6 Haziran 2016 Pazartesi

Ahmed Eflaki Ariflerin Menkıbeleri

(l 5 l) Y i n e bu kitabın yazarı toprağa mensup olan
bu kul (Eflaki) (Allah ona iyilik etsin) der ki: Mevlana kendi
mübarek eliyle bir kitabın sahifesine kırmızı mürekkeple
(şöyle) bir kaç satır yazmıştı: Bir gece şeyh Selahaddin'in peştamalı hamamda çözülüp yere düştü. Bunun üzerine: "Ey kandil beni rüsva ettin," dedi. Kandil tersine döndü ve düşüp
söndü. Orada bulunanlar, şeyhin yanma koşup: "Biz hiç bir
şey görmedik," dediler. Şeyh onların bu sözünden çok memnun
oldu. Çünkü onlar görüleni görülmemiş gibi bildirmiş­
lerdi. Bu, pençerelerini atıp
vücudun uzuvlarını ve karnı yırtmağa, tırnaklarıyle etlerini
didiklemeğe benzer. Bu sarığı nereye koydularsa orada kalmalıdır.
Onu koyan onu ay, ayı güneş, güneşi de güneşten
daha latif, daha faydalı bir şey yapar.
(1 52) Hikaye: Arkadaşlarının hayırlılarının (ahyar)
ileri gelenleri rivayet ettiler ki: Velilerin makbulü, eşi olmayan
Emir Taceddin Mutez b. al-Horasani (Allah rahmet etsin)
Mevlana'nın has müritlerindendi. İtibarlı bir emir, hayır
sahibi ve her şeyden haberdar bir adamdı. hakikaten o
Rum memleketlerinde medreseler, hanekahlar, hastaneler ve
kervansaraylar yaptırmıştı. Mevlana hazretleri, onu sultanın
emirlerinin hepsinden çok sever ve ona "hemşehri" diye hitap
ederdi. O ne zaman Mevlana'nın huzuruna gelse müritler
çok sevinirlerdi. Mevlana hazretleri, onu, abı hayatna
ve ilahi manalar gülsuyu şerbetine susamış doğru bir talip
oiarak görünce, ilahi hakikat ve ilimleri aydınlatmakta çok
coşar ve garip sözler söylerdi. Bir gün bu zat, eski adeti üzere
Mevlana'nın ziyaretine gelmişti. Mevlana hazretlt:ri: "Kendi
varlıklarından tamamiyle kurtulmamış ve kendi enaniyetlerinden
tamamiyle geçmemiş oldukları halde yokluk aleminden
dem vuranlar, kuyunun altında olduğu halde: 'Ben en yükse­
ğim,' diyerek yükseklik makamından dem vuran kimseye benzerler.
Kendi varlıklarından kurtulmuş ve yok olmuşlar ise,
damın üstünde: 'Ben en alçağım,' diye bağırırlar. Fakat herkes
bilir ki onların sesi yüksek bir yerden gelmektedir. O her
halde yücedir. Bu iki iddianın misali şöyledir: Bunlardan biri,
ağzına sarmısak almış, miskten, öteki de ağzına misk almış
sarmısaktan dem vurmaktadır. Fakat Peygamberin: 'Ben Allah'nın
nefesini Yemen tarafından almadayıın,' buyurduğu gibi
Allah'nm rayihasını alıp feyze mazhar olmuş ve koku alma
hissi açılmış arifler miski pislikten, doğanın sesını serçenin
sesinden, hak ile batılı, yüksek ile alçağı ömer-ül-Faruk
gibi birbirinden ayırt ederler. Çünkü: "Mümin zekidir, ayırt
edicidir ve anlayışlıdır. O Allah'nın nuru ile bakar." buyurdu.
Şiir:
"Allah'nın nuru ile bakar sırrma mazhar olan
kimse, işin başından ve sonundan haberi
olur. Allah, çehreyi 'tarif edici' diye adlandırmıştır.
Onun için arifin gözü daima çehrededir."
Kur'anc;a: 'Secde izinden (meydana gelen) nişanları simalarındadir'
(K., XLVIII, 29) buyurulmuştur. Bundan sonra
Mevlana: "Emir Taceddin! Gel kokla, eğer onun kokusu
gelmiyorsa onu koparıp at," buyurdu.
Şiir:
"Kalenderin ağzından Allah rayihasını ara.
Eğer. bunu ciddiyetle ararsan hiç şüphe yok ki
(sırlarla) içlidışlı olursun."
Yine buyurdular ki: Sahrada bulunan canlı mahluklar
türlü türlü otlar ıyerler ve otlarla kipteş olurlar. Bazısı da sarı
renkli olur. lşte Allah'nın da öyle layık kulları vardır ki onlar
daima "Allahın toprağı geniştir" (K., XXXIX, 10) sahrasında
otlarlar ve kalbe gözler veren pınarların suyundan
içerler. Nur gıdası ile içleri o kadar dolmuştur ki onlar tamamiyle
hakkın nuru kesilmişlerdir. Nitekim buyurmuştur:
Şiir:
"Kim saman ve arpa yerse kurban olur. Kim
Allah'nın nurunu yerse Kur'an olur. Sen bir
kere o nur gıdasmdaan yesen tandır ekmeğinin
(yüzüne bakmaz), onun üzerine toprak saçarsın."
Nitekim bizim sultanımız hazretleri (yani Peygamber) (Allah'nın
salat ve selamı ·onun üzerine olsun) (böyle) olmuştu.
(Bu sözler üzerine) Emir Taceddin, başını Mevlana'nın ayaklarına
koydu. Mevlana'ya olan ihlas ve samimiyeti bir
iken bin oldu, müritlere bir aşıklar evi yaptırmak için ısrarla
rica etti. (Onun ısrarı karşısında) buyurdu:
Şiir:
"Biz bu yokluk arsasında Ad ve Semud kavmi
gibi yıkılıp yok olan köşkler, dört duvarlı ve
damlı binalar yapmak istemiyoruz. Biz, Nur
ve Halil peygamberler gibi cennet sahalarında
aşk köşkünden başkasını yapmıyoruz."
Ve: "Mana ehline, Allah'nın elçisi hazretlerine uymak
vacip olan vazifelerdendir; zira Allah'nın elçisi: 'Ben, bir karış
yer imar etmedim ve hiç para da biriktirmedim,' diye yemin
ediyor." diye ilave etti. Emir Taceddin, Mevlananın huzurundan
çıktıktan sonra kendi sarayına gitti. Cizye parasından
üç bin dinarı keselere koyup naipleri ile, dostlar hamam
parası yapsınlar diye Mevlana'ya gönderdi. Mevlana bunu
kabul etmedi ve çok canı sıkıldı. Sonra: "Biz nerde, dünya
meşgaleleri nerde!" buyurdu.
Şiir:
"Ben kendim gibi bir adam isterim. Ben bir gümüş tenli isterim; gümüş ve diremin çirkinliğinden artık bıktım."
Parayı böylece alıp tekrar götürdüler. Neticede Taceddin,
Sultan Veled'in bu hususta şefaatine sığınarak medresenin yanında
hizmetkarlar için dervişlere layık basit birkaç ev yapmak
üzere Mevlana'nın müsaadesini rica etti. Sultan Veled'in
delaletiyle bu evleri yaptılar.
(153) Yine melek tabiatli, salihlerin seyyidi, gizli
veli şeyh Bedreddin-i Neccar-i Mevlevi h i k fi ye etti ki:
Ben yeni büluğa ermiştim. Mahir dülgerlerin hizmetinde o
evlerin inşatında bulunan ustalar, tabhanenin damını örtüp
büyük sofanın damı ile uğraştıkları vakit ağaçların hepsini
ölçtüler. Onlardan bir kalasın yarım arşın kısa olduğunu gördüler.
Bunun yerine şehirde başka bir ağaç aradılarsa da
bulamadılar. Usta ve bütün dülgerler ne yapacaklarını şaşırdılar.
Mevlana, birdenbire sema'dan çıkıp: "Ustalar ne düşü-
nüyorlar?" diye bizim odaya geldi. Hepsi baş koyarak bu ağacın
kısa olduğunu söylediler. Mevlana: "Hayır, hayır, böyle
güzel bir ağaç kısa olamaz. Her halde siz onu yanlış ölçmüş­
sünüz," dedi. Benim ustam ayağa kalkıp Mevlana'nıp. önünde
tekrar ölçtü, fakat ağaç eskiden ne idiyse yine oydu, Bunun
üzerine Mevlana yaklaşarak ağacı okşadı ve "Böyle düzgün
bir ağaç nasıl kısa olur? Bu, dülgerlerimizin ölçüde yaptıkları
hatadandır," dedi ve sonra: "Şimdi bir daha ölç," buyurdu.
Ustalar aynı gez ile tekrar ölçüler, (birde baktılar ki) bu ağaç,
diğer ağaçlardan yarım gezden fazla uzundur: Bütün ustalar ve
dostlar bağırarak kendilerinden geçtiler ve hepsi hayret secdesinde
iken Mevlana ortadan kaybolup gitmişti. Ustalar sofayı aynı günde tamamladılar.
Eşyayı tasarrufta, cansız şeyleri, nebatlar ve saireyi de­
ğiştirmekte peygamberlerin mucizelerine ve velilerin kerametlerine
nihayet yoktur.
Sıir:
Bir gün yaşamış ve canlar canının elinden
(marifet) şarabımn kadehini kapmış olan kimse
(bu sırrı) bilir. Musa ve Muhammed sav'in mucizesine
bak: asa nasıl yılan oldu ve sütun nasıl
dile geldi? Hannane'yi inkar eden filozof
velilerin duygularının yabancısıdır."
(154) Yine sırlar katibi Bahaaddin-i Bahri (Allah
rahmet etsin) buyurdu ki: Bir gün Mevlana ile birlikte hamamda
idim. Hatırıma şeyh Ebu Said Ebu'l-Hayr'ın şu hikayesi
geldi: Ebu Said Ebu'l-Hayr bir gün müritleriyle birlikte hamama
gitmişti. Müritleri şeyhin etrafında halka olmuşlardı.
Eblı Said Ebu'l-Hayr: "O Allah'ya hamd ve minnet olsun
ki burada bir peştamalla bulunuyoruz, o da hamamcınındır."
dedi. Şeyhin bununla kendisinin dünya ilgilerinden sıyrıldığını
anlatmak istediğini Mevlana'ya söyledim. Mevlana hazretleri:
"Ey Ebıl Said Ebu'l-Hayr! Hamamın soyunacak yerinde çı­
kardığın ve hamamcının rehin olarak muhafaza ettiği elbiselerin,
cübbelerin ve kapıda bağlı duran katırın kime ait oldu­
ğunu söylemiyorsun," buyurdu ve: "Allah'yı tesbih ederim; 
o, Allahlığa en çok hak kazanandır, 'o hakikati söyler, doğ­
ru yolu gosterir' (K., XXXIII, 4) ki bütün peygamber ve velilerin
bu dünya ile ilgili az bir malları vardır.Buna da halkın
iyiliği için biraz meyletmişlerdi. Bizim bu kadar ilgimiz de
yoktur ve olmayacaktır da,"
Şiir:
"Gözü gördüğünden meyletmedi ve haddini
aşmadı" (K., LIII, 17 sultanı olan Peygamber
bütün dünyayı dolaştığında bir nakış gördü,
ondan sonra hiç bir nakışa aşık olmadı."
(155) Yine ilahl dost Nakkaş diye tanınan Bedreddin-i
Yavaş, gönül sahibi ve nazarında isabet olan bir adamdı,
r i v a y e t e t t i k i : Bir gün Mevlana aziz dostlara:
"Bütün veliler, umma ve dilencilik kapısını nefsi körletmek
ve müritleri kahretmek için açmışlar, ellerinde kandil, sırtlarında
zembil taşımağı reva görmüşlerdi ve 'Allah'ya olan borcunuzu
güzellikle eda edin' (K., LXXIII, 20) mucibince zengin
adamlardan zekat, sadaka ve hediye almışlardır. Biz ise,
kendi dostlarımıza dilencilik kapılarını kapamışız. Dostlarımı­
zın ticaret, kitabet veya herhangi bir el emeği ve alın teri ile
maişetlerini temin etmeleri için Peygamberin 'kuvvetin yettik­
çe istemekten sakın' sözünü yerine getirdik. Bizim müritlerimizden
kim bu yolu tutmazsa, onun bir pul kadar kıymeti
yoktur. O kıyamet gününde de bizim yüzümüzü göremeyecektir.
O nasıl birine elini açıp uzattı ise, ben de ondan yiizümü
kapatacağım," dedikten sonra (bu hadisin manasını içine
alan) şu şiiri okudu:
Şiir:
"Peygamber: 'Eğer sen Allah'dan cennet istiyorsan,
hiç kimseden bir şey isteme. Eğer kimseden
bir şey istemezsen ben, Cennet-ül-Me'va'
nın ve Allah'nın yüzünün senin olacağına kefil
olurum,' buyurdu."
(156) Yine Mevlana'nın has müritlerinden olan, arkadaşların nuru Mevlana Nureddin-i Tizbazari (Allah onun kalbini ve kabrini nur etsin) den n a k l e d i l m i ş t i r k i :
Bir gün Mevlana ilahi ilimler saçıyordu. Söz sırasında şu hikayeyi
anlattı: İlahileşmiş bir derviş tam kırk yıl ormanlarda
şaşkın ve avare dolaşıyordu. O derecede ki, kuşlar onun ba­
şında yuva yapmışlardı. Bir gün birdenbire bir kutb ona, uğ­
radı, "Ey haram yiyen herif," diyerek ensesine bir tokat vurdu.
Derviş bulunduğu dalgınlık ve istiğrak aleminden kendine
gelerek: "Haramını bırak, ben kırk yıldanberi dünyanın helalini
tatmadım. Niçin benim yolumu kesiyorsun?" dedi.
Kutb: Sabah rüzgarları, seher, bahar ve bütün güzel kokular
getiren rüzgarlar, bu güzel kokuları senin dimağ ve koku alma
hissine ulaştırıyorlar, boğazından aşağı ,sokuyor ve seni
besliyorlar. O güzel kokulardan azık alıyor ve o azıktan
kuvvetleniyorsun. Sen bunların hepsine el emeği sarf
etmeden ve hiç zahmet çekmeden nail oluyorsun. Bu,
ulu erlerin mezhebince sana haramdır. Sen, Allah elçilerinin
efendisi (Peygamberin) nin: 'Kendi el emeği ve alın teri ile
kazandığın ekmeği ye', hadisini işitmedin mi? İşitmedin mi ki,
Süleyman peygambere sık sık cennet yemekleri getirirlerdi.
O da bu yemekleri yer, bunlardan lezzet alırdı. Bir gün Cebrail-i
Emin (Selam onun üzerine olsun) Süleyman'a cennetten
yemek tayınını getirdiklerinde orada bulunuyordu. Süleyman,
bu yemekleri tam bir iştiha ile yiyordu. Bir melek diğer bir
meleğe: 'Süleyman bu cennet yemeğini sanki eziyet çekerek
kazanmış gibi öyle bir arzu ve iştah ile yiyor ki (sorma). Allah,
peygamberinin haraç (tabi) yememesi gerekir,' diyordu. Sü­
leyman, Cebrail'den: 'Ne diyorlar?' diye sordu. Cebrail: 'Ne
dediklerini işitiyorsun,' dedi. Süleyman: 'Yani el emeği ile helalinden
kazanılan yemek cennet yemeklerinden daha lezzetli
ve iyi midir, diyorlar.' dedi. Cebrail: 'Evet!' diye cevap verdi.
Ondan sonra Süleyman tövbe edip zembil örmeğe koyuldu
ve onun kazancı ile geçimini sağladı.
Yine Süleyman Davud orucunu tutuyor ve elemeği ile
kazandığı o lokma ile iftar ediyor. Cebrail: "Ey Allah elçisi!
Bil ve haberdar ol ki, cennet taamlarının lezzetleri de şundan
ötürüdür: Yüce Allah bizzat cenneti ve içindekileri iba-
det edenlerin ibadeti, zikredenlerin zikri, şükredenlerin şükrü
ve sabredenlerin sabrı için yaratmıştır. Zahmet çekmeden hazine
bulamazsın," dedi.
Şiir:
"Hazine eziyet çekene gözüktü. Saadet, ceht
ve gayret edenindir."
Ayni şekilde peygamberlerin, kamil velilerin, büyük şeyhlerin,
ulu alimlerin ve geçmişteki sultanların, ekseriyetinin
birer sanat ve hüneri vardı.
(157) Yine Mevlana bu manada başka bir hikaye
daha anlattı. Şöyle ki: Musa'nın (Selam onun üzerine olsun)
gözleri ağrıyor ve büyük bir eziyet çekiyordu. Çünkü: 'Göz
ağrısından başka ağrı yoktur' (Yani hiç bir ağrı, göz ağrısı
ile mukayese edilemez) denilmiştir. Musa feryat ederek Tur'a
hareket etti. Gittiği yoldaki bitkiler ona: "Ey Musa, bizi toplayıp
gözüne sür de o, iyi olsun," diye bağırdılar. Fakat Musa
onlara hiç dönüp bakmadı. Münacaatını bitirince: "Ey padişahım, gözümün ağrısından son derecede zayıfladım. Senin hasretinden 'Hasta olursam bana şifa veren odur' (K., XXVI,
80) ayetini kendime deva ve şifa yapıyorum. Yeryüzünün bitkileri
kendi hususiyetlerini bana bildirdiler. Sen ne buyuracaksın
diye kabul etmedim," dedi. Aziz Allah: "Gözünün şifa
bulması için onların sözünü dinle; çünkü her derde karşı bir
deva, ve her elem için de bir merhem yaratmış ve bir sebep
yapmışım," diye hitap etti.
Şiir:
"Peygamber, şan ve şeref sahibi olan yüce
Allah, her dert için derman yaratmıştır, dedi."
Musa dağdan dönünce o bitkilerden gözüne sürıneğe
başladı. Gözü eskiden daha fena oldu. Feryat ederek yine
Allah'ya döndü, yalvarıp yakardı. Bunun üzerine şöyle bir nida
geldi: "Ey Musa, ben sana hiç zahmet çekmeden nebatları
hemen sahradan koparıp gözüne sür demedim. Ben sana doktorların
dükblnlarına git, onlardan o ilacın eczasını satın al,
tutya yaptıktan sonra, şifa bulman ve rahata kavuşman için 
gözüne sür. Bu basit muameleden doktor da faydalansın, demek
istedim." Musa (Allah'mn selamı onun üzerine olsun),
Allah'nın dediği gibi yaptı ve şifa buldu.
(158) Yine na k 1 edilmiştir ki : Bir gün
Mevlana hazretlerinden: "Muhipler ve aşıklar peygamberlerin
ve velilerin mezarlarına mumlar ve kandiller götürüyorlar,
pencerelerin önüne bezler bağlıyorlar. Bunların, bu götürenlere
ne faydası olur?" diye sordular. Mevlana: "Bu tıpkı şunun
gibidir: Bır kimse eline bir mum ve bir çerağ alır, bunu
nurlu ve nuriandırıcı bir komşudan bir nur alarak parlatır ve
bu parlattığı kandille veya mumla kendi evini aydınlatır.
Velilerin ve peygamberlerin mezarlarına götürdükleri mum ve
kandiller tıpkı, senin eline bir kandil alıp karanlık mezarını
aydınlatman gibidir. 'Bize bakınız ki sizin nurunuzdan alalım'
(K., LVII, 1 3) ayetinde buyurulan gün g?ldiğinde 'Onların
nuru önlerinde ve sağ ellerindedir' (K., LXVI, 8) ayetinde
buyurulduğu gibi senin elinde de bir nur bulunur. Sen bunu
inkar edenlere 'Dönüp bir nur isteyiniz' (K., LVII, 1 3) ayetini
oku. Nas'l ki Peygamber, Berat namazının gecesi, kendi
mescidine geldi. Mescidin çerağ, kandil ve daha başka şeylerle
parıl parıl edildiğini gördü, "Bunu kim yaptı?" diye sordu.
Ömer (Allah ondan razı olsun) ayağa kalktı, hürmetlerını sunduktan
sonra: "Ey Allahnın elçisi! Bunu, bu muhlis kulun yaotı,"
dedi. Peygamber (Selam onun üzerine olsun): "Ey Ömer!
Benim mescidimi nurlandırdığın gibi, Allah da senin kalbini
ve kabrini nurlandırsın," buyurdu. Görüldüğü veçhile kandiller
ve çerağlar yakmak adeti, Allah'nın rahmetine kavuşmuş
olan ümmetin arasında Ömer hazretleri zamanından yadigar
kalmıştır. Derler ki hazret-i Ali'nin (Allah onun yüzünü kerim
kılsın) üç yüce adeti vardı herkesin saadeti bu üç adettedir.
Bunlardan birincisi, bir misafir geldiğinde önüne bal çı­
karırdı. İkincisi , fakirlere, zavallılara şalvar giydirirdi. Üçüncüsü
ise, her mescide çerağ gönderirdi. Hazret-i Ali'nin yakınları
bu üç adetin sırrını kendisinden sordular. O: "Fakir
misafirlere, damaklarının tatlılaşıp hakkımda dua etmeleri
için süzülmüş bal ikram ediyorum. Belki bununla ölümün acı­
lığı da benim damağımda tatlılaşır. Miskinlere şalvar ve göm-
lek vermeme gelince, bunu da bana dua etsinler ve 'insanlar,
yalın ayak ve uryan olarak haşrolurlar' hadisinden ötürü yapı­
yorum. (Böylece) bütün insanlar, uryan olarak haşroldukları
vakit, avret yerimi kapatacak ve giyinecek bir şeyim olur da
o büyük günün toplantısında rezil olmam. Üçüncüsünden yani
mescitlere kandiller ve çerağlar göndermemden maksat da:
şudur: Yüce Allah benim karanlık mezarımı herkese şamil
olan lıltfu ile nurlandırsın, o dar ve karanlık mezarda beni nursız
bırakmasın." buyurdu. İşte velilerin mezarlarına götürü­
len kandillerin, çerağların ve fukaraya sadaka olarak verilen
eski elbiselerin ne tesirler yaptığını ve faydalar sağladığını gö­
rüyorsun. Her din ve mezhebin kitaplarında tekkelere, kiliselere
ve manastırlara mumlar, adaklar, çerağlar ve buhurlar
götürüldüğü yazılıdır; bundan bir sevap umulur. Hususuyle buhurlar
bütün cin ve insin rahatını mucip olur. Faydaları pek
çoktur."
(159) Hikaye: tleri gelen ravilerden ve yalan söylemek
ihtimali olmayan sözüne emin kişilerden (Allah
onlardan razı olsun) rivayet ettiler ki: Bir gün Muineddin-i
Pervane (Allah rahmet etsin) Mevlana'dan: "Bütün geçmiş
şeyhlerden (Allah onların burhanım nurlandırsın) her birinin
ayrı ayrı la ilahe illa'llah ( = Allah'dan başka Allah yoktur)
gibi virdleri ve bir zikri vardır. Meseıa bazı Türkistan derviş­
leri hu, hu demişler, bazısının zikri de sadece illallah olmuş.
Zahidler, lahavla ve la kuvvata illa bi'llahi'aliyyi'l-azim
( =Yüce Allah'dan başka, hiç kimsede kuvvet ve kudret yoktur)
sözünü tekrarlamışlar; bazıları astağfirullaha'll-azim
(= Yüce Allah'dan mağfiret dilerim) demiş; bazıları
da subbanallah ve bi-hamdihi sözlerini yüz defa tekrar etmişlerdir.
Acaba Hudavendigar'ın zikr şekli nasıldır?" diye
sordu. Mevlana: "Bizim zikrimiz, Allah, Allah, Allah'dır. Çünkü
biz, Allah'a ait olanlardanız, Allah'dan geliyor ve tekrar
Allah'a gidiyoruz." buyurdu.
Şiir:
"Biz zattan doğmuşuz, yine zata· gidiyoruz.
Ey dostlar, bizim hareketimize dua ediniz." 
Biz, Allah'dan gayrı şeyleri bırakmış, Allah'ya tutunmuşuz.
Şiir:
"Biz yanımızı iki dünyadan da boşalttık ve
Allah'm (Lam) ının yanında (hi) gibi oturmuşuz."
( 160) Nitekim babam Bahaeddin Veled hazretleri (Allah
onun sırrını kutlasın) daima Allah'dan işitiyor ve Allah'dan
söylüyordu, Allah'yı zikredici idi. Çünkü yüce Allah, peygamberlerin
ve velilerin hepsine hususi bir isimle tecelli etmiş­
tir. Biz Muhammed sav'e ait olanlara tecellisi ise, Allah ismi iledir.
Çünkü o hepsini içine alır.
(161) Yine şeyh Mahmud-i Azab (Allah rahmet etsin)
r i v ay e t e t t i : Mevlana hazretleri uzun gecelerde
daima: "Allah, Allah!" derdi, ve mübarek başını medresenin
duvarına koyup yüksek sesle öyle Allah, Allah derdi
ki gürültüleriyle yer gök arası dolardı.
( 162) Yine bir gün Mevlana'nın karısı Kira hatun
(Allah ondan razı olsun) Mevlana'nın yırtılan feracesini, Mevlana'nın
üzerinde dikiyordu. Bir elbiseyi insanın üzerinde dikerken
ağza bir şey almak malum bir adettir. Meseıa bir
yaprak, bir saman çöpü veya bir kağıt parçası alınır. Böyle
bir şeyi ağza almadan dikmeyi çok uğursuz sayarlar. Kira hatun'un
hatırından: "Acaba Mevlana da mübarek ağzına bir şey
aldı mı?" diye geçti. Mevlana hemen: "Bunun ehemmiyeti yok;
sen adamakıllı dik. İşte ben ağzıma: 'Kul hüv'al!ahü ahad': de,
o Allah tektir. .. (K., CXII, 1) i aldım ve Allah'ı dişimle adamakıllı
yakaladım," buyurdu.
(1 63) Yine n ak 1edi1 mi ş t ir ki : Bir gün Muineddin
Pervane, Mevlana'nın ziyaretine geldi. Mevlana meydanda
yoktu. Pervane ileri gelen emirlerle birlikte o kadar bekledi
ki, ne yapacaklarını şaşırdılar bekleme haddı aştı. Mevlana
hiç görünmedi. Pervane'nin hatırından: "Emir sahibi olan
adaletli emirleri, din büyüklerinin ve yakin ilmi şeyhlerinin
aziz ve muhterem tutmaları, onlar için bir can kuvveti ve bir
yardım olur. .. o inayetin nuru vasıtasıyla de emirler, (halkı)
irşadetmek ve hidayete ulaştırmak yolunu bulur. Acaba Mevlana'nın bu gibi emir ve meliklerden kaçmasının sebebi nedir?
Halbuki zamanın şeyh ve alimleri emirlerin iltifatlarını mumla
arıyor ve bunun için ölüyorlar. Mevlana ise bizden, cennetliğin
cehennemden ve uçan kuşun tuzaktan kaçması gibi
kaçıyor," diye geçti. Bu sırada Mevlana birdenbire medresenin
toplantı yerinden çıktı ve kendisini kükremiş bir aslan gibi
gösterdi. İlimler saçmağa başladığı sırada şu hikayeyi anlattı:
Sultan Said-i Mes'ud-i gazi Mahmud Sebüktekin bir
gün kalkıp şeyh Ebu'l-Hasan-il-Harakani'nin ziyaretine gitti.
Vezirler ve devletin ileri gelen adamları, İslam sultanı'nın
gelmekte olduğunu şeyhe haber vermek için önceden koştular.
Şeyh hiç tınmadı. Sultan adamları ile beraber hankahın
bahçe kapısına kadar geldi. Hasan-i Meymendi gelip şeyhin
yanına girdi ve baş koyduktan sonra: "Allah rızası, arkadaş­
ların menfaati ve sultanın hatırı için kapıya kadar zahmet et
de, saltanatııı namus ve şerefi haleldar olmasın," dedi. Şeyh
hiç yerinden kımıldamadı. Sultan, şeyhin odasının kapısına
kadar geldiği vakit, vezir ileri koşup şeyhe: "Ey din ulusu!
Sen Kur'anda: 'Allah'ya, onun elçisine ve sizden emir sahibi
olanlara itaat ediniz' (K., iV., 58) ayetini okumadın mı? Zira
emir sahiplerine hürmet göstermek onları ağırlamak vacip olan
vazifeler zümresindedir. Hususuyle böyle evliya tabiatli olan
padişaha (hayli hayli lazrmdır)," dedi. Şeyh cevabında: "Allah'ya
itaat ediniz'e o kadar daldık ve battık ki, daha: « Elçisine
itaat ediniz' e bile başlamadık; nerede kaldı ki, emir sahiplerine,
» buyurdu. Bunun üzerine sultan hemen baş koyup
halis bir mürit oldu. Sultan (ve maiyeti) ağlayarak şeyhin huzurundan
çıktılar.
Şiir:
"Sema vaktinde, aşk mutribi 'kulluk bağdır
efendilik baş ağrısı' dedi.
Padişahlık ve kulluk anlaşıldı. Aşıklık, bu kayıtlardan
kurtuldu.
Aşk ve aşıkın mezhebi ve milleti yetmiş iki milletinkinden
başkadır. Padişahların tahtı, aşk
ve aşıkın tahtı yanında, tahtadan bir kerevet-
tir. Dünya padişahları nefislerinin tabiatlerinin
kötülüklerinden, kulluk şarabının rayihasını
bile almadılar.
Yoksa İbrahim Edhem gibi şaşkın ve başı
dönmüş bir vaziyette durmadan saltanatı yı­
kıp harap ederlerdi."
(Mevlana bu hikayeyi anlattıktan sonra) Muineddin Pervane
ve yanında bulunan bütün emirler ağladılar ve eseflenerek
oradan çıktılar.
(164) Hikaye: Sıvaslı şeyh Nefiseddin (Allah rahmet
etsin) şöyle rivayet etti ki, bir gün Mevlana mübarek medresesinin
sahanlığında dolaşıyor, arkadaşlar da ayakta o sultanın
mübarek yüzünü temaşa ediyorlardı. Mevlana: "Medresenin
kapısını adamakıllı kapatın," buyurdu. Birdenbire Sultan
İzzeddin, vezir, emir ve naipleriyle birlikte Mevlana'yı ziyarete
geldi. Mevlana bir hücreye girip gizlendi ve: "Zahmet
etmesinler," diye cevap vermelerini emretti. Padişahın cemaati
dönüp gittikten sonra birisi şiddetle medresenin kapısını
çalıyor ve hiddetle kapıya vuruyordu. Bir derviş kalkıp kapıyı
açmak istedi. (Fakat) Mevlana ona müsaade etmeyip kendisi
kalktı ve: "Erlerin kapısını kim vuruyor?" diye sordu. Kapı­
daki adam: ·'Kulların kulu Emir Alimdir," dedi. Kapı açıldı;
Emir Alim içeri girdi, secdeler ederek Mevlana'nın huzuruna
kadar geldi. Mevlana: "Ey Emir Alim! Sen 'Kul huva'llahu
ahad' (K., CXII, 1) i biliyor musun?" diye sordu. O da:
"Evet!" dedi, "biliyorum," Mevlana: "O halde oku dinleyeyim,"
dedi. Emir Alim okuduktan sonra Mevlana: "Görü­
yorsun ki her türlü eksikten arı duru olan yüce Allah, 'benim
anam, babam, çocuğum ve benzerim, şerikim ve eşim yoktur,'
diyor. Şimdi iş ve hizmet zamanıdır. Sen elinden geldiği kadar
taate çalış ve bana hiç güvenme. Çünkü Allah velileri, Allah'
nın sıfatiyle muttasıftırlar," buyurdu ve 'Aralarında ne ensap,
ne karabet vardır ve birbirleriyle soruşturmazlar' (K., XXIII,
101) ayetini okudu.
Şiir:
"Bu yolda nesep yoktur (K. XXIII, 101).
Bu faziletin nesep mihrabı, zühd ve takvadır." 
ve işte Çelebi Emir Alim ömrü oldukça ibadet takva ve cömertlikle meşgul oldu. Şeyh Nefiseddin dedi ki: "Çelebi Emir
Alim, Mevlana'nın huzurundan çıktıktan sonra, acaba bizim
akibetimiz ne olacak?" diye Mevlana'nın bu sözlerinden dostların
yüreklerine korku düştü. Pek çok ağladılar. (Bunu gören)
Mevlana: "Hayır, hayır, iş korkulacak derecede değildir. Ben
istedim ki, bizim Emir Alim tamamiyle tembel olmasın. Ve
hilekar nefsine tembellik öğretmesin. İmkan nispetinde de çalışıp
çabalasın. Çünkü Yüce Allah atıl ve batıl kimseleri sevmez,"
buyurdu.
Şiir:
"Sevgili bu tarzdaki aşk perişanlığını sever.
Boş yere çalışmak uyumaktan daha iyidir.34
"Bir kimse Allah'ya iman ve itaat etmekten bir
an ziyan etmiş ise, ben kafir olayım.35
o. takva zühd ve iyilik işini tutar; çünkü iki
dünyada kurtulma onunla olur."
"Yoksa eğer ben, Allah'nın sonsuz rahmetinden bana
malum olanı bildirir, açıklar ve halka söylersem, hepsi işten
kalır ve hiç kımıldamaz," dedi ve ilave etti:
Şiir:
"Sen mutlak bir emniyet içerisindesin. Halbuki
hamlar senin daha korku ve ümit içinde olduğun
itikadındalar ."
(1 65) Yine na k 1 e di1 mi ş tir ki: Mevlana haz.
retleri toplantı salonunda ( cemaathane) dostlarla hemdem olmuş,
sohbet ediyordu. İlahi bir dost da rebap çalıyor ve bu
çalgının sırrına dair ilim veriyordu. Birdenbire şeyhlerin şeyhi
ve faziletli insanların kibarı olan Şerefeddin-i Mavsili (Allah
rahmet etsin) birkaç emirle birlikte elçilik vazifesiyle Pervane'den
geldi. Mevlana hazretlerinin yakınlarından olan Hoca
Mecdeddin-i Meragi acele ile içeri girdi, safdilliğinden ötü­
rü rebap çalana: "Rebabı durdur, çalma, çünkü büyükler geliyorlar,"
dedi. Gelenler Mevlana'yı ziyaretle müşerref olduktan
sonra dışarı çıktılar. Ulu arkadaşlar onları medresenin 
kapısına kadar uğurladılar. Şeyh Şerefeddin, Hoca Mecdeddin'e
buyurdular: dostlara ayakkabı parası olmak üzere iki bin
dinar verdiler. Hoca Mecdeddin durumu Mevlana hazretlerine
bildirince Mevlana hiddetle: "Ne sen kalırsın, ne o para
(dirhem) ve ne de gelen o soğuk kalpli ölüler! Kapıdan acele
ile öyle geldin ki, bir peygamber geldt veya Cebrail-i Emin
indi sandım. Biz kendi işimizle meşgulüz, kim isterse gelir,
kim isterse gider. Sen niçin böyle telaş ediyorsun?" buyurdu.
Şiir:
"öküz gelmiş, eşek gitmiş bize ne? Şimdi vakit
hoştur o çekişmeden vazgeç."
(Bunun üzerine) Hoca Mecdeddin o anda başını açıp
Hudavendigar'ın ayağına düştü ve ağlayarak istiğfar etti. Mevlana
tekrar inayet buyurup: "Bu diremleri Çelebi Hüsameddin
hazretlerine götür, müritlerin ihtiyaçlarını gidermeğe harcasın,"
dedi.
Hoca Mecdeddin hazretleri, servet ü saman ve hayır sahibi
bir adamdı. Eşyadan ve paradan yana neyi varsa hepsini
Mevlana hazretlerine feda etmişti; o dereceye kadar ki, Hindistan'ın
Şaş-i Hindi sarığı, Hindibari fereci ve gömlekleri gibi
dikili giyecekler ve başka şeylerle ayakkabı ve çizmelerden
ikişer üçer takım yaptırmış, birkaç sandığa koyup saklamış­
tı. Mevlana hazretleri sema'da veya başka bir yerde guyendelere
ve halka bahşiş vereceği zaman Hoca Mecdeddin derhal
yanındaki elbiseleri hazır bulundururdu. Mevlana'nın bunun
hakkında büyük bir teveccühü vardı. Hülagu Han büyük
bir ordu ile Rum (Anadolu) memleketlerine saldırıp, tahripler
yaptığı sırada Müslümanlar arasında büyük bir şaşkınlık
vakı olmuştu. Mecdeddin'in bin tane besili koyunu vardı.
Onları, ne yapsın ve nereye götürsün, diye son derece şa­
şırmış kalmıştı. Kalkıp Mevlana hazretlerine geldi ve meseleyi
anlattı. Mevlana: "Hiç gam yeme, bir aslanı tayin ederim,
senin koyunlarını uyuz kurtların şerrinden muhafaza eder,"
dedi. Konya havalisinde bulunan bütün koyun ve davarları
Moğol askerleri talan ettikleri halde Allah'nın inayetiyle Mecdeddin'in
koyunlarından bir kuzu bile eksilmedi. 
(1 66) Y i n e bir gün Mecdeddin, bir zengını, Mevlana'yı
ziyarete getirdi. Mevlana kalkıp ayakyoluna girdi.
Oradan gelmesi gecikti. Mecdeddin durumu anlamak için Mevlana'nın
arka<>ından gitti. Onu, ayak yolunun bir köşesinde
murakıp oturmuş gördü. Baş koydu ve: "Hudavendigar, ne
yapıyorsun?" diye sordu. Mevlana: "Bu lağımın pis rayihasını
koklamak, ruhu kokmuş zenginlerle sohbetten yüz misli
daha iyidir. Çünkü dünya ehli ve zenginlerle sohbet, aydın
gönülleri karartır ve bozar," dedi. Bunun üzerine derhal o
zengin tüccar, elbiselerini yırtarak kul ve mürit oldu. Bütün
eşyalarını da ensaba ve esbaba verip bir fereci giydi, halktan
alakasını kesip maksadına ulaştı.
(167) Hikaye: Eski dostlar ve her biri devrinin Şakik-i
(Belhi)'si olan şefkatli kardeşler (Allah onlara rahmet
etsin) şöyle rivayet ettiler ki: Baçu'nun askeri Konya'nın etrafını
iç içe çevirip muhasara ile meşgul olunca bütün halk
kendi canından vazgeçip birbirleriyle helallaştılar ve Mevlana
hazretlerine gelip feryat ederek yardım dilediler Mevlana
hazretleri, kalenin Halka beguş kapısından dışarı çıktı.
Konya meydannının arkasında bulunan bir tepeye çıkıp, kuşluk
namazı ile meşgul oldu. Baçu'nun çadırının o tepenin altında
kurulu olduğunu söylerler. Baçu'nun noyanlerinden bazıları,
halk (korkudan) biribirine girdiği halde, yüzü örtülü ve duman
renkli sarıklı bir şahsın o tepenin üzerine çıkmış tam bir feragatle
namaz kıldığını gördüler. O zam?n Moğol askerinin
İslam nurundan ve imanın emanından haberleri yoktu. Hatta
kaç tane İslam şehrinin medreselerini, mesçitlerini ve minarelerini
yıkmıştılar. Hep birlikte Mevlana hazretlerini ok yağmuruna
tutmağa niyet ettiler. (Fakat hepsinin elleri bağlandı).
Ne kadar çalıştılarsa da yayı çekmek mümkün olmadı. Atlara
binip üzerine atıldılar, atları mahmuzladılar; fakat atlardan
hiç biri bir adım ileri atmadı. Şehir halkı bu kudreti burcun
tepesinden seyrediyor, tekbir ve feryatları ayyuka ulaştmyorlardı.
Baçu'ya bu haberi arz ettikleri vakit, bizzat kalkıp
çadırın kapısından dışarı çıktı. Ok ve yay isteyerek Mevlana'
nın bulunduğu tarafa bir ok attı. Ok üç defa da geri dönerek
askerin ortasına düştü. Bunun üzerine ata bindi ve ileri sür-
dü. Fakat atın hiç ilerlemediğini gördü. Kin ve gazabınından
attan inip yürüdü ise de 'Kun feyekun = ol de,
olur' (K., il, 11 7) a kadir olanın kudretiyle her iki ayağı da
bağlanıp hareket edemedi. Bunun üzerine: "O adam hakikaten
İlahi (yaratgana ait) bir adamdır. Onun gazabından
sakınmak lazımdır. Her şehir ve vilayette öyle bir adam olsa,
buraların halkı bize asla mağlup olmazdı," dedi.
( 168) Mevlana hazretleri de adı geçen (kumandan) hakkında
defalarca: "Baçu veli idi, fakat, o bunu bilmezdi," derdi.
O azamet ve kerameti görünce Baçu: "Bugünden sonra
savaşıp döğüşmesinler," diye emir verdi. Moğol askeri, şehri
bırakıp Filubat sahrasına kondu. Şehrin bütün büyükleri ve
ileri gelenleri İslam sultanının huzuruna gelip birlikte Mevlana
hazretlerine gittiler, özürler dileyerek şükürler ettiler. Paradan,
davardan ve nadir hediyelerden sayısız mal topladılar,
Baçu'ya pişkeş çekip itaat ettiler. Baçu razı olup şehri bağış­
ladı ve şehrin büyüklerinden: "O, nasıl bir büyüktür ve neredendir?"
diye Mevlana hazretlerini sordu. Ona, Baha Veled'
in hikayesini ve, onların Belh'ten çıkışını baştan nihayetine kadar
anlattılar. B:ıçu: "Namusum ve hatırım için şehrin burçlarını
yıkınız, çünkii ant içmişim," dedi. Şehrin büyükleri, şehir kalesinin
şerefelerini yıkmağa başladıkları zaman şehirlerin içinden
bir çığlık yükseldi. Dostlar, bu meseleyi Mevlana'ya bildirdiler.
Mevlana: "Yıksınlar da Konya'lılar, Konya şehrinin
hafif bir zelzele ile yıkılan taştan yapılmış burçtan ve
bedenden başka bir bedenle ve burçla muhafaza edilmiş olduğunu
ve dikkatle saklandığını hakiki olarak bilsinler. Eğeı
Allah velilerinin himmeti olmasaydı Ad ve Semud kavimlerinin
şehirleri gibi 'Altlarını üstlerine getirdik' (K., XI, 82)
altüst olurdu ve insanlar onun harabeleri üzerine ağlarlardı.
Şiir:
"Dünyada mazlumların feryatları (kulaklarına)
erişince, Allah velileri yardıma koşarlar.36
Bunlar bela yerinde, musibetli günlerde şefkatli
ve merhametli insanlar ve rüşvet almadan yardım
edicilerdir. 
Ey belaya tutulmuş olan kimse! Git, bu kavmi
ara. Başına bela gelmeden evvel bunları (sohbetim)
ganimet bil.
Allah'nın kulları merhametli ve yumuşak huyludurlar.
İşleri düzeltmekte Allah'nın huyuna
sahiptirler37."
( 169) Yine Mevlana hazretleri sık sık buyuruyordu
ki, bundan sonra Konya şehrine "Medinetü'l-Evliya = Veliler
şehri" lakabını veriniz. Çünkü bu şehirde her kim dünyaya
gelirse veli olur. Baha Veled'in mübarek cismi ve onların
nesli bu şehirde bulundukça, bu şehre kılıç işlemez bu
şehrin düşmanı nihayetine kadar kalamaz, yok olur. Ahır zamanın
afetinden masun kalır. Bir kısmı harap olup izi silinse ve
zedelense de tamamiyle yıkılmaz, çünkü o harap olsa da bizim
hazinemiz onda gömülü olarak kalır. Nitekim demiştir.
Şiir:
"Tatar dünyayı savaşla harap ettiyse de harap
dünya senin hazineni kendinde saklar, niçin
üzülsün?"
Nihayet bütün dünyadan manevi erler bu tarafa yöneldikçe
burası öyle güzel olacak ki, ölüler bile dirilmeğe heves
edecekler. Bizim mana ve sırlarımız bütün dünyayı tutacak
Bundan başka: "Konya şehrinde neslimizi inkar eden bir kavim
oldukça bu şehrin insanları rahat etmeyecekler," buyurdu.
( 1 70) Hikaye: Hazretin hizmetçilerinden bir derviş
latife yolu ile: "Hudavendigarımızın Baçu'nun askerinden
korkmaması ve öyle bir kıyamet gününde o tepenin üzerinde
namaz kılması şaşılacak şeydir. hakikiten bu ne cesaret
ve ne yiğitlik! Hudavendigar'ımızın büyük bir pehlivan oldu­
ğu anlaşıldı." dedi. Bunun üzerine Mevlana: "Evet, vallahi,
bizim Peygamberimiz: 'Ben insanların en cesaretlisiyim,' buyurmamış
mıdır" dedi. Bütün dostlar baş koyup: "aferin"
dediler. Mevlana o anda bu kasideye başlayıp dedi:
Şiir:
"Ben ne bu sarayı, ne de seni tanıyomm. Ben
bu cadı ressamı da tanımıyomm, tanımıyomm." 
Dostlar onun söylediklerini yazdılar, nihayet bu beyitlere
vardı:
"O hanlar hanından elime bir emir geldi. Ben
bu Bacu ve Batu'yu tanımıyorum, tanımıyorum.
Benim ne de (güzel) Rum ve Türk çehreli, gizli
dilberlerim var. Eğer ben Hülagu'yu tanı­
mazsam ayıp değildir." 38
 (171) Hikaye : Hudavendigar'ın hanımı Kira Hatun'dan
nakledilmiştir ki: Bir gece Mevlana hazretleri aramızdan
kayboldu. Ben medresenin evlerinin içini dışını her
tarafını birer birer aradım bulamadım. Halbuki bütün kapılar
da kapalı idi. Biz hepimiz buna şaşakalmıştık. Hepimiz uyuduktan
sonra birdenbire uyandım. Mevlana'nın teheccüd namazına
durduğunu gördüm. Mevlana namazı bitirinceye kadar
bir şey söylemedim. Namazı kıldıktan ve virtleri okumaktan
boşaldıktan sonra kalktım, yanına giderek baş koydum, mübarek
ayaklarını kucağıma aldım, yavaş yavaş onları ovmağa
başladım. Bir de baktım ki, mübarek ayakları toz içerisinde.
Ayak parmaklarının arasında renkli kumlar buldum; ayakkabısının
da kumla dolu olduğunu gördüm. Tam bir korku içinde
bu hali kendisinden sordum. Mevlana: "Kabe-i Muazzama'da
(Allah onu yüceltsin ve şereflendirsin) daima bizim
muhabbetimizden bahseden gönül sahibi bir derviş vardı. Bir müddet
onunla görüşmeye gittim ve bu da Hicaz kumudur, onu
sakla kimseye söyleme," dedi. İçimden: "Bu ne de büyük bir
sefer ve şaşılacak dolaşmadır!" diye geçti ve hayretler içinde
kalmıştım ki, buyurdular:
Şiir:
"Veliler, gönüller gibi ufukları gezerler. Onlar
konaklara ve deve semerlerine bağlı değildirler."
Ben bu kumların hepsini topladım, bir miktarını bir ka­
ğıt içerisine koyup melikelerin melikesi Mevlana'nın müridesi
olan Gürci Hatun'a gönderdim ve bu büyük seyahati ve tayyi mekanı ona bildirdim. Gürci Hatun'un itikadı bir iken bin oldu ve bunun için o kadar bahşişler verdi ki parmakla
sayılmaz.
(172) Hikaye: Yine Şeyh Mahmud-i Sahib Kıran
(Allah'nın inayeti üzerine olsun) şöyle hikaye etti ki: Ben
Mevlana'ya yeni mürit olduğum sırada Şam'dan bir hacılar
cemaati geldi. (Bunların arasından Konya tacirlerinden birinin
yakışıklı bir oğlu, Mevlana'yı ziyarete gelerek hadsiz
hizmetlerde bulundu ve bütün dostlara envai çeşit hediyeler
verip onlara şu garib hikayeyi anlattı: "Bir gece çölde
bana uyku galebe etti, kafileden geri kaldım. Birdenbire uyandım,
bütün kafilenin geçip gittiğini gördüm. Sağıma, soluma
baktım; hiç bir mamurluk, görünmüyordu. Ağladım, bağırıp
· çağırdım ve şaşırıp kaldım. Ne tarafa gideceğimi bilemedim.
Bunun üzerine düşe kalka ikindi namazına kadar yürüdüm.
Uzaktan, çölün ortasında kurulmuş büyük bir çadır ve bundan
çıkan büyük bir duman gördüm. Kendimden geçmiş bir
halde o çadıra doğru koştum. Yakınlaştığım vakit çadırın kapısında
heybetli bir adamın oturduğunu gördüm. Büyük bir
korku ve edeple selam verdim. O da selamımı alarak: "İçeri
gir otur, biraz rahat et," dedi. İçeri girdim, baktım ki, bu
adam bir tencere içerisinde ev helvası pişiriyor. Ona: "Ey
Allah'ın velisi, bu insan öldürücü çölde böyle bir çadırda,
böyle sıcak bir helva ve temiz, soğuk su nereden? Bu ne haldir?
Bana anlat." dedim. O da: "Ey delikanlı, bil ve haberdar
ol ki, Bahaeddin'in oğlu Mevlana her gün bir defa buradan
geçer. Ben o sultanın müritlerindenim. Belki inayet buyurur
da iftar eder, diye bu helvayı onun için pişiriyorum," dedi.
Bunun üzerine benim hayretim bir iken bin oldu. Aradan
bir müddet geçmedi ki Mevlana görünüp çadırdan içeri girdi.
Bu zat kalkıp kendisini karşıladı ve baş koyduktan sonra bir
tabak helva önüne koydu. Mevlana bu helvadan fındık kadar
alıp ağzına attı ve biraz da bana verdi. Ben hemen Mevlana'
nın eteğine yapıştım ve: "Allah için olsun, ben Konya'dan aile
sahibi bir adamım, hacılar kafilesinden ayrı düştüm, yolu bilmiyorum,
beni kurtar," diye yalvardım, Mevlana: "Sen mademki
benim hemşerimsin, hiç korkma, gözlerini kapa!" bu-
yurdu. Ben gözlerimi kapadım. Gözlerimi açınca kendimi kafilenin
arasında gördüm.
Şiir:
"Eğer bir aşık kervandan geri kalırsa, Hızır
onun yoluna gelir, ona kılavuzluk eder."
Ben bu olayı bütün hacılara söyledim ve o günün tarihini
yazdım. Orada yüz bin gönül ve can ile Mevlana'nın kulu
ve müridi oldum." Hacılar döndükten sonra cümlesi bu gencin
irşadı ile başlarını açıp mürit oldular.
(173) Y i n e Hazretin (Mevlana'nın) (Allah onların
emsallerini ziyade etsin) yanından ayrılmayanlar şöyle rivayet
ettiler ki: Bir gün Mevlana hazretleri bir hamamın kapısından
geçiyordu. Birdenbire hamamın külhancısı Mevlana'nın arkasına
düşüp:' "Çok fakir ve çoluk çocuk sahibiyim. Dünyalıktan
da hiç bir şeyim yoktur. Mevlana'nın bana bir şey vermesini
istiyorum," diye yalvarıp yakardı. Mevlana: "Ağzını
aç!" dedi. O ağzını açınca, Mevlana avucunu onun ağzına
kapadı. Külhancı çabuk çabuk ağzından eteğine (bir şeyler)
döktü. Bir de baktı ki, eteğinde daha sıcaklığı üzerinde yeni
darbolunmuş ve sikkelenmiş yirmi altın dinar var.
O fakir külhancı arkadaşların önünde: "Dinarların sıcaklığından
dilim yandı ise de ziyanım kapandı," diye hikaye
etti. Zavallı külhancı bitap bir hale gelmişti, delilik yapmak
ve dünyayı delirtmek istiyordu, (fakat) Hudavendigar: "Hayır,
hayır gürültü etme ve bunlardan da kimseye bahsetme, sana
gümüş lazım olduğu vakitler yine benim yanıma gel," buyurdu.
(1 74) Yine müritler rivayet ettile r ki:
Şiraz ülkesinin meliki olan sultan Şemseddin-i Hindi, insanların
en hoşu ve en tatlı sözlüsü Şeyh Sadi'ye bir mektup gönderip
acayip manalar ihtiva eden gazellerden kimin olursa
olsun, canının gıdası yapması için kendisine göndermesini rica
etti. Şeyh Sadi, Mevlana hazretlerinin o günlerde Şiraz'a
götürdükleri ve halkın deli divane oldukları yeni bir gazelini
yazıp gönderdi. O gazel şudur: 
"Her an sağdan soldan aşk sesi geliyor. Biz
göğe gidiyoruz, kim bu temaşaya katılmak
istiyor?" 
Ve mektubun nihayetine da "Rum ülkesinde bir mübarek
padişah zuhur etmiştir. Bu, onun sırrının hoş kokularındandır.
Bundan daha iyi bir söz söylenmemiştir ve söylenmeyecektir
de. Ben, o sultanı ziyaret etmek üzere Rum diyarına gitmek
ve yüzümü · onun mübarek ayağının toprağına sürmek istiyorum.
Bu, padişahımıza böylece malum olsun," diye yazdı. Melik
Şemseddin bu gazeli okuyunca hadsiz hesapsız ağladı ve
aferinler dedi. Büyük bir toplantı tertip edip o gazelle sema' -
lar yaptılar. Minnettarlığını ifade için Şeyh Sadi'ye birçok
hediyeler gönderdi. İşte bu yüzden sonunda Sa'di Konya'ya
gidip o Hazretin (Mevlana'nın )elini öpmekle müşerref ve erlerin
inayet nazarına mazhar oldu.
D e r 1 e r k i : Melik Şemseddin, Şeyh Seyfeddin-i Baherzi'nin
(Allah onun ruhunu rahatlandırsın) mutekitlerindendi,
o gazeli bir kağıda yazıp nadide armağanlarla birlikte gazel
hakkındaki fikrini öğrenmek maksadiyle Seyfeddin'e gönderdi.
Buhara'nın bütün büyükleri şeyhin yanında idiler. Şeyh o gazeli
tam bir feragat ve derin bir nazarla okuyunca, bağırarak
bayıldı ve o kadar heyecanlar gösterdi, elbiselerini yırttı
ve feryatlar etti ki, hesaba gelmez. Ondan sonra: "Bu nasıl
nazenin bir yiğit, bu nasıl güzel bir din süvarisi ve bu nasıl
bir yer ve göğün kutbu! Hakikaten dünyada çok garip bir
sultan zuhur etmişti. hakikiten, hakikiten ki, keşif sahibi olan
geçmişteki bütün şeyhler böyle bir erin hasretinde idiler ve
Allah hazretlerinden böyle bir devlete ulaşmak istedilerse de,
bu, onlara müyesser olmadı. Bu saadet, son zamandakilere
müyesser oldu. Nitekim buyarmuştur:
Şiir:
"Geçmiş asırların rüyada aramış oldukları talih,
son zamandakileri gelip buldu."
Aman yarabbi! Demirden bir çarık giymek ve demirden
bir asa ele alıp o uluyu aramağa gitmek lazımdır. Bizim, dostlarımıza vasiyetimiz şudur: Her kimde yol yürümek kudreti varsa, kim bedeninde seyahat kuvvet ve kudretini buluyorsa
hiç durmadan o padişahın ziyaretine gitsin, o nimet ve rahmete
nail olsun. Çünkü Baha Veled hazretleri ve ecdadı bü­
yük şeyhlerdendir. Sıddık-ı Ekber onların dokuzuncu ceddidir
(Allahnın rızası onların cümlesinin üzerine olsun). Ben çok zayıfım ve ihtiyarlamışım. Seyahatin sıkıntısına tahammülüm yoktur;
yoksa yalnız ayakla değil, başımın üzerinde yürüyerek o
Hazretin ziyaretine gitmeğe çalışırdım," dedi. Meğer şeyhin
büyük oğlu Şeyh Muzhirüddin o mecliste bulunuyordu. Şeyh
ona döndü ve: "Muzhirüddin, senin gözlerinin o temiz insanın
mübarek yüzü ile nurlanacağını ümit ediyorum. Bizim
hürmetlerımızı da yalnız aziz olan Allah isterse o hazrete ulaş­
tırasın," dedi. Babasının vefatından sonra Şeyh Muzhirüddin,
Rum diyarına hareket etti. O hazreti ziyaret saadeti ile bahtiyar
oldu. Babasının selam ve iştiyakını Mevlana hazretlerine
ulaştırdı. Mevlana onun gönlünü aldı. Muzhirüddin birkaç
sene Konya'da ikamet edip tekrar Buhara'ya hareket etti.
Onun oğullarından birinin Konya'da gömülü olduğunu söylerler.
(1 75) Yine na k 1edi1 mi ş tir ki: Bu gazel
ve Mevlana'nın zuhuru her tarafa yayılınca, Buhara'nın ve
Deşt'in alimleri ve şeyhleri ardı arası kesilmeden Rum'a
geliyor, hazreti Mevlana'yı ziyarette bulunuyor ve o manalar
denizinden inciler elde ediyorlardı. Derler ki, bir gün Buhara
ve Semerkand'den yirmi kişi gelip mürit oldu ve Konya'ya
yerleşti.
( 1 76) Yine müritlerin fazılları rivayet etti 1 er
k i : Bir gün büyük bir alim Mevlana'yı görmeğe gelmişti.
İmtihan yolu ile Mevlana'ya birkaç sual sordu: Yüce Allah'
ya nefis denilir mi? Denilemez mi? Ona nefis denilebildiği
takdirde 'Her nefis ölümü tadıcıdır' (K., 111, 1 85) ayetinin
manası ne olur? O alameti olmayan Allah'nın şanına nefis
ıtlakı caiz değilse, o halde İsa (Allah'nın selamı onun üzerine .
olsun) niçin: 'Sen benim nefsimde olanı bilirsin ben senin
nefsinde olanı bilmem' (K., V, il) buyurdu. Bu iki mana birbirine
zıt görünüyor. Yine Allah'ya şey demek uygunsa o hal-
d.e Allah, niçin 'Her şey mahvolur yalnız onun yüzü mahvolmaz'
(K., XXVIII, 8 8) buyurdu. Bunun üzerine Mevlana: "Senin
nefsinde olanı bilmiyorum' un manası, yani senin ilminde
ve gaybinde olanı bilmem demektir. Keşif ehli yanında
ise, yani senin sırrının sırrındakini bilmiyorum, demektir.
Yani sen benim sırrımda ve sırrımın sırrında olanı bilirsin,
ben senin sırrının sırrında olanı bilmem, demektir. Akıl erbabı,
onun manasının: 'Sen dünyada, benden olan şeyi bilirsın,
ben ahirette, senden olan şeyin sırrını bilmem' olduğunu
söylerler. Fakat yüce Allah'ya bir şey ıtlak etmek caizdir. Nitekim
Allah, 'De ki en büyük şahit ne şeydir? De Allahtır'
(K., VI, 1 9) buyurdu, yani şehadet etmekte Allah en büyüktür,
ve 'De ki benimle sizin aranızda Allah şahittir' (K., VI,
1 9). Kıyamet gününde. Yüce Allah'nın, 'her şey mahvolur'
sözünün manası da, 'Yüce yaratandan başka yaratılan her
şey mahvolucudur' yani yalnız o daim, ve bakidir. Bu bapta
istisna edilen 'hüve: O' dur. Allah daha iyi bilicidir'. ıı buyurdu.
Bunun üzerine bu alim hemen muhlis bir kul ve hakikati arayan
bir mürit olup fereci giydi.
(177) Yi ne bir gün Araplaşmış insanlardan bir cemaat
Mevlana'ya gelmişti. Mevlana o günü buyurduğu her ilim ve
sırrı Arapça söyledi. Vaazını şu kelimelerle bitirdi: insan bir
kap, bir çanak gibidir. Onun dışını yıkamak vacipse de içini
yıkamak daha vaciptir. Dışını yıkamak farz ise de, içini yıkamak
daha farzdır. Çünkü Allah'nın şarabı ancak temiz bir kaba
doldurulur. Bu cihetten Allah bize kabı temizlememizi emrediyor,
çünkü şarap onun içine konur, dışına değil.
Şiir:
(Kur'anda Allah'nın) "Benim evimi temizleyiniz"
{K., XXII, 26) 'sözü temizliği izah etmek içindir.
Kalp bir nur hazinesidir. Topraktan olan
ceset, bu hazinenin tılsımıdır.
Bu ce?et kıskançlıkla (hasetle) doluysa da Allah
onu iyice temizledi."39
Yine buyurdular ki, nefsi ve şeytanı ölen ve fena huylardan
temizlenen, haşa, Allah'ya değil, Allah'nın yoluna ulaş-
tığı halde, Allah'ya ulaşamadığını bildiği zaman, yoldan sapmıştır.
(178) Y i n e bir gün Mevlananın yanında bir adam:
"Bütün peygamberler ve Allah'nın has kulları ölümün heybet
ve şiddetinden korkmuşlardır," der. Mevlana: "Haşa, bu katiyen
böyle deği?dir. İnsanlar ölümün ne olduğunu biliyorlar
mı? Allah velilerince ölüm, Allah'yı görmektir. Onlar onu görmekten
hiç kaçarlar mı?" dedi.
(1 79) Y i n e n ak 1 e d i 1 m i ş t i r k i : Bir gün
Mevlana ilimler saçtığı sırada buyurdu ki: "İnsanlar kendinizi
elinizle tehlikeye atmayın' (K., II, 1 95) ayetindeki tehlikeyi
yüksek bir yerden düşmek sanırlar. Halbuki, bu böyle de­
ğil, belki imamınız olmayan kimsenin sözünü dinlemekle nefsinizi
tehlikeye atmayınız, demektir. Mademki sözü vazıh
dahi olsa mürşid olmayan kimsenin sözünü dinlemek caiz de­
ğildir, o halde batıl bir takım vesveselerle uğraşmak bundan
daha çok insanı gözden düşürür ve daha çok rüsva edip butlana
düçar eder." Bundan sonra yine buyurdular ki: Bir gün
Mustafa (Selam onun üzerine olsun) eshabından birini çağırdı.
Bu zat namazda idi. Namazını bitirdikten sonra kalkıp peygamberin
yanına geldi. Peygamber: "Niçin geç geldin?" diye
onu azarladı. O: "Namaz kılıyordum," diye cevap verdi. Peygamber:
"Ben seni çağırmadım mı? Allah'nın hayırlı erlerinin
(ebrar) beklemeğe tahammülleri yoktur," buyurdu.
(1 80) Y i n e haberdar olan arkadaşlardan n ak 1 e -
d i 1 m i ş t i k i : Mevlana, Arabi senenin başlangıcı olan
muharrem ayının başında yeni ayı gördüğü vakit, şu duayı
okurdu: Ey benim Allahm! Sen ezeli, ebedi ve kadimsin. Bu,
yeni senedir. Ben senden, beni taşlanan şeytandan koruyacak
iffet, ismet ve fenalık yapmağı çok emreden nefse galip gelmek,
beni sana yakınlaştıracak şeylerle iştigal etmek ve senden
uzaklaştıracak şeylerden çekinmek için yardım isterim.
Ey Allah! Ey Rahman ve rahim ve ey Celal ve ikram sahibi!
Rahmetinle bu duamı kabul et.
(181) Y i n e müderrislerin şahı Şeyh Şemseddin-i Mardin!
(Allah'nın rahmeti üzerine olsun) · r i v a y e t e t t i k i : 
Bir gün muhiplerden birini sıtma tutmuştu. Mevlana hazretlerine
gelip sıtmadan şikayet etti. Mevlana: "yaz ve suya atıp
sıtmalıya ver de Allah'nın lutfu ile iyileşsin," buyurup şunları
yazdırdı: "Ey ümmü'l-Mildem! Eğer sen Yüce Allah'ya iman
ettinse başı ağrıtma, ağzı bozma, eti yeme, kanı içme. Beni
veya filan kimseyi bırakıp Allah'ya şirk koşan kimseye git;
çünkü ben: "Allah'dan başka Allah yoktur, Muhammed sav Allah'nın
kulu ve elçisidir" diyorum." Sıtmalı bu sudan içince
Allahnın yardımı ile iyi oldu.
( 1 82) Yine na k 1edi1 mi ş t ir ki: Mevlana üç
diş sarmısağın ve bunu yiyemeyince de üç bademin üzerini
yazdı ve sıtmalıya verdi, üç günde iyi oldu. Sarmısağın veya
bademin üzerine yazdığı şudur: ezan, izin, pesin (?).
(1 83) Yine bu kitabı derleyenin (Eflaki'nin) hocası
ve velilerin kendisiyle iftihar ettiği, Mesnevihan Siraceddin hazretleri
(Allah rahmet etsin) r i v a y e t e t t i k i : Mevlana
hazretleri bu üç beyti daima tekrar eder ve Çelebi Hüsameddin'e
öğretirdi. Bana da: "Bunları öğren, bunlar bana şeyhim
Seyyid Burhaneddin-i Muhakkik-i Tirmizi'den (Allah
onun sırrını kutlasın) yadigardır," derdi.
Şiir:
''Ruhun başlangıcı, Allah'nm arşının nurundandır.
Cisim ve bedenin aslı da topraktır.
Cebbar ve melik olan Allah (Ben Rabbiniz de­
ğil miyim) ayetindeki ahdi ve mihnetleri kabul
etsinler diye onların arasını bağdaştırdı. Ruh
gurbette, cisim de vatanındadır. Vatanından
ayrilan biçare ve hazin garibe acı,.
Yine heyecanlar gösteriyor ve diyordu.
Şiir:
"Eğer bir deli çenesini oynatırsa, ona oynat de.
Bundan daha hoş bir sevgili bulunamaz."
(184) Hikaye: Na k 1edi1 mi ş tir ki: Bir gün
Mevlana hazretleri birkaç dostla birlikte At Pazarı kapısından
çıkmış, Sultan-ül-Ulema Bahaeddin Veled'in (Allah ondan 
razı olsun) mezarım ziyarete gidiyordu. Sayısız insanların bir
şahsın etrafında toplandıklarını gördüler. Bu cemaat içinden
birkaç genç ileri koştu ve: "Allah aşkına birini idam ediyorlar.
Mevlana hazretleri şefaat etsin. O, taptaze genç bir rumdur."
diye feryat etti. Mevlana: "O ne yapmıştır?" diye sordu.
Onlar: "Birini öldürmüştür, kısas yapıyorlar," dediler. Bunun
üzerine Mevlana ilerledi. Bütün cellatlar ve şahneler (polisler)
baş koyup uzakta durdular. Mevlana mübarek ferecisinin eteğini idam edilecek adamın üzerine örttü. Şehrin şahnesi İslam sultanına durumu arz etti. Sultan: "Mevlana hakimdir, bir
şehri istese ve bütün bir şehre şefaat etse buna nail olur. Cümlesi
ona feda olsun. Bir Rum da nedir ki ... " dedi. Arkadaşlar
Mevlana'nın kurtardığı bu Rum'u alıp hamama götürdüler.
Hamamdan çıkartıp medreseye getirdiler. Nihayet Mevlana'
nın elinde iman getirip Müslüman oldu. Hemen o anda onu
sünnet ettiler ve büyük bir sema yaptılar. Mevlana hazretleri:
"Adın nedir?" diye sordu. O da: "Siryanus," dedi. Mevlana:
"O halde bugünden sonra Ataeddin Siryanus deyiniz," buyurdu.
Nihayet o hazretin hayat veren inayet nazaranın bereketi
vasıtasıyla Alaeddin Siryanus o dereceye geldi ki, ulu şeyhler
ve hayırlı alimler onun ilerlemesine ve marifetleri anlatmasına
şaştılar. Onun latifelerinden hayrette kaldılar. Bir gün
Mevlana hazretleri adı geçen şeyh Alaeddin'den: "Hıristivan
keşişler ve Hıristiyan bilginler (Allah onlara hidayet etsin)
İsa'nın (Selam onun üzerine olsun) hakikatı hakkında ne diyorlar?"
diye sordu. Alaeddin: "Onlar İsa'ya Allah diyorlar,"
dedi. Mevlana: "Bundan sonra onlara bizim Muhammed sav'imiz
Allah'dan daha Allah'dır, Allah'dan daha Allah'dır,
de," buyurdu.
(185) Y i n e bir gün fakihlerden bir cemaat, kadıların
sultanı Sıraceddin-i Urmevi'nin yanında, "Alaeddin Siryanus
ciddiyetle, Mevlana Allah'dır diyor," diyerek onu kötülediler
ve: "Bu, Peygamberin şeriatı kanununda caiz değildir:
hatta küfürdür," dediler. Birkaç muhzır gönderip Alaeddin'i
getirdiler. Kadı ondan: "Mevlana Allah'dır diyen sen misin?"
diye sordu. O: "Haşa, o değil de belki ben Mevlana'nın Allah
yapıcısı olduğunu söylüyorum. Bak, beni nasıl yaptığını gör-
müyor musun? Ben hakikatten uzak ve inatçı bir ateşe tapıcı
(gebr) idim. Bana irfan bağışladı, beni alim yaptı; bana akıl
verdi ve beni Allah'yı bilir yaptı. Beni Allah'yı okuyuculuk
taklidinden Allah'yı bilicilik hakikatine ulaştırdı. 'Nefsini bilen
Allah'sını da bilir' sözü benim vaktimin nakti oldu. 
Şiir:
"Bir kimse, akıl olmadan, aklı hakiki olarak
nasıl bilir? Bundan kimin Allah bilici olacağı­
nı anla."
Nahivci nahivciyi, fıkıhçı da fıkıhçıyı tanır. Bir cahil, bilgini
asla anlamaz. Kör de güneşi görmez. Çünkü Allah: 'Halkıma benim sıfatlarımla çık' buyuruyor.öyle ki Mevlana hazretleri, sohbet ve terbiyesinin
bereketiyle bir cahili alim yapıyor, fakih, nahivci, mantıkçı
yapıyor, senin fıtratını değiştiriyor. Mevlana yine sohbetinin
mübarek nefesiyle cahil nefsi alim yapıyor, arif yapıyor,
akıllı yapıyor. Akıllıları da tekrar aşık, aşık değil belki de
herkesin olamayacağı bir şey yapıyor. Nihayet görmüyor musun
kimyada birazcık iksir paslı bir bakırı halis altın yapıyor
ve ilk varlığından başka bir hale sokuyor. Eğer varlığından
başkalaşmış, kendi benliğinden kurtulmuş Allah nuru ile dopdolu
olan bir Allah eri, bakır gibi vücutları altın ederse, onları
nur halin? getirirse ve 'işler Allah'ya rücu eder' (K., II,
2 10; ili, 109; VIII, 45) deryasına ulaştırırsa, buna hiç şaşılmaz."
dedi. Bütün alimler (danişmendan) ve fakihler utandılar.
Alaeddin Siryanus, kadının ve fakihlerin macerasını
Mevlana hazretlerine arz edince Mevlana gülümsedi 
( 187) Y in e bir gün zamanın itibarlı kişilerinden Ahi
Ahmed, Alaeddin'e: "Ben bir eşek yükü kitap okumuşum, fakat
bu kitaplarda sema'nın mübah olduğuna dair hiç bir şey
görmemişim ve sema'a ruhsat verildiğini de işitmemişim. Siz
bu bid'atı hangi delil ile yürütüyorsunuz?" dedi. Aiaeddin:
"Ahi bir eşek gibi okudu, onun için bilmedi. Allah'ya hamdolsun
ki, biz İsa gibi okumuşuz ve onun sırrına ermişiz," diye
cevap verdi.
(1 88) Yine : Şeyh Mahmud-i Neccar'dan (Allah rahmet
etsin) n a k 1 e d i 1 m i ş t i r k i : Bir gün Aiaeddin,
Mevlana hazretlerinden: "Kış günlerinde ayağın üstünü meshetmek
caiz midir?" diye sordu. Mevlana: "Size caizdir," dedi.
Aiaeddin tekrar Mevlana'dan: "Tandırın kenarı erlerin
yeridir, sözünün ne manası vardır?" diye sordu. Mevlana:
"Onun manası şudur: Her kim yazın çalışır, zahiresini bir
köşeye koyarsa, şüphesiz kış mevsiminde de tandırın kenarı
ve istirahat yeri onun hakkıdır. Her kim tembellikten ötürü
oturur, bir iş görmez, kudreti nispetinde çalışıp çabalamazsa
ve cehit göstermezse kışın zorluklarında biçare ve muradına
ermemişlerden olur ve tandırın kenarına ulaşamaz. Bu, bu
ve öteki dünya için de misal olabilir. Akıllıya işaret kafidir,"
buyurdu.
(189) Hikaye: Dini bütün (ebrar) kişilerin kendisiyle
iftihar ettiği şeyh Mahmud-i Neccar (Allah rahmet etsin)
rivayet etti ki: Bir gün Mevlana hazretleri mübarek yüznnü
dostlara çevirip: "Yazık Konya halkına, bizim zevkle dolu
olan sema'mızdan usanıyor ve alttan alta bizim aleyhimizde
bulunuyorlar. Bizim bu güzel ve neşeli şeylerimiz hoşlarına
gitmiyor. Seba halkı gibi Allah'nın nimetini inkar ediyorlar.
Bizi kötüledıkleri de kulağıma geliyor. Kıyamet gününün 
sultanı onların küfranlarının ve uğursuz taşkınlıklarının cezası
olarak onların başına o kadar gam ve perişanlık yağdıracak
ki, cümlesi aciz ve biçare kalacaklar. Sonunda çoluk çocuklarını
ve eşyalarını terk edip memleketlerinden uzaklaşacaklar. Onların
malları mülkleri zorbaların elinde harap olacak ve bu diyarın
zenginlerinin ve asılzadelerinin çoğu yokluk illeti ile helak
olacak. Nihayet tövbe, istiğfar ve bizim evlat ve ahfadımızı
tam bir itikatla tebcil ettikleri vakit yüce Allah'nın fazlı ile
Konya şehri yeniden mamur olacak. Bu zamanın insanları
da sema sever ve zevk adamı olacaklar ve aşk alemi bütün
dünyayı kaplayacak. Bütün insanlar bizim sözümüzün aşıkı
olacaklar. Bu hanedanın azameti gittikçe büyüyecek ve Allah'nın
iradesi galip gelecek. Bizim dostlarımız da hem söz,
hem de hal bakımından insanların fevkinde olacaklar. 'İnsanlar
onun ilminden ve istediğinden başkasını ihata etmezler'
(K., II, 255) sırrı inayet ehlinin malumu olacak. Yüce Allah
isterse." buyurdu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder