondan tevâtüren nakl edilegelen nazm-ı Kur’- ân’dır. Kur’ân-ı azîmüşşân şer’-i şerîfde aslü’l-usûldür. İbâresiyle, işaretiyle, delâletiyle, iktizâsıyla pek çok ahkâm-ı şer’iyye ifâde eder. Sünnet, Kur’ân’ın hâricinde olarak Nebî aleyhissalâtü vesselâmdan sâdır olan kavl veya fi’il veya takrîrdir. Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm milâdın 570. senesi Nisan’ının yedisine tesâdüf eden Rebîülevvel ayının on ikinci Pazartesi gecesi şeref-bahş-ı âlem-i şuhûd olmuşdur. Sinn-i sa’âdetlerinin kırka vâsıl olduğu 610 sene-i milâdiyyesinde ve târih-i hicrîden on üç sene mukaddem ahkâm-ı şer’iyyeyi tebliğe me’mûr olmalarıyla bu târîhden i’tibâren yirmi üç sene zarfında lâzım oldukça âyât-ı Kur’âniyye nâzil olmuş ve ehâdîs-i nebeviyye vürûd etmiştir. 4 SIRÂTIMÜSTAKĪM CİLD 1 - ADED 1 - SAYFA 5 Bu sûretle âyât-ı Kur’âniyye ve ehâdîs-i nebeviyyenin zaman-ı vürûdları mütefâvit olmakla bazen târihi muahhar olan mukaddemini nesh eylediğine mebnî mensûh olanları olmayanlarından fark u temyîz etmek sem’a tevakkuf eder. Ve kezâ âyât ve ehâdîsden ahkâm-ı şer’iyeyi istinbât eylemek dahi sem’a tevakkuf eyler. Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm efendimiz âyât-ı Kur’âniyyenin sebeb-i nüzûlünü, nâsih ve mensûhunu, onlardan sûret-i istinbât-ı ahkâmı ashâb-ı kirâmına îzâh ve beyân buyururlardı. Ashâb-ı kirâm dahi Fahr-i Âem efendimizden ahz ü telakkī ettikleri ahkâmı ve mukteziyât-ı ahvâli muhzırîn ve tabi’îne nakl ü rivâyet ederlerdi. Anlar da ashâb-ı kirâmdan ahz ü te’allüm eyledikleri umûr-ı mezkûreyi kendilerinden sonra gelen tebe’-i tâbi’îne ta’lim ve teblîğ eylerlerdi. Bu sûretle ahkâm-ı şer’iyye batnen ba’de batnin selefden halefe nakl ü rivâyet olunmakda idi. Bir dereceye geldi ki ulûm ve ma’ârif sudûrdan sutûra nakl olunarak esâtize ve meşâyihden mesmû’ ve ashâb ve etbâ’dan menkūl olan ahkâm ve âsâr sahâif ve kütübe derc ü tastîr edildi. Lâkin şurası da hafî olmaya ki ashâb-ı kirâmdan cümlesi de ehl-i fıkıh ve fetvâ değil idi. Çünkü ashâb-ı kirâmın dıyk-ı me’âşları hasebiyle kimi pazar yerlerinde alış-veriş ile, kimi hurmalıklarda fellâhat ile meşgûl olurlar ve dâima meclis-i sa’âdetde müctemi’ olamayıp ancak ihtilâs-ı vakt ettikçe bulunurlar ve toplanırlar idi. Binâ’en-alâzâlik taraf-ı peygamberîden bir hükm-i şer’î beyân ve ta’lîm [5] buyruldukda hâzır bulunanlar onları beller ve bulunmayanlar onu bilmezler idi. Lâkin hâzır bulunanlar gâ’ib olanlara teblîğ eyler idi. Bu cihetle bazıları bazı ehâdîs-i şerîfeyi ve diğerleri diğer ehâdîs-i şerîfeyi bilirler ve bilmediklerini bilenlerden öğrenirlerdi. Velhâsıl ahkâm-ı şer’iyye ale’s-seviyye kâffesinden ahz olunmazdı. Belki bu keyfiyet içlerinden vücûh-ı Kur’âniyye ve ahkâm-ı Rabbâniyyeyi bizzat mişkât-ı nübüvvetden iktibâs etmiş, yâhud bir vechile iktibâs eden uzemâ-yı ashâbdan ahz ü telakkī eylemiş olup da Kur’ân-ı Kerîm’i kāri’ ve hâmil ve nâsih mensûhunu ve muhkem ve müteşâbihini vesâir vücûhunu ârif olan kibâr-ı ashâb-ı kirâma mahsûs olup ahkâm-ı şer’iyye ancak onlardan ahz ü telakkī olunmuşdur. Onlara ol vakit “kurrâ” denilirdi. Zîrâ tâ’ife-i Arab vaktiyle ümmet-i ümmiye olduklarından “kurrâ” isminin ol vakit nedret ve garâbetine binâ’en içlerinden kārî-i Kur’ân olan kibâr-ı sahâbe onunla tesmiye olunmuş ve Sadr-ı İslâm’da hâl bu vechile cârî olmuş idi. Ama sonra bilâd-ı İslâmiyye çoğalıp Arab’dan ümmîlik zâ’il oldu. Ve emr-i ictihâd temekkün ve istikrar bulup ilm-i fıkıh hadd-i kemâle vâsıl olarak fenn-i müstakil ve sıfat-ı mahsûsa oldu. Ol vakit ahkâm-ı şer’iyyeyi bilen kibâr-ı ümmete “kurrâ” yerine “fukahâ” nâmı verildi. (Kısâs-ı Enbiyâ ve İbn-i Haldûn.) Ashâb-ı kirâmın ulemâ ve fukahâsı: Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Abdurrahman b. Avf, Abdullah b. Mes’ûd, Ubeyy b. Ka’b el-Ensârî, Mu’âz b. Cebel, Ammar b. Yâsir, Huzeyfe b. El-yeman, Zeyd b. Sâbit el-Ensârî el-Buharî, Ebu’d-derdâ, Ebû Mûsâ el-Eş’arî, Selmân Fârisî’dir. –radıyallâhu anhüm– bunlar Vakt-i Sa’âdet’de bile fetvâ verirlerdi. Ömer, Ali, Mu’âz b. Cebel Resûl-i Ekrem’in kādîleri mesâbesinde idiler. Vakt-i Sa’âdet’de lâzım oldukça vahy-i ilâhî mütevârid olur ve taraf-ı nebevîden ümmete teblîğ buyurulur idi. Ondan sonra vahiy gelmek ihtimâli kalmadı. Kur’ân-ı Kerîm’de musarrah olmayan mes’eleler hakkında sünnet-i seniyye ile yani Resûlullah ne demiş, ne yapmış ise, yâhud bir kimsenin bir işi yaptığını görüp de men’ etmemiş ise ona tevfîkan amel edilirdi. Eğer sünnet-i seniyyede bir sarâhat bulamazlar ise re’y ve kıyas ile ictihâd ve mûcebince amel ederlerdi. İşte bu vechile asr-ı evvelde bir ictihâd kapısı açıldı. Ancak gerek ashâb-ı güzîn, gerek sâir müctehidîn bir mes’elede ittifâk ettikde artık tereddüd ve iştibâha mahal kalmayıp işte buna “icmâ’-ı ümmet” denildi. Halîfe-i Resûlullah Ebubekir es-Sıddîk zamanında birkaç kere icmâ’-ı ümmet vâki’ olduğu gibi Emîru’l-mü’minîn Ömerü’l-Faruk hazretleri müsâdif olduğu müşkilâtı ale’l-ekser icmâ’-ı ümmete hallettirirdi. Tâbi’ ve tebe’-i tâbi’în zamanında dahi bu icmâ’-ı ümmet usûlüne mürâca’atda devam edildi. Bu icmâ’larda Hazret-i Peygamber’in fülân şeyi hakīkaten söylemiş, yapmış veya takrîr etmiş olup olmadığı tedkīk olunur. Âyât-ı Kur’âniyye ve ehâdîs-i nebeviyyenin me’- ânîsi kararlaştırılır idi. Yani işbu icmâ’lar hep birer delîl-i şer’îye müstenid bulunur idi. Çünkü ulemâ-i İslâmiyye bilâ-sebeb bir mes’ele üzerine ittifakları mutasavver olmadığı gibi sebeb-i aklî üzerine ittifakları da bir hükm-i şer’î ifâde etmeyeceğinden icmâ’ın elbette bir delîl-i şer’î üzerine müstenid olması tabî’îdir. Eğer işbu delîl-i şer’î bir delîl-i kat’î ise icmâ’, hüccet-i müstakılle olmayıp hüccet-i mü’ekkede olur. Ve eğer haber-i vâhid veya kıyas gibi bir delîl-i zannî ise icmâ’ hüccet-i müstakılle olmakla beraber ol delîlin zanniyetini kat’iyete kalb eder. Mu’ahharan memâlik-i İslâmiyye vüs’at peydâ etti. Aradan bir asır geçmeksizin Sebte Boğazı’ndan Çin Surlarına yetişti. İşbu memâlik ve büldânda nice âdâta tesâdüf edildi. Zâten şer’-i şerîfde âdetler ma’mûlün bih ve mu’teber olduğundan bu âdetler de mesâ’il-ı fıkhiyyeyi tevsî’ eyledi. Ez-cümle îcâr-ı akâr bilâd-ı Hicaz’da ma’rûf olmayıp herkes kendi menzil ve dükkânına tasarruf eder ve bir ecnebî gelirse memleket tarafından misâfir edilirdi. Lâkin bu akid Suriye’de ma’rûf olduğundan teşrî’ edildi. Feth edilen memâlik ahâlîsinin umûr-ı ruhâniyyeleri rü’esâ-yı ruhâniyyelerine terk ve tevdî’ edildiği gibi Emevîler zamanında ahalî-i İslâmiyye’nin nikâh ve talâk gibi mesâ’il-i şer’iyyesi e’imme tarafından ta’yin ve beyân olunur ve mu’- âmelât-ı sâire müctehidîn zamanına değin gayr-i muntazam bir yolda cereyân eder idi. Mu’âmelâta dâir mesâ’il-i şer’iyyeyi en evvel hall ü tanzîm eden İmâm-ı A’zâm hazretleri olmuşdur. Mahmûd Es’ad

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder